MAARİF

Esirgeyen bağışlayan Tanrı'nm adıyla başlarım.

Nebiler ve velîlerin her biri, bir mucize ve keramet ile mahsus ve meşhur idiler.
Bilginler ve gerçeği anyanlar (muhakkikler): "Ulu Tanrı onlardan her birine bir şey bağışladı, birine verdiği şeyi, öbürüne vermedi." derler.

VELED der ki- "Peygamberlerin her birinin, her türlü mucize ve kerametleri tam ve mükemmel olarak göstermeğe gücü yeter; fakat onların her biri, zanıanın ihtiyacı ve o zamanda yaşıyan insanların dilekleri ölçüsünde bir mucize göstermiştir."

Bu düşüncenin aydınlanması için örnekler verelim: Mesela kuyumculuk ayakkabıcılık terzilik ve bunlardan başka sanatları da bilen bir kimse, birtakım insanlar için elbise dikince: "Bu adam yalnız elbise dikmeği bilir" demezler - veya fıkıh ve astronomi bilen hekimliğe vâkıf olan bir bilgin bir hastayı iyüeştirirse, bilgisi bundan ibarettir, denilemez. O, muhakkak zamana, işe ve ihtiyaca göre, bildiği şeylerden yalnız bir tanesini gostermış-
^Bunun ribi değirmeni döndüren su için akıllı bir insan: "Bu su, yalnız bu değirmeni döndürmeğe yarar" der mi? Bu su bilindiği gibi pek çok işe yarar. Hem çamaşırları arıtır, hem tarlalara ve bağlara tazelıkve canlı hk verir otlar ve çiçekler bitirir. Sadece, bu değirmenin bulunduğu yere e, de-girmen!döndürmektedir. Eğer onu bağlara ve kırlara doğru bırakırsan aynı su orada daha başka işler gorur. . ^
O halde b?r peygamberde de bütün mucize ve kerametler bulunur; fakat o zamanın ve kavmi in ihtiyacı kadar mucize ve kerametler gösterir. Oyle ise, rrpeyganSrde mevcut bulunan mucizelerin ve kerametlerin hensi T"hSeavnayrı ve tamamiyle mevcuttur. Yalnız şu kadar var kı ^SÖKK^ güçlü olduğu halde, bunlardan ancak birini
göstermiştir. Daha ^^^ffi; Hakkın önünde fâni ve yok Peygamber, Tanrı'nm J^J^ demek doğru olmaz ve imkânsız-olnıuştur. Tanrı ^.9^%^Sm elindeki kalem gibidirler. Kale-fbr. IŞ1 yapan (faal)lamıdır üniaı, k y bk . n eundeki
»un çizdiği her şeyi, SaSn değil, insanlardandır. Bunun
i^^"^^^ oku ân atmıyorsun. Onu atan v»u uıu ianrı. ey bi j t k ve buvruım muzladır.
blzız. Biz ki Tanrıyız, yaptıgm Her şey uı/.ı
r,v . T.m-ıattL (Kwr'an,SÛ!x:8,Âyet:17.)
(l) Attığın umaı, sen atmadın fakat onu Tanrı attı. {™
MAÂRİF
Bunda senin ne yerin olabilir'.' Çünkü işi biz yürütüyoruz ve bizim isteğimiz yerine geliyor. O halde her kim seninle döğüşür, savaşırsa bunları bizimle yapmış olur ve her kim sana uyar, senin buyruğunu yerine getirir ve seninle dost geçinirse bizimle dostluk etmiş olur" buyurmuştur.
FASIL 1—Biri: "Esas olan şey ameldir" dedi. Bu hususta söylenecek söz, bundan ibaret değildir. Ameli hakkıyla anlatabilmek için, bir kimsenin ortaya çıkıp ameli görmesini ve bilmesini biz de isteriz.
Şimdi söz ehli olduğun için, seninle konuşmak gerekiyor. Çünkü sen amel ehli değilsin. O halde ameli nasıl anhyabilirsin?
Sen amelden, namaz kılmayı, oruç tutmayı, hacca gitmeyi, geceleri uyumayarak ağlayıp inlemeyi ve günahtan sakınmayı anlıyorsun. Halbuki bunların hiçbiri amel değildir. Bunlar cancak amelin sebepleridir. Hepsini yaptığın zaman bunların sende bir etki sağlaması mümkündür İste o zaman sen. ibâdet etmiş ve olduğundan başka bir şey olmuş bulunursun
Kur'an'da 2 Namaz seni günahtan, suç işlemekten, kötülükten noksan ve kusurdan ve isyandan korur, temizler, buyurulmuştur. İşte senin bunları yapmış olman ve bunlardan temizlenmiş bulunman ameldir Eğer kendini bunlardan kurtarmamışsan. namaz kılmamış sayılırsın Bunun için Peygamber -O'na Selam okun- namaz kılmış olan bir kimseye: Namaz kılmadın, kalk namaz kıl (H ) diye buyurdu. Bunun üzerine o adam kalkıp namaz kıldı. Tekrar: Kalk namaz kd, namaz kılmadın" buyurdu O adam yine kalktı ve namaz kıldı. Peygamber bu defa da: "Namaz kılmadın" dedi ve sonunda: Kalb huzuru olmadan namaz kılmak doaru delildir" (H.). buyurdu.
O halde of taya koymuş oldukları bu rükû, sücûd ve kıyamı yerine getirmekle, gerçek amel yapdmış olmaz. Yani dinde ortaya konulan bu dışla ilgili hareketleri yapmakla amel yenne getirilmiş olamaz
Gerçek amel içi değiştirmektir Nitekim insan tohum., ana rahminde şekilden şekle girer Alaka ve mudga olur. Nihayet insan şeii am- cat lanır dünyaya gelir, büyür ve bir insan oiur. * K,mı alur»can
işle bu türlü değişmek aşağı derecelerden yukan derecd amelidir. Mirâc dedikleri de bu tarzda olur. Yukarda anlatı dSı^tikuİ da bir hâlden bir hale döner. Bu sırada meydana gelen ikmci hal bkmci hâlden, üçüncü hâl ikinci halden daha iyidir Böylece bu, sonsuz ohrİde vam eder Peygamber Hazretleri -O'na selam olsun- "iki „"L° ,. ?e Sel^nitır'tH.K.). buyurmuştur. Ikl ^ bur olan
HaHî^'te- Dünya ahiretin tarlasıdır, varit olduğuna göre bu d» d! kulun ekmekte, yani yann ahirette sevabınaf JfanS, T paZa" 3$busunda üerleyişinde, iki günü bir olm^Vg^S ve ış W" rf _ |ste gerçek anlamda amel budur rLi , ? n manen
Tasl 5KÎS«• Bunu'ancak Tanrı görür ve b£ ^
Sal?^TanrTenim dostlarım, benim kıskançhk kubbelerimin ah h gizüdlilr Onbrı benden başka kimse büemez" (H.K.). buyu^fmda
(2) Kur'an,SÛre:28,Âyetr44.

Netice itibariyle bilgi (ilim) amele namaz, oruç gibi bedeni işlerden ve amelden daha yakındır. İlmin amelden ayrı olması ve ona faydası dokunmaması mümkün olabilir mi? Halbuki bedenî hareketlerin amelden ayrı bulunması ve amele faydası olmaması daha çok mümkündür. Çünkü inatçı kötü niyetli ve iki yüzlü (Cehud), münafık (Müslüman görünen) bir kimse görünüşte bedenî ameli yapmış olabilir: fakat dinin asıl hükmünü yerine getirmiş, hakkı ispat etmiş sayılmaz. Eğer bunları bilseydi ve yapabilseydi zaten bu vasıflara lâyık olmazdı. O halde halkm gördüğü ibâdetlerden, âyinlerden, mezheblerden anlatılan ve gösterilen şeyleri hepsi amelin aslı, kendisi olmayıp sebepleridir.
Bersia yıllarca gerçekte hiçbir zahidin yapamıyaycağı bir şekilde ibâdette bulundu Yani görünüşteki ameli yerine getirdi, ancak sonunda kâfir olarak öldü Bunun gibi İblis de binlerce yıl gökte ibâdetle meşgul oldu Eğer bu görünüşteki ameller onda bir etki yapmış olsaydı Tann'dan "Âdem'e secde et" emri gelince, secde ederdi. İsâ -Ona selâm olsun-görünüşteki amelleri yapmamıştı; fakat gerçekte ameli o yaptı. Çünkü birdenbire çocukluk halinden ihtiyarlık haline geçti ve Muharnıned Mustafa'nın kırk yaşında iken iddia ettiği aynı dâvayı ve vahyi o daha beşikte iken beyan eyledi
Peygamber "Ben Tanrının bir kuluyum Bana gökten bir kitap indi. Tann beni Peygamber yaptı ve beni kerim kıldı 3 Buyurmuştur. Gerçek amel, senin bulunduğun halden, her an başka bir hale geçmen ve manen Uerlemendir Bunun gibi, iksiri bakır üzerine döktüğün zaman bakırın altına dönüşmesi amel olur. Eğer altın olmazsa binlerce çekiç darbesi yese, yüz defa kaynasa, genişleyip uzasa, yine bakır olarak kalır. Altını tanımı-vo„ı ™y"a ; e J hakanlar ve bunu esas olarak kabul edenler: yanlar, amelin f^^nefbk şey varsa o da mutlaka budur. Çünkü _Eger yeryüzünde altın dene, bir şey genişledi» derler,
gı kadar çekiç darbesi yedi bu kadar * y y » » atm
Halbuki altını gerçekten büen b r knn^D P^
olup olmadığım anlamak ^ gR T 4 "Ben kiTanrı'y.m;
mamışsa onu bir pula bı e -g^^ sözünüze bakarlm. Yalnız gönl^
«Kin ne görünüşünüze, ne£™^n mRadardırdiyegönlünüze baka-nuzde benim için olan sevgmız nasııaır vc ne j *
TİTS» bir i^et yetişir. Bir evde bir ktasenta bulu„„„
«an. hattâ Tan»'™, rt»
dlF^ . ¦ onun sırlarmı bümekten daha kolaydır.
Tanr.'y, tanımak ye bilmek ise pgk ^ birgayretle
Junun gibi eğer bir kimseyi gormeK ^ by
bl»nu başarabilirsin; fakat ne kadar gayret
(3) Kur'an,Sare;19,Âyct;30-31. Herimize bakar, yalnız kalblerimize bakar (H).
t*) Tam birim nc suretlerimize, ne de ame

lunan gizli sırlan bilemez ve anlıyamazsm.
O halde bir insanı göründüğü gibi bilmek onun gizli sırlarını mWWen daha çok kolaydır. Bir kimse, bir bilgini ken^^ZrTSylZ etmek isterse biraz gayret sarfetmekle bu isteği yenTLür Fakat bu kımse eger o bılgmm bilgisini öğrenmek, isterse 8bubTsfhazinesinden bh parça sermayenin eline geçmesi ıçm onun senelerce zal^fS^fc lanabılen bur cam olması ve pek çok güçlükler çekebilmes gerekü"
terbiye edenin, ^^m^^^^ zamanda her şeyi yok edıveremn Tanrı olduğunu hin* °agl5layamn aJm : bağlılıkla ona uyar ve ibâdet eder. Genellikle hemi S?i T §onulden' ma ve bümeleri ölçüsünde, bazısının ameli kuwS k ^ tan"'yl ton1' çok olur. Fakat, bu yüz binlerce insan arasından, ril Uan,n,3Z'bazısımn he ve doğru bir veliye yöneltmişlerdir. Bunlardan da Sol^*™ bİ.r, Ş-7' şi, o velîyi iyice tanıyabilmiştir. Bundan da anlasibvn* t-- İ ™y* lkl î" ve onu tanımak geneldir. Herkesin bunda bir veri v k- ya taPmak
tâ kâfirler bile Tanrıya taparlar. ' ebır y01" vardır. Hat-
Şiir:
O tektir, onun eşi yoktur, diyerek kâfir h- a , onun yolunda koşarlar. e aır»aar, her ikisi de
Yetmiş iki millete baktığın zaman, hepsinin Tanrı'v sekilerde, muhtelif amellerle ve başka başka dillerle T ^lg!nı ve lerini görürsün. Yalnız insanlar değil dağ, taş, yer anrı va kulluk ettik-hava, rüzgâr ve ateş bile hepsi Tann'ya taparlar ve'h ¦ yik1lz"ar) toprak, göremediğin ve anlıyamadığın bir dille onu överler ^ bimıediğin,
Tann'yı övmeyen (teşbih etmeyen) bir şey yoktur- f \c nu nasıl yaptıklarını anbyamazsınız 5 , ' akat siz onların bu-
Bütün varhklar (gelen) ve sonradan meydana getirii insanların Tann'ya tapmalarına engel olan birer perde*5" §6yIer (masn«at), ğu yere girmelerine engel olan birer kapıcıdırlar. Tattı ^ ° Slrrm bl)lundu-siler, Çin ve Hıtâ güzeüeri de. insanları ibâdetten alık fkler' «Pekli giy-yolcuların yollarını keserler. Yalnız bu insanlardan ba/K Taliblerin ve mek, zikretmek ve lahavle çekmekle bu yol kesenlerin er?6 günduz inle-İbâdet yüklerini Tanrı'nın rıza ve kabul menziline ulast kurtulurlar-senin onlarla temas etmemesi, onları tanımaması onla Fakat kim-için, kendi evliyasına bizzat Tanrı bekçilik eder ve onlarit y01 bulr«aması
Tann: Benim evliyam ve has kullarım benim kıskanç bicTu'-tında gizlidirler. Onları benden başka kimse göremez v*k-,lerilr»in al-buyurmuştur. 6 bllenıez" (H.K.).
(5) Kur'an,Sûre: 17,Âyef.44.

Bu dünyada da birtakım büyük padişahlar adalet tahtlarına oturdukları zaman, özel ve genel, her tabakadan gelen insanların yanlarına girmelerine izin verirler. Her birinin ihtiyacım, onların bulundukları yere göre ve dereceleri ölçüsünde, sağlarlar. Onlara güzel yüz gösterirler ve bağışlarda bulunurlar. Fakat güzel cariyelerini ve kölelerini, hiç kimseye göstermezler. ESer bir kimse padişahtan onların mahremi olmak ve onlarla beraber dü-§UP kalkmak isteğinde bulunursa, padişah onun derhal başım kestirir. Ancak isterse, huyuna ve doğruluğuna güvendiği bir kimseyi bunların mahremi yapar.
İnsanı ibâdetten alıkoyan şeytanlar, periler gibi yaratıkları lahavle ve zikirle kovma mümkündür. Fakat, engel Tanrı olursa, O'nu hangi zikr ve lahavle uzaklaştırabilir? Bu bakımdan evliyayı bulmak ve onları tanımak, Tanrı'yı tanımaktan daha güçtür. Tanrı'nm velîsini tanıyan bir insan, elbette Tanrı'yı tanır ve bilir Bunun aksi imkânsızdır. Yani Tanrı'yı tanımakla evhyayı tanımak lâzım gelmez. Bir çok insanlar vardır ki Tanrı'yı tanıdıktı ve ona kulluk ettikleri halde Tanrı'nin velisini tanımıyor ve bilmiyorlar. Hatta bu velîyi gördükleri zaman ona düşmanlık gösteriyor ve onu mkâr ediyorlar
Mansur-u Haİlâc'ı o yüzyılın Şiblî ve Cüneyd gibi bilginleri ve velîleri inkâr ettiler Onu öldürmeğe karar kıldılar. Hepsi birleşerek onu asmak İÇİ» fetva verdiler Sonunda, bu kadar büyük, saygı değer ve eşsiz bir ınsa-«» astılar. Dar ağacından indirdikten sonra yanması için naşını a eşe attı-Âlemde ondan bir eser kalmaması için de yaküktan sonra küllerin, su-v» attılar. Her ne yaptdarsa yine "Enelhak!" Ben Tanrı yıra) ibaresinin ateşte ve suda yazılmış olduğunu gördüler Kulu, Şatt-ı Bağdat üzerinde toplanarak "Ben Hakkım!" ibaresi nakşedilmiş bir halde goruldu. Bu ke-râ(neti «ördükten sonra hepsi, yaptıklarına pişman oldular. O zamandan b«ri ^^d^raXadarhiçbirPvaaz meclisi renklilik canlılık bulmaz.
°'nu kıyamete kadar öveceklerdir. ,.
«e ve T „.ya 0, bu kadar
»"-talip oldu ve Tanrı'dan Hu ela f^gm: "Sefer et ve be-
** yalvanp yakardıktan sonrâ m™. »»«J* S ver(J. M "'m o seçkin kulumu ara kı ona eresin, n , , y
öylece hareket etti. Birj deniz^^^^t^ f ve gönlü onun yuzu ile aydınlaı di ve s ve q kadar ^
konuşmada hâsıl oldu. Bir bakışta l^z\ötJ^ne bk kulak işitmis. ,e; tattı ki, bunları şimdiye; kadarne ^8» ^ w ^.
S t^^:^^ "X ^4 ve tattığı zaman aşkı-
/,, Kur'an,Sûre: 4, Âyet:162. c.,.. 18 Âvct.66.)
5
itin ne hale geldiğini sen ölç!
Beyit: (Seni görmeden biz böyleyiz, eğer görünürsen vay bizim halimize!)
Hızır buyurdu ki: "Ey Musa! Şimdiye kadar elde ettiğin yarar ile yetin ve artık geri dön. Bizim konuşmamız önemlidir ve tehlikelidir. Tanrı esirgesin! bundan sana bir zarar gelebilir." i Musa aşkının ve bağlılığının çokluğundan yine yalvardı. Bir zaman be- i raberce gezip dolaştılar. Bu yolculuk sırasında deniz kıyısında o zaman yüzyıllarca çalışsa, benzerini kimsenin yapamıyacağı bir gemi buldu. Hızır böyle görülmemiş bir gemiyi harap etti, deldi. Tamamiyle işe yaraniaz bir hale getirdi. Musa: "Bu türlü davranman ve bu yapüğın iş doğru değildir. Çünkü bu hikmet ve şeriata aykırıdır. Bu yaptığın işin adalet mihenginde, fazilet ve şeriat terazisinde karşılığı hiçtir." dedi. Hızır: "Sen benimle yapamazsın dememiş mi idim?" deyince Musa kendine gelip- "Yaptığın yemini ve sözleşmeyi unuttum. Bu ilk günahımdır, bağışlanabilir " dedi. Ve Hızır'a o kadar yalvardı kı en sonunda Hızır dayanamayıp Musa'nın bu suçunu bağışladı. Tekrar bunun üzerinden bir zaman geçti Dolaşmakta devam ederken bir adaya geldiler. Burada şehrin çocukları arasında, yeryüzünde bundan daha güzeli bulunmayan, daha çok küçük olan bir çocuk
f üt £1 • « lZ^TetKYatatmİBXln en Süzeli «lan Tanrı ne kadar güzeldir. dediler. Sonra Hızır, bu çocuğu diğer küçüklerin arasından okşıyarak ayurdı. Elinden tutup yürtdû^uTLSS^tade uzaktan onu takıbetu ve acaba Hızır bu çocuğu nereye'gS^diye düşündü. Hızır insanların gözünden uzaklaşıp onu ıssız bir yeTS'rdü ve hemen orada çocuğu ayakları altına alarak kafasını kesti Musa Sbir isyanla: " 9 Böyle günahsız ve masum bir çocuğu öldürml a a Jn. dur?" diye bağırdı. Hızır: "Benimle arkadaş'olamazsn!ıTn DenÜHangim işlere dayanamazsın geri dön, git dememiş mi idim'* rt» • Icö Lndbıe gelerek: "Hatâ ettim; unutkanlığıma%enSıV. STu^T -Her zaman işlerimi inkâr ediyor, sonra da hatâ ettim diyorsun" bu vurdu Musa: "Tanrı ıçm bu defa da bağışla, sünnette üç defol» v a Eğer bir kere daha inkâr edecek olursam özürümü kabul etme" i?
Şiir: Eğer bir defa daha benden aykırılık görürsen, benim aczime merhamet etme.
i günahı da üçüncü günahtan ayrılmak ve başka bu Hmr böylece ^cı g» şartiyle bağışladı.
».ve bahai* kabul n arkadaşuk ettiler. Tesadüfen bu yolculuk-
° Bundan sonra yme D bulamaduar. Az daha açuktan öleceklerdi. Şeriat 'to yedi sekiz gün ^ ton haram etin bile yenilmesine izin verir. Höyle bir iv halinde murdar.?w . geldiler. Kalabalık ve büyük bir şehirde bu-8 içinde iken, d» * sebitde, birçok hazineleri bulunan çok zengin Sunduklarım oturdukları sarayın divârı yıpranmış, eğilmiş, yi
yetimler Var , ^ böyk temiz bir ntfsi öldürdün. (Kur'an.Sürc. 18,
(İA l&v&Z^a oldurma haW '
() Âyet- 75).

kılmak ve harap olmak üzere idi. "Hızır bu eğik divân doğrultup yıkılan kısımlannı onardı 10.xMusâ bunu görünce, bu kadar talihsizlik, kısmetsizlik ^ açlıktan sonra, yiyecek şeyler ve giymek için de sırmalı hil'atler geleceğini umdu. Hızır Musa'nın elini tuttu ve o sahilden başka bir yere doğru gitmek üzere ayrıldı. Musa'nın sabn kalmamıştı, ve: "Ey Hızır, biz açlıktan ölüyoruz; murdar ve haram olan şeyler bile artık bize helâl olmuştur. Sen, başka bir kimsenin tamir etmesi mümkün olmıyan bir divân doğrulup tamir ettirdin. Ev sahipleri çok zengindi. Onlardan yaptığın işin kar-Şdığı olarak, birkaç gün orada kalıp yeniden güç, kuvvet bulmamızı istemeydin veya bundan vazgeçtim, hiç olmazsa yemek için bir parça ekmek isteseydin. Yaptığın bu hareket insafsızlıktır ve hiç kimse bunu doğru bulmaz" dedi.
Hızır "Ey Musa işte üçüncü günahın da tamam oldu, artık bir mazeretin kalmamıştır " 11. Bu üçüncü günah, ayrılmamıza sebep oldu. Başlangıçta nep inkâr ettiğin bu üç işin sırnndan seni haberdar edeyim ki benim yapağım şeyleri inkâr değil, kabul etmek gerektiğini anlıyasın. Sen işi tama-men tersine yaptın. . _ .. . . .
Gemiyi delmemin sebebi şu idi:12 O gemi fakirlerin, müminlerin ve iyi Şeyler yapan kimselerin malı idi ve kâfirlerin onu, kendi ellerine geçirerek Müslüman kalelerine gidip müslümanlan ve iyi insanları yok etmek düşüncesinde olduklannı sır gözü üe gördüm. Bunun için gemiyi harap ve işe ya-
ramaz bir hale getirdim.
olan Hr duvar buldular ve Hu* onu doğrulttu. (Kur'an, Sûre: 18, ynlpak zamanıdır. Sana jabredemediğln şeylerin hikmetlerini bil-SS! Om, deotede kullanarak ihtiyaçlara» defediyorlardı (Kur'.
İ.:.8I. n„,,„ ana.., baba., mümin idiler. (KurW,Sûre: 18, Âyrt!81).

senin yedinci veya yetmişinci cedde karşı gereken saygıyı ve tazimi göstereceği, onların çocuklarına kimsenin elinden gelmeyen önemli bir hizmeti yaptıktan sonra, bu kadar sıkıntı ve ihtiyaç içinde bulunduğu halde, onlardan lıizmetine bir karşılık ve ücret almayacağı inancındadır. Siz müflis, çaresiz ve günahkar olduğunuz halde yardıma muhtaçsınız Bu durumda evÜ-yamn çocuklarına nasıl hizmet etmek lâzım geldiğini kıyas ediniz" dedi.
Tebriz de bir Alevi pazarda kendinden geçmiş bir halde yere yığılmış, kusmuş yuzu sakal, salyaya ve toprağa bulaşmıştı. Dindar, büyük bir hoca, bu hah görünce küfrederek yüzüne tükürdü. O günün eecesi bu hoca Peygamber-i rüyasında gördü. Peygamber gazapla: "fenim S o d^U" nu iddia ediyorsun ve bana uyduğun ıçm cennete gitnıevi umnvnroın da beni pazarda salyalara bulaşmış olarak gördüğün S umuyorsun *8.
j- * - i j .. ¦¦ , ö"ıuu&u" zaman niçin evme eotür-medm, beni okşamadın ve yuzume, sakalıma buhşan Dişlikleri temizlemedin? Köleler efendilerine hizmet ederler sen ise hlo k , T- - ; yapmadın. Yüzüme tükürmene gönlün na ılraZ oldu^Tn kendi kendine: "Ben Peygamber'e bunu ne Sm?? f ^ Hoca lçmde" Peygamber, derhal ona: "Benim çocuklarımın Mzzat "hL'.^f??£ bilmiyor musun? Bizim çocuklarunız bizim ciğerlerindir (H )"/-le olmasaydı babanın malı oğluna kalır mıydı?" cevabım (r
Hoca, Muhammed'in heybetinden, dehşetinden «JSu. Alevt'yi aradı ve buldu. Kendi sarayını malının vemîltv S°nra
verdi; yaşadığı müddetçe daima Alevi'nin hizmetlLTe^J3"81111 °W
Hulâsa bu üç sırnn hikmetini, böylece Musâ'va n„ı "?glaüI-den ayrıldılar 15. y nlattl ve birbirlerin-
Bu anlamı kuvvetlendirmek için rivayet ederler ki l • lîv«v "îlln Tnnn h^nrlft h*r an» j„« . ' oır velî başka bir ve-
liye: "Ulu Tanrı bende her gün yedi defa tecelli Ih- velî ba3ka ona: "Eğer insansan git ve Ebayazid'i bir defa gör'"y°r" derdi ve ° veu de rında ki bu tartışma uzadı. Her ne zaman bu "Be ^evab,m verdi. Arala-defa görüyorum" derse, o da: "Eğer insansan'™* puraım'yı günde yetmiş
. ıannyı günde yetmiş ) da- "Eğer insansan git Ebayazid'i bir defa gör görüyorum'' derse, ' bu ^ sofiEbayazid'e gitmeğe karar ver-Zvabıni verirdi, ^^yl. Sofinin hizmetine geldiğini kerametle anladı di Ebayazid,b« otu . ormandan çıktı. Onların karşılaşması ormanın ve' sofiyi k*^"1? vat sofi Ebayazid'a bakıp onun mübarek yüzünü go-yanında olacaktı. £^edi derhal vücut kalıbını boş bırakarak bu dünya-
n, onun gönlünde bulunan suları, ilmi ve makamı idi « 0rmanm ağaçla-olan ormana nasıl girebilirdi? İşte Ebayazid bunun i • Ebava?-»d'in içi çıkıp sofiye doğru gitti. ?m ormandan dışarı
Akıllı bir insan, bir çocukla konuşurken, kendi bite! çıkar, çocuğa doğru gelir ve anlıyabilmesi için de akıl ormanından
konuşur. Çünkü insanlara akılları ölçüsünde söz söylemli?111 akh öcüsünde
. nek gerekir.
(15) Şimdi birbirimizden ayrılmak zamanıdır. (Kur'an Sûre: ı8, Âyet 79)

O sofi, Tann'yı kendi anlayış, kavrayış ve kudreti ölçüsünde gördü. Tanının nuru ve tecellîsi Ebayazid'in kuvveti nisbetinde ona vurunca dayanamadı ve öldü.
Cebrail'de Tanrı'nın tecelrsî; vardı. Belki onun içinde yetişmişti. Onunla meşguldü. Ondan başka işi yoktu. Denizin içinde bulunan bir balık gibi o, her zaman vuslat denizinin içinde idi. Muhammed'i Tann'yı göstermek »Çin Mi'râç'a götürdü. Cebrail kendi makamına geldiğinde durdu ve daha ileri gidemedi. Bunun üzerine Mustafa (Tanrı'nın selâmı O'nun üzerine ol-sun) ona: "Gel' niçin durdun?" diye buyuranca Cebrail: "Bu makamdan üeri gitmek sana mahsustur. Eğer bir parmak daha fazla yaklaşırsam yana-16 , Cevabını verdi, sonra Peygamber (Tannnm selamı, onun üzerine olsun) yoluna devam etti ve Hazret-i Hakkın cemâlini Kur'anda: Onun gö-zü kaymadı dönmedi 17 buyrulduğu gibi, hiçbir görüş yanılgısı olmadan, baŞ gözüyle gördü Tann'yı gören her kimse, O'nu, ancak kendi kavrayışı-' n»n gücü ölçüsünde görebilir. Karıncadan Süleyman'a vanncaya kadar hep-sini Tann besler Hepsinin varlığı ve canlılığı tamamen Tanrı'nın tecellîsinin-; fakat bu iki tecellî arasında fark vardır. Süleyman'a olan tecellî nereli Karıncaya olan tecellî nerede!
, Meselâ, bir efendinin ^^rft'J%°^O^^b^ da) biri otuz yaşında ve böylece ta kırk ve elli yaşında olmak üzere beş ko-le* olsa, bunların hepsi akıllan başında, büyük ye aynı yaşta o salar bile, *U btoJETbir oPlmaym, muhakkak g*) daha az, diğerlerin»
dKhnın derecesi ölçüsünde konuşur, goruçuı, J
dışıyla konuştuğu, görüştüğü gibi en küçugu ve akılsızıyla konuşursa,
^^^£SSm Esvabı insamn vücuduna göre ölçer Çerler. . . Hakkın tecellisi de, onlarm Tann'mn
J^^ûSSST^»* -Pn, onlar üzerine dayana-
^dınr ve hamam vasıtasıyle «^J"*"* yanar. Kemale eren Tam doğruya kendisini »^^L^^A^ yaşayabilirler; fakat ^mları semender gibi ateş içinde ve bahkg^ '
0b«r müminler ve gerçeği arayanlar doğrudan uo8 y , y Ca^güçten yoksundurlar. Kemale ermiş ()lan Tanrı adam.
, «ununla söylemek istediğimu şunu» - görmekten daha güç
Jj**, yüzünü görmen, dogmdan do^^la^S faktadır. Yalnız bu, "Evliya ve Tanrı ayrı gayn
Kur'an.Sûre: S7) Âyet.164. ' Wan,Süre: 53,Âyct;17.

Böyle düşünmek bile yanlış ve küfürdür. Bu, "Onların Tann'yı gördükleri kuvvet ve kudret, sizde yoktur" demektir. Kemale ermiş olan Tann adamını arayıp onun gordugu gibi görürsünüz
FASIL: 3-Bir adam: Baz, dervişlerin ebrişim (saz) ve saire gibi haram olan sema ile meşgul olduklannı gördük, bunu dervişük mezhebinde doğ-ru^görmek nasıl olur? Dervişe, böyle bir işle uğraşmak^yTşır r^r d*e
n3r0^
sd okm halleri ve zevki iç terazisiy^
bir dervışm, döndüğü ve sazın, rebâbın nevin i*' • • a!.m bllmlŞ... 1 hâli artar Aşk ve fakr müftüleri, dervEZgZT" Zama"'
onun bunlardan maksadı zevk, eğlence S T ? "** gÖIÜrler- ^ bu ilâhî hal kendisinde namaz, oruç zikir fchJ!T?* yaMa5makte- ESer ha iyi bir şekilde elde edildiğinden, eğlenceve ™ 0luy°rsa' b« maksat da-ler. Bununla beraber bu derviş, semâ ve eĞlen^ı VC, ^ma'a izin vermeZ' bu haüni başkalanmn haline benzetmek doftn, H -î?* 86Çİrse bÜe 0nU0 onun bu hali küfür ise de bu küfürde bir din ei rn* Ç"1*"- görünüşte mamiyle imana garkolmuştur. Başkalanmn eli* -° deniŞ( manen tafur, karardık içinde karardık olur. Bundanbaskaf v ISe köfür içinde W" içidir. Bir şeyin özü ve içi ise o şeyden başka lir ,yo!u\Seriatin ozü ve
Şeriat umumun itaatidir. Umumun işlerini half fegild!r-. gösteren birtakım çareler, yollar ortaya koymuşlardır k *Çİn kollay1,k,ar
İnsanlar çok defa gece, gündüz hattâ beş vakitte T ler ve Tann'yı anarlar. Bununla beraber bu insanla 1 y.a hizmet eder-yıf olduğundan fazlasını yapamazlar. Meselâ karari"1 mey** ve aşkları za-zaman suda kalamazlar. Sizi yerden yarattık, öldük/35^3" ^f1™ uzun göndeririz ve oradan bir defa daha çıkarırız'18 b ^î^3 yme oraya menşei topraktır. Sadece zaman zaman suya vakıamı111'1118" onlarm nurlar ve sonra sudan, denizden aynlarak yine kenîr SU iÇerler. ylka" dönerler. Melekler daima salâttadırlar » buyruldu" y^âm, toprağa lunmak babklann işidir. Bunlann denizden aynlmafa" ^bİ'daima suda bu" asılları denizden çıkmıştır. Sonra Tann, onlar üzlri lmkansttdu"*'cünku döktü (H.). mne ker»di nurundan
Burada şeriatten maksat, denize, suya dönmektir B mamen denize çevirmiş ve denize dönmüşlerdir Onİan yüzlerini ta-cekleri, yatakları, her şeyleri denizdir. Uykulan ve uvT KyeceWw». iyededir. Akıllı kullar da Ulu Tann'yı, ayakta dururken ntan da deniz-hülâsa her zaman ve her halde zikrederler 20 * olumrken,
yatarken
(18) Kur'an.Srâe: 70,|yet;57.
(19) KJur'an,S«re: 70, Âyet; 23.
(20) Kur'an,Sure: 3, Âyct:190-191.

Karaya bağlı bulunan avam, denize mensup olan seçkin insanların işlerini yapamazlar. Çünkü onlara kuvvetleri, büyüklükleri, güçleri yeterince bir ibâdet tahsis olunmuştur. Aslında Ulu Tanrı hiç kimseyi takatinin üstünde bir külfetle mükellef kılmaz 21 . Balıkların daima meşgul oldukları şey, kulluğun kemali ve şeriatın özüdür. Yani gerek kulluk ve şeriatin özü ba»kların suda bulunmaları gibi daima şeriatin içinde bulunmak ve dışına Çıkmamaktır Daima Tanrı ile beraber bulunan evliya ve fukaranın hallerini Şeriata aykırı olarak gören bir kimse, on kilo ekmeği,bir kilodan,Fırafı testideki sudan- gülü gül suyundan, bademin içini ve yağını, bademden ayrı sanan ve kabul edenlere benzer. Meselâ, bademleri böyle kabul etmedin sebebi de şudur: Bademler birbirinden ayrıdır; sayılabilir ye avucun-da toplayıp sıkarsan bir ses çıkarır. Halbuki bademin ıçı ve yağı bu özeliklere sahip değildir O halde bunlar bademden sesi, sayıyı anladıkları, asıl bademin ne olduğunu bilmedikleri bellidir. İşte bu gibi insanlara mukal-Iia" derler Muhakkiklerin yanında mukallitlerin imanının hiçbir değen y°ktur; şeriatta gerçek, Tanrı'ya kulluk etmek, yuzu Tann ya çevirmek kimdir Eğer şeriat namaz, oruç, zekât, zikir olsaydı bütan semtlerin, ^heblerin ve yolların hepsinin aynı biçimde ve aynı şekilde olması gereci; Peygamber " "Bu, Kur'aran hükümleri ve bu şeriat senden önceki Peygamberlerin kitaplarında vardı. Fakat bu biçim, bu kalıp bu düzen ile n*vcut değild BTrisi Arapçatür, diğeri Süryanca ve İbrancadır. Her birinin avn J uegımı- ^msı , p* hâccı ve ayrı demi, ayrı haramı ve helak var-
**t ve heTdüf gehr ve yüz gösterir. Diller ve şenatler kadehler gibidirler. Din ve Tanr.'v,hi?nıek kâselere, testilere, küplere, ibriklere, şişelere ve ka-
^ koZı^te ^ Fakat içki ve ş,arabK k^ehin kendi:
Si ^tol^^nZoJve testiye tapan kimseler, bu bıhnen testiyi «örmezkr yrsuyrS etmezler. Böyle bir kimsenin su ile aşinalığı yoktur Srf? 7 Y Sittir Şaraba tapan ve suyu tanıyan kimse, içinde
^r^&T^V* 4ü, A* ve onl 2evkı efsâneden değil, haldendir 0,nun obun)
Bunun gibi, Mustafa (Tanrnı' ""^^ yüZüne sürerdi. Ayşe, ) (Tanrı O'ndan razı « J,n omn yüzüne bakama
^"Ugördü ve hayre,^*^J£?&*. Peygamberi "Ayşei
QL A^şf bunun üzımtusu. de ff}plvaamber Ayşe'den özür düemeğe gele-Jj gönlünü al!" diye emir, zf^^L Zhi elini ve ayağını, senin * onun elini ve ayağım optuı ve / g n Tanrı'ya olan sevgim için
|g} K*r'an,SÛre: 2(Âyct:286. ^ rikredü»»«tL (Sar* 26, Âyef.196).
Si Bu Kur,an'ın ahkâmı evvdce men k,tap
' KMr'an/SSrie: 15, Âyet: 30, 73-

gibi olan gökselliğinin karanüğında Tanrı'nın sabahının narlak nurunu görüyorum Secdeyi Kadim olan Tann'ya ediyorum, senin sonradan vücuda gelen hadis) birkaç günlük vücuduna değil. Bundan sonra kendini de-gıl, Tanrı yı görmen lazımdır dedi.
Sûret-i evliya ve enbiyânın, şeriatın, dinlerin ve mezheplerin baştan sona kadar değişmesinin hikmeti, muhakkik ile, mukallidi bir zannetmeme-en ve bu suretle muhakkikin gerçek incisinin güzelliğinin peyda ve mukallidin çirkinliği ve sahte cevherinin de rüsva olmasıdır. Bu hikmetin zahir olmasının başlangıcı şeytanhklarla dolu iblisin zâtının nitelik ve haliyle başladı iblisi meleklerden sayardı, hatta meleklerin hocası idi *«,tbÜs. mukebbır, musebbıîı olan ulvi medresede bilgi ö&rpn™ ™ı 11 • • ~ic,i ve hocası idi Fakat gerçekte koğulmuş, ^^£g^™£
iblis ve melekleri, onunla imtihan etti ve"™te^« T"? kadehİ y*f' yurdu. Onunla aşinalığı onlar secde ettikleri av™ .f C, ed!mz!" dİye bU" mazharda, marifetle gördüler ve secde ettUerSvT b" kadehde ve b" ve İbüs'in görünüşte yakın ve âşinâ görünmesine ™? * ^ °la" ^ ve yabancı olduğu belli oldu. Âdem'in vücudu k,ı w aSÜnda muhallf gerçeği yanhştan ayırdı. ' aipı hal*sten ve doğruyu,
İlk önce bu iki, bir olarak göründü. Kalp ve halisin h - ¦ lîde ışık çoğalarak kalpları, saf altınlardan ayudı R bürdi'bu tecel" taneler, gül ve diken, yerin altındayken birdirler ve'b h"1*" -8İbİ 301 V6 zadırlar. "Biz ilâhî ekinleriz ve hepimiz neşvünem^ı le"v*e omuz omu-yiz" buyurduğu gibi. Tatlı taneler, yer altından yü \ -Uİ.mak. faaliyetinde-rip, toprağın çatlağından yeşil dillerini çıkararak-'^"t gö^c do?ru çevi" dan kurtar ve bizim özümüzü, sırlarımızı göster ki h \ .nr,m D*z' zindan-belli olsun", diye yalvardılar. İsrafil gibi olan baharH ^ ÖZÜ Ve derecesi runu lifleyince, onun bu hareketli nefesiyle bu tarM me' DurÇundan sudan dışarı çıkarlar. neIer' toprağm mezarm-
O günde bazı yüzler siyahlanır, bazı yüzler bev ğu şekilde bahçe, çayır ve çemenlerin, tavusun kanadı"^ • " * Buy"ruldu-lutûf ve güzelliklerle bezenmiş olan güzelleri cilveler denmiş, türlü karlar. Acı taneler de dikenler gibi bahçelerde rüsva o^3™14 meyda"a Ç1' si, hepsinin aynı sırada olmasını, iyinin ve kötünün b' Adâ*et terazi-görmez. İyiyi kötüden ayırır; İyi şeyler, iyi kimseler i ? Sayı,nıasmı doğru kimseler içindir 28 Buyuruldugu gibi. bir cinsi kT^*0*" Şeyler kötü
. Kend* cinsiyle tonla.
Kuran, »urc: i, nyn.j+-
Halbuki biz sana hamd vc teşbih vc sem takdis ediyoruz. (Kur' o-Tanrı meleklere: "Âdem'e secde edhûz"dedi Onlar secde cttill . * 2) Âyet; 28) ve kendini daha büyük gördü ve o kaBrlerdendu AnCak •«H.
. o-., oî___ı. ini v»-«c etmem.
(24) Kur'an, Sûre: 2, Âyet:32 (25) (26)
VC MIIUU1I WıA ı — —j
(27) Kur'an^ûrc: 3,Âyrt: 102
(28) Kur'artSûre: 24,Âyet:26.

Yine de Âdem'den sonra bazdan, muhakkik, bazdan da mukallit oldu-Jw- Bazısı şaraba tapar, bazısı da kadehe tapar. Adalet terazisi cins cins bayanla toplamağa ve birbirine karıştırmağa razı olmadığından tekrar b«Şka bir peygamber ortaya çıkardı. Şarabı tanıyan ve nur ehh olan fanv se)er kadeh değişince yanılmadılar, bulundukları halden başka bir hale inmediler. Âdem'le hemdem oldukları için bu peygamben de Adem ola-rak gördüler. ;- Beyit:
(Âlemden maksat, Âdem'in gelmesi ve Âdem'den de maksat, o demin §elmesidir.)
\ Kadehe tapanlar: "Biz Âdem'in âşıkları ve köleleriyiz ve bu peygamber Bern'den başka bir kimsedir" diye onu inkar ettiler Bu peygamber hal di%le: "Ey kadehe tapanlar! ben aynı şarap ve aynı Adem ım, eger ağzın Ve damagm varsf tad ve eğer bir burnun varsa kokla, gozun varsa gor, yok 9* Sçmne sahip değilsen git ve^njr^ö^ Çb*
ku Adem'i görmeden ve tanımadan ondan nasıl soz edebilirsin. Ben
''S ~ * 2^,3*0 oetraf,, »öylece yeniden muhakkikler ve uuB« VIj,Vıllar pprri tek
da toni.^^.1 „h«üi verdiler Bunun uzennden yüzyıllar geçn, teK-
*op andılar ve ona gonul yerdiıer• d , Görünüşte bir göründü-
le ?"la™ inci ile boncuğun, nakit
h r • Adalet terazisi ve fazdet mınengı 5 y . bk 0ımasıru ve bir
^ ile kalp paranın, altın ile bakınn, kafJ*J?™"™ °,maS,m *«* birbiriyle l^^^£gXS^ Sıptıleri Kıptî-lerlr FİraVUn'U" t^ryda§na çıkardı. Ahir zaman peygamberi olanL IÇm' ü» 1 ^"stur Mustafa'nın (Selâm onun üzerine
0 » Mulıanımed ile de böyle f^^lddik derece itibariyle birdüer.
V°rtaya Çda§»ndan ol^fTmikmet babası) idi. Küfür ve inkâr yü-«2? Ebuce5li1'in «mi Ebu'lhıkem tfg^Jg k'llmasına kadar böylece ^nden ismi Ebucehil oldu. Bu, dünyanın çokup yiK
p]?glder- „ „, 7.ıman ve aynı nura sahip bulundukla-
^eygamberlerle aynı nefese, aynı zam le ibi halkl Tanrl-ya
Jjdan, onların vârisleri olan evüya da peyg ^ ^ yç muhakkik
OaTh6^- Ash Tan"'ya ffr ve adaveti kabul eder. Aym zamanda 0'an her kimse, yine ona meyledyeni bir ağaç gibi kök sürer. R KJn\senin canı, evliyanın ııefesıyıe ' ey(jana getirir ve meyve ve-J fardan her an bir tazelik ve bir din' ^ ^ ^ ^ £ ^ete tapan ve mukallit olan k,nf Muhakkikler, ilerleme ve kabulle Cansiz ve yüzleri daha çok kara oiur. ^ değerden düşerler
J^lçüde anarlarsa mukallitler de inkar v HaRk eh
^ânâ (Tann onun ruhunu aziz etsın)*u nianay ,n birliğini şerhetmiştir.
' '^nlarm hepsi tek ümmet .ken dinde uıuı

(Bir ay parçası gibi gelen o kırınızı elbiseli, bu yıl da bu pas renkli hırka içinde geldi. O yd yağmada gördüğüm o Türk, bu yıl Arap gibi gelen bu aynı kımsedn. Her ne kadar kadeh değişmişse de şarap aynı şaraptır. Bak şarapçının basma ge en ne kadar hoş! Elbisesi değişmişse de yâr, aynı yardır. O, elbiseyi değiştirip tekrar başka şekilde geldi)
Bununla beraber, insanların tamamen bu cevherden bosalnm olmadıklarını ve bu cevherin, hepsinde var olduğunu da bilfSnk?T.nn'r^ınbüyüklüğünü herkes tanır ve O'na kulluk, ibâdet ve KhJ£ . , l T .e* utanmaz; Âdem'in dış görünüşüne bakarak n etmekten mc 1attttfi ibâdet etmekten çekindiler. TaL Âde^^^^ °"3
zdarının kibri, büyüklüğü ve kendinf Sa^bTrttSf^ â'
det etmesine, onun önünde eğilmesine engel o m?at^^irT £ dan gelen ve o aslî cevher kendisinde çok olan iJî' blt ^
benlik örtüsünü yırtar atarlar. İşte o zaman oa.lfn ™ bu kİhV* olmadan görürler ve secdeye geürler. Kendüermdl T' b" varllk PerdeSJ olan kimselerin bu örtüyü yırtmağa güçleri vZ7 r0^ az ve m-î .mislerdir. Yemlgiye uğrayan ise yokluk hükmün^Ln" J yT"
azıcık bakır olmasına rağmen onu, vine ciimüc 1 vcrauer- »af bir gümüşte nflmiştir. ^ 8 mUŞ sayarlar- Çünkü, bakır ye-
Büyüklüğü karar bulmuş ve kabul edilmiş olan IV maktan da kimse utanmaz. Hattâ ona hizmet etmpeygambere tâbi ol-karar bulmuş olan bu peygamber de Âdem'den evvel? m!"""1- Büy**10^ ra, zayıf ve güçlü, kalp ve hâlis ona kulluk ettikleri Tann" gibidir. Zi-rılmıyorlardı. Ulu Tanrı onlan tekrar, tanıdıktan ve2!3"1^"' birbinnden ay_ bir peygamber gönderdi. Kendisinde o nur galip gelenh ıfralarmdan yeni kançbk perdesi üzerine galebe çalar ve kurtulur ve h f. 1 gurur ve kıs" olursa o, bu gunır ve kıskançlık perdesine yenilir Ta .de bu nur zsy^ den ötürü bu zayıf nura sahip olan kimselere eğer T ı* verdiği değer-sa, mukaner bir nebinin ve şeyhin yanında bulunmak" yardlmı oIur" iznini verirler. Onlar, sınanmadan önce, o şeyhin doe V& °na meyletmek müritlerinin sohbeti ve şeyhin nazan ile yavaş yavaş" ^ muhakkik olan artırabilir ve kuvvetlendirebilirler. Bu nur çoğalınca v î?* °lan ° nunl lur. Bunun ayrıntıh anlatılması çok uygun ve Tann' • rdesi kaybo" sınırsızdır. Sımrsız olan bir şey şerh edilemez. Zira ^2 lŞleri' y°Uarı da ludur. Hudutsuz olan bir şey de sınırlanmışa sığmaz Fak T beyan hudut" bu az olan şeyden onun çoğunu da anlarlar. Gafiller fe akÜh kimseler, anbyamazlar. e Coktan, azı bile
Mesel:
(Akdlı bir kimseye, bir işaret kâfidir. Gafile iSe acılf) yoktur.) amanın faydası

, Şimdi gelelim, o soruyu sorana verdiğimiz ilk cevaba: 1yı ve doğru şey-er istiyen bir derviş, istemekte devam eder ve istediği şeydenburnuna bir k(*u geür ve türlü, türlü ibadetlerle uğraştığı sırada her nerede olursa ol-Su«. kendi fetihlerini görürse, en iyisi ona devam ve kendisim bir karanüga s°kan ve istediği şeylerden uzaklaştıran her şeyi taat bile olsa terkedir. «I kadar mâsiyetler varda- ki uğurludur ve ne kadar Ku»"an okuyan vardır ki Kur'an ona lanet eder. (H.).
Beyit-
r^a •' ,, ,, i. ictM- küfür ister söz^ster imâ olsun bı-
SUn onu da bırak.)
B« tâfib hile ve kötülük yolunda bulduğu zevki, hayır ve tâat yolunda da ' koiuiuis. tâatten başka olan şeylere meylet-
ate„dK°ğlU 0lam3Z- BU",lar Ç°S^nıcü bk zehirdir. Bu tafsilât ve hüküm-1 en başka her şey) onlar ıçm oldurucu bn* hakklndadlr. Biz: ..Böyle
skaimo^
5laŞka bü- sev kalmamış bulunan o kimseler, düşen at ve esıer gmıamer. Çünir.- f \y KalmarmŞ eklerce orada kalarak tamamıyle enmış *unku, bunlar tuzlaya düşmüş, senelerce oraua^ fete onların var-5 «lıktan «teltikten ufak bir belirtilen bile kalmamıştır, işte onlann var "kları da Tann'nın varlığında böyle erimiştir.
Mgeldi ve d^^^Til^S
J kalan ne varsa hepsi O'dur ) ^ se: "Eğer onun hali şöyle
oiuty,.e bk adama kİmSC ^dtemez Bu^erterİye ermiş bir kim-^"fa iyi, böyle olursa kötü olur. drJem ,enn dışmdadır. Ortaksız
5 TlVC k0tunün üstünd6' Z,tU^rvok oîmStur ki onda murdar olan ¦(£ tektir. Teklik tuzlasında o kadar yok: otmu*
15 alıktan ve iküikten hiçbir eser kalmamıştır.
^?baî: . f„nâ yolunu tuttu. Ansızın vücut der-
yâ^emaue tanımlanmış bir kimse teru» y kalmıştı ve bu kd,fak-
^«ndan geçerken, onda varbğmdan bir kıl parç
gözüne zünnar göründü.)
T a- çordu Ebayazid: "İstememeği is-
Jann Ebayazid'e: "Ne istersin?" diye s • Şü halde tuz,aş_
6r,^M cevabını verdi. Zira, eğer isterse o, hala

...vtpn ve kendinden geçişten ileri gelen baş ağrnv Mecnun'a: "Se*mel*n aldır "dediler.O da sermestuğinden ve aklı başin-. vnrtulman iÇın' Kaı ıdır damarından kan alması için berberi getff-7* Ladıemdan buna razı * Leylâ'nın kanını niçin akıtıyorsun? dAtri zaS: "Hey'- "e S»Leylâ'nın aşkının telasından Leylâ ot
her - kadar J kalmamıştır" diye bağırdı,
dum ve bende Leyıa
•t. relerine varıncaya kadar hepsim dostun sevgi-
(vlcudumun en küçük z de kalan yaVmz bir Geri kaVan ne
si kapladı-Benden benim
varsa hepsi o • vuvmuş olursun ve eğer benden bir şey
aursan Ley w
nr*ba bu meydana gelen şey göz mü olur?

mış olan hayvandan tuza düşmeden önceki halinden onda hâlâ bir damar ve bir bağırsak kalmış olsa, onun "birliği" tam bir birlik değildir ve ondan "ikilik" kokusu gelir. "Tanrı, surette ikidir" demek nasıl küfür ise "ikilik" de gerçekte küfürdür. Mana âleminde "iki olmak" da küfür olur. İşte bunun için Ebayazid: "Bir şey istememeği istiyorum, takibenim bu birkaç günlük olan varlığım, karışmadan, aslında nasılsam yine öyle irâdede tek kalmam için, istememeği isterim. Müridlik yalnız senin olsun" dedi.
Beyit:
(Ay yüzlüm geldiği zaman ben kim oluyorum! Asıl ben kendimde olmadığım zaman var olurum; yani benim varlığım oradan çıktıktan sonra ben var olurum.)
Tuzladaki hayvanın varlığının kemale ermesi, onda hayvanlıktan bir tek damar bile kalmadığı, hepsinin tamamen sırf tuz olduğu zaman mümkün olur.
Beyit:
(Ey benim Rabbim! Senin arayıcın benim veya beni arayan bizzat sensin. Ey aşkı ile rüsva olduğum! Ben ben oldukça, sen başkasın, ben başkayım.)
Eğer taleb hakikî olursa talible matlüb birdir. Beyit: .
(Tevhidde tâlib ve matlûbun belirtisini ayrı ayrı gören kimse ne tâlib ne de matlûbdur.)
maârif
Y«ksa deniz mi? ... . .
Ağanı açtı ve Salâhaddin'in kalbine: "Ey Allah'ı gören goz, sen benim
Allahimsın!"dedi) ... ~.
Göz onu görünce Tanrı olur. Zira Tann Tann'yı görmüştür. O kend, nu-¦ ^ndan onlara bir nur bağışlamışsa gözler O'nu göremezler. Ancak bağışığı bu nuria O'nu gör!bUirler «T. Binaenaleyh kendi kendini gormuş olur
Beyit-
(Tann'yı yine Tann görür. O'ndan başka bir şey O'na nasıl sığabiür? Birtik deryasında O'ndaıı başka hiçbir yabancı yoktur.)
Tanrı'y, ancak Tann adamı gösterir, Tanrıdan gayr. olan bir şey O nu *** göaterebifir? Tuzlayı hatırlatmak için)r avuç tuz lazımdın Murdar b* deveden vfS'l^Znasd hatırlayabilir ve tuzladan nasıl sozedebıhr?
31 Ey Muhammed' senin attığın, bizim attıgımızdır ye semn sozun, bı-m söZÜmüzdürzîra tuzladan aldıklan her şey, ancak tuz olur. Böyle bir kiıv.o u,""*uur- ^ırd iU"° , . oA,,ı„s: kötüdür diye karışmaya kınım ce-
*eft vardlr? o ne yaparsa .yld.r.Alem.^ bahmma^t içindir
eger bir vücudu ve bir itibarı varsa o da sırt du ma. y
gıni
yapar
32
Mffi? -i • • -n hir tanedir ve eşi yoktur" diyerek O'nun yo-
j (Kufur ve din her ikisi: "O bu taneuu ,* j
mda koşarlar.) itiraz herkeSı "O'nu toprak-
tan hU" yapÖğl İŞC İtİraZ,y?3 dlve Tanrı'ya itiraz eden, mücadele ve mü-ba". beni ateşten yarattın." 33 olur İblis: "Beni ateşten yarattın,
o ut * **M»» olan Ibüs'in önünd/yok olmadı.
ÂdP t3,rakton yarattın" diye Adem g feUk vücuda geldi; buğda.
y» yemd?en dC * ^ T TTlSbZl^ nefsimize zulmettik * sö-ifi ™ ve cennetten çıkarıldı. Ey Kauu dine ağjadl ve dünyaya olan un" diline doladı. Ağladı, sızladı, wno asınJ dilemede 0 kadar
uiS.^yg1 ve değer yerine, günahlarımı ş * ikiUktensonra bir-
ki Tanrı tarafından ona bağışla™ M att g ^ ^ ^ kaı'k,manevî huzursuzluktan sonra huz y r Kınlmayan yalnız be-n,7,eri benimle olanların yanındayım uzak kalmak için siz
mnı« Tanrıbk bana yakışır. Benimle ortak oım
3?) ^'an.SÛre: 4 AyatıUS. attL (Kur'an.Sûrc: *Âyrt:l 7)
(32 £tt»ğm vakit sen atmadın; Lâkin onu Tanrı attM !33 ^VSÛrc:14,Âyct:32. (34) ^»»'¦n,Sarei7.Ayet:ll. Ku«'an. Şiir... 7 î.,„.. 99

kırılınız. Eğer benim sırrımı bilecek olursanız kendinizden bile rahatsız olursunuz. Beni can ve gönülden kabul ediniz ki sizin başınız ben olayım, siz elden ayaktan düşünüz ki elinizden tutup sizi kaldırayım." buyurmuştur.
Beyit:
(Ayağım kalmadığı zaman beni çektiler. Beni nasıl çektiklerini, nasd söyliyeyim!?)
Hakka yenilip ve Hakkın önünde ölürsen senin hareket etmen Hakkın hareket etmesi ve senin sözün. Hakkın sözü olur. Meselâ haram olan şarabı çok içen bir kimse ona mağlup olur. Akıllı insanlar, bu adamın yaptığı ve söylediği Şeyler, adamdan bdmezler ve: O söylemiyor şarap söylüyor" derler. Onun ışın, ve sozunu şaraba ızafe ederler ve o âdânı, şarabın elinde bu- alet olarak kabul ederler. Bunun gibi cinin çarpufi, bir kimse de gaipten haberler verir, evvelce bilmediği birçok dill^u^^h kinıst ler: "Bunu peri söylüyor, o. söylemiyor" deı-İPr rtı „"u?ur-/*RJ,U ^
insan onların aleti olur ve onlar insanda kendilerin; 1 . . t ~
bunda hiçbir rolü yoktu, Akıllılar, p îfiîHt*^^
her şeyi Tanrı'dan bilmek ve Tanrı'ya izafe etmek „?da\meyda"a *e,C? Bunu Tann'nın işi sözü olarak görmemek ve isTrnL Ç? d°grU oImf l ve dar görüşlülükten ileri gelir. 'Ş'tmemek ancak körlükten
Ebayazid bir gün kendinden geçmiş olduğu halde- "v^a- , u a* rün; şanım ne kadar büyük oldu! Cübbemin içindeki t T tesb,,h Cf t şey değildir" dedi. Ebayazid kendine geldiğinde rrfW.ı • *" b3Ş^ . söyledin, bu sana nasıl y^.^yX^S^^}^ ho^ rer mukallitten başka bir şey olmadığı açıklanma ni i, yaz,d onların bi' "Eğer bunlar imân kabul edenlerden olsalardı benimi t "dİ kendl"e: leri bu kadar zamandan beri, nefesim onları etkiler dT °nfuşuP görüştuk-na girer ve kendilerine gelmezlerdi. Şimdi her şevden Tu™ k"\ak,l?n' için, en iyisi onları kendi kılıçlarıyla yaralamam ve vT î *T oldukIT sırsız olan kafalarım kesmemdir" dedi. 3m V& yme kendi kd*Çla» ile
Beyit:
(Tanrı'nın sırrı ile dolmuş olan bir baş. şah ve suhnnd.r c, , ¦ • baş ise palana lâyıktır.) * ve s«»andı, Sırsız olan b.r
Ebayazid: "Dikkat! dikkat! ey dostlar eğer müminlerden ve sadıklardan iseniz bu sözleri söylediğim zaman hepinizin kılıçlannızı ve bSlaruuu çekip bana vurmanız lazım. Böyle yaparsanız Hakkın makbul kullarından olursunuz" diye buyurdu. Ebayazid'e o hal tekrar geldiği zaman'hemen

aynı şeyleri söylemeğe başladı ve o âlemden bir kuş gibi uçtu. Yüzlerce defa söylemiş ve göstermiş olduğu harikaların yüz misli kendisinde göründü. Mukallit müridler bıçaklarını çekip onu yaraladılar; fakat bu sarhoşluktan kendilerine gelince bazısının kendi elini kesmiş, bazısının kendi karnını ve göğsünü parçalamış olduğunu gördüler. Yalnız Ebayazid'e vurmayan bazı kimseler Ebayazid'e saldırdıkları yerde onunla, hiçbir yara almamış oldukları halde götündüler. Kılıç onların ellerini nasıl kesebilir? Çünkü °nlar, İsmail'in soyundandırlar. Kılıç onların boynunu kesmez, belki bütün âlemin boynunu, onlar için keser ve bütün âlemi onlara kurban eder.
Ben ki Tann'yım,benim yüzümden başka ne varsa, hepsi helak olur; yok olur ve kalmaz. Ebediyen kalabilmeniz için hepiniz yüzünüzü yüzüme Çeviriniz. Yüzünü başka bir tarafa çeviren, benden başkasını gören ve benden başkasını seçen bir yüzü, yüz bilme. Benim yüzümün tersi yoktur. Ben tamamen yüzüm, tamamen nurum, tamamen görmeyim, tamamen bilgiyim. Benden başka olan her şey kalmayacaktır.! Sizin yüzünüz bana çevrildiği zaman yüz ve gözünüz bana baktığı zaman göz olacaktır. Sakın mutluluğun sermayesi olan böyle bir gölgeden ayrılmayınız ve uzaklaşmayınız ki ayrılığın yakıcı güneşi sizi bu amansız çöllerde yakmasın ve yok etmesin. Ben ki TanriVm, benimle yakınlık peyda ediniz, benim huyumu alınız Ve benim gibi olunuz.
TanrrVm huylarını kendinize huy edininiz. (H.).
Rubaî:
(Tanrı sana: "Ey gerçek uğrunda her yere başvuran kimse! Her şeyden kesil; çünkü sen tamamiyle bizimsin ve bizim için yaratılmışsın. Bizim huylarımızı kendine huy olarak seç, senin aradığın, halvet gecelerinde senin önüne gelsin" buyuruyor.
FASIL: 4- Beyit: .
(Tanrı ile kendinden geçmiş olan kimse, her ne yaparsa doğrudur ve onun her yaptığı şey yerinde olur. Onun yolunda yanlış yoktur.)
Biri- "Eğriliği kendisine iş edinen bir kimsenin yaptığı her işi nasıl doğru görelim ve eğriye, nasıl doğru diyelim ve bunu doğru bilelim?" diye sordu
Tanrı adamı her ne yaparsa doğru yapar ve doğru olur; fakat bu, cahillere eğri görünür Örneğin, Kabe'nin içinde bulunan bir kimse için yüzünü Çevirdiği her taraf Kıble olur. Eğer o kimse yüzünü, doğuya ya batıya, sola sağa veya öne, arkaya çevirse onun için her taraf Kıble olur ve onun namazı Tanrı katında makbuldür. Kabe'nin içinde bir tarafın diğer taraftan hiçbir üstünlüğü yoktur. Sağ ve sol bu bakımdan aynı değerdedir. Doğu ve batı da aynı derece ve mertebededir. Ancak Kabe'den uzak bulunan insanların Kıblesi Kabe'ye doğru olan tek yöndür. Bu Kabe'ye doğru olan tek
(35) Kur'anSûrc: 28, Âyet:88.

yönden başka, yüzlerini çevirdikleri her taraf, Kıbleden saptırılmış olur ve onların namazı doğru ve makbul olmaz. Çünkü namazı Kabe'ye doğru kılmamış olurlar. Kıbleden maksat, Kabe'dir. Kabe'nin içinde olan bir kimse için yüzünü çevirdiği her taraf Kıble olur.
Beyit:
(Kabe'nin içinde Kıble âdeti yoktur. Dalgıcın ayağında sandal olmasa da ne onemı var?) uu"
Kabe'nin içinde, yüzü Kıbleye doğru olmadığından yanlış nama/ kıldığım zanneden bir bilgisiz, bizzat kendisi yanlışlık yapnus olr bu cahil Kıbleyi, Kıbleden ayrı olarak görüyor ve doğruyu v»»ı. ,Ç
Şimdi gelelim büyük b* şehir belki de uçsuz bucaC'bir evrJn gibi olan insanın ıç dünyasına: Bazı kimselerin içinde hâkim n\ 8
nefistir. Bazılarında ise hâkim, Süleyman gibi olan aluldu ^ Ş.eyta"VC tâat ve hayır ister. Tanrı adamının isteği, iç saltanatına Siil VC bu,msa olması ve "lahavle velâ kuvvete illâ billâh" demekle, Tanî '^î*" h namaz kılmakla, oruç tutmakla şeytanın da güç bir duru ^retmek*e' kuvvetinin kırılmasıdır; hattâ mümin, can ve gönülden bı v kalmasl ve bir bağlılıkla mülâzemet ederse şeytan tamamiyle ölür ve 1adetlere .tam man gibi olan akıl o zaman, bu memlekette tam bir baS ^ °*Ut" ^*ü*ey" olur. Şeytamn manası yok olduğu ve Tanrı'nın rahmet nUmSlzIîkla hâkim ni doldurduğu zaman, Süleyman gibi olan aklın, yaptıg! v^h 0İnsamniÇi" şey doğrudur. Çünkü o perhizlerden ve ihtiyatlardan tntC yurduğu ner iş karanlıkla değü, Tanrı'nın nuru ve Tanrı'nm hidâyeti 1 ŞUdur ki' het delâleti ile değil. Süleyman'ın istediği, yaptığı emrettiği h °1Ur' şeytarun tâat ve sevap olur. Her ne kadar o iş görevinde zulüm ve ^ lamamen rünse de gerçekte zulüm ve günah, iyi, kötü, doğru ve 8Unan olarak gö-mahlûk tarafındandır. Halik ise bunlardan tamamen berîd' Ş görülmesi istediği şeyi yapar 36 . Eğer Tanrı'nın işine ye yaptığ! ş1*',^1^" Tanrı O'na teslim olmak ve rıza göstermek ve O'nu içtenlik ve b-ı Dakılırsa, mekten başka bir şey yapılamaz. Kim bunun tersini düs^ - ^ kaDU' et" dünyada da kâfir ve reddedilmiş olur. Bütün âleme mensurTT6 °' ner O'nun rızası içindir. Tanrı her ne yaparsa o, doğrudur. anlarin tâati olan iç yaşantısından şeytanı atan ve Hakkın istek ve buyrumem,eket gibi içinde hiçbir şey geçmeyen bir insandan meydana gelen her 8Undan ba§ka Meselâ akıllı bir adam, ata binse, at onun mağlûbu ve mahkû doSrudur-gitmesi gerçekten binicinin gitmesidir. Çünkü at eğer kendi h*" °lur- Atın ot yemek için otlak tarafına, veya taylarının yanına yam,t p1"3 olsa) olmak ve ölmek için ormana doğru gider. O halde atın yamcn?13''3 yem yarar yönüne gitmesi hiç kuşkusuz ki attan değil, binicidendi,, a 'hayır ve ve işini ne bilir? Attan, eşeklikten ve yolunu kaybetrnesij" AtJ3™8"11 beklenir? Öyleyse o gerçekte, durak, uğrak, han, şehir, bağ SftaSSton
(36) Kur'anJSûre: 14, Âyet;32

attır diyemeyiz. Her ne kadar görünüşte at gidiyorsa da atın eli, ayağı, sürücünün hükmü altındadır, şu halde giden at değil sürücüdür.
Evliyanın kalbi, Tanrı'dan ayn olamaz ve onsuz hareket edemez. Müminin kalbi. Tanrının kudretinin iki parmağı arasındadır. O, kalbi istediği gibi çevirir (H.). Eğer bu söz genel olsaydı ve herkesin bunda payı bulunsaydı. Tanrı bunu mümine tahsis etmezdi. Hakkın kudretinin elinde bir âlet haline gelmiş olan o kalbi. Tanrı bizzat araçsız olarak idare eder. Tıpkı bir binicinin, âleti olan atı idare etmesi gibi. Binici istediği her tarafa °nu sürebilir. O halde böyle bir müminin yaptığı her şey doğrudur ve onu yanlış gören, bizzat kendisi yanlış yapmış olur.
Beyit:
(Onların yanında hatâ, hatâ değildir. Âşıklar ne yaparlarsa doğru yaparlar.)
FASIL: 5- Harekette bulunan, elem ve rahattan etkilenen ve her şeyden haberli olan canlı yaratıklar üç türlüdür: Birincisi, o âlemde ve âlemin durumundan habersiz ve nasipsiz olan hayvanlardır. İkincisi, bu âleme yabancı olan, uyku ve yemeğe ihtiyaçları olmayan, kuvvet ve kudretleri, yiyecekleri tâat ve Tanrı'nın zikrinden olan, suda yaşayan balıklar gibi, bununla yaşayan meleklerdir. Üçüncüsü ise, hayvan-ı nâtık denilen insanlardır insanların ilmi ve nutku melekî, su ve çamurdan olan cisimleri ise hayvanidir Meleklerin sevabı ve günahı yazılmaz. Zira bu onların tabiatıdır. Meselâ bir adamın tatlı yemekler yemesi, katıksız şarab içmesi ve kendisini zevk ve eğlenceye vermesi ne kadar doğal ise, melekler için de tâat ve sevap bunun gibidir Melekler hakkında sevap ve günah aynı derecededir. Bunun gibi hayvanların da halleri ve hareketleri kaleme alınmaz. Hayvanın tâat kabiliyeti yoktur. Çünkü tamamiyle cismanîdir. Uyku ve yemekten başka bir şey bilmez ve bir şeye de sahip değildir, insanın ise yarısı melek, yansı hayvan, yarısı aşağılık, yansı yüce, yarısı toprak (hâk) olan bu dünyadan ve yansı ise teiniz (pâk) olan o dünyadan ibarettir.
Beyit:
(İnsan, yücelikten ve aşağılıktan mürekkep garip bir karışımdır.)
Hayvanlar toprakta yaşıyan yılanlar, melekler ise denizlerdeki balıklar ' gibidir. İnsan ise, yılan ve balık gibidir. Yılan olan yarısı, onu toprağa doğru çeker. Balık olan kısmı ise onu denize doğru götürür. Bu iki yarım kısım, birbirleriyle, daimî bir çekişme halindedir. Bu şuna benzetilebilir: Meselâ: Bir şehrin ahalisinin yansı kâfir, yarısı müslüman olsa, daima şehirde, bu iki ayrı grup birbirleriyle savaşırlar. Müslümanlar küfrün yok olup, bütün şehre kendilerinin hâkim olmalarını isterler. Kâfirler de müs-lümanlığm yok olmasını ve bütün şehrin kendi ellerinde bulunmasını arzu ederler.

Trî'^de istiyoruz, başkaları da istiyorlar. Bakalım talih kime yâr olacak ve yâr kimin olacak.)
Müslümanlık galip gelirse, her ne kadar şehirde kâfirler bulunsa da on-1 yenilgiye uğradıklan için şehre müslüman şehri derler. Çünkü hüküm inenindir Meselâ at, biniciye yenilir ve binici onu yenerse atın yürümesini biniciden bilirler. Her ne kadar görünüşte at giderse de akıllı kimseler: ••Falan Lârende'ye gitti veya Aksaray'a yahut başka bir şehre gitti." der-\er At kıra ve otlağa doğru gider. Şehirler ve menzillere doğru gitmek inanlara mahsustur. At böyle yollarda ve maksatlarda insanın âleti olur. Yani atın ayağı, insanın ayağı oluyor.
Küfür insanda mağlûp ve nefis mahkûm olunca, o insana tanrısal der-\J O insanda şeytan bulunsa bile o şeytan, insanın mahkûmu olduğu irin sevtan değil, melektir. Bundan dolayı Peygamber: "Benim şeytanım, Sm eİmde Müslüman oldu" (H.). buyurmuştur.
fs'enin yanağının etrafında peri ve şeytan askeri sıra bağlamış; Süleyman'ın mülkü senindir, yüzüğü kaybetme!)
insanın zâtı, vaktin Süleyman'ı gibidir k. onun tahtının ve bahtının etrafında melekler, ruhlar, şeytanlar ve perıle.¦ saf tutmuş ve köle gibi onun hizmetine durmuşlardır. Yüzük gibi emaneti koruyan da onun gönlüdür. Eğer bir şeytan onun yüzüğü olan gonlunu, ondan suret, mai ve mevki vaSl-taliyle alırsa, ondan sonra onun vücut şehrinde, şeytan, Süleymanlık yapar ve kendisinde bulunan meleklik sıfatı yenilir ve aciz kalnılş 0ıur y P
Nazım: , . 4
(Can, içinde aç, tabiat ise dışında servet ve saman içinde Dey k içmekten mide fesadına uğramış, Cemşıd ise aç. ^ırndi senin MesDYİn bu yeryüzünde; burada bulunduğun müddetçe derdinin devâsına bâk, Mesih göğe çıktıktan sonra derdinin devası kaybolur.)
Şeytan ve peri, Süleyman'ın hükmü altında oldukları zaman, 0nUn âleti olurlar, üpkı süvarinin eh altında ve gitmekte olan bir at gibi... ^ası, Ri bu aercekte atın değil, binicinin gitmesi ise, bunun gibi şeytanm Ve perinin fşi de Süleyman'ın işi olur. Çünkü Süleyman'ın hükmündedirler ve onun emriyle iş görürler.
Mümin'in nefsi her ne kadar canlı ise de, buyruk altında olduğundan ona nefis demezler, akıl derler. w .
Mümin'in kalbi, Tann'nın iki kudret parmağı arasındadır. Onu istediği „ibi çevirir (H ) Gerçeği görenler, bu kalbin hareket etmesini kalbin kendisinden değil, Hakk'tan bilirler. Eğer bir çadır ve bir bayrak, rüzgârl, havada sallanırsa, akıllı kimseler, bunun rüzgârın hareketi olduğunu bilirler.

Çünkü ne çadır, ne de bayrak rüzgâr olmadan hareket edebilirler. Bu yüzde Ulu Tanrı, kendi Kelâm-ı Mecidinde şöyle buyuruyor: 37 Ey Muhammedi senin varlık yayından dışarı atılan okun atıcısı, sen değilsin, Biziz. Çünkü sen Bizim büyüklüğümüz önünde ölmüşsün ve sende varlık, irâde ve hareket etme kudreti kalmamıştır. Ecel-i zarurîden önce benim aşkımda, "Ölmeden evvel ölünüz" (H.) hadîsinin gereğince ölmüş ve yok olmuşsun. Ölü hareket etmez, eğer onda bir hareket görülürse bu, ondan değildir. Onu birisi hareket ettirmiştir. Tanrı adamları, kalmamışlar, yok olmuşlardır; Celâlin aşkı ve Hakk'ın büyüklüğü karşısında, helak olmuşlardır. Artık divâr ve kapı gibi hareketsiz ve habersizdirler. Eğer bir di-vardan yahut bir dağdan bir ses, bir hitap gelirse herkes, o sesin hâtıftan geldiğin bilir. Yahut divârda ses veren, bir adam gizlidir. Çünkü divânn kendi kendine ses verme yeteneği yoktur. O halde eğer ölmeden velîler, nebiler ve kâmil şeyhlerden bir ses, bir söz işitirsen kesinlikle bil ki bu sözü onların suretinde başka biri söylüyor. Çünkü onlar yok olmuşlar ve kalmamışlardır.
Beyit:
(Onlar kendi varlıklarından fâni ve dost ile bakâdirler. Bu ne garip şeydir ki onlar hem varlar, hem yoklar!)
Eğer sen onlardan bir ses işitirsen o ses onların şekline girmiş olan başka birisinindir. Çünkü onlar kalmamışlardır ve yok olmuşlardır. Nitekim bir divarda ses işittiğin zaman nasıl şaşırırsan ve bu hal sende nasıl bir değişiklik yaparsa, evliyadan bir söz işittiğinde böyle olman, yani o sesi di-vârdan bilmemekliğin gerekir. Meselâ, bir adamı cin çarptığı zaman muhtelif dillerle konuşur. Halbuki o adam, bu hale tutulmadan evvel, bu dilleri bilmez ve anlamazdı. Meselâ. Arapça konuşur, Kur'an'ı hiç okumamış, ezberlememiş olduğu halde Kur'an okur. Bunu görenler bu sözleri onun değil, perinin söylediğine inanırlar. Bunun gibi, bir adam pek çok şarap içnüş olsa, serhoşluk halinde ve kendinden haberi olmadığı bu arada durmadan birçok şeyler söyler; akıllılar: "Ondan bilmeyiniz, çünkü o söylemiyor, şarap söylüyor.' derler. Zira peri ve şarapta öyle bir güç vardır ki bunlar inşam kendi âletleri yaparlar ve onun suretinde söz söylerler. Fakat o söz, insanın sözü olmaz. Onların sözü olur. Böyle olduğu halde insanın, perinin, yerin, göğün, arşın, kürsînin, yaratıklar ve gerçeklerin yaratıcısı olan Tanrı'ya, bir insanı kendi âleti yapması ve kendi sözünü ona söyletmesi niçin lâyık olmasın? insan ortada yoktur ve söylediği şeyde de hiçbir dahli olamaz. Kuşkusuz bu sözleri Tanrı'nın sözleri olur.
(37) Attığın zaman sen atmadın, Lâkin Tanrı attı. (Kur'an.Sûre: 8, Âyet: 17)

Beyİt: w ne kadar kulun ağzından çıkıyorsa da gerçekle Tann'dan-(O ses, ner ı« M
dır.)
ihi meselâ Kur'an Peygamber'in dudağından, ağzından, darna-BıUnUve8dmnden ses, harf ve söz olarak dışarı çıktığı halde, buna, "Hak-^ kelâmı'' derler;Tanrı'nın ElçisiMuhammed'in sözü, demezler. Her kun böyle^öylerse kâfir olur.
merci Kur'an Peygamber'in dudakları arasından çıkmıştır. Fakat her kini onu Tanrı söylemedi, Peygamber söyledi derse, o kâfirdir.)
Fakr kemale erince Tanridır ve O bir tanedir, O'nun ortağı yoktur. Bu mertebeye erdiği içindir ki Mansur: "Ben Hakkım." demiş ve Ebayazid de: "cübbemin içinde Tann'dan gayrı bir şey yok" demiştir. Madem k» fakr'da senin varlığından üzerinde bir şey kalmıştır, sana müşrik (ortak ko-Zn) derler. Tevhid âleminde, seni tevhide inananlardan saymazlar.
Sirk (ortak koşma) iki türlüdür;sözde şirk, hal ile sirk. Tann'mn oğlu ve •¦ ortağı olduğunu söylemek sözle şirktu. insanın içinde Tann'dan başka şeyler için yer ve yol bulunması da hal ile şirktir.
f^na'le ermiş bir kimse öldü. Ansızın varlık denizinden geçerken varl»-ğmdan üzerinde bir tek kıl kalmıştı. O kıl gerçek faknn gözüne zünnar gibi göründü.)
Nazım: . , „. , .
(Dün gece bir ihtiyar rüyamda bana: Aşk yolunun âfeti, benlik ve biz-üktendir" demişti. Ben ona: "Benük ve Bızhk nasıl olur? bunu bana anlatın, çünkü bütün güçlüklerin çözümü sızın elinizdedir" dediğim zaman o ihtiyar, bana cevap verir: "Hakkın aynı, olmayan her şey "Ben" ve "Biz" dir ve bu, hatânın ta kendisidir" dedi.)
Her şey helak olur, fânidir. Ancak O bakidir 38.Buna müfessirier söyle anlam vermişlerdir: Baki ancak Tann'dır. Tann'dan başka melekler periler nebiler, vehler, müminler, hayvanlar, kuşlar, otlayanlar hattâ yerve gök arş ve ferş gibi ne varsa hepsi,yok olur ve kalmaz.
Biz deriz ki: Tanrı bu sözü, "Yalnız ben varım ve benden başka her şey vok olur" deyip öğünmek için söylemiyor. İyice bakılırsa bu hitabın kul-lon için bir rahmet ve davet olduğu görülür. Yanı, şunu söylemek i
lan ıv*" **•««—'-------.t----w~¦ »t^.-tjtt- (2 '' ¦ n " ister ki:
E&er beka istiyorsanız bakı Benim, kendinizden geçip Bana bağlarmuz kj Benim benliğim sizin benliğiniz olsun ve varlıktan kurtulunuz İd, benim
(38)
Kur'aıvSûre: 28, Âyet: 88.

varlığım sizin varlığınız olsun. Tanrı: "Eğer ben bir kulu seversem onun gözü, kulağı ve dili ben olurum (H. K.). Benimle söyler, benimle göriir, benimle işitir. Ben, onun nutku, onun dili ve dilinden söyleyen olurum. Gözünün nuru ben olurum; o her şeyi benimle görür. İşitmesi de ben olurum ye benimle işitir. Nasıl ki benim varlığımla var olmadan önce ruh-u cüz'i ile yaşadığı zaman, görme, işitme nuru, ilim, bilgi ve söz kudretini hep o ruhtan aldıysa, ulûhiyet denizinden bir damla olan onun cüz'i ruhu o denize ulaştıktan sonra, da onun canı Ben oldum. Ayrdık perdeleri ortadan kalktı. Bu dereceye geldikten sonra onun diriliği, hareketi, sükûneti, görmesi, işitmesi hepsi Benden olur ve o Tann ile kaim olur. Bu şekilde öldürülmüş olan bir can, ölmez ve benimle kâimdir, buyurmuştur. Bunun gibi bir kovaya su alınıp konulsa, bu su, bigâneler ve yabancı unsurlar arasında denizden ayrı olarak bulunduğu için zaman zaman eksilir. Rengi, kokusu ve tadı kaybolur. Çünkü o suyun varlığım toprak yer, rüzgâr götürür ve güneşin sıcaklığı çeker. O durgun suya Tann tarafından bir sel gelirse suyu alır, tekrar denize götürür. İşte bu sel, ya bir kâmil şeyhin varlığı olabilir Veya Hakkın cezbelerinden bir cezbe (H.) buyurulduğu gibi Haklan bir cez-besidir. Hakkın cezbelerinden bir cezbe bütün insanlann ve cinlerin ibâdetinden daha çok hayuh ve tesirlidir. Cezbe ile şeyh, bunların her ikisi de o denizin bir dalgasıdır. Yalnız bu dalga, su ve çamur şeklinde görülmüştür, destinin içindeki bir damlayı, Tann'nın rahmet denizinin bir dalgası deni-Ze ulaştırırsa o damla, deniz olur ve o damlanın varlığı yokluk bulmaz. Çünkü "Biz Tann içiniz ve sonunda ona döneriz 39 . Ayeti, böyle denize "İaşan bir damla hakkında varit olmuştur.
Şiir:
(Denizin suyu, her nerede olursa olsun yine denizdendir. Denizden çıkar ve tekrar denize döker. Bunun başka türlü olmasının imkânı yoktur.)
Müminlerin, evliyanın ve nebilerin canlan Hakk'ın Zatının güneşinin Çınlarıdır.
Tanrı halkı karanlıktan yarattı, sonra onlar üzerine kendi nurundan saç-4l (H.) Ev gibi olan bu varlıkları,karanlık olan çamur ve su âleminden yarattı ve sonra karanlıktan yaptığı bu yaratık üzerine kendi nurundan saçtı. Sonunda O'nun nuru, tekrar O'na döner. Güneş, gökyüzünde burcdan burca dolaşarak yer değiştirirken, O'nun ışığı da bu evler gibi olan vücutlarda bir yerden bir yere geçer ve akşam batıda battığı zaman O'nun bizim bir ev gibi olan vücudumuzdaki nurunun huzmeleri ve parçalan da güneşle beraber batar. Bunun gibi her ne kadar bu nur ayn vücutlarda, yani ayrı ruhlarda parlar ve var olursa da gerçekte bu canlar, bu ruhlar ölümsüz olan güneşin nurunun parıltılarıdır. Ve ezeü olan güneşe bağlıdırlar.
(39) Kur'an,Sûre: 2,Âyct: İL
MAÂRİF
O^Leş! Bendeki bu ışıklı parıltılar sendendir. Ben, hernereye saçarsan saçS "ine sana bağhyım. Ey can güneş.! Sen karanl,k dünyaya bir ay ışığı gibi ışık veriyorsun.)
Ayın ışığı da güneştendir. Ay güneşten nur ışık alır. O halde gerçekte ayın ışık vermesi, güneşin ışık vermesidir. Çunku sahip olduğu bu nur o* dandır Halk ve tâliblerin Hakk'm Celal güneşinin nuruna dayanamazlar ve buna katlanma güçleri de yoktur. Onun Rabbı dağda tecelli edince, cmg parçaladı ve Musa bayılarak düştü,40 buyrulduğu gibi, dağ bile dayana-mıyarak parça parça ve zerre, zerre oldu. Hakk, güneşi aşkıyla harap o*3» ve incelen peygamberle ve evliyanın canlarım, kendi Celâünin nurundan doldurdu ve halka o kalıplar vasıtasiyle o nuru anlasınlar ve ona tahamrrn» edebilsinler, kevnü fesadın karanlığında o ayın ışığı ile dalâlet yolunu nı-dâyet yolundan ayrı görsünler ve tanısınlar, iyiyi kötüden ayırsınlar ve temyiz etsinler diye gönderdi. Gökteki yıldızlar, parlak ve ezelî bir güje§ olan şeyh'in hizmetindeki müritler gibidir. Çünkü, Benim eshabım, yıld*2" lar gibidir; hangisine uyarsanız hidâyete erişirsiniz (H.), buyrulmuştur. *§' ezelî olan güneşindir ve baki ancak O'dur. Bedir ki zamanın kutbudur, rahman güneşinin mazharıdır ve yıldızlar hepsi, Tanrı'nın visâÜ olan Cen-net-i bekada ve güneşin nuru ile dolmuş olan mürid ve müminler gibidU-Peygamberler, Hakkın zeval bulmaz halifeleri ve Celâl güneşi nurunun kadehleri olan bedirler gibidirler.
Tanrı: "Yeryüzüne bir halife gönderdim 41 buyuruyor. Her ne kadar bu görünüşte yeryüzünün halifesi olsa da gerçekte gök yüzünün de halifesidb'-Onun su ve çamurdan ibaret olan görünüşü yere mensup bulunanla*111 Kıblesi ve onun nakışsız olan cemâli, cam ve gönlü gökyüzünden olan*3' nn halifesi olur. Bu yüzden göğe mensup olan meleklere: Adem'e secde ediniz. 42 emri geldi ve Bütün melekler secde ettiler 43. buyurulduğu glbl bütün melekler emre itaat ve kendi halife ve öncülerine secde ettiler
Şeyh, yer ve gök yüzünde Tanrı'nın halifesi olur. Yeryüzüne mensup olanların ona tâbi ve hükmünde olması nasıl farz ise, göğe mensup ola»1' lar için de aynen böyledir. Bu suretle yeryüzünde şeyhin ve Tanrı'n111 halifesinin vücudu ile yanlış, haktan; eğri, doğrudan, kötü, iyiden; yakı"' br, uzak olanlardan;tortu, saftan; kalp, halisten; yâr, ağyardan ayrıldı. Bundan evvel, bedir gibi olan şeyhin yokluğu sebebiyle liasd olan bir ge^ karanlığı içinde her şey, birbirinin aynı görünüyordu ve güzel ile çirkin beraberdi. Bir bedir gibi olan şeyhin vücudu ile bütün gizli ve örtülü olan şey' ler zahir oldu.
(40) Kur'an.Sûre: 7, Âyct:139.
(41) Kur'anjSûre.- 2,Âyet: 32.
(42) Kur'an, Sûre: 2, Âyet: 32.
(43) Kur'an, Sûre, 15, Âyet: 30.
MAÂRİF
Beyit:
(Evliyanın güneşi doğunca: "Ey karışık olan şey uzaklaş ve sâf olan, gel!" dedi.)
Ebubekir Sıddik, Ebucehil'den; gökyüzünde de melek, İblis'ten üstün oldu. O âlem ve bu âlem, Hakk\n halifesi olan şeyhin vücudu ile süslendi ve onarıldı. Gerçekte bunların hepsi Tanrı'nın işidir. Çünkü bedir, nura Hakk'ın güneşi sayesinde sahihtir. Tanrı, Şeyh suretinde Tanrılık ediyor. Bazan doğrudan doğruya, bazan vasıta ile. Tanrı daha iyi ve daha doğru bilir.
FASLI: 6-Tann nın işleri hususunda düşününüz; Tanrının Zatı hakkında düşünmeyiniz (H.). buyrulduğu gibi Hakk'ı temaşa etmek isterseniz, O'nun zatını düşünmeyiniz. Zira O'nu anlamak gücü sizde yoktur. Bu yüzden üzüntülü ve sıkıntılı olup hiçbir zaman bu bağdan, yani girdaptan kurtulamazsınız. Eğer Tanrı'nın san'atı ve işleri hususunda düşünürseniz fikriniz daha çok gelişir ve ferahlık duyarsınız.
Eğer bir kimse baharın gerçeğini, aslını düşünür ve ona, gözünü ancak bu bir noktaya diker ve: "Elbette baharın gerçeğini, aslını ve onun ne olduğunu ve nasıl vücut bulduğunu, neden ibaret olduğunu görmek isterim!" derse o kimse bahan seyretmeden mahrum kalır ve gerçeğini de hiçbir zaman bilemez. Gözü kamaşır, kararır ve hattâ kapanır. Bu faydasızdır ve böylece hiçbir amaca yaramaz. Bu hususta ne ölçüde uğraşırsa, mhsal sıkıntısı ve karanlığı da o nisbette artar. Fakat böyle yapmayıp da kırlara çimenlere bahçelere, ve güllüklere, ağaçlara, meyvelere, çiçeklere, rengârenk goncalara, yeşilliklere, ve akar sulara bakarsa bu doğa sergisinde baharın fevkalâde güzelliğini görür ve ruhu ferahlık bularak sıkıntı ve -kederden kurtulur Bu hususta ne kadar çok düşünürse onun ferahlığı da o ölçüde artar Baharın güzelliğini, hoşluğunu daha iyi anlar ve bilir.
Hakk'ın Zatını da bahar mevsimi gibi tasavvur ediniz ve gök, yer, güneş, ay yddızlar ve dağlar, denizler, türlü türlü insanlar, dış güzellikleri olan kadınlar ve çocuklar, mâna güzelleri olan evliya ve peygamberler hakkında düşüncenizi işletin ve bunları görmeğe, tanımağa çalışın, bu güzelliklerin, eserlerin ve iyiliklerin âşığı olun; sanattan san'atkâra gidin ki Tanrı'yı görmüş ve tanımış olasınız.
Tanrı Kur'an-ı Mecid'de şöyle buyuruyor: Başlan üzennde olan goge nı-Çin bakmıyorlar ki biz onu nasıl bina ettik44.Yani, ne şaşılacak şey!Bizim için tanımıyorlar ve görmüyorlar. Biz ise göğü nasıl yükselttik ve yeri onun altına nasıl serdik? Ve başka bir yerde de:
Niçin görmüyorlar ki deveyi nasıl yarattık ve göğe de bakmıyorlar ki onu nasıl yükselttik ve dağlara da bakmazlar ki onlan nasıl yüksek durdurduk ve yerin çivileri yaptık ve görmezler ki yeri nasıl dümdüz yaydık!45!™-yuruyor
(441 Kur'an,Sûrc:50,Âyet:6. (45) Kur'an.Sûre: 88, Ayet: 17, 20.

Bunun gibi yine buyuruyor: 46 Ben ki Tanrıyım,.benim zikrimi eden ayakda durdukları, oturdukları ve uykuda bir yandan öbür yana döndükleri zaman, daima beni anan kimseler hakkı için yemin ederim ki onların düşüncesi daima göğün ve yeryüzünün yaratdmasındandır."Yârab! bu sanat eserlerini boşuna ve yararsız olarak yaratmadın" derler ve bu sanatları gördükçe hayrette kalırlar ve bunlardan faydalar, nimetler, hadsiz hesapsız hikmetler elde ederler. Henüz elde etmedikleri başka yararlar ararlar ve zaman geçtikçe bunlardan da faydalar sağlarlar. Bu suretle onların marifetleri, bilgi ve görüşleri artar. Bu hususta Peygamber Mustafa (Selâm onun üzerine olsun) şöyle buyurmuştur: İki günü bir olan kimse aldannıiş-tır (H.). Yani, her kim ki onun iki günü bir geçer ve ikinci günün faydası birinci günün faydasından fazla olmazsa, o kimse bu dünya pazarında, dünya mallarını verip, âhiret kumaşları satın alan âhiret tüccarları arasında aldanır ve zarara uğrarlar. Sâlikin, her dakika ve her an manen ilerlemesi lâzımdır. Eğer bir insan kendisini sülükte aynı halde görürse, gerçek olarak bilsin ki o. zararda ve vaktini boşa geçirmiştir. Aynı zamanda niteliksiz olan Hazret'in huzurundan kovulmuş olanlardandır
Baharın güzelliğini görmeniz gerekse onun çimende, yaylalarda, akaçlar; da, gul bahçelennde. reyhan ve yasemin tarlalarında goncalarda renkli yapraklarda, olgun ve tatlı meyvelerde seyredin ki daima mânevi bir genişlik ve huzur içinde bulunasınız ve Didâr'a gark olasınız
Nazım:
(O şah, bazan gizli, bazan açık olarak âlemde göründü O bastan sona kadar bu evrenin nasıl canıdır.) sorundu. U, oaşıaı
Başka bir beyit:
Onun güzelliği bir ilkbahar, evren ise. bir bahçe gibidir Onun tanrısal güzelliği ve hıtfunu bahçede seyret!) . 3 ' °
O ^aniT"6' W? aÇ!kca^r."idü, dediğimiz zaman bunun anlamı; O. yan. Tann Zat, (yanı hüvıyet-i asliyesi bakımından) galidir Bunu görmek imkan, da yoktur. Ama san'at ve sıfatı bakım JarPevdk (vani görülebilir) diı. işte bu yönden hem açık ve hem gizlidirMtefcuîted" bütün vücutta hem peyda, hem gizlidir. Can, bizzat görünmez Ta^t eser ^ fatı itibariyle açık ve parlaktır. Çünkü vücudun hareketi ayalin ^rnesi,
mhSK yÜZÜ7e t T Pfİ3maSI İŞÜme' kok(ama' v; Sfeme bunla-nn hepsi canın eserleridir. Bunlara baktığnuz zaman canın güzelliğini açıkça görürsünüz ve canın değerini bilir, cana âşık olursunuz. Eğer bir kimse: Ben canlıları vücutlarının aracılığı olmadan canın kendisini görmek istiyorum d.ye mezarlığa gitse, canı görmekten uzak kalır. Can, bedene kendi-
(46) ^İVF'Y1 TkTdu7rkcn; Surken, veya yatmakta iken zikreder, göklerin ve yerle-hLl^ T -r'r k,U£?İnİ btM|a v£ tefekkür eylerler. Ey I&bbuZlDunlar, bâtıl yaratmadın, sem tenzih ve takdis ederiz, derler. (Kur'an, Sure: 3, Âyet: 188).

sinin göstermek için gelmiştir. Canı kalıpsız olarak görmek imkânsızdır. Bunun gibi Ulu Tanrı buyuruyor ki: 47 Ben niteliği belli olmayan gizli bir hazine idim. Bilinmek ve görülmek istedim bunun için de bu evreni yarattım. Sonuç olarak diyebiliriz ki bir kimse kendisini göstermek istediği zaman, ya bir şey söyler veya bir şey yapar, yahut kendisini bilmeleri ve görmeleri için bir sanat bir hüner gösterir. Bu adamın yüzünü, insanlar bu adam sanatmı göstermeden önce de görmüşlerdir. Her ne kadar her gün onun dış şeklini görürlerse de yine: "Bu adamı tanımıyoruz ve bilmiyoruz ki nasıl bir insandır?" derler. Fakat, ondan bir söz işittikleri ve bir iş ve bir huy, bir lütuf, bir hüner ve sanat gördükleri zaman, hepsi: "Onun kim ve nasıl bir adam olduğunu bildik" derler. Neticede tanıdıkları şey, onun dış görünüşünden başka ve ayrı bir şey olan işidir. Çünkü onun dış şeklini her vakit gördükleri halde hepsi bir ağızdan, onun kim ve ne gibi, nasıl bir insan olduğunu bilmiyoruz ve tanımıyoruz, demişlerdi. Halbuki onun işini, sözünü sanat ve hünerini gördükten sonra onu tamdılar. Onun suretini gördükten sonra onda buldukları ve tanıdıkları şey, onda benzersiz olarak bulunan mânevi bir cevherdi: işte bunu gördükten ve tanıdıktan sonra: "Falan kimsenin güzel bir mâna ve cevheri vardır ve bunun için elinden o İŞ ve İıüner geliyor; böyle yapıyor, şöyle yapıyor. Keremi, hasisliği, sitemi, sertliği gönül almayı ve lutfu yerinde yapıyor" derler. Böylece o adamın sohbeti arttıkça ve ondan bu hasletleri daha çok gördükleri zaman, onu daha iyi bilirler ve daha çok tanırlar. Bu adam gösterişini ne kadar arttırırsa ve kendisini daha iyi tanımaları niyeti ile iyi işlerini ve güzel hünerlerini ne kadar gösterirse, ondaki bu hüner ve iyi hasletleri görenler, onu daha iyi ve daha mükemmel tanırlar.
Ulu Tanrı o şahsı yaratan ve onun işlerini meydana koyandır. Hadsiz hesapsız yüz' binlerce halkın, göklerin, yerlerin, dağların, denizlerin, maden ocaklarının, ejderha, balık ve su aygın, su kuşları gibi denizde yaşayan canlıların, ay, güneş ve yıldızların, burûc, urûç, arş ve kürsînin, levh ü kalemin cennet ve cehennemin, eşkiya ve takilerin, evliya, enbiyânın ve meleklerin yaratıcısıdır. Bütün bu işleri sanatları ve sıfatlan ile Ulu Tanrı'yı, birbirlerini tanıdıklarından ve bildiklerinden bin defa daha azla tanımıyorlar ve bilmiyorlar. Halbuki az bir işle birbirlerini tanır ve: "Onun iyi olduğunu gördük ve onun ne gibi bir insan olduğunu ve nasıl bir fikre sahip bulunduğunu tamamen anladık ve bildik" derler. Böyle olduğu halde, Tanrı' y» görme ve tanımada niçin kör, nâdân ve ebleh olurlar ve bilgisizlikten, Şaşkınhktan: "Acaba Tanrı var mı? Varsa O'nu kim gördü ve kim görür?" diyorlar. Onu görmek imkânsızdır. Ve her kim: "Gördüm veya görüyorum" diye iddia ederse yalan söylüyor ve imkânsız olan bir şeyden bahsediyor demektir. Ey aptal! o adamda gördüğün pek az bir iş ve hünerle: "Onun iyiliğini gördüm ve onun büyüklüğünü bildim" diyorsun.Onda bildiğin tanıdığın, o şey, onun dış görünüşünden başka bir şeydi. Çünkü,
(47) Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, bunun için de halkı yarattım. (H.K.)

onun dışını her zaman gördüğün halde, onun kim ve nasıl bir adam olduğunu biliniyordun. O halde bu kadar işler, hünerler ve hadsiz, hesabsız, sonsuz ilimleri ile Tann'yı niçin görmüyorsun ve bilmiyorsun? Senin halın aynen şuna benzer: Meselâ, bir adam bir bahçeye girse ve ben: "Bu bahçede yalnız şu küçük yaprağı görüyorum ve bahçeyi göremiyorum," dese, buna gülmek bile yersizdir. Böyle bir göz ve böyle bir akla ne demek lâzım! Buna yapılacak hicve ve alaya yazıklar olsun! Çünkü lüciv ve alayı öyle bir kimseye karşı yapmalıdır ki onun vücudu bulunsun. Böyle bir gözün ve aklın mevcudiyetine imkân yoktur. Belki onun yokluğu bu şekilde varlığından daha iyi olur. Bu sebeple kâfir der ki: "Keski evvelce olduğum gibi yine toprak olsaydım 48 ve vücut bulmasaydım. Toprak olsan benden bir ot, bir bitki biter ve bunlar da bir işe yarardı. İnsanlann zevkle bakacakları bir şey olurdum ve onlara bir besin teşkil ederdim. Toprak olarak var olduğum zamanda, benim vücudumdan biten bir bitkinin hali, bahçede bir yaprak gören ve uçsuz bucaksız bahçeyi göremiyen kimsenin haline benzer. Böyle zehirli ve faydasız bir ot çorak bir yerde bile olmasın! Ben yokluktan dünyaya geldiğime ve varlık tabakasının en aşağısından, en yukarısına eriştiğime sevindim. Evet bu böyle oldu,tersini düşünme! Fakat; manen geriledim. Şimdi eskisi gibi toprak olmadığım için "Keski toprak olsaydım 49 diye pişmanlık duyuyorum.
, J^yjffldan^nra. beyan istemekhüsrandır, denilir. Ulu Tann güneşten daha rçıkar dahazInTFveaân^ Güneşin varhğı üzerine kim delil ve şahit isterse o, zarara uğramıştır ve anadan doğma kördür Onun derdine^hastalığına hiçbir çare ve ilâç yoktur. O kimse hayvan-ı mutlaktır; Hatta hayvandan ve cemâdâttan bile daha aşağıdır Çünkü cemâdât olan toprak, ne için yaratılmışsa, onu yerine getirir. Yer kendisinden bitki
htZr^1 1^uVar*t.11TŞUr-. °"a ekersen ve ^ emânet edersen, onu besler ve çoğaltır. Bir taney, on, belki yüz tane olarak sana geri verir. Eğer arpa ekersen arpa, buğday ekersen buğday, meyve ekersen meyve ve üzüm dikersen üzün. verir. Bunun gibi hayvanı da yük ve insanlan taşıması, onla-nmaksatlarına eriştirmesi ve şehirden şehire götürmesi için yaratmışlar-
İnsanı ise, Tann'yı tanıması ve O'na kulluk etmesi için yaratmışlardır.
fnitH yT"16 *Tm?l8İ ^ J-^'y» «-nımad*. O'na kulluk etmediği takdirde, hayvandan daha kotu olur. Çünkü hayvan ne için yaratılmışsa onu yerme getirir. Yer ve toprak da bunun gibidir. İnsan ne için yaratri-mışsa onu yenne getirmediği zaman bir hayvandan daha kötü olur Bunun için Kur an da: Onlar hayvanlar gibidirler, belki daha fenadırlar 50 buyrul-muştur. Böyle kimselerin kalbi taştan daha serttir. Çünkü taştan su çıkabilir ve akabilir; halbuki onların taştan daha katı olan kalblerinden dumanlı bir hışım ateşinde başka bir şey hâsıl olmaz.
(48) Kur'an,Sûre: 78, Âyet: 41.
(49) Kur'an Sûre: 78, Âyet:41.
(50) Kur'an,Sûre: 7, Âyet: 178

Güneşin ancak biri ışık, diğeri sıcaklık olmak üzere iki belirtisi vardır. Güneş bu iki özelliği ile tanınmış ve açıkça görünmektedir. Gözleri görenler, onun ışığım görürler. Körler ise onun sıcaklığını duyarlar. O halde körler ve gözü görenler için güneş gizli değildir, çünkü daima bu iki vasfı üe güneş meydandadır. Celîl ve büyük olan Hakiki güneşin, göklerin ve yerlerin, açık ve gizli olan her şeyin yaratıcısıdır, bu durumda nasıl gizli ve saklı olabilir? Tanrı'nın sıfatı sayısız ve sanatı sonsuzdur. Aşağı ve yukardan, sağ ve soldan, ön ve arkadan, sıcak ve soğuktan, iyi ve kötüden her neye baksan, hepsi O'nun eserleri ve sıfatlandır. O halde nasıl gizli olabilir? Bu yüzden Taa~ı buyuruyor ki: 51 Şunu bil ki yüzünü ne tarafa çevirirsen, Tanrı oradadır. Çünkü yönlerin hepsi O'nun işi ve yapısıdır. O halde, Tanrı'dan ayrı bulunan nereye bakabilirsin?
Eğer eşyanın ve insanların müşahedelerine aykırı olarak, onlann tarafından, başka bir tarafa bakarsan, onlar baktığın tarafta artık bulunmazlar ve bu halde senin görüşünden kaybolmuş bir duramdadırlar ve sen de onlar tarafından görülmez olursun. Meselâ: Güneş batıya doğru gurub etse ve yerin altına girse, sen güneşi kaybetmiş olursun. Zira karanlık bir gecede güneşin vasfı olan ne sıcaklığı ve ne de ışığı görebilirsin. Eğer güneş, gökyüzünde ve sen yerin altında yahut derin bir kuyuda bulunsan bu halde de güneşten ayrılmış olursun. Çünkü güneş, ancak ışık ve sıcakhktan ibaretti; halbuki sen, bu derin kuyuda, onun her iki belirtisini de göremiyorsun; öyleyse güneşe nazaran kaybolmuş olursun. Fakat her şey Tanrı'nın sıfatı Ve yapısı olduğundan Tann'dan ayrılmak imkânı yoktur. Tann'nm bulunmadığı nereye gidebilirsin? Ve Tann'nın sanattan ve sıfatları olmayan nereye bakarsın? O halde Tann, bütün var olan şeylerden daha çok açık ve daha çok ortadadır. Her kim görülen şeyler hakkında bir delil isterse o, karanlık ve hüsran içinde kalır.
Beyit:
(Ey deniz kıyısında susamış olarak uyuyan kimse! Ey hazine üzerinde fakirlikten ölen kimse!)
Rubai:
(Bir şah ki ne aşağıdadır ne yukândadır, nerededir? Bîr hazine kı ne bizimledir ne bizden ayrıdır, nerededir? Orada;burada, deme de doğru soyb nerededir? Alem tamamen O'dur. Bu gerçeği gören nerede?)
Rubaî:
(Her derde daima bir deva görüyorum, kahır ve cefâda lütuf ve vefâ görüyorum. Gökkubbe altındaki bu yeryüzünde, her nereye baksam, daima seni görüyorum.)
(51) Yüzünü ne tarara çevirirsen, Tanrı oradadır. (Kur'an, Sûre: 109).

FASIL: 7-Bir gece rüyada gördüm ki Mevlânâ (Tanrı O'nun aziz olan ruhunu takdis etsin!) nın medresesinde sofa ve sahanlık dostlarla dolu idi, ve ben onlar arasından yüksek sesle söze başlayıp dedim ki: "Hayat ve canlılık, insanlara tevdi edilen bir feyizdir. Fakat bu feyiz, herkes de ayrı bir etki yapar. Tanrı'nın Elçisi Muhammed'e tesir eden nur ve feyiz, Ebu-celü'e tesir eden aynı nur ve ayın feyizdir. Bununla beraber, Muhammed'i yegâne, Ebucehl'i bigâne kılmıştır. Birinin gözlerini açtı, öbürünün gözlerini kör etti. Meselâ, bahar mevsimi de her şey üzerine aynı etkiyi yapar. Fakat bir yerde gül, bir yerde diken biter. Meyvelerin bazısı tatlı, bazısı acı olur. Mustafa, (O'na selâm olsun) insanların fena huylan bırakıp, iyi huylan almaları için onlara bir takım şeriat, emir ve nehy koydu. Bu suretle o feyiz kötülüklerin değil, iyilikleri arttırmış olacaktır. Meselâ, bahçıvan acı olan zerdaliyi kesip onun yerine tath şeftaliyi aşılar. Buna bahar mevsimi ve mart ayı tesir ederse bu şeftali büyür ve gelişir. Bir hayvan gibi olan insan da böyledir. Ve onda bilgisizlik, ota tapıcılık, uyku, yemek, tâatsizlik, mürüvyetsizlik, temyizsizlik, kıskanma, hasislik, zulmetmek, tecavüz etmek, iki renklilik ve iki yüzlülükten ibaret olan hayvanlık huyu mevcuttur. Bunun için peygamberler şöyle buyurmuştur: "Bu hayvanı ahlâkı terk ediniz ve Tanrı'nın emri ile meleklerin huyunu alınız Böyle yaparsanız cennet ehlinden ve Tanrı'nın has kullarından olursunuz Hainlik edenlere hainlikle karşılık vermeyiniz. GüvenUir insanlardan olmak için çalışınız. Uysal ve cömert olunuz. Doğruluğu, kendinize görev edininiz ve yalan -söylemeyiniz. Vaktinizi başkalarının aleyhinde bulunmakla geçinneyiniz. Kimseye iftirada bulunmayınız. Başkalannı daima kendinize tercih ediniz. Bir ölçü içinde yiyiniz. Haram yemeyiniz. Kendi helâl malınızdan Tan-n rızası ıçm veriniz. Başkalarının malına tamah etmeyiniz Hırsızlıktan kaçınınız. Yukarıda zikr edilen ve meleklerin ahlâkına zıt olan hayvani ahlakın dallarını kesiniz ve onlann yerine bu dallan aşılayınız ki kaybolmayan baharın feyzi, o dallar üzerinde etkisini yarattığı zaman bu beğenilen ve meleklere has olan dalları çoğaltasmız. Çünkü hayvanTahlâk birleş, me-lelenn ahlak. ,se bir nurdur. Ateş cehennemden, nur ise cennetten bir par-
Sn^n^E'. nŞey ^ dÖn6r kuraÜna «onunda kendi bü-
tünlerine dönerler Döneceğiniz yerin cennet olmasını isterseniz hayvani ahlakı, melekı ahlak ile değiştiriniz. Böyle yaptığmız takdirde cehennemin deg.l, cennetin bir parçası olursunuz.
Beyit:
(Sendeki varlık ve kendinden geçme duygular, hep ateştendir Tabiatının başlangıcı da daima cehennemdir.)
Beyit:
(Eğer sen şimdi cehennem tarafına meyledersen şaşılmaz Çünkü bir parçanın hareketi, daima kendi bütününün bulunduğu tarafadır.')

FASIL: 8- 52 Ulu Tanrı buyuruyor ki: "Ey Muhammedi Halkın bölük bölük ve art arda müslüman olduğunu gördüğün zaman bu, senin davetinin kemal bulduğuna bir işarettir. Tanrı'ya, savaşmadan, uğraşmadan yüz çeviriyorlar. Yapmış olduğun günahların affını dile. Çünkü bu, senin dünyadan göç etmenin zamanı geldiğine bir işarettir. Bundan sonra Hakk yoluna halkı davet etmek için Tanrı senin çalışmana ve mücahedene muhtaç değildir. Senin çaban olmadan da artık olabilir. O halde senin bu dünyada kalmana lüzum kalmamıştır.
Sofiler, bu âyete başka bir anlam verirler. Onlara göre eşya ve insanlar, bitki, hayvan ve diğer şeyler hepsi de dünyaya olgunlaşmak ve kemâle ermek için gelirler. Olgunlaştıkları, kemâle erdikleri zaman onlar için artık hayat ve beka kalmaz. O surette ki eğer bir meyve ise onu yerler, bir insan ise, ihtiyarlar ve olgun bir meyve gibi onu da toprak yer. Bütün diğer şeyler de bunun gibidir.
Şimdi gelelim bize: Biz ise şöyle anlıyoruz: Ey Muhammedi senin davetin kemale erdi. Çünkü bu hal hasıl olmadan önce savaş mücadele ve mucize ile, uzun zaman o kadar çaba harcamana rağmen, her defasında ancak birkaç kişi yüzlerini Tanrı'ya çevirdi. Yani müslümanhğı kabul etti. Şimdi davetinin kuvveti öyle bir dereceye geldi ki bütün bu sebepler olmadan insanlar bölük bölük Tanrı'nın dinine giriyorlar. Tanrı'ya şükret ve onun adını dilinden bırakma! Onların imânı, benim çalışmam ve gayretindedir, zanmnda idin. Bundan dolayı Tann'dan özür dile. Şimdi ise sende bu hususta bir gayret kalmamıştır. Görüyorsun ki senin çalıştığın zamandan daha çok Tanrı'ya dönüyorlar. Başında da sonunda da hepsini ben yaptım ve yapıyorum gibi düşüncelerinden dolayı tövbe et ve özür dile! Bu tövbeyi de gene benden bil, çünkü bütün bu güzellikler ve parlaklıklar, hidâyetler hepsi benim bağışlanındır.
Muhakkiklerden bazdan da şöyle söylüyorlar: "Bundan maksat, müca-hede ahvalidir. O, her işten önce mücahede ve riyazette bulunur. Fizikî güçlerini yıllarca Hakk yolunda sarf etmiştir ve bu kadar mücahede ve gayretten sonra ona gayb âleminden bir şey gösterilmiştir. İhtiyarladığı, zayıfladığı, bütün gücü bittiği ve kendinden ümidini kestiği zaman, çalışmadan ve mücahedede bulunmadan, zaman zaman birtakım garip şeyler ve gaybı mücahedeler ve ilâhî kerametler, makamlar, hadsiz hesabsız olarak görüyor. Bunun için Ulu Tanrı ona: "Ey benim kulum! evvelce gördüğün şeylerin senin hizmetin, cehid ve tâatin vasıtasıyla olduğunu zannetme, işte bak, bütün bu sebepler ortadan kalktı ve bizim bağışlarımız yüz binlerden daha fazla olarak, birbiri ardından geliyor. Bu düşüncenden dolayı tövbe ve istiğfar et ve bil ki hepsi bizdendir. Başka türlü görünse de, gene bizdendir." Tann doğrusunu bilir.
(52) Ey Muhammedi Tanrı'nın fethi ve yardımı sana müyesser olduğu ve insanların bölük bölük İslâm dinine girdiğim gördüğün zaman, Rabbına lıamdet! (Kur'an, Sûre: 110, Âyet: 1-3).

FASIL: 9- Hakkın velileri iki türlüdür. Bazısı kibirli, bazısı alçak gönüllü, bazısı korkunç ve heybetli, bazısı da sevimlidir. Büyüklüğü seven, heybetli ve azametli olan velînin kibrine "Kibriya" derler. Velî, nefsi "Ölmeden evvel ölünüz!" (H.). emriyle ölmüş ve yok olmuş kimsedir. O halde onun kibri, Tann'nın sıfatı olan "Kibriya" dandır. Çünkü beşeri vasıflar, o velîde artık mahvolmuştur. İnsanların kibirli olması, kötülenmiş olan nefistendir.
Meselâ, dünya padişahları için de böyle iki hal vardır. Bazan tahta otururlar, o zaman perdedarlar ve emirler karşılarında el bağlarlar; köleler, muhafızlar kıüç çekip onları beklerler. Onlar işte bu zamanda yüzlerini adalet ve siyasete çevirmişlerdir. Bu suretle âleme adalet ve fazilet ile nizam sağlarlar. Zâümlerin şerrinden, mazlumları korurlar ve dâvaları hallederler. İşte bu sırada da hiddetli ve yok edici olurlar. Herkese karşı lutıif göstermezler. Diğer bir hal de, bu halden kurtuldukları zaman hâsıl olur. Bu zamanda, teklifsiz olarak lutûfla harem ve halvette arkadaşları ve dostları ile karışırlar ve heybetlerini bir tarafa bırakırlar. Lutûf-kârca küçük ve büyük ile konuşurlar; en değersiz insanları ve birçok edepsizlikleri hoş görürler. Bunun gibi Ulu Tanrı da kulu kendi âleti yapar ve "Kibriya" sıfatı ile âleme mensup olanlara tehevvür ve heybet gösterir. Bu padişah da başka bir köleyi kendine âlet eder. Böylece âleme mensup olanlar üzerinde lütuf ve alçak gönüllülük sıfatları ile görünür. Her ne kadar bu iki tür ahlâk görünüşte başka başka ve onların3 hareketleri birbirine aykırı görünürse de, gerçekte hiç de birbirine aykırı değildir. Çünkü bu iki sıfat bir tek padişahtan meydana geliyor. Bir bakıma alçak gönüllülük, bir bakıma büyüklük olarak görünür.
Evliyanın bazısı halka iltifat etmez. Hattâ padişahlara karşı bile büyüklük gösterirler. İnsanların yüzüne gülmezler; küçük bir şeyden onları sorumlu tutarak niçin böyle yaptın, diye itiraz ederler. Bu şekilde belki emr-i mâruf yaparlar. Bazı evliya da küçük ve büyük herkesi selâmlarlar ve herkese karşı alçak gönüllülük gösterirler. Onlarla anlaşırlar kaynaşırlar ve hiç kimseye karşı koymazlar. Halkın, bunların lııtûf ve te-vazulannın bolluğundan dolayı, onlardan korkusu olmaz Yani halk üzerinde bir heybet ve korku uyandırmazlar. Lııtûf ve alçak gönüllülüklerinin çokluğundan her ikisi de Tann'nın velîsi olurlar Fakat birinin halka karşı gösterdiği, kibre "Kibriya" derler, kibir demezler Zira Tann'nın sıfatı, onun vasıtasıyla icra edilmektedir. Onda hiçbir beşerî sıfat kalmamıştır. "Ölmeden evvel ölünüz!" (H.) hükmünce, iztıran olan ölümden evvel -ki bu eceldir- Tann'nın büyüklük ve heybetinden, onun kâfir olan nefsi ölmüş ve yok olmuştur.
Beyit:
(Ey dost, eğer ebedi bir hayat istiyorsan ölmeden evvel öl! Çünkü İd-ris böyle ölümle bizden evvel cennetlik oldu.)

Bu bir ev gibi olan vücudumuzun, kalıbımızın hâkim ve emıri, nefs4 kâfir idi. Kalıp ise onun bir âleti idi. Her ne yapmak isterse vücudu onda bir âlet olarak kullanırdı. Nefs-i kâfir, ölüp yok olunca bir ev gibi olan kalıbın emir ve hâkimi Hakk oldu. Bundan sonra vücudun hareketi, nefsin emri ile değil, Tanrı'nın mazharı ve âleti ile olur.
Bu hususta Hazret-i Peygamber: Müminin kalbi Hakkın kudretinin iki Parmağı arasındadır, o kalbi istediği gibi çevirir (H.) buyurmuştur.
O halde velînin hareket etmesi ve dolaşması, Hakk'ın kımıldaması ve dönmesi ve dolaşması, demektir. Bu şuna benzetilebilir: Meselâ, bir kimse bir başkasına değnekle vursa, bu vuruşu değnekten değil vurandan bilirler.
Tanrı buyuruyor ki: 53 Eğer ben bir kulu seversem, onun vücud evini benden gayrı olan şeylerden boşaltırım ve bu evin sahibi ben olurum. Bundan sonra o, her ne görürse, benimle görür, her ne işitirse benimle işitir, her ne söylerse benimle söyler. Onun dili ben olurum. Yani onun dilinden söylenen her şeyi ben söylemiş olurum. Evvelce o aynı hayvani kalıp, bir can ve nefs-i emmâre ile yaşamıştı ve onun konuşmak, işitmek, gelmek, gitmekten ibaret olan duyguları, hayvani olan o can vasıtasiyle işlemekte idi. O hayvani ruh kalmayınca, bütün o âletler benim vasıtamla işlediler.
Beyit:
(Onlar kendilerinden fâni, dostları ile baki olmuşlardı. Bu ne garip şeydir ki hem varlar, hem yoklar!)
Kendi nefislerinin tasarruflarında bulundukları zaman yok, Hakkın tasarrufunda oldukları zaman ise vardırlar. Tıpkı kimyadan altın olmuş bir bakır gibi. Bu durumda bulunan balara hem yok, hem de var derler. Yani bakırhk sıfatından yok olmuştur, bakırhğı altına dönüşmüştür. 3u yüzden Ulu Tanrı, attığın zaman sen atmadın lâkin onu Tanrı attı 54 buyurmuştur. Yani "Ey Muhammedi attığın oku atan sen değilsin. Tanrı'dır; Bunun mânası yukarıda söylenmiş olduğu gibidir.
Vücudu Tanrı'dan gayn olan her şeyden temizlenmiş ve boşalmış olan her kuldan meydana gelen bütün işler, sevabın tâ kendisidir. Hattâ görünüşte küfür, günah, isyan bile olsalar. Zira bu artık bir âletten başka bir Şey değildir. Ondan her ne meydana gelirse gelsin, onun bunda hiçbir dah-li yoktur. Hepsi Tann'dandır. İşte bunun için onların haklarında ve amellerinde "Bu iyidir; o kötüdür; bu zulümdür; o adalettir;" diye tasarruf edilemez. Bu tasarrufu, bu hüküm ve temyizi kulların işlerinde yaparlar. Çünkü onlar kendi nefislerinin âleti olmuşlardır.
(53) Eğer ben bir kulu seversem, onun kulağı gözü, dili, eli ben olurum; o benimle görür, benimle
işitir ve benimle konuşur (H.K.) (541 Kur'an Sûre: 8, Âyet: 17. ,

Tanrı'nm işlerine itiraz edilmez. O, isterse yaşatır, isterse öldürür. Her ikisinde de âdildir. Çünkü Tanrı istediği şeyi yapar; istediği hükmü verir
Alemde, insanlardan hâsıl olan şeyi iyi veya kötü, adalet veya zulüm, diye tanımlamaları Hakkın rızasına uygun olup olmaması bakımındandır. İnsanlar bu işleri kendi iradeleri ile yaparlar. Varlık ve nefisleri meydandadır. Bu sebepten meydana gelen iş Tanrı'ya ait olamaz.
Peygamberler ve evliya, Hakkın rızasının zulüm ve şer ehlinden hâsıl olan hainlik ve eğri yola sapmak, serkeşlik etmek, gaflette bulunmak ve diğer kötü işlerle uğraşmakta olmayıp, daima hayır, adalet ve iyi şeylerle meşgul olmak ile, tâat, ibâdet ve perhizkârlıkta olduğunu haber verirler. Şu halde, iyide ve kötüde tasarruf etmeleri, Hakkın rızası olmasaydı aslında iyi ve kötü olmaz ve kimse iyiliği, kötülüğe tercih etmezdi. Akıllılar ise Hakka eriştiren kötülüğü, binlerce iyiliğe tercih ederler. Çünkü ne kadar mâsiyetler vardır ki uğurludur ve ne kadar tâatlar vardır ki uğursuzdur (H). Bundan belli olur ki aslında iyi ve kötü, istenilen şey değildir. Hakkın rızası bu işler için bir ölçü olmuştur. Bunun farkı akıllılar arasında o ümit ile meydana çıkmıştır. Meselâ bir adam ıssız bir çöle geldiğinde bulut güneşi kaplamış olsa, Kıblenin hangi tarafta olduğunu bilmez ve kimseyi de bulamaz ki ondan sorsun. Her tarafı araştırır nihayet tahmini üstün gelerek bir tarafı Kıble olarak seçer. Namaz kılar. Kıldıktan sonra Kıblenin o taraf olmadığını öğrenirse, namazı tekrarlamaz. Kıldığı namaz doğrudur. Güneşin bulutla kaplı olmadığı, Kıblenin bilindiği ve herkesin o tarafa doğru namaz kıldığı bir yerde, bir kimse başka tarafa dönüp namaz kılarsa, namazı kabul olmaz. Madem ki secdeyi Kıbleye doğru yapmak lazımadır, bütün bu ihtiyat ve tedbirlere ne lüzum var?
Eğer Kabe'nin içinde olursanız namazı ne tarafa kılarsanız kılın, doğru olur. Sağdan, soldan men'etmekten maksat, secdenin Kabe'ye doğru olması içindir. Fakat Kabe'nin içinde secde, her ne tarafa yapılırsa yapılsın doğru ve yerinde olur. Malum olan Kabe'nin dışında bulunan bir kimseye, secde için Kabe, belirli bir işarettir.
Peygamberler, insanlar Tanrının rızasına uygun bir işi yapabilsinler diye, iyi ve kötüyü, adalet ve zulmü bir ölçü kabul ettiler.
Tanrı adamı kendisinden tamamen boşalıp, Cüneyd'in: "Cübbemin içinde Tanrı'dan gayrı bir şey yoktur" dediği gibi Tanrı ile dolarsa, yaptığı her şey doğru ve Kabe'de namaz kılarken olduğu gibi olur. Buna iyi veya kötü yani yanlış veya doğru sığmaz. Tanrı yaptığı için iyi, kötü, zulüm ve adale bir olur.
Beyit:
(Tanrı adamı yani Tanrı ile kendinden geçmiş olan, her ne yaparsa doğrudur. Tanrı için yapılan işlerde yanlışlık yoktur. O halde, o ne yaparsa doğrudur.)
(55) Kur'an.Sûre: 14,.Âyet: 32.

Ulu Tanrı isterse yaşatır, isterse öldürür. Âdilleri öldürüyor, zâlimleri ihtiyarlayıncaya kadar yaşatıyor.
Kâfirlerin memleketlerinde rahatlık ve güven peyda diyor; Müslüman memleketlerinde huzursuzluk, tehlike ve kıtlık çıkarıyor. Kâfirleri müs-lümanlara üstün kılıyor; müslümanları, tâat ehlini ve salihleri de onlara esir ediyor. Haramiler ve hırsızları denizden gemi ile sağ salim geçiriyor, mut-takileri ve Tann'ya tapanları batırıyor. Zenginler, padişahlar, sahip oldukları malın ye servetin çokluğundan dolayı, bütün insanları kendi iyâlleri yapmış besliyorlar. Tann'dan binlerce niyaz ile bir erkek çocuk istiyorlar ve bunun için bir çok kadın alıyorlar, gene de istedikleri olmuyor. Halbuki hayatından bezmiş ve kendisini beslemekten âciz olan bir fakire, kız veya oğlan bir yerine on beş çocuk veriyor. Eğer Tann'nın yaptığı bu işleri insanlar yapmış olsalardı, onu yakalar ve parça parça ederlerdi. Nitekim Peygamberleri haksız yere öldürdüler 56
Bunun gibi, bütün işler Tann'dan olur. Her kim bunları, aymr ve bunlara itiraz ederse kâfir olur. Kabe'de namazı sağa sola, önce arkaya doğru kılmak nasıl bir ise ve fark yoksa Tann'nın âleti olmuş olan Tann adamlarının kibri, alçak gönüllülüğü, hasislik ve cömertliği, adalet ve zulmü, uyku ve uyanıklığı hep aynıdır ve aynı hükmü taşır. Tann'nın işlerine itiraz etme doğru olmaz. Müridin de şeyhi hakkında böyle hareket etmesi gerekir. Mürit, riyazet etmek, yemek yemek, uyumak, uyanmak gibi inkârı gerektiren her sıfatı şeyhde gördüğü zaman bütün bu çocukça ve alâlade işleri kerametler ve mucizeler derecesinde, bilirse, şeyhin kerametlerinden faydalanır, yükselir ve ilerler. Hattâ en değersiz bir işten bile müteessir olması, yani bu kötü olan işin bile, en küçük bir ayrılık olmaksızın onda aynı tesiri uyandırması lâzımdır. Böyle olmazsa ona gerçek mürid denemez. Çünkü gerçek mürid, şekeri bilmiş, tadını tatmış olanlardır. Eğer şekerin tatlılığını çeşitli şekiller ve rengârenk görünüşlerle ortaya koysalar şekeri bilen ve tanıyan kimse, bunlar arasında da bir fark görmez ve yediği zaman hepsinden aym tadı alır. Eğer: "Şu şeker, bundan daha tatlıydı." derse şekeri, hâlâ olduğu gibi bilmediğinden onda, hamlık daman bulunuyor demektir.
Tann adamı değişip, bakır gibi olan nıhu altına dönünce ve acı zehiri şeker gibi tatlılaşınca o, tamamen tâat ve müşahede olur. Yaptığı her şey müritlere örnek ve rehber olur. Müritler bu işlerden Tanrı'nın eserlerinin tadım alırlar ve nurlanırlar.
Geç ey mümin! senin nurun benim şehvet ateşimi söndürdü (H.). Bunun şerhi uzundur.
Mesel: Akıllı olana bir işaret: yeter. Eğer evde biri varsa bir söz kâfidir. Fakat iyi bil ki böyle bir şey ve mürid az bulunur, iyice dikkat ederse böyle bir mürid, şeyhin kendisidir. Bunlar ayrı iki şey değillerdir, gerçekte
(56) Kur'an,Sûre: 3, Âyet: 108.

bir tek kişidir Bu hal şuna benzetilebilir. İnsanın doğurduğu çocuk insanda başka bir şey değildir. Kuş olmadığı gibi merkeb yavrusu da olmaz. Anasının sütünü emer, büyür ve anasının babasının bulunduğu mertebeye-erişir. Tanrı adamı için de bu böyledir. Tann adamının ruhu, bu âlemde cismarü kalıba ve şehvani tabiata zayıf, garip ve bir çocuk gibi düşmüş olduğundan, tâat ve ibâdet vasıtasiyle Tann'nın merhamet sütünü içer, büyür ve böylece beslenmiş olur. "O onları sever.Onlar da O'nu severler"5 buyrulduğu gibi, kemal bulduğu zaman, Tanrı'dan başka kendisinde ne varsa hepsini yakar ve bu şekilde onda yabancılık damarından tek bir damar ve yabancılık adına hiçbir şey kalmaz. O zaman Ondan: "Ben Hakkım ve kendimi teşbih ederim, şanım ne kadar büyük oldu. Cübbemin içinde Tanrı'dan başka bir şey yoktur" sesi yükselir.
Beyit:
(Tevhid âleminde, tâlib ile matlûbun sıfatlarını ayn ayrı gören, ne tâ-lib, ne de matlûbtur.)
FASIL: 10- Bir hafız, Tanrı göklerin ve yerin nurudur 58 âyetini okudu.
Ulu Tann buyuruyor ki: Ben göğün ve yerin nuruyum. Gördüğünüz ışığı, karanlığı, hayatı, tadı ve varlığını hep benden biliniz. Hakikatte bütün bu güzellikler, benim. Sizde benim cemâlimi ve güzelliğimi vasıtasız ve temas etmeksizin görebilecek o saf göz yoktur. Kendi güzelliğimi şekiller ve perdeler vasıtası ile size gösteriyorum. Çünkü sizin niteliksiz olan mânanız nitelikli olan suretle karışmıştır. Karışık olan safı göremez Benim güzelliğim de sizin görmenize uymak için karıştı. Âlemin bütün varlığı, bir gövde gibidir. O vücudun başı, gök ve ayağı yerdir.
Onun gözden kulaktan, dilden ibaret yıldız gibi olan duygularının diri, parlak, görücü, işitici ve söyleyici olması ruh-u küllidendir. Bunlar tıpkı bir insan vücudu gibi canla diridir. Hattâ taze ve canlı görme, gözün, yüzün parıltısı ve bütün uzuvlar ve duygular hep candandır. Canı, yani bu ruh-u külliyi bunlar vasıtası ile müşahede ediyorlar. Can, bedenden ayrdırsa bu güzellik ve parlaklık kalmaz. Bundan da belli oluyor ki onlann hepsi, kahp-tan, vücuttan yüz gösteren ruhun güzelliği idi. Bunun gibi, bu evrendeki tüm varlıklar dahi göğün yıldızlar ve aydan aydınlanması, yerin insanlardan, hayvanlardan, kuşlar, cemâdât, ağaçlar ve meyvelerden süslenmiş olması gibi hep Tann'nın nurundandır ve Tann tarafından diri ve onunla kaimdirler. Bu kalıbın her uzvundaki varlık nuru candandır. Eğer can dile gelip: "Ben canım, vücudun nuruyum ve onun başı ve ayağıyım" dese, bunun anlamı ben canım ve onun tazeliği, canlılığı bendendir, demektir. Can, eğer bu kalıptan ayrıhrsa kahp, hasta ve harap olur. Bir gök aibi olan başın
(57) Kur'an.Sûre, 5, Âyet: 59
(58) Kur'an,Sûre: 24, Âyet',35.

yıldızlan, göz, kulak, ağız ve burundan ibaret olan duygularıdır. Bunlar hepsi de işe yaramaz. Bir hale gelirler. Dökülürler ve yok olurlar. Bunun gibi kol, bilek, kalça, diz, el ve ayak, damar, sinir, mafsallar ve vücudun bağlarından ibaret oİan geri kalan bütün uzuvlar da birbirinden ayrılır ve dökülürler. Zerre zerre olurlar. İşte bu âlemin, ve varlığın kıyameti de böyle kopar. Tanrı nurunu, bu âlemden keserse âlem cansız kalır. Ağaçların meyveleri, her yıl olgunlaşınca yere düşüp yok oldukları halde, ağaçlar daha uzun süre nasıl yaşarlarsa, âlemin meyvesi ve bir parçası olan insanlar da yetmiş, seksen yıl yaşadıktan sonra ölürler; buna göre bütün olan âlemin ömrü daha uzundur. Âlemin eceli gelince, ki bu kıyamet günüdür, âlemin başı olan gök parça parça olur ve dökülür,59 gökler yanlır ve parlak, ışıklı güneş, kararır, yıldızlar dökülür, dağlar yerlerinden oynar, yırtıcı hayvanlar birbirine girer, denizler ateş kesilir. Ve yine âleme ölümsüz diyen ve onun son bulmasını inkâr eden kimselerin basiretsizliğine karşı Tamı şöyle buyuruyor: Gökler yanhr, yıldızlar aşağı dökülür, denizler birleşir, mezarlar yerlerinden oynar ve alt üst olurlar60
Dağlar pamuk gibi atılır 61
Bunların hepsi, âlemin varlığının ölümü hakkında söylenmiştir. Onun cüz'i bir şahsı olan insan öldükten sonra toprağın altında, gök gibi olan kafası parça parça, yer mesabesinde olan ayakları ise darmadağınık bir hale gelir ve mahvolur.
İşte bu âlem de bir ağaca benzer ki o ağacın ölümü, onun bütün parçalarının ve meyvelerinin ölümüdür. Yani onun eceli geldiği zaman ne gök kalır, ne de yer. Ne güneş kalır, ne de ay, ne deniz kalır, ne de dağlar. Hepsi birbirinden çözülüp dağılır ve aynlır. Bu, tıpkı ölümden sonra insan vücudunda meydana gelen değişikliğe benzer. Öldükten soma, göz bir tarafa, kulak bir tarafa, burun ve ağız bir tarafa gider. Kemik, damar ve sinirler gibi geride kalan diğer âzâ da birbirinden ayrılır ve toprak olurlar. O topraktan bazan testi, bazan kâse, hazan çömlek, bazan da tuğla yaparlar. Onlara: "Ey parçalar birbirinizden ayrılıyorsunuz! Siz bir ve toplu değil miydiniz?" denilse: "Katiyyen! böyle değildik, biz aslen dağınık ve birbirimizden ayn idik; bizi ruh bir araya getirmişti ve ruh vasıtası ile bir olmuştuk; ruhsuz kalınca tekrar ilk önce olduğumuz gibi dağıldık ve birbirimizden ayrıldık" derler. Gerçekten de yer. gök ve dağlardan ibaret olan evrenin parçaları bir tek parça halinde görünürler; halbuki bunlarda aslında küçük birer atom gibi dağınık idiler. Tanrı'nın emri onları bir kılmıştır. Onlar canları olan o nurdan mahrum kaldıkları zaman hepsi ölmüş
(59) Göklerin varıldığı, güneşin karardığı yıldızların döküldüğü, dağların yürüdüğü, yırtıcı hayvanların toplandığı, denizlerin suyunun ısındığı. (Kur'an, Sûre: 84, 81 Ayet- 1-6)
(60) Kur'an,Sure: 82, Ayet: 1-2- J y ' '
(61) Kur'an,Sûre: 101,, Âyet: 4

¦n**n vücudu eibi dağıbr ve ufacık zerreler haline gelirler. Mevcut bî-^"ST^lfgirûnLler, hissedilebibrler. Fakat, sonunda hepsi yok olurlarTanrı'dan başka her şey yok olur 62 . Tanrı göklerin ve yerin nurudur 63. Bunun anlamı yukarda söylenmişti.
Onun nuru Mişkât gibidir 64.Mişkât manastırda bulunan küçük bir penceredir ve içine kandil asarlar. .'. „ ~
Çerağ billur içindedir. Billur parıl parıl yanan bir yıldız gibidir 55 kandildeparüdayan, yanan yıldızlar gibi nur saçar. Kandil Tanrı'nın velisi-dir Onun gönlü, saf bir zeytin yağı gibidir. Bu yağ Tanrı'nın nurunun bir otudur. Mum parıltı verirken eridiği ve nurunun besini olduğu gibi, o gönül de Tanrı yolunda yok olmuştur. Yağ ve nur arasında bir cinsiyet ve gizli bir birlik vardır. Çünkü, her ne kadar şekil ve aslî maddesi bakımından aynı cinsten olduklarını göstermezlerse de, gerçekte ona uygundurlar. Bir insan için de bu böyledir. Ekmek, su ve diğer bütün türlü türlü yiyecekler, şekil ve görünüş bakımından değil, yapısı bakımından onunla bir cinstendi. Yeşillikler, çiçek bahçeleri, akar sular, kuş sesleri ve çalgıcıların nağmeleri de insanla aynı cinstendir. Çünkü, insan bütün bu şeylerden faydalanacağı ölçüde kuvvetlenir ve büyür; onunla aynı cinsten olur. Faydasız şeyler insanı büyütmez. O halde ona zıt olur. Her ne kadar şekilce ona benzer ve onunla aynı cinsten görünürse de, ondan güç almadığı ve bulmadığı için onun ile aynı cinsten olmayıp tersine, onun zıddı olur. Suya yardım, sudandır. Ateşe ise ateşten. Ateşi artıran her şty ancak onun cinsinden olur. Yani, ateşi ancak onun cinsinden olan bir şey artırır Meselâ odun, her ne kadar şekil itibariyle, onun emsinden olmasa ve bu cinse aykırı görünse de, onu artırdığı ve kuvvetlendirdiği için onunla aynı cinsten olduğunu bilmek lâzımdır. Sadaka ve bağış insanlar için rahmettir. Işık ve tâat de kâfirleri öldürmekte aynı cinstendir. Zâlimleri men ve nehy etmek her ne kadar aykırı ve aynı cinsten değilse de, bu her iki iş de sevaba ve rahmete lâyıktır.
Işığın artmasiyle insanın yüzü daha aydınlık bir hal alır;işte bu bakımdan her ikisi de aynı cinstendir. Yani ışık, insanı beyaz gösterir Birçok şeyler vardır ki dıştan ve gerçekten şekil ve asıl bakımdan bir görünürler fakat gerçekte birbirlerine aykırıdırlar. Çünkü birbirlerine yararları dokunmaz ve birbirlerinin sohbetinden feyiz almazlar. O halde yukarıdan beri anlatıldığı gibi bir şeyin aslına uygun gelen, onu artıran ve kuvvetlendiren her şey, onunla aynı cinsten olur. Bunun için müminin kalbi gibi olan zeytin yağı da onun aynı cinsten ve o nurun bir ışığıdır.
Tanrı insanları karanlıktan yarattı, yani cism-i hayvaniyi bu karanlık âleminden var etti ve kadim olan kendi nurundan, bu yaratılmış olan şey-
(62) Kur'an,Sûre: 28, Âyet: 88
(63) Kur'an.Sûre: 24, Âyet: 35
(64) Kur'an.Sûre: 24, Ayet: 35
(65) Kur'an,SÛrc: 24, Âyet: 35

leri üzerine saçtı O nur, bu karanlığın içinde hapsolunmuş ve karışmıştır. İşte bu karışma yüzünden onun adı, zeytin yağı olmuştur. Fakat nur, aynı nurdur 66. Onun zeytinyağı gibi olan gönlü parlar; vuslat ışığına temas etmeden ve aslına tamamen kavuşmadan onu gören, tamamiyle asıl nuruna vâsıl olmuş zannederler. Öyle ki nebilerin çoğu, vâsıl olmadan önce böyledir; yani o zamanda "Biz vasıl olduk" derler. Çünkü onların gönüllerinin yağı o, nurdandır; belki o nurun aynıdır. İbrahim (Selâm O'nun • üzerine olsun) de göğe baktığı zaman kendi kalbini gördü. Kendi gönlünün yağını, parlak bir yıldız olarak seyretti ve gördüğü nura "İşte benim Tanrım budur" dedi. Fakat parlayan ayı görünce o zaman da yine "Benim Tanrım budur" dedi. Güneşi göğün dördüncü katında görünce: "Benim Tannm budur ve bu hepsinden büyüktür 67. Yani gördüğüm bu parlakhk diğerlerininkinden daha fazladır" dedi. Bütün o parlaklar kandilin içindeki zeytin yağmdan görünüyordu, sonunda kendi aslî nuruna ulaştı ve parça bütününe erişti.Ben varlığının gökleri ve yerleri yaradana doğru çevirdim68
Tann göklerin ve yerin nurudur 69 .Tann'nın bu sözünün özeti şudur: Ben ki Tann'yım yerin ve göğün nuruyum ve bütün varlıkların canıyım; müminin gönlünden parlar ve her şeyi aydınlatırım. Meselâ, büyük bir sarayda bir kandil veya lâmba bulunsa, bu lâmbayı sarayın içinde bir köşede bulunan pencerenin içine yahut bir lâmbalığa koymuş olsalar, bu lambanın bir dil gibi olan şulesinin parlak ışığı evin içini tamamiyle aydınlatır. O •âmbadan çıkan ışığın o küçük lâmbanın şulesinden olduğu açıktır. Görünüş olarak veya şeklen ev büyük bile olsa, mânaca büyük olan ev değil, lâmbadır. Bunun gibi Tann'nın nuru, Tanrı'nın veli olan kulunun gönlünden parlar. Yeri ve gökleri aydınlatır; onları diri, parlak ve ışıkla dolu bir halde tutar. Tanrı, velînin gönlünde bulunması hususunda şöyle buyuruyor: "Ben ki Tanrıyım, göklere ve yerlere sığmadım, ancak mümin kulumun gönlüne sığdım (H.). Bunun gibi lâmbanın ışığı da der ki: "Beni suda aramayınız, çünkü oraya sığmadım; hem su ulaştırmaya elverişli değildir. Yani onda sizi bana ulaştırma yeteneği ve gücü mevcut değildir. Beni granit gibi sert taşlarla dolu yerlerde, bir dağda aramayınız; zira dağ ve taş beni kabul etmezler. Beni içinde zeytinyağı bulunan o küçük lâmbada arayınız. Zira benim arşımın tahtı odur. Yani ben yalnız müminin kalbindeki güzel, temiz zeytinyağı (Müminin kalbindeki iman) ile karışabilirim Tann insanı zayıf olarak yarattı 70 gereğince bu lâmba yani müminin vücudu, küçük ve zayıftır. Fakat o lâmba, zeytinyağı olmadan yer ve gök benim nurum ile nasıl dolardı? O halde bütün bu nimetleri, o lâmbadan biliniz, işte bu lâmba velîdir.
(66) Şarklıda, garplı da olmayan kutsal bir zeytin ağacından yakılır, Ateş dokunmasa da onun yağı hemen hemen ışık verecek gibidir. (Kur'an, Sûre: 24, Ayet: 35)
(67) Kur'an,Sûre: 6, Âyet: 78.
(68) Kur'an,Sûrc: 6, Âyet: 79.
(69) Kur'anSûre: 24, Ayet: 35,
(70) Kur'an, Sûre: 4, Âyet: 32

Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım. (H.K.) Tanrı buyuruyor ki: Ey Muhammed! yeri ve göğü senin yüzünden yarattım; sen olmasaydın yaratmazdım. Ben daima seninle beraberim. Sen de benimlesin. Benim ata ve bağışım sana ulaşır; benim kârım seninledir. Nazarım daima senin üzerinedir." Senin için de böyledir. Çünkü onlar onu severler, o da onları sever Fakat, benim nazarım senin suretine değil, kalbinedir.
72 , Ben ki Tanrıyım; nazarım suretine değil, kalbine ve niyerinedir. Bu kalbden göklere ve yerlere hayat ve ışık vâsıl olur. Gene bu gönülle, âlemin vücudu diri ve kalıcıdır. O yerde ve gökte Tanrının halifesidir 73. Yer ve gök o veü-i vahdet ile diridir.
Meleklere: "Adem'e secde ediniz" emri gelince bütün melekler secde ettikten sonra, yer ve gök âlemin varlığının bütün cüzleri, zerreleri, şeytan, peri ve balıktan aya kadar olan diğer bütün yaratıklar niçin secde etmesinler? Bunların hepsi derece itibariyle meleklerden daha aşağıdır. Padişah ve emirleri secde ettikten sonra köleler ve askerler niçin secde etmesinler? Bunların başlarını yere koymaları, secde sayılmaz. Bu, secdenin şerhi ve tercümesidir. Yani, ben senden alttayım ve senden aşağıyım ve sen benden üstünsün ve benim üzerimdesin. Ben senin mutiinim, sen ise mürebbim ve yardımcımsın, demektir. Bu, tıpkı koruğun, üzümlüğe ibâdet etmesi gibidir. Koruğun yüzü üzüme doğrudur ve gayesi üzüm olmaktır. Sonu o'dur.O halde secde eden koruk, kendisine secde edilen üzümdür.
Cansız cisimler bitkiye secde eder ve onu ister. Bitkiler, hayvana, hayvan insana, insan jse meleğe secdeeder^ Melek (Melîk'e) Tann'ya secde eder ve Melik insanın özü ve özetidir. T
İnsanın iki hali vardır. Hamlık ve ayrıimışlık halinde meleğe secde eder. Olgunluk ve vâsıl olma halinde -Tanrı'ya vâsıl olunca- melek ona secde eder. İnsan kendisine secde edilendir. Melek, felek ve bütün varlıklar ona secde eder. O'nun övgüsünü söyler ve O'nu teşbih ederler. Esasen O'nun şanını tenzih etmiyen hiçbir şey yoktur 74
Tanrı insanın gönlünün kandilinden iki âlemde parlar ve her iki âlem ° Âdem'den halk olundu ki o. aydınlık ve münevverlik demidir Yer ve gök yüzü de Tann'nın halifesidir ".Arzdan maksat.bu âlem evidir Bu ev Tanrı'dan utanan, korkan ve alçak gönüllü insanların meskenidir Semâdan maksat, o ebedî âlemin sarayıdır. Orası melekler, temiz insanlar Tanri'y3 yakın olanlar ve ruldarın meskenidir. Binaenaleyh Tann'nın velîsi kendi zamanında her iki âlemin de padişalu ve efendisidir. Onun nurunda bütün âlem aydınlık ve ışıklıdır. Ondan besin alır, onunla doğru yolu bulur. Mukallit ve mürşidden insanların anladıkları şey, bu ateşin nurlandır. Ateş
(71) Kur'an,Sûre: 5, Âyet: 59.
(72) Tanrı sizin suretlerinize ve amellerinize bakmaz. Belki kalblerinize ve niyetlerinize bakar. (H).
(73) Kur'an, Sûre: 2, Âyet: 28
(74) Kur'anSûre: 17, Âyet: 16
(75) Kur'anSûre: 2, Âyet; 28

ehlinin parlaklığıdır. Çünki dünya ehli cehennemin odunudur ve dünya cehennem sûretindedir.
Beyit:
(Eğer cehenneme meyledersen şaşılmaz. Çünkü cüzlerin hareketi, daima kendi küllerine doğrudur. Şehvet ateşi, kendilerine galip gelen ve nefislerini, tabiatlarını kuşatan hayvan gibi insanlar cehennemin cüzleridir.)
Bu türlü hayvan gibi olan insanlara şehvet ateşi ve nefis galip gelmiştir. Bunun için onlar cehennem parçalarına dahildirler. O halde nasıl olur da bunlar şehvet ateşinin cüzlerinden mürekkep olan bu dünyaya meyletmezler?
Fer'in aslına dönmesi doğaldır. Çünkü: İyi şeyler, iyi kimseler için; kötü şeyler kötü kimseler içindir 76. Bu şeklî nur, ateş ehli indinde gerçek nur gibi görünür. Karada yaşayan kuşlar için toprak hayattır; fakat balıklar ve su kuşları için bu aynı toprak ölümdür ve büyük bir işkencedir. Hayat veren o nuru görmeyenler, hayatı yok eden bu ateşe -nâr'a- nur derler. Bu nurların asli, güneşin suretidir. Güneş de ateşin maden ocağı ve kaynağıdır. Ay ve yıldızlar güneşten faydalanırlar. Yeryüzünde bulunan her ateş, her alev ve ışık güneşin bir cüz'ü ve bir asâsıdır. Bu yönden nurlar ateşe mensupturlar, nur değildirler. Onların sadece adlan nurdur. Halbuki mânevi bir nur yakmaz; belki hayat ve can verir. Lâmbanın ışığı ve ateşin parıltısını yeşil bir yaprağa değdirirsen yaprağı derhal kurutur ve karartır. Bunun gibi insanın vücuduna ve kalbine de dokundurursan bunlan da yakar ve yaralar. Şu halde bunun, adının "nur", aslında "nâr" ateş olduğu belli olur.
Manevî nur eriştiği yere hayat, canlılık, sağhk ve rahatlık bağışlar. Ne-Şe, huzur, ferahlık, marifet bilgisi, görüş, vecd, aşk ve şevk, vuslat, emel gaye bunların hepsi yıkıcı değil, yapıcı nurlardır. O halde o nur, mânanın Parlaklığıdır. Asıl olan, bu nurların aslının aslıdır. Demiştik ki her vücutta bulunan böyle yüz binlerce nurun hepsi o nurun aksinden meydana gelmişlerdir ve o Tann'nm nurudur. Parlıyan bir yıldız gibi, o misbahm dili, velînin bir kandil gibi olan cisminden, yeri, göğü, arşı, kürsîyi nurla doldurmuş ve aydınlatmıştır. Çünkü Tanrı, göklerin ve yerin nurudur 77.
Bu mesel değil, misâldir. Akıl, bilgi ve zekâ ile bunu halletmek imkânsızdır. Bu havada sıdk ve aşk kanadiyle uçmak lâzımdır. Tadmıyan bu hali bilmez. Yazının öğrenilmeden okunamıyacağı gibi.
Beyit:
(Bir şeyi aramadan bulamazsın. Fakat dost bu kuralın dışındadır. Onu bulamayınca arayamazsın.)
(76) Kur'an,Sûre: 24, Âyet; 26 i77) Kur'an.Sûre: 24, Âyet: 35

Söylediğimiz bu kelimelerden her birinin hudutsuz bir şerhi ve sayısız tafsilâtı vardır. Onu söylemek ve yazmak için ömürler lâzımdır. Yalnız sözlerin suları, bu durumu bilen kimseler için söylenmiştir. O kimselere bin taneden bir tane söylense, ondan hepsi anlarlar. Meselâ, bir topluluk ortasında birçok kaziyeler vaki olsa, birkaç kişi buna vâkıf olsalar, bütün topluluğun bu kaziyeleri bilmesi, anlaması gerekmez. Esasen onlara uzun uzadıya anlatmaya da lüzum kalmaz; özet olarak anlatmak kâfi gelir; bazen "falan kıssa" derler. Kıssanın geri kalan kısmı etraflı olarak anlatılmaya lüzum kalmadan bu toplulukça anlaşılır. Tanrı doğrusunu bilir.
FASIL: 11-Temiz ruhlar, melekler, felekler, yer, arş ve kürsi, levhü kalem ve diğer şeyler yok olur ve fena bulurlar. Fakat müminin ölmesi, zahiren ölmek ve yok olmak ise de, buna ölüm demezler. Çünkü onun yok olan ve fena bulan güzelliği bu şekilde, bir iken bin olacaktır. Şu halde böyle bir ölüm olamaz. Ölüm onun ölmemesidir. Ölmediği takdirde biri, bin olamaz.
Bunu şuna benzetebiliriz: Meselâ, bir buğdayı veya ağaç tohumunu, bir ekin tanesini yere gömdükleri zaman, o tane yerin altında su haline gelir, başka şeylerle karışarak tamamiyle yok olur; fakat sonunda bahar nefesi bütün hububata eriştiği zaman, o yok olmuş olan şey, yüz defa daha güzel olarak, tekrar meydana çıkar. Şu halde gerçekten o tane ölmemişthv Ölüm, acı ve kötü bir tanenin veya batıcı bir dikenin öldüğü zaman onun bu çirkinliğinin bir iken bin olmasıdır. Bunlar her lâhza "Keski olmasaydım ve âleme gelmeseydim!" derler. İşte asıl ölüm budur- belki böyle bir hal ölümden daha kötüdür. Çünkü onun "çoğu", işkencede ve kötü durumda iken ölümü ister. Tıpkı bunun gibi kâfirler de kendi çirkinliklerini görerek: 78 "Ah! keski ilk önce olduğumuz gibi yine öylece toprak olsaydık ve var olmasaydık." derler. İşte böylece kâfirler ıztırablarmm şiddetinden, ölüm temennisinde bulunurlar ve Tanrı 'dan binlerce can rica ederler Fakat Tanrı bunların dileğini yerine getirmezler. Cehennem atâki onların etlerini yakar, yok eder. Tanrı onlara yeniden bir deri ve et verir fakat cehennem ateşi tekrar bunu da yakar. Onların derileri piştikçe âzâbı tad'ma-ları için derilerini yenileyeceğiz 79. Buyrulduğu gibi; ölüm 'bu halden iyi olduğu için eğer buna ölüm derlerse yanlış söylenmiş olmaz', yahut da yüz doğrudan ancak birim soylenuş olurlar. Meselâ bir kimse bir adama on dirhem bağışlamış olsa ve herkesin yanında: "Falana beş dirhem bağışladım.' dese, yalan söylemiş olmaz; çünkü vermiş olduğu bu on dirhemde beş dirhem bulunur.Şu halde yalan söylememiştir.Bu ölüm de yüz ölüme bedel olduğundan eğer bir kimse ona "Ölüm" derse yanlış söylemeyip belki yüzde birini demiş olur. Bunun için eşkiyânın ölümü, bu yönden ölüm
(78) Keşke toprak olsaydım! (Kur'an.Sûre: 78 , Âyet;40j
(79) Kur'an,Sûre: 4, Âyet: 59
MAÂRİF
oluyor. Müminlerin, salihlerin ve evliyanın ölümü, görünüşte ölüm olmakla beraber, buna "ölüm" demezler, belki "Hayat" derler 80 Tanrı için yaşı-yan ve kendilerini Tanrıya feda eden kimselerin öldüklerini zannetmeyiniz, çünkü onlar belki kendilerini yaratan Tanrı'nın huzurunda yaşarlar. Tanrı, yokluk halinde iken onlara rızık verir. Onlar bununla memnun ve mutludurlar. Sonunda bir buğday gibi olan varlıklarının arpa ve darı olmayarak, tekrar buğday olacağı gerçeğini bilirler. Bir taneleri yüz tane olacaktır. Zira: Bir başakta yüz tane 81 buyrulmuştur. Mümin, o tatlı tane gibi yahut o buğday tanesi gibi ölüm halinde iken hal dili ile şöyle der:
(Eğer ben ölürsem bana öldü demeyiniz, çünkü o ölüyü dost aldı götürdü ve o onunla yaşıyor.)
Tanrı buyuruyor ki: "Benden başka ne varsa hepsi yok olur ve kalmaz, insandan, melekten, şeytandan ve periden hiçbirisi kalmaz, yalnızca ben kalırım. Zira her şey fena bulur, ancak O bakidir 82, Her ne kadar müminler ölürler ve yok olurlarsa da buna, ölüm demeyiz. Hattâ hayatın bizzat kendisi deriz. Tıpkı yerin altındaki buğday tanesinin ölmesi ve yok olmasında olduğu gibi... Fakat, eşkiyanın ve yollarını kaybedenlerin ölümüne ölüm deriz. Çünkü ölüm ve yokluktan sonra, haşir vaktinde, onlara geri dönecek olan varlık bir ölümden daha beterdir. Bu yorum ve bu açıklamayı, o zümrenin inançları ve sözleri üzerine diyoruz ki onlar, şöyle derler: "Her Şey yok olur, ancak, O kalır 83. Elbette bu âyet doğrudur. Bunun anlamı: Müminler, temiz insanlar ve melekler hepsi de ölürler. Tann'dan başka tek bir varlık bile kalmaz. Bu takdirde onların dedikleri ve inandıklan şeyi is-bat etmiş oldum. Böyle bir ölüm, görünüşte ölüm ve yokluk görülmesine rağmen hakikatte hayatın tâ kendisidir. Her kim buğday ekmez ise onu: "Niçin bu taneleri yaşatamıyorsun? Buğdayı evinde saklayıp, toprağa ekip saçmıyorsun ki onun bir tanesi yüz, hattâ bin olsun! Böylece hem kendine hem buğdaya zarar veriyorsun" diye kınarlar.
Binaenaleyh böyle bir ölümün, aynı hayat olduğunu bilmiş olduk. Tanrı herkesten iyi bilir.
FASIL: 12 - 84 Tann göklerin ve yerin nurudur! O'nun nuru içinde çırağ bulunan bir kandillik (Mişkât) gibidir ki o çırağ, billur kandildedir;bu billur kandil, sanki parlak bir yıldızdır; doğuda ve batıda bilinmeyen mü-
(80) Tann yolunda ölenleri sakın ölü sanmayınız, onlar Tanrı'nın yanında diridirler; nzıklaruıa nail olmaktadırlar. (Kur'anSûre: 3, Ayet: 168-164)
(81) Kur'anSûre: 2,Âyet;262 (82 Kur'an, Sûre: 28, Âyet: 88
(83) Kur'an,Şûre: 28, Âyet: 88
(84) Ulu Tanrı, göklere ye yere nur verendir. O'nun nuru içinde çırağı bulunan kandilin ışığı gibidir. Çırağ billur içindedir. Billur pırıl pırd parlayan bir yıldızdır. Doğu'da Batı'da bitmeyen kutlu bir zeytin ağacından yakılır. Ateş dokunmasa da onun yağı hemen ışık verecek gibidir.Nur üzere nurdur. Ulu Tanrı, dilediğini nuruna eriştirir. Ulu Tanrı, insanlara misâller gösterir. Her şeyi hakkiyle bilen O'dur. (Kur'an, Sûre: 24, Âyet: 35).
Nazım:

barek bir zeytin ağacından yakılır. Ona ateş dokunmasa da yağı hemen ıs k verecek »İMdir O kat kat nurdur. Tanrı, nuru ile dilediğini hidayete erdirir. Ve insanlara hidâyeti sezmeleri için misaller gösterir. Tamı herşeyı
hakkı ile bilir. ,. i*,/',.'.'™ •
Hazret-i Peyg?mber buyuruyor kı: Yüce ve celıl olan Tamı, yerin ve «öğün nurudur O'nun nuru, içine mum ve kandil koymak için manastırın bir köşesinde bulunan dipsiz bir hücre gibidir. Kandil'in bulunduğu bu yerde (Mişkât) bir parlaklık olur ve o parlaklık billur kandilde, parlak bir yıldız gibidir. Ne Doğuda ve ne de Batıda bulunan zeytin ağacından yapılır. O kandilin yağı kandilin ışık vermesi gibi parlaklık verir. Onun mânası şudur: O Mişkât velînin vücududur. Zeytin yağı, onun temiz olan gönlüdür ve Tanrı'nın bu gönülle ilgisi vardır. Çünkü Tanrı: "Ben kiTannyun göklere ve yere sığmadım, ancak mümin kulumun kalbine sığdım (H. K.) buyurmuştur. O kandilin nurunun aksinden, âlemin vücudu nurla dolu, canlı, zinde ve tazedir. O nur hissedilmez, mânevidir. Benzersiz ve niteliksizdir. Bu nur nefisler ve akıllardan parlar. Nefiseler ve akıllardan hayvanâta ve hayvanâttan nâmiyâta ve nâmiyâttan cemâdât üzerine bir hayat peyda etmek için geçer. Bütün bu ışıklar, o nurun eserleri ve akisleridir. Binaenaleyh gerçek hayata Tannyla kaim ve Tanrı'nın hali fesi olan bir velî maliktir. Gökte ve yeryüzünde bakî olan bütün şeyler, onun nurunun aksi ile diridirler. Hayat, onlara ödünç olarak verilmiştir. Demirdeki sıcaklığın ve bu yüzden meydana gelen kırmızılığın geçici olması gibi... Şayet demir' ateşden ayırırsan ödünç olan bu kızıllık ateşin aksine olarak «eçer. Ateş, sıcaklık ve renge kendiliğinden sahiptir. Bu iki vasıf onda geçici olarak mevcut değildir. O, bizzat böyledir. Kutup kendi mihverinde döner. Yani onun yardımına muhtaçtırlar ve derece ile onun yardımını kabul ederler. Tıpkı göğün dördüncü katında bulunan güneş gibi. Evvelâ ışığı, göğün dördüncü katma akseder, dördüncüden üçüncüye, oradan ikinciye, ikinciden de yerin çatısı olan birinci göğe ve oradan da yeryüzüne akseder. Akılların ve ruhların güneşi olan o kutup, ilk defa en önde ve yoğun olan saf üzerinde parlar, ondan sonra, saf saf ve tabaka olan mertebeler üzerine gider. Nurlu perdeler ve karanlık tabakalar yerin ve göğün yedi tabakası gibidirler. Yalnız bu nurlu ve karanlık perdeler mânevi perdelerdir. Nurlu olanlar meleklerin, müminlerin, evliya ve kutupların zâtları gibidir Karanlık tabakaları ise; tıpkı şeytanlar ve perilere benzerler. Hepsi de kendi mânevi cevheri ölçüsünde ondan yardım görür. O halde bu kutbun zatı, göğün ve yerin nurudur. Manastırda bulunan her ışığın, oradaki kandilin nurundan olması gibi, yerin ve göğün nuru da o kutuptandır. Dar görüşlü kimseler, manastırda bulunan o nuru, manastırın kendisinden olduğunu zannederler. Gerçekten haberli olan kimseler ise o nurun, kandilden meydana geldiğini ve kandilin parıltısı, ışığı olduğunu bilirler. Canın suretini, insan vücudunda görmek mümkündür. Vücutsuz gönnek kabil değildir. Çünkü o, şekilsiz ve benzersizdir. Şu halde cisimler, ruhların hareketini göstermek için meydana gelmişlerdi. Eğer bir kimse: "Can nedir?" diye sorarsa ona

derler ki: "Ey kör, gafil! Bu sorduğun nedir? Hiç cansız bir ölü soru sorar mı, ayakta dolaşır, elle tutar, gözle görür, kulakla işitir, dille söyler mi? Can, bir divar değildir ki elini onun üzerine koyabilesin. O öyle bir mânadır ki nereye dokunsa hayat ve hareket hâsıl eder. Her şeyi görebilme, onun yapabileceği bir şeydir. Gülün ve misk'in gözü burundur. Sesin gözü kulaktır. Acı ve tatlının gözü damak ve ağızdır.
insanın yüzünü, kulakla görmek imkânsızdır. Gözle ses işitilmez. He-lileyi görmek miğdeyi mülâyimleştirmesiyle mümkün olur. Badem yağını görmek, onun kuruluğu gidermesiyle olur. Şarabın tesirini, meydana getirdiği sarhoşlukla görebiliriz, ilâçların ve macunların bazı özellikleri vardır. Bu özelliklerinden dolayı onları isterler, satın alırlar ve kıymetlerini ona göre arttırırlar; fakat bu özellikleri gözle görülemez; onlar ancak anlayış gözüyle görülebilirler. Bunun gibi Kur'an'ın mânasını ve Delâili, his gözüyle göremeyip idrâk ve anlayış gözüyle görürler. Can öyle bir şeydir ki seninle olduğu zaman yaşarsın ve bu sebeple senden yüzbin türlü hareket hâsıl olur. Yürümek, oturmak, almak, tutmak, konuşmak, görmek, işitmek, rahat ve elemden etkilenmek gibi. Can senden çıkıp gittiği zaman bunların hiçbiri meydana gelmeyip cansız bir cisim olursun; bir taş ve toprak parçası gibi düşersin. O halde ey akılsız cam gördüğün halde can nasd olur, nasd diyebiliyorsun? Sonuç olarak denilebilir ki vicdanı olan mânayı görmek, duyabilen şeyleri görebilmekten daha kuvvetli ve daha açıktır. Meselâ görmek duygusu olan gözle, bir adamı görürsün, gözlerini kapadığın zaman onu artık göremezsin. Yahut adamın sözünü işitirsin, kulaklarını tıkadığın zaman işitmemiş olursun; fakat içinde bir keder veya sevinç duyduğun zaman insanlara: "Şu anda mutluyum, neşeliyim veya kederliyim" dersin. Gözünü yumsan da açsan da o keder veya sevinç gizlenemez ve senden ayrılmaz. Şu kesin ve yakındır ki vicdani şeyler mahsusattan daha çok görünmektedir. Sonuç ve keder bazan gelir, bazan gider. Sertlik, iyi muamele, cömertlik ve hasislik, kahramanlık ve korkaklık, şehvet zevk ve aşk, bunların hepsini görünce: Şimdi bu haldeydim, diyorsun da gece ve gündüz seninle olduğu halde, acaba can nasıl bir şeydir ve nedir, diye sormağa nasıl ceraset edebiliyorsun? O anda bir kimse olsa ve sana:"Sen ne garip bir merkebsin ve ne tuhaf bir öküzsün! cevabını verirdi. Senin vücudun, canın zuhur ettiği yerdir. Senin her cüz'ünde, vücudunun tazeliğinde ve uzuvlarının kımıldamasında, yüzünün ve gözünün parlamasında hülâsa, baştan ayağa kadar her şeyde görünen şey candır. Can kalmayınca, işitme, görme, koklama, tatma ve dokunma gibi duyguların başta bulunan yüdızları, işe yaramaz bir hale gelirler ve dökülürler. Gök gibi olan başın yerini tutan ayaklar, dizler ve parmakların kuvvet ve hareketleri işe yaramaz bir hale gelir ve hareketsiz kalırlar. Sinirler, diz, topuk ve parmak eklemleri birbirinden çözülür ve dağılır. Bunun gibi, göğün çatısının temizliği, güneşin, ayın ışık ve sıcaklığı, yıldızların parlaklığı, o nur

ve o can, onlardan ayrıldığı zaman hepsi hareketsiz kalıp aşağı dökülürler 85.
Onun ayağı olan yer yarılır, dağlar aşağı düşer ve parçalanır. İşte o zamanda dünya büyük bir sarsıntı ile sarsılır 86.
İnsanın vücudu bir can ile diri olduğu gibi göğün ve yerin şahsı da bir can ile diridir. O can çıktığı zaman, her ikisinde de tazelik, parlaklık, güzellik kalmaz. Haklan halifesinin nurunun aksinden yer gök diri ve aydınlıktır.
Biz zeytin ağacından yakılır 87. Velînin canı, gönlü olan o kandilin zeytinyağı, kutup olmadan ve kemale ermeden evvel parlaktır. SevgUisine vâsi olunca ve cüz külle bağlarunca, damla denize dönünce nur üzerinde r»ur olur. Çünkü eğer o nurun, bir cüz'ü ve yakını olmasaydı o nura bağla»1»' mazdı. Cüz'lerin hareketi daima kendi küllerine doğrudur. Nur üzerine nurdan başka bir şey gelmez.
Beyit:
(Tanrı'yı gene Tanrı görür. O'ndan başkası oraya nasıl sığabilir? ÇünKü derya-yı vahdette gayr ağyardan başka bir şey değildir.)
Nazım:
Şeyh "Enel - Hakk" dedi ve gayeye vâsıl oldu. Bütün körlerin boğazlarını kesti. Ey inatçı, kutbun benliği ortadan kalkarsa geriye ne kain' Art*k sen bunu düşün. Senin eğer bir gözün varsa aç ve bak, bu "Lâ" dan sonra ne kahr?
Vuslattan önce onun canı nur idi. Ve o nurdan ışık ve parlaklık verirdi. O nur kemâle erince, kendi aslına vâsıl oldu. Işığı ve parlakl w ke-
mal bulup kutb-u asr oldu.) gI arttl V
Tanrı dilediğini nuruna eriştirir 88. Tanrı o asıldan olan seçkin ve azizlerden başka, herkesi kutb-u hidâyete vâsıl etmez, Tanrı ezeld urdan nasipleri olmayanları, şakî ve mahrumlarından yaratmıştır- ve onhnn varlığını karanlık ve sapıldıktan hâsıl etmiştir. Onlara bövİP hL ı J , ~„ runa varmağa yol yoktur. * kutbun huZl
Beyit:
(Onlar, Elest cezbesine tutulduklarından beri ayrılmamışlardır )
Saîd, anasının karnında saîd, şakî de anasının kanunda sakı ,.ı , .,«.. ratılmıştırlH.). 3 Şakı olarak ya
(85) Gök varıldığı (Kur'an.Sûre: 81, Âyet!İ2) Güneşin devrildiği, yıldızların dökülH.!---(Kur'an, SÛre: 82, Âyet: 1) uu*uldUgu zaman,
(86) Vaktaki dünya o müthiş sarsıntı ile sarsılır. (Kur'an,Sûre: 99, Âyeti)
(87) Kur'an.Sûre: 24, Âyet: 35 {88) Kur'an.Sûre: 24, Âyet.'3.r

FASIL: 13— Kalp dediğimiz şeyden kastımız, bir kan damlası veya bir et parçası değildir. Böyle bir kalbe bütün hayvanlar sahiptir. Öküz, merkep, deve gibi her hayvanın bir kalbi, akciğerleri ve bir karaciğeri vardır. Bizim kalbden anlatmak istediğimiz şey, niteliği tarif olunamayan bir nurdur. İşte bir kan damlasından ibaret olan kalb, o nurun uğrağıdır. Bu nur, sonsuzdur. Göz nuru, gözün içindeki siyahlık ve beyazlık değildir. Göz sadece görmenin meydana geldiği yerdir. İşitme de kulak şekil ve yapılışı demek değildir. Bunlar işitmenin meydana geldiği yerlerdir. Duygularımız -içinden su akan oluklar gibidir. İşitme, görme, konuşma, tadma ve dokunmadan ibaret olan bu beş duygu görünüşte başka başka olmalarına rağmen gerçekte bir can ile diri ve kaimdirler. Bu beş duygunun oluğundan akan su, candır. Meselâ, bir kimse evini bir mum veya kandille aydınlatsa ve evin duvarları üzerine her yandan camlar koysa, evin içindeki tek nurdan dışarıya nurlar saçıhr. Duvarlardaki camların çok olmasına rağmen evin içindeki nur. bir ve aynı nurdur.
Bu cansız şeylerden yapılmış olan evlerde, insamn vücut evinin camlarından ibaret olan duygulan aksine olarak her camdan aynı nur görünür. Çünkü bir ev gibi olan insan vücudu duygu vasıtalarına gelen aym nur, her birinde başka bir iş yaratır. Başka bir sanat gösterir. Göz camına gelince görme hâsd eder. Kulak camında işitme, burun camında koklama, ağız canunda tatma, el camında dokunma meydana getirir. O nur vâsd olunca her birinden birbirine benzemeyen ayrı ayrı birtakım işler hâsıl eder. Meselâ, bahar mevsimi ve sıcaklığı ceviz ağacına temas edince ceviz yetişir. Bunun gibi hurma ağacında hurma, elma ağacında da elma biter.
Bahar mevsimi, gerçekte bir şeydir;fakat her ağaçta ayn bir iş yapar ve ayrı bir etki gösterir. Tıpkı bunun gibi olan duygulara, bahar mevsimi gibi olan can eriştiği zaman her duyguda ayrı bir iş, ayrı bir özellik ve ayrı bir hareket meydana gelir. Türk, Rum, Zenci, Habeş gibi pek çok insanlara o nur eriştiği zaman her birinde başka bir iş ve başka bir etki yapar. Her birini bir iş, ve bir sanat sahibi eder. Birini zâlim, birini adaletli, birini iyi huylu, birini huysuz, birini cömert, birini hasis, birini cesur, birini korkak yapar. O halde bütün bu türlü türlü sanatlar ve yoktan varedilmiş eserler, insanlar, halk, türlü türlü tabiatlar bir tek nurdan faaliyettedirler. Hepsini aynı nurdan gören kimseler, Tann' nm büyüklüğünde birleşmiş tirler. Bütün hu bakışlardan, onların bakışları, yalnız o nura çevrilir. Onların indinde iki ve üç olmaz. Onlar: Bizim indimizde yani bizim için her şey birdir, derlerse yanhş söylemiş olmazlar. Çünkü bu nakışlar ve varlıklar onlara mat-lubları olan o tek nur ile erişir. Meselâ, sen birini görmek istesen, gerek Türk, gerek Hintli olsun, sana o istediğin şeyden bir bellilik verir ve onu sana gösterirlerse her ikisi de senin indinde bir olur. Zira her ikisi de senin için bir iş yapıyorlar ve istediğin şeye yol gösteriyorlar.

Beyit:
(Küfür ve din yani kâfir ve dindar, her ikisi de: "O, tektir ve O'nun ortağı yoktur" diyerek O'nun yolunda koşarlar.)
Bu beyit herkesin hakkında olmayıp şöyle bir kimsenin durumu için söylenmiş olur: Meselâ, bir ressam, yalnız güzel olan şeylerin resimlerini yapıp çirkin olan şeylerin resmini yapamasa; başka bir ressam da her ikisini de yapabilse, bu ikinci ressamın sanatı birinciye nazaran daha çok kemale ermiş sayılır. Güzel şekillerin onun sanatının kemalini göstermiş olması gibi, çirkin resimler de sanatının kemalini bildirmek ve göstermekte-di. Bu çeşitü resimlerden ressamı, onun kemalini ve cemalini görebilen kimse için güzel ve çirkin, iyi ve kötü bir olur. Çünkü bunların hepsi, ressamı tarif ederler ve gösterirler. Şu halde hepsi birdir.
Beyit:
(Sen güzelsen çirkine küçümseyerek bakma! Zira bu yolda sinek de, tavus kuşu gibidir.)
Tavus, Hakk'ın sanatının kemalini gösterir. Sinek de tıpkı bunun gibidir. Bu bakımdan her ikisi de aynıdır. Fakat, ressamdan habersiz olanlar ve onu aramayanlar, yalnız resmi nazarı itibare alırlar. Bunlar karşısında çirkin ve güzel nasıl bir olabilir? Acı ve tatlı nasıl aym tadı verebilir? Böyle kimselere vahdet (birlik) âleminden bahsetmek doğru olmaz. Çünkü onlar çok sayıda olduklarından sayıda kalmışlardır. "Vahid'den" gafildirler. Onlar, çirkin güzel acı tatil birdir, derlerse yalan söylememiş olurlar. İşittikleri şeyi söylerler. O söz, kalblerinden çıkmamıştır. Bu, cansız bir şekil ve nursuz bir kandil gibi olur. Hiç kimse bu sözden istifade edemez. Söz, o kimsenin sözüdür ki bunların hepsinden o "Bir" i anlar ve arar. Ne kadar türlü türlü şekiller görse yine o "tek" olan zâtı göz önüne ahr. Hepsinden mu-rad o "Zattır" o nakışlar değildir.
Şiir:
(Yüzlerce nakıştan, türlü türlü hünerler gösteren bir nakış gibi... Ona iyi Dakarsan hepsinin bir olduğunu görürsün. Deniz birdir; fakat sayı onun dal-galarındadır. Bu sayıdan geçersen dalganın da, denizin de bir olduğunu görürsün.)
Seninle beraber bulunan bir adamdan, bazan barış, bazan savaş, bazan hasislik, bazan cömertlik, bazan yıkma, bazan yapma, bazan kahramanlık, bazan korkakbk, bazan uyku, bazan uyanıklık, bazan gülme, bazan ağlama, bazan susma, bazan konuşmak gibi birbirine benzemiyen bin bir türlü iş meydana gelse, bunlarla o adamı daha iyi tanır ve daha çok seversin. O adamdan meydana gelen birçok hallerle onun birliğini tasdik ettiğin gibi, yerin ve göğün dönmesi, kış ve yaz gibi türlü türlü mevsimler, bilgin, bilgisiz ve zalim olmak üzere çeşitli insanlar, kara ve deniz, kuş ve balık daha

bunlar gibi pek çok şeylerden ibaret olan Tanrı'nın sanat ve kudretlerinden de, Tanrı'nın birliğini bilmelisin ve yalnız O'nu sevmelisin. O zatın büyüklüğünde, kudretinde, güzelliğinde ve kemalinde zaman zaman mest, âşık ve gark olmuş olmalısın. O'ndan başka hiçbir şey gözüne görünmesin!
Bunun gibi birbirinizi türlü türlü sözler, işler ve hallerle görürsünüz, tanırsınız, bilirsiniz. Birbirinize bağlanırsınız. Bundan bir rahatlık, bir huzur hissedersiniz ve dersiniz ki: "Birbirimizden pek çok haller gördük ve birbirimizi çok iyi tamdık, anlaştık; başkaları ile aşinalığımız yoktur. Onları sadece uzaktan görüyoruz."
Halbuki, Tanrı'nın işi ve gücü sayısız ve sınırsızdır. Onun sanatının eseri olmayan hiç bir şey yoktur. Yere bak, göğe bak, nereye bakarsan bak, hepsi O'nun sanatı ve malıdır. Altı yönün dışında bulunanlar da O'nundur. Hülâsa, hangi tarafa dönerseniz Tann'ya yönelmiş olursunuz! 89
Bazı işlerde yüz gösteren bir kimseyi görüyor ve tamyorsun. Her şeyde yüz gösterdiğim halde beni niçin görmüyor ve tanımıyorsun? Sen, ağacın üstündeki kuşu görüyorum, ağacı göremiyorum, saçı görüyorum, başı göremiyorum, sahradaki cadın görüyorum, sahrayı göremiyorum, diyen aptala benziyorsun. Böyle bir akla, akıl ve böyle bir mantığa mantık demek gülünç olur.
Tanrı güneşten daha açık, daha meydanda ve daha ayandır. Bir şeyi ayan olarak gördükten soma onun varlığına delil isteyen bir kimse, merkepten daha çok merkeptir. Bu adam hüsrana uğramıştır ve artık bir işe de yaramaz...
Güneşin iki vasfı vardır: Işık ve sıcaklık. Güneş bu iki vasfı ile bütün âleme ayandır. Altı yönde bulunan bütün yaratıklar, Tann'mn birer sıfatı ol-masına rağmen açana ou suauaı u v.(uuı jaıaMm» guuıuucu ikimi ruıç-ıyur:
Beyit:
(O, hem ilk, hem son, hem dış, hem içtir. Hem serde, hem sırdadır. İşte herkes bu sudan gafil ve cahildir.)
FASIL : 14- Suretler, mânadan haber verirler ve onu anlatırlar. Herkes mânayı kavrayamaz ve güzelliğini görmez. Sureti ancak suret görür; can için can lâzımdır. Suret ehlinin mâna âlemine inanması ve ondan biraz haberdar olması için mânayı surete getirmek lâzımdır. Mânevi göklerden haber vermeleri için bu gökleri sûreten yükselttiler.
Beyit:
(Can âleminde bu dünyamn göklerine hükmedecek ne kadar gökler var dır.)
(89) Kur'an,Sûre: 2, Âyet .109

Can alemindeki o göklerin yüksekliği, manevî ve niteliksiz olduğundan bu âlemdeki göklerin yüksekliği de niteliksiz, altsız, üstsüz ve mânevidir. Meselâ: "Bu adam, şu adamdan üstündür." Dediğin zaman bu üstünlükten kasıt, sûreten değil, mâna bakımından yani, izzet kadir ve kıymet itibari-ledir. Bunun gibi dinar, dirhemden yüksektir, dediğin zaman da buradaki yükseklik şeklen olmayıp değer itibariyledir. Dirhemi damın üstüne, dinarı da yere koysan, yine dinar yüksek, dirhem düşük olur. Çünkü onların yüksekliği, görünüşte değildir. Mâna âleminde ve benzersiz olan o cihanda birtakım manevî yükseklikler vardır. Fakat, suret ehlinde onu müşahede edebilme kabiliyeti yoktur. O yüksekliği bilmeleri için göğün sureti, biı misâl olarak geldi. Bunun gibi aşağılık nefsini anlamaları, bilmeleri için değer, dun himmetlilerin, kıymetsizlerin, kudretsizlerin alçaklığına misâl olmak üzere meydana geldi. Eğer, yükseklik ve alçaklık mânada olmasaydı bu iki şey, yer ve gök de olmazdı.
Öyle ki bir hali, ancak vâki olduğu zaman anlatabilirsin. Vâki olmayan bir şeyden nasıl bahsedebilirsin? Kerametler ve mucizeler cahil ve münkirlerin haberdar olmaları için ortaya çıkmıştır. Şeyh, müritte bir tasarruf yapar ve onun ölmüş olan gönlünü diriltir, kör olan gözünü, açar. Böylece onun mânevi karanlığı tamamen nur ve bakır gibi olan varlığı da altın olur. İç âlemi sonsuzlaşır. Bin türlü hikmet bahçeleri, ilim gülzarları, bilgi ve görgüyü bu iç âlemde bitirir. Huriler ve cennet köşkleri meydana getirir. Bir mürid şeyhinden böyle kerametler gördükten sonra, mürid şeyhin ken-disne: "Sen, dün bunu yedin. Yarın şöyle yapacaksın" gibi gaipten haber vermesine hiç değer verir mi? Bu gibi kerametler zayıf olanlar içindir.
Nuh tufanı, mânevi tufanlardan bir örnek idi. Hasif ve Mesih de ruhla1" âleminin hasf ve mesh'inden misâldi. Çünkü yüzbin edepsiz küstah Haklan emrine karşı koydular. İbâdette, tâatte tembellik gösterdiler Bu sebepten onların ruhlarını mesh ettüer. Fakat bu meshi herkes görmez. Görüşleri dar ve surete bakanlar için de suri meshi peyda ettiler.Iyi veya kötü olarak suret bulmuş her ne varsa hepsi bu mâna yüzündendir. Mâna ise âlem-i gaybdadır. Hattâ ehl-i surete ondanbir parçacık erişir. Ağaçlar, bahçeler, akar sular, mânevi cennetten bir parçadır. Çocuklardan ve kadınlardan ibaret güzel yüzlü varlıkların hepsi o meleklerden birer parçadır. Dünyanın zevki azdır, dedi 90.O, sonsuz âlemden ve zengin hazinelerden surete âşinâ olanlara az bir parça gönderdim. Çünkü onlaruı hepsi surete sığmazdı. Denizi testiye sığdırmak mümkün olmayacağı gibi... Hattâ yerlerin, göklerin ve dünyanın halleri, o âlemin yanında oyuncak ve gerçeğin önünde mecaz olurlar.
Dünya ancak oyun ve eğlencedir 91. Dünyaya oyun derler. Çünkü çocukların oyunlarına benzer. Meselâ küçükler sokaklarda oynarken araların-
(90) Kur'an.Sûre: 4, Âyet:79
(91) Kur'an', Sûre, 57, Âyet/19
maârif
dan birini padişah, birini vezir, birini hâcib (perdedar), birini tercüman yaparlar. Yahut ata biner gibi değneklere ve eteklerine binerler. Bu oyunları gerçekten almışlardır. Gerçeğini, ciddî olanını görmemiş olsalardı, bunları nasıl yapabilirlerdi? Şu halde her oyunun bir ciddîyi taklitten, her mecazın bir hakikatten, her katışığm bir saftan, her yalamn bir doğrudan meydana geldiği belli olur.
Bir kimsenin, kalpı nakit zannedip kabul etmesi ümidiyle, daima kalpı nakit kokusuyla yaparlar, insanların doğru zannetmeleri için yalanı doğru kokusuyla söylerler. Âlemde nakit olmasaydı muhakkak ki kalp da olmazdı; doğru söz olriıasaydı kimse yalan söylemezdi. Akıllı olan, mecaz ve oyunu gördüğü zaman bunlann ciddi ve gerçeği de olduğunu bilir. Ciddiye uyar ve onun için çalışır. Bu şekilde ayrıntdardan esasa erişir ve gölgeden sahibini arıyarak, gölgenin güzelliği ile aldanmış olmaz. Çünkü, eğer yıllarca gölgesi arkasında ok atarsan kuşu avlayamazsın. Ömür torbasında ok biter ve hiçbir şeye erişemezsin. Ağacı güneşi, ayı, yddızları suda görsen ve onları yıllarca suda araşan hiçbir zaman o ağaçtan meyve yiyemezsin, ona yaslanamazsın, vâsıl olamazsın. Çünkü suda gördüğün o şey, onların aksi ve hayâlidir. Binaenaleyh, akıllı olan bir şeyin aksinden ve hayalinden onun gerçeğini arar.
Bu âlemin varlığı, o âlemin aksi ve gölgesidir. Akıllılar bu âlemde, o âlemi aramışlar ve gölgeden, gölgeyi doğuran şeye doğru yürümüşlerdir. İşte bunlar bu yüzden ölümsüz ve sonsuz olarak kaldılar ve paha biçilmiyecek kadar değerli hazinelere kavuştular ve cennet nimetlerinden yediler. Bunlar hakkında: Onların yemekleri daimidir,92 buyrulmuştur.
O âlemin bir gölgesi olan bu âleme âşık olanlar, ömürlerini harcadıkları halde, hiçbir şeye erişemeden ve hiçbir kazançları olmadan bu âlemden göçtüler.
Şiir:
(Dünya hayalden başka bir şey değildir. Fakat o hakikatte Hakktır. Kini bu hakikati bilirse o, tarikatte eşi bulunmayan bir sâliktir. Tanrı daha iyisini bilir.
FASIL: 15 - Bedenlerdeki canlar, havuzlardaki sulara, dünya ile ilgili bulunan meşgaleler, vesveseler ve işler de suya* karışan ve sâf suyu bulandıran topraklara benzerler. İnsan bu bulanıklık yüzünden, kendi içine bakınca bir şey göremez. Kendi içinde ve canından hemen kaçar, ömrünü boş geçirmek ve bir zaman oyalanmak için gözünü ve aklını öteki insanlara çevirir. Meselâ, bir adamın evinde ne halı, ne hasır, ne ekmek, ne şarap ve ne de et olsa, üstelik çok çirkin ve ihtiyar bir karısı bulunsa, tabiatiyle o adam böyle bir eve girince, bu çirkinlik ve hoşlanmadığı şeylerden uzak-
(92) Kur'an, Sûre: 13, Âyeı:35

ı- ¦ a atmak sokaklarda, pazarlarda dolaşmak ve baş-laşmak ve kendisin, dışarılaırr» ,^ ^ mâmur ^ her
ka insanları ^retmeKKi«r. y ve taskanacağı
türlü kıymeti, halıları ve olan bir\imse, evine girince artık
kadar güzel bir içfn dışan çıktığı zaman aklı tamamen evde
dışarıda gördüklerinden daha sevimi, ve daha tatlıdır. Hatta onunla bnaz ahbaplık etmek ve konuşmak için kendisini dışarı çıkarmağa gelen pek çok, dostlarını geri çevirir ve bahaneler bulur dışarı ç.kmamak iç» minİer eder. Hizmetçilere, o adamlara: "Bey b.r yere gitti, evde yoktur demelerini tenbih eder. Evden dışarı çıkmak böyle bir kimse için azaptır. Yukarıda anlattığımız adam için de eve girmek gülünç bir şey ve azaptır. Bunun için rahat olan her şey, onun ıçm bir işkencedir. Onun için rahat olan da bunun için azap ve zahmettir. Bunun dışarıyı istememesi gibi o da içeriyi istemez Bu bakımdan Tanrı, (Tamının selâm ve salâtı onun üzerine olsun) Resule: Bildir! 93 diye emretti. Yanı Ey Muhammed! kendi iÇ evinden dışarı çık ve bizim hazretimizden bu haberi insanlara eriştir. Onlara yol göster ve bizim risâlet ve haberimizi onlara söyle.
O'na, bunu halka eriştir! diye emretmek, O'nun iç evinden dışarı çıkmasının kendisine ne kadar acı ve güç geldiğine ve bundan son derece nefret ettiğine bir delildir. Bir kimseye asla helva ye! yahut çok aç olan bin-ne. yemek ye! veya çok susuz birine, su ıç! diye hükmetmezler. Emir ve ilzam, emri yerine getirene bunda bir zahmet mevcut ve tabiatinin buna karşı olmasmdan söz konusudur. Meselâ, beş vakit namazı vaktinde kılmak, zamamnda oruç tutmak, kendi helâl malından zekât vermek, zenginin Kabe'yi ziyaret etmesi... İşte emir ve Uzam bunlarda olur. Çünkü Peygamber içinde birtakım mânevi mâmurluklar seyredilecek şeyler, çimenlikler, akar sular, huriler ve köşklere maliktir. Tanrı'mn nedimi ve arkadaşı idi-Böyle bir ebedi meclisi ve ölümsüz hayatı bırakıp boğazına kadar dünya çamuruna batmış bir avuç kör, müflis, çirkin, mahrum ve münkirle uğraşmağa ve onların elinden tutup bataklıktan çıkarmağa, bu da yetişmezmiŞ gibi, üstelik bunlarm merkeplikten, bilgisizlikten ve körlükten, böyle biricik padişaha: "Biz sana el verdik, senin sözünü dinledik ve sana bağlandık" diye O'nun minnet altında bırakmalarına nasıl tahammül edebilirdi? Böyle bir hali, sahip olduğu o güzel hale nasd değişirdi? öyle güzel bir durumun böyle bir duruma dönmesinden nasıl nefret etmez ve ondan nasıl kaçmazdı? Bu ona çok zor geldiğinden ve bunda büyük bir mücâdele gördüğünden Tanrı'dan ey Resul! "bildir" ^emri geldi. O halde, bir kimsenin kendisiyle meşgul olması, kendisinde bir hazine bulduğuna delildir. Bir kimsenin başkalariyle uğraşması da o kimsenin manen iflas etmiş olduğuna ve işsiz güçsüz kaldığına delildir.
(93) Kur'anSûre: 5,Âyet: 71
(94) Kur'an.Sûre: 5, Âyet: 71

Beyit:
(Kendine kendisinden bir arkadaş yapan kimseye, ben ve benim gibi yüz kimse köle olsun!)
Fakat, o bahtsızlar, gerçekte müflis değildirler. Sadece, kendileriyle uğraşmışlar ve Tann'yı talebetmek lâzım geldiği gibi, kendilerini talebetme-mişlerdir. Kendini bulan Tann'yı da bulur. Zira: Kendi nefsini bilen Tann'yı da bilir (H.)
Beyit:
(Her kim kendini iyi tanımışsa o, şüphesiz ki Tann'yı da tanımıştır.)
Senin ruhunun suyu sâf bir kaynaktan gelmiştir. Fakat, sen onu meşguliyetin çamurlu sulariyle, çerçöp ile, vesveslerle kirlettin ve bulandırdın. Tann'nın zikriyle uğraştığın ve O'nun sevgisini kendine kıble yaptığın ve dünya ile ilgili olan şeyleri bırakıp dünyanın meşgalelerinden ve vesvesele-riden anndığm, varlık ve benlik hissinden kurtulduğun, kendine değer vermemeyi alışkanlık edindiğin zaman, tekrar sâf ve temiz olursun.
Beyit:
(Varlığını at, erkekler gibi ol! Kadın gibi olma!)
Tann'nın varlığım idrâk ettiğin zaman, kendi varlığını unut. Muradın Tann'ya kavuşmak ise, kişisel isteklerini bırak. Kibriyâ'nin âşığı olduğun zaman kibri terket ve inleyen bir âşık ol. Kimseyi incitme; miskin, mazlum ve merhametti ol. Zulmü ve zalimliği, nefsine yenilenlere bırak. Çünkü "bizlik" ve "Benlik" kötü bir engeldir. Benlik ve bizlik, Fir'avun-•uk, Tann üe yarışma, ortaklık ve ikiliktir. Bütün dünya işleri, tasaları ve ona müteallik şeylerin hepsinin aslı ve mayası "benlik" ve "Bizlik" tendir. "Benlik" ve "Bizlik" bütün bunlann çıktığı bir kaynaktır. Ağacın dallarını kessen de kök yerinde kaldığı için yeniden başka dallar çıkar. Bu talepte ve yolda hiçbir şeye meyletmemelisin. ister ilimde ve âmede, ister mülk ve devlette, ister keramet ve makamatta olsun benlik ve bizlik talebinde bulunmaman lâzımdır. Çünkü, ey Hakk yolunun yolcusu! Yolunun üstünde aydınlık ve karanlık birtakım geçitler vardır. Bunları mertçe, yılmadan geçmek lâzımdır. Bunun vasıtası da dert, sadakat şevk ve aşktır.
Mısra:
(Bu perdeyi yakacak dert ve bu yolda yürüyecek mert lâzımdır.)
Doğum sırasında hâmile bir kadın için yüz türlü ilim ve fen bulunsa bu hünerlerin hiçbiri ona bir fayda vermez; yalnız bu esnada çektiği acı, dert onu maksadına eriştirir. İsa'nın doğumunda, dert ve ızürab Meryem'i hurma fidanına götürdü ve Ruhullah olan İsa doğdu. Senin vücudun, zamanın

Meryem'idir. Nefis, kadın, akıl erkektir ve sana doğru olan akıldan hâsıl olmuş bulunan iman ve marifet de senin İsâ'ndır. Eğer Hakk derdi seni kaplar ve birbiri arkasından sana gelir ve senin başka bir şeyle uğraşmana yer vermezse, muhakkak ki senin Meryem gibi olan nefsinden İsâ doğar. Bunu bildikten sonra, birtakım hünerler öğrenmeğe çalışma. Tanrı'ya olan bağlılığını ve ona ermek için lâzım gelen derdi artır. Daima aşka ve şevk'e dal. Dildâr ve Didâr'dan başka her şeyden sıynlırsan bütün perdeleri geçersin! /
Şiir:
(Dün gece rüyamda bir ihtiyar bana: "Aşk yolunun âfeti, benlik ve biz-liktendir" dedi. Ona, "ben ve biz nedir? Bütün güçlüklerimin çözümü sizin elinizdedir" dedim. O: "hakk'tan başka bütün şeyler bizlik ve benliktir ve bu aym hatadır" cevabım verdi.)
Böyle yapmış olduğun ve bu Mi'rac'ı geçip yolun sonuna vardığın zaman da kendinden geçmiş olarak şunları söyle:
Şiir:
(lîizlik hissi, bize geldiği zaman bizden gitti. Hoş. geldin sevgili, içeri
ir f
sır!
Benim iniltilerimi inleyişlerimi işitince ansızın uzaktan göründün. Canımızın içine girdiğin günden beri her taraf renkli güllerle doludur.)
Benlik ve bizlik hissi, insanın çalışmasiyle gitmez ve böyle bir düşman» kahretmek onun elinden, ayağından gelmez. Fakat, Tanrı buyurur ki: "Böyle bir düşmanın elinden bana ağla ve inle! Zira onu kahretmek mutlak bir iktidar sahibi olan benim elimden gelir. Benden başka kimse bir şey yapamaz Yalnız şu kaideyi koydum: Ey kulum! aciz olmana rağmen onun kahrı için çalış ve onunla barışma, daima mücadelede bulun. Ben Tanrıyım- onun kahrı için benden saygıyla ve inleyerek yardım dile. Can ve gönülden, tam bir bağlılıkla istersen kendi kuvvetunı senin ellerine veririm ve senin elini, onun kahrından kuvvetli ve cesaretli yaparım. Nihayet, sen benim kuvvetimle, bağlılık kılıcıyla bu düşmanın başını kesersin. O halde sen öldürmeyip ben öldürmüş olurum. Benim sonsuz olan keremimin büyüklüğü öyle bir yere kadardır ki, senin elinle düşmanı keserim ve bu savaşı senin yaptığını, kabul ederek seni över ve mükafatlandırırım; sana Haydar ve Pehlivan lâkabım veririm. Yaptığın bu işe karşılık hil'at, vuslat ve ebedi bir mülk ve sermedi bir padişahlık bağışlarım. Sen de: "Ey Tanrım' bütün bunları ben yapmadım. Sen yaptın. Bende senin gibi bir Tanrı ile mücadele ve mukabelede bulunan böyle bir düşmanı yenecek güç nerede?

Ben ondan daha hayırlıyım; zira beni ateşten, onu topraktan yarattın: 95 Senin gibi bir Tanrı'nın karşısında bu iddiada bulunan, şeytandır. Ben ki zayıflıkla bir saman parçasından daha hafifim. Böyle bir dağı temelinden nasıl sökebilirdim? Bir kum tanesine nasıl çevirebilirdim ve toz toprak gibi nasd yele verebilirdim?" de. Tanrı buyuruyor ki: "Benim inayetim bir saman çöpüne bağlandığı zaman, dağlar onun önünde bir zerreden daha hafif olur. Lâkin sen o acz içinde, ben Tanrı'nın, vefasını muhafaza ettiğin ve bana olan itimadınla, böyle bir düşmanla uğraştığın ve beni hâzır "yanık, galip bildiğin için senin aczine kudret, zayıflığına da kuvvet bağışlarım. Her ne kadar hakikatte hepsini ben yapmışsam da her şeyi senden biliyor ve herkesi sana minnettar kılıyorum. Bu şuna benzer: Meselâ, bir baba çocuğu ile oynarken çocuğun eline bir şey verir ve kendisi o ağır yükle çocuğun elini yukarı kaldırır. Çocuğuna da: "Aferin! sen büyük bir pehlivansın, ne kadar kuvvetlisin" der. Hakikatte onu çocuk değil, baba kaldırmıştır. Fakat, ben ki, Yaratan'ım, acaba benim merhametim, okşamam ve keremim o yaratığınkinden daha nu az olur? Kendi kullanma kuvvet bağışlanın, lıidâyet veririm; benim bağışım ve hidayetimle düşmanı kahrederler ve bunu onların yaptığını kabul ederim; minnettar olurum ve bu işleri onlara izafe ederim. Buna karşı onlara sayısız, hesapsız mükâfat ve sevap bağışlarım. Onlann övgüsünü yüz dil ile söylerim. Onlar adına yemin ederim. İnsanlara gönderdiğim her bir rahmet onlar vasıtasiyle olur. Âsilere yaptığın her azabı ve kahrı da onlar için yapanın. Onlara kulluk etmek bana kulluk etmektir. Her kim onları görürse, beni görmüş olur ve her kim onları tercih ederse, beni tercih etmiş olur. Onların dostluğu benim dosüuğum, onların düşmanlığı benim düşmardığımdır. Her kime bağışlar ve merhamet edersem, bunun sebebi onların rızası ve hoşnutluğu ve her kimi cehennem kahnna uğratırsam bunun da sebebi onları incitmiş olmalarıdır. Çünkü ben ki Tann'yım, dosttan ve düşmandan münezzehim- muhalifsiz akransız ve arkadaşsızım. Birtakım kullar yarattım ve onlara, bana ulaşmaları için yol gösterdim. Onların varlığı, benim aynam oldu. Benimle onlar arasında niteliği belli olmayan bir ilişki peyda oldu ki 4 zıtlık ve düşmanlığın girebilmesi için orada bir ayrılık, gayrdık yoktur. Her kim, onlara yabancdık, düşmanlık ederse bana etmiş olur. Her kim, Tanrı ile beraber olmak ve konuşmak isterse "doğru sofiler, sofi-i rastın" ile beraber oturur.
Tann ile beraber oturmak isteyen, tasavvuf ehli ile oturur (H.). Şiir:
(Her kim, Tanrı ile oturmak isterse, evliyanın huzurunda otunnalıdır. Eğer evliyanın huzurundan aynhrsan bütününden ayrdmış bir parça gibi helak olursun.)
(95) Kur'an.Sûre: 7, Âyeti 1

Her kim daima Tann'yla beraber bulunmak, onunla konuşmak isterse özü-sözü doğru sofiler ile oturmalıdır.
Tamı, Musa'ya: 96 "Ben ki Tann'yım, hastalandım. Ey Musa sen benim hastalığımı sormağa niçin gelmedin?" dedi. Musa: "Ben bu mânayı anlı-yamıyorum, sen nasıl hasta olursun?" dedi. Ulu Tann bu tekdiri tekrarladı ve Musa'nın da hayreti arttı. Böylece işin sonunda Tamı şöyle buyurdu: "Senin komşuların arasında kullarımdan biri hastalandı ve sen onun halini hatırını sormağa gitmedin. Onun sağlığını, benim sağlığım ve hastalığının benim hastalığım olduğunu bilmedin. Onun hatırım sormak, benimkini sormaktır. Onun gönlünü almak, benim gönlümü almaktır" bu böyle olduğu gibi Tann has ve seçkin kulları adına da yemin eder. Kuşluk vaktine ve geceye yemin ederim97.Buradaki Duhâ'dan maksat,Peygamberin parlak ruhâniyeti "Leyi" de gece gibi olan cismâniyetidir: Bu "Dühâ" onun yüzünün nurunun aksidir. Ve "Leyi" onun saçının siyahlığının aksidir. Ved-duha Velleyl'deki yeminde Peygamberin şanına büyük bir tazim mevcut olduğunu herkes bilir. Çünkü Tann bununla, O'nun saçlarının ve yüzünün aksine yemin ediyor; bununla beraber bu da bir şey değildir Tann bu kul-lanmn başına ve canına da yemin eder. Tur'a ve Kitab-ı mestura kasem ederim 98 de olduğu gibi, ayaklarını bastığı toprağa bile yemin etmiştir. Yanı Musa'nın ayak bastığı Tur Dağı hakkı için ve Musa'ya inmiş olan ve O'nun kaleminden çıkmış ve yazılmış olan o Kitap hakkı için demektir. Bunun gibi Kur'arfda incire ve zeytine kasem ederim 99 buyrulur Onları, yanına gittikleri ve meyvelerini yemiş olduklan o ağaç hakkı için yemin ederim, demektir. Onların tazim ve büyüklüğü, Hakk'm yanında öyle bir dereceye ulaşmıştır ki onların eriştikleri makamlar ve kutsal ayaklarım bastıkları yerlere yemin ediyor. Onların büyüklükleri ve Tanrı'va olan yakınlıkları, akdlann tahammül edemiyeceği bir derecededir İste söylediğimiz bu kadar da o denizden bir damla, güneşten bir zerre harmanlardan ve ambarlardan bir tane gibidir. Bütün bunlar bu kadar büyük oldukları halde, akıllar ve fehımlere layık bir surette, pek az söylendi. Zira "İnsanlara onla-jm akıllan ölçüsünde söz söyleyiniz ( (H.). Buyrulmuştur "Bu kâ^anbiîe buyuFbır akla sahip olanlara göredir. Çünkü onlar, Tann'ya yakın ve âşinâdırlar. Büyük ve geniş bir kavrayışa sahiptirler. Her akıllı kimse buna tahammül edemez; kâfir ve yolunu kaybedenlerden olur. Hattâ elini ve ayağını bu hususta kaybeder ve bundan kurtulamaz.
Şimdi gelelim ilk söze: Havuzlar gibi olan bu vücutlardaki ise o denizde aynlmış ve bu havuzlarda hapsolunmuş sulardır. Eğer saf suları ot ve tortu gibi bulandıran meşgaleler, vesveseler ve dünyaya müteallik şeyleri terk ederse, her şey, aslında döner, buyrulduğu gibi, o tortular da havuzun toprak olan dibine inerler. Böyle olduğu zaman o saf suda, feleklerin şekil-
!96) Ben hastalandım ye sen beni yoklamağa gelmedin. (H)
971 Kur'anSûre: 93, Ayet: 1-2
981 Kur'an, Sûre: 52, Âyet: 1-2
99) Kur'an, Sûre: 95, Âyet: 1

leri, meleklerin yüzleri, levh, arş ve kürsîyi hep birden kendinde görür; Tanrı'nın şaşılacak, garip eserlerinden hiçbir şey ona gizli kalmaz. Bununla da kalmayıp hem halkı, hem Hâlik'i görür.
(Hem resmi, hem ressamı görür. Hem devlet yaygısını, hem onu yayanı görür.)
Dünya işleri ve dünya ile ilgili şeyler, gönül aynasından hâsıl olan bir pas gibidir. Eğer pas az olursa, ondan birtakım eksik ve noksan şekiller görünür. Bu da hiç yoktan daha iyidir. Fakat, eğer pas çok olursa, aynanın bütün yüzü örtülmüş olduğundan, bir kimse ona baktığı zaman hiçbir şey göremez. Ne az, ne çok, ne hakikat ve ne de hayal. Üzerinde pas olması bakımında müflistir ve bir işe yaramaz. Fakat bu pası riyazet, aşk, sıdk ile cilâlandırdığı zaman onda, Tann'nın Tanrısal güzelliği ve sanatı görülür. O halde, o zaman kendini bulmuş olur. Çünkü pas, artık gönül aynasından giderilmiştir. Kendine eriştiği ve kendini bulduğu için, Tann'yı kendinde bulur ve onu asla kendinden ayn göremez. Nefsini, kendini bilen, Rabbını da bilir. (H.), sözünün anlamı da budur. Tanrı daha iyi bilir.
FASIL: 16- Bir saatlik adalet, altmış yıllık ibâdetten daha hayırlıdır.
Ulu Tanrı, sizden meydana gelen her ibâdet ve hizmetin bir yerine yüz olması için, size, emirlik ve büyüklük bağışladı. Bunun gibi başkaları da ibâdet etmezlerse yenilgiye uğramış, pişman olmuş ve ziyana, hüsrana batmış olurlar. Eğer böyle bir ibâdet sizin tarafınızdan yok olursa, sizin Pişmanlık ve hüsranınız ötekiierinkinin yüz misli olur. Meselâ, birine bir yer verseler, bu adam burasını ektiği zaman, bir yerine on alsa, başka bir adama da ayn bir yer verseler, bu da burasını ekince bire karşı yüz, hattâ bin alsa; her ikisi de ektikleri halde bu, yüz alanın faydası, on alanınkinin yüz misİi oluyor. Tabii sevinç ve memnunluğu da bu ölçüdedir. Her ikisi de ekmeseler bu, bire yüz alanın ötekine nisbete sevinci yüz defa daha Çok, üzüntü ve kederi de aynı ölçüde olacaktır; yahut da bir kimse bir dirhem veya bir dinar kaybetse bunun üzüntüsü ve kederi bir mücevher kay-bedeninkine nasıl benziyebilir? Bu mânanın benzerleri ve örnekleri pek Çoktur.
Ulu Tanrı sizlere, mertebe ululuk ve mansıp vermiştir. Zira size İter bir adâlet için yetmiş ydhk ibâdetin sevabını bağışlar. Binaenaleyh bu devleti korumak lâzımdır. Çünkü: muhlisler büyük bir tehlikeye maruzdur, denildiği gibi mansıb ve mertebelere vâsıl olanların sayısız düşmanları vardn. Buna karşılık koyun, inek, deve ve at gibi hayvanların tek şeytanı var mıdır? Onlarda bir mâna, bir cevher mevcut değil. Şeytan niçin yol kessin? Bir şeyleri yoksa nelerini ahp götürsün? İnsanların yolunu, onlan insanlık mertebesinden hayvanlık menziline indirmek için keser. Ululuk mertebesi-
Beyit:
(E).

ne yükselen ve iman cevherleri akıl, marifet, bilgi ve görgüyle mükemmel ve müşerref olmuş bulunan insanların yüzlerce şeytan, yollarını kesmek ve onları bulundukları yüksek mertebeden atmak içm pusudadır. Biz hakikaten Âdem oğullarını şereflendirdik; onları karada, denizde taşıdık . Buy-rulduğu gibi Tanrı Hazret-i Âdem'e meleklere bile bağışlamadığı âlemin hazinelerini bağışladı. Âdem'e bütün isimleri öğretti;101 denildiği gibi bütün şeylerin isimlerini ona öğretti. Tabiî bunun için de ona İblis gibi bir düşman ve rakip peyda oldu. Cennette oturan Adem, o kadar güzeller, saraylar bahçeler, çiçekler, yeşillikler, gül bahçeleri, ağaçlar ve sayısız nimetler ve Kur'an'da: Orada içimi bozulmayan su ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları, süzme bal ırmakları var102diye anlatıldığı gibi süt, bal, şarap ve sâf sudan mürekkep türlü türlü nehirler arasında yaşıyordu. O kıskanç düşman, keder ve tasadan, zaman zaman kendi kendini yiyip şöyle diyordu: "Eyvah! Ben gökyüzünde meleklerin hocası idim. Benim temaşa ettiğim, gezip dolaştığım yer Zühal yıldızı ve gökyüzü idi. Tâ illiyyüıden, onun yüzünden, bu yeryüzüne düştüm. Bundan sonra da yine onun yüzünden benim yerim cehennemin dibi oldu. "Beni ateşten yarattın; Onu çamurdan103, buyrulduğu gibi, ben saf parlak bir ateşten yaratıldım; o, kara topraktan yaratıldı. Ben bu kadar ibadet ve kulluğa rağmen, Hakkın huzurundan böyle uzak ve mahrumum; o su ve çamurdan meydana gelip hiçbir ibâdet ve tâlimde bulunmadan cennete saltanat tahtı üzerindeki dört kat yastığa yaslanmış, Tanrı'nın huzurunda makbul, Yeryüzüne bir halife gönderdim,1 04buyrulduğu üzere halifelik devletine mazhar olmuş, bu kadar nimet arasında eğlenmekte; cennet ve cennetlikler, dallar, kuşlar hepsi onu övüyorlar. Onu bu devletten malınım etmek için ben ne lüle göstereyim? diye düşündü. Cennete girip, yol kesenlik etmek için, hiçbir yol bulamadı. Tavus ve yılan cennetin kapıcısı idiler. Bunların her ikisinde de cennete girmek için bir yol bulunduğundan önce onlan yoldan çıkarıp her ikisiyle de dostluk kurmak suretiyle bir yol buldu. Onlann içine girip damarlarına saklanmak istedi. Şeytan, damarlarda kan nasıl dolaşırsa öyle dolaşır (H.), hükmünce onların içinde dolaşarak, sonunda onları yoldan çıkardı ve kendine dost etti. Beni cennete beraber götürünüz Âdem'e bir sözüm ve o'ndan soracak şeylerim var. İçeriye girmekten maksadım şer değil, hayır içindir, diye rica etti. Ona: "Her ne emredersen yapabiliriz, fakat bunu yapamayız. Seni beraber cennete sokmak bizim yetkimiz dışındadır. Bütün cennettekiler seni tanıyorlar. Hepsi bağırırlar" cevabını verdiler. İblis: "Eğer beni açıkça götürmeğe gücünüz yetmezse, içinize gireyim ve sizin suretinizden Adem ile konuşayım. Cennettekiler, Âdem ile konuşanın sizin olduğunuzu sanular" dedi. Onlar: "Bu olabilir, olur; fakat biz yapa-
(100) Kur'an, Sûre: 17, Âyet: 72.
(101) Kur'an, Sûre: 2, Âyet:29.
(102) Kur'an, Sûre: 47, Âyet: 16-17.
(103) Kur'an.Sûre: 7, Âyet: 11
(104) Kur'an.Sûre: 2, Âyet; 28

mayız; gönlümüz korkar. Allah saklasın! Bu Tann'ya karşı isyan olur" dediler. Şeytan onlara: "Eğer ben kötü niyetle gitseydim, o zaman isyan olurdu. Benim düşündüğüm ıslâh ve iyilik olduğundan bunda size ayrıca bir sevap ve bir rahmet vardır. Aynı zamanda derecenizin yükselmesine vesile olur" cevabını verdi. Böylece o kadar yalanlar uydurdu ki sonunda onları şaşırtmağı ve yoldan çıkartmağı başardı. Onların damarına sindi ve cennete girdiler, Âdem'in huzuruna gittiler ve: "Bütün bu nimetler, sana helâl olduğu halde, buğdayın men edilmesinin sebebi nedir?" dedi. Âdem' de bir vesvese uyandırmağa başladı. Şeytan bu hileyi Âdem'e, Tanrı Adem'e "Buğdayı yeme!" diye buyuranca. Âdem Tann'nın gazap ve gayretlerinden küstahlık, tehlike, edepsizlik sebebi ile, acaba bu bir emir ve haram kılma mı idi, yoksa bunun altında bir yorum mu var? diye şüpheye düştüğü bir zamanda yapabildi. İşte Âdem'in hatınna böyle bir düşünce ve küstahlık yol bulmuştu ki Tann'nın emrinde tasarruf etti, saygıyı bıraktı. Hırsız İblis, bunu fırsat bilip onu öyle bir hale koydu ki Adem buğdayı yedi ve Tann'nın emrini terk etti. Zira, hırsız, bir kimsenin evine ancak evin içinden biri ile aynı düşünce, aynı duygu ve aynı sırra sahip olabildiği zaman kolaylıkla girebilir. Bu durumda, hırsız gelince evin içindeki kapıyı açar ve ona eve girmesi için yol verir. Bunun gibi eğer Âdem'in kalbinde, Şeytanlık daman olmasaydı,şeytanın onunla ne işi vardı? O halde, bir insanın tamamen, kendi maddî varlığından kurtulup fâni oluncaya kadar, kendisinden emin olmaması gerekir.
Nazım:
(Kemale ermiş bir kimse, fena (yolluk) yolunu tuttu. Ansızın varlık denizinden geçti. Onun varlığından üzerinde tek bir kıl kalmıştı. Fakat bu kıl fakrın gözüne bir zünnar gibi göründü. Âdem'in başına öyle bir olay, ve ondan öyle bir düşüş vücûda geldi ki ondan sonra, onun peygamber ve evliya olan oğulları artık emin olamazlar ve daima kendilerini arıtmakla meşgul olurlar. Her ne kadar her türlü kerametleri kendilerinde görürlerse de, yine titrerler; çalışma ve gayreti elden bırakmazlar. Böylece neticede Adem oğulları öyle bir mertebeye ererler ki şeytan onların gölgesinden kaçar. Şeytan, Hazret-i Ömer'in gölgesinden bile kaçar (H.) buyralduğu gibi.
(Âdem'in gözü, temiz nur ile baktığı vakitte, ona bütün isimlerin canı ve sırrı açık oldu, Melekler onda Hakkın nurunu görünce, hepsi ona secde ettiler Adını zikrettiğimiz bu Âdem'in övgüsünü kıyamete kadar saysam anlatamam Bunların hepsini biliyordu; fakat kaza gelince, bir şeyden alıkon-mak yüzünden bilgisi yanıldı. "Acaba bu alıkonma tahrim için mi, yoksa te'vil için mi?" diye şüphe etti. Gönlünde te'vil, yer bulunca yaradılışı hayret içinde buğdaya doğru koştu. Bahçıvanın ayağına diken batınca hırsız bu fırsatı kazanç bildi ve eşyayı çaldı. Bahçıvan şaşkınlıktan kurtulup kendine gelince kulübesinden hırsızın eşyasını götürmüş olduğunu gördü.

Tanrımız! biz nefsimize zulmettik1 °5.Dİye ah, vah etti. Yani karanlık çök-
* ButaLâ! güneşi örten bir buluttu; aslan ve ejderha bu halde kükr emekte idiler. O böyle bir devlete, mülke ve böyle bir memlekete sahip olduğu için şeytan o'nun yolunu kesti ve onun yerinden düşürdü; bu kadar hazineden nasipsiz bıraktı ki Âdem, Tanrımız! biz nefsimize zulmettik1 .Kapısını çaldı. Bununla da kesin bir şekilde anlaşddı ki her kimin eşyası daha kıymetli ise, onun yol keseni daha çok olur. Bunun için bir kimsenin malı ve hazinesi çok olursa onun daha çok tedbirli davranması, yürüdüğü yolda yürekli ve uyanık olması gerekir. Çünkü muhlisler büyük bir tehlikeyle karşı karşıyadırlar.
Beyit:
(Senin yolunda pusular kurulmuştur, uyanık ol ki gönlünü korkutmasın! Senin için pusu kurdukları zaman, sen de erkek gibi yayını çek.)
Tanrısal olmayan her düşünce ve hâtıra şeytan askerinden ve ordusun-dandır. Şeytanlar pusudan başlarını çıkardıkları zaman, müridin Rüstem gibi, onların boyunlarım kesebümesi için mücadelede bulunması gerekir. Bu suretle mürid, yolu katetmeğe ve kendi iman cevherini sağ salim menzile eriştirmeğe gücü yeter. Şeytan, kendi askerini, o kimsenin erliğine yakışır bir durumda gönderir ve kendisi herkese karşı çıkmaz. Bu, tıpkı bu dünyadaki askerler ve pehlivanlar arasında olduğu gibidir. Küçükle küçük, büyükle büyük, pehhvanla pehlivan karşılaşırlar ve erkekçe harekete karşı da erkekçe karşılık gösterirler. Bunun gibi şeytan da az bir düşünce ile yoldan çıkanlara karşı öz kendisi gitmez. Ancak onunla bir Rüstem gibi çarpışan peygamberler ve evliya üzerine bütün şeytanlığı ile gider. Her korkağı kovmak için bir Rüstem göndermezler. Bite .pireye gürz ve kılıç çekmezler.Çünkü bunlar bir kadın tunağiyle bile yok edilirler. Gürz ve kılıca ne lüzum var? Geri kalam akıllılar buna kıyas etsinler. Tanrı daha iyisini bilir.
FASIL: 17- Amel ve tâat, asıl ve zâtı bulunduğu halden başka bir hale sokamaz; yani değiştiremez. Yalnız, bunlar insanda var olan şeyi meydana çıkarır ve olgunlaştırırlar. Eğer amel olmazsa, o cevher, onun içinde zayi olur ve husule gelmez. Öyle ki şeftali ve nar ağaçları iyi baktığın zaman yani bunlarla meşgul olursan, büyür ve gelişirler. Meselâ, şeftali ağacının dibini kazma ile havalandırmaz ve su vermezsen büyümez. Binaenaleyh şeftali, bu amelle büyür ve yetişir. Fakat, amelle şeftalinin nar olması imkânsızdır. Bunun gibi buğdayı ektikleri zaman ona su vermek, bakmak, bittikten sonra biçmek ve onu harmanda döğenlemek, rüzgârla samanını ayırmak hep birer ameldir ve bunlar buğdayı kemale erdirir. Fakat bütün bu işlerle buğday, hiçbir zaman pirinç olmaz. Yine arpa da amelle buğday
Iİ05) «.uran Sûre: 7, Âyet: 22 ?106) Kur'an, Sûre: 7. Âyet: 22

olmaz. Veya siyah bir anneden doğan bir çocuk süt vermek ve beslemek, beşikte uyutmak, tehlikelerden korumak gibi amellerle buluğa ve kemale erdiği halde beyaz olamaz ve beyaz çocuk da siyah olamaz. Bu istidat, Çakmaktan çıkan bir kıvılcıma benzer ve bu kıvılcım Tanrı'nın insana verdiği bir insandır. İnsan onu, pamuk ve üflemek vasıtasiyle beslerse ve büyütürse, o ateş noktası, kemal bulur. Aym şekilde anadan doğan bir çocuk da Tanrı'nın bir ihsanıdır. Anne onu besler, ona süt verir, sıcaktan, soğuk-; tan korur. Bunları yapmadığında Tanrı vergisi olan bu çocuk zayi olur. In-| sanın sonunda: Tanrı bana böyle bir cevher verdiği halde, ben onu besle-: rnedim ve ziyan ettim. Ben kendi marifetlerini bilme, kendinden başkalarına yabancı kalma, küfür, inkâr ve iman gülünü beslemedim, büyütüp yetiştirmedim? Tersine yabancılık, küfür ve inkâr dikenini besledim, kemale eriştirdim. Nihayet bu işler yüzünden cehennem ateşine düştüm, diyerek | tasa çekmesi ve pişman olması işte bu yüzdendir. Öyleyse amel gereklidir ! ve amelsiz, hiç kimseye bir şey vermezler. Yalnız amel, aslı ve özü değiştiremez. Altın ve gümüşü bir potaya koyup topraktan ayırmak bir ameldir-fakat bu amel ile altın gümüş, gümüş de altın olamaz.
Ruhlar aslında yüksek, orta ve aşağı olmak üzere dereceli idiler. Çünkü, Hadiste: İnsanlar altın ve gümüş madenleri gibi bir madendir .(H.) buyruldu-! &u gibi, Tanrı ruhların mertebelerini ve onlar arasındaki farkları altın, gü-I muş ve diğer madenlere benzetti. Çünkü o farklar hoş ve incedir. Tasavvur ve his edilmezler. O mânevi farkı, bu surî farktan anlamaları için, ona şeklen bir örnek gösterdi. O belirli madenden, bu vücuda gönderdikleri bir ruh, tâat ve âmelle kemal bulur ve âmel olmazsa zayi olur ve eksilir. Gene ; bu anlamda buyuruyor ki: Ruhlar, ordu halinde birtakım askerlerdir. On-I 1ar arasında birbirleriyle tanışmayan ve anlaşmayanlar da birbirleriyle mü-i câdelede bulunurlar.(H.). Bu dünyada iki şahıs arasında meydana gelen her, dostluğun ve yakınlığın sebebi, o iki ruhun aynı mahalleden, aynı şehir, ! den ve aym madenden olmasındadır. O ruhlar, öbür âlemde beraber idiler; ! belki aslında bir tek şeydiler. Buraya gelince de birbirlerini buldular ve tekrar tek bir varhk oldular.
Mısra:
(Her cins, dâima kendi cinsine meyleder.)
Aym madenden olmayanlar ise asla birbirleriyle kaynaşamazlar. Bu hususta Hadîs'te şöyle buyrulmuştur: Birbirlerini tanıyanlar birleşirler; birbirlerini inkâr edenler anlaşamazlar (H.) Tanrı daha iyisini bilir.
FASIL: 18- Sultan Mesud'a dedim ki Hakk velîlerine yöneldin ve Mev-lânâ'nın (Tanrı O'nun aziz olan sırrını takdis etsin) temiz türbelerini onardın. Bu yerinde bir iş olmuştur. Fakat çabalamaktan da vazgeçme. Asker toplamakta ve Moğollara hizmet etmekte ve onlara karşı olan hürmeti yerine getirmekte, mal feda etmekte, hülâsa elinde olan selâmet sebeplerini

ve gücünün yettiği kadarını yerine getirmektesin. Bundan sonra Ulu Tanrı sana yardım eder. Çünkü, eğer Tanrı istemezse o sebepler yardımcı ve fay-dalı olamaz. Hattâ senin yok olmana sebep olur. Nitekim Peygamber: Onları bağla ve sonra tevekkül et! buyurmuştur.
Beyit:
(Peygamber yüksek sesle: Devenin dizini tevekküle bağla dedi.)
Bir Arap, Tanrı'ya tevekkül edip ve kendi tevekkülüne de güvenerek devesini otlamak uzre çole bırakmıştı. Deve kayboldu Aran-'Tanrı'ya tevekkül ettim ve güven gösterdim devem kayboldu"'diye bağırarakpeygamber Muştaladın (Tanrı nm selamı O'na olsun) yanma %3£r%g£ her ona şu cevabı verdi: Evvela devenin dizini bağla vesonra tevekkül et."
Bunun sim şudur: Dünya bu perdedir ve dünyanın halleri bu perde ara-cdıgı ı e gızlıdmTann sevap, hıl'at ye cenneti gayba imanı olan her türlü ibadeti yapan, Tanrı'ya ve onun ışlenne görmenVn i , \ ,ar\r
Zira Tanrı perdesiz olarak göründüğü zaman E! • "TT kuIT V , İ yoktur. Ve onun tövbesi de makbul ohnTz^^*^n^Ûg siz olarak görünür. O gün gizli sırlar aydmlan,^^ SUnunde T*"« **** ağlama ve inlemenin faydası olmaz. Tanrı dünvada",Zamanda tövbe etine d! yapıyor ve kullarına da yine perde -lüS^^ blr Pe;de yor. Eğer perdesiz yaparsa kıyamet kopar. Kıvampt a- Ve vardlm Sosie sından sonra kopacaktır. Bu dünyada kıyaınet nn,h'lHUnyxrn,n fe"â b? â sebepler perdesi altında, kullarının çözleri seçenle*, o ^k'm ^lar^ gafil olsunlar, diye yardım eder. Meselâ biri Taım»^ " VC Tann minareden aşağıya atsa parça parça, zerre zerre olu ^ gUVenerek ke"dn,Iî veya kıüçla karnını veya boğazını kesse derhal ölür^e^^"1*-15 o kimse Tanrı'nın yardımını ve adıyla söylediğimiz bu (jPl,ı • £e£ir
olmazsa Tanrı'yı perdesiz olarak görmüş demektir 1 ave heu£ açık olarak göstermek Tanrı'nın âdeti değildir Ozanın» bu â,e. nırIar108kSözü pek doğru olmaz. Uyanık, tedbirli bir kTl ?nlar gayba den Tanrı'yı görür ve kendi selâmetini sebeplerden deSi? TPler Perdf zira gördüler, bazı insanlar da özbeöz denediler ki sebeni !a"n'dan bti\' tur. Eğer sağlık, selâmet ve dileklerin yerine gelmesi sebeni" ?yd3S1 ^ asla değişmez ve isteklerin olması sebeplerden hiçbir vakit , «
nun için o mümin ve akıllı kula Tanrı istemedikçe ve seben], llmazdl-!' yardım etmedikçe, hiçbir maksaden hasıl ve müyesser olnîa™'*lk kak görünür. Müminler, sebepleri bahane ve bir örtü olarak bun8' m Hu luk ve mutsuzluğu Tann'dan görürler. Peygamberlerin kâfirlerri-'ı, \ lan da işte bu yüzdendir. craen kaçına-
(107) Kur'an, Sûre: 86, Âyet: 9 f108) Kur'an, Sûre: 2, Âyet: 2
64
MAÂRİF
Bilindiği gibi, Muhammed ve Ebubekir kâfirlerden kaçıp bir mağaraya saklanmışlardı. Tanrı örümcekleri o hale getirdi ki örümcekler mağaranın kapısına ağlar ördüler. Kâfirler, onları almak için mağaranın kapısına gelince örümcek ağlarını gördüler ve "Eğer buraya girmiş olsalardı kapıda bu ağlar bulunmazdı. Onlar içeri girerken bozulurdu. Belki örümcekler mağaranın kapısına bu bağları öreli bir çok yıllar olmuştur, burada kimin ne işi var?" dediler ve geri döndüler. Tann'nın onlara: "Kâfirden kaçmayınız" emrini vermeğe, aynı zamanda onlara zarar gelmemesi için kılıca da em retmeğe gücü yeterdi. Tann kılıca emrettiği için İsmail'in babası elmas gibi olan kılıcı İsmail'in boğazına kuvvetle sürdüğü halde kılıç işlemez ve kesmez oldu. Ulu Tann bu kudreti açıkça gösterseydi ve sebepler perdelerini açsaydı, karşı koymağa kimin cesareti olurdu? Kâfir ve münkir, âlemde olmasaydı, cennet ve cehennem ne işe yarardı? Belki olmazdı bile. Cennet iman ve itaat edenler içindir. Çünkü bunlar gayb perdesinde itaat eder ve Tanrı'dan korkarlar, bütün sebepleri O'ndan bilirler. O'ndan başka bu her şeyi yapan ve hükmünü yürüteni bilmezler. Sebeplerin yüzü örtülü olmasından dolayı, bu cihanda yollarını kaybetmezler ve Tann'ya olan inançlann-dan vazgeçmezler. Tanrı bu inançları ve doğrulukları karşılığında ve şimdiki lezzetleri, güzellikleri gelecekteki lezzetler için terkettiklerinden dolayı, cenneti onlar için meydana getirdi ve karşı koyanlar, inkâr edenler, sebepleri kendi Tanrıları bilen, ona koşan ve sığınan, dünya lezzetlerini tercih edenler için de cehennemi yarattı. Kur'an'da bu hususta: O gün birtakım cennette, birtakım da cehennemde olacaktır109 buyurulmuştur. Belki cennet ve cehennem bu iki gmp için var olmuştur. Meselâ, dünya padişahı ,bir emirden veya bir köleden kulluk, bağlılık görse, o bağlılık ve kulluk, emîrin hilâti, ihsanı ve iktaı olur. Onun kulluk ve bağlılık tohumu, padişahın gönlüne eklince, hil'ât ve ikta şeklinde ortaya çıkar.HU'ât ve ikta o bağlılık ve kulluk tohumuna benzememekle beraber ondan çıkmıştır. Şehvet lezzetinin meni olduğunu görüyorsun, hiç lezzet meniye benzer mi? Bunun gibi kayısı ve şeftali tanesini yere ektikleri zaman, bir süre sonra meydana gelen ağacın dalları ve yaprakları, o taneye benzerler mi? Bu dünyada, yüzbin tane, sana bir tanenin kendinden çıkan ağaca benzemediğini, hattâ görünüşte birbirleriyle hiçbir ilgileri olmadığını, gösterir. Bu böyle olduğu halde tâat, salât, savm, hac ve zekât tanelerinden bitkilerle köşklerle hurilerle, akar sularla su, şarap, bal ve sütten dört ırmak ve bundan başka bir çok şeylerle dolu bir cennet biterse buna niçin şaşılsın? O halde cennet, âmellerin taneleri ve ağaçlarına benzememekle beraber, insanın iyi işlerinden hâsd olur. Bunun gibi cehennem de insanın kötü işlerinden çıkar. Meselâ, bir kimse açıkça hırsızlık yapsa bu hırsızlık tohumu, neticede dar ağacı olur. Yahut padişaha karşı koysa, bu hainlik tanesi ölüm, çarmıh, işkence ve sayısız eziyetler olur. Hiç bu hırsızlık tanesi dar ağacına ve asılmağa benziyor mu? Ve karşı koyma, hainlik öldürMmeğe.
(109) Kur'an.Sûre: 42, Âyet: 5
65
MAÂRİF
çarmıha germeğe ve dara çekilmeğe benzer mi? O halde senin binamazhk ve inançsızlık tanen de cehennem, kaynayan ve coşan katranlar, akrepler ve yılanlar olursa neden şaşılsın? Nitekim Tanrı, bu dünya perdesini, sâdığın yalancıdan ve anlaşanın anlaşmayandan ayrılması ve seçilmesi için asmıştır. Bu şekilde bir taneden ne türlü bir ağaç biter ve böyle bir taneden nasıl bir ağaç yetişir, herkese belli olur.
Tanrı'nın makbul kullarının şerefi ve büyüklüğü belli olur, reddedilenlerin de kötü huyları ve merkepliği meydana çıkar. Bütün bu hikmetler sevgili gizli olduğu bir zaman sonuç verir ve meydana gelir. Evliya ve müminler bu sebeplerin örtüsünde ve bu daima değişen dünyada Tanrı'yı görürler. Çünkü Hadiste: "Her neye baktıysam onda Tanrıyı gördüm (H.), buyrul-muştur. Eğer perdesiz görmüş olsaydı niçin "her şeyde" derdi. Binaenaleyh "birşey" kelimesini zikretmesi, Tanrı'yı perdede görüyorum, demek içindir. Bu sebeplerin perdesi altında ve değişmekte olan cihanda Tanrı'yı görüyorum ve Tann'dan başkasını faal görmüyorum ve bilmiyorum ve bilemiyorum, bu perdede hep O'nu görüyorum ve öyle bir yere eriştim ki perde kalksa bile Tanrı'ya olan yakınim artmayacak, demektir. Hazret-i Ali: "Bu perde kalksa bile Tanrı'yı bundan daha fazla göremem" (Ke.K.) demiştir.
Tann adamları, bu dünyada Tanrı'yı kaybetmediler ve hepsini Tann'dan gördüler ve Tann'dan başka kimseyi faal bilmediler. Onlann bilgisi tanıması ve görmesi o dereceye vâsıl oldu ki: "Eğer sebeplerin yüz örtüsü ve cihanın perdesi önümüzden kalkarsa ve kıyamet yüz gösterirse bizim yakınımız daha fazla olmaz. Perdede onu öyle tanıdık ve bildik ki perdesiz olarak tanımamız, perdeli olarak tanımamızla bir olur. Hiçbir fazlalık olmayacaktır" dediler.
Nazun:
(Bu gizli sırdan bizim güzelliğimizi gör! Eğer gözün varsa açığa koyduk, yok eğer gözün yoksa körün önüne inci koyduğumuzu farzet!)
FASIL: 19— Tann için tevazu gösteren kimseyi, Tanrı yükseltir (H.) Bu bir övünmedir. Çünkü, Tanrı için başkalanna karşı tevazu gösterme, gerçekte Tanrı'ya karşı göstermedir ve bu da övünülecek bir haldir. Bir kimse ne kadar çok tevazu gösterirse, o ölçüde büyür. Tevazu, o kimsenin bilgilerinin bir aynasıdır. Onun inancı, sevgisi ve bilgisinin derecesi tevazuu nisbe-tinde bilinebilir. Bu tevazu ile kendi büyüklüğünü gösterir; yani bu: Benim her şeyi gören parlak gözlerim, temiz bir muhayyilem, her şeyi bilen bir aklım var. Ben cevheri tanıyanım; onu sağlam ve doğru tartan bir terazim var. Ben her şeyi ayırt edebilirim; zira mümin mümeyyiz bir kiyaset sahibidir (H.), demektir.
Nazım:
(Güneşi öven, kendini övendir. Çünkü bu: "Benim iki gözüm var ve göz-
66
MAÂRİF
terimde hastalık yok" demektir. Güneşi kötülemek kendini kötülemektir. Bu da, "benim iki gözüm kör" demektir.)
Tanrı için tevazu göstereni, Tann yükseltir (H.). Yani, tevazu dünya için olmayıp Tanrı için olursa Tanrı, o kimseyi yüceltir ve işini de yükseltir. Ama, eğer dünya evine karşı ve dünya için tevazu gösterirse bu yükseklikten yoksun kalır. Hattâ isyan etmiş bile olur. Çünkü Peygamber Hazretleri "Dünya sevgisi bütün günahların başıdır" (H.), buyurmuştur. Tann'dan başkasına secde etmek yakışmaz; edenler kâfir ve Tann'ya ortak koşmuş olurlar. O halde Tann'dan başka her şeye ululuk, büyüklenme ve benlik istenilendir ve Tann için büyüklenme ve iltifat etmeme lâzım değildir. Eğer Tanrı hakkı için tevazu gösterirsen makbul, kıymetli ve kuvvetli olur--sun. Çünkü Firavun, Musa'ya tevazu göstermiş olsaydı, Tanrı indindeki derecesi evüya ve peygamberlerle bir olacaktı. Sahip olduğu böyle bir büyüklüğü ve varlığı Tanrı için feda etmiş olsaydı tanrısal hil'at ve menzil bulurdu. Tevazu, büyükler tarafından gösterilirse etkili olur. Eğer bir hamal, bir kimseye karşı tevazu gösterirse, o kimse hamalın bu hareketinden padişah ve emîrin tevazu gösterdiği zaman olduğu kadar memnun olmaz.
Rivayet ederler ki: Sakallı bir ihtiyar, bir dervişe hamamda son derece tevazu gösterip başını yıkadı, arkasını keseledi ve ayaklarını öptü ve kendi ak sakalını, dervişin eline ayağına sürdü ve bu türlü tevazuu son dereceye vardırdı. İhtiyar hamamdan çıkıp giyinirken o ihtiyarın tevazuu gönlüne büyük bir yük olmuştu ve şöyle düşünüyordu: "Ah! ne yapayım ve ne hayırla onu mükâfatlandırayım? Cübbemi ve sarığımı ona versem yine de hizmetinin karşılığı olamaz. Hattâ malımı bile versem yine olmaz." Bunun üzerine Tann'nın makbul ve aziz kullarına bağışladığı lül'atlerden buna da bir hil'at verilmesini Tann'dan diledi. Çünkü 110Tann'mn has kulları vardır. U1Xanrı onları bu âlemeJLjmılar&m halka, saadet ve rahmet erişsin diye Jö^enruşti. Ö has kullârjıalka, tann'nın rıza ve kabul gözüyle baktıkları zaman, onlara mutluluk esvabı giydirirler.
Bu derviş de ona bir hil'at geleceğine kani idi. Sen bu adamın bir aziz, olduğunu sanma? Bu bir dellâktan başka bir şey değildi. Bu dellâk, başka bir adamı hamamdan dışarıya çıkardı ve elindeki su ile dolu tası adamın ayağına döküp kendi sakalını onun da ayağına sürdü. Daha başkalarının da başım yıkamıştı ve dışarı gitmek için giyinenlerin her birinin ayağını ayrı ayıı öperek son derece tevazu gösterdi. Derviş bunu görünce: "Meğer bu adamın sakalı hamam lifiymiş, benim bundan haberim yoktu. Tann'ya hamdolsun ki bundan haberim oldu ve gönlümdeki ağır yükten sıkıntıdan kurtuldum ve hafifledim" dedi. Nitekim bütün tevazu ve hizmetleri şöyle bil: "Eğer herkesle aynı olursa bu bakımdan, "hamam lifi" derler. Bu mezellet, tevazu, yokluk ve nefsi yok etmek gibi şeyleri Tanrı ehli için yapmalıdır ki bir değeri olsun ve kabul edilsin. Onların önünde izzeti nefsini
(110) Tanrının bazı has kulları vardu•; bu kullar, Tanrı'nın diğer kullarına baktıkları zaman onlara saadet libası giydirirler. (II).
(111) Biz, seni âlemlere rahmet olmak üzere gönderdik. (Kur'an, Sûre: 21, Ayet: 107)
67
MAÂRİF
kırarsan, seni kırılmamış yaparlar ve bakır gibi olan vücudunu kimya »ibı olan bakışlariyle altına çevirirler. O halde gerçekte böyle bir yoklukta, varlık bulmuş ve böyle bir kırıklıkta sağlamlaşmış, bütünlenmiş olursun.
Beyit:
(Ey dost! Eğer ebedî bir hayat istersen ölmeden evvel öl. Çünkü İdris böyle bir ölümle bizden evvel cennetlik oldu.)
Tann'nın aşkından öldüğün zaman, aşk yüzünden yaşarsın ve bundan sonra diriliğin ve hareketin aşktandır. Çünkü aşk ölmez, kadîm ve ezelidir..
O, onları sever. Onlar da O'nu severler112.Sevgi, Tann'nın sıfatıdır. Eğer insanlarda bir sevgi varsa bu, Tann'nın sevgisinin aksinden başka bir şey değildir. Tann tarafından onların içinden parlamıştır. Evlerdeki ve saray-lardaki ışığın, güneşin parıltısından olması şüphesizdir. Tanrı, bu âyetle kendi sevgisinin eksikliğini zikretti. Yani: "Önce ben sizi severim ve benim sevgimden de siz beni seversiniz. Benim sevgim, sizin gözünüzden parlayan bir güneş gibidir. O halde her ikisi de ben olduktan sonra siz bir âletten başka bir şey değilsiniz. Fâal benim."
Bu nedenle tevazu ve kulluğu, Tann adamına karşı göstermek lâzımdır. Çünkü Kur'an'da: Bütün kuvvet ve izzet Tann'nın peygamberlerin ve müminlerindir 113 . Buyrulmuştur. Aziz olan Tann'dır ve izzet de Tann'ya, Tann'mn elçilerine ve müminlerinedir. Çünkü onlar izzete Tanrı'dan sahiptirler. Onları aziz tutmak Tann'yı aziz tutmakla birdir. Bu âyette, bu gruptan başkasına tevazu göstermek ve hizmet etmek yakışmaz; hanıd ve senaya müstahak olanlar enbiya, evliya ve müminlerdir; dünya elüinin senası mâsiyettir, gibi bir işaret mevcuttur.
Beyit:
(Gök, şakı olan insandan titrer; onun övgüsünden takva sahipleri kötülük altında bulunurlar. Öyleyse dünya için tevazu göstermek doğru olmaz.)
Beyit:
(Sen, git eshâb gibi, kâfirlere metin, birbirine karşı merhametli ol ^.Yabancıların sevgisi üzerine toprak saç. Evliya'ya gönül vermek, nasıl gönlü aydınlatırsa, dünya ehline gönül vermek de onu öylece karartır.)
Bu insanı besleyen yemeklerin fayda ve bir şeye yaramayan yemeklerin de zarar vermesine benzer. Onlar süflidirler. Elini, ayağını onlara verirsen süflîlikleri sana da bulaşır. Aalbuki evliya ve enbiya ulvîdir; eğer elini onla
/ll2) Kur'an.Sûre: 5, Âyet:59 } 113İ Kur'an, Sûre: 63, Âyet,8 (114) Kur'an, Sûre: 48, Âyet: 29.
MAÂRİF
rajrerirsen, seni yukarıya çekerler ve cehennem belâsından kurtarırlar. Alçak gönüllü adanı yaş bir dal gibidir. Onu aşağıya doğru çekersen kırılmaz , kibirli bir insan ise kuru bir dala benzer; aşağıya çekersen derhal kırılır. Biri: "Kuru ağacın kırılmasını görüyoruz ve anlıyoruz. İnsanın kırılmasını nasıl anhyalım ve ne bilelim?" diye sordu.... Cevap olarak şunları söyledik: "İnsan, tevazu ve alçakgönüllülük gösterirken bir ferahlık ve huzur içinde bulunur ve bu hareketinden sevinçli ve mutlu olur. İşte bu, onun en açık delilidir. Böyle bir kimsenin tersine, bir başkasında kişisel bir alçak gönüllülük olmasa ve teklifle biraz fazla gösterse, başkasına boyun eğse ve insanların eli altında bulunsa gönlü rahatsız olur. Her zaman pişmanlık içinde bulunur. Niçin yaptım! der ve kendini o işten yıkılmış görür ve daima içinde bir yara kalır. Eyvah; Kendimi niçin kırdım ve harap ettim? Kendi yerimi ve değerimi, insanların, yanında yele verdim. Bundan sonra o insanlar bana hor gözle bakacaklar, deyip daima bu gibi düşüncelerin azabı içinde bulunur. Binaenaleyh bundan da belli oluyor ki o, kuru bir dal olduğundan, tevazudan bu derece kırılmış ve incinmiştir. İnsanın kırılması, böyle olur. İşinden çıkarılmış adama zavallı, gönlü kırık derler. Bunun gibi yas tutan, gamlı ve talihsiz bir adam için de böyle söylenir. Alçak gönüllülükten ona öyle bir hal geldi ki gamlı ve talihsiz oldu, derler. Binaenaleyh o, hakikaten gönlü kırıklardan olur. Ama akıllı adam, bilir ki »zzet Tanrı'dandır ve Tanrı bağışlar ve hiçbir zaman onun çalışmasıyla hâsıl olmayacaktır. Kimse Firavun'dan daha yüksek olamazdı; fakat Tanrı onu istemediği için, bütün düşük ve itibarsızlardan daha düşük etti ve tâ kıyamete kadar devirden devre lanet ve zillete siper etti. Her kim kendi yüceliğini isterse düşük ve itibarsız olur ve her kim Tanrı'nın yüksekliğini göstermekle uğraşır ve âlemde lutüf ve kalur adına yaptığı şeyi, kendisi için yanmavm Tanrı için yaparsa, kendi şahin gibi olan tabiatım bırakır ve sultan için av avlarsa, elbette Tann, sultanın bileğini onun tahtı yapar ve sultanın inayeti de onun bahtı olur. Bunun tersine olarak, kendileri için avlanan şahinler ise, daima murdar düşük ve açtırlar. Sonunda, her adımda bir tuzağa tutulurlar. O halde gerçekte şah için avlanan doğan, kendisi için avlanmış demektir. Peygamberler ve evliyanın adı kıyamete kadar aziz kalır. Bu âlemde ve o dünyada, bu benlikten kurtuldular ve buna karşılık öyle bir benlik buldular ve bu sayılı olan ömrü Tanrı'nın ibâdeti ve kulluğuna feda edip sayısız ve sonsuz bir ömür kazandılar. Bir insan neden bu dünya için bu tehlikeli çölleri geçer, yol zahmetini çeker, sıcağa ve soğuğa katlanır, sonra akrabasının, eş ve dostlarının ayrılık acısını çeker? Bunlardan maksadı, yaranın fazlasiyle sağlamaktır. Tanrı onlara böyle bir ticaret gösteriyor ve demek istiyor ki: Eğer siz, kendi benliğinizi benim ve seçkin kullarımın önünde yok ederseniz size, asla kınlmayan bir sağlamlık bağışlarım. O sayılı ve kısa ömrü benim kulluğuma sarf ederseniz, size sayısız ve sınırsız bir ömür bağışlarım. İşte size böyle bir ticareti bunun için öğrettim. Mert olunuz, şeytanın sözünü dinlemeyiniz, onun hilelerine kanmayınız. Çünkü o, sizin ceddiniz bulunan Âdem'in düşmanı olmuştur ve
69
MAÂRİF
Âdem' e secde etmediği hattâ serkeşlik ettiğinden, göğün en yüksek yerin-| den yerin dibine düşüp lanetlenmiş, atılmış ve Tann'nın huzurundan da" kovulmuş oldu. Ben ki Tann'yım, benim önümde: "Beni kendi huzurun-¦dan Âdem için kovdun. Onun oğullarının yolunu şaşırtır ve senin huzurundan uzaklaştırırım ve senin vâadlerini kabul etmelerine imkân vermem ve onları, yer, mal, yağlı ve tatlı, türlü türlü yemekler gibi şeylerle aldatırım. Güzel kadınlarla onları şehvete boğarım ve seni anmak gücünü vermem. Nasıl ki, ben onların babası Âdem yüzünden yem olmuşsam, hepsini de cehenneme yem edeceğim." gibi sözlerle iddiada bulundu. Ben ki Tanrıyım. Ona, "Senin sözünü dinleyen ve sana uyan kimse, senin gideceğin yere gider" cevabını verdini.
Beyit:
(Senin mahkûmun olan bir eşeğin, bizim kapımızla ilgisi kesilmiştir. Biz onun gibi bir ibâdetçinin, bizim gibi bir Tann'ya tapmasını istemeyiz.)
Tanrı'nın, Âdem'e ve oğullarına lütuf, merhamet ve inayeti çoktu. 3u yüzden onlara, kıyamet gününde cehenneme gittikleri zaman- "Biz İblis'in işlerini ve şeytanlıklarını bilmiyorduk ve onun işlerinden habersizdik, demesinler ve bahaneler bulmasınlar diye, iblisin sözlerini, hilelerini ve büyülerini türlü türlü dillerle anlatmalan ve göstermeleri için,'bu kadar peygamber ve bu kadar yakın sahiler veli gönderdi.
Şeyhlerin ve evliyamn önünde izzet-i nefsini kıran ve zulmü büyüklen-meyi bir tarafa bırakan kimse, Tann'nın inayeti ve yakınlığı ile mahsus olmuştur. Hadîs'te bu hususta "Ben kalpleri kmk olanlarlayım " (H K ) buy-rulmuştur. Kırıklık, Tann'ya yakınlığa sebep olur. Mustafa herkesten daha alçak gönüllü bulunduğundan, onun Tann'ya olan yakınlığı da daha fazla oldu. Çünkü kâfirler, edepsizliği ve ihaneti son haddine vardırdılar ¦ koyunun kirli işkembesini onun mübarek boynuna astılar; her yanına o işkembeden pislikler damladı ve her taraftan Çocuklar, gençler ve ihtiyarlar bağırıp, davullar çaldıkları ve alay edip güldükleri zamanda Sahabe (Tanrı hepsinden razı olsun) nin bundan gönülleri kırıldı ve Tanrı'nın Elçisi tarafından toplanarak şöyle söylediler: "Ey Tanrı'nın Elçisi! Sen yalnız peygamberlerin sultanı değil; bu âlemin yaratılışının bile nedenisin Bütün peygamberlerin ümmeti küstahlık ve eziyet ettikleri zaman, o peygamberlerin nefretiyle helak oldular. Nuh, Hûd, Lût, Salih ve daha başkalannin kavmi gibi, bir kısmını tufan mahvetti, bir kısmı şekil değiştirdiler maymun ve ayı şeklini aldılar. Bazısını yerden göklere çıkarıp ve tekrar baş aşağı olarak yere bıraktılar. Sen, derece ve makam itibariyle bütün peygamberlerden üstünsün. Bu kavimden meydana gelen küstahlığı ve edepsizliği, diğer peygamberler zamanında yaşayan kavimler bile yapmadılar. Sen: "Hiçbir peygamberi, beni incittikleri kadar, incitmediler" (H.) buyu-ruyorsun. Dua et, bu küstah ve edepsiz kavim helak olsun." Bu sözler üzerine Peygamber şunları buyurdu: "Ey Sahabe! Şimdi ellerinizi kaldınnız ki dua edeyim. Peygamber, dua için kendi ellerini de kaldırdı ve yüzünü
MAÂRİF
göğe çevirerek:115 "Ey Tanrım! Onlara yollannı göster ve onları uyanık kıl ve bağışla! Çünkü onlar bilmiyorlar, habersizler" diye buyurdu. Sahabe: "Biz beddua et, diyoruz; sen, onlara dua ediyorsun" dediler. O zamanda, bu âyet nazil oldu. Sen, en yüksek ahlâk üzeresin 115.Mustafa, hepsinden daha alçak gönüllü ve benüğini daha çok yenmiş olduğundan şüphesiz daha dayanıklı, daha sabırlı ve daha seçkin, halka karşı dost, düşmana karşı da müşfik ve merhametli idi. %
Biz seni ancak âlemlere rahmet olmak üzere gönderdik 117.Kâfirleri öldürmesinin sebebi, merhamet ve şefkatinin çokluğundan ve onları küfürden biran önce kurtarmak içindi. Meselâ, bir bahçıvan şefkatinin çokluğundan, zararlı olan zayıf dalların, yerine iyi ve sağlam dallar bitmesi için keser. Böylece o cılız ve hasta dalların, öbür kuvvetli dallara zararı dokunmaz. Onların yüzünden, bu dallar meyvesiz kalmazlar. Belki daha olgun ve daha fazla meyve verirler. Meselâ bir parmak veya bir el gangren olduğu zaman başka bir uzva bulaşmaması ve vücudun o âfetten korunması için derhal onu keserler. Bu söylediğimiz uzvun veya dalın kesilmesi, şefkatin çokluğundan ileri gelir. O halde kâfirleri öldürmek, bu temiz dinin, doğru bir şekilde zahir olması ve o ölülerin çocukları üzerinde kuşaktan kuşağa, kıyamete kadar kalması içindir. Bu yüzden Peygamber: Gülerek öldüren benim (H.), diyor. Zira onun öldürmesi merhamet, şefkat ve ıslâh düşün-cesiyledir. Kin ve garazdan değildir. Nitekim onun alçak gönüllüğü, bütün peygamberlerden fazla olduğundan, yerinde olarak ona Hâtem-i Evliya denilir. Çünkü bir usta, sanatında ilerlediği ve o sanatı herkesten iyi bildiği zaman: "O sanat, onda sona ermiştir", derler. Yani, o sanatı onun bildiği kadar kimse bilemez. Bunun gibi onun ilmine, vilâyetine ve sanatına varis olan çırakları canının ve gönlünün oğulları da aynı derece ve değerde olurlar; bu yüzden Musa: "Keski ben Muhammed'in ümmetinden olsaydım!" buyurmuştur. Onun bu temenniden maksadı, gelişi güzel bir ümmet değil, Muhammed'in nurundan varolmuş ve onun can v.° dilinden bitmiş ve sanatını mükemmelen öğrenmiş olan bir ümmet, bir oğul ve bir öğretici olmaktı.
Nazi'n:
(O halife çocukları, onun indinde makbul onun can ve gönlünün nurundan doğmuşlardır. İster Bağdatlı ve Heratlı, ister Azeri olsunlar hepsi, su ve toprak farkı olmadan, onun neslindendirler.)
Meselâ, iki testide aynı sudan olsa, testiye baktığın zaman su iki. Suya bakarsan birdir.
Beyit:
(Görünüşte gözün ikidir; fakat onun nuruna bakarsan birdir.) Mustafa (Tanrının selâmı O'nun üzerine olsun) Ehl-i Didârdan idi. Onun canının ve gönlünün çocukları ve seçkin ümmeti de O'ndan ilm-i Didân
(115) Ey Tanrım! Benim kavmime hidayet et, çünkü onlar bilmiyorlar. (H).
(116) Kur'an, Sûre: 68, Âyet: 4
(117) Kur'an.Sûre: 21, Ayet: 107
71
MAÂRİF
öğlendiler. Musa'nın: Beni Muhamıned'in ümmetinden yap, diye temennisi, gerçekten, beni ehl-i Didârdan yap, demektir. Çünkü Muhamıned'in, ehl-i Ollardan olduğu ve onun seçtiği kimselerin de bu mertebeye onun sayesinde vâsıl olacağı, Musa'ya malum olmuştur. İşte Musa bu mertebeyi temenni etti. Dünyada, evliyanın ve şeyhlerin önünde yok etmek niyetiyle, büyüklük, rütbe ve menzil elde etmek iyidir. Ayakta durmak şu bakımdan faydalıdır: Bu hareketten bir secde hâsıl olur; baş kaldırmak da başka bir secde hâsıl olacağı için iyidir. Kıyam ve kuud olmadan secde nasıl hâsıl olabilir? Bunun gibi insanda_doğruluk, ululuk ve büyüklük olmazsa^jrijcjjjk gönüllülük nasıl görülebilir? Kendim, Tanrı yolunda ne kadar çok küçültürsen, o derece büyür ve ilerlersin. Genellikle, Tanrı erlerini görecek bir gözün ve onların gerçeğini ve yalanını bilecek bir ayırma yeteneğin yok. Tepsine karşı alçak gönüllülük göstermelisin. Hattâ hırka içinde dervişlik dâvası ederlerken ve kendilerini Tanrı eldinden gösterdikleri zaman bile! Eğer sen âşık ve sadık isen! herkese aym saygıyı göstermen gerek.
Mecnun, Leylâ'nın mahallesinin köpeklerini ziyarete gittiği zaman onların ayaklarını öperdi. Sen de âşıksan, en kıymetsiz bir5dervişe bile hizmet etmelisin. Aşk ne kadar çok olursa, saygı ve tazim de o nispette olur. Hürmetinin çokluğundan dervişin eşiğini ve ayakkabısını öptüğün zaman, ne kundura ne de âşık dervişin kendisidir ve ondan ayrılmış parçalardır. Bu, büyükleme de mübalâğa içindir. Yani bu, onun ayağını bastığı yeri öpüyorum, demektir. İşte bundan senin sevgin ve bağlılığın meydana çıkar.
Ömründe hiç prens görmemiş ve büyüklükte hiçbir ilgisi olmıyan biri Moğol, sadece başına bir sorguç koysa emirleri, vezirleri ve padişahları incitir.
Moğol şehzadelerinin ve sultanlarının büyüklük ve sertlikleri onların hatırlarına öyle yerleşmiş ve kalblerine öyle bir etki yapmıştır ki onun bir derviş ve Moğollar arasında hiçbir değer taşımayan bir fakir olduğunu bilseler bile onun, bu dış görünüşüne ve elbiselerine saygı göstererek bütün küstahlık ve edepsizliklerine katlanırlar.
Eğer Tanrı ve Tanrı adamları için sizin yanınızda o değer, o menzil ve o mertebe olsaydı, siz acaba bu vilâyet sahibi midir, yoksa değil midir? diye dervişlere fayda, zarar ve sınama gözüyle nasıl bakardınız?
Hiçbir yeri ve işi olmayan o Moğol'a dış görünüşü için hürmet ediyorsunuz. Bu derviş ise dervişlikten söz ediyor ve dervişlik elbisesi giymiştir; onun bir işe yarayıp yaramadığını bilmiyorsunuz. Çünkü insanların durumları bu dünyada örtülmüştür. Herkesin sırrını Tann veya Tanrı'nın velisi bilir. Zira, -Mümin.. Tanrı'nın nuru ile bakar (H.) hükmünce bu, Tann'nın nuru ile bakar, insanların durundan, bunlardan başkası için örtülmüştür. Onlar birbirlerinin durumlarını belki kıyamette görürler.
118 İçe ait sırlar, kıyamette meydana çıkar 119. Ak yüz, kara yüz belli olur. Şu halde onun iyi, kötü, doğru veya eğri olduğu senin için belli de-
(118) O giin gizli şeyler (sırlar) aşikâr olur. (Kur'anSûre: 86, Âyet: 9)
(119) Bazı yüzlerin ağardığı, bazı yüzlerin karardığı gün. (Kur'an, Sûre: 3, Ayet: 102).
MAÂRİF
ğildir. Eğer senin indinde Tann ve Tann'nın has kulları büyük iseler, ona niçin saygı göstermedin ve ihtiyatlı davranmadın? (Tann O'nun ruhunu takdis etsin) Mevlânâ'ya biri: "Mevlânâ, Şemseddin'i gördüm" dedi. Mev-lânâ, üstünde ne varsa hepsini o adama verdi, Mevlânâ'ya: "Bu adam yalan söylüyor ve yalancıdır, bütün bunlan ona neye verdin?" dediler. Mevlânâ: "Bunları ona, yalan söylediği için verdim. Eğer doğru söyleseydi ona canlar verirdim " karşılığını verdi. Aşk ve saygı işte böyle olur. Yalan söylediğini bilmekle beraber bu kadar bahşiş veriyor. Çünkü onda yalanı, doğraman bilme ve doğru gibi kabul etme kabiüyeti yardır. Sende o göriiş ve o kabiliyet olmadığı için, saygı ve iltifat etmiyorsun. Bundan, senin yanında Tanrı ve Tann adamlarının bir değeri ve önemi olmadığı kesinlikle belli oluyor Vaktiyle bu adamdan, şarap içmek, günah işlemek ve yapılması doğru olmıyan birtakım işler meydana gelmiştir, diyorsun. Bu düşünce ne Şeriat ve ne de hakikat bakımından doğrudur. Şeriatta gözle, belli olmıyan °ir şekilde görmediğin zaman bir müslüman hakkında, böyle düşünmen ve kötü zan beslemen caiz değildir. Sen gözünle görmüş olsan bile, o adamın bunları terk ettiği davranış ve sözle "ondan vazgeçtim" dediği zaman yine °nun hakkında bu şekilde düşünmene şeriat müsaade etmez. Bu hususta iran'da Tann bütün kusurları bağışlar 120 buyrulur Ve Peygamber de 8'mahlarından tövbe eden, kimse hiç günah işlememiş gibi olur (H.) buyurmuştur. O halde onun hakkında böyle düşünmen doğru olmaz.
Gelelim gerçek yönüne: Hakikat bakımından da yakışık almaz. Zira gerçekte o kimse kötülük yapsa, fisk u fücurla uğraşsa da yine Tann'nın SeÇkin kullarından olabilir. Yahut o kimse tâat ve ibâdetle meşgul olsa bite Tanrı'va isvan edenler zümresinden olabilir. Çünkü gerçek onun âmeli-değil sırrına bakar 121. Tanrı surete, hırkaya ve şekle bakmaz. Gönle bakar Senin için gönle yol yoktur. Surete ve âmele nazar kıl. İnsanın akıbetine bakılır Eğer sonu, öğülecek bir duramda olursa, ona göre hüküm verirler ve o kimseden bahsederler. İblis gibi: İblis gökte ibâdet ve iumle meşgul ve meleklerin de üstadı ıdı. Melekler onun sırrına vâkıf ol-nıadıklanndan onun ilmine ve âmeline bakıp onu sevmiş ve kendilerine öncü bilmişlerdi. Fakat Tanrı onun sırnna bakmıştı. Çünkü o, kâfirlerdendi 122 Bunun gibi, Bersisa, Beni İsrail arasında bir âbid ve zahitti;züht ve takvasının şöhreti! doğuya ve batıya yayılmıştı. Her nerede bir hasta olsa, baştanın içerek sağlık ve afiyet bulması amacıyla Bersisa'ya üflemesi için su gönderirlerdi. Fakat kıskanç kör şeytan, pusuda kederinde demir çiğniyor ve bir türlü çare bükmüyordu. Bir gün yüzünü oğullanna çevirdi ye: "İçinizden biri, beni bu gamdan kurtarabilir!" dedi. Çocukların arasından biri kalkarak: "Bunu bana bırak ve benden bekle. Ben senin gönlünü, ondan öç alarak memnun ve mutlu ederim" dedi. Şeytan da: "Benim en sevgilim ve kör gözümün ışığı olursun" cevabını verdi. O şeytan yavrusu, me-
Ü20) Kur'an, Sûre: 39, Âyet: 54
(121) Tanrı sizin suretlerinize ve amellerinize bakmaz, lâkin, kalplerinize bakar. (H). 1122) Kur'an, Sûre: 2, Ayet32
MAÂRİF
lün hatırında bir dolaştı ve kendi kendine şöyle söyledi: İnsanlar için genç kadınların yüzünden daha etkili bir tuzak olamaz. Çünkü altın ve yemek isteği, tek yönlüden. Sen altına âşık olsan bile, altının canı olmadığından sana âşık olamaz. Lokmanın da canı yoktur; seni anyamaz ve seninle konuşamaz. Ama genç kadınların yüzünün aşkı iki taraflıdır. Sen onun âşığı ve talibi olursun, o da senin âşığın ve talibin olur. Sen onu çalmak için hile yaparsın ve o malda kendisine yoLbulup girmen ve onu çalman için bilene ortak olur. Bir tarafından kazılan bir duvar, her iki yanına oturulup kazılandan, daha çabuk delinmez. Gece yarısı kapıyı açmak için dışarıda çareler düşünen ve evin içinde de kapıyı açacak bir arkadaşı bulunmayan hırsıza nazaran daha çabuk maksadına erişir. O şeytan yavrusu, dünyayı dolaşıp zâhid için güzelliği, aklı ve soyu sopu ile tanınmış güzel bir kadın aradı. Arayan bulur. Aranılmaya değer bir şeyi arayan kimseye ne mutlu! Domuz avı gibi değersiz olmaz. Domuz avcısı hem atı yorar, hem kendini; vakti boşa gider ve diğer güzel avlan elden kaçırır. Nihayet domuza atar, tesir etmez. Domuzun ne eti, ne de postu bir işe yarar, avcı pişman olur ve: "Böyle bir şey için vaktimi boşa geçirdim ve okları ziyan ettim" der.
Beyit:
(Sen bu domuz avını, insanların avlanması bil;çekilen sonsuz zahmetler, buna karşılık ondan bir lokma yemek de haramdır.)
Şiir:
(Yükün, eşeğin kirasına değmesi gibi, yâr da bazan gönlümün üzüntüsüne değer.)
Akıllı olan öyle bir şey arar ki eğer bulamazsa, bulamadığı için utanmaz; bulunca kendisiyle savaşmaz. O anda gözü her gün daha çok aydınlanır. O güzelden zevki her gün daha çok artar. Aynhk ve ölüm korkusu olmaz123.
Bu zevkin beÜrlenmesine nasıl son olabilir! Fakat bunu işitecek kulak ve bundan zevk alabilecek bir akıl nerede? Dağ bu sözün dehşetinden parça parça olur. Diline veya kulağına böyle bir söz çelen bir adam nasıl bir kararda kalabilir? Parça parça olmaya engel olan şey, aradaki şüphe perde-sidir.
O şeytan yavnısu pek çok aradıktan so ı ce güzel bir padişah
kızı buldu. Şeytan yavrusu, kızın beynine girip onu delirtti ve hasta etti. Padişah bütün doktorlarını ve filozoflarını topladı. Hepsi de onu tedavi etmekten âciz kaldılar. Şeytan, bir zâhid elbisesi içinde geldi ve: "Bu kızın bu dertten kurtulmasını istersiniz, bunu Bersisa'ya götürünüz" dedi. Onlar da başka çare göremeyip şeytanın sözünü dinlediler ve kızı Bersisa-ya götürdüler. Bersisa dua etti. Şeytan, kızı bıraktı, kız sağlık bulunca ki-
(l23) Bir kimse, kendileri için, istediklerinin karşılığı olarak göz aydınlığı olmak üzere, saklanmış olan nimetleri bilemez. (Kur'an, Sûre: 32, Âyet: 17).
74
MAÂRİF
lisede bir müddet zâhidle yalnız kaldı. Eğer zâhid âlim-i Rabbani olsaydı kızı halvete asla yalnız olarak kabul etmezdi. Meselâ, Zeliha'nın dünyada güzellikde eşi yoktur. Yusuf a da âşıktı ve daima onunla birarada bulunurlardı. Zelihâ, Yusuf u elde etmek için ne kadar çalıştıysa başaramadı. Çünkü Yusuf da öyle bir nur vardı ki bir türlü aklanmadı ve Tanrı tarafını korudu. Peygamber şöyle buyurur: Eğer bir erkek, bir kadınla bir yerde yalnız kalırsa, orada üçüncü olarak bulunan şeytandır (H) nihayet, Bersi-sa kıza meyletti, kızla sevişti; kız hâmile kaldı. Şeytan, insan şeklinde Bersisa'nın yanına geldi. Bersisa'yı düşünceli görüp: "Düşüncenin sebebi nedir?" diye sordu. Bersisa, olup biteni ona anlattı. Şeytan: "Kızı öldürür ve sonra da: Öldü, ben de gömdüm, dersin" dedi. Bersisa başka çare bulamayıp öyle yaptı. Şeytan başka bir adam şeklinde padişaha geldi ve "Kız iyileşti. Gelip alınız" dedi. Padişahın uşakları ve perdecileri gelip kızı istediler. Bersisa: "Kız öldü ve onu gömdüm" dedi. Geri dönüp yas tuttular. Şeytan bu defa da başka bir kılıkta padişahın yanına gitti ve; "Kız nerededir?" diye sordu. Padişah: "Bersisa'nın yanma göndermiştim orada ölmüş" cevabını verdi. Şeytan: "Kim diyor?" dedi. Padişah: "Bersisa" dedi. Şeytan: "Yalan söylüyor; o, kızla sevişmiş, kız hamile kalmış ve soma da kızı öldürmüştür. Falan yere gömmüştür, eğer inanmazsanız orayı kazınca çıktığını görürsünüz." dedi. Padişah kızgınlığının dehşetinden yedi defa yerinden kalkıp başka yere oturdu ve tekrar perişan bir halde, başı ateşler içinde yanarak yerine oturdu. Bir süre sonra sükûnet bulup bir toplulukla Bersisa'nın kilisesine doğru gitti. İçeri girdi ve ona: "Kız nerede?" diye sordu. Bersisa: "Öldü ve onu gömdüm." cevabını verdi. Padişah:"Bana niçin haber vermedin?" dedi. Bersisa: "Evradla meşguldüm, vakit bulamadım" dedi. Padişah: "Eğer bunun tersi çıkarsa nasıl olur?" dedi. Zâhid önce gitmek hususunda sertlik gösterdi. Padişah, kızının gömülü olduğu yeri buldu ve mezarı açmalarını emretti. Kızı ölü olarak dışarı çıkardılar. Bersisa'nın ellerini bağladılar, boynuna bir ip geçirdiler, birçok insanlar etrafına toplandılar. Bersisa kendi kendine şöyle demişti: "Ey uğursuz nefis! dualarının kabul edilmiş olmasından, halkın gözünden ve gönlünde aziz ve büyük olmaktan memnundun. İnsanların takdiriyle mutluydun ve sözlerinin insanlar tarafından kabul edilmemesinden korkuyordun. Halbuki gerçekle onlar, bütün yılan ve akrep ve insanların kabulü zehirli bir yılandır. Çaresiz onu asacaklardı. Ah! çekti; büyük dar ağacını kurdular ve ipi aşağı sarkıttılar. Tam boynuna attıkları zaman şeytan hemen kendi kılığında göründü ve: "Seninle bütün bunları ben yaptım ve hâlâ, çaren elimdedir, bana secde et ki seni kurtarayım" dedi. Bersisa burada secde edilir mi? dedi. Şeytan: "Secde niyetiyle başınla bir işaret yap, çünkü akıllı bir kimseye bir işaret kâfidir" dedi. Bersisa, tatlı canına kıyılmaması için şeytanın dediğini yapınca ip boğazına yerleşti. Şeytan: "Ben, senden uzağını124 dedi. Bersisa sonunda imânını da verip, imansız, olarak öldü.
(124) Kur'an,Sûrc: 59, Âyet: 16
MAÂRİF
Yolunu şaşıranlar için gene bir misâl: Fuzeyl-i İlyas bir harami ve yol kesendi. O kadar sene, hayvanları vurmak ve zenginleri fakir etmek ve giyimli, kuşamlıları soymakla vakit geçirdi. Hattâ haksız yere kan bile dökmüştü. Sonunda bir gün kervancıların malları arasında bir heykel buldu; heykelin üzerinde Tanrı'nın adları yazılmıştı. Eyvah! Tanrı'nın adına sığınmış olan ve bu adı kendilerine koruyucu, muhafız bilen kimselere ben, ne cesaret ve kuvvetle böyle küstahlıklar ve edepsizlikler yapıyorum? diye düşündü. Bahane bu idi. Üzerine bir hâl geldi, bağırdı, üstünü başını yırttı, saçını sakalını yoldu, kendini taşlara vurdu. Vücudu taşların şiddetinden kana bulaştı. Böylece kararsız ve kendinde olmadan yüzü solgun ve dudakları kurumuş bir halde ağladı ve feryâd etti. Bu ağlama, bağırma ve tövbede iken Tann kendi büyük huzuruna doğru bir kapı açtı. Sonunda Tann'nın has ve yakın kullarından, doğnı ve kâmil şeyhlerinden oldu. Tanrı bu türlü suretleri, o sebeple gösterir ki her kul, kendi âmeline ve zühdüne güvenmesin ve bencil ve kendi korkusundan emin olmasın. Bu işlerle uğraşmayan diğer kimseleri, eksik gözüyle görmesin. Çünkü, böyle kötü âmellere evliyanın ve iyi âmellere de eşkiyânın salik olduğunu görünce, Allah saklasın! Belki ben bu iyi işlerden, eşkıyadan olurum, diye korkar ve kimseye kötü gözle bakmaz. Aynı zamanda âsi, günahkâr ve suçlu da Tanrı'nın rahmetinden ümidini kesmesin. "Çünkü Tann'nın, birçok âsileri, aziz ettiği görülmüştür.
Ölünün karnından diri çıkartır ve dirinin karnından ölü çıkartır 12S.Sebeplerin bahaneler olduğunu, işi yapan ve yaratanın O olduğunu, bilmeleri için, karanlık gecenin siyah ineğinin karnından, ışıklı günün beyaz danasını dışarı çıkanr. Gam ve kederin karnından sevinç ve mutluluk peyda eder.
Nuh, peygamber ve ikinci Âdem idi. Çünkü onun zamanında tufan, bütün Adem'e mensup olardan yok etmişti. Bu zamanda yaşayanlann babası, O'd'ur. Ve hepsi O'nun neslindendir. O'nun oğlu olan Kenan, kâfirdi ve diğer kâfir ve münkirlerle beraber battı.
ibrahim'in babası kâfirdi ve put yapardı. Bunun gibi Mustafa'nın (Tanrının selâm ve salâtı O'na olsun) babası ve annesi de puta tapanlardan idiler. Tanrı bütün bunları, kimsenin sebeplere itimat etmemesi için göstermiştir. Çünkü sebepler bahane ve bir örtüdür. Binaenaleyh bir inşam bir şeye dayanarak suçlamanın ne şeriatçe, ne de gerçekte doğru olmadığını belli olmuştur.
Müslüman o kimsedir ki bütün Müslümanlar onun elinden ve dilinden salim kalırlar (H.). Tanrı daha iyisini bilir.
FASIL: 20— Bize kavuşmayı umma yanlar dediler ki: Bize niçin melekler indirilmedi, yahut niçin Tann'mızı doğrudan doğruya göremiyoruz? Şüphe yok ki onlar bu çeşit saçmalarla kinlerini artırıyor, taşkınlıkta pek ileri gidiyorlar 126
(125) Kur'an.Sûre: 30, Âyet: 18
(126) Kur'anSûre: 25. Âyet: 23
76
MAÂRİF
Kâfirler dediler ki: "Ulu Tanrı biz insanlara, bizim gibi bir elçi gönderdi. Bizim gibi yiyor, bizim gibi uyuyor ve bizim gibi hasta oluyor, iyileşiyor. Bazan kederli, bazan neşeli oluyor. Bazan şükür, bazan şikâyet ve feryat ediyor. Bütün bu vasıfları ile bizim gibi. O halde biz, onun söylediği ve iddia ettiği şeyleri ondan nasıl kabul edelim? Eğer bir melek göndersey-di ve bu elçinin verdiği haberleri o melek verseydi, bizim de o vaadlerde ve haberlerde şüphemiz kalmazdı. Hepsini kabul ederdik. Yahut aziz ve ce-lil olan Tanrı, kedi nefsiyle, bize yüz gösterseydi emir ve men'de bulunsaydı, biz, o emirleri yerine getirirdik ve nehyettiği şeylerden de de perhiz ederdik. Hiçbir surette işlenmesi günah olan işlerin etrafında dolaşmaz dik."
Bunun üzerine Ulu Tanrı şöyle buyurdu: "Ey küstah köpekler! Bu sizi cehennemin dibinde oturacak bir küstahlık ve cürettir. Çünkü: Şüphe yok ki münafıklar, cehennemin en alt katındadırlar 127.
Sizi cansız olan cisimlerin toprağından yarattım. Hayat ve iyilik bağışladım ve kendi sonsuz sıfatlarımdan üzerinize saçtım. Yani her şeyi görürüm, size işitme hassası bağışladım, her şeye kaadirim, size kudret bağışladım. Lutufkârım, size lutûf bağışladım. Âlimim, size ilim bahşettim 128.Kendi sayısız ve sonsuz sıfatlarımdan her sıfattan size, biraz verdim ki beni bilmekten, tanımaktan habersiz ve bilgisiz olmayasınız." Öyle ki büyük bir ambardan bir avuç buğdayı, akıllı bir adama gösterdikleri zaman o, azdan Çoğu anlar ve bilir. Size benim sonsuz sıfatlarımın denizlerinden her bir sıfattan, bir damla eriştiği halde, nasıl bir kuvvet ve küstahlıkla bana itiraz ediyorsunuz ve benim işimin ve'yaptığım şeyin üzerinde bir iş görüyorsunuz ve tercih ediyorsunuz? Yani: Benden daha bilgin ve daha mı bilgilisiniz ki bana öğüt veriyorsunuz ve: "Bu elçinin yerine bir melek gelseydi, daha iyi olurdu" diye bana akıl öğretiyorsunuz. Bizzat insanı elçilikle size, bu vasıtayla meleği, bile bilesiniz diye gönderdim. Beni ise, kemale erdikten sonra, yani benim gösterdiğim yol ve ölçü içinde, meleklik makamını geçersiniz görebilirsiniz ve bana erişebilirsiniz. Sizde beni ve meleği görebilecek yetenekte bir göz nerede? O elçinin gözü, bu nura sahip olduğundan, meleği görür Eğer siz, o elçiden bu nuru alırsanız, ondan size erişmiş olan bu nur vasıtasıyla, meleği görebilirsiniz. Bu durumda ve bu yerde beni ve meleği peygamberin aracılığı olmadan göremezsiniz. Çünkü melekler, niteliksizler ve onların dünyası da böyledir. Onların mezesi, şarabı, kucağı, busesi, sesleri ve konuşması da niteliksizdir, niteliksiz olan bir şeyi nasıl görebilir? Niteliksizi görebilmen için niteliksiz olabilmen gerekir.
Mısra:
(Sana, canı görmek için can gözü gerek.)
Cins, kendi cinsinden olanı görebilir. Karga, bülbülün sırrını hiçbir za-
(127) Kur'an Sûre: 4, Âyet: 144 .
(128) Ey İnsanlar! sizin ilimden nasibiniz pek azdır. (Kur'an, Sûre: 17, Âyet: 87)
77
MAÂRİF
man bilemez. Her merkeb ve her hayvan Düldül gibi, gidemez. Kılıç ne kadar keskin olsa Zülfikar'ın yaptığı işi göremez. Bahar nitelik âleminin bir sonucudur. Çünkü en ufak bir şekilden hariçtir. Bir ci^mi ve bir rengi yoktur. Bu cihandan olmakla beraber çimen, bağ, ağaç, bahçeler ve bostanlar ve vasıtası olmadan, onun güzelliğini ve letafetini göremez. Renksiz bahar onlar üzerine tesir edince, bundan hâmile kaldılar ve böylece onlarda türlü türlü renkler meydana geldi. İşte o zaman, o suretlerden baharı görebildin. Eğer bahar, bu suretlerle karışmasaydı onu göremezdin. Meselâ, rüzgâr toza karışıp onu havaya kaldırmazsa, veyahut bir ağacı veya bir bayrağı,veya bir çadırı haraket ettirmezse rüzgârı bu suretler olmadan göremezsin. Çünkü bunlar olmaksızın rüzgârı görmek imkânsızdır. O halde bu iki şey bahardır ve bu rüzgâr, bu dünyanın temelinin bir sonucudur. O âlemle alâkalı yoktur. O âlemin mânası, bu mânanın zıddıdır. Çünkü o, nura mensup ve bu, ateşe mensuptur. O, yüz gösterince bu, yok olur.
Ey mümin! Benden çabuk geç ki o âlemin mânasının sonucu olan senin nurun, bu âlemin mânası olan bu dünyanın bütün lezzetlerini ve şehvet ateşlerini söndürüyor.
Beyit:
(Siyah ve beyaz gibi, nur da nârın (ateş) zıddı olarak yaratıldı. Tann'nın nuru yüz gösterince, nârdan (ateşten) eser kalmaz.)
(Bu yolda, o menzil-i maksuda kadar, çözülmesi müşkül birtakım tılsımlar vardır. Bir tarafta nur içinde nur, öbür tarafta (nâr) ate$ ateş içindedir.)
O halde bu âlemin suretlerinin sonucu olan mânâsız rüzgârdaki toprak ve ağaçtaki yeşillik gibi, suret vasıtasıyla peyda olmadan, anlayamaz ve göremezsin. Melekler, saf nurdurlar. Dört unsur ve altı yönün dışındadır-lar. Yerin ve göğün ötesindedirler. Sırf candırlar ve Tann'nın aşkında batmışlardır. Onların mezesi ve yiyeceği Tann'nın zikridir. Şarapları ve mest-Iikleri, Tann'yı düşünmektir. Tanrı'dan başka emelleri yoktur. Bu halden kurtulamazlar. Balık gibi, o birlik denizinde yaşar, dolaşır ve yemlenirler. Onların ekmeği, kadehi, yatağı ve yorganı denizdir. Uykuları, uyanmaları gül ve lâleleri ve güzelleri de denizdir. Denizden başka her şey onlar için azaptır. Daima o tatlı suya batmışlardır. Bu deniz var oldukça bakî, ebedi ve sermesttirler. O niteliksiz nurdan bitmiş olan ve nurun güneşten ve sıcaklığın ateşten, kokunun gülden tatlılığın şekerden ayrılamayacağı gibi, ondan ayrılmayan böyle bir kavmi, beşer vasıtası olmadan görmeği nasıl ümit edebiliyorsun? Ben, sizin cinsinizden olan bir insanı, onun vasıtasiy-le, azar azar, onun ehli olmanız ve onu kabul etmeniz ve bu suretle meleği, cihanı, ahreti görebilmeniz için elçilikle size gönderdim. Çünkü, eğer melek insan vasıtası olmadan musavver olur ve yüz gösterirse sizin ödünüzü patlatır ve ölürsünüz. Göğün dördüncü katının üstünden, yeryüzünü aydınlatan bu güneş, eğer üçüncü gökten parlarsa, yeryüzü ve üzerinde yaşayan-
78
MAÂRİF
lar tamamen yanar ve yok olur. Güneşten istifade edebilmek için, hikmetle güneşe daha uzaktan sahip oldular. Bunun gibi o cihan bu yüzden perdededir. Zira sen onun yüzünü vasıtasız olarak görmeğe tahammül edemezsin. Musa, ateş istediği vakitte Tanrı ağaç suretinde O'na dedi ki: "Seni yaratan benim ve senim Tanrımın". Ve yine buyurdu ki: "Ey Musa! elinde ne var?" "Musa: "Yarabbi asadır" dedi. Tanrı "Bu asayı ne hikmetle elinde tutuyorsun?" diye sordu. Müsâ: "Onun hikmetinden biri şudur. Yorgun ve dermansız olduğum zaman ona dayanırım, diğer bir hikmeti de, bununla koyunları doğru yola sürerim, dağılmalarına mâni olurum ve onların yemesi için ağaçlardan yaprak düşürürüm" cevabmı verdi. Tanrı ona karşılık şöyle buyurdu: "Bu ağaç sana asâ gibi görünür ama asâ değildir. Onda bu bildiğinden başka hikmetler ve faydalar bulunur. Elinden bırak ki ne olduğunu göresin." Musa, Tanrı'nın emriyle asayı atınca, asanın yerde bir ejderha olup kendine saldırdığını gördü. Musa kaçmağa hazırlanırken Tamı: "Ey Musa benim huzurumda, ondan niçin korkuyor ve kaçıyorsun? Benim arzum ve emrim olmadan sana zarar vermeğe kimin cesareti vardır? Haydi, sen onun üzerine atıl ve boğazım tut!" diye buyurdu. Musa, derhal ejderhanın üzerine atıldı ve boğazım tutunca ejderha tekrar asâ oldu. Bunun üzerine Tanrı şöyle buyurdu: "Ey Musa! bunu sana, bundan sonra dağ, sahra, su, hava, kıyı ve denizden her ne görürsen, "gördüğüm budur" diye hüküm vermeyesin, diye gösterdim. Ben her şeyi insana istediğim gibi gösteririm. Meselâ bütün varlıklar, su ile yaşayamazlar. Diri her şeyi sudan vücuda getirirdik 129.Suya emrettim ve kâfirlerin münkirlerin hasmı yaptım. Tufanla hepsini helak ettim. Hepsi rüzgârla dahi yaşayamazlar, rüzgârın nefesi tutulursa hepsi ölür. Onların dayası, besleyici ve dayanağı olan, kuvvet ve hayaU kendisinden aldıkları rüzgâra emrettiğim zaman, rahata karşılık hastalık, okşamaya mukabil eritme verir. Yaptığı yumuşaklığı bırakır ve sertleşir. Diş ağrısı olur ve onları öyle sıkar ki bütün güzellikleri burunlanndan getirir. Bunun gibi kulunç hastalığı ve bel ağrısı olur. Bütün bunları insanda birer birer gösteriyorum ki bu bir tanesinden, hepsini anlasınlar ve bilsinler ki onların vücutlarının bütün parçaları, baştan ayağa kadar benim kölelerimdir ve sana itaat ederler. Benim emrimi yerine getirirler. Onlara vermiş olduğum bu ömür boyunca, benim emrimle geçinirler. Onlar, bütün kendi parçalarını kendilerinin yârı, dostu ve yardımcısı zannederler. Sabret, yarın ecel gelince onların hepsinin, benim malım olduğunu ve kendileriyle nasıl boğuştuğunu görsünler. Her yâr, bir yılan ve her gül bir diken ve her rahatlık, ateş ve her müşfik bir kan içen olsun. Hepsi onlara yapışır ve onları vururlar. Yaptıklan işlerin gammazı ve şahitleri olurlar.
130Kıyamet gününde âsi olan insanın eli: Sen benimle şarap kadehini tutmadın mı ve şarap testisini çekmedin mi? Senin malın olmayan mala
(129) Kur'an,Sûre: 21,Âyet: 31.
(130) O gün bunları dilleri, elleri ve ayakları işledikleri şeylere, şahitlik eder. (Kur'an, Sûre: 24,
Âyet: 34).
79
MAÂRİF
.Hm mı senin helâlin olnuyan nâmahremin elim el uzatmadın m. ve alrmam ^ nmûSm vurmadın mı yetirrae
tutmadın mi ve ona ' ku çekmedin mi? diye o âsiye şahitlik
tokat atmadın^^S&aSSffi da şahitük ederler. Dil der ki: Be-„Se böyl" konuşmadın mı? Bu kadar müslümanlann aleyhinde söyle-a ?«iV Müslümanlığın ve dinm yolunu kesen dünyada, bu kadar egf» ^İeSfS' Ayak da şahitük eder veder ki: -Benimle meylıan*-ve dtmedin mi? Ve yapılması caiz olmayan işlere ye yolsuzluğa dogr* r«mflVhn mi*)" Nitekim sudan, topraktan, ateşten, elden, ayaktan ve baŞ-t,n iharet olan bu uzuvların cinsleri, burada birleşmenin, çocukluğun bi* Smım oldukları, sonunda ona malum olur. Dost, birbirleriyle anlaşma Sen parçalar, yılan gibi olurlar; hatta onu incitmekte rekabet eder; fer Esvayı kullara nasıl istersem oyle gösteriyorum. Oyle ki ey MuSâ! en dostun ve dayanağın olan bu asayı, ejderha ve kendi düşmanın ola' ak gördün; benim inayetim olmasaydive yılan «zenne atılsaydı, seni bir fareden daha küçük bir hale getirirdi. Faka ejderha, benim inayetimi gö-ünce tekrar senin elinde asâ oldu. Bu asiler grubu, onların yeri olanve onkn besleyen göğü, yeri ve bütün uzuvlarını her birinin bir taraftan ken' berine sal^
alaçaTkirye^tgöklerkâğ,
vf mürekkep bitse, yine de o elemden bir parçacık yazılmış Jy™^ kalenî Herkesin kahrı ve lutfû kendi layığına gore olur. Ekmeko? . . ı„ luSr Bunun gibi tüccann lutûf ve okşaması, bir CyfVe??« olur Onun kahrı ve hışmının da bir derecesi vardır. Bir ernlffj?^ bağ'ş. onun kudreti nisbetınde kalın da aym nettedir.A»?, '"r* hm lutfû hepsinden daha fazla olur. Onun bagışı atlas ve ek^ Padışa' mevklvuT bayrak, hüküm, reisük, dehkanhk ve Ve^^^rrrirU^ Ea göredir Başbuğlann onun kahrından başı gider. T.^'-*** cU» sofrası hadsiz ve hesapsızdır. Lütuf ve kahrı da ona lâyık ^ Jadişaldık Onun lutfû ve rahmeti nasıl sonsuzsa, kalır, ve gazabı da b0yleekllde «lur-Şüphesiz cennete mensup olanlar, cennette ebed, olarak kaL °nSU henneme mensub olanlar da cehennemde kalırlar. O m - ******
zdur.
te, birtakımı da cehennemde olacaktır 131,"Ey Musa'""' birtakun ^e ce" böyle bir uzvun ağrısından, dinlenmekte olan ye 0n ak*J« bir ı^1 Cenne-uzuvlann da nasıl olacaklarını anlaması gerekli. Ulu -r yar görü 1Senin' diğerlerini görmeleri, anlamaları ve buna kıyas etnıel bu* b' " Öteki meleri, onların dostluk ve yardımını, Tanrı'nın arzu veT' °n,ara taneyi) Tann'nın huzurundan başka sığınak bilmemeleri, aciz y ,,r,tian ^,,Venme-„let eteğinden başka bir yere uzatmamaları, vasıtaları h ÎT*' Ta«n' le,eri, etmeleri ve sadece Tanrı'yı fâal bümeleri için pey(j|â pane Ve ö"ln fazi-gibi, ey Musa! sen de yerin bir parçası olan, bu asîd " ° bald-l[ kabul
' yeri» ger- Un«n
(131) Kur'an.Sûre: 42, Â.yet;5 . n kalan
80
MAÂRİF *
parçalarını anla. Sabret ki dünya o müthiş sarsıntı ile sarıldığı zaman ve yer ağırlıklarını fırlattığı zaman 132 insanların ayakları altında uzanmış ve yayılmış olan yer, mahşer gününde deve gibi oynamağa başlasın.
Bâri (yükü), yârı ve nigârı (güzeli) baş aşağı atar ve ölüleri mezardan dışarıya fırlatır, gökler birbirinden ayrılır, dağlar yumuşak yün gibi atılır; her tarafta uçuşur. Güneş, ay ve yıldızlar aşağıya düşerlerse o zaman bunların göründükleri gibi olmadıkları belli olur. Senin asân nasıl değişip ejderha olduysa, bunun gibi her şey değişir. Bütün âlem, benim kudretimin avucu içinde yumuşak mum gibidir. Onu bazan asâ bazan da ejderha yaparım. Bazan yılan, bazan yâr, bazan gül, bazan diken yaparım. Ey insan oğlu! bu sana ne garip görünüyor değil mi? Sen ki âciz ve miskinsin, sana bazan öpülecek, bazan da bir tokmak vazifesi görebilecek, bazen şeker, bazan zehir tattıran hem rahat, hem sıkıntı veren bir el verdim. Dildeki ses gibi, sen onunla bazan söversin, bazan översin. Ve'onunla insanlara bazan sevinç, bazan keder verirsin. Onu istediğin gibi kullanırsın. Sen kul iken, bir tek şey olan bu dildeki senden acı, tatlı, keder ve sevinç meydana geti-riyorsun ve bu tek şeyi istediğin her şekilde gösteriyorsun. Ben Tanrı olduğum halde asayı, ejderha ve ejderhayı asâ yapmağa kudretim yok mu ve onların melceleri olan, onlan besliyen göğü onların düşmanı yapamaz mıyım? Esasen sonunda bu dünya onların cehennemi olacaktır ve onları yutacaktır. Bir padişah, çavuşlarından birini bir kimsenin kalın için gönderse, çavuş, o kimsenin dostu ise, o kimsenin üzerine bir yılan gibi atılır ve kahır dişleriyle onu yaralar. Çavuş, kahrına gittiği kimsenin, hışmı, akrabası ve herkesten daha yakını olsa bile. padişahın emriyle gittiği için yine onu incitir. Bunun gibi yerin ve göğün parçalarını da benim çavuşlarım olduğunu bil! Görmüyor musun ateş çavuşuma: İbrahim'i koru! diye buyurduğum zaman, ateş İbrahim'e gül ve güllük oldu. Zillet suyuna Firavun ve ona mensup olanlan küçük düşür ve esir et. diye emrettiğim zaman su hepsini ejderha gibi yuttu ve batırdı. Süleyman'ın tahtını taşıyan rüzgâr, Ad kavmi üzerine, belâ ve vebal kesildi ve yer, Karun'u bir lokma gibi yuttu. Cüzleri yardımdan sonra yabancılık, akrabalıktan sonra düşmanlık yapacaklarım, böylece gösteriyorum. Çok büyük olan âlemin vücudunda da âlemin parçalarının bazılarını gösteriyorum ki geri kalanı da buna göre bileler. Kıyamet günü ve haşir, yüz gösterdiği vakitte âlemin bütün parçalarını bir defa daha göstereceğim ki O gün gizli sırlar aşikâr olur13 Görünüşte asanın adı, Musa yanında asâ idi. Gizlide ise, Tanrı'nın katında, onun adı ejderha idi. Bunun gibi yer, gök ve onun en küçük parçalarının surette, bizim indimizde, her birinin bir adı vardır. Fakat gizlide her birinin, Tann indindeki adı nedir? Asayı ejderha göstermek kıyametten bir işarettir. Bahçeden bir deste gül ve bir örnektir. Ağaçlıktan ve ormandan bir dal göstermek gibidir. Bundan gaye, kıyamet ahvaline biraz vakit ol-
(132) Kur'an.Sûre; 99. Âyet: 1-2 .
(133) Kur'an, Sûre: 86 ,Ayet: 9.
81
MAÂRİF
maktır. Meselâ, vücuttaki hastalıklar, elemler ölümden ve yokluk bahçelerinden küçük bir yaprak gibidir. Bununla da ölüm âlemine vâkıf olmaları ve bu az olan acıdan çoğunu, bu azdan çoğun da geleceğini elbette görüyorum, diye anlamaları lâzımdır. Ey Musa! ejderha, tufanı, Ad kavmini mahveden rüzgâr, zelzele, veba ve kıtlık gibi kıyamet eserlerinin, bu az olanlarından bile muhakkak kıyamet gelir. Çünkü bu hastalıklar ölümün elçileridir ve sonunda ölüm gelir. Bu acayip şeyler ve heybetler kıyamet elçileridir. Sonunda kıyamet kopar. Asâ bu kadar gösteriş sizliyle beraber bîr ejderha şeklini aldı, bütün dünyayı kaplamış olan Firavun ve adamlarını yuttu ve yok etti, böylece onlardan öcünü aldı. Bir damla gibi olan asâ böylece korkunç olursa, gök ve yer olan varlık denizi nasıl olmalı? Ey Âdemoğlu! sen şeytanın eğlencesi oldun ve bir gafil gibi, bu gaflet uykusuna daldın ve gaddar, hilekâr, buğday gösterip arpa satan, yüzüne pudra sürmüş, kara yüzlü, kendini sâf ve temiz gösteren ve seviştiğin acuze gibi bir dünyadasın ve orada, cennetliklerin cennette oldukları gibi mutlu ve huzur içindesin. Gözlerini açtığın ve bu gaflet uykusundan uyandığın zaman, bizzat cehennemde olduğunu göreceksin. O halde tane yediğin zamanda ahmak kuş gibi tuzağa düşersin. Evliya, nurlar âleminden bu gaddar âleme, seni bu sakınılması mümkün olmayan ateşten çekmek ve kurtarmak için gelmiştir. Eğer gönlünü bu dünyadan ayırır ve ona daima yabancı kalırsan, bu ateşten çıkmış ve kurtulmuş olursun. Senin imânının alâmeti nedir? sorusuna, büyüklenme ve kendini aldatma evinden çekin mutluluk evi olan âleme meyletmektir, cevabını verdi. Bu cihanda yabancı olup, Tanrı ile Tanrı adamlariyle aşinalık eder, kötü halden iyi hale dönersen, şüphesiz "Abdâlân" zümresinden olursun. Meselâ: Musa ejderhayı asâ sanıp kendisine dayanak yaptı; onu kendi yardımcısı zannetmişti. Halbuki o, tamamen bunun aksine idi. Tann'nın inayet ve fazlı, Musa'ya yoldaş olmasaydı, ejderha O'nu yerdi. Tann'nın emriyle tekrar o ejderha, Musa'nın eünde, asaya döndü. O'nun mucizesi, elçilik ve peygamberlikte de O'nun şahidi oldu. Ve O'nun dinine düşman olanlann, hepsini kahretti, onlardan öç aldı. Bunun gibi kâfir ve müslümandan ibaret olan bu insanlar da bu âlemi, kendi evleri ve kendi kaleleri, kendi sığmakları, dayanaklan ve emin dostları olarak bilirler; fakat gaflet perdesi ortadan kalkınca, bizzat cehennemi görürler ve bundan da onlara cennet görünen bu dünyanın, cehennem ve bu ay yüzlü gencin, ateş huylu bir acuze olduğunu iyice anlarlar. Ahmak bir kuş gibi, sonsuz bir tuzakta kalırlar. Fakat dünya evinde, onun çirkinliğini gören ve yabancı gibi onda tam bir çekingenlikle yaşıyanlar, Tann'nın can ve gönülden kulluğunu, gece gündüz yerine getirirler. Tann'nın fazlından ve inayetlerinden başka sığmakları ve dayanaklan olmaz. Tanrı için insanlarla dostluk ve düşmanlık ederler. Yemek kuvvetiyle onu zikr edebilmek için, yemek yerler. Açlığı da onun için çekerler; çünkü: sevgi de düşmanlık da Tanrı içindir. Tokluk ve nefsin doyması, bir yol kesicidir ki o nefse bir kuvvet verir ve nefsi, itaat eden akla üstün kılar, onu tâat kulluk ve alçak gönüllükten alıkoyar. Meselâ, dünyada padişahın
82
MAÂRİF
kullan ve köleleri çoktur. Padişaha bağlıyız, diye halkla ne dost, ne de düşmandırlar; fakat padişah bir kimseye kızınca köleler de o kimseye kızarlar ve kılıç çekerler, canına kast ederler; bunun aksine olarak padişah, bir kimseden memnun olsa ve onu sevse köleler de ona kölelik ederler; elini, ayağını öperler ve ona gönül verirler. Bunlar mecazi kölelerdir. Çünkü o padişah bunları yaratmamış; can, akıl, fikir, göz ve kulak vermemiştir. Sadece sırf bu isimler, efendilik ve kölelik onlann arasına girmiştir ve onları rızık sebebi de mecaz yoluyla olmuştur. Ok, yay ve kılıç gibi, onun âleti olmaları için böyle bir muhabbet, itaat ve teslim olmalıdır. Zira onu gördükleri zaman, onlarda ne irade, ne istek kalır. Diğerleri de onun gibi olurlar. Dostluk görürlerse dost, düşmanlık görürlerse düşman olurlar. Bunlar böyle olursa, sen o gerçeklik ve doğruluk padişahına ve bu doğru ve hakiki kullara bak, bunların nasd olmaları lâzım! Musa'nın elinde ejderhanın asâ ve ateşin, İbrahim'e gül olması gibi, yann perde kalkınca, cehennemin bizzat bu dünya olduğu anlaşılır. Bununla beraber Tann, onlan yakmaz ve korkutmaz; belki onlar için cennet gibi olur, çünkü böyle kullar padişahla dolu, iyi ve kötü her şeye onun tarafından hareket ederler. Cehennem, padişahın kölesidir ve onun yaptığı bir şeydir. Köle kendi padişahının huzurunda kölelik, küçüklük gösterme, hizmet ve itâattan başka bir şey yapamaz. Nitekim Ulu Tanrı, Musa'ya şöyle buyurmuştu: İlk defa sana elindeki nedir? diye sordum Sen: "Asâ!" dedin. Sana, asâ olmayıp, ejderha olduğunu gösterdim ve tekrar sana bunun faydası nedir ki elinde tutuyorsun? diye sordum Sen: "Hastalık ve yorgunluk zamanımda benim dayanağım ve kamçımdır. Koyunlar dağıldığı ve birbirinden aynldığı zaman, hepsini bu asâ ile toplayıp otlağa ve yeşilliklere doğru sürüyorum; ormandan ve ağaçla dolu dağ yamaçlanndan koyunlar için bununla yaprak düşürüyo-rum" cevabını verdin ve bizzat asanın, asâ olmadığım gördün. Şimdi her bir Firavun'a git ve onu bana çağır, asanın mucizesini ve Yed-i beyzayı, ona göster ki asanın faydalarının senin zannettiğin ve açıkladığın bu şeyler olmadığını bilmesin. Bu asanın, ölümsüz ve sonsuz, büyük faydalan vardır. Bunun yanında fâni dünyanın kıymeti olur ki bir kimse ona "fayda" desin ve onu fayda olarak bilsin!
Beyit:
(Dünyada bulunan şeylerin ne kıymeti var ki sen onunla kafanı yoruyorsun?)
Beyit:
(Aşkın cevelanı önünde, yüzbinlerce böyle yer ve gök dar gelir.)
Asâ dediğin nedir? Bu asâ, bir güneştir ve dünya ondan aydınlanır; onun pardtısından ve nurundan dünyada karanlık kalmaz. Onun varlığıyla çirkin güzelden, istenmeyen istenilenden, sevilmiyen sevilenden, nakit kalptan, aslan köpekten aynlır. Belki o yere inmiş göksel bir terazidir.
83
maârif
Gökyüzünü O yükseklere kaldırdı, ölçüyü O kurdu 134,Her ne kadar gok yüksek ise de, terazi ondan daha yüksektir. Fakat doğruluğu meydana koymak, doğruyu eğriden, ağırı hafiften, ölüyü diriden, gülü dikenden, kendine tapanı Tanrı'ya tapandan, ölümlüyü ölümsüzden, vefalıyı cefacı-dan, yere mensup olanları göğe mensup olanlardan, bu evrene mensup olanları, o evrene mensup olanlardan ayırmak için alçak gönüllülük ve sa-natlariyle yere inmiştir. Bu evrene mensup olanları, o evrene mensup eder. Kötü gözlü, düşük bir kimseyi üstün ve beğenilen bir insan yapar. Fira-vun'u ve adamlarını suya batırır ve onun zamanında, onun sıkıntısını çeken Beni İsrailliler gururlarından nankörlük etmelerinin ve bu nimet bolluğunda "soğan, sarımsak istiyoruz"135demelerini ister. Belki bu asâ, mutluluk iksiridir. Çünkü yüzbinlerce nasipsiz fakiri, tam bir nasip ve mutluluğa kavuşturur. Bilgisizlik bakırını, bilgi yapar ve kâfirlik sertliğini, yumuşaklığa çevirir. Eğer dünya ve gökler, yerler hepsi kâğıt, nehirler ve denizler mürekkep, bağlar, ağaçlar ve ormanlar da kaleni olsa ve bunların hepsi yazdsa yine de asanın faydalarından tek bir sır yazılmış, anlatılmış olmaz. O halde ey Musa! sen, asanın faydasını, o kadar biliyordun ki, o kadarı, kader ilminde, mikdanndan fazlaydı. Ve Kadir Gecesi gibi uğurlu ve kutlu idi. İşi yapan biz olduğumuz için, her şeyin faydasını da biz biliriz. Size, işinizin meydana geleceği kadar, ondan bir parça gösterdik;bu şekilde, ihtiyacınız karşılanır ve bizim elimizden tamamen nasipsiz kalmazsınız.
Hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri yanımızda bulunmasın; biz onu ancak muayyen ölçü dairesinde göndeririz,136 buraya bu birazı, çoğunu istemen için gönderdik; küçük çocuklar, demetle ot alıp kuzunun önüne bırakırlar. Kuzu ondan bir parça yiyinceye kadar çocuk da kendi işlerine döner. Kuzu ota tamah ederek tekrar yemek için çocuğun arkasından koşar. Bunun gibi şahine etten bir iki lokma tattırırlar; avlamak istedikleri kuş uzaktan uçarken, şahini bırakırlar. Şahin, yemiş olduğu bir iki lokma ete tamah ederek kuşa doğru uçar. Binaenaleyh Ulu Tanrı sana da gökte-kilerin ve meleklerin yiyeceklerinden bir kaç tane gönderdi ki bu ilim ve bilgidir. Eğer sen göğe mensup olursan, böyle bir yiyeceğin isteyicisi olursun; ondan ilmin ve bilgin artar. Eğer yere mensup ve yerde bitmişsen, hayvanlık yemi yemişsen, daima bu toprağın lokmasını istersin. Çünkü sen, topraktan yetiştin ve lokma da topraktan bitmiştir. Artması, büyümesi için toprak, toprağı yiyor. Cins, kendi cinsiyle artar ve kuvvet bulur. Su, sudan, ateş, ateşten, rüzgâr rüzgârdan, temiz temizden artar. Eğer temizlerin aslından isen, temiz şeyleri istersin ve o ilimdir. Eğer toprağa mensup olanlardan isen, suret ve cisim olan toprağı ararsın. İnsanlardan, elbiselerden ibaret olan şekillerin hepsi, her birine ayrı ayrı şekiller ve renkler verilmiş bir tek topraktandır. Fakat bilgisizler ve çocuklar onu topraktan ayn bilirler. Meselâ hamurdan aslan, deve, ktfş \z türlü türlü oyuncakla!
(134) Kur'an, Sûre 55, Âyet: 6.
(135) Sarımsak, mercimek ve soğan, (Kur'an, Sûre: 2, Âyet: 58)
(136) Kur'an, Sûre: 15, Ayet: 21
84
maârif
yaparlar. Çocuklar bunları ekmekten daha pahalı olarak satın alırlar ve "Benim devem, kuşum!" diye üzerine titrerler. Fakat onu yedikleri zaman, yine ekmek olur. Develik, onun üzerinde iğreti olarak ve mecazi bir şekilde mevcuttur. Bunun gibi kadın, erkek, Türk , Hintli, uzun kısa, kırmızı, sarı, yiyecek, giyecek gibi nakışların hepsi, bir topraktandır. Çünkü, aynı topraktan bitmiştir. Sonunda yine toprağa döner, gömülür ve hepsi baştan başa toprak olurlar. O geçici renkler ve şekiller yok olur. O halde her kim, yemek, uyumak kaydında ise temiz kimselerin yanında bigâne ve yeteneksizdir. Her kim bilgi ve hikmet ister ise ki: hikmet her hâkimin bir yitiği gibidir; hiç şüphe yok ki o, ilâhîdir ve kendi aslına ulaşması için o dünyanın temiz bir parçası olan kendi asli yiyeceği etrafında dolaşır. Çünkü, "Her şey aslına döner" hükmünce sonunda aslî yiyeceğine yönelmiş olur, artar ve aslına ulaşır.
Şiir:
(Vücudu besleme, çünkü vücut bir kurbandır. Gönlü besle, gönül yükseklere gider. Bu nurdan vücuda tatlı ve yağlı şeyleri az ver. Vücudunu beşliye rüsva olur. Hikmetin yağlı ve tatlı yiyeceklerini ruha ver ki kuvvetlensin ve o yücelik âlemine kavuşsun. Hikmet, sana şeyh Salâhaddin'den gelir; Çünkü o, güneş gibi tek bir varlıktır.)
İnsanda yere ve göğe ait her iki vasıf da mevcuttur. Bu sıfatlardan hangisi ona galip gelirse onu, o sıfatla çağırırlar. Onda bulunan diğer mağlup unsur, zayıf ve az olduğundan, ona bir kıymet vermezler ve onu hesaba katmazlar. Meselâ, gümüşün içinde birazcık bakır olduğu zaman ona, yine gümüş derler, kalp saymazlar. Bakır fazla olduğu zaman da ona gümüş demezler; belki değeri bir paradan daha az olur. Çünkü melek olmadı ki göksel sayılsuı; hayvan da değildir ki yük taşıyıp insanlara faydası dokunsun. Zira Onjar hayvanlar gibi, belki daha kötüdürler. Tereddüt ve şaşkınlık içindedirler. Ne bunlardandır, nede onlardan137buyrulmuştur.
Rivayet ederler ki: Bir ceylânla, bir kurt evlenmişler ve bir çocukları olmuş. Müftüye: "Bunu kurt mu sayalım,'yoksa ceylân mı? Onu kurt olarak kabul etsek, eti haram ve murdar olur, ceylân desek helâl olur. Bunu hangisinden sayalım ve adını ne koyalım? Tereddütte kaldık" diye sordular. Maharetli müftü, şöyle fetva verdi: "Bunun hükmü mutlak değil, mufassaldır. Yavrunun önüne bir demet ot ve biraz kemik koyunuz. Eğer kemiğe meylederse kurttur ve eti haram olur. Yok eğer ota meylederse ceylândır ve onu eti ceylân eti gibi helâldir." Bunun gibi Ulu Tanrı, bu dünyayı, bu dünya ile, yeri, gök ile karıştırdı, birleştirdi. Biz, bu her ikisinin çocuklarıyız. Eğer ilme meyleder ve kuvvetimiz ilim ve hikmet olursa göksel ve helâl oluruz. Eğer yemeğe, uykuya ve cihanın nimetlerine, giyeceklerine meyledersek hayvan'ı ve yere âit oluruz. Makamımız yüceliklerin yüceliği değil, cehennemin dibi olur.
(137) Kur'an, Sûre: 4, Âyet: 142.
MAÂRİF
Nazım:
(Eğer sen, madendeki cevhere talibsen, sen de o madendensin. Yok eğer bir lokma ekmeğe talibsen, ekmeğin mensup olduğu toprağa mensup olursun. Eğer bu nükte ve remzi bilirsen aradığın şeyin sen olduğunu anlarsın)
İ i
Beyit:
(Ey altın parçası! Sevin, oyna ki sen aslında bir altın madenindensin. JHer neyi araşan bil ki o şeyin ayju^nO
FASIL: 21- Ulu Tanrı ruhları, bedenlerden altı yüz bin yıl önce yaratmıştır. Ruhlar bedenlerden evvel, Tann'nın rahmet denizinde kalıyorlardı. Cisimsel bir külfet üzerlerinde olmadan, o denizde bahk gibi yaşadılar. Ulu Tann ruhlara: Ben sizin Tamınız değil miyim?138diye sorunca: Evet! cevabını verdiler 139,
Ruhların söylediği o "evetler" de ayrılıklar vardı. Bazısında renk vardı ve evetten evete pek çok fark bulunuyordu Bazısı hâlis, bazısı hâlisin hâ-. lisi idi Ulu Tann, iyi ve kötü, yüksek ve alçağın birbirleriyle kanşmış olmalarını beraber görünmelerini ve aym mertebede bulunmalarını yerinde görmedi ve buyurdu ki: "Hepiniz bir dille evet! diye iddia ettiğinizden, nakit ve kalpın belli olması, safla kanşığın ayrılması için sizi, bu can ve gönül âleminden, su ve çamur âlemine göndereceğim."
Bir attann dükkânında, bir bakla tanesi hurma tablasına düşse veya birkaç hurma bakla tablasına karışsa, attar derhal onları biribirinden ayırır ve her taneyi kendi cinsi arasına kor. Çünkü her şey kendi ashna döner.
Mesnevi:
(Attann önündeki tablalara bak, her cinsi kendi cinsiyle yakınlaştırmış ve cinsler cinsleriyle kanşmış, bu tecanüsten bir süs meydana gelmiş. Eğer onu öd ağacı ve şeker ile karıştırırlarsa hepsini birer birer ayırır. Tablalar kırıldı ve canlar döküldü, iyi ve kötü de birbirine kanştı.)
Tann taneleri seçmeleri için, peygamberleri, birer kitapla gönderdi.
Bu teraziyi ve temziy kabiliyetini, attara, Tann vermiştir. Çünkü hurmanın, bakla arasında, baklanın da hurma arasında bulunmasım doğru bulmaz. Böyle olduğu halde kalp ve naktin, iyi ve kötünün karışmış olmasını nasıl reva görür? Tann imtihan için ruhlara şöyle buyurdu 140,Ey ruhlar! hepiniz bu rahmet denizinden, zahmetlerle dolu su ve çamur dünyasına gidiniz ki, böylece her birinizin derece ve kıymeti belli olsun ve her birinizin mertebe ve makamı aynisin. Sadıkla münafık, lâyıkla lâyık olmayan meydana çıksın.
Sizi bu su ve toprak halinde bir müddet bırakır ve dünyanın türlü türlü tath tanelerini siz ruh kuşlannın önüne dökerim. Bundan soma, her kim
(138i Kur'an.Sûre: 7, Âyet: 171
(139İ Kur'an)ûre: 7, Ayet: 171 .
lUO) Hepiniz buradan inin. (Kur'an, Sure: 2, Ayet: 36)
86
MAÂRİF
bunlarla meşgul olursa ve bu sözleşmeyi, dâvayı ve mâna hayatım unutursa onun "evet" lerinin halis olmadığı belli olur. Dünya lezzetleri ile aldan-mıyan, onlara baş eğmiyen ve bu dünyada bir türlü rahat edemiyen kimsenin, halis olduğu herkesçe bilinir. Tanrı, kalp ve naktin meydana çıkması için bu dünyayı "evet" 1er mihengi yaptı. Nakit olan, tekrar ilk hazinesine döner ve kalp olan da yer altında hakir bir sekide kalır. Cinsi kendi cinsi ile toplamamız adalettir.
Tanrı, cinsi cinse sevkeden bir hükümdardır.
Tanrı'nın melekleri sayısızdır. Her bir melek, bir işle meşguldür. Birinin işi, öbürününkine benzemez. Sağ taraftaki melekler hayırlı işleri, sol taraftakiler ise kötü işleri yazarlar. Bazısı arşı taşır, bazısı kürsiyi. Bir kısmı levhi okurlar, bir kısmı insanları belâlardan korurlar. Bir kısmı doğru iş görenlere, doğru olanlara ve cömertlere dua, hasislere beddua ederler. Zira: Tann her cömerdi, cömertliğine göre mükâfatlandırır, her hasisi de zararla cezalandırır (H.) buyrulmuştur.
Bunun gibi, Tanrı'nın sayısız ve türlü türlü işleriyle meşguldürler. Her birinin bir işi vardır. Bir kısmının da işi, bir cinsi, kendi cinsine kavuşturmaktır. Deveyi, at sürüsü içinde bırakmayıp deve sürüsüne katarlar. Aym şekilde atı da deve sürüsünde bırakmayarak at sürüsüne dâhil ederler. Sadıkları, kâzipler arasında bırakmaz ve derhal sadıklar arasına korlar. Kâzip-leri de sadıklar arasında bırakmayıp derhal kâziplere katarlar. Meleklik niteliksizdir, mânevidir. Herkesin tabiatında can gibi gizlidir. Cinsi olmıyan-dan kaçıp, kendi cinsine gider. Bunun gibi Ulu Tanrı'nın yolları ezelden böyle idi. Mel'un şeytan, asbnda kâfirler ve münkirlerden olduğundan, Tann meleklerin sırasında olmasını, onlarla beraber oturmasını ve karışmasını, dost olmasını reva görmedi. Âdem'i su ve topraktan yaratarak O'nda kendi sımnı gizledi. Sonra Adem'e secde ediniz diye emretti. İblis yalancı olduğundan ve dış görünüşü, kabuğu, şekli ona galip geldiğinden, görüşü toprak üzerine çevrildi. Onu topraktan yarattın 141 dedi. Melekler mânâ ehli olduklanndan onlann görüşü, mânaya çevrildi. Can ve gönülden secde ettiler. Böylece Tanrı'larını kaybetmediler. Meselâ, bir kimse suya aşık olsa ve suyu çok içse, hattâ hayatı sudan olsa, suyu ne şekilde görürse görsün, derhal tamr. Testinin, bardağın değişimi olmasına rağmen, suyu tanır ve kaybetmez. Ama suyu tanimıyan ve ka-"îna tapan bir kimse, her ne kadar suya olan bağbhğını iddia etse ve susuzum dese de ona başka bir kabla su verdikleri zaman, yüzünü çevirir ve suyu kabul etmez, içmez. Nitekim bu hareketiyle suya değil, testiye yaptığı ve suyla aşinalığı olmadığı, herkese belli olur. Meleklerin cinsinden olmı-yan İblis, Âdem'in yüzünden meleklerden aynldı. Çünkü tortunun, sâf olan şeyle kanşması doğru olmaz. Tortunun temiz ve sâf olandan aynlma-sı için sulan, sütleri ve şerbetleri süzmezler mi? Bir şeyin tortusu ve safi, siyahla beyaz gibi birbirlerinin zıddıdır. Tortuyu atar, sâf olanı içerler. Bu-
(141) Kur'an, Sûre: 7, Âyet: 11.
MAÂRİF
nun gibi deniz dahi kendi cüzlerine gizlenmiş ve karışmış olan tortuyu, ya" ni köpükleri, kendisinden ayırarak sâf, halis ve tortusuz kalmak için durmadan köpürür. Çünkü bir cinsten ayrı olan o, cins arasında yabancı kalu"-Bunun örnekleri çok incelenmeğe bağlıdır. Ulu Tanrı, kulunu aydın, gö~ nüllü ve uyanık, gözü açık olarak tutarsa, kullar bu âlemde bulunan büt«** eşyanın, kendi cinslerinden olmıyanlardan aynlnıak için çalışmakta
,,x_„__„İ,4n **ia..1,Pimi"- K---1-- -
ve
irler Bunlar hepsi kemale ermek lezzetini J & uğraşmakta ^^Za^v Yalnız, bu faaliyet, başka başka şekille»" mak için bu ^^Ztd olan kimseler bunu ancak bazı şeylerde).rg görünür. Temiz kalbh ve ap ^ ^ daha fazlasml muşahede edebi»
şanade edebilirler Daha aıın^ bu m&nayı gömrler Q denizden a/* ler. Daha kâmil 0İ^a^köpürmededir. Çünkü deniz, köpüğü dışarı a* lan köpük, yıneçaTş" daha bir mikdar sâf su vardır. İşte bu sâf suyun p-*jj ğı zaman, bu k°PuK* . tortudan ayrılmak ve her bir parçanın çaları, beraber ^™r~Bunu„ sonu yoktur. Açıklamaya
ve dile b&n
aslına dönmesini ısıen ı. fazlası gelmez.
Beyit: ^ ^ dae bundan fazlası sığamaz. Tann'nın vasfı ise t)utt* bunlann dışındadır.)
i i ^ dönelim- Âdem'in peygamberliği kararlasın Ve Âdem T^kSsSe"decegi yer olunca, mukallit ve nJ££^*P£ " SSSSa secde e"!!^23İ^ gönül ffi
T ' ^fbir tanınmalarını reva görmedi. Peygamberin varlıjhnm itÛİ^'V malarl- I^ve kalpın zahir olmaması muhakkiki ^3^ayf * , ğİ ÜZen" baskabir dil ve başka bir şekilde başka bir *ey&r^%â*(*\
peygamberliğin ^^^er devirde bu açddaSSS\l* Hatem'1^ biyyâ'mn imanına kadar J*^.^ zuhurundan8^ feff/aV^
¦Süt SES*"buyrulduğu gibi ^^eSSSV
kötü birdiler.
Mesnevi: hanimiz eşit idik. Kimse bizim ai*"
(Onlardan önce biz hepimiz ş zun ıyı ve ^ ^ ^
muzu ««-^^JTS&t ve bu cihanda^^yin
du
(142) Kur'an,Sûre:2,Âyct:309 88
MAÂRİF
Mustafa, (Tanrı'nın selâm ve salâtı O'nun üzerine olsun) ortaya çıkınca, bir tek ümmet kalmadan birbirlerinden ayrıldılar. Çünkü O'nun vücudu bir mihenk idi. Kalpı, altından ayırdı ve şaddık, zındıktan ayrıldı. Belki Peygamber, zeval bulmaz bir güneş ve o cihanın kandili idi. Evren, onun varlığı olmadan, karanlık bir gece idi. Çünkü hayvanlık âlemi, karanlıktır. Peygamber olmadan hiç kimse, Tann yolunda yürüyemez. Karanlıkta yol nasıl belli olur, iyi kötüden nasıl ayırt edilir, siyah beyazdan nasıl ayrılır?
Kimin yüzü ağaracağı, kiminin yüzü kararacağı gün, 143 ak yüzün, kara yüzden belli olması, kıyamet alâmetidir. O halde peygamberlerin vücudu kıyamettir. Çünkü ak ve kara yüz, onlann yüzlerinin güneşi ile zahir olur. O aklık ve karalık, peygamberlerin ve evliyanın gözünde gün gibi aşikârdır. Gerçek ve doğru müminlerin gözünde, Peygamberin vücudu kıyamettir. Çünkü onlar yann kıyamette ne olacağım, bugün peşinen görürler. Gaflet perdesini önceden yırttıkları için muhakkak ki onların gözünde hiçbir şey gizlenmiş değildir. O, umumun kıyametine, şu sebepten kıyamet derler ki kâfirlerin makamı ve sığınağı olan dünya kalmadığı zaman, hiç şüphe yok ki onların gaflet perdesi de yırtılmış olur. Kendi yüz karalarını açıkça görürler. Kıyamet. Tanrı ve Tann'nın şaşılacak şeyleri ortada yok değü, bilâkis göz önündedir. İnsana boynundaki damarından daha yakındır. Fakat görmeğe mâni olan şey, o gaflet perdesidir. Her kim bu gaflet perdesinden dışan çıkarsa, onun kıyameti zahir olur. Kim ölürse, onun kıyameti kopmuştur. (H.). Her kim beşeri ve hayvanı sıfatlardan ve nefs-i kâfirin tabiatından ölmüş ve yok olmuşsa onun kıyameti kopmuş ve aşikâr olmuştur. Kıyamet, gaflet perdesinden, benlikten kurtulmaktan ve Tann'nın kemal güneşini müşahede etmekten ibarettir. Peygamberin vücudu kıyamettir Her kim onun vücudu ile kıyameti bekler ve ya kıyameti ondan ayrı bilirse şaşı olur; biri, iki görür; birlikten uzak ve bigâne kalır. O kıyamet dahi bu aynı şekil, aynı güzellik ve aynı parlaklık olacaktır. Bundan başka bir şey olmıyacaktır. Tanrı ve Tann'nın nuru iki değildir, ıkı olmaz ve olamaz da İlk ve son bir olur O "bir" yegâneyi kendisine çekmek ve yalancıyı uzaklaştırmak için her bir şeküde yüz gösterir ve gözetler.
Mesnevi:
(Tamı, o güne, kıyamet dedi ki o gün sarı. ve kırmızı yüzleri meydana Çıkartır. Gerçekte asıl gün. o evliyanın sırrıdır ki gün, onların güneşinin yanında gölgedir.
Âlemin varlığı, bigânenin, yegâneden; kalpın nakıtten, tortunun saltan ayrılması için çalışmakta ve kaynamaktadır. Sır gözüyle baktığın zaman, her birinin kendi aslına kavuşması için bütün âlemin bu çalışmada ve coşmada olduğunu görürsün.
(143) Kur'an, Sûre: 3, Âyct:102
89
MAÂRİF
Mesnevi:
(İyi şeyler iyilere, kötü şeyler de kötülere doğru giderler. Acı hiç şüphe yok ki acıya katıhr. Bâtıl hakka nasıl yakın olur? Sen cennetin bir parçası isen aklını başına al! Çünkü parça, bütününe doğru gider ve onda karar kılar. Ey mutlu insan! Eğer sen cennet parçası isen, senin ayş ve nuşun da cennet gibi ebedî olur.)
FASIL: 22- Arza, salih kulların vâris olurlar 144, Müfessirler bu âyeti şöyle tefsir etmişlerdir: Her kim, bu dünyada zulmetmeyip herkesin hakkını teslim eder, doğrulukla çalışır, perhizkârhğı ön plânda tutar, iyilik veya kötülük olarak yaptığı her işi, Tanrı'nın rızasına uygun olarak yapar ve yeryüzünde Tanrı'nın kulluğunu yerine getirirse, dünya o kimseye kalır ve bu gibi kimseler ölümsüz olurlar.
Bu anlamı doğrulamak için Kur'an'da: İnsanlara faydası olan, yeryüzünde kalır145 buyrulmuştur. Her kimin vücudunda huzur bulunur ve insanlar ondan faydalanır, ondan razı ve memnun olurlarsa, onun ömrü uzar ve yeryüzünde uzun müddet kalır. Ahlâksızlar, fitneler, hiçbir işe yaramıyanlar, azgınlar ve zalimler, her ne kadar görünürde dünyaya hâkim olurlarsa da, payidar kalamazlar. Dünya, derhal onların elinden çıkıp dindar, salahiyetli ve her işe yarıyan kimselerin eline geçer. Gerçekte bu mülkü hak etmiş olanlar onlardır. Çünkü Ulu Tanrı bu âlemi, yeri ve göğü peygamberler velîler, abdallar, sâlihler ve âbidler için yaratmıştır.
146 Tanrı: "Ben, insanı ve periyi, bu cihanda bana kulluk etmeleri ye benim nimetimin şükrünü yerine getirmeleri için yarattım" buyurmuştur.
Binaenaleyh bu peygamberler, velîler, müminler, abdallardan başka her kim, bu mülki istilâ eder ve kendi malı olarak kabul ederse o, gasıp sayılır. Mal, hırsızın ve gasıbın elinde iğretidir. Sonunda gerçek sahibine ve onu hak etmiş olana geçecek, ebediyen onda kalacaktır.
Yer, Tanrı'nın yarattığı bir şeydir ve peygamberler âbidler için yaratılmıştır. Bu yerin mirası da onun toprak ve sudan oluşan çocuklarına değil, onların çocuklarına ve akrabalarına geçer. Çünkü su ve toprak oğullan, birbirlerine akraba değil, hattâ akreptirler; bunlann yokluğu varlıklarından daha iyidir. Bir yara, bir çıban insanın vücudundan çıkmış olmasına rağmen, o insana yabancılardan daha yabancıdır. Çünkü, hiçbir zaman, yabancılardan bundan iğrendiğin, ürktüğün ve kaçtığın kadar ürkmez ve kaçmazsın. Böyle bir yaradan, yakından kurtulmak için duyduğun endişeyi, yabancılardan kurtulmak için duyamazsın. Gece gündüz, bu yaranın geçmesi için çektiğin ıstırabı bir yabancı için çekmezsin. Bu ağır bir yük hattâ bir dağ gibi gönlüne baskı yapar. Bu hususta, O senin ehlinden değildir, çünkü onun özü bozuk, yaptığı iş kötü idi147 buyrulmuştur.
(144) Kur'an.Sûre: 21, Âyet: 105, 1145) Kur'a^Sûre: 13, Ayet: 18,
(146) Ben cinleri ve insanları da ancak bana kulluk etsinler dive varattım. (Kur'an, Sûre: 51; Ayet : 56)
(147) Kur'anySûre: 11, Âyet: 48 .
MAÂRİF
du. Sıra Nuh'un oğluna gelince Nuh:148"Benim oğlum, benim yakmlanm-dandır, benim bir parçamdır, hattâ ciğerimin bir parçasıdır. Senin vadin doğrudur, yalandan arınmış ve temizdir. Fakat: "Belâ tufanının senin ve ehlinin, akrabalarının üzerine tesiri ve hükmü olmaz; sana ve kavmine bir zarar vermez" diye buyurmamış mı idin? Oğul akrabanın en iyisi ve en yakınıdır. İşte tufan dalgası O'nu sardı" diye, Tanrısına bağırdı. Ulu Tamı cevap olarak, 149 buyurdu ki: "O senin ehlinden ve akrabandan değildir. Görmüyor musun? ki sen beyazsın, o siyah; sen iyisin, o bozulmuş; sen se-vapkârsın, o günahkârdır. O şeytanın malıdır. Sen Tanrınınsın. O karanlıktır, sen nursun. Sen yakınsın, o uzaktır. Sen göğe mensupsun, o yere mensuptur. Sen bakisin, o fânidir. Sen hakikîsin, o hayaldir. Sen temiz ve sâf bir cansın, o kaskatı bir topraktır. Su ve toprağın çocukları yabancı, can ve gönül çocuğu yakın ve dost olur. Bu can ve gönül çocuğu, seninle ay m renk, aynı ahenk, aym zekâ ve aym ilimdedir. Senin canına uygun ve arkadaştır. Senden ayrı değil, hattâ senin aynındır.
Beyit:
(Denizin suyu, her nerede olursa olsun yine denizden sayılır.Çünkü, sonunda denize döner. Bu devir şüpheden uzaktır.)
Gerçek çocuklar, ilâhı mülkün vârisleridir. Can ve gönül çocukları, mânevi çocuklardır. Maddi, yani su ve toprak çocukları değildir. Çünkü su ve toprak, azizler üzerinde dahi muvakkaten bulunur. Bu dünyada birkaç gün o âletle hizmet eder ve işlerini yerine getirirler.
Meselâ bir padişah, kölelerinden birini bahçe temizlemeğe gönderirken, bunu yapması için eline bir kazma veya bir kürek verir. Savaşmaya gönderirken de kölenin âleti, ok ve yaydır. Eğlence meclisine yollarken ise, meclisin onunla mâmur ve mesrur olması için, eline meze, şişe ve kadeh verir. Çünkü her işin bir âleti vardır.
Bunun gibi deri, et, kemik ve kandan mürekkep ve altı yönden mevsûm olan insanın dış görünüşü de Tann'nın, o insanın ruhuna vermiş olduğu, bir âlettir. Bu âlemde, ancak o âlet vasıtasiyle elinden bir şey gelir, öldükten sonra, öbür âleme gidince, ruhuna oraya lâyık olabilen başka bir âlet verirler. Su ve toprak sureti, yani bu kalıp, birkaç gün için ödünç olarak verilmiş bir âlettir. Sonunda atdacak ve serbest bırakılacaktır. Onun neticelerinden biri olan su ve toprağın çocukları da yabancı olurlar ve atılırlar. Aslı sığmazsa teferruatı nasıl sığabilir?
Ulu Tann bu iş yüzünden peygamberlerin, abdallann, âbidlerin su ve topraktan ibaret olan şekillerinden, kâfirler ve münkirler ve buna aykırı olarak da kâfir ve münkirlerden peygamberler, abdallar, âbidler zuhur ettirir. Zira, diriyi ölüden, ölüyü diriden çıkarır150buyrulmuştur. Bunun gibi,
(148) Oğlum benim öz ailemden dir. Senin sözün, en doğru sözdür. (Kur'an,Sûre: lî, Âyet: 47). 149i O senin ailenden değildir, çünkü onun işlediği iş kötü idi. (Kur'an, Sûre: 11, Âyet: 48). (150) Kur'an.Sure: 30, Ayet: 18.

MAÂRİF
Nuh (O'na selâm olsun) zamanında, düşmanları ve yabancıları cezalaıi\ dırmak için bir belâ ortaya çıktı. Bu belâ tufanı, düşmanların hepsini bogv kara geceden, ak ve ak geceden kara geceyi meydana getirir151.
Gamın özünden neş'e ve neş'enin ta kendisinden de gam çıkar.
Mısra:
(Memnunluk, kederin ve keder de üzüntünün arkasındadır.)
Sıkıntıdan ferahlık ve ferahlıktan sıkıntı meydana getirir. Bütün bunlar, sebeplerin işe yaramaz âletler olduğunu ve hiçbir faaliyette bulunamadıklarını, yalnız Tanrı'nm fâal ve yeterli olduğunu bilmeleri içindir . Cins, âletten doğmaz. Tanrı'nın irâdesinden doğar. Bu âletlerden, siyah ve beyaz kuşlar meydana getirir, Beyazla beyaz, aynı cinstir. Siyahın da aynı cinsi, ancak siyah olabilen şeylerdir. Sebeplerin orada bir müdahalesi, iddiası ve hükmü olamaz. Tanrı'nın irâde ve arzusundan ibaret ve sebeplerin dışında olan her şey, aynı asıldandır. Bir kısmı Tanrı'nm kahırlarının, bir kısmı da lutûflarımn vasfıdır. Lutûf, lutûfla, kahır da kahırla bir arada bulunabilir. Lâtiflerin mirası, lâtiflere intikal eder. Çünkü onlar, can ve gönülden akrabadırlar. Kesiflerin mirası da kesiflere düşer. Zira bunlar da su ve toprak bakmandan akrabadırlar.
Bu dünya hayatında onların maişetlerini aralarında dağıtan, birini diğerine iş gördürmek için birinin derecesini ötekinden üstün kılan biziz 152.Bu-yunılduğu veçhile, iki şeyden her birinin kısmeti şu şekilde olur: Biri taş, biri yakut, biri bal, biri zehir, biri gül, biri bülbül, biri nur, biri nâr (ateş) olur. Biri yâr, biri miâr (yılan) olur. Nitekim Tanrı'nın yerinin mirası da peygamberlerin ve tanınmış insanların mânevi çocuklarına kabr. Onlardan başkaları için bu, geçici ve ariyettir. Bu miras, salâh ehli üzerine kurulur ve payidardır. Meselâ Firavun mahvoldu ve mülkü Musa'ya ve Beni İsrail'e kaldı. Lût'un kavmi, Hûd ve Semûd, Sebâ ehli hepsi mahvoldular. Mülkleri salih kullara kaldı. Bunun gibi Halil (Selâm ona olsun) zamanında da Nem-rud helak olarak, mülkü Halil'e kaldı.
Mustafa (selâm O'na olsun) ve Sahabe, kâfirleri öldürdüler; onların kale-mni, şehirlerini zaptettiler. Kâfirlerin sahipleri oldukları ve zorla gasbet-tı deri bir mülk, onlara miras olarak intikal etmez. Sonunda onların can ve ;|ö tül oğullarına geçer. İşte yedi yüz seneden beri o miras, müminlere âbidlere, doğrulara kalmıştır. Binaenaleyh her kini salih, âbid/yüzü Tanrı'ya ve arkası yanlışa çevrilmişse o, can ve gönül oğludur. İşte onların gerçek ve doğru akrabaları bunlarda. Her ne kadar görünüşte Irak'lı ve Horasanlı iseler de, yeryüzü mülkü onlarındır. Beyit:
(Her ne kadar Bağdat'tan, Herat'tan yahut Rey'den iseler de, gerçekte
(151) Kur'an, Sûre: 3, Âyet: 26.
(152) Kur'an.Sûre.' 43, Ayet: 31.
MAÂRİF
su ve toprak karışmaksızm onun soyundandırlar.)
Bu sıfatı taşımayanlar, bu mülkün gasıbı olurlar. Mülk onlarda iğretidir. Hem kolaylıkla, Tann'nın fazh onu, onlardan geri alır ve buna müstehak olanlara verir. Onların orada yediklerini ve haksız olarak beraberlerinde bulundurduklarını Tann, ecel kılıcı ile ve cehennemin türlü türlü azap ve iş-kencesiyle, binlerce mislini, onlardan geri alır. Bununla beraber, yine de yakalarını kurtarmayıp cehennemin ebedî azabında kalırlar. Kâfirler ve münkirler, bu zaran, ziyanı, sonsuz belâ ve azabı gördükleri vakitte: ^hasretle "Keski başka topraklar gibi ben de toprak olsaydım; Tanrı beni ya-ratmasaydı. Gerçi sonsuz rahattan ve ölümsüz hayattan mahrum olurdum; fakat başka toprak gibi bağımsız olur ve bu sonsuz belâya ve zahmete düşmezdim" derler.
Müfessir, yeryüzüne salih kullarım vâris olur154 âyetini bizim gibi: Yeryüzü mülküne, sâlihler ve âbidler vâris olurlar ve bu mülk onların elinde ebedî olarak kalır, tarzında tefsir etmişlerdir. Her ne kadar bu mâna, güzel makbul ve bir çok ilmi faideleri toplamış ise de bunun, Tann'nın has ve seçkin kullarının anlıyabileceği bir mânası daha vardır. Yeryüzünün, salibin malı olmamasına, onda salihin pek az nasibi bulunmasına, salih olmı-yan ehl-i bâtılın bu dünya mülkünü ellerine geçirmiş ve istedikleri gibi yaşamış olmalarına rağmen, hakikatte yeryüzü mülkü, bu salih dervişindir. Görünüşte dünya mülkünün, onun tasarrufu altında bulunup bulunmamasının hiçbir önemi yoktur. Meselâ Hazret-i Süleyman, bütün yeryüzüne hâkimdi. Öbür peygamberlerin ise yiyecek ekmekleri yoktu. Onlar ev ve barktan mahrumdurlar. Acizlikten, zayıflıktan, kimsesizlikten, kâfirler kuvvetleriyle, bunlara galip geldiler; Peygamberleri haksız yere öldürdüler-di155 buyrulduğu gibi, onları öldürdüler. Mansur-u Hallaç gibi bazılarını astılar; bazılarını da binbir türlü hakaretle şehirlerden sürdüler. Bununla beraber ister fakir ister zengin olsunlar, onlar gene yeryüzünün vânslendırler. Çünkü, Dünya ahretin tarlasıdır (H.). Toprak, ekip biçmek içindir. Ona sahip olanlar bu işi yapmaktan âciz iseler, Tann onlara, ekip biçme tevfi-kini ihsan etmemişse, o toprak hakikatte onlara verilmemiş sayılır. Meselâ bir emir, bir sahrada herhangi bir adama bir arazi vermiş olsa, verdikten sonra da köylülerine: "O adamı orada çalışmağa bırakmayın veya orada, kendisine menfaat sağlıyacak bir surette ekmesine meydan vermeyin; fakat o arazide bulunan kuyuya veya hendeğe baş aşağı düşer, boynu ve kemikleri kınhrsa onu böyle bir işten men etmeyin. Aynı şeküde eğer o arazinin bir köşesinde yılanlı, akrepli bir yer olsa, bu adam talihsizliğinden orasını oturmak için seçse ve nihayet yılanların yemi olsa, buna da mâni olmayın" diye emir verse, hiçbir akıllı insan: "Emîr bu yeri o adama bağışladı" demez. Belki herkes: "Emir bu adama bir ceza olmak için orasını
(153) Kur'an^Sûrc; 21, Âyet: 105,
(154) Keşke toprak olsaydım. (Kur'an Sûre: 78, Â yet: 41).
(155) Kur'an.SÛre: 2. Âyet: 58. '
93
MAÂRİF
vermiştir, onu bu arazide hapsetmiş, birçok kayıtlar altına almıştır" der-Bu bakımdan bu dünyada, kötü bir iş işliyen ve nefsine uyan kimseler de? tıpkı buna benzerler. Kendileri için bir kuyu kazar, yahut bir kuyuya dü~ serler.
Her kötü işin bir cezası vardır ki onun yanında bütün cezalar hiçtir ve yüanlann, akreplerin sokmasından daha çok can acıtır ve daha çetindir. Çünkü insan, ydanın sokmasından ve zehirinden ölüp kurtulur. Halbuki cehennem derdinden ve azabından o kadar çabuk kurtulamaz.
Tanrı: Oraya giren ne ölür, ne de yaşar156buyurmuştur. Cehennemlikle-- rin derileri ve etleri kızgın ateşte pişse, dökülüp tamamiyle mahvolsa Tanr* oıdara yeniden bir deri ve et verir. Böylece hiçbir suretle o ele d ve dertten kurtulamazlar. "iden
İşte Kur'an'da: Onlann derileri piştikçe azabı tatmaları için a • • " yenileyeceğiz157 âyetiyle bu mânaya işaret buyrulmuştur. Bina erînl
yerde, bu azap, ziyan ve nasipsizlikten başka eline bir şey o ena/evn dU adama, oranın vârisidir, nasıl denilebilir? Seçrrıiyen bu"
FASIL: 23— O müminler ki namazlarından huşu üzeredirler k boş sözlerden yüz çevirirler158.Namazda huşu içinde bulun ' ^hüde ve yan müminler ikbale, saadete ve felaha erdiler. Çünkü huşu VC Zevk du' korkudan ve heybetten doğar. Henüz süt emen bir çocuğu Y) '^.^^aktan, na götürsen korkmaz ve tavrını değiştirmez; çünkü her şevd lŞahın yani-Fakat akıllı bir kimse, bu durumda korkar ve derhal tavrını VlÜ ^1-ab)ersizdir. bu sebepten küçüklere büyüyünceye kadar namaz lulniak Vp ^Ştirir, İste farz değildir; onlar emir ve nehiylerle mükellef olmazlar Çü~v!ltU(* tutmak nü noksandır ve onlarda, Tanrı'nın kulluğunu akılları ne,
yapabilmek kabiliyeti yoktur. Bilme ve kabiliyet akim s'f 8e,(Wği 2ibi akıldan, noksan marifet meydana gelir. O halde, her kin atld,r- Noksan duyduğu huşu fazla ise, akıl ve marifeti de o nisbette fazlad^ k°rkusu ve namazda büyük bir huşu ve korku içinde bulunan kinısel **" ^*n^en ı 1 tında daha aziz ve daha makbul olurlar. Meselâ bir padis^' ^aılt*'nı ^ tanırlar ve bilirlerse, o ölçüde de ondan korkar ve çekini ı ne kad " i da onun kulluğundan büyük bir zevk de ahrlar. Tann h" » ^
Onlar namazlannda huşu üzeredirler 159 bunlar namaz kılHÜyUr,T»U«5tarnan tuklan, zekât verdikleri halde, salâtlannda huşu içindeîr a(1» °r*ı ^ yerde de şöyle buyurur: Namazlarına devam ederler q I.rler-' Di^Ç tuf* milerin mükelleflerin vasfı ve makamı idi. Bu daimi salât e ,lamSer bir Çünkü onlar, daima namazdadırlar ve lüçbir zaman nam yan*n y**' mu" dirler. Bu tıpkı, bir bahğın sudan ayrılamaması gibidir H,3^911 haiaSflduf-
" Çblr vakit K^S»-bl* ba-
İ156 157 158 159 160
94
Kur'an, Sûre: 20, Ayet: 76 Kur'anSûre: 4, Ayet: 59. Kur'anSûre: 23, Ayct:l-2-3. Kur'anSûre: 23, Ayet: 2. Kur'an Sûre: 70, Ayet: 23.
maârif
lığa: "Her gün bir süre sudan çık veya suyu sev, sudan tad al" diye emret-mezler.Balık esasen sudan başka bir şey bilmez ve onuri'dışmda her şey onun için bir ölüm ve bir zehirdir.
Bir insan ancak beşeri vasıflardan ve tabiattan kurtulduğu, yok olduğu ve ölmeden evvel ölünüz (H.) emri ile öldüğü zaman, hakiki bir melek olur. Çünkü o, ilk önce yılan balığı idi. Onun yılan olan kısmı, onu toprağa, balık olan kısmı da suya çekiyordu. Pek çok çalışarak yılan olan kısmını, kendinde öldürdü ve sırf babk oldu. Böylece onun toprakla artık hiçbir ilgisi kalmadı. Bundan sonra onun hayatı, daima suda geçti. Ondan emir ve nehiy teklifleri kalktı. Çünkü o emir ve nehyi denize doğru koşması, denizle eğlenmesi içindi. Artık, toprağa ve toprakta olanlara koşmadı. Balık olunca o, bu ma'razda da kalamaz ve bunların zikri onun için doğru olamazdı.
Arapça Beyit:
(Kalbim sizi sevmek günahından nasıl tövbe eder? Halbuki siz gittikten sonra kalbim daimî surette tövbekarda-.)
Beyit:
(Hastayım, bunu biliyorsun; fatiha da okuyorsun. Ey dost! benim fatihadan rahatsız olduğumu bilmiyor musun?)
Babğa: "Denize gel" diye bağırırsan balık da sana: "Ey kör! denizde olduğumu gönnüyor musun? Ben denizin dışında nasıl kalabilirim ki tekrar denize döneyim. Beni kendin gibi görüyorsun" cevabım verir.
Sözün kısası, Tanrı adamı içinde bulunduğu her halde tâattadir. Çünkü Peygamber bilginin uykusu, bilgisizin ibâdetinden daha hayırlıdır (H.) buyurur. O halde onun bütün hareketleri, öbürlerinin tâatinin üstündedir, vünkü o, her ne yaparsa kendisi için değil, Tanrı için yapar. Onun yemesi, uyuması emirledir. Barışı emirle, savaşı emirle, konuşması emirle, susması ve sükûnu yine emirledir. Bunların sevgileri de, nefretleri de Tanrı içindir. Mümin olan bütün insanlar bile bu dünyadan aldıkları bütün nimetleri, helak olmamak için, hepsini Tanrı'nın rızası için elde ederler. Zira Tanrı, kendinizi tehlikeyte atmayınız 161buyurmuştur. Hepsi ibâdet edebilmek niyetiyle besin abrlar.
Bunun gibi bu niyetle uyurlar ve bu niyetle evlenirler. Tann: Evleniniz, içinizden evli olmıyanlan, köle ve cariyelerinizden nikâha lâyık olanları levlendiriniz162diye buyurmuştur.
Mustafa (Tann'nın selâmı O'nun üzerine olsun) bu husustaki düşüncesini şu sözlerle anlatmıştır: Nikâh, sünnetimdir; sünnetime rağbet etmiyen benden değildir (H.) ve yine: Nikahlanınız, çoğalmız (H.) buyurmuştur.
Bu, senden bir oğul meydana gelmesi ve senden sonra Tann'nın kullu-
(16li Kur'a^Sûre: 2, Âvet: 191, (162) Kur'an,Sûre: 24, Âyet; 32,
95
ğunu yapması niyetiyle verilen bir emirdir. Meselâ bir insan dünyada, hayır, şer, rahat ve sıkıntı olarak yaptığı her işi her hareketi, eğer Tanrı için yapmışsa, bunların hepsi tâat sayılır. Şu halde Tann için bir kimsenin gösterebileceği bütün bu fâaliyet ve bunları yaparken Tann'dan korkması ve kendini günaha batmış olarak görmesi, tamamen tâattir. Fakat, her ne kadar bu, kolay gibi görünürse de, hakikatte çok güçtür. Zira Tanrı dostu ve âşığı olmıyan bir insan bunu yapamaz. Ancak Tann âşığı ve dostu olduğu zaman, yapabileceği her şeyi, Tann için yapar, bunun dışında bir şey yapamaz; kendi kendinin âşığı olur ve kendi etrafında döner ve yapabileceği her şeyi kendisi için yaparsa, bu durumda bütün bunları Tanrı için yapmış nasıl olabilir?
Mısra:
(Aşk öğrenilmez, kendiliğinden doğar.)
Tann'yı bulan ve her şeyden müstağni kalan bir künse, İtiç kimseden yardım istemez. Bilâkis herkes ondan yardım görür. O, nur bağışlıyan bir güneş gibidir. Verir ve almaz. Gönül, kendi mânevi zevkini tamamen bulunca, artık hiçbir şeye bakmak lüzumunu hissetmez. Yani görmeğe, söz işitmeğe muhtaç değildir. Bu beş duygu olmadan da mahzuz olabilir. Hattâ beş duygu, onda gark olurlar. Haz ve yardım istemezler. Zira bu beş duygu, her ne kadar görünüşte, ayrı ayrı ve çok iseler de mâna bakımından toplu, hattâ bir tek nurdur. Meselâ bir kimse, bir kaleyi zahireyle doldurmak istese buğday, hububat ve diğer bir takım zahireyi getirmeleri için her bir taraftan haberciler, memurlar ve birtakım adamlar gönderir. Ambar dolunca da maksat hâsıl olmuş olur ve arbk zahire istemeğe gitmezler; belki zahire istemeğe giden bu adamlar zahirenin etrafında toplanıp otururlar. Bunun gibi göz. kulak ve diğer dıştan ve içten hisler de gönül kalesine zahire taşırlar. Eğer hâlâ zahire taşımakta devam ediyorlarsa bu, hazzın kemale ermediğine delâlet eder. Çünkü bir his için haz, kemale ermişse, diğer bütün hisler, onda gark olmuş olurlar. Duygular, onlar bakımından aym nurdandırlar. Birinin gark olması,,hepsinin gark olmasıdır. Meselâ, gözün bir şekilden duyduğu haz, en son haddini bulur ve o, zevke gark olursa, geri kalan hisler işe yaramaz olurlar ve onda gark olurlar. O arada kulakta işitme ihtiyacı, dilde konuşma zarureti ve dudakta tadına isteği hissedilmez. Elde dokunma ve sürtme kuvveti, burunda koklama gücü kalmamıştır. Bunun gibi kulak da güzel bir ses işittiği ve zevki tamama erdiği zaman göremez, dil söyliyemez olur.Bütün hisler onda gark olmuş ve işe yaramaz bir hale gelmişlerdir. Çünkü bunlar gerçekte bir ve aynı nurdandır. Yalnız göriinürler. Ulu Tamı, bir insanın suretinde, her bir parçaya bir hassa vermiştir. Can nuru. o parçalardan birine erişince ondan başka bir iş ve başka bir hareket meydana gelir. Tıpkı erganun gibi. onun tellerinden ve şeklinden bir erganun yapılmıştır. Bir defa onda ahenkli bir nefes kımıldamağa başlayınca her telinden ve her tarafından başka bir
MAÂRİF
ses çıkar. Yahut bülbül, serçe, doğan, karga, papağan, kumru ve leylek gibi çeşitli on kuşa veya on tane ölü hayvana İsa'nın, nefesi dokunursa, bunların hepsini bir anda diriltir. Her biri bu bir tek can veren şeyden, başka türlü hareket, hassa, tabiat ve ses hâsıl ederler. Bunun gibi vücutta bulunan canın ve gönlün nuru da göze gelince suretleri görme, kulağa gelince sesleri işitme, burunda koklama, dilde söyleme, kemiklerde kuvvet ve elde, tutma; ayakta, yürüme haline gelir.
Hülâsa o tek nur, eriştiği her parçada başka bir iş meydana getirir. Tıpkı baharın nefesi gibi. Baharın nefesi de bir tek nefestir. Bir lutûf ve bir keremdir. Ağaçlara ve hububata tesir edince türlü türlü siyah, san, yeşil, beyaz gibi yüz bin renk hâsıl eder ve tanelerden ağaçlardan ekşi, tatlı ve acı gibi çeşitli meyveler yetiştirir. Bunun gibi âlemin varlığını bir bağ ve Hakkın nurunun feyzini de bahar olarak bil! Çünkü göğün ve yerin, ayın ve güneşin, yüdızlann, dağların ve denizlerin, meleklerin ve insanların, perilerin ve şeytanlann ve türlü türlü canbların eczası üzerine tesir eden bu feyiz, her birine bir türlü hareket verir. Bir şahısta işitme, görme, koklama, dokunma, şehvet ve tadma, barış ve mücadele, cömertlik ve hasislikten ibaret Çeşitli haller gibi gördüğün ve müşahede ettiğin, sayılamıyacak kadar çok olan binlerce şeyden, o şahsı tanıyor ve bu suretle onunla olan aşinalığını artmyor ve onun bütün hünerlerine ve marifetlerine vâkıf oluyorsun. Gerektiğinde başkalanna: "Ben bu adamı gayet iyi tanıyorum; çünkü onun birçok hareket ve hallerine, âşinâ ve vâkıfım" diyebiliyorsun. Bu ölçülü, sayılı birtakım hareketlerden bir şahsı tanıdığın gibi, yaratılışı, yeri, göğü, yaratıkları, cinleri, melekleri, canı ve gönlü, sonu gelmiyecek kadar çok türlü türlü hareketleri de müşahede edersen bütün bunlardan Hakkın birliğinin zahir olduğunu görür ve sen de arif-i Hakk, olursun. Sende bu görme ve bu bilme, hâsıl olduktan sonra, senin önünde yüzbin, bir olur. Çünkü senin gözünde yüzbin bir şey olmuştur. Tanrı daha iyisini bilir.
FASIL: 24- Bütün âlem, Tann'ya kulluk ediyorlar; fakat bunu bazısı bilerek, bazısı bilmiyerek yapıyor. Zira ikimiz de, isteyerek, istemiyerek gelin 163 buyrulmuştur. Tanrı, dünyayı yarattı ve dünyanın mâmur olmasını da ister. Dünya inşa ve imar edilmiştir. Onda birtakım sanatlar ve çiftçilik, bahçıvanlık, ayakkabıcılık, terzilik, çuhacılık vesaire gibi işler vardır. Eğer bunlar olmasa idi, dünya da olamazdı. Binaenaleyh bunlarla uğraşmak Tann'ya kulluk etmek olur. Yalnız, onlann bu işlerden maksatları mal, mevki ve kendi menfaatleri olmayıp Tanrı'nın kulluğunu yerine getirmek olmalıdır. Bu mal, yer ve fayda düşüncesiyle çalışmak da gerçekte Tann'ya kulluk etmekten başka bir şey değildir; fakat onların bundan haberleri yoktur. O halde istemiyerek, Tann'mn mutıi ve kuludurlar. Bunun kulluk olduğunu bilenlerinki ise isteyerektir. Karıncadan Süleyman'a, bahktan aya kadar olan her şey; dağlar, sahralar, evrenin bütün zerreleri, hepsi Tan-
(163) Kur'an.Sûrc: 41, Âyet: 10,
97
MAÂRİF
rı'ya kulluk ederler. Tanrı, denizlerin var olmasını ister. Binaenaleyh böyle bir var oluş da O'na kulluk etmek saydır. Bunun gibi bulutlar, rüzgârlar da kulluk ederler. Bulutları, susamış yerlere sevkeden rüzgâr, böylece Tanrı'nın arzusunu yerine getirmiş olur. Bu, o dereceye varmıştır ki halkın âsi ve yol kesen dedikleri şeytan bile, bu halde iken Tanrı'nın kulluğunu yapar. Tanrı'nın kulları, türlü türlüdür. Bazısı sebatlı, bazısı sebatsız, kimi sözünde durur, kimisi durmaz; biri sadık, biri kâziptir. Tann, bunlann belli olmasını ve naktin kalpten ayrılmasını ister. İşte bunları birbirinden ayırmakla şeytan bile Tanrı'nın kulluğunu yapmış olur.
Bir padişah, cariyelerinden birine: "Kendini süsle ve kölelerime, adamlarıma göster; onları eğlendir; diye emrederse bu iş, doğru olmamakla beraber padişahın, güvenileni hainden ayırmak için istediğinden aynı sevaptır. Ve bendelik saydır. Şu halde gerçekte, iyice bakarsan çirkin, gizli, açık ve kapalı olarak insandan, şeytandan perilerden ve meleklerden yer ve gökten sâdır olan bütün hareketlerin amacının, Tanrı'nın kulluğu olduğunu görürsün. Bunu bazısı bilerek, bazısı bilmeyerek yapar.
Beyit:
(Yaş, kuru, yeşil, kırmızı, renk ve koku gibi âlemde mevcut olan her şey, Tanrı'nın sanatına ve Tann'ya âşıktır.) Tann daha iyisini bilir.
FASIL: 25- O gün gökleri kitaplar, kâğıtlar tamar olup nasıl bükülürse, öyle bükeceğiz. Önce varlığı nasıl icadettiysek, onu gene iade ederiz. Bu bizim (hak olan) vâdimizdir, onu muflaka yapacağız164 .Tann, bu âyet ile: Bir gün gelir ki o günde, sen kâğıdı nasd dürer, açar ve tekrar bükersen, biz de gökleri öyle açar ve düreriz, demek istiyor. Fakat bunun mânası, halkın anladığı gibi değildir. Aslında ilk önce gökler yoktu. Tanrı'nın kudreti ile var oldu. Tann: "Evvelce açtığımız gibi dürdük, büktük" buyuruyor. Gökler evvelâ yoktu. O halde onları dürmek ve bükmekten maksat, yok etmek demektir. Çünkü aslında yoktur. Tann'dan başka her şey yok o hır,16 5 gereğince bütün eşyü yok olur. Tann'dan başka her şey fena bulur. Bu cihetten surî varlığı olan şeye, meyletme, gönül bağlama! Çünkü onun sonu yok olmaktır. Yoğu elde et. Yokluk denizine dal, orada yüz. Yokluk esastır. Yok olmak muhakkaktır. Varlık arada iğreti ve ölümlüdür.
Her şey aslına döner, buyrulmuştur^ Varlığın aslı yokluk idi. İşte bunun için varlık, yine yokluğa döner. Evvelâ var olduğu gibi sonunda yine yok* olur Bu sebepten yokluğa göz açmalısın, yokluğun yüzünü görmiye çalışmalısın ve varlığın, yokluk bağından bir dal ve yokluk denizinden bir köpük olduğunu bilmelisin. Aşk üe, bu varlık köpüğünden geçip, kendi ihtiyarın ve aşkın vasıtasıyla yokluk denizine, kendi aslına kavuşmağa çalışmalısın. Eğer vaktiyle bunu ihtiyann Ue yaparsan, gönlün bu biçimsel âle-
(164) Kur'an(Sûre: 21, Âyet: 104.
(165) Kur'an.Sûre: 28, Ayet:88.
98
MAÂRİF
me ve o âlemin süslü, aldatıcı şeylere bağlı iken, yokluk denizi, ölüm veya kıyamet suretiyle dalgalanırsa seni, zorla alır, götürür. Eğer bu mâdanadan "Bana ne!" der ve surete âşık olursan, bu deniz seni tamamiyle yok eder. Yok olup gider ve gerçek dirilikten ebediyen yoksun kalırsın.
Beyit:
(Bu sureti bırakıp, mâna ile ülfet etmiyenlerin, yokluk denizinden kur-tulanuyacaklannı ben biliyorum.)
Bir padişah, bir vilâyeti elde etmek ve ahalisini kılıçtan geçirmek iç iti hücum ettiği vakit, onu kılıç ve kefenle karşılamağa çıkıp, padişaha niya. ve kulluk göstererek, canlarını kurtaran kimseler mutludur. Bunlar padişa hin hediye ve hilatine de nail olup, onun kalur kılıcından kurtulurlar.
"Ölmeden evvel ölünüz" (H.) sözünün mânası şudur:
Beyit:
(Ey arkadaş! Eğer gerçek dirilik istiyorsan, ölmeden evvel öl. Çünkü İd-ris, bu ölümle öldü ve bizden önce cennetlik oldu.)
O bahtiyarların tersine olarak, padişahı karşılamağa çıkmayıp, bulunduğu şelırin kalelerine güvenerek, padişaha karşı koyan bir bahtsız, padişahın askerleri şelıre girdiği vakti, başım bunların kılıcından kurtaramaz. Çünkü: Onların canlarınm eceli geldiği vakitte, bundan ne bir saat evvel, ne de bir saat sonra alırlar166buyrulmuştur.
FASIL: 26- Vaizler: "İnsanlar öldükten sonra, onlarm mezarlarında gidecekleri yere doğru birer pencere açarlar. Eğer ölü cennetlikse "benim yerim burası olacaktır" diye sevinmesi ve emin olması için penceresi cennete doğru açıhr. Cehennemlikse, cehennemin azaplarını ve sıkıntılarını görmesi için penceresi, cehenneme açıhr ve bu cehennemlik ölü, sonunda yerinin orası olacağını bilir." derler. Evet bu yâkidir. Fakat bunun asıl mânası, şudur: Bizim bugün sahip olduğumuz bu ceset, bir mezar ve ruhumuz da mezaruı içindeki ölüye benzer. Eğer ruhumuz, mutlu ruhlardan ise, onun önünde açılan pencere, cennete; mutsuz ise, cehenneme açılmıştır. Cennet ve cehennem mânevidir. Bununla beraber Tanrı, cennetin nimetlerine birer suret vermiş, mânevi cennete yol bulmaları, onu anlamaları için onlan güzel kadın, erkek, bağ, çimen, akar sular, altın, süs, inci, mülk, taht, padişahlık, içki ve eğlence meclisleri, nağmeler, çalgdann türlü türlü sesleri, âşık ve sevgili ve bunlara benzer suret âleminden olan şeylerle göstermiş ve Kur'an'ında bu suretlerle tasvir etmiştir. Yoksa, cennetin nimetleriyle, bu suretler arasında hiçbir ilgi yoktur. Manevî cennetin nimetleri nerede! Bu sürı şeyler nerede! Bu, denizden bir damla, güneşten bir zerre bile değildir. İnsan, suret âleminde yaşadığından, mânevi lezzetlerin ve nimetlerin keyfiyetini bilemez. Ona, böyle suret âleminin şeyleriyle, anlat-
(166) Kur'an.Sûre: 7, Âyet: 32.
99
MAÂRİF
mak lâzımdır. Meselâ, henüz yetişmemiş bir çocuğa, bir güzelin dudaKİ**1"*-nı bala ve şekere benzetirler. Hakikatte bir güzelin dudağıyla bal ve şeke' arasında hiçbir benzerlik yoktur. Bununla, çocuk kendi kendine bir Ka**" şdaştırma yapar, bal ve şeker tatlıdır;bir güzelin dudağının da böyle olr»0 sı lâzım, diyerek bir fikir edinir. Bir ana çocuğunu severken- "Ey \y^r*^r%% helvam, şekerim, gözümün ışığı, canım, hayatım, bağım bahçem" (^r' Hakikatte o çocuk helva, şeker, bağ ve bahçenin aym değildir Bunl^1*^ hepsinden daha güzeldir ve annesinin gözünde bunların h ' den d3*11^* kıymetlidir. Onun bir parmağını, yüzbinlerce helva şeker S"! balıÇ^3^ değişmez. Bu yönden hakiki cennetin güzellikleri tavsif ol' AçiK1^"
ma ve anlatmaya sığmaz, anlatışın dışındadır. °mnamaz. t**(
Onun açıklaması ve tanımlanması hakkında ne k h rlil*^ *
cennet ondan yüz bin defa daha güzeldir. Onun büz n-t'ı mübalâSa & nırı yoktur. Cehennem de bu cennet gibi mânevidir nm â^^'
bmm sonu yoktur. Tann, kullanmn onun mânevi eı;°nUn da elem V1art*^' lan için, ondan bir nebze anlatmak maksadiyle bu -m ve âzaDinl a si, asdmak acısı, zahmetleri, hastalıkları, türlü türlü rfUret âleminin '^^e5*' tasası, sıkıntısı, emelsizliği, dostlarmdan ve akrahoi tıen\ can ç şeylerle tasvir etmiştir. Kur'an-ı Kerîm'inde de kun"^311 aynuSl gİl)* maları maksadiyle, cehennem ateşlerini, azaplan 3,111 bilmeleri ye 3 ^jT* * böyle türlü türlü sun vasıtalarla göstermiştir S* ,ıVe bunlann keyfi^ ^^jl^*' fânidir; onlarda ise fena kabiliyeti yoktur. Sonu bi*meüyiz ki sûJC^^jJ^ güzeDiği, çirkinliği geçicidir. Çünkü suret "âleminrf°k olnıaktır Dü*1^** 5«^" retlerin evidir, o da bir gül gibi fânidir. Hepsinin end«\ Dünya da tr***^-kim Tann: "O gün arz başka bir arz olup değişe^11 v()k olmakta- \r-^* hepsi de bir ve hâkim olan Tann'nın karşıSına |k ek, gökler de değ»£^
Binaenaleyh bekâ, mânaya özgüdür; âlıiret^ fCak-',l6'buyurUİ«r- v^e4** ve baki bir cennettir; zahmet ve azabı da ceh Ve nimetleri, & -
sonsuzdur. İnsanın vücudu ki bir mezar gibid' nneiT»dir v a b**^^**^* bu mezardan, cennet ve cehennemden ibaret yukard-» 6 ° rti^ cere açılnuştır. Eğer bir kimse, içinde rahat ?hn «ayh K^ft* *Z**~ yor ve görüyorsa o, onun dünyalığından, dön, et. ac.,ı/ m.?ir dir. Bu hal, dünyadan tamamiyle yüz çevirdi-yaya °lan f?rahl1 gisinden ruhunun en derinliğinden, o keyfiy^^ndir .^gisindeı1 yor; açılan bu pencereden "işte bunların he • an^tılrW kkm t?^A&
erişiyor demektir. Eğer bu hali yaşıyan mü'r?* Senin oJayan âlerr»e« ^) olan bağ, bostan, güzel yüzler, ve musiki eihi?' cenn^f°ak!" diy„
bakar, onlardan hoşlanırsa o, görünüşte dünv • yahıı mânası*1aii»*r*-i*' se de manen cennetle meşgul saydır. Meselâ w İle ^es * SUri man^.f^***^ ya nesir ile tavsif etse; bu onun hoşuna gide kllhse U*müS gibi B° ^% Bu sözleri yazar, okur ve bunlan dinlemekte Ve bunu' ?ev8İlisini n32* (^ başka, herhangi bir şeyle meşgul sayürnaz p.?°yrna» kendin(*en jfJİ*^ ^ji
(167) Kur'an 14, Âyet: 49. Sürî şeyler»11
100
MAÂRİF
sevgilinin ahvalini şerh ediyor ve onu âşığm gözünde canlandırıyor, demektir. Bu bakımdan, bu dereceye gelmiş bir müminin de gözünde dünya ve ahiret, birdir; iki değildir.
Rubaî:
(Ben derdimde devamı ve sevgilinin kahır ve cefasında, onun lutûf ve vefasını görüyorum. Bu feleğin alünda, yeryüzünde her neye baksam, senden başkasım göremiyorum.)
Rubai:
(Herhangi toprağa başımı koysam secde ettiğim o, her ibâdetimde taptığım o'dur. Gül, bülbül, musiki ve dilber hep aynnülardır, dilediğim ve istediğim o'dur.)
Vücudunda, penceresi cehenneme açılan insan ise yukarıda zikrettiğimiz mü'minin aksinedir. Bu insan, kendi içinde her zaman korku, gam, kasvet, ölüm, bedbahtlık ve karanlıklar görür ki bunların hepsi, cehennemin ona görünen eserleridir. Bu hal, onun için "işte senin lâyığın budur; sonunda gideceğin yer burası olacaktır" demektir. O, içindeki bu kasvette, bu karanlıktan ve bu hüsrandan kaçmak için, kendi âleminden çıkıp dünya âlemine girer. Gökler, yer, bağ, çimenlikler, güzeller, dostlar, musiki vesaireye dalar, içindeki çirkinliği unutmak için, bunlarla kendisini oyalar. Sonunu göremez. Dünya lezzetlerinden, nimetlerinden daha çok faydalanmak için kendisini böyle hayali ve yabancı şeylerle oyalar. Aynı durum Fir'avun'un da başına gelmişti. O da rüyada, yükseklerden baş aşağı düştüğünü, sefalete duçar olduğunu, birtakım kötülüklerle karşılaştığını görmüştü. Uyandığı zaman kendisini teselli etti. "Bu rüyadur, hayâldir!" diye aldırmadı. Fakat sonunda bunun, tamamen gerçek olduğunu gördü. Musa (Selâm O'nun üzerine olsun)'mn zuhuru ile tahtı ve saltanatı elinden gitti. Rüyada gördüğü sefalet ve kötü sonuç aynen oldu. Nil'in karanlık sularında boğuldu ve herşey aslına döner kötü şeyler kötü kimseler içindir 168lıakikaü meydana çıktı ve aslı olan cehenneme döndü.
Bununla, güzel yüzü olan ve aynaya baktığı zaman yüzünün güzelliğini görerek "Tanrıya çok şükür! ne kadar güzel yüzüm var" diye sevinen bir mü'min, arasında fark vardır. Söylediğimiz gibi dünya güzellikleri ahiret güzelliklerinin açıklanmasıdır. Tann bununla insanların, ahıretin güzelliklerini anlamaları, bir fikir edinmeleri için bunları, burada onlara gösteriyor. Şimdi mümin aynı mânada*. Cehennemlik insanın aksine olarak, bu suretlerde kendi yüzünü görür. İç yüzü çirkin olan cehennemlik, kendi iç yüzünü görmekten kaçınır. Cennetlik müminlere mahsus olan göz, sûretier-den hoşlanmaz, onlardan nefret eder; bu güzelliklerin tamamiyle yabancı-sıdır. Çünkü hakikatte çirkindir. Onun dönüp gideceği yer de o çirkinliklerdir. Bu güzellikler, onun mülkü olmadığından bunları, ona bırakmazlar;
(168) Kur'aniSûre: 24,Âyet: 26,
101
maârif
sonunda onun bunlardan ayrılması, kaçıp sığındığı çirkinliklere ulaş**** muhakkak tır. Eğer o, akıllı ve talihli olsaydı, kendi iç âleminden Ç^P güzel suretler âlemine kaçmazdı, içindeki çirkinliklere bakıp acı acı ağ*a ^ daima feryad ve figan ederek, sadakatle Tann'ya "Ey Mutlak Kaadir! sfi yoğu var ve van yok ediyorsun; her şeye kaadirsin, ölüyü diriltir ve ^^K. öldürürsün; şeytanı melek, meleği şeytan yaparsın. Ben çirkm şeytaf*^ sonsuz kereminden merhamet et, bu çirkinliği benden uzaklaşır" *^ ^, yalvarırdı ve yaslılar gibi yanarak, agiıyarak, mezarlıkları dolaşır, öağ**"* ^ dı. Tann'nın velilerinin ve azizlerinin ayakları altında toprak olurdu daima bu feryad ve figanla, ağlayıp yalvarmakla, yokluğunu arttım, ,rıeCS-zî Varhğını eksiltirdi. Eğer o, bu yalvarmaya, yakarmaya devam etse, JJJ yırh işler yapmakla beraber, aynı zamanda daima böyle ağlasa inlese *&*A Tann'mn rahmet denizi coşarak onun elinden tutar ve bulunduğu durumu, iyi bir duruma çevirirdi.
Ulu Tann, onların kötülüklerini iyiliklere çevirirdi «9 buvruldu&u g****' onun varlık bakın, o rahmet iksiriyle, altına çeviribr ve o hîr olan ruhu vücut sadefindenin içinde bir inci olur ve Gökı""" rin t,£î" ^tün hazineleri Tann'nındır,170 âyetindeki hazinelerde bir v Ti ve disi de böyle bir şekavetten kurtulur, saadete nail vp t , , ımJl^' rından olurdu. rann nı» haS K
Beyit:
(Dostu biz de istiyoruz, başkaları da; bakahm talih lj cek, dost kimi sevecek?) n kll«e yardım 47
FASIL: 27- Müminin niyeti, işinden daha hayırüdl in tu. Bazdan demişlerdir ki âmel, niyetin, niyet de kalK• buvrU. ^a yüzden kalbin âmeli, bendenin âmelinden daha yüksek r Vazifesi(Jir U?*** derecesi ve büyüklüğü, bedeninkinden daha yücedir r~ v ^itekim ft**9 kalb inci; beden, deri ve kabuktur, kalb özdür; deri veî sa(J \â&
etmektir. Deri ve kabuk bir esvap, öz de şahıstır;giySîi kabuktan, özü f*^ sıcaktan korur. Bu hadîs hakkında verilen mâna ve h hİ* Şahsl makla beraber, bunun şöyle bir mânası daha vardır- iv yorum doğ*'u. efendisine karşı muhabbetti' olursa, efendisi hakkınd ^ sadakatu^^ bulunursa, onun uğrunda malım, mülkünü feda etse k ne kadar İte**1? it*' deki niyete göre yine az bulur. Eğer imkân olup da'o ker»di yiire&^" zat görünse ve surete girseydi yüreğindeki iyi niyetin k bu sadakat» ^TZi* binlerce defa daha çok, belki sonsuz, ölçüsüz oldugu 11 gösterdiği*1 ^ yapsm ki açıktan bundan fazlasını göstermeye gücü v80rülürdü Fak*»*» \i* bir sel, bir çeşmenin veya havuzun içine dolsa, onun h?**6*- Meselâ çıkıp akmaz. Çünkü, lüle dardır. Ondan azar azar akar İ^11 heP b*
r" Peygamber (°
(169) Kur'an,Sûre: 25, Ayet;70 (1701 Kur'an.Sûrc. 63, Ayet: 7

selâm olsun) de insanın niyet ve himmetini akan bir sel ve suretini bir lüle gibi görmüştür. Akan bir selin birdenbire lüleden çıkması mümkün değildir. Asıl sel içeride, lülenin arkasındadır. İç âlemden habersiz olanlar, surî âmeli görürler. Batıni ameli göremezler, Peygamber: (O'na selâm olsun) "Biz zahire hükmederiz; suları bilen Tann'dır.) (H.), sözü ile: Siz, sakın bir müminin amelini zahirde gösterdiğinden ibaret zannetmeyin! Onun içinde olan, gösterdiğinden yüzbin defa daha fazladır. O halde, o sayısız ve hudutsuz olan çok, bu gösterdiği azdan iyidir. İşte bunun için müminin niyeti, âmelinden iyidir. Bundan başka Tann'nın nazan suret ve âmele değildir, niyet kalbedir. Ameller niyetlerdir, herkes niyetiyle cezalanır (H.) sözü de buna delâlet eder; bununla da Peygamber (O'na selâm olsun) Tann'nın kullarına; "Ey benim kullanm, siz müminsiniz, bana kullukta himmetiniz yüksektir; sizin sûreten yaptığınız ibâdet ve taât kalbinizdeki himmet ve niyetinize göre azdu" demek istediğini bildiriyor.
Tann sizin suretinize ve âmellerinize bakmaz; lâkin sizin kalblerinize ve niyetlerinize bakar (H.) sözü ile bu mânayı kuvvetlendirmek istemiştir. Bununla beraber Peygamber (Tanrı'nm selâmı O'na olsun) Tann'nın: "Ey benim kullarım! Ben sizin bu zahirde gösterdiğiniz aza bakmıyorum; halktan gizli içinizdeki himmet ve niyetinize bakıyorum" demek istediğini söylüyor. Gizli sözü de, daha saklısını da bilirim171 âyetinde Tann: "Yüreğinde olan şeyi bilirim" diyor. Ve daha gizli'nin mânası ise: "Ben senin içinde olan, senin bile bilmediğin sun da bilirim" demektir. Bu sözlerle Tann müminlere: "Ey mümin, sana müjdeler olsun! Benim bu sözlerden maksadım, benim nazanmın niyete olduğunu, suret ve âmele olmadığını bildirmektir. Ben, senin mükâfatım, dışanda gösterdiğin tâat ve ibâdet ölçüsünde vermiyeceğim; kalbindeki himmet ve niyet kadar vereceğim. Sen onu, açığa çıkar çıkarma; ben keremimden, niyetin ve himmetine göre ibâdet ve tâatte bulunmuş gibi kabul edeceğim. Senin mükâfat, sevaj) ve hilâlini, ona göre vereceğim. Çünkü, niyet ve himmetin ölçüsünde tâat ve ibâdet etmek istiyordum. İşte mükâfatın da o himmet ve niyet nisbetinde olacakhr; zahirde gösterdiğin tâat ve ibâdet ölçüsünde değil" demek istemiştir.
FASIL: 28- Vaizin biri, Hakk tarafına göçtü. O devrin vezirleri, onun cenazesinde hazu bulundular. Hepsi onun ölüsüne hitaben; "Ey vaiz! biz senden çok vaazlar dinledik; fakat bugün bu halinle ettiğin vaaz gibi bir vaaz vermemiştin. Vaazlarının en etkilisi ve esaslısı bugünkü yaptığın vaazdır. Asd, budur; şimdiye kadar yaptıkların ayrıntılar idi" dediler.
Buhara'da hiçbir cenazenin, medresenin önünden geçmesine izin vermezler. Bunu görüp de öğrenciye soğukluk gelmesinden korkarlar; çünkü öğrenciler, şan ve şeref sahibi olmak, arkadaşları ve benzerleri arasında yükselmek, halk arasında büyük mevkilere geçmek, herkesin üstünde bulunmak, parmakla gösterilmek, servet ve mansıp kazanmak, kadılık ve mü-
(171) Kur'an,Sûre: 20, Âyet: 6

derrislik gibi mevkiler işgal etmek maksadiyle okuyorlar.
Bunların hepsi, Tanrı yoluna girmeğe, onu bilmeğe engeldir. Varlıkla, yokluk biribirinin zıddıdır. Varlık kuvvetlendiği zaman, ecel kılıcı onun üzerine yürür; çünkü ecel, varlığı yok etmek için, yokluktan gelen bir yokluktur. Kim ki yok olursa, ecel tabandan kurtulur; hattâ ecel ona yardım etmiş, onu kuvvetlendirmiş olur. Çünkü su suya ulaşırsa, o su ötekinden kuvvet bulur, artar. Su, suyla takviye edilir.
Mısra:
(Gören bakmakla görür.)
Bilgin, ilmi birtakım emellere ulaşmak içm öğrenir. Eğer medresenin kapısından cenazeyi geçerken görürse, kendi kendine: "Mademki ben de öleceğim, bu zahmetleri neye çekeyim!" deyip okumaktan vazgeçer. İnsan oğlu, akbnı basma alıp düşünse, bunların hepsi doğru yoldan sapmaktır. Ömür ziyan etmektir. Bir zelzele olsa, yahut denizde bir gemi batacak bir hale gelse veyahut ölüm tehlikesi bulunan herhangi bir olay çıksa, bu medreselerde öğrenilen nükteler, incelikler, hendese, nücum, mantık, münazara daha başka bmmlerin hiç bir yararı olmaz. Belki insan o anda hepsini unutur. Yalnız Tanrı'yı anmağa, O'ndan yardım istemeğe başlar. Candan, yürekten O'nun adım söyler. Gönül, ne zaman parlak olur ve gaflet uykusundan uyanırsa, kurtuluşu nerede ise oraya el uzatır, ona yapışa-. Bu yönden akılh ve talihli bir adam, yalnız başına böyle bir belâ geldiği zaman değil, her zaman Tanrı'nın ismini anar. Bu dehşetli am, her zaman kendisinden uzak görmez.
Şiir:
(Ölüm, yolda oturmuş bekliyor. Efendi ise bundan habersiz gezmeğe, eğlenmeğe gidiyor. Ölüm bize, düşüncemizden daha yakında-. Düşüncemiz ise nerelerde dolaşıyor? Ne hayaller kuruyor? Bu vücudu besleme; bu, ölüme kurban olur. Gönlü besle ki gönül, yüce âlemlere gider.)
Sen bir kere bak! Peygamberler de Tann tarafından insanları bu gaddar, hunhar dünyadan kurtarıp dar-ül karar olan ölümsüzlük dünyasına göndermek, kılavuzluk etmek için geldi; onlarda bulunan ilim nasd bir ilimdi? Bize onlardan nasıl bir ilim kaldı? İşte asıl ffim budur; bundan başkası, para kazanmak için bir hüner ve sanattır. Sen kendine tapanlardansın. Herkesin sana bilgin demesi için ilim öğreniyorsun. Basiret gözü gören gerçeği bilen Tann adamı, ve öteki dünyaya mensup olanlar, senin gibi insanlara, "âlim" demezler. Bu gibi insanlar, bilginleri yoldan çıkaranlarda- eğer bir insan bu zahin ilimleri, mânevi ilimleri öğrenmeğe bir vesile olması niyeti ve inanç ile öğrenirse o, bundan aynhr. Bu niyet ve inanma ile öğrenen insan şöyle olur: Meselâ, kendisi gibi bir insandan peygamberlerin ilimlerini işitir ve ondan, zahiri ilimlere ait hiçbir şey sormaz bir kulun efendisinden, bir öğrencinin hocasından öğrendiği gibi, tam bir' inanç ile candan ve gönülden bunlan ondan dmler;bu nebilerin

kimlerini bilen adamı, kendine öncü yapar, onun eteğine yapışırsa işte bu kimse, makbul kullardan olur. Onun böylelikle velîler mertebesine ermesi umulur. Bu kimse evvelden okumuş olduğu zahiri ilimlere bu mânevi ilimlere nisbetle hiçbir değer vermez.
Şafii için şöyle rivayet ederler: Şafiî görevi olan dersi öğrencilerine okuttuktan sonra, yalnız başına kalkar, şehirden çıkar, koyun güden ümmi, kınk dökük Farsça bilen bir çobanla buluşmak için bağlara, dağlara giderdi. Onun karşısında iki dizi üzerine çöker, bütün bildiklerini aklından çıkarır, zihnini yunmuş yıkanmış bir tahta gibi her şeyden siler, kalbinde bulunan nakışlar ve afatlardan temizler, o azizlerin ilhamına muntazır olurdu. Onun bütün işaretlerini, döktüğü sırlan basiret gözüne sürme yapardı. İşte herhangi bir bilgin de böyle yaparsa Ona: ilim tahsil etmiştir, denilebilir. Bu ilim, sonunda ona yarar sağlar.O gerçek yolunun hazırlığını yapmış, demektir. Bu, üpkı kılıca benzer. Bir gazinin elinde, dini yükseltmek için bir âlettir; fakat bir kâfirin elinde bunun aksinedir; eğer bir âlimin ilim kazanmaktan maksadı, Tann ve ahiret ise ve dünya değilse, °nun kazandığı ilimler onun can kuşunun birer kanadı, eğer dünya için kazanmışsa o ilimler, can kuşunun tuzağı olur. Sen, Tann'nın adını, başkalarından işitiyorsun, Bunun üzerine kendiliğinden O'nu anlamak ve bilmek için birtakım girişler düzenliyorsun. Ona suretler veriyorsun. Bundan bir netice elde etmek istiyorsun. Bu Tann'yı bilmek, O'na yaklaşmak değil, tersine O'ndan uzaklaşmaktır. Sen böyle, kendine bir varlık vermek ve Onu anladığını zannetmekle, Onu büsbütün kaybetmiş oluyorsun. O'nu bulmak için de yine aym vasıtalara başvuruyorsun. Tabii yine bulamıyorsun! O'nun hakkında bir sonuç elde edemiyorsun. Bu mümkün değildir. Bu, kam yine kanla temizlemeğe kalkmaktır ki, bu da imkânsızdır.
Beyit:
(Bu gerçeği ve bu gerçek hakkında bilgiyi elde etmek,ancak bilgisizlikle mümkün olabilir. Dilin müşterisi ancak kulaktır.)
Söz, ancak kulakla işitilebilir. Göz, ağız ve yanakla değil, O cemal ve kemali, akd ve bilgi ile bilmek olmaz. Bu gizli sırlann kulağı, akıldan ve bilgiden tecenüt etmektir. O keyfiyeti anlatılamayan hal insana, tamamiy-le habersizlikten belli olur.
Tanrı: "Sen kendini, benliğmi buak, ondan sonra gel" (H. K.), buyuruyor. Benlikten maksat, bu vücut değil, bu vücuttaki benlik, varlık ve bilgi zannıdır. Bunlar kar ve buz gibidir. Bunlann güneşle birleşmesi, eriyip mahvolmasıdır. Kar ve buzun varlığı, bütün lezzetlerin ve güzelliklerin asü olan mâna güneşinden uzak bulunduğuna delildir. Bu güneş,yüzünü gösterirse, o varlık ve o bilgiyi eritir ve onlar tamamiyle asıl ve Az Gİurlar.
Beyit:
(Sen varlığını yoketmedıkçe, mutlak yoklukta kanatlı bir kuş bile olamazsın.)

Beyit:
(Sen bize geldiğin vakit biz, bizden gittik. Ey sevgili gel, hoş geldin!) Beyit:
(Benim ay yüzlü sevgilim, yüzünü gösterdiği vakit, ben kim oluyorum ki ben olayım? Ben, ancak benlikten geçtiğim zaman ben olurum.)
Öyleyse bilginler varlık ve bilgi ile, bilgisizliklerini arttırıyorlar.Bilgi ve hüner sahibi olmaktan kendilerini uzaklaşünyorlar. Yolsuzluğu, doğru yol zannediyorlar. Bu bakımdan ne kadar ilerleseler maksattan daha çok uzak-laşıyorlar ve daha çok mahrum oluyorlar. Nitekim bu hususta söylenmiştir:
Kıta:
(Sen, bu gidişle menzile, bu gafletle maksada nasıl erişeceksin? Sen bu kadar ağır canlı ve deve yürekli olduğun halde, gönlü hafif olanlara nasıl yetişebileceksin?)
Tanrı, bu dünyayı ve bu âlemin suretlerini, insanların bunlarla meşgul ve bunlara âşık olmaları için yaratmışUr. Belki O, gösterdiği bu sanatları, sanatkârın varkğmı, büyüklüğünü bilmeleri için yaratmıştır. Meselâ, bir damın üzerinde bulunan bir güzel, aşağı bir taş atsa; maksadı herkesin yukarı bakıp taşı atanı görmesidir.
O attığı taşa bakıp, onunla meşgul olup: Bu taş nedir- Ne işe yarar? Ne özelliği var? Kadir ve kıymeti nedk? Yahut: Onun attığı bu tuğla parçası veya başıma düşüp beni inciten bu elma nedir? Yenir mi? Pişirilebilir mi? diye onlarla meşgul olmaları için değildir. İşte bu, gökler, yerler, yıldızlar, güneş, ay ve bütün varhklar, tasavvur veya vehmedilen şeyler, suret ve mânadaki bütün arızalar, o can sevgilisi tarafından, bu nitelik ve nicelik âlemine, o niteliği ve niceliği belli olmıyan âlemden atılmış taşlar vesaire gibidir. Bu topraklanıl hakikî faydası, bizim bunlan görmemiz, tanımamız ve sanattan sanatkâra doğru bakmamız içindir. Bundan başkası faydasızdır. İstenilenden, beklenenden uzak düşmek ve gaflette kalmaktır. Yetmiş iki millete bak! Hepsi, bu eserlerle uğraşıyorlar. Kimi, nücuma dalmış, kimi kozmoğrafya, kimi yıldızlann ahkâmını bildiren, kimi cevherler, madenler vesaire gibi yüz binlerce hâd ve hesaba gelmiyen ihmler ve marifetlerle uğraşu-lar. Her biri, ilim ve marifetiyle bir kısım halkı, kendisine bağ--hyor. Dikkat olunursa, herkesin bir ilim ve bir sanat, tarikat ve mezhebiseç-tiği görülüyor. Meselâ, meyhaneye baksan, orada kimini bir kadına, kiminin bir çocuğa âşık olduğunu ve bir kuş gibi onların tuzağına düştüğünü görürsün Evrende de böyle faydasız, sonuçsuz, yanlış, mahrumiyeti ve maksattan uzaklığı gerektiren ne kadar ilimler ve bunlarla uğraşan ne kadar âlimler vardır ve ne kadar da tatb nimetler vardur ki öteden beri yüz-binlerce halk, bu denizin her bir dalgasiyle bunların içinde kaynamış gitmişlerdir Ve bunların hepsi de bu nimetler içine daldılar. Kendi durumla-

nndan hoşnut, memnun ve kendilerinden geçmiş idiler. Bu memnuniyet ve kendinden geçmeklik ile, her kavim, kendi elinde bulunan şey ile sevinir (H.), buyrulduğu şekilde: "Benim gibi mutlu olan kimdir? Ben dünyada bütün insanlardan daha mutluyum!" dedüer. Fakat hakikati, fayda yönüne giden yolu bulanlar ve faydalananlar, yapdan şeyden, onu yapan ve atüan taştan atam bulup ona bakan kimseler, âlemin cam ve Âdem'in özü olan doğru, Tann'nın has kullarıdırlar. Bunun âlimleri, vilâyetleri, mülkleri, yaşayışları ve saltanatlan tarif olunamaz.
Şiir:
(Perde böyle güzel ve hoş olursa, saray ve burada oturan sevgilinin yüzü kimbilir ne kadar güzel olur? Vücut böyle süslü ve güzel olursa, gayb âleminde olan can kimbilir daha ne kadar güzeldir!)
Her işi gören Tann'dır. Geri kalanlar hep âlettir. Her kim Tann'nın hakiki ve külü fail olduğunu bilirse o, iş ve güçten kalır; işe yaramaz olur ve bu sebepten bu mâna ile ölü sayılabilir. Tann'nın bu âlemdeki umumi ve külli tasamıfundan haberdar olmak, ölmek demektir. İşte "Ölmeden evvel ölünüz!" (H.), sözünün anlamı budur.
Beyit: ,
(Ey dost eğer dirilik istersen ölmeden evvel öl! Çünkü Idns (Selâm O'nun üzerine olsun) böyle ölmekle bizden evvel cennetlik olmuştur.)
Bütün varlıklar Tann'nın tasanufu altında, birer âlettirler. Kim, bu hakikatten haberli olmuşsa o, Tann'ya ulaşmıştır. O'nun velisi olmuştur. Bundan haberi olmayan ise O'ndan uzak kalanlardandır. O halde bu hakikati bilen bir ölüdür. O kendisinin bir fiil ve hareket sahibi olmadığım bilir. Tanrı'dan başkasını görmez. Kendi kendiliğinden geçmiş ve ölmüş, arada yok olmuştur.
Şiir*
(Onlar kendilerinden yok. Tanrı ile var olmuşlardır. Şu gariptir ki bunlar hem var, hem de yoktur.)
Meselâ bir insanın elinde bir kalkan bulunsa, akıllı olan bir kimse: "Bu kalkan kendiliğinden hareket ediyor veya dönüyor!" demez. Kalkanın hareketi onu tutanın hareketine bağlıdır. Müminin kalbi, Tann'nın parmaklarından iki parmağının arasındadır, Tanrı onu istediği gibi çevirir. (H.).
O halde bir müminin yüreğinden ne gelirse, onun iyi ve övülmeğe yakışır bir hareket olduğunu bilmek gerekir. Meselâ, kaza ve kaderin yaptığı her is birdir. Onda hayır ve şer beraberdir. İnsanın: "Tann bu işi iyi, onu kötü yapmışta"" demesi doğru değildir. Meselâ Tanrı, tutar, bir peygamberi vok eder, yahut türlü türlü belâlara müptelâ kılar; bir kâfire veya bir zalime de hayât, sağlık, kuvvet, ömür, saadet, mülk ve saltanat bağışlar. Bunun her ikisi de Tann'nın işidir, her ikisini de iyi görmek lâzımdır. Kim ki

Tanrı'nın işlerine karışır: "Bunu iyi, onu kötü yaptı" gibi tenkidlerde bulunursa kâfir olur. Tann'nın tasarrufu altında bulunan mümin de aym hükmü taşır. Onun bütün işleri birdir ve makbuldür. Onun yaptığı işlere karşı koymak, onları tenkid etmek doğru değüdir. Tamı, "Attığın zaman, sen atmadın, lâkin onu Tann attı" 172 buyuruyor. Bunun anlamı şudur: "Ey Muhammedi senin yayından çıkan her ok, süreten senin yayından çıkmıştır. Fakat o, manen bizim tarafımızdan atılmıştır. Hattâ senin varlığın bile bizim elimizde bir yay gibidir. Senden çıkan oklar, Hakk tarafından atılmıştır. İnsan bu kalıptan ibaret değildir, bir kervansaraydır. Her an, o kervansaraya yeni yeni kişiler gelip ve tekrar giderler. Eğer bu kervansaray sahibi, akıllı ve uyanık bir adam ise, o kervansaraya daima gelip giden ve daima tasarruf eden, türlü türlü insanları temaşa eder. Onlar göksel, yerden arşdan ve ferşden midir? Kimlerdir? Bütüh bunlan gözden geçirir; her gelen düşünce, bir kişidir. Vücut, bir siper ve âlettir; düşünce o âlete istediği gibi tasarruf eder. Bir düşünce gelir, seni harekete getirir; onun arkasından başka bir düşünce gelir, seni sakinleştirir. Bu yüzden, düşünce elinde bir âletten başka bir şey değüdir.
Hazret-i Mevlânâ (Tann O'nun sırrını aziz etsin!) şöyle buyuruyor: (Ey kardeş! Sen düşünceden başka bir şey değilsin. Bu düşünce senden alınsa, kemik ve sinirden başka sende bir şey kalmaz. Eğer bu düşünce bir gül ise, sen bir güllüksün. Eğer dikense batmaktan başka bir işe yaramazsın.)
İnsanın içinde şeytan ve periden, yerden, gökten, arştan ve ferşten, sayısız, sonsuz ne kadar düşünceler vardır. Göklerle yerin ordulan, Tannnın-dır. Tann: "Göklerin ve yerlerin173askerleri benimdir" buyuruyor. Tann'ya ve O'nun bilgisine ait olan düşünceler, göğün askerleridir. Dünya ve dünyada rızık edinmek için gelen düşünce, yerin askerleridir. Bunların hepsi, benim hükmüm alündadu-. Kimse onlara karışamaz. Eğer ben, bir kimseye bir düşünce ilham etsem, bütün yeryüzünün yaratıkları bir yere toplansalar, onu uzaklaştırmağa güçleri yetmez. Ben işaret etmeden kimse onu insandan uzaklaştıramaz. Korku ve kuvvet Ulu Tann'ya mahsustur174Anlamı: "Bende kötü bir düşünceyi kovmağa kuvvet ve kudret yoktur. Ey Tanrım! Bu yalnız yine senin emir, irâde ve kuvvetinle uzaklaşır gider" demektir.
Hakimler: "Yer, gök ve bütün varlık büyük, insamn vücudu ve varlığı, ise küçük ölümdür" derler. VelUer ise, bunun aksini iddia ederler. Onlar: "Hakimler, yalnız görünüşe bakmışlar; yeri, göğü büyük, insanı küçük görmüşler; insan bu âlem denilen ağacın meyvesidir. Hakimler düşünmüyorlar ki şeklen ne kadar küçük şeyler vardır ki manen büyüktür ve ne kadar görünüşte büyük olan şeyler de vardır ki manen küçüktür. Bir dirhem gümüş, yüz tane puldan görünüşte azdır. Fakat manen değeri büyüktür. Bir inci ve cev-
172) Xur'an,Sûre: 8, Âyet: 17.
173) Kur'an.Sûre: 48,Âyet;4,
174) Kuı'an.Sûre: 6-7Âyet: 68, 163.

her on bin, yirmi bin gümüşten ve altından hacim, suret, vezin ve miktar itibariyle küçüktür, fakat manen büyüktür.
Meselâ insanın sırtı, karnı, kalçası, baldırı ve gözbebeğinden, ku-lağındaki delikten ve kemikten büyüktür; fakat göz bebeğinde bulunan ve kulakta olan mâna, karın, kalça, ve baldırda yoktur. Hatır da gözbebeğinden daha küçük ve daha lâtiftir ve göze görünmez. Fakat bu saydıklarımızın hepsinden büyüktür. Belki hepsi onunla kaimdir ve onunla vardır. Onunla diridir. Peygamberler de böyledir: Bir peygamber, yalnız başına bütün yeryüzünün insanlarına karşı koyabilir. Gönderildiği insanlar sûreten ondan çoktur, ama o tek başına olan peygamber, manen onların hepsinden çoktur. Belki karşısındakiler bir hiçtir, gerçekte o vardır. Nitekim bir iş zuhur ettiği vakit, o bir kişi, bin kişidir. Onlar sayıldığı vakit azdırlar; fakat hükmettikleri vakit çokturlar. Velîler ise, hakimlerin aksine olarak mânaya baktılar. İnsanın vücudu, her ne kadar yerden, gökten halk olun-muşsa da gök insanın mânasından, ilminden zahir olmuştur. O halde ilim, bilgi, insandan doğmuştur. Bu ilimden maksat, umumî olan ilimdir. Bu bilgiden maksat, insan kendinden fena bulduktan sonra ondan akacak olan, Tann'nın ilmidir. Attığın zaman sen atmadın;175 lâkin onu Tann attı keza hu kitapta bundan önce bu mânamn şerhi birçok yerde geçti.
Gök ve yer, cisimler ve bedenlerin evidir. İnsanın kahbı olan bedenler de bu ruhun ve aklın evidir. O halde beden, mânanın evidir, dünya ise suretin evidir. Suret ise sınırlıda; mânamn ise sımn yoktur. Bu yönden insanın kahbı olan beden, büyük âlemdir. Gök ve yer ise küçük âlemdir. İnsanın vücudu, bir hayvan ve merkeptir. Nitekim Peygamber, (selâm O'nun üzerine okun) nefsin senin binek hayvanındır; ona iyi bak (H.), buyurmuştur. Eğer vücut, merkep olursa, gök ve yer de merkebler olurlar. Çünkü bunlar suret ve bedenlerin evidirler. O halde, ruhun sarayının bu âlemin dışında başka bir âlemde olması lâzım gelir. Elbette akıbet, başlangıçtan daha hayırlı olacakta 176 buyurulduğu gibi ahret, bu dünyadan daha hayalıdır. Ruhun keyfiyeti olmaz; onun sarayı da keyfiyetten münezzehtir. Beden ise surettir. Onun evi de suret âlemidir.
Beyit;
(Senin yanaklanmn etrafım şeytan ve peri askerleri kuşattı; Süleyman'ın mülkü senindir; Süleyman'ın mührü olan yüzüğünü kaybetme.) ,
Ukba düşüncesi melekler; dünya düşüncesi perilerdir Küfür ve zulüm düşünceleri, şeytanlardır. Tann öyle bir varlıktır kı bunların hepsi, O'nun hükmü altındadır ve bu düşünceleri insanlara o göndenr. Çünkü insan O'nun naibi ve halifesidir. Zira Tann: Ben yeryüzünde hükümran olacak birini yerleştireceğim177 buyurmuştur.
(175) Kur'an.Sûre: 8, Âvet: 17. (
(176) Kur'an.Sûre.-93. Âyet: 4
(177) Kur'an Sûre: 2, Âyet--28 .
1
Tanrı evden çıkmadığından, peygamberler onun halife ve naipleridirler. Ben hata ettim! Naip menûb ile birdir. Eğer sen, bunları biribirinden ayırırsan bu çirkin bir hareket olur; güzel bir şey olmaz.
O halde her velî, vaktin Süleyman'ı, şeytan ve peri, onun mahkumu ve Süleyman'ın yüzüğü parmağında olduğu halde, devlet tahtına oturmuştur. Talihsiz o kimsedir ki ondan mahrumdur, onu görmez, bilmez ve onun yanında geçmişleri anar. O. ismini zikrettiği geçmişlerin yanında oturduğu halde, bundan haberi yoktur. Ekmek onun önündedir; o ise eşekliğinden ekmek nerededir? diye bağırır. Falan iklimde, falan yüzyılda ekmek varmış der.
Şiir:
(Bu dünyada ne kadar Eshab-ı Kehf vardır ki onlar senin şu anda yanındadırlar. Yâr, gar hem biribiri ile coşup kaynaşmadadır; fakat ne çare ve ne fayda ki senin gözün ve kulağın kapalıdır.)
Bütün peygamberler, velîler, vâsıllar birdirler; onlardan birini görmek, hepsini görmektir; aynı zamanda birini reddetmek de hepsini reddetmek demektir. Bir peygambere düşmanlık etmek, hepsine düşmanlık etmek saydır. Bir insan herlıangi bir peygambere küfretse, kâfir olur. Bununla beraber başka bir peygamberi övse, hiçbir faydası olmaz. Bir peygambere düşmanlık eden şaşı bir adama benzer. Aynı peygamberi hem sever, hem de ona düşmanlık eder. Halbuki bunların hepsi, hakikatte birdir. Bu aynen şunun gibidir: Bir usta şaşı olan çırağına: falan odaya git, falan şişeyi getir" diye emretmiş, şaşı çırak odaya girince, orada bir yerine iki şişe görmüş, dönüp ustasının yanma gelerek ona: "Odada iki tane şişe var, hangisini getireyim?" diye sormuş, usta: "Orada şişe bir tanedir" «taniş, çırak: "Hayır iki tanedir" cevabını vermiş ve bunun üzerine usta: "Öyle ise birini kır, ötekini getir" demiş.. Şaşı çırak, bu gördüğü şişenin bir tanesini kırınca, öteki gördüğü şişe de ortadan kaybolmuştur. İşte velinin yaranda geçmişlerden bahsetmek de tıpkı bunun gibidir. Bir şişeyi, iki görmektir O adam da geçmişten bahsetmekle, kendi şaşılığını ortaya koymuş olur. O, bununla şeyhleri ve velileri taklidi öğrenmiştir. Aynı zamanda hakikati öğrenememiştir; yalnız onların cisimlerini, suretlerini anlamıştır. Onların ruhlarını, hakikatlerini ankyamamışür. Meselâ, sen bir mukallidin, ekmeğin ne olduğunu bilmiyen bir şahsın önüne, uzun, pide şeklinde ya-pdmış bir ekmek koysan, ekmeğin tadını tatmadığından o habersiz adam: "Senin ekmek dediğin, yuvarlak olur. Bu getirdiğin ise uzun. Eğer bu ekmek olsaydı, benim istediğim gibi bunun da yuvarlak olması lâzımdır"der. Yahut suyun ne olduğunu bilmiyen bir adamın önüne bir kâse ile su koysalar, o adam: "Bu su değildir, su denilen şey testide olur" derse bundan da belli olur ki bu adam, sudan testiyi anlamıştır. Suyun ne olduğundan haberi yoktur. Meselâ parmak gibi, uzun bir şekilde yapılmış şeker, şekerin ne olduğunu bilmiyen bir adamın önüne konulsa o da: "Şeker bir batman ağırlığında ve kalıp halinde olur. iki üç dirhemlik bu uzun şekilli şey
110
MAÂRİF
nedir? Şeker değildir" diye inkâr eder. Bunun örnekleri, benzerleri çoktur, işte bu söylediğimiz gibi taklitçi olan adam, surete bağlıdır. Mânadan haberi yoktur. Nebilerin vehlerin gerçeklerini bilmez. O, işittiği ve tasavvur edebildiği şeyde kalmıştır. Yalnız geçmişlere bağlanmıştır. O devrin Şeyhlerine inanmaz, etmez; yalnız hikâyeler ve efsanelerle oyalanır. Buğday yememiş, tatmamıştır; yalnız adım işitmiştir. Nebiler de tıpkı "muma" benzerler. Vahiy nuru ise, o mumların parıltılarıdır. Bir yerde, bin tane mum yakılsa hepsinin vasfı birdir; hepsinin hükmü aynıdır. Onlar, sayı itibariyle çok olsalar da vasıf bakımından birdirler.
Beyit;
(Sen, görünüşe bakarsan gözlerin, ikidir, fakat onların nuruna baktığın zaman onun bir olduğunu görürsün.)
Bu imtihana evvelâ gökte melekler çekilmiştir. Tanrı, Hazret-i Âdem'in suretinden tecelli etti. iblis: "Tann'nın tecellisi arştan olur; burada bu toprak yığınında tecelli ediyor; ben toprağa nasıl secde ederim?" dedi. Gözleri Şaşı olmayan melekler ise bunun, doğrudan doğruya Tann'nın tecellisi °iduğunu bildiler ve Hakka secde ettiler, iblis de evvelâ melekler zümresin-dendi. Bu hareketiyle onun, onlarla aym cinsten olmadığı anlaşıldı. Bu bakımdan meleklerden aynldı. Bu imtihan yapdmadan, bu mihenge vurulma-- dan evvel, vakit ile karışmıştı. Halis altını kalp altınla bir tutmak,haksızhk-«• Âdem' (O'na selâm olsun) in vücudu ona secde etmek meselesi, bir mi-henktaşı oldu. Bununla kalp altın, hâlis altından ayrıldı. İşte her yüzyılda yeni bir peygamber geldiği vakit, ona iman edenlerin, halis altın etmiyen-Ierin kalp oldukları anlaşıldı. Her nebinin vücudu, bir güneş, bir lâmba gibidir. Beyaz yüzlü rumiar ve siyah yüzlü habeşlerle dolu, karanlık bir ev tasavvur edelim. Bu evde, bu karanlık yüzlerin hepsi, kendilerini beyaz yüzlü ve güzel tasavvur ederler Fakat bu güneş ve lâmbalar evi aydınlatırlarsa o zaman beyaz yüzlüler, kara yüzlülerden ayrılırlar.
Mesnevi:
(Kalp ve halis bu âlemde haşr u neşr oluyorlar. Her taraf karanlık bir gece, biz de gece giden yolcular gibi idik. Güneş gibi olan peygamberler geldiler; onların nurlan ile âlem doldu. O zaman hâtıftan bir ses gelerek: Ey kalp'git! Ey saf sen buraya gel! diye çağırdı.)
Sen. şunu bil ki Âdem'den evvel Haklan tecellisi vardı; fakat iyi, kötüden ayrılmamıştı. Kalp ve saf birdiler. Hepsi Adem'in vücudundan sonra biribirlerinden aynldılar. Bir derviş: "Ben her gün Tanrı'yı kırk kere görüyorum Sen beni nereye gönderiyorsun?" cevabını verdi. Sonunda bu derviş gitti ve Beyazıd'ı bir defa gördü, dayanamadı, ruhunu teslim etti, kalıbını dinlendirdi. Tann'yı tanımak, velileri tanımaktan daha kolaydır. Bütün âlem Tann'ya taparlar, O'na secde ederler; fakat bu yüz binlerce insandan bir kişi, lâyıkıyla bir veüyi tanıyamaz. Musa (Selâm O'nun üzerine
MAÂRİF
olsun) Tann'nın Elçisi değil mi idi? Tann O'nunla konuşmamış mı idi? Asası elinde ejderha ohnuyor mu idi? O asâ ile âsilere galip gelmiyor mu idi?
Bununla beraber o. velîlerin yüzünü görmek, onlan tammak için Tann-dan niyazda bulundu; O'na yalvardı. Nihayet Tanrı O'nun duasını kabul etti ve O'na: "Kendi ümmetin arasından çık, seyyahate git!" buyurdu. Soma Musa seyahate çıktı. Kullarımızdan öyle bir kul buldular 178buyrul--duğu gibi Hızır'ı tanıdı. Bundan soma, Hızır'ın gemiyi bozması, o çocuğu öldürmesi, yetimlerin duvannı Sûre-i Kehfin sonunda zikrolunmuştu* Bununla beraber Musa Hızır'ın ahvali hakkında hayran kaldı. O'nun ruhu nun sırlarına erişemedi. Hızır (O'na selâm olsun) her ne yaptıysa Musa, O'nun sırrını bilemediği için her zaman O'nun bu hareketlerine itiraz etti. Sonunda: "Artık bundan sonra senden ne zahir olursa ses çıkarmıyacağım, can ve gönülden kabul edeceğim" diye tövbe etti.
Şimdi biz yine konumuza dönelim: Peygamberler tek nefestiler. Her ne kadar, sûreten sayılı iseler de, mâna bakımından bir zat ve bir nefestirler, bir nurdular. Çünkü Kur'an'da: Onlan birbirinden ayırdetmeyiz, biz yalnız Tann'ya râm olmuş Müslümanlarrz179buyrulmuştur. Sen bir mânayı, Türkçe, Farsça, Arapça, Kürtçe gibi türlü türlü dillerle söylesen, yine mâna bakımından birdir. Yalnız söylendiği diller çeşitlidir; çünkü Türkçe, Arapçadan başkadır. Fakat mânada ayrılık yoktur. Bu, çeşitli dillerle söylenilen aym mânadır. Sen, velîler ve nebileri de bu diller gibi bil! Surette çok ve çeşitli, fakat mânada bir ve .birleşmiştirler. Elif harfini, hangi renk kalemle, hangi kâğıda yazsan elif yine eliftir. Elif, Hakkın tecellisidir. kağıt kalem ve bunlar velilerin suretleri gibidir. Suretleri değişirler, fakat mâna bir halde birdir, değişmez. Bir padişah at, deve, katır veyahut herhangi bir hayvana binse, çokluk, merkepte olur. Binen, yine aynı padişahtır ve değişmez. Her kim padişahı, çok olarak görürse onun bakışı, binilen hayvana çevrilmiş demektir, binene değil. Nitekim Mevlânâ şöyle buyuruyor:
(O kırmızı esvaph, ay gibi güzel, yine geldi. Bu yıl, yeşil hırka giymiş; 9 yıl, yağma edici gördüğüm Türk, bu yıl Arab şeklinde geldi. O şarap aynıdır. Her ne kadar kadeh değişmişse de o değişmemiştir. Bak ki şarapçının başına ne güzel, ne hoş tesir etti!)
Madem ki peygamberler bir tek nefes, bir mâna ve aynı kimsedirler o halde, eğer bir peygamber, bir mucize veya bir veli bir keramet gösterse, o mucize o peygamberin, mucize, bu peygamberindir, demek doğru değildir. Bizim öyle itikad etmemiz lâzımdır ki Peygamber, her mucizeyi, göster meğe muktedirdir. Eğer o mucizeyi, belli bir kavmi için göstermişse, başka mucizeler göstermekten de âcizdir, denilemez. Meselâ bir doktor, safra hastalığım, öteki doktor kuluncu, başka bir doktor da sersamı, başka bir
(178) Kur'an,Sûre: 18, Âyet; 64
(179) Kur'an.Sûre: 2, Âyet:130
112
MAÂRİF
doktor ise sıtma veya verem yahut zatülcenp hastalığım iyileştirse, bu doktorlar başka hastalıkları iyileştiremezler, demek doğru olamaz. Bunlar bu hastalıklara tutulmuş hastalarla karşılaşmışlar, tesadüfen bu hastalıkların tedavisi ellerine geçmiştir ve bunları tedavi etmişlerdir. Meselâ bir müftü, bir yerde bulunmuş, orada bir boşanma meselesi çıkmış, boşanma hakkında hüküm vermiştir; başka bir müftü de bir nikâh meselesiyle karşılaşmış, nikâh hakkında karar vermiş olabilir. Yoksa müftü, bütün şer'i meseleler hakkında hüküm verebilir. Meselâ müminin kalbini, Tann istediği gibi çevirir, müminin kalbi, Tann'mn elinde bir âlettir. Fail gerçekte Tanrı'dır. Böyle olmakla Tann bazı şeylere kaâdirdir, bazı şeylere kaâdir değildir. Bazı şeyler bilir, bazı şeyler bilmez, nasıl denilebilir? Tamı her şeye kaâ-didir 180. Ne yerde, ne gökte zene kadar bir şey Tann'nın ilminden gizli kalamaz181
FASIL: 29- Bütün âlem, mânaya âşıkta. Bununla beraber: "Biz surete -âşıkız" derler. Bu yanlıştır; onlar, mânaya âşıktırlar, suretin onların yanında hiçbir değeri yoktur. Meselâ: "Bu adam, kötü ahlâklıdır veya akılsızdır" derler ve ondan kaçarlar; ötede bir adam görürler: "Bu akıllı, iyi huyUı bir adamdır" der, onu överler. Akıl ve güzel huy, suret değil, mânadır. İşte bundan da görülüyor ki bütün âlemin bakışı, mâna üzerinedir; Çünkü kötü mânadan kaçıyorlar, iyi mânayı seviyorlar; ona âşık oluyorlar. Onların bu sözleri, işlerine uymaz. Güzel bir kadından vefâ görürlerse, °nu, eskisinden daha çok severler. O kadının, vefa göstermekle sureti başka türlü olmuştur. Vefasız bir güzelden nefret ederler; vefasızlık, onun suretini değiştirmemiştir. Vefâ, suret değildir. İşte bundan da anlaşılıyor kî dosüuk ve düşmanlık suretle değil, mâna iledir. Sîıret bir kâse gibidir, mâna da onun içindeki yemektir. Kâseden maksad, içindeki yiyecektir, kâse değildir.
Mısra:
(Kâselerden maksad, içindeki yiyecektir.)
Kâsenin red ve kabulü, içindeki yiyecek yüzündendir. Çocuk gibi niçin gözünü kâseye, çanağa dikiyorsun? Bir kâsenin makbul olması veya olmaması içindeki yemek yüzündendir. Eğer yemek güzelse, kâse makbuldür; kötü ise, makbul değildk. Bir köle, padişahın önünde el bağlayıp durursa °» padişahın suretinin önünde el bağlamamıştır. Eğer böyle olsaydı padişah uyurken de aynı şeyi yapması lâzımdı. Uykuda, padişahın sureti, kaybolmuyor, yine yerinde duruyor. Uyandığı zaman, köle gelip karşısında el-pençe divan durur. Kölenin, padişaha uyandığı zaman saygı göstermesi, Padişahtaki o "uyanıklık" içindir. Uyanıklık ise mânadır. İşte köle bu üya-
180) Kur'an^ûre: 2, Âyet'19 .
181) Kur'an.Sûre: 10, Ayet; 62
113
MAÂRİF
nıklığa saygı gösteriyor eğer köle padişahın önünde elpençe divan durur, ona saygı gösterirse, ondan rütbe ve mansıp bulur.. Başka kölelerden daha çok derecesi yükselir. O halde sen de daima uyanık olan Tann'ya ibâdet ve hizmet etmiyorsun ve "Tanrı daima uyanıktır, benim iyi ve kötü hallerimi ve işlerimi görür. El bağlayıp ona ibâdet edeyim, cehennem azabından kurtanlayım"demiyorsun.
Namazda Hakkı görüyormuş gibi dur ve bil! Eğer buna muktedir ola-mazsan, hiç olmazsa, o işi görüyormuş gibi namazını kıl. Nasıl bir huzur ve edep ile hareket edeceğini düşün ve gör (H.). Peygamberimiz: Namaz, ancak kalb huzuru ile caiz olur (H.), buyurmuştur. Hiçbir kul, padişahın huzurunda durduğu vakit: Benim bu duruşumun bana ne faydası var? Veya padişah beni taltif eder gibi düşüncelerle meşgul olmaz; o yalnız edebiyle, onun huzurunda durmanın ve meşgul olduğu bu hareketin, böyle bir özelliği bulunduğunu bilir. Sen de Tann'nın huzurunda, huşu ve hudu'u candan ve yürekten artır ki devletlere erişesin!
Her kim zene kadar bir iyilik veya kötülük işlerse onların karşılığını görür 182. Kim bir iyilik yaparsa,onun on misli, kendisine verilir 183.Velhasıl sen. daima mânayı görüyorsun ve onu suret zannediyorsun.
Beyit:
(Deniz kenarında olduğundan haberin yok; ay m zamanda susuz olarak uyumuşsun. Hazinenin üzerinde oturduğun halde, fakirlikten ve parasızlıktan ölüyorsun.)
Din yollu, hizmet ve ibâdet ile anlaşılabilir, dedikodu ve boş sözlerle değil. Her hareket ve her işin bir özelliği vardır. Yumuşaklık ve âciz göste-rirsen rahmete, şiddet, serkeşlik, edepsizlikte bulunursan lanete hak kazanırsın ve eğer: "Yumuşak huyluluk niçin rahmete sebep oluyor da şiddet lanete sebep oluyor?" diye bin yıl düşünsen bunu mübahase ve münakaşa ile bilemezsin. Bu. ancak tecrübe ile anlaşılır. Helile, niçin ishal yapıyor? Sikencebin niçin safrayı iyi ediyor? Bir tohum yerden nasıl çıkıyor? Bir damla meni ana rahminde nasıl bir çocuk oluyor? Bunu Tann bilir. İnsanlar yalnız tecrübe ile görmüşler, bilmişler ve öyle kabul etmişlerdir. Onların bildikleri, yalnız bunun ondan olması, onun bundan olmasından ibarettir Velüer ve nebiler, bütün geçmişler böyle, hizmette, ibâdette bulundular Bunun için davetlere nail oldular. Çünkü, bu hizmet ve ibâdetin neticesi cennettir. Onun özelliği budur. İsyanın özelliği ve meyvesi mihnet, yokluk ve yoksulluktur. Ateşin özelliği sıcaklık, su ve buzun özelliğinin soğukluk olduğu gibi. Geçmişler, akıllı insanlar olduklarından hizmet ve ibâdet ile maksada eriştiler. Onlardan sonra gelenler hizmet ve ibâdetsiz, üim münakaşa ve mücadele ile maksada erişmek istiyorlar ve işte bunun içinde hiçbir şey elde edemiyorlar ve hiçbir sonuca varamıyorlar.
fi 82) Onun için her kim bir zerre ağırlığında hayır işlerse, ^nu görecek, Her kim de zerre kadar
1 ' ser işlerse o da karşılığın, görecek. (Kur'an, Sure: 99, Ayet: 7-8J
(183) Kini ki iyüik eder, onun on misline nail olur. (Kur an,Sure: 6, Ayet. lbi).
114
MAÂRÎF
FASIL: 30- Bilginler, nebilerin vârisleridirler (H.). Bu sözde bilginlerden maksad, velilerdir. Açıktır ki bunların bilgin kendiliğinden bilinmiştir. Sonradan toplanıp, düzene konulmamıştır. İlim, onların sıfatıdır. Nur güneşin, sıcaklık ateşin, tatlılık şekerin vasfı olduğu gibi. Bilgi, onların yüreklerinden pınardan su akar gibi akar. Nitekim Peygamber: "Her kim, kırk sabah Tanrı'ya ihlâs ile kufluk ederse, onun yüreğinden hikmet pınarın, diline doğru akar" (H.), buyurmuştur. Bütün Peygamberlerin ilmi, aydınlatacağımız şekilde bu cinstendir. Peygamber, ümmî idi; yazı yazmasını bilmezdi. O'nun ilmi, kendiliğinden bitme ve yetişme idi, kitap vesaire ile kazarulnuş değildi. Ümmînin, iki mânası vardır: Bir ümmi vardır ki onun okuması, yazması yoktur. Halkın büyük bir kısnu, ümmîden bunu anlar; fakat muhakkiklerin yanında ümmî, herkesin el ve kalemle yazdığını, kademsiz ve aletsiz yazan kimsedir. Peygamber'e: "Ey Muhammed! sen ümmi ve yetimdin. Seni mektebe gönderecek, okutup yazdıracak annen, baban yoktu. Bu kadar ilim ve irfanı nereden öğrendin? Ta yaradılışının başlangıcından başlıyarak, cennet bağının birer birer ağaçlarını tasvir ettin. Cehennem zindanının birer birer köşelerini, bucaklarım saydın, anıttın. Âlemin yıkılacağı bir zamana kadar, iyiliği, kötülüğü ve bütün olacak şeyleri bildirdin, bunları kimden öğrendin?" diye kendisinden sordukları zaman O da karşılık olarak: "Benim terbiyecim ve öğretmenim Tann idi; O, bana öğretti 184 -
Ben bu bilgileri, Tann'dan öğrenmemiş olsaydım, yüz, belki bin yılda öğrenemezdim. Farz edelim halktan öğrenmiş olsaydım, o öğreneceğim bilgi taklidi oİurdu; içten gelme bir bilgi olmazdı. Biçimsel bilim olurdu; bilgimizin gerçeği ve ruhu olamazdı" dedi. Meselâ, herkes duvara bir insan resmi çizer; o resmin başı olur, aklı olmaz; gözü olur fakat görmesi olmaz; eli olur, bağışı olmaz; göğsü olur, içinde nurlu bir kalb bulunmaz; elinde bir kılıç olabilir fakat, o kılıcı kullanmak ustalığı olmaz. Yine bir mihraba kandil resmi yaparlar; gece olunca o kandil, zene kadar aydınlık vermez. Bir duvara ağaç resmi yaparlar, salladığın zaman yere tek meyve düşmez. Bir ressamın duvara çizdiği bu insan, ağaç, kandil şekillerinde hakiki ve canlı şekillerin mânaları bulunmaz. Bu şekiller, tamamiyle tabiî Şekillerle sureten aym olmakla beraber, hiçbir zaman oıdar gibi değildir. Bunun gibi kitapla öğrenilen bu bilgiler de velilerin ve nebilerin içinden kaynayan bilgilerle bir olamazlar; aym farklar, bu iki cins ilimler arasında vardır. Böyle işitilen, öğrenilen taklidi bilgilerle kimse bu dünya zindanından, bu varlık halinden kurtulamaz. Kalbe bir canlılık gelmez; çünkü bu taklidi bilgilerle, kimse bu dünya zindanından, bu varlık kaydından kurtulamaz. Kalbe bir canlılık gelmez; çünkü bu taklidi bilgi, ölüdür, cansızdır. Ölüler ve habersizler âleminden gelir. Bir şekilden başka bir şey değildir. Nebilerin, velilerin bilgisi gibi, insanın yüreğine dirlik veren ilim, başkadır. İşte kim bu cins ilini öğrenirse o, nebilerin ve velilerin vârisi olur.
(184) Esirgeyen Tann,.Kur'an'ı öğretti. (Sûre: 55, Âyet.' 1)
115
MAÂRİF
[L- 31- Bazı kimseler vardır ki onların şeyhten uzak olmalar» vi^L^-kın olmalarından daha iyidir. Onlar bu uzaklıkta, daha çok istifade ^V/j * , ler İşte bu sebeptendir ki eski şeylüer, müntte bu hali gördükleri ^^1^" ona sefere çıkmasını emrederdi. Bunun gibi bazı müritler hakkında da * Jj^r rı'nın tecelÜ nurları ve gayb âleminin suretlerini görmek ve hatif tan s , işitmek gibi, harikaları görmemek, işitmemek daha hayırlıdır Bu, ^^tir*' için zararlıdır. Tüccar Mecdüddın Meragı, Hazret-i Mevlânâ'nın hizm^C\V-de bulunurdu. Bir gün kendisine: "Evet ben yıUardan beri sizin hizmet* de bulunurum; candan ve gönülden çalışıyorum, bunun feyzivle beride ^ ^ lunan bilgisizlik gitti; öyle bilgiler ve zevkler, öyle mânevi' aarin ve ac**^*^ haller hâsıl oldu ki, dünyaya sığamıyorum; iki cihanın mülkü aLttıde oluyor; Dünya ve ahiret uygusundan kurtuldum. Ne cennetin nS*I^2S* istiyorum, ne de cehennemin azaplarından korkuyorum ». V ™ -
devletlerin ve nimetlerin üstünde görüyorum. Bu h ı ' Bu halimi «g?^
benmişim, benden başka varlık yokmuş gibi e*v Ücen bana her ^L_jV inanç lıasü oluyor. Bazan bu halde eski halime d- y°r; bende böyle J^»^ uyamyorum. Taıaı'dan halka yüz çeviriyorum »1Uyorum, bu mestü^ \ ^
icarlar sİ7ft hizmet etmemiş hazı miirirtQ.ı„ .. • **Urilir»l«* ı . *~or"** _
kadar size lıizmet etmemiş bazı müritlerle görüSüvUnUnle beraber, be^^l^ bazan kırmızı bazan yeşil ve hattâ dünyada mevtti01, °nlar bu gözl^Ü*~* renkler, nurlar, bağlar, çemenler ve meleklerden h °lan türlü türlü hklarım gördüklerini ve bunların, kendileriyle bı, i Ş a §aVb âlemin»»1 leri seslerle konuştuklarını söylüyorlar, bu nasıl ,m kulaklarivle birini göremedim" diye halinden şikâyette ı , y°r? Ben hı rin O'nun aziz olan ruhunu takdis etsin) senin rıakk, JUndu. MıJı-- fT*-*C*»^ ha hayırlıdır. Eğer sen de onlar gibi bu naö?da ^^Ij^ JJk olurdu. Halinden şikâyet etme! Çünkü: Savas§ rmü§ ol^rt8°me^*r^ rolundu.Belki de kötü gördüğünüz bir şey Sk^ K**Z^T?/e^ sevdiğiniz veya iyi gördüğünüz birşey, hakkını^1 hayırh0lurY*** %
°luri85 buyrul*****
***
;,v,i".&U"- v.0----a----- "«.?cy nakkmı^~""ıcr,a hı, ,°,,ıl'*
tur diye öğütte bulundu. Klnttda kötü ol VlrU 0,ur- Xİ
u oıUr l85 buyrUlıti
Beyit:
(Birçok dualar vardır ki onlar, zaran ve m gibi duaları, kereminden işitmez.) 0,n*ayı „ t? *^
^ektirir. Ta,,rl
Tamı padişahlığı herkese vermez. İnsani padişaha kul ve bağh olurlar. Padişaha itâa?" .?azıları
öldürülmekten, kılıç ile kesilmekten kurtulu P kl,l ol İŞah baz»l3r* ^ dar binlerce insanlar cehenneme gittikleri h^U a* dev?11 ka"r beIâ olan kâfir, bu intisabından dolayı bundan k, . ' Pa(tt-Wet •nidir*' 0U da daha büyük bir saadet ne olabilir? YineT ulur- b,, »tâat ed»P' kmdan titreyen ince, nazik dallar gibidirler: onE'*1* vSS^. "Stünde, ^ ^
ar a§aCln eri) Tarnı'n*»1,
(185) Kur'an.Sûre: 2, Ayet: 213 ^Öl£esİyle ^
116
MAÂRİF
dirler. Ağacın gövdesi, o büyüklüğüne ve ululuğuna karşıbk tatlı bir meyve vermez; ince dallar ise, gövdenin yardımı ve kuvvetiyle meyve verirler. Müridin, şeyhe daima ruhu ve bedeniyle hizmet etmesi lâzımdır ki, ince, zarif bir dal gibi olan şey de meyve versin. Dal, saba rüzgârlarından sallanır; fakat rüzgâr, ağacın gövdesini salhyamaz; belki onu kesildiği vakit balta sallı-yabilir. Onun, rüzgârdan sallanmaması iyidir. O, ince dallarının sallanmasından böyle'sallanmaktan emindir. Onun meyvesi, devletin ince dallara olan bâğldığını arürmasmdandır. Bu ilgi kuvvetli olmalıdır kı dallar ile aracında bir birlik husule gelsin. Aksi halde dalların meyve vermesi ve gövdenin meyve vermemesi demek olur. Öyle kı insanın vücudu gözden incinmez kulağı kıskanmaz; hiç insanın meyvesi: Göz görüyor, kulak ısıtıyor, bende niçin bu duygular yok diye şikâyet eder mi? Belki gözün görmesiyle, insanın bütün vücudunun âzası bir zevk duyar. Eğer göz görmezse, hepsi müteessir olur. Mademki arada sıkı bir birlik vardır, gözün görmesi, bütün azanın görmesi demektir. Padişahın koles. Parlarda: Biz falan memleketi fethettik; düşmanın ordularım bozguna uğrattık diye ogunür. Her ne kadar bunların hepsini padişah yapmışsa da, kole ile padişah arasında çok sıkı bir bağ var olduğundan ve aynhk gayrdık bulunmadığından kul, bunların hepsini, kendine mal eder ve kendisinin sanır. Padişahın şevket ve kuvvetinin çokluğundan memnun, ona bir zarar, ziyan gelmesinden ise müteessir olur. O halde böyle harikalar gormuş kimsenin, Tanrı'nın velisi olması lâzım gelmez. Müritlerden bin, bu harikaları gonır; otekı hiç görmez. Bununla biraber derecesi görenden daha fazla olabilir. Bu aynen bir padişahı ziyaret için yola çıkanların haline benzer. Bunkrdan bazısına, pa-disıhm bulunduğu yere gidinceye kadar, yollardaki bağlar, koşklen ve gü-zeleri her u&râk ve durakta gösterirler. O, orada kalır. Bazısını biraz daha üeri aötürdükten sonra gösterirler. Bazısına da yalnız padişahı görmesi için bu görülecek şeylerden hiçbirini göstermezler.
Velîlerin büyüklüğü, küçüklüğü bu gibi mucizeler görmek ve görmemekle değildir Biri bu insanlann görmediğini bilir, gayb âleminin yüz binlerce garipliklerini görürler. Meselâ kedi de karanlık gecede her şeyi görür. Köpek komşusunun ölümünü önceden hissedip haber verir. Bu gibi harikalan, ekseriva yüreği temiz kimseler, görürler. Düşünce ve bilgi sahipleri ise pek az görürler Çünkü Tamı adaletlidir. Eğer bir kimse Tann'ya hizmet eder ve zahmetler çekerse mutlaka Tanrı ona bu hizmetine mukabil bir bağışta bulunur Bir adamın yüreği hakikat şarabının mestliğinden, mânevi şarap-lann tadından, hakikatleri ve sırları keşfetmek, niteliği tarif olunamayan âlemin suretlerini, mücenet akıllar ve ruhları görmek kabiliyetinden yoksun olduğundan, onu büsbütün boş bırakmaz; bu sebepten bu gibi suretleri ona gösterir. Hiç, şüphe yok ki uyanıklıkta görülen şeyler, rüyadaki şeylerden daha açık ve daha kuvvetlidir. Fakat bunlar aym cinstendir. Vilâyet ve fark ise, bunların hepsinden başkadır. Gerçekte vâsıl olmuş olan kâmil velilerin vilâyeti, Tanrı'nın cemâlini görmektir. Kim bunu göremezse, ar-
MAÂRİF
tık geri kalan şeyler, onun nazarında bir hiçtir, oyuncak kabilindendir. Bu makama vâsıl olan velînin âlemeti budur. Tann onun böyle harikalar! görmesini istemez, ona bunları göstermez; çünkü o bilir ki velî, aslı gör' müştür; artık o, teferruata iltifat etmez.
FASIL: 32- Ötedenberi halk: "Gençlerin ölümüne ağlamalı, ihtiyarla' nn ölümüne ağlamaman" der. Bu tersine olmalıdır. Çünkü ihtiyar, dâhfl akıllı, daha bilgilidir ve ahlâkı daha güzel ve daha çok olgunlaşmıştır. Ağ' lamak, sevilen bir şeyden ayrılmaktan doğar. O elden giden şey, ne kadar güzel ve kıymetli olursa, acısı da o ölçüde olur. Meselâ, altının elden gitme' si, gümüşünkinden daha acıdır. Bundan başka bir insanın bir ihtiyarla arka' daşhk etmesi, bir gençle arkadaşlık etmesinden daha iyi olur. İşte bu « -' denle bir ilıtiyann ölümüne, bir gencin ölümünden daha çok acımak ve aj. ¦ lamak gerekir.186.
FASIL: 33- Eğer kuvvetli olursan, zayıflara tecavüz etme! Onlarm elinden, onlardan, yıkılmadan evvel mansıplarını, işlerini alma, çünkü bu mansıp ve iş, senden önce onun elinde idi. Onunla yaşıyordu. Üstünlük, değer, ilk önce gelenlere aittir. Köpekten aşağı olma. Köpek hayvanların en aşağısı olduğu halde, kuvvetli bir köpek, zayıf bir köpeğin elinde ve ağzında bir parça et gördüğü zaman onu almaz. İnsan, köpekten daha aşağı nasıl olabilir?
FASIL: 34- Kâmil olan yakın, bir şey gibidir. Ve doğru zanlar da müritlerdir. Zan, kuvveti ölçüsünde derecelere ayrılır. Hafif olan zannın derecesi de o ölçüde hafif ve aşağıdır. Bu ölçü ile, derece derece iner. İki doğru zan arasında, fark vardır: İmanı teraziye koysalar ve bütün âlemin imam ile tartsalar, Ebubekir'in imanı üstün gelir (H.), buyruhnuştur. Bununla anla-şdıyor ki bir şeyh gibi olan yakîne teveccüh etmiş müritler, camide imamın arkasına dizilen cemâat gibi, derece derece ve saf saf aynhrlar. Yalmz, burada, müridin derecesi, şeyhe olan zannının derecesiyle tâyin olunur. Saflar şekilde değil, mânadadır. Bu zanlar, arslan yavruları gibi, yakın sütünü içip, yavaş yavaş büyürler, kuvvet kazanırlar. Zan derecesinden çıkıp, yakın mertebesine varırlar. Yakîn rengini alırlar. Meselâ koruk, yavaş yavaş üzümlük devresine gelir. Ekşilik ve bandıktan kurtulur; yavaş yavaş tatlı ve tam bir üzüm olur. O vakit ona, koruk demezler, üzüm derler. İşte bir koruk gibi olan zan, yakine doğru gider, o yakîn sütünü içer ve sonunda yakîn olur. Zanlık hali, tamamiyle değişir. Tüm yakîn olur. Artık ona mürid denmez. Şeyh derler. Çünkü müridlik sıfatı, zan idi;bu zan artık onda 1 a mı ş tır. Zan, yakîn olmuş, yani mürit kendinden fâni olup kalma-mıştu. Şimdi şeyhin varlığı olan yakîn, onun varlığı olmuştur.
(186) Bu fasü esas olarak aklığım nüshada bulunmayıp, diğer üç nüshada mevcuttur.
MAÂRİF
Beyit:
(Onlar, kendileri ile fâni, dost ile bakidirler. Ne kadar tuhaf! Hem varlar hep yoklar.)
Artık bu yakın sahibi olan şeyh ve doğru zanlar sahibi olan onun müritleri, bu âlem ve öteki âlemde baki ve kaimdirler. Bunun delili de şudur. Âdem' (Selâm onun üzerine olsun) in zamanından, bu zamana kadar, bunların suretleri, yok olup gittikleri halde, bu yakin ve doğru zanlann mânası ölümsüzdür. Yalnız bunlar başka suretlerle zuhur ediyorlar. Devirden devre ve asırdan asra, esvap değiştiriyorlar, başka bir esvapla görünüyorlar. Esvaba bakanlar, şahsı tanımıyanlar, onları başka görürler; fakat şahsın ne olduğunu bilenler, aradan böyle yüzbin devir geçse de, onun öylece evvelkinin aym olduğunu bilirler.
(Ö tornızi esvaph dilber, ay parçası gibi, bu yd yeşil bir esvapla gelip göründü. O yıl yağmacı bir Türk şeklinde gördüğün bu yıl bir Arab gibi geldi. O şarap, aynı şaraptır; yalnız kadeh değişmiştir. Bak bu şarap, şarapçının kafasına nasıl tesir etti.) ,
Şeyh ve müritlerin toprak ve sudan mürekkep olan suretten ölçüler gıbı-diler. ölçüler değişir, fakat o buğday aym buğdaydır
O halde sen yakını, suret ve kalıptan soyulmuş şeyh ve doğru zanlan da suret ve kalmtart ayrümış müritler bü.Bunlar iki âlemde de bakidirler. Bu suretleri 3ın mazharı olarak kabul et. Çünkü halk, bu suretler olmadan onlan göremezler ve şunu da bd ve haberin olsun kı muntler öldükten sonra sevhin huzurundadırlar. Bu âlemde nasü beraberseler, öteki âlemde de öylece beraber olurlar. Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz ve nasıl ölürseniz öyle hasrolursunuz (H), buynılmuştur. Bir mürit, kötü ve yanhş bir zanna şahin sevhi inkâr eder ve manen de şeyh tarafından reddedilmiş olursa, böyleyken şeyh ona görünüşte mültefit ve manen reddederse bunun böyle olduğuna alâmet müridin evvelce gördüklerinin, aksini görmesidir. Ve ev-, vel yakın ve doğru olarak giden zannı, geri geri gitmeğe başlar. Onun iyi zannı kötü zanna döner. İnkâr ve küfür vadisine sapar. İşte sen, onun bu iyi zarınım sağlam ve sıhhatte iken sonradan kendisine hastalık arız olan bir insan gibi bil.Kalblerinde dert var.Tann da dertlerine dert kattı187 Onlar bir sağhk gibi olan ikrardan, inkâr tarafına gitmeleri için biz onlann kainlerine bir hastalık koyduk. Şimdi doğru zanlar, yakîne doğru gittiği için yakin şeyhinin makbulleridirler. Kötü zanlar, onun yamnda reddedilmiştir Çünkü onlar, küfre doğru geri geri giderler. Onlar, hurma yerler, bunlar diken; onlar şeker yerler, bunlar zehir, onlar, Rahman'a ulaşırlar, bunlar şeytana.
Çünkü (O gün) bir takım cennette,bir takım da cehennemde olacaktır'188 buynılmuştur. Bununla beraber,ümidini kesmemelidir.Tann'nın rahmetine
(187) Kur'an, Sûre: 2, Âyct-9
(188) Kur'an.Sûre: 42, Ayct:5
MAÂRİF
talik olan o inkârı, sıhhate döndürmesi için, o inkâr ve kötü zanlardan tövbe etmelidir. Yalnız tövbe edip, doğru dürüst işler işleyenler, müstesnadırlar. Ulu Tann onların kötülüklerini, iyiliklere çevirir189 .Bu suretle nasıl geri gere gittiyse yine öylece ilerlemeğe başlar. Onun kötü zannı, iyi zan olur. Sonra yine yakîn sütünü içmeğe başlar. İstenilmiyenlerin arasından istenilenlerin arasına geçer ve sonunda önder ve yol gösteren, istenmez iken. istenilen ve en sonunda da şeyh ve öncü olur ve bunun şeyhliği, halk için hiç inkâr ve hileye sapmamış şeyhinkinden daha faydalı olur. Meselâ, bir polis evvelce hırsızlık, yankesicilik ve eşkiyalık yapmış olsa, sonradan polisliğe girmesiyle onun evvelki hali, hilekârlığı, hırsızlığa adâİet ve ihsana çevrilir ve müslümanlar bunun idaresinden, yani vaktiyle hırsızlık yapmış böyle bir polisin idaresinden daha fazla güven ve refaha kavuşurlar. Çünkü bu, hırsızların hilelerini, entrikalarım, yaradılış ve huylannı daha iyi bilir. Onları kolaylıkla ele geçirir. Terbiye etmek ve sindirmek hususunda güçlük çekmez. Bir şeyh de böyledir. Eğer evvelce fısk u fücur ve sefahat âlemlerini görmüş, geçirmiş, ondan sonra tövbe ederek şeyh olmuşsa halk onun şeyhliğinden daha çok faydalanır.
FASIL: 35- Peygamber (Selâm O'na olsun) İşlerinizde ne yapacağınızı şaşırdığınız vakit, mezarlarda yatan ululardan yardım isteyiniz (H.). buyurmuştur. İnsana herkesin ziyaret yeri olmayan, alelade, ölülerden yardım erişirse, Tann'nın, onlar Tann yamnda diridirler, rızıklarına nail olmaktadırlar 190 âyetiyle diri ve kendisiyle beraber olduklanm bildirdiği mezar sahibi veliler ve nebiler, evleviyyetle başı sıkdanlara yardamda bulunurlar. "Uyku, ölümün kardeşidir" (H.), buynılduğu veçhile ölmek, bir uykuya dalmak gibidir. Meselâ, dünyada yanyana yatan iki kimseden biri, rahat ve sevgilisi ile konuştuğu için zevk ve sevincinden bağ ve gülistan, öteki de hicran, zahmet, azap ve elem içinde olacak, aynı yatakta uyuduklannı far-zet; insanlar öldükten sonra da böyle olabilir. İki ölüden biri, mezarda Tann'nın rahmetine eriştiğinden rahat ve zevk içinde yatar, öteki de tersine türlü türlü azaplarla muazzep olur. Bunun için ölüler hakkında "Toprağı hoş olsun" derler. Ölülerin cismi, mezarda dağılmağa başladığı zaman, rahat ve azabın, onların bedenlerinin parçaları üzerinde vâki olması imkânsız değildir. Günahkâr olmayanların bedenlerinin munkalib olduğu toprak, rahat ve hoşluk, ötekilerininki de zahmet ve azap içinde olur. "Toprağı hoş olsun!" diye dua etmek mânâsız değildir. Ve tamamiyle toprak oldukları zaman, iyilerin toprağı, rahat ve hoşluk, ötekilerinki tersine azap ve zahmet içinde kalır. Yalnız bunların durumlarını anlatacak dilleri yoktur. Toprağı hoş, kabri nur ve rahmet içinde olsun! diye büyükler boşuna söylememişlerdir; bunda söylenecek daha pek çok sırlar vardır. Fakat bunlann bazısı dile gelir, bazısı gelmez. Dilin söylenebilenleri söylemesine Tann izin vermez. Bunun gibi bazı kimseler riyazet ve mücahede ile erirler. Zayıflarlar,
(189) Kur'anSûre: 25uÂyet: 70
(190) Kur'an.Sûre: 3, Ayet: 164
MAÂRİF
yağ ve et gibi dışsal varlıklardan fâni ve yok olurlar. Bununla beraber ön* ar' Du yokluk içinde zevk ve hoşluk içindedirler. Bazı kimseler de bunla-fn aksine olarak mezarda fena bulurlar. Bu şunlara benzer: Tatlı bir taneyi favanda döversen o, yine tatlı olarak kalır. Tatlılığım kaybetmez. Eğer acı taneyi döğsen, ezsen onun da acılığı gitmez. Bir şeker parçasını döğüp un haline getirsen o, şekerlikten çıkmaz. Ebucehl karpuzunu ne kadar döğüp Un haüne getirsen o yine acıdır. Yaşadığınız gibi ölürsünüz. Öldüğünüz gibi naŞr olursunuz (H.). Bunun mânası şudur: Eğer bir taneyi yere ekersen o, yerin altında ilk önce çürür, yok olur, su haline gelir; soma yine biter. £ger o tane, tatlı bir tane ise, büyür ağaç olur ve tatlı bir meyve verir; fakat acı bir taneyi ekersen ondan öyle bir zakkum ağacı çıkar ki meyvesini a"cak cehennemin yılanları yiyebilir. Tuhaf şey! Sen, bir taneyi yere ektiğin vakit o tane, yok olduktan sonra tekrar var olduğu halde, insanın vücudunu o taneden daha aşağı mı tutuyorsun?
0 tanenin toprağın altında yok ve su olduktan sonra yine var olacağını zannediyor muydun? Fakat, sen bunu sayılamıyacak kadar çok gördün, tecrübe ettin, onda sonra sana mâkul ve tabii görünmeğe başladı. İşte böy-Je Tamı, velîlerine de yok olduktan sonra varlık gösterdi. Tanrı onları, bin kere yok ve var etti.
Ölmeden evvel ölünüz (H.), buyrulduğu veçhile, ölümden evvel onların varhk tanesi yok oldu. Senin zaruri ölümden sonra var olacağın gibi, onlar da bugün bu ölümle, peşinen diri ve var oldular. Onların kıyameti, peşin 0,du; fakat sen, burada ölmediğin için, senin kıyametin, veresiye kaldı. Se-njn yarın göreceğin ölüm, haşır ve neşir, berzah, sırat, cennet ve cehennem vesaire gibi şeyleri onlar bugün gördüler. Bu dünyanın ahvalinden sana nasıl bir şey gizli değilse, aluret âleminden de onlara gizli kalmış hiçbir şey yoktur.
Mısra:
(Sofiler bir anda iki bayram yaparlar.)
Herkesin bir bayramı vardır, onların ise iki bayramı vardır. Çünkü onlar, iki diriliğe maliktirler; biri ten diriliği, diğeri can diriliğidir.
Onların vücutları halk ile, kalbleri Tanrı iledir. Bunun altında da birçok sırlar vardır fakat söylemeğe izm yoktur.
Tamı güzeldir, güzelliği sever (H.). Çalış ki hem ölümünden, hem de diriliğinde bir olasın. Belki dınlığm ölümdedir. Tane ölmeden ağaç, ekmek ve yemek haznıolmadan akıl ve can olamadı. Bir inciyi döğer un haline getirir sürme yaparlarsa goz nuru olur, o nurdan boş olan inci, cevher aynen görn'ıedir. O ekmek, kuvve-, natıka olur. Eğer buğday ekersen buğday adam ekersen adam olur. Eger sen ekmekten diri isen, toprağa girdisin' vakit ekilmiş buğday, belki akrep olursun. Ekmeği sana adam olman için vermişlerdir.
MAÂRİF
İyi şeylerden yiyiniz ve iyi işler yapmız191 .Sen ise sâlih değil, doğru y. lunu şaşırmış oldun; belki akrep hükmünü aldın. Nitekim akrepten de % rardan başka bir şey hâsıl olamaz. Sen de onun gibi oldun. Çünkü,Ta'11 böyle adamlar hakkında: Onlar hayvanlar gibidirler 192 .Belki daha serse^ dirler. Buyuruyor. Eğer sen akrep gibi toprağa ekilirsen haşır zamanı*1"' adam gibi biteceğini ümit etme! O kıyamet gününde, bazı yüzler bey3Î bazıları siyah olurlar 193.Sen kara ve çirkin bir akrep gibi, mezardan kalk"1 san, mahşer gününün yüz karası olursun. Akreplere ve yılanlara katılırsa Çünkü kötü şeyler, kötü kimseler içindir 194.Fakat, insan olursan ay ve gu neş gibi, mezardan akpak ve nurlar içinde olduğun halde çıkarsın, cenitf tin en güzel yerinde peygamberler,sadıklar,şeyhler ve sahillerle dolaşırsın Dünyada sonu böyle sonuç veren işlerle meşgul olan kimseye ne mm lu! Ve bu iki günlük gaddar ve aldatıcı dünya için iki dünyanın maskara* olan kimseye de ne yazık! Dostları da: O gün kendilerini sakınanlarda* başka, dostlar birbirine düşman kesilirler196buyrulduğu gibi ondan utan'1 lar. Onun düşmanı kesiÜrler. Beyit:
(Ey dost! eğer gerçek dirilik istiyorsan, ölmeden evvel öl. Çünkü îdrtf (Selâm O'nun üzerine olsun) bu suretle ölmekten, bizden önce cennetlik oldu.)
Sağlık iki türlüdür: Vücutların sağlığı ve dinlerin sağhğı. Bunun İÇİ| Peygamber de (Selâm O'nun üzerine olsun) İki ilim vardır: Bedenlerin ilm,; dinlerin ilmi (H.), buyurmuştur. Bedenlerin doktorları, hakimlerdir. Dinlerin doktorları da nebiler ve velîlerdir. Doktorların kitapları ve sözleri bedenin sağlığı ve ilâcı hakkındadır. Nebilerin ve velîlerin kitapları ve sözleri ise dinlerin iyileştirilmesi hususundadır. Bedenin sağlığını istiyenler, hekimle" rin sözlerine uyarlar;din ve imânın sağlığını istiyenler ise mev'ize kitapla*1" nı ve peygamberlerin ve velilerin emrettikleri şeyleri tutarlar. Hasta olan bir adam, eğer doktorların "ye" dediğini yer, "yeme" dediğini yemezse, iyi olur. Bunun aksine hareket ederse, hastalanır, hastalığı artar ve sonu ölüm olur.
İşte Tanrı'mn peygamberleri ve velîlerinin emirlerine karşı koyanların sonu da ebedî şekavettir; böyle bir kimsenin makamı, mutlaka cehennemdir. Sen: "Ben bu günahı işledim de ne oldu? Yine eskisi gibiyim, neyim eksildi? Peygamberlerin bunu menetmesinde ne hikmet var?" gibi birtakım bozuk niyetlerle o günahı süslemeğe ve güzel göstermeğe kalkma!197 Şey-
Kur'an, Sûre: 23, Âyet: 53-Kur'an, Sûre: 7, .Âyet: 178. Kur'an, Sûre:3, Ayet: 102-Kur'an, Sûre: 24, Ayet)26
Tanriya ve Peygambere itaat eden, Tararının nimetine nail olan peygamberler, gerçekler şehiler ve iyilerle beraber olur. (Sûre: 4, Ayet: 71).
Kur'an, Sûre: 43, Âyet: 67. .....Iv , „-
Şeytan onlara işediklerini (süsleyip), sevimli göstermiş, (Kur an, Sure: 16, Ayet: 65),
(191) (192) (193) (194) (195)
122
MAÂRİF
an, onlara işlerini güzel gösterdi. Sen doktorun tavsiyesinin tersine olarak, îatına uygun olmıyan bir şeyi yersen, eninde sonunda bu sana zarar erecek ve seni öldürecektir. Bunu gördüğün halde, din işlerinde de bunu "için göz önünde tutmuyorsun? Sen: "Bu birçok defa denenmiş ve en son addini bulmuştur; fakat din işlerinde böyle bir tecrübe olmamıştır" dersen doğru olmaz. Hiçbir devir yoktur ki onda birçok sâlikler ve talipler bu ^bi tehlikelerden haber vermemiş olsunlar. Böyle binlerce sâliklerin mâ-tV? ^tabkları tekrarladı. Onların: "Tanrımız! kendi nefsimize zulmet-198 sesleri göklere yükseldi. Tann'nın bütün rahmet denizleri coştu. Onlar, Tann'nın halifesi ve şefaatçisi olan nebiler ve velilerin ellerini tut-u'ar, helak vartasından kurtuldular. Şimdi ey Tanrının emrine karşı koyan kimseler! Sizin bu kadar zamandan beri ömrünüz böyle karşı gelmekle §eÇti. Ne kadar mânevi, bozguncu karışıklıklar ve hastalıklar sizin canınızı Ermiştir; sizin canınız, cüzzam gibi ne kadar mânevi hastalıklara tutuluştur. Sizin bedenlerinizde, sonradan gelen hastalıklar kalmaz. Onlar öldükleri zaman, toprak olup gider. Fakat canınızı kaplıyan bu saydığımız hastalıklar, cüzzamlar vesaire, sizin canınızda yer ederJPeki bunlann sonu ne olacak? Cehennem ateşinden başka bir şey sizi bunlardan kurtaramaz. Onların derileri piştikçe azabı tatmaları için derilerini yeniliyeceğiz 199 Duyulmuştur. Gerçek araştıncılan buna "uzak" derler; "uzak" ise Tann'nın ,utfundan uzakür. Bu âyetin tefsirinde diyorlar ki: Bir günahkârın derisini cehennem yaktıktan sonra Tann'nın ona azap vermesi için yeni bir cilt daha verrnesi, Tann'nın rahmetiyle birleştirilemez. Bu yem deriden maksat, o günahkânn kat kat olmuş günahlarıdır. Cehennem ateşi onun bir cildini, yani bir kısım günahım yaktığı vakit, Tann diğer günahlarım ortaya kor. ve cehennem ateşine: "Bunu da yak! ki bu kirin, suyu ve sabunu, sensin; Çünkü sen, cehennemsin ve senden başka bunu hiçbir şey yapamaz; bu kirin senin tarafından temizlenmesi, bizim tarafımızdan ezelden sana takdir edilmiştir. Biz her ne kadar bunu temizlemeğe kaadirsek de, yine bu işi bu ödevi sana havale ettik. Sen Tann'mn kanun ve adaletini değiştiremezsin (H.) İnsan bu hale balonca ümidi kesilir; fakat beden doktorlariyle, din' 'doktorlan arasında fark vardır. Beden doktorları, konu olan tabii kanunların dışına çıkamazlar; fakat din doktorları, buna kaadirler. O bakımdan ümidi kesmemelidir, çünkü: Kâfir olanlardan başkası Tann'mn rahmetinden ümit kesmez200Tjuyurulmuştur.
Fakat bu ümit ile, daima günah ve cürmü âdet etmemeli, ölünceye kadar bu yolda gitmemelidir.Bu yoldan ümidi kesmemelidir.Her ne kadar bizim bu uzun ömrümüzde,birçok günahlar üzerimizde toplanmış ise de yine tövbe etmeliyiz.Tann'mn lutûf ve rahmetine güvenmeliyiz .Çünkü Tanrı bütün ku-surlan bağışlar201-Günah nedeniyle ümidimizi kesmiyelim.Tann kudretini
!198) Kur'an.Sûrc: 7, Âyet: 22 -
199) Kur"an,SûfC=4.Ayct:59. i
200) Kur'anSûre: 12, Ayet; 76.
201) Kur'an,Sure: 39,.Ayet: 54.
MAÂRİF
göstermek için ne kadar sadık olmıyanları salih ve ne kadar salihleri salih olmıyanlardan ve sadıkları da münafık yapmıştır. Tanrı her şeye (hakkıyla) kaadirdir 202 . Tanrı bununla: "Biz muratları ve neticeleri, çok defa surette, sebeplere bağladık; mânada o sebeplerin hiç bir değeri yoktur. Onlardaki kuvvet benimdir; fakat ben bunlara bağlı değilim. Bu sebepleri ortadan kaldırmağa muktedirim" demek istiyor. Tanrı fcu kudretim göstermek için göksel bir yaratık olan şeytanı yere indirdi ve yerden olan İsa'yı göğe çıkardı. Âdem'i annesiz, babasız, İsa'yı da babasız yarattı. Kudretini göstermek için, bu harikalar yetişir. Âlemdeki bütün işler, Tanrı'nın âdet ve sünneti üzere cereyan eder. Bu hariklar nadirdir. Az görülen bir şey .hakkında genel bir hüküm verilemez; meselâ bir fakir bir hazine bulabilir; bir dilenci padişah olabilir. Bununla beraber akıllı bir adam: "Falan kimse hiç çalışmadan bir hazine buldu. Ben neye çalışayım? Ben de çalışmadan hazine bulurum" diyerek çalışmaktan geri kalmaz. Ahiret işlerinde ihtiyatlı davranmak, şeytanın, insanların gözünde böyle süslediği az görülen olaylara bakmamak lâzımdır. Tanrı adamı, kendini Tann'ya feda edip, Tann'nın arzusunu yerine getinnek için, kendi isteklerinden vazgeçen kimsedir. Bu kimse, eğer bazı arzularından vazgeçer, bazdarındaıı geçmezse, yine olmaz ve tam bir fedakârhk sayılmaz. Kendi bütün arzularını, bir tarafa bırakıp Tann'nın emirlerini ve nehiylerini kendisine huy ve tabiat edinirse, o zaman da tamamiyle, ölmeden evvel ölünüz! (H.), sırrına mazhar ve Tann'nın kurbanı olmuş olur. Eğer böyle yaparsa, velilerin sırasına girer.
Kim Tann için olursa, Tann da onun için olur. (H.). Eğer bir avcı, köpeği ve doğam vasıtasiyle tuttuğu, avı efendisi veya şahı için tutar ve ye-mezse, şahının indinde değeri artar. Yerse, kendisi için tutmuş olduğundan şahı yamnda değeri kalmaz ve mahalle köpekleri sırasına girer."
Bizim sizinle, Tann'yı bırakarak taptıklarınızla hiçbir ilişiğimiz yoktur .Biz burada şahin ve şahı demek istediğimiz için örnek olarak verdik, bir kul, lâzım gelen tevfike erişirse Tann için çalışır, kendi için çalışmaz. Burada benlik yoktur. Kulun âleti olduğu Tann vardır. O, kendi irâdelerini o kulda gösterir.
Tann kime yol gösterirse o kimse yol bulur 204.Bu mânanın iki, hatta üç derecesi vardır. Birinci derecede bulunan, yalnız kendisi için avlanan insandır Bu insanın bu işte başkalariyle ilgisi yoktur; bir mahalle köpeği gibi, hakir ve leş yiyicidir. Müşrikler pis insanlardır205JVecestirler ve neces yerler. Çünkü her cins, kendi cinsiyle kaimdir. Kendi cinsinden meselâ su sudan toprak topraktan, ateş ateşten, hava havadan kuvvet buhır.Kendi cinsinden olmıyan şeyden şayıflar, gücünü kaybeder
(203) Kur'an, Sûre: 60, Ayet: 4
(204) Kur'an, Sûre: 7, Âyet: 177
(205) Kur'an.Sûrc: 9, Ayet: 28)
124
MAÂRİF
Beyit:
(Su sudan saflık temin eder. Gören görmekle gorucu olur.)
Müminler ve sâliklerden bir kavim daha vardır ki bunlar henüz vuslat Müminler ve sâliklerden ™ çöllerinde âvâre kalmışlardır, fakat
g Sayeye ^^£5
^|lr: . , • ıorHp)nİ7 ve vine yüce âlemlere ve denizlere
Biz yüce âlemlerdeniz, mekânsızlık âlemindeniz ve yi-
gidiyoruz. Biz ne buradan ne de oradanız,
»e mekânsızlık âlemine gidiyoruz.)
D. . ¦ .. . . • ,a„ior ve bu dostlar bizim durumumuza uygun Biz burada garibiz; bu ınsaırüaı v kovuşma kokusu gelmiyor:
degüdir, onlardan bize ayrılık **ujy^ ondan haber veren bir kimseniz, acaba bize vatanmuzın yolunu g böyle bir yân aramak yı nerede buluruz? diye bir çağrı gem derdine düşerler.
Bceyİî: cpnin ırmağına ulaşmam için, sen benim yüreği-
(Seni arayıp taramakla, senm um &
me bir arama sevdası saldın.)
hü ve velilerin sözlerini okurlar, dinlerler, o Bunlar, kitaplardan neuuc ^ ederıer Kendilerini kendi irâde ve ar-emır ve nehileri aşk ve şev™ . Bu yolda 0 kadar ueri giderler ve o kaklarını onun yolunda feda bütün yarlıklarım, o uğurda feda ederler, dar mübalâğa ederler kı son mn şudur kj onların her an yü-
Bu husustaki çalışıp ça»aı nndan bir tathllk duyarlar. Bu öyle bir tat-rekleri aydınlamr. Bu çai * hllklan onun yanında tatsız kalır. Böylece ru-ıhktır ki dünyanın butun mmannâa »mükâşefe" başlar. Gayb âleminin "anı kuvvetler arttığı vaK». görünür. Bu zaman artınca, ruhlarında görü-suretleri, bir zaman ruma lerinin önunde tecessüm etmeğe başlar. O da nen bu ruhani suretler. & nde görunmüştUr 20fi âyetinin gösterdiği gibi ona tastamam bir ınsa' ? ^ by görünmüştür NeWler de
Cebrail Meryem e, l=* on(mde de melekler genç çocuklar şeklinde gö-Cebrail'i gördüler. U« ^ ^ mcübbemin içinde tan.
mndıüer. Bayide D ^ ^ olgunluğa erdi.
!i^u^?rSıryt ge»Ç bir *6cuk s»retinde sördüm" dedi- Cübbesi-
nin içindeki mâna bir suret kabul etti. Fakat, bu son derece değildi; bun-
(206) Kur'an, SÜre: 19. Âyet: 17
125
MAÂRİF
dan sonra daha birçok makamlar vardır .Bütün bu kemâl, yine "Visâl"değil dir. Çünkü Bayâzid görülüyor ki en sonunda "Ben Tanrı'yı gördüm" demiştir. Bu kelimedeki "ben" varbktan bir alâmettir. Bu cihetten "Ben gördüm" demesi vahdette tam bir saflık elde edemediğine delâlet eder. Renk tamamiyle zail olmamıştır. Bundan sonra sâlik için üç mertebe daha vardır. Birinci mertebede sâlike bir hal gelir, fakat bu hal, onun hükmü, ihtiyarı altında değildir. Sâlikin bu mertebelerdeki durumu, tıpkı başına bir kuş konan ve kendisinden bir hareket vâki olup da kuşun uçmasından dâima korkan adamın durumuna benzer. Bu, birinci makamdır. Onun, bundan sonra gelen makamdaki durumu, arük o kuşu alıştırmış, istediği zamanda yanına çağırıp getirecek bir hale koymuş bir insanın durumu gibidir. Meselâ, peri çağıran bir efsuncu, efsun okur okumaz peri nasıl şişede görünürse sadık mümin kul da Tanrı'nın adım zikrettiği vakitte gayb âleminin perileri, onun şişe gibi olan yüreğinde belirirler. Bu orta makamdır. Kemâl makamında ise, peri şişeden hiç kaybolmaz. İşte müptedi, mutavassıt, müntehinin hali de böyledir.
Mübtedi, kendi gerçek varlığını bilmiyen, mutavassıt biraz büen, müntehi ise tamamiyle bilendir; binaenaleyh nefsini büen Tanrı'yı bilir, denildiği gibi hepsini kavrayan kimsedir. Onun kimseden gaib ve her şeyle haza olduğuna iki delil varda. Biri, nas, biri de aklı delildir Nas- Biz ona yakın olan şah damarından daha yakınız207.Her nereye yüzünüzü çevirirseniz Tann oradada208.Her nerede olursanız o sizinle beraberdir 209 âyetleridir.
Aklı delil de şudur: Madem ki her şey O'ndan diridir can diriden nasıl kaybolabilir? Eğer can diriden kaybolursa, O'nda dirilik kalmaz. Ne zaman O'nun hayatı olursa işte o zaman kemâl olur. Meselâ bakır altın olursa ona, altın derler. Onda bakır vardır, demezler. Bir hayvan tuzlada tuz olsa artık onun adı tuz olur ve onu tuz fıatına satarlar Tuz gibi onu da yemeğe korlar. Meni de böyle, zamanla insan olur; o zaman ona insan derler. Eğer insan da o dem olursa ona insan denmez.
Beyit:
(İnsan, meleklerin secde ettiği şey olduğu vakit surete bakana: "Ey ahmak! sen benim artık beşer cinsinden olmamı nasıl doğru görüyorsun?" er.)
İşte o dem esirgeyen Tann'nın nefesidir. Esirgeyenin nefesi, insamn«%e-fesı olamaz. Çünkü O bakîdir; bu ise fânidir. Dört unsur, beş duygu, altı cihet ve yedi âza ile mukayyettir, münezzehtir. Hayab kendisiyle kâimdir. Hep O'ndan hayat alır. O hayat vericidir O yalnız verir. Çünkü Tamı zengindir ve siz fakirsiniz 21t).Bütün göklerin parçaları arş, kürsü, hep fakir-daler. Eğer bunlar bir şeye malikseler bunu O'ndan almışlardır. Ulu Tann
(207) Kur'an.Sûre: 50, Âyetd 5 (2081 Kur'an,Sûre: 2, Âvet: 109
(209) Kur'a^Sûre: 57, Âvet: 4
(210) Kur'an, Sûre: 47, Âyet: 40
126
maârif
göklere ve yere nur verendir 21 ^Her şey O'nun hamdini teşbih eder212.Var-hğı O'ndandır. Zatma lâyık olan varlığı ve nuru,0'ndan alırlar. Bu bakımdan elbette O'nu teşbih ederler.
Meselâ bir şahıs, diğer bir şahsın yemeğini yese; yağlı ve tatlı yemeklerinden tatsa ve dudaklariyle, birtakım ibarelerle bu tadı söylese de onun duyduğu tatlılık, bir şükür ve bir senadır. Eğer o şahıstan eziyet çekse, bir çok acılar duysa onu şükretmek için zorlaşanız, onun yaptığı şükür ve sena değildir. Şükür sesini bu görünen kulak işitemez. Fakat Semi ve "Alım olan işitir. Çünkü- O gizli sözü de daha saklısını da bilir 213.0 tercümana ve kendisine gösterilmeğe muhtaç değildir. O, her şeyi işitir ve bilir. Hiçbir şey ondan gizli kakımaz. Bir şeyi gerçekte o yaptığı halde nasıl olur da işitemez?
Ne yerde, ne gökte zerre ağırlığınca bir şey Tanrı'nın ilminden gizli kalamaz. Her şeyi duyan ve her şeyi hakkyle bilen O'dur214.
Kendini nebilerin ve velilerin emir ve nehylerine feda eden, kendi arzularını bir tarafa bırakan kimse, Tanrı'nın irâdesi, Kur'an'm hükümleri, ve-lüerin öğütleri ve içinden gelen ilham ile yaşar. Böyle bir kimse nadirdir. Bir de öyle bir makama erişmiş velî vardır ki doğrudan doğruya arada Kur'an, Hadîs vasıta olmaksızın hareket eder Bu evvelkinden de nadirdir. Önceki makamda bulunan velîyi herkes ittifak de kabul eder ve onu bulur görüşür, konuşur Fakat bu ikinciyi kimse anhyamaz. Bu, Tanrı dilediğim yapar ™ sırrına', mazhar olmuştur, önce Tanrı adalete uygun olan veya olmıyan birçok işler yapar. Her ne kadar Tanrı'nın olçusuz, adalete uymı-yan işleri yoksa da bizim aklımıza bunlar adalete aykırı olarak görünür. Meselâ, Tanrı tutar müminleri ve sâlihleri belâya, zahmete uğratır ve onları yok eder Fakat fâsiklara ve zalimlere rahat ve devlet verir. Hacca gitmek istiyen salih ve dindar kimselerin gemilerini batırır. Frenklerin ve korsanlık maksadiyle yola çıkan korsanların genulerini, selâmetle vatanlarına eriştirir Mümin ve müslümanların çocuklarını kâfirlerin eline esir düşürür. Daha sayüamıyacak ne kadar çok yolsuzluklar, doğrudan doğruya Tann'dan zuhur eder Fakat hiç kimse buna itiraz edemez. Bizim inancımıza göre bunlann hepsi aynen adalet ve hayırdu. Tann'nın yaptığı işler arasında fark bulmak olamaz. Beyit:
(Âlemde, olması gereken her şey vardır; olmaması lazım gelen şey yoktur.)
Bu kudret ve sıfat yukarda andığımız o, benzeri az bulunan insan suretinden âlemde zuhur edince, herkes aleyhinde bulundu. Mesela Musa (Se-lâmO'nun üzerine olsun)bu kadar büyüklüğüne rağmen dayanamayıp2*6
1211) Kur'an, Sûre: 24, Âyet: 35
(212) Kur'an,SÛrc: 17, Ayet: 48
(213 Kur'an.Sûre: 20, Aycttf
214 Kur'an Sure: 10, Ayet: 62, 66
215 Kur'an Sûre: 14, Ayet: 32
(216) Temiz ijir nefsi öldürdün mu? (Kur an,Sure: 18, Ayet: 73)
127
MAÂRİF
"Hic bir kabahati ohnryan bir insanı öldürdün mü?" diye Hızır'a karşı geldi Musa böyle yaparsa, başkaları ne yapsınlar? Bu dereceye gelmiş bir insanı anhyan pek az bulunur. Bayezid-i Bestamî: "Beni sülûkümün ilk zamanlarında görenler sıddık, sonlarında görenler "zındık" oldular diyor. Çünkü ilk zamanlarında ondan taât ve ibâdet görünüyordu. Sonlarında Tanrılık göründü. Halkta bu Tanrılığı Tann'mn yaptığı görecek göz bulunmadığından ve Bayezid de arada âletten başka bir şey olmadığı halde, onlar görünüşe bakarak bu işlerin Tann'dan değil, O'ndan meydana geldiğim zannettiler ve zındık oldular.
Kul olan, kendi isteklerim bırakıp Tanrı'nın isteklerine uyar. Gitgide bu onda bir tabiat, bir âdet haline gelir. Bunun sonucu olarak Tanrı, nihayet ona, perdesiz bir halde görünür. Tann onun isteğini kendi isteği yapar. Meselâ, başlangıçta onu bir şeyi "yeme!" diye menettiği halde, bundan sonra ona "ye" diye emreder. Kul, başlangıçta tamamen, Tann'mn isteklerini gözetir ve onun arzusunca hareket ederdi. Bütün kendi isteklerini Tann uğrunda feda etmiştir. Bu halde iken Tann'dan öyle bir emir gelir ki bu emir, halk tarafından inkân getirir; bu velî, onu yapmayıp da ne yapsın.' Çünkü bu, bir emirdir. Emre aykırı davranamaz. O başlangıçta Tanrı'ya olan son derece sadakat ihlâsı ile ululamadan kitaba ve sünnete candan bağlıydı; onlarla hareket ederdi. Şimdi ise emir doğrudan doğruya veriliyor. Buna nasıl karşı koyabilir?
Peygamber (Selâm O'nun üzerine olsun) dokuz kadınla beraber bulunurdu, padişahtık ederdi; ordular hazırlar, savaşlar yapardı İnsanları öldürürler, onların karılarını ve çocuklarım esir alırlardı. Fakat bütün bu işleri Tann'dan emir almadan yapamazdı.
Hulâsa kul, sülûkün sonunda, o dereceye gelir ki ne yaparsa Tanrı'nın emriyle yapmış olur.Attığin zaman, sen atmadın.Lâkin onu Tann attı217 de olduğu gibi.
Bir kul Tann dilediği şeyi yapar 218.Sırnna mazhar olduğu vakit, vâsıllar ve Tann'yı tanıyanlardan başka pek az kimseler, ona itikat ederler. Çünkü: Mümin, Tanrı'nın nuruyla bakar (H.). Tanrı daha iyi bilir.
FASIL: 36- 219Yusuf, (Selâm O'nun üzerine olsun), "Yarabbi! Sen bana dünya ve ahıret mülkünü verdin ve hadislerin tevilini öğrettin", buyuruyor. Bunun mânası: Sen bana. dünya ve ahiret mülkünü verdin, demektir. Çünkü dünya su ve çamur âlemidir. Bunun sureti mahsustur. Âhiret mülkü, öyle bir ilimdir ki bunu beş duygu ile bilmek mümkün olamaz; yalnız fehim ve idrâk olunur. İlimle hadîs iki kısımdır. Bazı, sözlerin gerçeği kast olunur, bazılannın ise gerçeği söz konusu değildir. Meselâ bir kadın, nefsini velîsinin izni obuadan nikâh ederse, o nikâh bâtıldır (H.). Hiç şüphe
(217) Sûre: 8, Âvct: 17 (213) Sûre: 14, Âyet:32
(219) » Tan"m! Bana Saltanat ihsan ettin, sözlerin tevilini öğrettin; gökleri yeri, yaratan Ulu rannm! Dünyada da, ahırette de yârım, yardımcım sensin, Teslimiyet içinde olduğum halde, canımı al ve beni doğrular zümresine kat! (Kur'an Sûre- 12 Âyet: 102)
maârif
yok ki bunun hakikati söz konusu değildir. Çünkü eğer bir kadın velîsinin izini olmadan evlenirse caizdir. Bunun gibi "Ben ok atan bir arslan gördüm" sözü de böyledir. Meselâ Peygamber (Selâm O'nun üzerine olsun) Mescid civarında oturan bir adamm yalnız mescitte kıldığı namazı caizdir (H.) ve namaz yalnız huzuru kalb ile kıhnırsa caiz olur" (H.) buyurmuştur. Kur'arfda da, "Yemeklerinizi yedikten sonra dağdınız 220 .İkramdan çıkınca avlanın 221. Bulunduğunuz kasabadan sor!222 gibi tefsire muhtaç sayısız âyefler vardır. İmdi Tamı bana sözlerin tevilini öğrettiği için hiçbir ilim bana gizli kalmaz. Çünkü hakikati murat olan her lâfzın mânası açıktır ve herkese malumdur - fakat tevile muhtaç olanlar için: "Ey Tanrım! sen, bana bunu, öğrettin, artık bana bir şey gizli kalmaz. Benim iki mülküm vardır; Biri dünya, öteki ahırettir. Dünya yemek, içmek ve mahsusat âlemidir. Âhiret ilimdir 223.Üyetinin mânası: "Ey yerin ve göğün Yaratanı! âyetinin dünya ve ahirette benim dost ve matlubum sensin. Bana, müslüman olarak ölmeyi nasip et beni tehlikeden kurtulmuş, senin yanında makbul olan sâlİhier zümresine kat" demektir. Yusuf (Selâm O'nun üzerine olsun) "Hızır'dan kurtulmuş diyor" Çünkü muhlisler büyük bir tehlikededirler, buyrulmuştur Tanrı'nın bu devletleri verdiği insanlar, tehükede oluyorlar. Bu -bakımdan Yusuf un (Selâm O'na olsun) münâcatı yerindedir. Ey sadakat sahibi Tanrı'yı arıyanlar! Ey aşk yolunun yolcuları! Biliniz ki Tanrı'yı bu gözle görmek mümkün değildir. Çünkü her şeye mahsus bir âlet varda. Meselâ ilim ve sözün gözü kulaktır, anlayışta. Tadma âleti dil, dudak ve damaktır. Bir yemeğin lezzeti, bunlarla anlaşdır. Güzel kokularınla burundur. Göz] kulak ve ağız kokudan anlamazlar. Her âletin ödevi ayrıdır. Görmeğe mahsus olan âlet üe bir şey tadılmaz. Tatmak âleti ile de görülmez. ÎŞİtmek âleti ile de kokular birbirinden ayırdedilmez. İşte sende gizli âlet daha vardır ki Tann'yı ancak onunla anlamak ve görmek mümkündür. Başka bir âlet ile O'nu görmeğe çalışmamahda.
Nazar ikidir: Biri mahsus, diğeri vicdamda. Mahsus, başımızda bulunan gözdür. Vicdam de kendisiyle, kendimizdeki hışım, barış, kaha, lütuf, cömertlik, hasislik güven, korku, açlık, tokluk, zenginlik, fakirlik, sadakat, yalancılık, dostluk, düşmanlık, uyuşma, karşı koyma, şehvet ve iffet hallerini görebildiğimiz gözdür. Sen, bunlann hepsini başındaki gözle göremezsin. Vicdanı nazarla görmek, öbüründen daha kuvvetli olur. Meselâ, bu görünen gözle, kırmızı veya sarı bir şeyi görürsün;ama gözlerini kapadığın vakit bunları göremezsin. Fakat vicdanî gözle içinizdeki şehvet, korku ve hışım hallerini görürsün. Başındaki gözlerini açsan veya kapasan, bunlar kaybolmaz. İşte bundan da anlaşılıyor ki vicdam görüş, daha kuvvetlidir. O halde ey ahmak! Bu görmek ve bilmekten, zayıf ve aşağı olanı muteber tutuyorsun da bundan daha kuvvetli, fıtrî göze neden kıymet vermiyor-
(220) Kur'an,Sûre: 33, Âyet: 53
(221) Kur'an.Sûre: 5, Ayef.3
(222) Kur'an.Sûre: 12, Ayet:82
(223) Göklerin ve yeri Yaratan, teslimiyet içinde olduğum halde camım al ve beni doğrular zümresine kat! (Kur'an.Sûre: 12, Âyet:102)
MAÂRİF
sun? Bu, senin her şeyi yerinde yapmaktan ve bilmekten malûl ve zay^-olduğundandır. İşte bizim bu söylediğimiz mânalar, o kadar lâtiftir k{ mahsus olan bu gözle bunların hepsinden lâtif ve niteliksiz olan Tann'yj nasıl görebilirsin? Cisimler, kesif, ruhlar ise lâtiftir. Böyle olduğu halde ruhlar bile Tann'ya nazaran kesif sayılırlar. Fakat sen, canını bedeninde gördüğün gibi, Tann'yı da canında görmeğe çalış. Çünkü beden canda»^ can da Tann'dan diridir. Görülüyor ki bütün mânalar bizden meydana gelj, yor; fakat asıl ve makbul olan mânayı, kendimizde arttırmağa çalışmalıyı* Kullanılan her şeyin arttığı, terk olunursa azaldığı tecrübe ile sabittir. Mç, selâ insanın vücudunda kuvveti azalsa, onu kullanmakla, tas kaldırmakla güneş tutmak, yay çekmek gibi idmanlarla çoğaltabilirsin. Her gün bunla^ yapmakla kuvvetin eskisinden daha fazla olur, bırakırsan yine azalır. Me. mede de süt, emmekle, ve sağılmakla artar. Yerde bulunan kuyulann suları çekilmekle çoğalır, çekilmezse azalır. Hattâ kurur. Bu bakımdan Tanrı-Namazlannızı kılınız; zekâtlannı veriniz 224 âyeti ile şöyle söylemek isti. yor: Sizin varlık kuyularınızda bir su vardır ki o, îman ve bağlılıktır. Siz zikr, tâat, geceleri namaz kılmak, gündüz oruç tutmak, zekât vermek Vesaire ile o suyu arttırırsınız. Eğer terk ederseniz, bu su azalır ;belkisonunda büsbütün kurur. Sen de bildin ve tecrübe ettin ki her,iş, uğraşmakla, (m» kendini vermekle ve onu düşünmekle ilerliyor, artıyor ve daima senin için, onunla doluyor. O halde bak, dünyada bütün işlerden hangi iş daha yüksek ve şereflidir, onu kendine seç, onunla meşgul ol, ömrünü ona harca. İçine düşünceye kadar o havuzun kenannda dolaş.
Beyit:
(Sen her zaman, o havuzun etrafında döndün dolaştın, âşık oldun. Sonunda o havuza düşüp şekere gark oldun. Şimdi, haydi bütün vücudunla onu tat. Bu küpten öyle bir bal fışkınr, taşar ki dünyanın altı yönünde böyle bir bal bulunmaz. Şimdi dünyanın her altı yönündekiler bu baldan beş parmağını yalıyor.)
Bu dünyadan çıkan kimse, bizim kadir ve kıymetimizi bilir; bizi anlıya-bilir. Dünyadan çıkmak demek, göğü delip yukarı çıkmak yahut yeri ve dağlan delmek değildir. Bunlar da bu cihandadır. Ey dinleyiciler! Dünyadan çıkmak istiyorsanız, gelin benim sözümü dinleyin, anlayın. Dünya ve kendinizden ve kendi evreninizden dışarı çıkın. O zaman, benim kadrimi bilirsiniz. Beni ne kadar anlarsanız, o kadar bilmiş olursunuz. O halde geliniz el ele verelim! Bu uzun ve tehlikeli yoldan kolaylıkla gidelim. Yer ve gökten İsa gibi geçelim. Yer varlıktır, gaflettir. Gök ilim ve marifettir. Eğer bir yol kesen, önümüze çıkarsa, ilim kılıcı ile, onun boynunu vuralım. Şeytamn askerleri olan karanlık düşüncelerle, Hakkın askerleri olan ruhanî ve nurlu düşüncelerle vurup kıralım.İyilikler, kötülükleri götürür225
(224) Kıır'an,Sûre: 2, Âyet: 40
(225) Kur'an.Sûre: 11, Ayef.116
MAÂRİF
Eğer nefsin boynunu vurur ve yok edersen, onu başka suretle diriltirsin. Meselâ: harabata gitmek suretinin boynunu vursan, mescide gitmek sureti vücut bulur. Yani bakın altın, şeytam melek yapmış olursun.
Beyit:
(Eğer varlığımızdan bir çömlek kırarsak, yokluk âleminden yüz çömlek sahibi oluruz.)
Eğer bir su kumluk çorak ve dikenük bir araziye doğru akarsa, ondan bir fayda hâsd olmaz Bu su zayi olmuştur. Fakat, bu suyun bu tarafını, bağlarsan, aynı su güllük, elmalık, çiçeklik bir yere doğru akar ve bundan Pek çok faydalar hâsıl olur. O ölüm, dirilik olur. "Ölmeden evvel ölünüz" (H.), sözünün mânası: "Kötülüklerden öl ki senden dünler doğsun! demektir. Bunun adı ölmek; fakat gerçekte dirilmektir. Korkanlar, başkasını sevenler, surete bakanlar ondan mahrum olsun diye, dirilmeğe, "ölüm" adını verirler. Bakır altın olur; meni ana rahmine gider ve Yusuf gibi güzel bir yaratık olur. Tane, toprağın altına gider, agaç olur. Ekmek midede can olur. Akıllı olana bir işaret yetişir.
Mısra: ...
(Çayır çimen içinde aymız yüzün gorevuz.)
Bundan "ayımız" kelimesinin iki anlamı yardır: Biri, ay gibi yüzümüzü görürüz, ikinci mânası, en güzel yüzümüzü gorumz, demekür. Çunku,,nsa-mn birçok yüzü vardır. Hattâ insanın degıl, insanın bir parçası olan sozun büe birçok yüzü vardır, insanın sözünden, herkes bir yüz görür. O sözden her /aman hu- vüz görülebilir, insan kı asıldır; onun hayatının çocukluk, gençiT" mtiySılfgibi her devrinde bir yüzü vardır O halde insan için lâzım olan her an kendisine biryüz görmeğe çahşmaktır. Ve gordugu her vü/rl™, «£in ilânihaye başka bir yuz görmelidir. Pişmemiş bir etin yuzu
daha başka-tam vine ba§kadır- Suflf(
ulvi karanlık nur cehennem ve cennet bunların hepsi insandadır. Bunun için insanda vedi yüz, karanlık ve yedi yüz nur perdesi olduğunu söylerler. Onun vedi yüzü bedende, yedi yüzü candadır. Karanlık perdeleri zahirde, nur nerdeleri içtedir. İnsanın varlığında, "Miraç" vardır. O, kendi âleminde karanlık olan cisminden, nurlar âlemi olan içme ve iç âleminden de Tann'sına yükselir. Onun cismi abanozdan yapılmış siyah ve içi fildişinden yapümış beyaz bir merdiven gibidir. Bunların hepsinden çıkıp, arşın çatısına vâsıl olur. Esirgiyen Tanrı arş-ı âlâsında hükümrandır 226buyrulduğu gibi bu makam, padişahın tahtıdır. Padişahı, tahtının üzerinde görürsün. O, arş üzerinde olduğu gibi, aym zamanda ferş üzerindedir. Hiçbir şey ondan boşalmış değildir. O, her şeyde vardır ve herşeyin dışındadır. İşte bu za-
(226) Kur'anSûre: 20JÂvct: 4
MAÂRİF
man, her şey senin gözünde bir olur. Arş ve ferş birleşir; küfür ve iman birbirinden ayırt olunamaz.
Beyit:
(Küfür ve iman hep beraber: "O herşeyi yok eden, "Bir" bizim Yarata-nımızdır" derler.)
Böyle bir göz, öyle bir kimseye verilir ki o, her şeyden geçmiş, sâf ve aydınlık olmuş, zikre karışmış, belki zikrin kendisi olmuştur. O zaman o, kendini bilir ve der ki: "Ben denizim, Okyanusum, hiçbir yer yoktur ki ben orada olmıyayım. Her şey sudan diridir 227 buyrulduğu gibi, her şey benim rahmet suyumdan diridir ve benimle durur.
Bundan başka, bunu daha çok aydınlatmak için, birçok sırlar daha dökmek lâzımdır. Ancak bunlar, dile gelmez, anlatışa sığmaz. Ama Tanrı bunları sana, beden ve dil araya girmeden, doğrudan doğruya canına, gizlice söylemek suretiyle öğretir. Esirgeyen Tann Kur'an'ı öğretti ^.buyrulduğu gibi.
FASIL: 37- Yunus (Selâm O'nun üzerine olsun) balığın karmnda, Mustafa' (Selâm O'nun üzerine olsun) yı Arş ve Zühal yıldızlannın makamında gördü. Yunus'u balık yuttu; sonunda Tann dua ile O'nu kurtardı. Bazı muhakkikler denizden maksat, bu âlem; Balıkta maksad da Yunus'un cismi ve ruhudur, derler. Eğer ruh teşbih ederse, bir balık gibi olan bu cisimden kurtulur. Eğer teşbih etmezse ruh, o cisimde hazmolur ve yok olur. Binaenaleyh teşbih, iki iş görüyor demektir. Biri, sudan aynldıkta diri bulunduruyor; meselâ balığı sudan çıkanp kum toprağa korsan rutubet ve biraz su, onun suya kavuşuncaya kadar ölmesine mâni olur. İkincisi: Teşbih zindandan kurtulmasına sebep oluyor. Bu zindan da balığın karnıdır. Tanrı'nın zikri, ilim ve hikmet, birer kap gibi olan nazarlar ve ibarelerle, denizden gelen suya benzer, Ruh da zikirden uzak düşmüş bir balık gibidk. Ruhu, Tanrı ile zikre ulaşıncaya kadar diri ve taze tutar. Bu balık eğer ilimde nârifet, mahv, şükür, zikir ve fikirden uzak düşer ve yabancı kalırsa, yok hır ve onun iman cevheri kalmaz. Tann bizleri bundan saklasın!
FASIL: 38- Güneşi panl panl ışık, ayı aydınkk olarak yaratan O'dur. Yılların sayısını ve hesabı bilmemiz için aya menziller yapan 0'dur229Tan-rı bu âyetle, demek istiyor ki: Ben, şanı büyük olan Tanrı, açıkça görünmekteyim. Siz nasıl birbirinizi sûreten görüyorsanız, sıfatınızı, hasiyetinizi ve ilminizi de öyle biliyorsunuz; fakat, karşılıklı fiiller gördükten ve sözlerinizi işittikten sonra birbirinizi tanıyor, biliyorsunuz ve o zaman: "Evet falan kimseyi iyi biüyorum ve tanıyorum; çünkü kendisiyle beraber pek
(227) Kur'an,Sûre: 21, Âyct:31
(228) Kur'an,Sûre: 55, Âyeti
(229) Kur'an,Sûre: 10. Âyet: 5
132
MAÂRİF
çok konuştuk, yıllarca beraber düşüp kalktık" diyorsunuz. Sen, onun yüzünü, yalnız bu yular esnasında görmedin, daha ilk buluştuğunuz vakitte görmüştün. Senin, b'u yıllar esnasında gördüğün ve tanıdığın onun mânâsıdır; sureti değildir. O mânadır ki o, bu his gözü ile görülmez. Onun işleri vc sözleriyle görülür. "O'dur Huvellezi" 230 mânası: O'nun mânâsıdır ki O'ndan bu kadar sıfatlar, ilimler ve haberler zuhura gelmiştir. Ey insanlar! İşte siz de büyük, küçük biribirinizi, bu gözle görmüyorsunuz. Tann "O'dur" ile: "Ey insan! bir kimseyi mâna itibariyle tarif etmek istersen ona: "Sen o kimse değil misin ki senden bu iş zuhur etti;sen böyle söyledin, böyle yaptın" dersin ve birbirinizi mânaya bakan görüşle görür ve tanırsınız. Birbirinizi tanımak için bundan başka imkân yoktur. Ben ise, sizin Tanrı'nızım Beni de bu görüşle görüp tanıyınız" demek istiyor. Bundan sonra: "Ey insanlar ben size kendimi göstereyim! Bunun için size de Güneşi pard parıl ışık ayı aydınlık olarak yaratan O'dur231 diyorum. Ben "O'dur" demeden sizin beni görmeniz ve bilmeniz lâzımdı; fakat sizde bu uyanıklık ve zekâvet ohnadığından,size söylüyorum ve gösteriyorum, ta kı beni iyi ve açık olarak göresiniz. "O'dur" yani, sizin Tanrınız, o Tanrfdır ki güneşe ışık aya nur vermiştir 232 .Tann, bu âyette güneşe ışık, aya nur verdiğini buyuruyor Bunun iki anlamı vardır: Biri şu güneş tam nurdur, başkasından nur almaz; her şeye nur verir bu yönden ona nur demek, hasılı tahsil olur. Bunun için "güneşe ışık verdim" demek yuzu parlayıcıdır demektir. Ay. aydınlık olarak yarattık, ay, kendisinden nura sahip değildir; nuru güneşten abr. Bu bakımdan biz aya bir nur hıl atı verdik. Güneş tamamiyle nur olduğundan, ona ziya hil'at. verdik, demekür. Dıger bir a«n-lamı da şudur: Güneşin nuru çok ve ayınla az olduğundan birbirinden ayırtedilmesi için, her birine bir ad vermek lazım geliyordu Mesela az bır su akmağa, çoğalmağa başladığı vakit ırmak o ur; daha fazla büyürse nehir, daha artarsa Fırat adını alır. Meselâ, müşfik ve muhıb derler, muhabbeti ziyade olursa, âşık dendir. Bunun benzen çoktur. Güneş ve aya men-ziller tâyin ettik Ta ki o menziller vasıtasıyle yılları ve onların sayılanm zaptedesiniz 233 ' Tanrı, yalnız bu faydalan zikrediyor. Halbuki güneş ve ayın bunlardan başka daha yüzbinlerce faydalan vardır. Bunlann bazdan sizce de bellidir Beyan etmeğe lüzum bile yoktur. Mesela, güneş, evreni aydınlatır- bize can verir ağaçlan, bitkileri besler, yetiştirir; meyveleri olgunlaştım ve tatldaştırır. Ay da gecemizi aydınlatır, meyvelere ve çiçeklere renk verir Her ne kadar bundan başka daha birçok faydaları ve hikmetleri varsa da onlar, sizin aııbyacağınız gibi şeyler değüdir. Siz, daha o dereceye erişmediğinizden ve onlardan haberdar olmadığınızdan o hikmetleri size söylemekte ne fayda var ve siz bunları nasıl anbyacaksmız? Sizin anh-yabileceğiniz ancak bundan ibarettir. Çünkü insanlarla akılları ölçüsünde konuşunuz, buyrulmuştur.
(230) Kur'an.Sûre: 5, ÂvetllO
(231) Kur'an, Sûre: 10, Ayet: 5.
(232) Kur'an.Sûre: 10, &yetı5
(233) Kur'an,SÛre: 10, Ayet: 5
133
MAÂRİF
Mısra:
(İnsanın vücuduna göre esvap biçerler.)
İşte velîler hakkında güneş parıl parıl ışık, ayı aydınlık olarak yaratan O'dur 234 buyuruyor. Gök, bu gördüğümüz gökten başka bir gök, güneş bu gördüğümüz güneşten başka bir güneş, ay da bu gördüğümüzden başka bir aydır.
Beyit:
(Can ülkesinde ne gökler vardır ki onlar bu cihanın göklerine hâkimdirler.)
Bu suret âleminde görünen her şey, mâna âleminden bir örnektir. Bunu için Tanrı: "Bu dünyanın metaı azdır" 23* buyuruyor. Yani o cihan, bakı ve sonsuzdur; ben o sonsuz ve bakî olan âlemden az bir şey buraya gönderdim. Bununla, o âlemin ne olduğunu anlamanızı isterdim. Meselâ, bir bağ ve gülbahçesınden bir ağaç dalı veya bir demet çiçek getirirler ve bununla halk, o büyük bağ hakkında bir fikir edinir. İşte bu âlemde bulunan her suret, o alemden bir hikâyedir. O dünyadan haber verir Bu suret aleminin.göklerinin güneşi, ayı olur da bu âlemin aslı ve ruhu olan o mâna aleminin güneşi ve ayı olmaz mı? Fakat halk, o âlemi göremediğinden ona bunlardan nasıl bahsedilebilir. Bahsedilse de anhyamazlar, onları da bu âleme kıyas ederler. Güneş, kutuptur. Nur saçar; doğru olan veli de o kutuptan nur alır. Bunun şerhi uzundur, eğer söylense akıllar onu kavn-yamaz. Kılavuz ve vâkıf olanlara bu kadarı yeter. Onlar bundan istidlal ederler ve çalışırlar, böylece söylemediklerimizi bununla anlarlar.
Kur'an'ın bir içi vardır, içinin de içi vardır. Bu böyle yedinci içe kadar devam eder (H.). Kur'an'ın suretinin yedi içi vardır; şimdiye kadar bilginler ve velilerin tefsirleri dördüncü yüzünü geçememiştir. Daha fazlasından haber verememiştir. Bununla beraber, velîlerin, yedinci yüzüne vâsd olamadıkları anlamını çıkarmamalıdır. Onlar vâsıl oldular ve öteye bile geçtiler; fakat kelime ve cümleye ancak bu dördüncü yüzünün mânâsım sığdı-rabildiler. Meselâ, bir insan karadan yola çıksa, kara yolunun menzillerini, şehirlerini, dağlarım, sahralarım, çimenliklerini, ormanlarını anlatabilir. Bunlar tasvire sığar; fakat bu adamın gitgide yolu denize dayansa, bu deniz üzerindeki yolculukta gayeye vâsıl olduktan sonra kâtettiği menzilleri, yolları nasıl anlatabilir?
Beyit:
(Kalem buraya geldi kmldı. Ev yıkıldı. Kapısı kırıldı.)
Bundan anlaşılıyor ki Kur'an, herkesin istidadına göre bir yüz gösteriyor. Meselâ zengin bir adamın evinde çocukları, köleleri, hısım ve akrabası olur; bunların bazısı çocuk, bazısı genç, bazısı ihtiyardır, aile sahibi, bunların hepsi ile hallerine göre görüşür, konuşur, ihtiyaçlarını temin eder.
(234) Kur'an Sûre: 10. Âyet: 5
(235) Kur'an,Sure:4 , Âyet: 79
134
MAÂRİF
Tann da böyledir. Süleyman'ın da, karıncanın da yiyeceğini ve kuvvetini verir. Tanrı'nın sözü olan Kurban da buna benzer. Herkese, anlayışı ve aklı ölçüsünde yüzünü gösterir. Bayezid bir gün yolda giderken bir şerbetçi "Yalnız bu bir tanesi kaldı." diye bağırdı. Bunu işiten Bayezid bir nâra attı, elbisesini yırttı, kendinden geçmiş bir halde yere yuvarlandı. Ayılıp kendine geldiği vakit müridleri ona: "Hayrola! ne gördün, ne işittin ki bu hale geldin?" diye sordular. Bayezid: "Ey alçaklar! Bu adamın ne söylediğini işitmediniz mi? Ben de ondan başka bir şey kalmadı, diyordu" dedi. Halbuki şerbetçinin maksadı, şerbetten yalnız bir bardak kaldı demekti. Biran evvel satılması için, böyle bağırıyordu. Fakat Bayezid, yüzünü daima Tanrı'ya çevirmiş olduğundan, onun "bir" demesinden, bir olan Tann'yı anladı ve düşüp bayddı Tamamiyle Tanrı'ya mal olmuş veliler mecazdan, hakikati anlarlar Başkalarının yaptığı gibi, hakikatten mecaza nasd giderler? Aç bir adama- "İki iki daha kaç eder?" diye sormuşlar, o cevabında "dört yuvarlak ekmek ekmek eder" demiş; eğer bu açın önüne dort yuvarlak ekmek koysalar o, "dört" nasıl der? İbrahim' (Selam O'nun üzerine okun) in babası Azer'dir. Sanatı put yapmaktı İbrahim »cinde bir cevher olduğundan, babasının delâlette olduğunu anladı. Tanrı yı aramağa koyuldu. Babasın, terk etti. Rivayet ederler ki: İbrahim akşam üzen şehirden Çıkıp sahraya gitti, orada iken hava karardı, gökte bir yddız peyda oldu, İbrahim: "işte! benim Tanrım budur "dedi. Bu yüdız bir zaman sonra batınca: "Ha/ır! bu tannlığa lâyık değildir. Çunku kayboluyor, Tann bakidir, bu ise fânidir" deyip düşüncesini değiştirdi Biraz sonra ay doğdu, onu görünce de: "işte benim Tamım bu ojsagerektır bu da batınca: Bu da Tannlığa lâyık değildir" dedi Sonunda böylelikle sabah oldu güneş doğdu, ibfahim güneşi görünce: "Benim aradığım Tann herhalde bu olacaktır; çünkü bu hepsinden büyüktür" dedi. Akşam olup güneş de batınca "Hayır, bu da Tanrıhğa lâyık değildir; ben yüzümü batış, olmayan, daima baki kakı bir Tanrıya çevirmeli ve ona^tapmal^ ' de«h ^
Her şeyin dış tarafım görenler, bu ayetteki İbrahim ın gordugu bu yıldızlardan bu duman gibi görünen gökteki yıldızı bu aydan ve güneşten de bu gökyüzündeki ayı ve güneşi zannederler. Buyuk adamların sırlarından, bu sersemler bunun dış mânasını anlamışlardır. Fakat her şeyin iç yüzünü gören muhakkikler bu iki cihanın padişahtan, başka türlü anlamışlardır. Onlar derler ki- İbrahim, (Selâm O'nun üzerine olsun) buluğ çağına eriştiği zamandan beri bu kadar yıllar esnasında, hiç göğü, yıldızları, ayı ve güneşi görmemiş mi idi? Yalnız ilk defa olarak buluğ zamanında mı gördü. Bu yönden bu âyetteki göğü, yıldızları, ayı ve güneşi zâhirdekini hamletmek büyük bir ahmaklıktır. Onlar, bu âyetin mânasını anlamamışlardır. Akıllı bir adam, bir söz işittiği vakit, eğer ondan mâkul ve faydalı bir mâna çıkaramazsa o sözü makul ve faydalı bir mâna ifade edecek bir tarzda te'vil etmelidir Meselâ, bir kimse: "Ben ok atan bir arslan gördüm" dese bun-
(236) Ben varlığımı, gökleri ve yeri yaratana dosdoğruca çevirdim. (Kur'anSûre: 6, Âyet: 79)
135
MAÂRİF
dan, ormandaki, bildiğimiz yırtıcı arslan mânasını anlaınamalıdır. Çünkü onun ok atması imkânsızdır. Bu arslandan maksat, cesur, mert bir adamdır. Binaenaleyh akıllı bir adam, akıllı kimselerden ne işitirse, eğer onun zahirinden akla yakın bir mâna çıkarmazsa, mecaz tarafına sapıp ondan akla yakın bir mâna çıkarmağa çalışmalıdır. Bu âyetteki "akşam" dan maksat, İbrahim'in varlığıdır. Çünkü "Tann yaratıkları karanbkta yarattı, sonra bunların üzerine nurundan serpti (H.), sözü de bunu gösteriyor. İbrahim, kendi varlığı akşamının karanlığında seyir ve sulukta bulundu. Sonra Tann'nın o kadim olan nurundan üzerine serpildi. İbrahim bununla kanaat etmedi; bu nur kendisine bir yıldız gibi göründü, seyir ve sülukünde devam etti. Daha ilerledi; bunun sonucu olarak varlığında bir parlaklık gördü. Bu, ona güneş gibi göründü. Kendi kendine: "Bu parlaklık, bütün seyrettiğim makamlarda gördüğümden daha çok, o halde ben bu seyrimde daha çok ilerlemeliyim! Asıl maksada vâsıl olmalıyım" dedi. Bu nurlar içinde gark oldu sonra: Ben varlığımı, gökleri ve yeri yaratana doğru çevirdim 237 dedi. Bununla İbrahim (Selâm O'nun üzerine olsun) böyle demek istiyor: "Ben ucu, bucağı olmıyan ölçüsüz denize yüz çevirdim ve gayeye vâsıl olduğumu zannettim. Parmağımı koyup: "İşte burası sonudur" dedim; fakat baktım ki değil. O sonsuz denize, bir son ve sınır tasavvur ettiğimi anladım. Sonra baktım ki bu makamların, bu kerametlerin, bu nurların sonsuza kadar sonu yok. Bundan sonra da türlü türlü doğacak, günden güne artan makamlar meydana çıkacak. Tam bir feragat ile yoluma devam ettim. Nihayet kendimi tam aslın ve vaslın içinde buldum. Önceleri de bu durumda idim; fakat hamlıktan, başka türlü zannediyordum. Birtakım korku doğuran şüphe, yok oldu ve güven, rahat karşıbğı bulunan yakîn, onun yerine geçti. Yakin Tann'nın dostudur. Şek ve şüphe, münkir ve yabancı-du. Yabancı olan bu şek, aradan çıktı. Yegâne olan yakın, onun yerine geldi. Sonra, iyi bil ki Tann'nın dostlan için hiçbir korku yoktur. Bunlar zerre kadar mahzur olmazlar238âyeti oldu.
Beyit:
(O makamda bulunan, hep vuslattır. Ayrılık orada bulunamaz. Cananın cemâlinden başka orada bir şey yoktur.)
FASIL: 39- Tann'nın kullan iki türlüdür. Bir kısmı makbul, bir kısmi nâmakbul. Biz burada nâmakbul olanları zikretmiyelim. Çünkü onlar çoktur, bunlar: "Benim ümmetim yetmiş iki millete ayrılacaktır; bunların hepsi ateştedirler. Yalnız bunlardan bir millet müstesnadır (H.), buyrulduğu veçhile yetmiş iki millettir. Yalnız bunlardan bir millet makbuldür. Biz şimdi makbul olan bu milletin hallerini açıklayalım: Bunlardan bazdan kullar, bazıları âşıklardır. Birinci kat göğe kadar, nasıl her gökte melekler varsa, kullann da mertebeleri böyle derece derecedir. En, yükseği ve yüce-
(237) Kur'an,Sûrc: 6, Ayet: 79
(238) Kur'an, Sûre: 10, Âyet: 63
136
MAÂRİF
nin yücesi vardır. Beşer suretinde görünen toprak ve su kalıbında yaşıyan makbul kulların da makamları, dereceleri böyledir. Meleklerin başı, nasıl Cebrail ise, bunlardan da her taifenin bir imamı, bir kılavuzu ve padişahı vardır. Bu makbul kullar, mertebede melekleri geçmişlerdir. Çünkü bunlar, birçok engellere rağmen'kulluklarını yerine getirirler; nefislerinin hevâ ve hevesini terk ederler. Nefsini süfli heveslerde nehyeden için de şüphe yok ki varılacak yurt cennettir239 Tanrı'nın rızası için kendi düeklerinden vazgeçmişlerdir- kendi nefislerinin rızasını yerine getirmezler, öteki dünyanın vereceği tadları bu dünyamn verdiği tadlara feda etmişlerdir, elbette akıbet başlangıçtan iyi olacak! 240âyeti ile hareket ederler. Gece gündüz nefis savaşı ile meşguldürler Nefsin askerleri olan heva ve hevese, bu dünyanın emellerine karşı Rüstem pehlivan gibi savaşır. Küçük savaştan döndük, şimdi büyük savaşa gidiyoruz (H.) buyrulduğu gibi küçük savaş, başkasını öldürmektir ve bu çok kolaydır. Fakat, büyük savaş, kendim öldürmektir ki bu tabiî çok güçtür.
Nazım-
(Mertlik, başkalariyle savaşmak değildir. Asıl mertlik ve Rüstemlık, kendi nefsiyle savaşmaktır.) , , , ..... .
Sen bir inşam sevmediğin zaman onu sövmek, saymak, kotu davranmak, korkutmak gibi şeylerle evinden uzaklaştırabdırsın; eger bunlarla ba-Şarantazsm evi ona bırakır kendin çıkar başka bir yere gidersin. Nitekim Mevlânâ (Tamı O'nun aziz olan ruhunu takdis etsin) şöyle buyuruyor:
Nazım: . „ . .
(Eğer o, seni sıkıyorsa kalk git; o senin ayağım tutmuyor ya!)
Fakat içinde olan düşünceleri hiçbir hile ve tedbirle kendinden uzaklaştıramazsın Bu ancak Tann'nın yardımı de senden uzaklaşabilir Bu bakımdan iç ile'savaşmak büyük, dış ile savaşmak kuçuk savaştır Binaenaleyh insanlar bu kadar engeller ve güçlü daşmanlann varlığı ı e çahşırlar, böyle yol keserlere karşı mücadelede bulunurlar mertlik ye pehlivanlık depiçlerini temizler Tanrı'nın ibadetiyle meşgul olurlar. İşte bu bakımdan bu ibadetin Tanrı''nın yanında başka bir kadir ve kıymeti olur.
Senin mükâfatın çektiğin zahmet ve meşakkat ölçüsünde olur; fakat melekler böyle değiller. Tâat ve ibâdet, onlar için bir yaradılış, huy ve âdettir Bir besin gibidir; onunla yaşarlar; belki ondan yaratılmışlardır. Biz sizi ondan yarattık ve yine ona iade ederiz"241 İnsanın sûreti,toprak-tan yaratılmıştır. Onun için insanlar sureten toprağa meylederler. Bu, türlü türlü şehvet verici şeyler, yiyecekler, içeceklerin her birinin bir rengi ve bir tadı vardır; fakat hepsinin sonucu ve meyvesi topraktır .İşte bu yüzden in-
(239) Kur'an, Sûre: 79, Âyet: 40-41 (240) Kur'an, Sûre: 93, Âyet: 4 (241) Kur'an,SÛre: 20, Âyet: 57
137
MAARİF
sanlar toprağa meylettiler. Tann, toprağa, türlü türlü renkler ve tadlar vermiştir. Akü ve bilgi cihetiyle, bir çocuk gibi olan insanlar, bunları topraktan başka bir şey zannederler; fakat akılh bir insan, suri bir renk ile nasıl aldanır? Toprağı nasü tanımaz? Bir oyuncakçı, mumdan türlü türlü şekiller, renk renk meyveler, çeşit çeşit oyuncaklar, ağaçlar bahçeler vesaire yapar; bügisiz bir çocuk; bunları başka başka şeyler zanneder - fakat akili» bir insan, bunların hepsinin mumdan ibaret ve bunların yok olmasının, bir defa ateş görmelerine bağlı olduklarını, bütün bu şekülerin ve renklerin mahvolup eski mum haline döneceğini bilir. Mayası ve heyulası yüce âlemden olan melekler, can ve gönül âleminden, aynı tâat nurundan yaratıldılar. Onlar nasıl olur da asıllarından başka şeye meylederler'' İşte Tanrı, bu sade topraktan, insan cinsinden yüzbinlerce dinç mutena gençler, bağlar, çiçekler, güzel ve güzel sesli türlü türlü kuşlar yarattığı gibi o temiz, saf olan ulVı âlemde de böyle sayısızdalar. O yüce âlem ki arştır" bu, ferştır; o, paktır; bu hâk; o, diridir; bu, ölü;o, ruhanîdir- bu donmuştur. Tanrı o yüce âlemde de ruhanî ve hiç yokluk bulmayan ne ağaçlar çiçekler, meyveler, nehirler, güzeller, akarsular ve türlü türlü yemekler varattf! Bu toprak âleıfıinden olan insanlar, şehvetlerini tadmak için bu âleme meylettiklerinden onun nimetlerinden, yediklerinden dolayı nasıl sevaba nail olmuyorlarsa, melekler de o ulvî âlemin nimetlerinden faydalandıkları için, hiçbir sevaba nail olmazlar. Çünkü melekler, istedikleri gibi yaşıyorlar. Kendi yaratıbşlarının mânasını yerine getiriyorlar Babk suyun içinde, nasıl su ile yaşıyor ve sudan başka bir şeyde yaşayamıyorsa meleklerin de o âlemde yaşamaları tıpkı böyledir. Arada şu kadar fark vardır ki insanlar bu toprak âlemine meylederler ve şehvetlerine uyarlarsa, azarlanmaya mâruz kabrlar; cehennem azabına müstahak olurlar. Çünkü insanın meleklik âleminden nasibi vardır. Onun yarısı toprak âleminden yarısı ulvi âlemdendir. Azaba, itaba müstehak olması, bu toprak âlemini öteki âleme tercih etmesindendir. Meleklere azan ve sevap olmamasının iki sebebi vard'r: Biri şudur: Melekler, yaratılışlarının gereğince yaşıyanlardır ikincisi de: Melekler, ayn-ı sevap oldukları içindir. İnsanlar, arada bu kadar engeller olduğu halde, kendilerinde bulunan meleklik sıfatına kuvvet verirlerse, mücahede ile müşahade mertebesine erişirler ki bu mertebeye bunlar erişemezler. Bu bakımdan müminlerin ileri gelenleri, derece itibariyle meleklerden üstündürler.
Şimdi gelelim ilk sözümüze: Biz, yukarda her topluluğun bir padişahı bir imamı ve ulusu olduğunu söylemiştik. Peygamberler, kulluğu o derece yaptılar ki kullukta kemal buldular. Tamı onları bu heyuladan yarattı ve bu sıfat onlarda galip oldu. Çünkü onlar kulluğun hakkını verdiler ve Tanrı'nın yanında makbul ve asıllarına vâsıl oldular. Diğer insanlarda ise bu sıfat zayıfb. Bu cihetten muhalifler zümresine kattkhlar. Aslında onlar bir tek ümmettendirler 242 . Peygamberler, halkı Hakka davet ettikleri vakit
(242) Kur'an.Sûre: 2, Âyet: 209
138
MAÂRİF
rda bulunan zayıf parçalar, kuvvet buldu. Muhaliflerden idiler, yüzleri-jj ,PeygamberIere çevirdiler, bu kulluk parçaları onların mezarı olan clenlerinde ölmüş ve dağılmıştı. Fakat o Peygamber "Bildir! "243 surunu Szına koyup çağırdığı vakit, İsrafil'in surunun nefesi gibi bu dağılmış n Parçalar, mezar gibi olan bedenlerde, canlanıp başgösterdiler.
Şiir:
Bi ^^'m Parçalarımız, bu ten mezarlarında ölmüştür. Aşk suru nerede? r "fiirse de bunlar yeniden göverip başgösterseler.)
fe ^Cn §ör»ıüyor musun? Bu cansız, donmuş olan toprakta, bu ölmüş ve na bulmuş taneler, İsrafil gibi olan bahar, Hamel burcundan, bu yok ol-j )u§ mezar gibi olan topraktaki tanelere, veyahut tabut gibi olan ağaç dal-.w\daki yapraklara, harfsiz, sessiz, ağızsız, damaksız ve dilsiz olarak ses "Ştiği zaman, hepsi kazmasız, küreksiz ve kimsenin yardımı olmadan baş-gosterip çıkarlar ve o mahsepten kurtulurlar. Kendilerinde kulluk parçalan ü,unan müminler, tıpkı dünya alayişi, karanlıklar, dumanlar, çamurlar ve e|Ierle bulaşmış beyaz kumrular gibi, kendilerini kara gördüler ve bu suret-v°nünden kendilerini bir cinse bağlı tutmak istediler. "Biz her halde *argayız!" çünkü "karga rengindeyiz" dediler. Sdreten, renkleri onları al-?attı ve şaşırttı, renksizlik âleminden bir yardım ve medet görmedikleri Jin, kargalarla beraber çölleri, vadileri dolaştılar; fakat ne de olsa içlerin-e bir yabancıhk duyuyorlardı. Kendi kendilerine: "Acaba bu bizim gönlü-.müz, aynen bizim rengimizde olan bu kargalara neden ısınamıyor?" diyor-' Iar- bu çamur ve su içinde, için için feryat ve figan ediyorlardı.Gizli sözü de. daha saklısını da bilir 244 ve mutlak âlem olan Tanrı, onların, dilsiz ve daniaksız, ruhen için için gizlice yaptıkları bu candan feryat ve figanı işitti.
, Tanrı önceden sana isnat olunan, sonradan sana olunacak kusurları, baklasın • hakkında nimetini tamamlasın! - buyrulduğu gibi, her türlü gös-terişten've karanlıklardan münezzeh bir peygamber göndererek, ona: "Çık b» kargaları Hakka davet et!" diye emir veıdı Peygamber (Selâm O'nun berine olsun) de Tanrısının bu emrine karşı: Benim bu kargalarla ne isim yar? Onlar benim cinsimden değiller, onlar benim sözlerimi nasd anhya-caklar? Benim sesim başka, onların sesi başka; biz bir dille konuşan yaratıklardan değiliz; onlar benim dilimden anlamazlar;gönüllerimiz, duygularız onlarınkinden tamamen ayrı; bemm gönlüm ne istiyor? Kimi arıyor? Qnlar nereden bilecekler. Onların besinleri ve herşeyleri başka, benim dualarımı anüyamazlar" dedi. Taunun bu sözlerine: "Ey Muhammedi seni ben yarattım, sana işitme görme akıl, b,Ig,, görüş ve te,nyiz verdimin cinsinden başkalarını Hakka davet etmenin faydalar, olmadığım b
243) Kur'anSûre- S, Avefc. 71 244 Kur'an Sûre: ^Aye* (245 Kur'an Sûre: 48. Ayet.
139
MAÂRİF
yorsun da ben bilmiyor muyum? Ben sana bir de batini bir kişilik Mümin ¦Tann'nın nuru de bakar (H.) buyrulduğu gibi, kendi nurlarından bir nur vel dım Sen niçin zahir gozu ,1e bakıyorsun? I? alemindeki sana verdiğim gözle niçin bakmıyorsun? Tann'nın ahlâkiyle ahlâklanımz (H ) TamaSn suretlerinize .amellerinize bakmaz; sizin kainlerinize ve niyetlerinkrbakâr (H.), denildiği gibi kul, padişahının ahlâkiyle ahlâklanmahdır^"n Tanrıyım, bu kuşların renklerınm karalığı onların t3r„oi„ ı l , f „ de dolaşmalanndandır. Ben bunu fiSffi^' ?öl,eı-gizü, görünmiyen bir şey vardır, o^K^ ^ manialısın. Ben seni, cinsinden ayn olanlara S' d bU"dan gafil 0İ' yanma gönderiyorum. Onlar da senin tohuJZTJZV^' ^ a™*™ nin heyulândandır. İnsanlar altın ve „,mUndandf v,e se"Jn aslından, se-
madenlerdendir (H.) Her ne kadar onlar ZlZ^^ bk takm değilmiş gibi göriinürlerse de, meselâ sen W™ "„ başka',sen,n Ç'nsinden sapıklıkta, sen hidâyettesin, onlar günahta karadırlar, onlar
üzerinde gördüğün kara renk iğretidir 'AAİtS^V^1'1 fakat °nIann mıyanlar ile konuşmaktan hâsıl olmuştur O2 ?' dl cmsîerinden ol' ben senin parçalanmn ve cinsinin aslmdan ol™ buIaŞmıŞtır. O halde kendi cinsinden olmıyanlann arasında kaim Ca" VC gÖnuI akraban,n) bu kararmış olan beyaz kumruları, o, aslen kara 3f naac,yorum- fŞte seni, bu tarmak, onları etrafına toplamak için onların " ,ga,ann anısından kur-vasıta ile, senden ve seninle olan bunlar son y? a.nna gönderiyorum. Bu nin hizmetine girsinler; çünkü her sev »«L."unda yıne seninle olsunlar, se-
9 y diuna döner cevabını verdi.
Beyit:
(Denizin suyu, nerede olursa olsun yine deniri Bu devir ihtimalden uzak değildir.) c,"zaendır. yine denize ulaşır.
O halde o Peygamberi beyaz bir kumruva h» ması içindir, yoksa yüzbinlerce Simurg om zetmekliğim halkın anla-mez. Hatta Simurg ve Anka değil bu kumr, G" adi bir kanadına yetişe-râil "pes!" der ve kanatlarını aşağı indirir" T™** baS,ad,81 vak«'t, Ceb-kalkarsa, kanatları yanar. Eğer bir narmair IV °nun onunde uçmağa (H.) sözüyle de Cebrail bunu itiraf etmiştir Rı yakl^man yanarsın, galann yanında, Kur'an okunduğu zaman om, , yaz kumru' ° kara kar" te dâhil olasınız hükmünceTokumaL 7??™''SUSUn ki merhame-kumrular kendi cinslerinden olanların sSntiSu kararm,Ş oIan
kara olan kargalardan ayrıldılar ve bu ku Ş ., en zaman, hemen aslen uçup gittiler. Bundan sonra Peygamber rSr «nur ^^Sİne doğru kumrulara arız olan karalığı gidermek ici , üzerine °,sun) bu sabun ve suyu Cebrail'in eliyle gökten „ ç.are,er aradı. Bunun üzerine
zekâtı verin! **'gibi türlü türlü emirlerle buL ?fl °"hn namaZI Muı)
minene, bu karanhktan temizledi ve nehir-
(246) Kur'an, Sûre: 7, Âyet: 203
(247) Kur'an. Sûre: 2. Âvet: 40
140
MAÂRİF
lerle beyazlıktan çıkıp tekrar karalanmamaları için, onlara sakınmalarını bildirdi. Yukarda etraflıca söylediğimiz gibi, Peygamber kullukta olgun, mertebe bakımından meleklerden ve Cebrail'den yüksektir. Kullukta kâmil, bu makam ve saltanatta sonsuz bir devlete mâlik olan sultanlarına uyan bu kullar bu beyaz kuşlar arasında, kulluğu ve fermana uymayı tabiat edinen, ikab ve itabdan çekinen, tarikat adabına riayet ve mücahede üe, cennetler ebedî bir ömür ve sermedi bir devlet kazanmak hırsını besleyen Tann'nın tacirleri gibi, hırstan kaçman, menfaate meyil gösteren kullarla kaynaştıklarından, bazı ruhları aşk heyulasından yaratmışlardır. Aşkta son mertebeye yetişmiş ve erişmiş olan aşıkların Sultanını bu kullarına göndererek ona- "Git bu kullanma şöyle söyle: Sız her ne kadar seçkin kullardan iseniz de, bu tuttuğunuz yolun daha derisinde bir yol, bir Padişahlık, bir mel'ce ve sığmak vardır kı o yol, bu esasıdır, aslıdır O, can; bu onun suretidir Eğer bu yol can ise. o, canın canıdır. Eger bu Rahmanın "uru ise, o gizli sırrın simdir. Eğer bu Tann'ya seyir ise o Tamı da seyır-d«. Eğer bu edep ve korku yolu ise o, edepsizlik ve korkusuzluk yoludur.
Nazım-
(Aşk edebi tamamiyle edepsizliktir. Aşk milleti, tümüyle edepten ibarettir.)
n„ , . _ nadisahm"dizini yastık yapmış, orada naz ve
dür n ""A""*5 y 'n, hem sâkir. hem meşkurdur. O aşkların sultanı,
ve mezarından çıkın. Tam hürlük, serbestlik olan aşk havası içinde uçun, diye uyardı.
/Mb?İ: vimn olmadıkça, kalenderlik tam olmaz. İman küfür
Sonra o Asıklar güruhu, kullar arasından ayrılmış ve aşıkların sultam olan ask bülbülü ile vuslat gül bahçesinde uçar olmuşlardır Kulların sultanı olan nebiler de bu âşıkların sultanının aşkıyle. kararsız oldular, onu aramak sevdasına düştüler. , , .... ' _ ^ . ,
Dostlarınm mülakatına ne kadar ihtiyacın var. (Ke. Kıb.b). O aşk duygularının imamıdır ve Onu herkes anhyamaz. Onun yolunu tutmak kaabd değildir Çünkü o, beşerin kudreti dışındadır. Kulluk ise, beşerin kudreti dahiündedir. Âşıkİık da vehbîdir.
Mısra:
(Aşk kendüiğinden insana, gelir, çalışmakla elde edümez.) Aşk padişahlann padişahıdır. Çünkü o, cihan padişahımn seçkin kuludur. Bununla beraber o, öyle bir padişahtır ki bütün padişahlar bütün âleme
141
MAÂRİF
• mensup olanlar, onun ümmetidir; hattâ onların arasında öyle ve Adem e ^ ^. bütün pa(iişahlar onlara ümmet olmak istedikleri halde, b a^erefeaerişenıemişlerdir. Nitekim bu hususta şöyle buyrulmuştur:
?Eyl(Âdem ve zürriyetinîn rüyada gördüğü kimse! Ben senin güzelliğinin afatlarını kimden sorayım?)
Musa (selâm O'nun üzerine olsun). Hızır (selâm O'nun üzerine olsun ile arkadaşlık edemedi, O'nun işlerinin sırrını anlayamadı ve O'nu inkâr e 'i, aleyhinde bulundu. Sonunda Hızır Musa'ya: artık ikimiz arasında ayrüi.': gerektir 248 dedi. Mustafa (selam O'nun üzerine olsun da: Âdem ve Onda» başka her şey, benim livam altındadır; fakat ben bununla övünmem, ben fakr ile övünürüm (H.) buyurdu. Bütün müminler Âdem zamanından dünyanın sonuna
kadar, O'na yüz çevirmişlerdir. Bu onunla övünmez; çünkü O fakra yüz çevirmiştir ve onunla övünür. Binaenaleyh fakr her şeyin üstündedir ve O, bütün bu fark sahiplerinin üstünde gizli, fakr sahibidir ki bütün ümmete boyun eğmez, eğer eğse, ümmet olabilir? Bir karınca hiç Süleyman'ın ayağına ve sivrisinek Ankanın kanadına sahip olabilir mi? Ben böyle bir padişalu nasıl anlatayım? Bu padişahın ümmeti yoktur Eğer bir veya iki kişi, ümmeti olsa, sen bunu az görme, çünkü o bir kişi binlerce kişiye bedeldir. Bin degıl, hatta hadsiz, hesapsız insanlara bedeldir Tamı, İbrahim (selâm O'nun üzerine olsun) hakkında: Muhakkak ki İbrahim, tek başına bir ümmettir 2 buyuruyor; brahim, tek olmakla beraber bir ümmet mesabesinde ıdı. Çunku bir ış çıktığı vakit, bir kişi bin kişiye bedeldir. Onlar, sayıldıkları vakit azdırlar, şiddet gösterdikleri zaman çokturlar, ümmet, bir kışı olmaz; bin belki binlerce kişi olur; o halde sen böyle bir kimseyi, nasıl bir görebilirsin? Ona, nasü "bir" dersin? Eğer bu âşıklar sultanını, bir anlar ve takdir eder de ona ümmet olursa ve senin de aklın, görecek gözün, parlak anlayışın varsa o biri, bin belki binler gibi görürsün. Sen bir ümmet g.b, kabul edersin; fakat eğer bu velîden mertebesi aşağı biri olsa, etrafında sayısı binlere varan bir ümmet bile olsa onun bir kişi kadar değeri yoktur.
Mısra:
(Kalem buraya geünce ucu kırıldı.)
Bu tıpkı şunun gibidir: Meselâ bir okulda bir öğretmenin yüzden fazla öğrencisi olsa, sonra bu öğretmenin arkadaşı ve komşusu ondan daha bilgili bir öğretmene de yalnız bir müctehit öğrencilik etse, bu tek öğrenci öyle bir öğretmen ve yüz öğrencinin, belki öyle yüzbin öğretmen ve yüzbin öğrencinin fevknıdedir.
(248) Kur'ari,Sûre: 18, Âyet: 77
(249) Kur'an,Sûrc: 16, Âyet: 121
MAÂRİF
Bu yaptığımız nisbet de doğru değildir. Hattâ o bir öğrenci, yüz-bindir ve bu yüzbin de bir değildir. Bir kasap, yüzbin koyunu yenmiş ve götürülmüş zanneder, o sözünün çokluğundan gönlüne hiçbir korku ve vehim gelmez; belki koyunlar ne kadar çok olursa, o kadar memnun olur; kuvvet bulur. Meselâ bin tane cahil, cevherden anlamıyan, bir altına ve halis taşa: "lâl ve cevher" diyen bir kimsenin şahadeti, cevherden anhyan, bilgüi, hünerli bir sarrafın şahitliği yanında hiçtir. Bu bir sarraf, manen yüzbin sayılır. Eğer yüzbin göz, bir güzelin yanağını, boynunu ve güzelliğini anlatsa, onun hiçbir değeri yoktur; fakat gözü görmiyen bir kimse söylerse, onun bu hükmü, o yüzbin gözün verdiği hükme tercih edilir. Bu hususun benzerleri çoktur. Bir kimsenin bakışı, yalnız çokluğa dönük ise o adam, hünerlerin bakışlarına ve iyi kulların ayağına salüp değildir. Tanrı bir kulun iyiliğine şahadet ederse halkın kötü şahitliğinin hiçbir önemi yoktur. Binaenaleyh Tann'ya kulluk Tann için yap ki, o kulluğunda, Tanrı senin şahitlerin olsun Eğer sen kulluğunu halk için, halk arasında iyi bir ün kazanmak içi„ yaparsan ve halk senin iyiliğine şahitlik ederse Tann sana şahitlik etmedikten soma bunun ne faydası vardır? O halde Tanrı mn ışlennı, Tanrı için doğru yap; halk için değil. Yaradanın rızasına talip d, halkın değil
Şimdi biz yine yukarda zikrettiğimiz aşk ümmetine gelelim; Bunların her birinde aşktan bir damar vardır. Bunların öncülen aşkta aşkı kemale eriştirmiş bir sultandır Bu aşıklar âlâsı, ednası, kuvvetlisi, zayıfı hep onun ümmetindendir Bu âşıklar kulların, padişahlarına ve onun bendeleri olan ümmetine hiç boyun eğmezler; onların gidişleri hoşlarına gitmez; o kulların her biri devlet ve servet sahibi ve müflis olduğu halde, onların bu devlet ve serveti onların gözünde hiçtir. Bu âşık, o kullara hor gözle bakar; Çünkü kendi sultanının büyüklüğü, onun gözlerini doldurmuştur. Onun gözüne başka büyüklük görünmez. O, her ne kadar ası, adı, aşağı ve kusurlu ise de yine başka kapıya başvurmaz. O mücrim olmakla beraber, padişahının mücrimidir Affını da kendi padişahından ister, başkalarından istemez Eğer sen âşıklara hakaret yollu; "Kadir ve menzil cihetiyle, herkesten yüce olan o ulu âşık ile, sizin ne ilginiz var? Siz kimsiniz, o kim?" dersen, onlar da sana: "Peygamberle sizin aranızda ne münasebet var? Peygamber kim' siz kim? Her türlü tâatler ve ibâdetlerle zâtı müzeyyen ve her türlü kerametler, mucizelerle mükerrem olan o yüce Peygambere, siz nasıl ümmet olabilirsiniz?" cevabını verirler. Halbuki Muhammed ümmetinden birçok kötüler, hırsızlar, haramiler, fâşıklar ve âsiler yok mu? Bunlar da onun dinine inanmıyorlar mı? Canlarını, başlarını feda ediyorlar, inançları olmakla beraber, bu- gün tövbe ederiz, bizim ulumuzun sünnetlerini yerine getiririz, diye ümit ederek, kalb kuvvetiyle yaşıyorlar. Tâat ve ibâdette kusur ediyorlar. Böyle düşündüklerinden yahut böyle ulu bir padişaha sahip olduklarından şefaat ümidiyle korkmuyorlar. İşte bu âşıklar da onlar gibidirler. Bu düşüncelerle yürekleri kuvvetlidir.
"Biz de başımızı feda ederiz, kendimizden geçeriz, Tann'ya ulaşırız"
MAÂRİF
derler; yahut: "Biz kendinden geçmiş ve Tann'ya ulaşmış bir kimsenin aşkiyle, sonumuzun gelmesini ümit ederiz" derler. O halde, bu ümmetin avamı, ümmetin avamına tercih edilir. Fakat, seçkinlerini kıyas edemem, çünkü yabancılarla Peygamber arasında çok fark vardır. Bu karşılaştırmayı yalnız, çöldeki bir susuzun serabı su görmesi gibi, kendisinde akıl olduğunu zanneden bir akılsız yapabilir.
Şiir:
(Dünya ancak bir hayaldir; fakat gerçekte haktır. Kim bu gerçeği bilirse, o tarikatte eşsiz bir sâliktir.)
Dünya bir seraptır ve sana su gibi görünür. Hiç kimse dünyadan emeline nail olamaz, tersine ondan uzaklaşır. Bir serabı görüp de ona doğru koşup giden adam, suya ulaşabilir mi? Durduğu yerde kalırsa belki suya yaklaşır. Kanaat tükenmez bir hazinedir (H.). Bu adam suya erisemezse de hiç olmazsa, suya erişeceğim, diye yonıhnaz ve daha çok susamaz.
Beyit:
bm(^ekadardırTlyada SeVgİ,İnden naSİbin myada gördüğün hayalden nasi-
ÜTÎ bU di\ny™m Spermden, sevgililerinden ve dostlarından na-Sî'lft ^ VC t3th ^'dan aldığmdan daha fazla değildir. dfmemSd^r^ ^ bakikaten onu yememiş sindir; bir şey giy*». Sn gef me?ebler y»kü altınlar ele geçirsen, yine iflâs etmiş-
2*i^iZ^u* ?adİŞ3hhk ve bekçihk birdir Bir mal etine ga-KîûTSTa^ mSGyle k3Vga ederse») "yandığın zaman basma ge-vannTdl tTT" On0ne getWr de: "Be" «" ahmak adammışım! Ne leleTbu iki „X °^ai?ylerIe kendimi aldattım?" diye sen de başına dünltnîi, f e-Sln", B" du"ya Ue me^1 °Ia" ^ yeI "bâd" VC ^ofSl.îSoS61*11,186 bade İ?er- Ç»nkü Tann kime yol gösterse o kim-
dır. Çunku bu hissi uykudan insan bir sesle, bir hareket ve korku ve bir darbe ile uyamr Fakat bu gaflet uykusundan yüzyıllardan beri peygamberler birbiri peşinden.geliyorlar, bu kadar vâadler ve vaidler de bulunurlar; Velî-Ienn boğazlan bağırmaktan ağrıyor ve daima: "Ey gafiller' Siz bu ormanda bu yırtıcı kurtlar arasında niçin hiç korkmadan uyuyorsunuz? Uyanınız! Bu kanlı ormandan, bu gaddar dünyadan kalkıp gidiniz Dar-ül karar olan dünyaya koşunuz" diye bağırdıkları halde, hiç kimse bu ağır uykudan uyanmıyor.
(250) Kur'an Sûre: 7. Âvet: 177
144
MAARİF
Onlar, şeytan'ın: Ben onların hepsini azdıracağım 251 dediği gibi, ta öteden beri Âdem'e ve zürriyetine girmiş olan nakış ve şeytan denilen şekavet kuvvetleri, onları parça parça edip, cehenneme yem yapıncaya kadar, uykularına devam ediyorlar. Cehennem, şeytanın karmda, midesidir. Tamının rahmetine sığınmayan, elbette şeytanın midesinde hazmolup gider. Bunun tafsilâtı uzundur. Bu şuurla çözülür bir düğüm, hallolunur bir nükte değildir. Çözülmez ve çözülmeyecektir. Meğer ki Tanrı lutûf ve kereminden bize yartim etsin. Tanrı'nın hidâyet ettiği kimse hidâyete erişir «2 .0 ancak bu suretle nimetine erenlerin 253 sarına mazhar olanlann saasına erersin. Ve Tanrı'nın gazabına uğrıyanların zümresinden kurtulursun, onlardan ayrılırsın- çünkü bunlar, gazaba uğramayanların ve sapmayanların 254sırnna mazhar olmuşlardır. "Her an başaşağı" bir işarettir. Lâfzı tuhaf ve acaiptir Bu dünya te'vilsiz cehennem ve onu terk de cennettir. Görünüşte tatlı' mânaca acıdır. Fakat bu acı, sana tath görünür. Meselâ, toprak yiyen hast'a bir adama mizacının bozukluğundan dolayı, toprağın tadı şekerden daha tath gelir Safra hastalığına tutulan bir kimse için Ebucehil karpuzu gibi acıdır Mizaç iki kısımdır; Batıni mizaç, zâhin mizaç. Nebileri" bâtın mizacı salim ve doğrudur; onun için cenneti dünyayı terketmek-te ve bekayı fenada buldular. Açlık Tann'nın yemeğidir; bu açlık, insanlar için acı bir sevdir Halbuki Tanrı'nın yemeğida; peygamberlenn ağzında ve damağında baldan, şekerden ve helvadan daha tatlıdır. Şakiler, asîler ve gafillerin ağzında ise öldürücü bir zehirden daha acıdır.
Beyit-
(Ben gerçek diriliği ölümden buldum; benim serhoşluğum ölüm sararandandır.)
Cennet İnsanların hoşuna gitmiyen şeylerle, cehennem de şehvani şeylerle örtülüdür (H ) Sen, cehennemi dünyadan uzak görme; dünyada tam cehennemin içindesin ve bundan haberin yok. Nitekim bir çocuk da oku-'un İlim eden tahsilini, meşakkatini ve acılığını kumar ve oyunun lezzetine ¦ercih eder Halbuki o acüık, tathhğın ta kendisi ve tatlılık da tamamiyle ^ılıktır Gaflet perdesi, gözlerin önünden kalkar ve salar perdesiz görühür-h'rse o zaman ne oldukları, hakikî mahiyetleri meydana çıkar. Sırların mi vdana çıktığı gün. 255 bütün uykuda bulunan gözler gaflet uykusundan
Uyarurlar «
Bugün'senin gözün keskindir,256 buyrulduğu gibi görüşler keskinleşir, o
zamana kadar hep ters gördüklerini anlarlar. Artık onlar cehennemin hendeklerinde başaşağı asık kalırlar. Tutacak hiçbir şey bulamazlar ki ona el uzatıp yapışarak kendilerini kurtarsınlar. Nur, hayır, âmel, tâat, sabır,
1251) 252' (253 (254' (255' (256
Kur'an Sûre: 15. Ayet:; 39 Kur'a^SÛre: 7, Ayet: 177 Kur'att'sûre: 1, Ayet: 6 Kur'an Sure: 7a
Kur'an'SÛre: 86, AY*: 9 Kur'an.Sûre: 50, Ayet: 21
145
MAÂRİF
ibâdet ve zikir gibi kurtuluş çarelerinin hepsi ellerinden gitmiş olur. Bugün Tann'nın rahmetine erişenlerden başkaları için Tanrı'nın azabından başka Ibir kurtuluş yoktur 257 buyrulduğu gibi Tann'dan başka kurtancı bir şey kalmaz.Sağdan ve soldan kazandığınız amellerin tadını tadınız258sesi erişir.; O halde ey dünya âşığı ve dünya işleriyle meşgul olan kimse! şunu bil ki* her ne kadar sana bu dünya tatlı görünürse de cehennemin ta içindesin ve onu cennet zannediyorsun. Seni Hakka çağıran, dünyadan soğutan, ondan ayıran ve ona yabancı kılan, cehennemin hepsinden kurtaran, dünyanın terkine meylettiren, senin karar edecek yerini, meskenini yokluk ve dünya terkinde kılıp, sonunda seni cennete götüren, sana ayn bir dirilik bağışlayan "ölmeden evvel ölmek" ve yok olmaktır. Yokluk, varlığın aslıdır. Çünkü varlık yokluktan var olmuştur; bu varlık evvelce yoktu, şimdi yine)yok olacaktır. O halde yok, asıldır; ölümsüzdür; varlık, teferruattır. Eğer bugün dünyayı terk edersen, karar evi olan cennet, bugün sana müyesser olmuştur. Kim yokluğu tutar, onda karar kdarsa, onda asıldan bir damar var demektir ki o da yokluktur. Çünkü her şey aslına döner. Fakat bunun aksine olarak kim bu yokluktan kaçar ve varlıkta karar kılarsa fer'iyet onda fânidir. Fer' (aynnti) ise fâni, asıl bakîdir. İnsanın sözleri, işleri gelip geçer; bunlar fânidir. Sözü ve işten münezzeh olan aslı ise bakîdir. Bu madde ve asıl oldukça, her gün teferruatı, söz ve işvar olur ve yine yok olur. Asıl ve maddeye bağlanan söz ise ebedidir. Fakat her kim teferruat olan sözlere ve işlere bağlanırsa o da söz ve iş gibi fâni olur. Sanatta kalan, kalmaz; yok olur. Fakat sanatçıya giden, ona bakan, doğruluk makaminda-dır; kudretli bir padişahın yanındadır2^ onlar Tanrılarının yanında diridirler, nzıklarma nail olmaktadırlar »^zümresine katılır; onlarla beraber az, fena ve zevali oljnıyan bir sâadet, ikbâl ve kemal içinde, Celâl sahibi Tann'nın yüzü gibi parlar. Bu, bizim sözümüzün sonudur Bilgisiz ve inkâr-cdarın yanında ise bu söylediklerimiz imkânsızdır.
FASIL: 40- Herkes Hakkın velîlerinden ahiret isterler, dünya istemezler; çünkü Tanrı onlara ahiret vermiştir; dünya vermemiştir. Her kimse, bugıuı ebedî cennet, rahmet, Tann bilgisi ve marifeti, dünya tuzağından ve ölüm kılıcından kurtulmak gerekirse o, velilerin eteğine yapışsın. Her ne kadar velîler, dünyayı da vermeğe güçleri yeterse de, dünya ve dünyanın mutluluğu, felekler ve yıldızlar vasıtasiyle olur. Tamı bu işleri onların hükmü ile çevirir. Meselâ suyun ödevi, susuzluğu gidermektir. Ekmeğin bu işle ilgisi yoktur. Ekmek susuzluğu gidermez; o, açlığın ilâcıdır, susuzluğun değil. İşte Tanrı böyle yüzbin türlü şeyler yaratmıştır ve her birinin özelliği de başkadır. Çünkü sen Tanrı'nın kanununda bir değişiklik göremezsin 261 buyrulduğu gibi sen, Tanrı'nın âdetini, hiç değiştiremezsin. Her şe-
(257) Kur'an,Sure: ll.Âyrt;45
(258) Kur'an.Sûre: 7, Âyet: 37
(259) Kur'an,Sûre: 54. Âyet: 55
(260) Kur'an Sûre: 3, Âyet: 163
(261) Kur'an Sûre: 35. Âyet: 41
146
MAÂRİF
yin bir işi vardır. Ne bu onun, ne de o, bunun işini görebilir. Meselâ bir padişah görünüşte insanlardan birini vezir, birini tercüman, birini perdeci, birini emir, birini şahne, birini muntesib, birini işçi yapar. Bunların her biri bir göreve tâyin edilmiştir. O, işte hâkim ve kethüdadır. Birbirlerinin işlerine karışmazlar. Yalnız bazan vezir, perdeci vasıtasiyle: "falan kimsenin kusuruna bakma!" yahut "falan kimseyi hapisten çıkar" gibi hükümlerde bulunur. Onun işlerinin ayrıntısına karışmaz, onunla meşgul olmaz. Onun mertebe ve mansıbı, böyle şeylerle uğraşmasından dolayı yüksek değildir. *Şte bunun gibi, dünyayı dünya elüinden istemelidir; çünkü Tanrı dünyayı onlara vermiştir. Velîlerden de ahireti istemelidir; bununla beraber veliİer isterlerse, dünyayı da verebilirler. Bundan dolayı dünya ve dünya mutluluğunun bağlı olduğu bu felekler bile, velîlerin hükmünden dışarı çıkmazlar; Çünkü şahne vezir veya perdeciye karşı koymaz; ona şahnclik görevim bunlar vermiştir- nasıl olur da bunlasa karşı koyabilir? Fakat bazan veli, kendisine bağlılı&ı olan dünya ve dünya mutluluğunu isteyen bir talibe, bu istediklerini verir'. Felek, buna karşı koymağa cesaret edemez. Yalnız, velî daima dünya işleriyle meşgul olamaz.
Dostlardan birine- "Akşehir'e ne zaman gidiyorsun? diye sordum, o da: "Ne zaman gönderirseniz" dedi. Ben: "İnsanları Akşehir'e göndermek, bizim görevimiz değildir. Bizim görevimiz insanları ilim ve marifete, bu fena âleminden, beka âlemine göndermektir. Görevimiz. ısımızbudur. Ne ^man o tarafa gidersek, onu bizden bil! Kendine ba iyilik gelirse Tanrıdandır; kötülük gelirse kendi nefsindendır (H.). Eger sen, ahiret tarafına gidersen bu Tanrı'nın rahmetindendir. Bunu, onun fazl ve ihsanından bü. Eğer dünya tarafına gidersen, bunu da kendi anlamsızlığından ve boşluğundan bil" dedim. , , ... , . . . .. , ,
Evliyaya gösterdikleri kerametlerden ve kalbindeki gizli şeyleri bildiklerinden dolayı inanmak doğru değüdir. Eğersen bu yüzden onlara itikad ediyorsan ve kendi şeyhine de bu yüzden bağlanıyorsan, bu bağlar pek Çabuk kopar bunun devamlılığı yoktur. Çünkü gerçek bir şeyhin bundan daha yüksek daha değerli ve güzel meşguliyetleri vardır. O, bunlarla meşgul ve bunlara müstağrak olursa, bu halde senin yüreğindeki gizli şeyleri, nerede olduğunu ne yediğini ve ne yaptığını bilmeyebilir. Eğer bu yüzden itikad etmişsen ondan bu kerametleri görmediğin zaman şeyhin kudsiye-tini inkâr edersin. Onunla aranda yabancılık olur.
Keramet ortaya koymak ve herkesin kalbindeki saları bilmek, tıpkı âlimlerin, fazılların hicviye söylemeği öğrenmeleri gibi âdi bir makamda. Bu ise, aşk dervişi olmayanların, Tanrı'yı cehennem korkusu yahut cennet nimetlerine nail olmak ve büyük mevkiler elde etmek gibi fayda ve zararları bakımından tanıyanların makamıdır. Bununla beraber, bu maksatla çalışıp zahmet çekenler, yemek içmek ve uyumakla vakit geçirmiyenlerin zahmetlerini de Tanrı zayi etmez. Çünkü O, Kur'an'da O, bütün insanların Rabbıdır 262 buyrulduğu gibi, insanların Rabbıdır. Herkesi besler, herkese
(262) Kur'an.Sûre: 114,Âyet:l
147
MAÂRİF
lâyık olduğu yiyeceği verir, maksadını yerine getirir. Karıncadan ta Süleyman'a kadar, kimseyi aç bırakmaz.
Eğer bir kimsede Tann aşkı esas olmazsa, Tann onu, böyle kerametler göstermek ve ilim öğrenmekle meşgul eder ve bu kerametler onun cennet ehlinden olduğuna ve cehennem azabından emin bulunduğuna bir müjdedir. Bununla da onun iki cihandan dilediği hâsıl olmuş demektir. Bu makam herkesin makamı olamaz. Bu türlü bazı şeyler vardır ki bir şey söyler, o da dediği gibi vâki olur, keramet dâvasında bulunur yahut hokkabazlık veya simya ilminden bir şey öğrenmiş olur ve bunu da halkı yoldan çıkarmak için bir âlet olarak kullanır. İşte bu gibi şeyler yalancı, karıştırıcı ve bozgunculardan daha beterdirler.
Fakat, bu keramet göstermek, kalbteki gizli sırları bilmek kabiliyeti kendilerine Tann tarafından verilen kimseler, gerçek evliyaya nazaran çocuk saydırlar. Çünkü hakikî evliyanın sermayesi aşktır. Onlar Tann'dan yalnız Tann'yı isterler. Onlardan başka olan her şey onlara eziyet verir. Onlar aşk ile doludur. Kalblerinde Hakk ve Hakkın nurundan başka hiç bir şey yoktur. Halkın iyiliği ve kötülüğü ile ilgili değildirler
Peygamberimiz: "Benim Tann İle beraber bazı zamanını olur ki o zamanda, aramıza ne bir peygamber ve ne de en yakın bir melek girebilir" (H.) buyuruyor. Böyle bir halde en yakın bir melek olan Cebrail bile, oraya sokulamazsa, alelade insanların düşünce ve hayalleri nasıl girebilir?
Meselâ, bir şeyh sana: "Dün sen bunu söyledin veya falan yemeği yedin" gibi senin başından geçen bir şey söylese, o şeyh bununla ne yapmış olur? Sen aslında bunları biliyordun, bunlar senin basurdan geçmiş şeyler-di. Şu halde bununla senin ilmin artmıyor. Böyle olmayıp da sende var olduğu halde, senin bulamadığın, keşfedemediğin bir sırrı söylerse, kaibin-dekını keşfetmiş olur. İşte kalbindekini keşfetmek budur. Ve asıl bunun taydaşı vardır. Çünkü o şeyh. bunu söylemeden önce, sen o sim bilmiyor-dım. Onu bilmekle bir faydan oldu. Meselâ, evinin bir köşesine bir define saklamış bulıınsan ve onun yeri bu şekilde sence belli olsa, bir adam: "Senin evinin falan köşesinde define vardır" diye seni ondan haberli etmek istese, bunun sana ne faydası olur? Fakat, evinde defineler olsa ve sen de gerçekten mevcut olduğunu bilsen, ama neresinde olduğunu bilmesen, bir şeyh sana bunun yerini gösterse, işte bu gaipten haber vermenin sana faydası olur. Çünkü sen o defineleri çıkarır ve zengin olursun.
Ulu Tann da bütün gayb hazinelerini, insan denilen yaratıktan gizlemiştir. Ulvi, süfli, arşî, ferşi hiçbir şey. insanın dışında değildir, insan kendisinde ne bulursa, kendisinden bulmuştur. Fakat bununla tamamiyle kendisini bulmuş değildir. Bir insanın bütün maneviyatı, gizli ve maddi uzuvlarından bir parçası peyda olsa, ona tam bir insan denilemez. Meselâ, bir insanın yalnız elini, parmağım, burnunu, kalçasını, dizini görsen, diğer uzuvlarını görmesen bu, onu tam görmek değildir. Bunun bir faydası da olmaz. Bir şahsın olgunluğu, onun varlığının tamamı demektir ve onun tamamiyle görünmesi lâzımdır. Çünkü bütün eksiklikler mel'undur. Bunun sözlük-
148
MAÂRİF
teki karşılığı şudur: Sen bir insanın yalnız dizini görsen, onun bütün şahsiyetini görmüş saydmazsın; onun olgunluğundan uzaklaşmış olursun. İşte bunun için sana "eksik" derler. Eksiğin makamı da uzaktır. Binaenaleyh insanın zahirî sureti kaş, göz, alın, boy, yanak, kafa, et ve ayaktan ibarettir. Mânada ise onun sûretsiz bir sureti vardır. Bütün şeyler onda görülür. Melekten, mülkten felekten hiçbir şey ondan hariç değildir. Eğer bir insan bunların hepsini kendinde görmemişse, kendinden ancak bir parça görebilmiştir. Kendini tamamiyle bulamamış, kendi akıbetine tamamiyle erişememiştir; kendi kendinden nasibini alamamıştır. Hadis te Kendi nefsini bilen Tanrı'sını da bilir (H.) buyrolmuştur Madem kı Tanrı her Şeydir ve her şey de insandadır, o halde bu tarzda, kendin, gören, Tanrı -v*da görmüş olur.
bendini bil, bak ki sen nesin. Kendini küçük görme, sen çok aziz bir Variıksın'^
t , • ı^aihinin içindedir. Tann'nın nurunu anhyana ne
Tann'nın nuru, senin kaininin ıç«"«
mUttlu! . , tadar hafif oluşundan ötürü görülemez bir
İnsanın mahiyeü, her neuı nur Kendini iyi
£vher ise de, gözlere bunu görmek ıç ^ tanımış-
taniyan, bilen bir insan hiç ŞUPne yu* " J * "*
tir
" ürcasını görüp, tümünü göremiyen bir mürid, kâ-
Kendinin ancak bır.p^vbulunursa, kendini bütünüyle görebilir. Çünkü nni bu şeyhin h»^et,"a* ineleri ona gösterir. Mürid de bu sayede hazi-°n şeyh, onda gizbı olan sohbetiyle kendini tamamiyle görür. Hattâ git-neierı arar, bulur ve şey»" birleşir Bu suretle ikilik ortadan kal-
k ' ? şe7m h3T rnürid arasındaki ikilik şu bakımdandı: Şeyh, içinde ar- Çünkü şeyh ı e görüyor ve kendiliğinden kendisinde hiçbir şey «ulunan bütün hafJnJd is°iç dünyasının ancak bir kısmını görebiliyordu. Şzli kalmıyordu. M"" bildikten sonra o da Şeyhin aynı olmuştur. Fa-^endmi tamamıya g. yapnğ,nı söyleyen bir şeyhin sana ne faydası at senin ne yedıg ^ nenden üstündür; bende olmayan bir kuvvete sa-»ur. Bu sende,beniın geçmişteki durumlarımı biliyor, gibi bir kanı hâsıl iptir, çünkü nerkesin kalbindeki sırları okumak gücü vardu; fakat se y°\ îhî deki sırları okuduğu vakit, o kuvveti sana vermiş midir? Sen de"1,11 t •" kalbindeki sırrı okuyabiliyor musun? Bu işte senin kazancın d bir insan olabileceğini bilmiş olmalıdır. El eiden üstündür
deri °n Fakat sen eskiden de senden üstün kimseler olduğunu, melekler ve Peveımber bulunduğunu biliyordun. Böyle olmayıp da öğrendiğin şeyler sende mânevi bir yükselme sağlamışsa, işte asıl kazancın budur. Meselâ yediğin bir lokma şey, vücudunda kuvvet ve kudret haline gelebilmişse, beklenilen fayda hâsıl olmuş demektir. Fakat, ekmeği sana gösterip yemen için eline vermezlerse, bundan ne kazanmış olursun?
MAÂRİF
Bir gün bir sofra .götürüldüğünü gören bazı kimseler Cuhâ adlı çok akıllı büine: "Sofra götürüyorlar! Sofra götürüyorlar!" demişler; o da; Bize ne! demiş. O adamlar da: "Senin evine götürüyorlar" demişler. "Peki, size ne!" cevabını vermiş.
Yalnız şu kadar var ki hikmet, marifet, gerçek gizli sırlar herkesin besini değildir. Birçok kimseler, bunların hakikisiyle değil, hayalleriyle yaşarlar. Meselâ bir perinin yiyeceği yenilecek şeyler değil kokudur. Şu halde senin' anlayacağın, hoşlanacağın, zevkle dolacağın, ilmini ve görüşünü artıracak bir keramette bulunmak lâzımdır. İşte bu, yemek yemek, olur. Peri, yemek yemez; koku ile yaşar demiştik. Şu halde onlar bütün ömürleri boyunca hayalle yaşamışlardır. Çünkü onların tabiati hayalden yaratılmıştır. Gerçekten hoşlanmazlar, hayalden hoşlanırlar. Sevgilileri de hayaldir. Bunun gibi, korkak bir kimse cengâverlikten ancak savaşın, mücadelenin hikayesini işitmek suretiyle zevk alır. Savaşı, mücadeleyi bizzat görmek, onun için memnuniyet verici bir hal değildir. Hattâ bundan hiç hoşlanmaz. O halde birçok kimseler korkak yaradılışlıdırlar Çünkü bu gibi kimseler, bizzat savaşı görmekle değil de, bunun hayalinden ve hikâyelerini ışıtmekten zevk alırlar. Gerçek bir savaşa ve mücadeleye uzak ve tamamiy-le yabancıdırlar. Birçok yanlış inanışh kimseler, şeyhlik kerametinin yal-
S^aSS?" °lan.Wr ŞCyhten Zuhur edebileceğine inanarak, etrafında dolaşırlar. Çunku onlar da şekillerden ibarettirler Şekü ise şekli is-
^SmTî gCrÇe,k ŞCyhtfn Ürkerler ve onda« bir şey anlamazlar.Çünkü o, kalbdekı canın sırların,, öbürü ise, cihanın sırlarım söyler. Onlarda böyle JJm^ZT l halde, bu türlü bir sırrın söylenmesinden nasıl memnun olabilirler? Bu maksadın hasıl olması bizzat yemek yemektir. Halbuki onar periler gibidirler ve yemekten nasipleri ancak kokudur. Yani hayal eh-hdırler ve hakikatten zevk almazlar
Musa (selâm O'nun üzerine olsun) zamanında kavmi Musa'yı ve Tanrısını kabul ederek, oybirliğiyle, nifaktan ve dananın tanığından yüz çevirdiler. Çunku Musa, doğru ve haklı idi. Hattâ bizzaUıakikatti. Onlara, dananın Tanrı olması imkansız gölündü. Ehl-i bâtıl ise Hakka tamamiyle yabancıdırlar. Bunların Tanrısı ancak o'bâtıl o an şeydir. Çünkü, kötü şeyler fena insanlar ,çın ,yıŞeyier de iyi kimseler içindir^3buyrulmuşrur; Yüksek yaratıhşh kimseler ıll.yme, aşağılık yaraühşlı kimseler de esfeU safıhne giderler Çünkü Tanrı'nın o gün birtakım cennette, birtakım da cehennemde olacaktır buyurduğu gibi, insanların bir kısmı cennetlik, bir kısmı cehennemliktir.
FASIL: 41- Peygamberimiz: "Şeref ve mal sevgisinin bir Müslüman'ın dininde yaptığı zaran, iki yutıcı kurt bir koyun sürüsüne yapamaz" (H.) buyurmuştur.
Dervişin dünyayı terketmesi ve Tann'dan başka her şeyden yüz çevir-
(263) Kur'an Sûre: 24, Âyet: 26
(264) Kur'an.Sûre: 42. Âyet: 5
MAÂRİF
mesi gerekir. Eğer dervişliğe mal, mülk, şan, şeref ve mansıb gibi şeyler için meylederse, böyle bir kimseye derviş denilemez. O, dünya ehlinden olur ve bu gibilerin diğerlerinden farkı da şudur: Birçokları, dünyayı emirlikle elde etmek isterler; o, da fakirlikle elde etmek ister. Dervişlik, yalnız görünüşte fakir olmakla olmaz. İnsan ekmeğin yüzüne bakmakla doymaz. Asıl olan, mânadır. Eğer dervişin kalbinde dünya sevgisi varsa o, görünüşte fakir, mânaca dünyaya talip bir emir, suretten İdris. manen İblis'tir.
Şiir:
(Bu yolda ne kadar Âdem yüzlü İblis'ler vardır. Sakın! her Âdem'e benzeyeni Âdem zannetme!)
Peygamber (Tann'nın selâm ve salâtı O'nun üzerine olsun): "Dünya sevgisi, bütün kötülüklerin basıda" (H.) demiştir.
Evet! dünya sevgisi, bütün günahların ve hataların aslıdır; çünkü bütün Şehvetler arzular ve vesveseler vasıtasiyle yapılan günahlar hep bundan çıkar. Meselâ şaraba "ümmü'l-habâis" yani (kötülüklerin anası) denilmişti. Çünkü kargaşalıklar, zina, haram yemek, kavga etmek, israf, saçma sa-Pan konuşmak, küfretmek, kan dökmek gibi bütün kötülüklenn sebebi odur.
insanda, dünya mal ve mansıp sevgisi gizlidir; fakat insan ne kadar baksa, onu göremez Bu sevgi kalbinden silinmiş, hiçbir eser kalmamış gıb, go-«mür. Halbuki o tıpkı ayranın içindeki y*&9*&. f^SSSS^ ye Tann'vı isteven kullar ibâdette gösterdiklen bu kadar ıldaslanyle be-r*ber, Wy^iTrşı kendirine görünen durumdan başka bir durumda
ve kUSUr etmeZ,er- °,anCa
^Çlerini buna sarf ederler.
Şür: ı »
, (Sen candan ve yürekten ne kadar riyazet etsen, yine emin olma! Çünkü nefs-i emmâre daima gizlide. bahsettiği sırada: O insanlar
Tann, ^^^'^^^^^yip kendilerini sadık bir »man etmişlerdi, kalblerindekı nifakı Zoreı™yıv .. . p , münün zannettiler. Fakat Muhammed (Selam Onun uzenne olsun), Tann'nın hidâyet nuru ile o nifakı onlarda gördü Çünkü mamın, Tamının nuru ile bakar (H). Tann'nın nurundan gizli ba şey kalmaz Yalnız haya ve şer denilen sıfatlar gizlidir. İnsan, hiç bir zaman o sıfatları kendinde göremez. Eğer bir kimse: Sende şu var. bu var dese insan incinir ve o kimseyi yalanlar. Kendi kendine: Ben kendimde bu vasıfları göremiyorum, hattâ bu sıfatlardan tamamiyle uzağım. Halbuki şeytan, bu kadar yıl kendini ibâdet eden, adaletli ve meleklerin hocası olarak bildi; fakat bu küfür onda gizli idi ve bunu. bu kötü sarı Âdem'in varlığı meydana çıkardı ve o kâfirlerdendi 265
(265) Kur'an.Sûre: 2. Âyet: 32
151
MAÂRİF
Tanrı'nın, bunlar namaza kalktıkça esneye esneye kalkarlar266âyetinde işaret ettiği gibi, namaza kalktıkları zaman tembellik göstermek, Tann'nın ibâdette emirlerini yerine getirmekte gevşek davranmak, münafıkların alâmeti ve delilidir ve bu, kalpı ve halisi ayırmak için bir mihengdir. Bir kimse: "Ben övülmekten hiç müteessir olmam, övülmemin üzerinde hiçbir etkisi olmaz" dediği zaman, büyüklerden biri ona şu cevabı verirdi: "Yalan söylüyorsun, bunların senin üzerinde etkisi olur.
Çünkü övülmek, tatlıdır bununla beraber eseri görülmez. Nasıl tatlı bir şey yenilince insanda bir değişiklik hâsıl olursa, övülünce de bunun tesiri insanda hâsıl olduğu halde, dışardan görülemez. Bunun aksine, acı bir şey yenilir veya acı bir ilâç içilirse bunlaruı tesirleri açık olarak görülebilir. O halde övülen kimse, eğer akıllı, uyamk ve bilgin bir insansa tatlı bir şey yediği zaman da kendisinde bir değişildik, memnuniyet verici bir hal meydana geldiğini kabul eder. Ancak bunun eseri acınmki gibi açık değildir. Halk tarafından övülecek yerde küfre ve hicve mâruz kaldığın zaman kızmaz ve canın sıkdmazsa, övülmekten de müteessir olmuyorsun demektir. Çünkü eşya, zıddiyle anlaşılır. Zahiri süslemenin, hiçbir değen yoktur. Tann erleri, Tann'nın sıfatı ve ahlâkiyle vasıflanmışlardır. Peygamber'in: "Tanrı'nın huylariyle huylanınız" (H ) dediği gibi, onlar Tjaımnın sifetlatiyle sıfatlanmışlardır. Kalb casuslarıdır ve yine Peygamber ın Tann sızın amellerinize, suretlerinize bakmaz, niyetlerinize ve kalblennıze bakar" (H.) dediği gibi bunlar, o kötü sırrı bu kötü adamın dilinde ve suretinde gönirler. Halbuki o, kendisinde göremez. Köpekten daha kotu görünüşlü bir hayvan az bulunduğu halde, mertlerin himmetine sahip ve Hakkı talepte olanları* beraber bulundu*,, için, Tann Kur'an' mda onu dördüncüleri köpekleridir267âyetiy,e övmuşrürı
Hulâsa, şunu bü ki surete hiç itibar yoktur. Daima mânaya bakılır. İn-, * f .IarsV.nu' onunla büir ve onunla çağırırlar. Kötülük, İyilik, doğruluk, kufuregnlık. ,man bunların hepsi insanda gizlidir. İnsan bunların eserleriyle bdınır. Peygamber: İnsanlar gümüş ve altın madenleri gibidirler (H.) buyurur. İnsanlık cevheri, onun topraktan olan kalıbının içinde mevcuttur Sen bir madene baktığm zaman, topraktan başka bir şey göremezsin. Fakat anhyanlar baktıkları zaman, o toprakta ne kadar gümüş bulunduğunu, az veya çok olduğunu bilirler Mücahede kupasına korlar. Şevk ateşiyle entırler; bu suretle o cevheri topraktan ayırırlar. Safı, tortusu birbirinden ayrılır ve böylece cevher meydana çıkar Kendi kendini bilir. Kendini bilen, Tanrısını bilmiş demektir Rubai:
(Biz, bir müddet taklit ile kendimizi bildik ve görmeden adımızı işittik. Kendimizde idik. O yüzden kendimizi bilemedik. Ne zaman ki kendimizden çıktık, o zaman kendimizi gördük )
(266) Kur'anSûre: 4, Âvet:141
(267) Kur'anSûre: 18, Ayet: 21
MAÂRİF
İnsan, iki kere doğmadıkça, gerçek bekaya erişemez. Bu, bir kere anadan doğmak, bir de kendinden çıkmaktır. Eğer böyle olmazsa, o kimse tehlikededir, emin değildir. Tann'ya karşı ibâdet ve tâatte kusur etmemelidir. Tann adamı, saf ve doğru olur.Hilekâr, kurnaz ve yalancı olan bir kimse, evliya zümresinden olamaz. Çünkü Peygamber: Cennet ehlinin çoğu abdaldır (H ) buyurmuştur Bununla şunu demek istemiştir: Bunlar dünya »Şlerine karşı abdal ve bilgisizdir; bu bilgisizlik ve abdallık ise en büyük *ekâ ve akılldıktır Çünkü bunlar akıl ve düşüncelerim, en iyi yerlere sarfe-dip, başka değersiz şeylere sarfetmemişlerdir. Ve yine Tann'yı bilenin dili körleşir Tann'yı bilenin dili uzar, buyruhnuştur. Bundan maksat, dünya durumlanndan hareketsiz olur ve âhıret durumlarım anlatmak için dili u*ar, kaygan fâal bir hale gelir, demektir Çunku bir kimse, eger bir şey, iverse, onun zikrini çoğaltır. Mademki dünyayı istemiyor ve ona ekme * atnuştır niçin daima onun sözünü ediyor ve onunla meşgul oluyor? Ahiret Mi hu dünyanın ahvalinden habersiz ve abdaldırlar. Bunun aksine oL^n atvâh hususunda son derece akıllı ve kurnazdırlar. Ona ait „ı °LaIem?n a,.V, • "ariir ve bilirler. Meselâ bir çocuk eteğini kiremit Molan bütün ıncelıklen tP™J£tan bunlan almak için yine kendisi gibi Parçalanyle doldum onun ££™ ¦ in türlü tJfl Jeler kurar; J£
^sr^iS^^- r baş,ndba b* insan'böy,e bir T
v-eş^
«fî o halde bununla neden mejgu^ ^
ahmaklık değil, tersm£ok namaz ^iryor, ibâdetten başını kaldırmıyor; Bir kimse hakkın da- J .j hakkında kötü düşünüyor, kötü söylüyor" jakat bütün mürnın k*^? q,nun ^ qian mhunu takdis etsin). .^amaz
eınışlerdi. ^evlana t temizlemek içindir. Zira, namaz inşam haya-
Kalbıni böyle kotu 268 5uyurmuştur Eğer 0 kimseyi kötülükle.
hktan ve kötülu reken şeyleri yapmaktan temizlememişse o kimse nnden ve yapumaır*ws b muştur Mustafa (selâm ve salât O'nun üze-namaz kılmamış say daha kmdür {R) buyurmuştur Mevıana
"ne olsun) da buyurnıUştur: "Gıybet zinadan daha fenadır. Bir kim-u hususta da ş^ y ^ bu tür,u kötülüklerden temizlenmez ve namaz kılınamaz ku~.,g namaz kılmış olmaz. Gıybet, bir insanda bulunan vejö-yorumzanne e içinde bulunduğu bir şeyden bahsetmektir. Bir
insanî vıomadığı've kendisinde olmıyan şeyleri isnat etse, gıybet değü if-tirad Gıybet etmek, zinadan kötü olursa, iftira nasıl olur? Şu halde ken-dinde böyle bir huy olduğunu büen bir insan kendini, asla salih, âbid ve namı/ kılan bir insan olarak bilemez. Böyle bir kimsenin ibâdet ve tâatte bulunması, kendini kötü huylarından kurtarması, temizlemesi içindir. Bıın-lanUyaptıği halde hâlâ tenizlenememisse bu tâat ve ibâdetin onda hiçbir etki yapmadığı anlaşılır; ve bu hususta çektiği zahmetler tamamen boşa
(268) Kur'an Sûre: 29, Âyet: 44
MAÂRİF
gitmiştir. Hiçbir işe yaranııyan böyle bir kimseden, bir fâsik daha iyidir Çünkü fâsık kendi çıbanına merhem sürmemiştir. Sürmüş olsaydı belki iy1 leşirdi. Fakat bu sâlik, yaradılıştan kötüdür; fenalığı aslı ve anadan doğm» dır. İşte bunun için bu tâat ve ibâdet ilaçları, onu bu fenalıklardan temiz-liyemeniştir. Tann adamı, başkalanndaki ayıpları, kusurları görmez, Çun' kü o, Tamının huylariyle huylanınız (H.) buyrulduğu gibi huylanmış**-Gıybette bulunan müminlerin ayıplarını ve noksanını gördüğü halde ona "Settar" sıfatı nasıl verilebilir? Şeriat her hususta "Settarlık" takdir etmiştir. Akıllı bir insan, bunda hangi huyların kötü ve hangilerinin iyi olduğunu ayırt edip, iyileri kabul ile, onunla vasıflanmaya çakşır Eğer bunu yapamazsa, kendisinin olmadığını bilmeli, şeyhlik ve velilik davasma kalkmamalıdır. Çünkü bu kimse, şeytanın eünde esirdir- başkalannı şeytanin etinden nasıl kurtarabilir? Bu dediklerimizi yapmak, ancak nefs-İ emtnâre-yı tamamiyle öldürmekle olur. Peygamber'in Ölmeden evvel ölünüz" (H.) buyurması buna işarettir. Sen de kötü sıfatlardan temizlenmiş ve ölmüŞ-sen, peygamberlerin ve velilerin ahlâkı sende belirmeği başlamışsa, ölmeden evvel ölmüş, olduğunu kesinlikle bil!
Beyit:
(Ey arkadaş! eğer gerçek varlık istiyorsan, ölmeden evvel öl; çünkü İd-ns bu suretle ölmek sayesinde, bizden evvel cennetlik olmuştur )
Kötü vasıflar bakır gibidir; gerçek aşk ve sevgi de iksire benzer. Bakırla temas ettiği zaman, bakın altına çevirir. Yani o bakır, bakırlığından çıkmış, altın olmuştur. Velilerin ilerlemiş olanlarına "Abdal" derler. Çünkü onların halı, bu hale dönmüştür. Bir velînin bulunduğu ilk hal, daha iyi bir hale donmeıraşse ona "abdal" denilemez, şayet derlerse kâfura siyah demiş gibi olurlar; bu da yalan ve iftiradır. Hacca gitmemiş bir adama hacı, gaza etmemiş bir kimseye gazi. denilmesi gibi mecaz kabîlindendir.
Tanrı'yı tanıyan, gamsız ve asude olur. Bunun aksine hareket eden bir kimse, daimi bir sıkıntı içinde bulunur. Gam ve keder karartdan, kalbinde toplanır, daima meydana çıkmak ister. Çünkü bu kimse, Tanrı'ya kuvvet ve ciddiyetle sardmamıştır. Eğer yüzünü Tann'ya çevirir ve dört elle ona sarıhrsa, bu hayaüer, bu gamlar ve kederler tamamiyle kalbinden kaybolur.
"İman tamamiyle zevk ve şevkten ibarettir" (H.) buyrulduğu gibi bu adam için her şey zevk ve şevk olur.
Nazım:
(Sen başlangıçta tabiatını leşten perhize alıştır ki o, sonunda bir papağan olsun ve şeker avlasın.)
Kim Tanrı içinse, Tanrı da onun içindir. Her kim bu âlemle meşgul ve yüzü o âleme dönük ise, onun ruhu, o âlemin ruhâniyetiyle doludur. Bu âlemle meşgul ise, bu âlemle doludur. Yani o, şeytan için, şeytan da onun içindir.
MAÂRİF
Şiir:
ini)i^nUn ^u. benim ruhum; bemm ruhum, onun ruhu. Biz bir bedene ! "Ş «a ruh gibiyiz.)
Ce ej3"0'"111 ipine yapışınız" (H.) buyrulduğu gibi, eğer Tann'ya böyle-Sün p- ' bu ıstıraplardan, bu hayallerden ve bu hicaplardan kurtıılur-(jj fcğer ölmeden evvel, bunu yapamazsan kesinlikle bil ki bunlardan ebe-^ yen kurtuluş yoktur. Evet çünkü: Yaşadığınız gibi ölürsünüz ve öldüğü-jj^.S'bi haşrolursunuz" (Ke. Kib) buyurulmuştur. Her kim mücâhade ile yazet i)otasmda aslı cevherini, yani cevher-i insanisini, temizleyip çıkarır-, ve kendi îman nuru gözüyle görürse, bu kimse kendini görmüş ve haki-l ,mi bulmuş sayılabilir Böyle bir kimse, hiç şüphe yok ki Tanrı'sını da duştur.
. Meselâ, bir sanatkârın güzel bir eserini gören bir insan, sanatkârı, bu Şordüğü eserden daha çok bilir ve takdir eder. Bu müdenisten yüksek ilim-er okumuş bir adam o müderrisi daha "ebced, hevvezle" meşgul olan ço-.Cukk»n daha iyi bilir Vereni, verdiği şey ölçüsünde severler ve bilirler. Bir 'nsan ihsanını gördüğü kimseyi, daha iyi tanır. İnsanda gizli bir cevher var-dlr; fakat bu insanın gözünden gizlidir. Bu yönden o, Tann'nın ihsanının, ya,mz bu havvanî bedenden ibaret olduğunu zanneder. Bu ise umumî ve daiına beraberdir Bu kadarla Tanrı, insanı nasıl tarayabilir? Tabiî ancak ker»disüıde bulabildiği hıhif ve ihsan ölçüsünde bilebilir. Fakat kendisinde bir hazine «izli bulunan bir kimse, bunu göremediğinden Tann'nın kendisi-ne nasıl bir lutûf ve ihsanda bulunduğunu nereden bilebilir? İnsan, Tann'-nı" bir usturlabıdır Fakat bu usturlaptan anlıyan bir müneccim lâzımdır. Eyet sebzeci ve bakkal dükkânında usturlap bulunabilir, ama bakkal bun-dan ne anlar? Sebzecinin ne işine yarar? Bundan ancak bir müneccim faydalanabilir üte bit usturfap feleguı hallerini nasıl bir ayna gibi gösteriyorsa: BizZkİkaten Âdem oğullarını şereflendırdık^âyeti gereğince insanın vücudu da Hakk'mbu usturlabıdır Tann onu kendisiyle görücü ve bilici yapmıstu- İnsan da bu pis vücut usturlabıyle, benzersiz olan Tann'nın ce-mâCiCtecelliyatm, her an gonır. Bu ayna, Tann'nın cemâlinden biran bosâîmısdeğildir. Bir insan annesinden doğar doğmaz gözünü bu dünyaya
açar Gece gü"düz b" f1?™"* T""' S°gUn VC bütun yatıkların durumh. nn^ömr Bunun &oı bir veli de gozunu açtığ, vakitte daima Tann'yı «v. redefo^dan başka bir şey görmez. Tanrı herkesten iyi biür. * *y
FASIL: 42- l"Şfda P"*1*»» vard'r, bu on duygunun beşi dışta besi
hlss-i n^jXt^Ş öİTbuZuIZZ t İt6ndİr- °,Ştakİ
Hi" denemiştir. Bu duygunun ka7ad, İ°îJm-mas,ndan ^ "müşterek o» "ygunun katada tuttuğu yer, beyindeki
. -^«8»: 17. Ayet: 72 (269)
155
MAÂRİF
boşluklardan ilk boşluktur. Fakat, sür'atle dıştaki suretleri kabul edip diğer kuvvetlere vermesi sebebiyle bir kapıya benzetilir. Bundan sonra gelen kuvvetin vazifesi de bu suretleri aynen kabul edip saklamaktır. Bu kuvvet de suretleri kabul edip saklaması itibariyle bir muma benzetilmiştir. Buna hayal ve suret hazinesi denir. Bundan sonra gelen kuvvet ise bu suretlerle mânaları idrak eder. Sureti olmıyan şey, idrak olunamaz. İşte bu bakımdan akün yardımcısı aynı zamanda suretten mücerret; mânaları idrâk ile de akla karşıdır. Meselâ İliç kurt görmemiş bir koyun kurtla karşılaştığı zaman, yani kurt suretini idrak eder etmez kaçar. Koyunun korkmasına ve kaçmasına sebep, kurdun ne şekli, ne rengi ve ne de cüssesidir. Belki kurdun suretinde koyun için gizlenmiş olan düşmanhkttr. Bu düşmanlığı kurtta gören ve anlıyan kuvvete "vehim" derler. Hayalin suret ve nakışların yeri olması gibi, mâna yeri olan başka bir kuvvet daha vardır. Bu kuvvetin yeri, kafada beynin içindedir. Mânaları saklamasından dolayı buna hafıza ismi verilmiştir. Meselâ kara bir yılan tarafından sokulan bir adam, aradan uzun bir zaman geçtikten sonra, uzaktan veya yakından, o kara yılan büyüklüğünde kara bir ip gördüğü zaman korkar ve kaçmağa teşebbüs eder. Bunun sebebi: Yılanın sureti, o adamın görme ayinesinde şekillenir şekillenmez, hayal hazinesinde bulunan aksinin derhal peyda olmasıdır. Vaktiyle çekmiş olduğu acı, hafıza kuvvetinde saklıydı. Bu acı müfekkire kuvvetinde ipin suretinden münfail olarak bunun yılan olmasına hüküm vermiştir. Yani bu adamın kara ipten korkması, muhayyile kuvvetindeki suretle, hafızada saklanmış olan mânanın birleşmesinden meydana gelmiştir. Kendisini hiç bir yılan sokmamış bir adamın kara ipte korkmaması, böyle bir adamda korku infiali görülmemesi hafıza kuvvetinin en bariz delilidir.
Muhayyile veya mafekkire kuvveti denilen başka bir kuvvet daha vardır. Bunun yen beynin ortasındadır.
Bunu vazifesi bakımından bir terziye benzetmişlerdir. Bir terzi nasıl elbiseleri ölçer biçer ve bunlar arasında bir ölçü kurarsa bu kuvvet de suretler hazinesinden suret, mâna hazinesinden de mâna alarak, bunlar arasında Ölçüler kurar. Meselâ bir hayvani: "Başı öküz başı. ayağı deve ayağı, kanatları kuş kanadı ve kuyruğu at kuynığu" diye tasvir eder. Dışarıda böyle bir suret yoktur Fakat o, her bir suretten bir parça küçük bir hayvan vücuda gelmiştir Bu kuvvet, sultanına hizmet eden bir vezir gibi, daima aklın hizmetindedir On duygu, idrak ettikleri her şeyi buna arzederler, bu da akla arzeder Aklın kabul ettiği herşeyi kabul, reddettiği şeyleri de reddeder. Tanrı herkesten iyi bilir.
FASİL: 43- Mesnevî'de: "Bu duyguya, ancak akıldan ve kendinden geçmiş olan kimseler mahrem olabilir" Buyrulduğu gibi benliksiz âlemine, benlikle nasıl mahrem olunabilir? Varlık, yoklukla nasıl bulunabilir? Uyanık bir adam rüya görebilir mi? Rüya görmek için mutlaka uyumak Iâzım-
156
MAÂRİF
ğu gibi ters işler yapıyorsun, bu y
(Sen varlığından geçmedikçe, naline gelemezsin.) rine olsun):;TŞeister-
^ «'nin rahmet».O nun istememeği isterim
Ulu Tanrı, Bayezid'e (T«* Baye^- Bj ^ du, Ben tama-sin? iste ki sana vereyim" }tffffa ve varlık f™%™t ve ner şey sen-dedi. Çünkü istemek, varnğınb^adeı bahşiş, dua, ıe «nen aradan yok olmak isterim den olsun!
.ben aradan çıkmışız,yalnız Tan-Nazmv. . ,ur9 Sen ve ben
(Bizden ayrı olan nasıl biz oı nkalmıştır.) . .
hir evdir- sen bu evin ba-Na«m: ,7eUiğini *^ güzelliğinle benim varhk
(Benim vücudum senin rfgggg ^otun. Ey herkesten zengin «n damında, bazan V**??*»^ * evimin temelinden toP^oaSılk^
Sultanım! Bensiz./Rf^tla ^^1 "Onun yolu, lâzım gelen esha-Bir kimse çücıp da: ''f* cevabı kuUuk, yahut huşu, huduje
yapnıaUylm«)'' dese, ona §» da sıdk, myf/, birbirlennden çoğalt etrafmda dolaşmaf( ^yaZ,«flg«* etmeğe çalls, ömnınu bu burdur. Kulluk, *g £», bu sıdk ile yokluğa doğru gd-
mı§ olur Eğer sen ta»? = geyle n*S*u\°ddine vaslı olduğu zaman akılsız mektir. Varlığı eritin^ y0klukta ve oe sonunda havuza düşersin. l* hâsıi oSfo W** etra*ffi^y 0ünaz, suyun komşusu
«n mahremi olursun. da sudan başka b § V „Cubbemm içinde °ndan sonra, senin 1 y gP^^SJ Havuza düştüğün zaman, altı g*r. sudan başka, ^/yoktur'' dJ^S'^taraf olurlar; bu duromda ann'dan başka.f^f ^Sklik, ne de sağlık ve soUuk kavun ve beş duygn ne alçak»* ve y , »e uzunluk, ne kı^lK' . lar ve Tanrisma bakar 271 V, bazı yüzler,panl pa«l Parıar ^ Tanrı'nın: "O. birtakım yüz er, ^J^^ bu şekil-buyurduğu gibi; f*Uekle meşguldürler. Bu ayetin Tann'mn cemâim1s
•o Âyet-1 i.
(27l\ K.ur'an.Surc-
157
MAÂRİF
de hâsıl olmuştur. Çünkü evvelâ o talip havuzun etrafında dolaşmakta idi; şimdi ise kevserle dolu bir havuz içindedir. Noksanlıktan kurtulmuş demektir. Bu, ebedi bir ölümdür ve bu talip artık Tanrı ile beraber olmuştur. Böyle bir insanın hareketi, kendi varlığından değil, tamamiyle Tanrı'dan-dır. Bir insanın aklı fazlalaşırsa, evvelce hayvani tabiatinden ve bilgisizliğinden ileri gelen gövde hareketi, bundan böyle,akıldan hâsıl olur ve o kimse aklın âleti olmuştur. İşte aklı hâkim olduktan sonra,bu âlet gibi olan vücudunda cemâli görür. Aşk galip geldiği vakit vücudun hareketleri, aşkın cemâlini gösterir. Her emirin bu bir şehir gibi olan gövdesinde, bir ordusu, barışı, savaşı, zevk ve sefası başka türlüdür. Vücut, bir âletten başka bir şey değildir. O halde o memlekette hüküm süren kimdir? Vücudun hareketinden, hüküm sürenin kim olduğu anlaşılabilir. Eğer sıdk ve aşk, bu yolda sana yoldaşlık etmiyor, ibâdet ve tâatin de yoksa, bu işe hiç girişme. Öyle bir kimsenin etrafına dolaş ki o, bu işle meşgul olsun ve sen onun sohbetinden sıdk ve imana erişesin.
Şiir:
(Daima bir âşıkla düş, kalk ve daima âşıküğı seç! Aşık ohniyan bir kimse ile bir dakika bile beraber oturma.)
Evet onların tek sohbeti, yüz sene çalışmak ve mücahade etmekten daha faydalıdır. Peygamberimiz Hazret-i Ali'ye şöyle buyurmuşlardır:
"İnsanlar Hâliklerine türlü türlü hayırlarla yaklaşmak istedikleri vakit sen, akılla yaklaşmağa çalış. Bu dünyada insanların ve ahirette Tanrı'nın indinde daha çok makbuldür. (H.). Başka bir defa da Peygamber: "Aklen ne kadar yükseldinse, Tanrı'ya o nisbette yaklaştın" (H.) buyurmuştur. Tâat ve içtihat, aklın bir meyvesidir. "Akıl" asıl, Tâat onun gölgesidir. Şunu bil ki akıl azizdir; Tanrı aziz olan böyle bir cevheri her kuluna vermez. Evet o kimseler ki onlar, dünya işlerinde bir havuz gibidirler ve bütün dünya işlen onlardan sâdır olur, onlar akılları olduğunu zannederler. Tanrı ı e meşgul olmayan her akıl, akıl değildir, ona akıl denilemez. Böyle bir akıl, akla benzemekle beraber akıl sayılmaz. Serap da uzaktan suya benzer; fakat yaklaşmak istediğin zaman bir şey 5ulam susuz dönersin. Kalp para da bunun gibidir; hakiki paraya benzer; fakat bir puldan daha değersizdir. Bunun gibi yalan da doğru gibi görünür; fakat yalancılık yüz karası-d!r' £eiJ,e. vumurtaa, yılan yumurtasına benzer. Siyah bir Hindli ile beyaz bir Turk un aslı aynıdır; fakat, ondan siyah bir Hindli, bundan beyaz bir Türk meydana gehr. Buna benzer örnekler pek çoktur. Akıl, her şeyin sonunu duşumu nefis ise bunun aksine hareket eder; aklın yardımcıları melekler, nefsınkıler ise şeytanlardır. Tanrı ile meşgul olan her akıllı insan işuı sonunu görmüş meleklerin yardımına mazhar olmuş, demektir. İbâdet, meleklerin sıfatıdır ibâdet eden, insan suretinde, bir melektir. Madem kı melektir, o halde onun cinsinden olan melekler de ona yardımda kusur etmezler. Akıllı bir insan, insan suretinde bir melek, kötü nefis ise
158
MAÂRİF
insan suretinde bir şeytandır. Sen bunların ikisini gördüğün zaman, melekte Şeytanı beraber görmüş sayıkrsın. Melekler, mücerret akıllardır. Şu halde akl-ı selim ibâdetle meşguldür. Bu hususta Senâi şu şiiri söylemiştir:
(Bu yolda, insan suretinde yüzbinlerce şeytan vardır; bu bakımdan her insan yüzlüye insan demekten sakın.)
Mevlânâ'da-
(Dünyada insan yüzlü pek çok şeytan bulunduğundan, herkese el uzatmak, güvenmek doğru değildir, buyurmuştur.)
Evliya akıllılardır fakat onları tanıyacak kimsede de ayırt etme hassasının bulunması lâzımdır. Ancak bu suretle onların eteğine yapışdabıhr. Bu hassa insanda göze görünmez, mânevidir. Eğer omrunu bundan mahrumiyet içinde sarfederien, sadece bu bedenin ruzmetlennı yapmış olursun. Tanrı sevgisi olan bu mânevi hassayı, elde edemezsin. O halde insanlar asındaki farkı da göremezsin ve semn bu gayretin, sana bir şey temin etmemiştir Gül diken gözünde bir, mushaf ve zunnar mezhebinde aynı «lan hS dos^SaSıni'niçin Çekmeli? Böyle bir dostan gözünde topal h* eşekle ahvan bir atin farkı yoktur. Azızlenn sohbeti, uzletten, vahitten, n^clhlde ve riyazetten daha faydandır, ve insanı Tamı ya ulaş.
muştur. Mesnevi'de Mevlana:
(Halvet ve uzlet yabancdardan lâzımda. Yârdan değil. Kürk, bahar için değil kış^\çinda O halvette göz diktiği o şeyi de yine yardan öğrenmiş-
ttf*^n. .. dededen ve şeyhin sohbetinden istifadesi olmamışsa,
Bir kimsenin,/""^mücahedede ve sohbette ihlâs sahibi değildir. Onun uhakkak kı o ki uıaşmaktan başka bir şey, yani tamamen dün-
maksadı Hakk degu, , ^ arasmda şohretini yaymakur. Eğer bu ta-n sevgls,da ve bu §e ^ ^ ^ ^ ^ ^ ^
' S veTnü'eîde etmeğe çalışan her halde o şeyi ele geçirir. Tanrı herkes-ten iyi biür.
FASIL- 44- Taceddin-al-Buhari Hazret-i Veled'den (Tanrı O'nun gölgesini uzun ve bereketini çok etsin) şunu sordu:2" Tann Kur'an'da: Tann gökleri ve yerleri altı günde yarattı, sonra arz üzerinde istiva etti, buyuruyor. "İstiva" kelimesi lügatte terahi içindir. O halde Tamı yeri, göğü yaratmadan evvel, arş üzerinde istiva etmemişti. Bu arş üzerinde istiva keyfiyeti, yerin, göğün yaradılışından sonra vaki olmuştur. Sultan Veled karşı-
(2?2) — * dCVrinde V-tan* aradan her
159
MAÂRİF
lığında şöyle buyurdu: İstivadan istenilen, bir şeyde tasarruf etmektir; ya-ni bu tasarrufun o şeyi, alçak, yüksek, var ve yok etmesi demektir. Onda tasarruf kuvveti vardı. Bu zamanda, o kuvveti, tasarruf etti; işte bunun için, sonra arş üzerinde istiva etti273buyuruldu. Bu zahiri bir cevaptır, bâtını mânası ise şudur: Yani ben Tann'yım, benim baktığım yer bütün eşyanın hülâsası üzerinedir ve tasarrufum buradadır. Nitekim Tanrı sizin suretlerinize, âmellerinize bakmaz, fakat kalblerinize ve niyetlerinize bakar (H.) ve müminin kalbi, Ralıman'ın parmaklarından iki parmağı arasındadır, onu istediği gibi çevirir (H.) Duyurulmuştur. Bunun anlamı: Müminin kalbi, benim kudretimin iki parmağı arasındadır; o kalbi, nasıl istersem öylece çeviririm, demektir. Şu halde bu tasarruf ve hitap, kalbe mal ¦ sustur. Meselâ, insanın vücudu ve başı, gök gibidir, orada hassalar yıldızla gibi dolaşırlar bu suretle yer hükmünde olan bedeni, diri ve taze tutarlar. Bununla beraber bunların hiçbiri, Tanrı'nın baktığı yer değildir ve Tanrı bunların hepsinde tasarruf etmez. Tanrı'nın bir tasarrufu varsa o da gönüldedir. İnsanın hülâsası gönüldedir; bu da arştır. Arş, hepsini kapsar, Tanrı'nın baktığı yer de ondadır. Meselâ, bir padişahın sûreten sözü ve sırrı, veziredir; vezirden de emirlere, bundan da en son kimseye kadar gider. Yine meselâ "yeryüzü kutbu" derler, bunun mânası şudur: Ulu Tann, evvelâ orada tecelli eder, söylenecek şeyi ona söyler, göstereceğini ona gösterir; ondan da diğer insanlara gelir. İşte bunun gibi beden parçalarının kutbu da gönüldür, buradan da hassalara ve diğer şeylere erişir. "Kutub" da evliya arasında, aynen bu durumdadır. Onun sureti ve varlığı gönül, onların varlıkları ise beden hükmündedir; gönülden bedene erişir. O halde âlemin hülâsası olan bir şey vardır, o da arştır; gönül de bu aynı şeydir. Tann'nın baktığı yer ten vasıtasiyle bu hülâsadadır. Tann, ufak tefek şeylere bizzat karışmak ve tasarruf etmekten çok yüksektir. Bu müdahaleyi bir hülâsa olan kutub vasıtasiyle yapar, yapacağı işleri ona havale eder. Bundan da geri kalan ulvi, süfli, nur, ilim ve marifetten ibaret namütenahi parçalara, her birinin istidadı ve yakınlığı nisbetinde gider.
FASIL: 45— Evliyamn birtakım makamlan vardır. İlk makamat, müca-hede ve riyazette bulunduklan zaman bir ayna gibi parlak olur ve insanların kalbleri ve halleri bu aynada görünür; fakat bunlan halk görmez, ancak bu makama erişenler görebilir ve bilebilir. Buradan: "Evvelki gün şunu yedin; dün şunu söyledin; şöyle yapün; falan kimse ölecek; falanın ömrü uzundur; falan şehirde büyük bir zarar meydana gelecek veya gelmiyecek gibi haberler verirler. Bu makam, bir nevi kayıptan haber vermektir. Yalnız, bu cihanın kayıplanndandır. Uhrevi kayıplardan haber veren, bundan daha yüksek bir makam daha vardır. Eğer bir kimse, ilk makamdan, bu ikinci makama geçerse burada, hakikî kayıpların bulunduğunu görür ve bunlardan haber verir. Burada yukarda söylediğimiz kayıplar yoktur. Böy-
(273) Kur'an.Sûre: 7, Âyet: 52'
MAÂRİF
İe kayıplar olmaması, velinin mânevi rütbesinin eksikliğinden değil, belki ^'alığmdandır; onda eriştiği yerden haber vermek ustunlugu hasıl ol-,muŞtur. Meselâ bir aynayı çarşının ortasına assan, pazarda bulunan kımse-,er aynada görünür. Aynı aynayı başka bir yere mesela, bir padişahın saraca görürsen onda bu defa padişahı ve adam arını görürsün, pazardaki omları artık göremezsin. Binaenaleyh baz. evliyanın mertebe* ve maka-î*. öyle bir yere eTiştirmiştir ki bu kerametle oraya da sığmaz. Bu ma-kaınların sL Toktur. Başka bir makam daha vardır kı Tanrısal oıan şe-kjUer dünvaldc olan o yere sığmazlar, çünkü ayna daha yükseğe goüırul-rn,w.! "ny,a!lk .OIan ° '/I: «pvhten işittiğin, lıakikî kayıpları bu makam-datfr ? lkmC- mak^ Sinkü önün esrfrı başka türlü olmuştur? başka gta şeyhten *to^-J^°™yUce bu makamlann sonu yoktu? ve
S:U11: „ 11« nuru olduysan doğudan batıya kadar git. Çünkü biz-(Eger sen, Hakkın nuru j bm ^ slr,arIa beraber 0İ,
°e o hassa yoktur. Eğer sen n ^
Çünkü bizdeki bu sırların, o sın(»
. eVüyam benim kubbelerimin altındadır, benden FASIL: 46~ j bjjeıneZ;. (H.K.). Tann evliyayı, kimsenin görmemesi . aşka kimse onlan kubbeleri altında gizlemiştir; eğer onlar böyle
JÇin kıskançlık ye «* ^ ^ Qlan Musâ
«ullar olmasalardı mu1 wUyayı arar mı idi? Musa'nın duası kabul ol-uzerine olsun) V "elam o'nun üzerine olsun) m halleri O'na gizli kaldı ve duğundan Hızır (. hammül edemedi. Dünya padişahları vezirleri ve naiple-O nun s?hb.etmf* 0ıan şeyleri haber vermek için, halkın yanına gönderi, kendilenne iaz mensup kimseleri o vezirlere, emirlere ve diğer büyük^f rırler, fakat hare ^ buniar, hareme 2rıensup kimselerin yüzlerini gör-lere göstermezlebir haı hâsıl olur ve bunu başaramazlar, yalnız se-mek isterlerse ( kte harem ehlinden olan bir kimse için durum böyle vümek ve istem ^ akjj, 0ıana bir jşaret yerişir
değildir. Bu"unJUJ Tann bazı şeyhleri, halkı irşad ile meşgul olmalan için Bunun ^ ferden olan bazdannı ise göstermeyip kıskançhk kub-gostenyor, n .{{y0t Bu kubbelerse halkın gözünde mekruh olan bir has-belerı altına b*^ haslete müptelâ kdıyor; bu suretle halkın gözü o haslete tt!velîden nefret ederek kaçıyorlar ve hattâ onu inkâr ediyorlar çevrilip Y urUimuştur kı: "Falan peygamberin doksan dokuz karısı kar-fUI'™ He bir kansı vardı; bununla beraber, kardeşinin kansına tamah 'ede-TTZdes^ uzak, dönemiyeceği bir yere gönderdi; orada öldürttü ve ka-f\Aı" Bunun glbl' Peygamberimizin de kölelerinden Zeyd'in karısını T"! meşhurdur. Bunları söylemek zahiren dostlan rüsva etmektir. Çün-S kabü hareketler halk nazarında mekruh ve eksikliktir. Onlar hakkında bunları söylemek hikmetten hançtir. Dünya ehlinden çok azı, dostlan-
MAÂRİF
mn ayıplarını gizlerler. Tanrı, onlara olan sevgisinden, onların bu ayıplan bilmemeleri için Kur'an'da zikretmiştir. Bunda bir hikmet vardır. Bundan başka Tann nebileri (Tanrı'nın selâmı onların üzerine olsun) halkı irşat etmek, kötülükten kurtarmak, iyiliğe teşvik etmek için göndermişti. Nebiler bazı şeyler yaparlar ki halkın bunları yapması doğru olmaz. İşte nebilerin bu gibi, hareketini bildirmek halka izin vermektir ve bu doğru değildir. Ulu Tann: Sen olmasaydın eflâki yaratmazdım (H.K.) buyurmuştur. Bunu şu yüzden söylemiştir: Evliyanın ilelebed soyu kesilmiyecektir. Çünkü bu âlem onlar için yaratılmıştır. Boş ve vücudu maksud olmıyan bir mahlukun nesli, zürriyeti dünyada kaldığı halde, vücudu maksud olan-lann zürriyeti niçin kalmasın? Hattâ bütün yaratıklar mahvolsun, onlar kalsınlar. Çünkü bu âlemden maksud olan şey, onlann varlığıdır. Bunun için Ulu Tann insanları: Eğer bir rabbam âlim ve veliye rastlarsanız, onda büyüklük ve sâadet eserleri gördüğünüz vakit, zahiren kötü bir iş görseniz de sakın hoş görmemezlik etmeyiniz. Peygamberleri ve onların hikâyelerini, olaylannı düşününüz. İhtiyatlı davranınız, olur olmaz şeylerle onlardan yüz çevirmeyiniz, gibi sözlerle ikaz etmiştir. Belki bunun hikmeti de bundadır.
FASIL: 47 - Çile çıkarmak, nebilerin âdeti değildir Bu bir tabiattir. Evet, dostlar kötü olursa, onlardan bir kenara çekilmek İcötü bir iş olmaz. Fakat iyi dostlardan uzaklaşmak cahilliktir. Çünkü Cemaat rahmettir H ), buyuruhnuştur. Bu, diğer varlıklarda da görülüyor Meselâ, cansız bir bitki yalnız başına lâyıkiyle büyüyemez. Fakat, kırlarda kendi cinsinden olanlarla beraber daha kuvvetli yetişir. Su az olunca akmaz;olduğu yerde kalır, kokar. Çogahrsa bir dere haline gelerek akıp gider İşte her şey böyle kendi cinsiyle kuvvet bulur. Atlar, esterler hemcinsleri olan esterlerle daha iyi yol yürürler. Şu halde uzlet, yabancılardan olur yârdan değil.
(Halvet yabancılardan gereklini-için değil. Akd başka bir akılla w Y* m de®1 Kurk k'§ bahar
olur. Nefis, diğer bir nefisle vâr «E^ kÖtu %len ve kot» sözlere mâni ve âtıl kalır.) yar °,Ursa, kıldan daha üstün olur; akıl yalnız
Peygamber (selâm O'nun üzerin* ı kı: insanlar, Tann'ya, türlü türlü h ° Hazret-i Ali'ye öğüt verip dedi sen, ona türlü türlü akıl eserleriyle w VG hasanat İIe yaklaştıkları vakit ce itibariyle dünyada ve ahirette i aşma^a Çalış. Böyle yaparsan dere-Bu, şunun gibidir: Meselâ, bir baedah3^3" mkli yuksek olursun si aynı cinsten ve aym büyüklükte öî S aSac,ar bulunur; bunların hep-bir şekilde meşgul olursa az za ' bahÇivan bunlardan biri ile özel
den daha uzun olduğu görülür rvînJ*0?1* bu ağacın gölgesinin ötekilerindir. Asıl olan akıldır. Amel aynE a ,yirh bİr *»• akün vasfl ve SoIgesi" aynı hükmü kazanır. Eğer akim sıf t et buIur ve artarsa' fer,i de
hayvanlara da ibâdet vacip olurdu «fi 7 8^Sl oImasaydl' ?ocuk'ar ve
au ve 0I,Iar da bir teklife muhatap kahrlar-
Mesnevî:

MAÂRİF
fer'iÖvIeyS? gör1üluyor ki ameI- aklldan gelmektedir; şu halde âmel akim Jet! ve golgesıdir. Akd ne ölçüde fazla olursa, o âmel de o ölçüde ^» "nun artması, suret kabul ettiği vakit görülür. Sen, akün varsa düsun ki "unun gerçeğine eresin! Peygamber (selâm O'nun üzerine olsıınV islamda papazlık yoktur" (H.) buyurmuştur. Sahabe, uzlete çekildiler' mağaralara girdiler, tâat ve ibâdetle meşgul oldular. Mustafa' (selâm Y nun üzerine olsun) ya: "Keşişler kendi kendilerine mensub olan bir dini utuyorlar, uzlet ihtiyar ediyorlar. Bu surette onlann kalbleri aydınlarn-y°r. Gaybdan haber veriyorlar; bizim dinimiz ki gerçek dindir, biz de bu yola girersek bu uzlet sayesinde, ruhaniyetimiz onlannkinin iki misli olur ve bizden daha fazla keramet vuku bulur" dedikleri zaman, O, bunu men etti ve "İslâmda papazlık yoktur" (H.) buyurdu. Meselâ, senin bir şey ol duğunu farzedelim: "Bir şahsa kırk gün karanlık bir yerde çalışmak zikretmek, zahmetlere katlanmak teklif etsen, tabii her insan, zahmetine kar-fkk, bir nimete mazhar olur. Bu çilekeş de gayb âleminden bir şeyler el de ederse doğaldır. Puta tapanlar, putun önüne gitmeden önce, üç gün ye mek yemez ve uyumazlar. Tanrı'ya yalvarırlar; onlar bu kadar zahmet Çektiklerinden uykusuz ve aç kaldıklanndan put kayıptan, bu askıda ka-îan »Ş için, dili ile "olacaktır" der- eliyle işaret eder. Her ne kadar putun ^aret edecek eli, konuşacak dılı olmazsa da bu görülen şey, yapılan müca-delenin ve çekilen zahmetlerin bir sonucudur. Mümine ilk bakışta bütün riâyetini veren kimse, şeyhtir. Hadiste: Öyle kullar vardır ki insanlara baktıkları zaman onlara, saadet libasını giydirirler (H.), buyurmuştur. İşte burada şeyh işe yarar ve munt ne bulmuşsa o, şeyhin inayetinin eserin-dendir' O şeyhin hizmetinde kalırsa, onun nefsinden ve ilminden faydala n*. İlmi artar. İnsanın vücudu, ekmek ve diğer yiyeceklerden nasıl fayda-lanır, kuvvetlenir, büyürse müridin ruhu da şeyhin ilim ve marifetlerinden böyle olgunlaşır ve büyür• -endınde böyle bir kabiliyet bulunan kimse mürid olabilir ve şeyhten faydalanabilir. Kendi kendine yetişmek, kabili: yeti olan bir müridin, şeyhe ne ihtiyacı olur? Fakat, böyle kabiliyetli bir mürid, kendinden derece itibariyle bm, hattâ yüz bin kere yüksek olan bir Şeyhe intisap ederse, ondan ne kadar faydalanır? Hattâ şeyhin aynı olur Bu gibi şeyhin akıbeti, öpkı şuna benzetilebilir. Meselâ, eğer bir zerdali ağa cına kayısı aşısı yaparlarsa, bir müddet sonra o da kayısı olur. Bundan sonra şunu da bil ki puta tapanlar ve çilede bulunanlar, bu mücahede ve uzlet esnasında kendilenne birtakım hayaller göriınür, halvetten ayrıldıktan son ra artık bu gibi rüyalar, göremezler. Şeyhin sana atası ve bağış, pazarda" yolda, uykuda, »y»"*Wrt» ve her yerde, sana gaybı göstermesi ve bu gayt lan, acaip şeyleri sende artırmasıdır. 5 yı)
FASIL: 48- Ulu Tann, her gece bir adama, ölümden sonra yok olmıya-.ağl, ve bu alemden dahaı ıy, bır cennette kaim olacağı gibi, birtakım şey. ler göstenr. Bu adam hatta, kendini Mekke ve Medine gibi yerlerde gö£ Sen zâluren orada uyumuş görünüyorsun; fakat Ulu Tanrı, sana on senehk
MAÂRİF
yolu, bir anda katedebileceğin hayalden diğer bir suret bağışlamıştır. Şu halde sana on günlük yolu, on günde giden bir at ve yine on günlük yolu, bir anda giden bir at verseler hangisini seçersin? Senin için hangisi daha iyidir? Mukayese et! Uykunda sana bir anda doğuya ve batıya gidebileceğin bir merkep veriyorlar, o halde bu merkep, uyanıkken sahip olduğun merkepten daha iyidir.
Peygamber (selâm O'nun üzerine olsun) bu yüzden, mevt-i ıztırâri ile ölen herkes, mevt-i ihtiyarı ile ölmediğine pişmanlık duyar (H.) buyurmuştur. Uyku ve ölüm hali aymdır. Sen uyku halinden, ölüm halini anla! Peygamberimiz yine: Uyku ölümün kardeşidir" (H.) buyuruyor. İşte bu küçük kardeşten, büyük kardeşi tanımalısın. Uyku, küçük bir ayna; ölüm de büyük bir ayna gibidir. Yahut uyku küçük, ölüm büyük bir terazidir.. Küçük terazi ile değerli paraları tartarlar. Yine sen bu küçük teraziden büyük terazinin ne olduğunu anla! Bir insan, ekseriya uyanıkken ne ile meşgul olursa, uykuda da aynı veya ona benzeyen şeylerle meşgul olduğunu görür. Uyamnca da yine aym şeyle uğraşır. Bu bakımdan yaşadığınız gibi ölürsünüz ve öldüğünüz gibi haşrolursunuz (Ke. Kib.), sözü ne kadar doğrudur.
Bir insan uyanıkken ne ile meşgul olursa, uykuda da aym veya onunla ilgili şeylerle meşgul olur, demiştik. Meselâ, bir külhancı veya bir lâğam-cı, rüyalarında daima bir lâğam veya külhana ait işlerle uğraşırlar. Hakikatte uykuda, bu işle meşguliyeti kesilir; fakat hayali, cismaniyetten sıyrılmış olduğu halde, yine o pis işlerle veya ona benzeyen şeylerle uğraşır. Haşir günü gelip uyandığı zaman da yine o işlerle meşgul olur. Ölüm de böyledir. Peygamber (Tanrı'nın selâm ve salâtı O'nun üzerine olsun) bedene merkep demiştir. Senin nefsin, senin binek atındır, ona iyi muamele et (H.). Uykudaki merkep, uyanıkken sahip olduğun merkebin, seni bir yüzyılda göüiremiyeceği yerlere bir anda götürüyor; bir anda doğuda, bir anda batıda olabiliyorsun. Şu halde bu merkebin, değerce diğerinden çok üstün olması muhakkaktır. Mevt-i ıztıran ile ölen bir kimsenin mevt-i ihtiyarı ile ölmediği için pişmanlık duyması (H.). da bu yüzdendir. İyi, kötü, kâfir ve müslüman olan her insan, genel kurallara uyarak öldükten sonra: Keşke daha evvel ölseydim!" isteğini açıklamıştır. Çünkü böyle bir ölümün sonra, yukarda bahsettiğimiz gibi bir merkebe sahip olunur. Veya inşa, m vücudunu, içinde bülbül, papağan, doğan, karga ve kumru gibi türlü tünü kuşlar bulunan bir kafes olarak kabul et! Her kuş bu kafesten kurtulmak için can atar ve kurtulduktan sonra da: "Daha önce niçin kurtulmadım?" diye üzülür. Yılandan daha kötü bir hayvan olamaz. Buna rağmen hapsedilmiş olduğu yerden kurtulduğu zaman son derece memnun olur. Memnuniyetinin sebebi, sahramn sepetten ve kafesten daha geniş olmasıdır. Her insan öldükten sonra, evinin ve çocuklanmn durumlarım müşahede ettiği zaman, onların mahpeste olduklannı görür. Çünkü, ruh için kapı ve pencere, perde olamaz; onun kafesi ve bağı vücuttur. Meselâ havalen Konya'yı görebiliyorsun fakat bizzat görmek için oraya gitmen lâzım.

maârif
, Kapı, duvar ve uzaklık gibi şeyler ruhun değil, cismin ve suretin perdesi-dir. Suret olmazsa, perde de kalmaz. Hepsini görürsün, hiç bir şey sana gizli kalmaz. Meselâ, bir insan rüyada yer, gök, bağ, bahçe, köşk, huri ve şarkıcı olabiliyor. Sen de bu gibi şeyler görebiliyorsun. Şu halde sen, bu be-den olmadan yer, gök, cennet, akar sular, huriler, genç ve ihtiyar kimseler olabiliyorsun ve istediğin şekle girebiliyorsun. Meselâ Azrail kendini herkese başka bir şekilde gösteriyor. Sende de bu cevher vardır. Beden perde-sı olduğu halde bunları görebildiğin gibi, bu beden perdesi olmadan da bütün bunlar olabilir. Yani, eğer bu vücut perdesi ortadan kalkarsa, sen de Azrail gibi olursun.
Bu vücut perdesi ortadan kalkmadıkça, bunları ne sen, ne de başkaları görebilir. Bir lâhzada için sıkıkyor, bir lâhzada için açıhyor. Bir anda cesur, bir anda korkak oluyorsun. Bazan şehvete susuyor, bazan şehvetten nefret ediyorsun. Yine bir anda günâh ve bir anda ibâdet oluyorsun, işte böyle bir lâhzada muhtelif şekillere girdiğin halde, bu vücut perdesi bırakmadığı için bunları ne sen, ne de başkaları görebiliyorsunuz. Vücut Perdesi ortadan kalkarsa, olduğun gibi görünürsün. Zahir bilginleri dervişleri- "Onlar şeriatı bıraktılar, biz tuttuk" diye ayıplarlar. Gerçekte şeriatı tutanlar onu terkedenlerdir. Çünkü şeriatten elde edilmek istenen bk Şey vani şeriattan bir maksat vardır. Sen, şeriatın suretine kapılmakla, ondan elde edilmesi gereken şeye erişemedin. O halde bu maksuda erişen kimse şeriatı bırakmamış ve bundan büyük bir kazanç sağlamıştır. Şeriat bir sevi "ekmek" tir. Ekmekten, onu biçen kimse faydalamr. Sen onun Seriafı terk ettiğini, yani bir şey ekmediğini zannediyorsun ve yanıhyor-su t o elde etmiştir, çünkü senin ektiğini, o biçmektedir. Sen ekti-
n; şeriatı ^ Djçemiyeceksin. Çünkü her ekilen şey bitmez; şu halde gın şeyi, ^ kten daha üstündür. Meselâ sen bir padişahı görmek istedi-îçmek, eK ^ menziller katedersin. Padişaha erişmiş, huzuruna ka-gın zaman, v dişaftl seyretmek ve sözlerini kulaklariyle işitmekle meşgul ul edUmış, P için sen gelmiş. »Bu padişahı aramıyor, çünkü bizim oian ™f™ menziller kateden odur. Çünkü o, yol yürümekle bera-
u a «ahi bulmuştur. Yoldan maksat, padişahtır; o halde o, maksadına oer, paaış dahfl yoldasm belki de padişahı bulamıyacaksın! Bunun ör-enşmıştır, ^ olana bir işaret yetişir, neklen çoKiur,
paSIL- 49- Ali (Tann O'nun yüzünü kerim etsin): "Nefsini bilen, Tan-r, hilir" (H.) demiştir. Meselâ, sen kendi varlık evindeki yaygılan ya-nffiri^kıymetli kumaşları, elbise ve sandıkları görüp, sahip olduğun di-£r şevleri görmesen; kendini tamamen görmemiş ve tanımamış, ancak ba-?, kSarmi tanımı? ve bilmiş olursun. Tekrar gizli, açık her şeyi görmüş nisan ^kat bunlarm hepsin, sana gösteren lâmbayı görmesen, yme kel tamamiyle gormuş olmazsın. Çünkü o lâmbamn nuru ile sende buluna şeyleri", mesela değeri, kumaşların iyi veya kötü olduğunu *öreb ü \Zsl Seni" varlık evinde parlıyan bu hakikî nurunu görüLn mutiat
MAÂRİF
Tann'yı da görürsün.
* «ıııı j i VI11 ^uıui^uil,
Meselâ güneşin nuru, senin evinde parladığı zaman, evinde bulunan her şeyi görmekle beraber, bu şeylerden güneşi bilemezsin; fakat evindeki güneşi görmekle, hakiki güneşi de görmüş olursun. Binaenaleyh kendi iç âleminde dolaşman ve kendini bilmeğe çalışmalısın. Bundan başka bir şeyi bilmenin sana faydası olmaz, senin için lâzım olan ve seninle ilgisi bulunan şey, kendim bilmendir. Geri kalan şeyleri bilmek, başkaları için zahmet, îztırap ve dert çekmeğe benzer. Bu çektiğin ıztırabın sana hiçbir faydası olmayacaktır. Kendini tamamen tanıdıktan sonra, Tann'ya erişirsin. Zira: Son varılacak hedef Tanrı'nın huzurudur ^Evinde görduğun 0 sayıslz eşsiz ve değerli kumaşları ancak, bu nur sayesinde görebiliyorsun. İşte bu nuru görürsen, kendini tama mi yle bulmuş olursun. Hakkın nuru olan bu nur ta ezelden beri, daha sen annenin karnında iken, seninle beraberdi. Bu nur a her şey, görüyor ve kendini ondan ayrı göremiyordun • fakat asıl olan d & UnrUkŞ0rmUy ,Un- HÜ,âsa ° m,ru S8***» zaman ilk ve sonun o ol-buhC Tİ1^; T"""' ° İ,k VG sondur275-3undan sonra kendini tamamen mfark kavuşmuş olursun. Son varılacak hedef Tann'nın huzu-
y^TbûSîf T^^' İÇ,İÇC gİrmİŞ bİr b»tündür; en son iç, kökleri Z\iL h ' , VC,SUyla yaşıyan bir ^om kökü gibidir. 3u kök gizlidir Ağacın geri kalan kısımlarında meyve yaprak eöke ve öz gibi birtakım haller mevcuttur. Eğer bu ağâcın'âteS dûşünS âJ&#*
alatınki mZ^^J^ eri^ «Sun çfnkfl, insanın da kS hedet tLI" T " T T7?r Ve bunlar onun sonudur. Son var.-senin anvafin f 2ir R T"1?," )Bu ^y^diğimiz şeyler, tanıamıyle söyüyemeyiz " **" faZ,asırw insa™ kafası almaz, biz de
defrbîf^ fakat senin dışına benzeyen, çuval sinden Zenen t S^t^f^' O buğday, im olmadıkça kendi-
veti olamaz Ak.ı1/ 1 \tkmek de yenmedikçe, akim ve canın kuv-voLnadıkca tehli h v f™*™ Vücutta mahvolması gibi, Hakta mah-k t&smeU ^nl \kUr/Uİamaz- Görü,üy°r ki "uruç" böyle, halden ha-bu sekTd, , r,°r; Nutfa' a,âka 0,ur' bu»da" sonra bir şekil kazanıyor, vandfhefsev n^hbui,ed,,y°r- PerUer de b^ böyle olur. Bitki ve hay-vate^stprir h hal« intikal eder. Birinci halde ölür, ikinci hal ile ha-
rZr JnT' 1^ b°yledİr ve bu adadır, ölüm olmadan, yaşamak olmaz, senae aşağı bır şey ölmekle, mutlaka ondan daha yüksek bir şey pey-
(274) Kur'an.Sûre: 53 Âyet- 43
(275) Kur'an,SÛrc: 57, Âyet: 3
(276) Kur'an,Sûre: 53, Âyet: 43
(277) Kur'an, Sûre: 53, Âyet: 43

MAÂRİF
da olur. Meselâ çocukluk ölür, onun yerine gençlik, bilgisizlik ölür, bilgi peyda olur. Tane yerde mahvolur, ağaç çıkar. Yaşamak ölmekte, varlık yokluktadır. Bu bir kanun her şeye şâmil ve hâkimdir. Ölmeden evvel ölmek nasıl olur7 diye itiraz eden eşeğe bak! O, bizzat aym haldedir. Gece, gündüz aynı şeyle uğraştığın ve aym halde bulunduğun halde, bir başkası sana bundan bahsettiği zaman, bu sana imkânsız görünürse, bu hareketin küfür değil de nedir'' Meselâ, Sırat Köprüsü hakkında kddan incedir ve herkes üzerinden geçer, denildiği zamanda imkânsız görülür; halbuki sen, ondan, daha ince olan bir köprü üzennden geçiyorsun kı bu, senin düşüncen-
dİr Cennet için de- "Ne yerdedir, ne göktedir; mademki yerde, gökte değildir o halde nerededir?" diyorsun. Vücudunda kesin bir hoşluk ve na-
hoşlu'k duyduğun halde yerim tayın edemiyorsun; bunların vücudunda ol-9iur* uuyuug verini tayın etmekten acizsin. Cehennem ve cen-
dugunu biliyorsun^Yerini görememekle beraber, bunlar vardır. Ah-
ne de aynen böyieuu. _ bulundugu ve bundan kendisine bahsedildiği
mak, gece gündüz ow kirnSedir. İşte bu bakımdan böyle bir in-
zaman, bunları, ^^fjoiduğunu da bilmez.
san, aynen bir eşektir ve
Tanrı ile meşgul olmak, mal ve dünyaya ait her şeyi zâhi-r ASİL: 5«J- * ^ Gönlün Hakla meşgul olması gerek. İsa (selâm ren terketmek °rS j^ç evlenmedi ve dünyadan o derece sıyrılmıştı ki O'nun üzerine olsu|) n(Ja aıtcak sakalını taramak için bir tarak bulunur-dünya malı olarak yüe sakahnı taramak akhna gelince, madem ki du. Birdenbire beş^P yar başka tara-a ng ihtiyaclm 0ıacak!" diye kendimde böy t^'nin tecerrüdü bu dereceye gelmişti. Bununla beraber tarağı attı. İŞte &m o'nun üzerine olsun) dokuz karısı, padişahlığı, ku-Muhamnıed'ın (j)^ esirleri, bazı kimseleri katli gibi, bu kadar dünya es-mandanlığı, fett. beraber: "Ben İsa'dan daha mücerredim (H.), Tanrı'yı babı ve alâkasıy ^ Tanr,'ya daha çok yakınım" buyurmuştur. Meselâ, daha iyi tam^enCeresini ısıtırlarsa, nihayet kaynamağa başlar ;içindekinin züht ve tak^ancerenin boş kalmasından korkarlar; bunun için de içine so-taşması ve te b„yle 0iduğu halde tencerenin kaynamasına mâni ola-ğük su doke ^ kaynayan tencereden daha çok hararetliyim" di-
mazlar. K»"- bu nUSUsta Bayezid Hazretleri de şöyle buyurmuştur: "Beni yebüir? »S BayeZid sıddık oldu, son gören de: Bayezid zındık oldu" dedi. uk ŞöJ[en'Daşlangıçta tencereyi ısıtmak için züht ve takva, mücahede ve ri-Yani benbulundum. Şimdi ise, müşahede âlemine eriştim; bu tencere öy-yâZettruvor ki »stune «e kadar soğuk su döksem, bir türlü sakinleşmiyor. !e kaV[; haddinden fazla taşkınlığa ve harekete, "zendeka" ve bana "Zın-î?î" diy°rlar- Bana "slddlk" dedikleri zaman, hararetim şimdikinin binde ÎZ: kadardı ve bu kadar değer vererek bana "Sıddık" dediler. O halde bü-*" deıiller ve âmeller bu tencereyi kızdırmak içindir. Ve bütün fısk u fü-dünya mah ve şehveti öldürmek de taşkınlığı durduran, öldüren soğuk d'ur Halk, dünyanın bu durumunu ahîret için faydalı bulur; fakat bu,
biri tün cur,
su
maârif
tenceresi soğuk olan, karanlık içinde bulunan kimseler hakkındadır. Buna bir karardık daha katmak, Tann'nın buyurduğu gibi 278 karanlık karanlık üzerine olur; tenceresi kızmış ve taşmağa başlamış, dökülen soğuk suya rağmen sakinleşmiyen kimseler, o dereceye gelmişlerdir ki bu ma'siyet bunlar hakkında tâattir. Çünkü bu nur, o karanlıklan yenmiştir. Eğer onlar karanlıktan kaçmazlarsa yanarlar; helak olurlar. Bunun için Hazret-i Peygamber, Hazret-i Ayşe'ye: "Ey Hümeyra! benimle konuş ve bana işveler yap ki kendime geleyim ve yanmıyayım; çünkü teceUi nuru beni yakıyor. Müslümanlann işleri için birkaç gün daha bu dünyada kalmabyım" dedi.
Tann'nın tecellisi, dağı parça parça etti; zene haline getirdi Zaten insanlar zayıf yaratılmışlardır 279 buyurulduğu gibi, vücudu her şeyden daha zayıf ve nazik olan insanın, bu tecelliden nasıl harap olacağını sen tasavvur et! Bunlar nasd sözler, nasıl haller ve âlemlerdir anla!
FASIL: 51- Bu binalarda ve sanat eserlerinde gördüğün bütün güzellikler insandaki güzelliklerin akisleridir. Bunlardan başka kim bilir daha ne kadar gızh güzellikler vardır, sen tasavvur et! Eğer bunlar görünselerdi, bu eserlerde gördüklerinden yüzbinlerce defa daha üstün ve güzel olduklan görülürdü İnsan, bir parça olduğu için, onun vücuda getirdiği eserler ve sanatlar da bu parçadır. Bağlar, bahçeler, köşkler, güzel kumaşlar vesaire gibi. Fakat gökler, yer, arş, kürsü, levh ü kalem, melekler, insan ve cin bepsı'Jan".nın eser ve sanatıdır. Tann büyük olduğu için tabiî sanatı da büyüktür Bir parça olan insanın parçalardan ibaret sanatları ve eserleri de gerçekte Tanrı nındır.
k^İ7qdankd°f" hur Ş-y-' Î!ÜtÜ" Dİr parca ^kr. Ey kudret sahibi akıllı kimse! Sen bunların hepsim, bütünden bil
Şunu bilmelisin ki şeriatlerdeki anlaşmazlıklar peygamberlerin haslet-enndekı ihtilâftandır.. Her şeriat, sahibi olan p^aTberS haslet ve huyu uzenne kurulmuştur, isâ' (O'na selâm olsunun Sn tecrit idi. Kadınlara meyh yoktu; süslenmek ve temizlenmek Jîgisizdi. Onun dini
ve h" ? f T "ygT °Iarak «^muştur, ümmeti, temizliği
ve süslenmeyi bertaraf eder ve bunu yapan o dinin icabını en iyi yerine getumış olu, M.mammed'in (O'na LL' olsun"£ZZ ZLlzra sevgi, temizlik ve sus olduğundan dini de bunları gözönüne almıştır. Kim taharet, ve temızlıg, on planda tutarsa o, bu dinde en iyi bir yer işgal eder. amil ve oncu olur. Çünkü Hakkın nebîî, Hakkın makbulü ve sevgilisidir. Tann bu gıbı kimsenin isteğini ister. Meselâ, sen birini sevsen, ona her za-man-J.,Ca.mn ,ne ^ort" diye sorarsın; onun ekşi tatlı sevdiği her şey, senin dileğin olur, bunları onun için hazırlamağa çalışırsın. İşte Ulu Tamı da peygamberin arzu ettiği şeyle ilgilidir. Çünkü: "Onlar O'nun, O da on-
(278) Daha üstün ne bulutlar ye gerilmiş engin denizdeki karanlıklar üzerine çöken karanlıklar gibıdvA Kur'an Sure: 24, Avet: 40)
(279) Kur'an,Sûre: 4, Ayet: 32


281
lan sever" 280 buyrulmuştur. Onun iradesi, Tann'nın iradesidir. Hattâ böy le bir kimse,kendi rengini bırakmış »tamamiyle Tann'nın rengini alnuştır2£ O'nun varlığı yok olmuş, Tanrı'nm bir âleti haline gelmiştir; onun işi Tanrı'nın işidir, isteği de Tann'nın isteğidir. Attığın zaman, sen atmadın. yiLâkin onu Tanrı attı282buyrulduğu gibi.
Ey Muhammedi Sen ölmeden evvel öldün ve yok oldun; binaenaleyh senden zuhur eden hersey., hakikatte bizdendir. Bunun için eğer bir kimse, Kur'an Muhammed'in kelâmıdır, derse kâfir olur. Çünkü Kur'an Mu-hammed'in ancak ağzından ve dudaklarından çıkmıştır.
ıNîÜZltTft"
(Kur'an, Ahmed'in dudağından değildi; fakat hiç şüphe yok ki Ah-med'in Rabbı'ndandı.)
Onu Muhammed söyledi, diyeni kâfir bil. ister gizli, ister açık olsun, Tanrı adamının ne hareketi, ne de sözü vardır. Bunlar tamamiyle Tamı ya «ittir Binaenaleyh her ne kadar Muhammed ortada görünüyorsa da onun bu iştedahh yoktur o, tamamiyle Hakkın âletidir ve bir askenn ehndekı küıç ve kX-,n hükmündedir. Bunlan harekete getiren, gerçekte askerdir, ^l^v^Z»* kendiliklerinden hareket etme hassalan yoktur. Bunun gibi Tann'nın sevdiği bir kimsenin yaptığı her şey de şenata uygundur Çünkü onun yapması, Hakkın yapmasıdır; o arada yoktur. Aklın da bedenle JSkas. olduğundan, vücudun yapmak istediği herşeyı akılda yapmak ister Her ne kadar akıl bu şeyden münezzeh ve ben ise de arala-ruSa ~ ı kî hirlesme ve anlaşma hasıl olur kı, bu anlaşmadan sonra taida oyle bir b^"« ^ Tıpkı bunun gibi Ulu Tanrı da, eğer ba
fcSSSSJ'ittü isteği(Wmn isteği olur-0 ha,de istek birleş-
mistk nlnkü iküik kalmamışta. Şeriattekı aynhğa sebep de şenatlerin, Peygamberlerin huylarına ve hasletlerine uygun olmalarındandır. ¦ r- T "Niçin bu zâhin gözle, otekı insanların göremediği birtakım uır aaam.kı söylerler?" diye sordu. Ona şu cevabı verdim: "Bunun mânamı gZna niçin bu kadar acaip görünüyor? Meselâ, sen çocukken aym göze ve kulağa sahip olduğun halde, şimdi ihtiyarladığın ve aklın olgunluğa erdiei zaman da, bu gözle gördüğün ve bu kulakla işittiğin şeyleri göre-miyordun- çünkü şimdi sende bulunan bu temyiz ve nazar o zaman yoktu. O halde akim taalluku olunca, yani bütün uzuvların ve hassaların baştan ayağa kadar akhn hükmü altına girince, görüşün değişerek bu hale geldi; böylece sen benim bütün mertebelerimi görüyor ve tefrik ediyorsun. Bunun gibİ kulağın da herkesin sözünü işitiyor, tartıyor ve sözün derecesini tâyin ediyor- faydalannı, zararlarını birbirinden ayırıyor ve lıareketini ona göre tanzim' ediyor. Binaenaleyh bütün âza akim bir âletidir; her ne yaparsanız
(280) Kur'an,Sûre: 5 Âyet: 59
(281) Tanrının verdiği rengi almaz. (Kur'an Sûre 2, Âyet : 132)
(282) Kur'an.Sûre: 8. Ayet: 17 ' '

bunun akıldan ileri geldiğini biliniz. Her kimin aklı fazla ise, temyiz "aSS.aS da ona göre fazla olur. Tann,aklın yaratıcısıdu. Onun bu kendi sevgilisi"' alâkası vardır; bu yüzden onun bütün hareket ve sükûnetleri Hakka aitti1, her şey de Hakkı görür. Nitekim akıllı bir adamın hareketlerinden, onur aklı görünür. Akıl ne kadar çok olursa temyiz hassası da o ölçüde çok oU»r demiştik. Bunun gibi Hakkın kuluna olan ilgisi ne kadar çok ise, kulu11 Hak Ue ügisi de o ölçüdedir; bu yönden Hakk ehli gayb âlemi birtakım acaipliklerini Hakka yakınlığı ölçüsünde, görür ve Hakka olan yakınlığı sona erdiği vakitte, artık onun nazarında gayb âleminden bir acibe kalma*' Her şeye karşı nazarı değişir. Peygamber: "Mümin Tann'nın nuru ile bakar" (H.) buyuruyor; mademki mümin Hakkın nuru ile bakıyor ve Hakki"1 nurundan da hiçbu şey gizli değildir, o halde müminden de hiçbir şey giz11 kalmaz. Bazı insanlar, bazan mâna ehlini tenkide kalkar ve- "Falan iş, Şeriata aylarıdır, garip şey" derler. Bunların maksadı şeriat değildir belki şeriata düşmanlık etmektir. Çünkü bunlar şeriatten hiçbir şey yapmamışlar, sadece Tann'ya olan uzaklıklarının çokluğundan ve Tanrı adamlarım onunla kırabilmek için, şeriati âlet edinmişlerdir. Aynı zamanda şeriata yabancı olduklarından, onun aleyhinde de bulunurlar - bunlar şeriatı incelemiyorlar, eğer şeriat onlara başka bir şekilde görünse yabancılıklarından öyle bir ış yaparlar ki, bu kadar bilmekten de mahrum kahrlar283 Mânasını anlamadıkları halde, Tevrat'ı taşıyanlar, kitap taşıyan merkebe benzerler. Bu hafızlar, yağlı çörekler ve helva taşıyan eşeklere benzerler. Eşekle-nn yiyeceği, saman ve arpadu. Onlar bu nimetleri başkalan için taşırlar. Bunun gibi bu hafızlar, ilim ve Kur'an-ı işin başında ve sonunda sırf dünya için öğrenirler ve dünya için çalışırlar. Bu, onların yiyeceği değil ruhla-nn ve meleklenn gıdasıdu. Melekler ve ruhlar bunun için yaşarlar Halbuki bu cahil hafızlar hikmeti, ruh için değil, ekmek için öğrenirler Dünya ve dünya nimetlerini Tann için istiyenler nerede? İhm ve Kur'an'ı dünya için ıstıyen nerede? Mademki onlann sevgilileri dünyadır her şeyi bu sevgili ıçm isterler. Bunların kı ise ahirettir ve her şeyi ahiret için isterler İyi mal, iyi bir insan için ne kadar yerinde ve güzel olur! (H ) denildiği gibi her ikisi de suretten dünyayı istiyorlar, fakat arada büyük bir fark vardır Mâna ehli olanlar bilirler ki dünyayı istemekte, ahireti istemek de mevcuttur
Semâ'nın aleyhinde bulunan kimseler, onun, ne olduğunu bilmiyenler-dir. Semâ, nelerden miras olarak kalmıştır. Semâ bir raks değildir, öyle bir haldir ki insan o halde kendi varlığından geçer; elini, ayağını ve aklını kaybeder, tamamiyle mahvolur; işte "nübüvvet" de budur. Tanrı Kur'an'da: O'nun Tanrısı dağa tecelli ettiği vakitte, onu parça parça etti ve Musa da bihuş olarak yere yuvarlandı 284 buyurmuştur. Peygamber'i (selâm O'nun üzerine olsun) bir yaygıya sarıp eve getirirlerdi. Bununla beraber her gördüğünüz semâ değildir, asıl semâ, kendinden geçmektir. Siz: "Ben Mu-
(283) Kendilerine Tevrat yükletildiği halde, onu yüklenmeyenlerin hali, kitab taşıyan merkebin haline benzer. (Kur'an Sûre: 62, Âyet- 5)
(284) Kur'an,SÛrc: 1, Ayet: İ39


nig^!ned,n ümmetiyim'' demiyor musunuz?" Yetenekli bir öğrenci, öğret Ceb'" ?anatlnı' bilgisini öğrenir. Peygamber (selâm O'nun üzerine olsun) ' i bir me'ekleri ve Miraç gecesinde Tann'yı gördü; eğer sen bunlardan
yet?ey gorenüyorsan nasd öğrenci ve ümmet olursun? Gerçek ümmet ve I |a enel(IJ bir öğrenci olan bir kimse, bu garip şeyleri de görür; sen ise bun-1 n'nkâr ediyorsun'' bununla Peygamber'i inkâr ettiğini bilmiyor musun'
I fi..^AslL: 52- Tann'mn velisi bir rahmet mâdeni ocağıdır. Herkes, o:,un I görünen varlığından zevk bulur, rahata kavuşur. Onun nurundan canlanır.
i T nur ise hiç eksilmez. Bu sıfatlara sahip olmıyaıı bir kimse, Tanrı'nın velî-
! SI değildir.
FASIL: 53- Gönül sahibinin semâ'ı huzurdur. O, bu halde iken Hakkla °eraber ve Hakkın kelâmını, Hakktan işitmekte, huzur içinde kendinden 8eÇmektedir O halde böyle bir harekete helâl mi denilir, haram mı? Veli-nir» sıfatı da "Biz, senin göğsünü açmadık mı?"^ buyrulduğu gibi göğsü-nün açılmış olması ve içine baktığın zaman, O nurdan sonsuz denizler görmesi ve bu aşk denizine dalmasıdır.
FASIL- 54- Tanrı, göklerin ve yerin nurudur. Onun nuru, tıpkı içinde 1 kandil bulunan küçük bir pencere "mışkât" gibidir. Bu kandil de küçük i »ir şişe içersindedir 286 Manas, bu olan ayette buyrulduğu gibi, "Mis-kât" Tanrı adamlarının göğsüdür Onların kalbi, kandil ve kalblerindeki mâna, zeytinyağı, Hakkın vuslaü da mısbah" t,r. Yerde, gökte, arşta ve kürsüde bulunan her mahluk, nuru bu Tamı adamlanmn kalbinden alıyorlar Büyük bir sarayda as,l, olan kuçuk b,r kandil, küçüklüğüne karş,l,k saraym her tarafını aydmlaür. insan görünüşte küçük bir kandil yer ve gök de Mr saray gibidir. Bu sarayda bulunan her şey o kandilden nur alır Ve o misbah kandilin ortasından: Tanr, yenn ve göklerin nurudur *("der Şimdi ey dinleyici! Sen, o alemm nurunu, bu güneşin nuru ile karşdaŞ£mf Çünkü bu nur hissi b^n"^o Ta^Z?^ Ve ^STan
^„rlak güzellik güneş, insanların kalbinde bulunma T n Tann'/ mnTİ A ve nur, oradan gelir Nur cani»Z l tad,r- Bu yüzde« bu â'ToLn bir insandaki gfk g^oUn^^f^ Bunu"gibi, diri Ve CanlkoSna, tadma, dokunmf bâundakf n^ ? lŞTliZ\e hafızadan ibaret d^r be" dnv V n,u§terek. hayal, vehim müfekkire mger beş duygudan mürekkeb y,ld,zlar
, Kur'an.Sûre: 94, Âyet: 1 285) ^«.'an.SÛrc: 24, Ayet: 35 2S$l Kur'anSûre: 24, Ayet: 35
MAÂRİF
bi olan hassalar da ışıklarını candan alırlar. Yer hükmünde olan ayak, diz ve sair organlar hepsi o candan diridirler .Can onlardan ayrılınca, bunlar kalabilirler mi? İşte can onlardan ayrıldığı zaman ne yıldız.hu gibi olan hassalar, ne gök gibi olan baş, ve ne de yer gibi olan ayaklar kahr. Güneş, ay ve yddızlar dökülür ve yok olurlar. Bu hususta Kur'an'da: Güneş yuvarlanıp devrildiği, yıldızlann döküldüğü 289 buyrulmuştur. Yer ve dağlar bile zerre zerre olur; yok olurlar. Şu halde hassaların güneşi, parlaklığı, güzelliği candandır. Bunun gibi bedenin letafeti ve yer hükmünde olan ayakların kuvveti de yine candandır. Bunlar, can olmayınca âtıl kahrlar, nursuz ve karanlık bir hale gelirler. Bu yerin ve göğün adamı da evliyanın canından diridir. Gerçekte bu, Hakkın nurudur. Çünkü onların vücudu, Ulu Tanrı'nın sarayı ve arş-ı azâmidir. Nihayet o nur, yer ve gökten aynhrsa, insanın vücudu gibi âlemin sureti de harap ve hiçbir işe yaramaz bir hale gelir. O halde her ne varsa insandadır ve âlem de onlarla kaimdir. Hepsini başından sonuna kadar etraflıca açıkladık; söylediğimiz mâna üzerinde düşünür ve dururlarsa ne kadar açık olduğunu görürler. Tann herkesten iyi bilir.
FASIL: 55- Züht, riyazet, namaz, niyaz, hac, zekât ve taleb bir şey ekmektir. Çünkü: "Dünya ahretin tarlasıdır" (H.) buyurulmuştur. Arifin hah, tarlayı biçmek ve istenilen şeye eriştirmektir. O halde bu tâatlerle meşgul olmak, ayrılık hali yani, matluba vâsıl olamamaktır. Bu mânayı nakz için: Mustafa (selâm O'nun üzerine olsun) ekseriya namazla meşgul olurdu. Şu halde Tanrı'yla ayrılık halinde idi, diye misâl olarak gösterilirse biz de şu cevabı veririz: O, bu halde yine Tanrı'sına vâsıl olmuştu; ayrılık halinde değildi. Bunu esasen kabul edemeyiz. Çünkü o, vahiy halinde idi. Bu hale namaz sığmaz. Orada tâatin, namazın ne işi var? Peygamber: "Tanrı ile benim aramda öyle bir zaman vardır ki o halde ne bir nebî-i mürsel ve ne bir veli benimle bir olabilir" (H.) buyurmuştur. Bundan da anlaşdıyor ki namaz, aynlık halinde olur ve namaz her müminin tâatinin ancak bir parçasıdır. Peygamber'in vahiy haline, bir nebi, bir velî sığaına-dığı halde, bir müminin tâatinin parçası olan namaz nasıl sığabilir? Meselâ bir padişahın elinden şahin uçup avlanmak için daha uzaklara gittiği zaman, padişah davul çaldırarak ve hattâ yüksek sesle bağırarak şahini geri çağırır. Şahin gelip padişahın bileğine konduğu vakit, ilk ayrılık hali kalmaz. Bunun gibi Mustafa da (Tann'nın selâmı ve salâtı O'nun üzerine ol-.sun) tecelli ve vahiy halinde tâatte bulunmamıştır. O halde, tâatte, mahvolma halinde idi. Tanrı daha iyisini bilir.
FASIL: 56- Ülfet-i hakikî, ulu Tann'nın cisimlerinden, ahd-i elestten yedi yüz bin yıl önce, onların ruhları arasına koyduğu şeydir. Sen yeryüzünde bulunan ne kadar eşya varsa hepsini sarf etsen, onların aralarım bulamazsın; fakat Tanrı onlann aralarını buldu 290 .Bu mânanın incelenmesinin sonucu şudur tki, onlar aslında bir şeydiler, bir nurdurlar ve bir cevherdiler- çünkü insanlar, altın ve gümüş madenleri gibi madenlerdir (H.) buyurulmuştur. Mana âleminden asılsız, benzersiz ve mânevi bir takım maden-
(289) Kur'an,Sûrc: Sl^Âyct: 1-2
(290) Kur'an.Sûre: 8, Avct: 64

n r'' makamlar ve mertebeler varda. Bunlar, bilgiler arasındaki mertebe ve
ş,akam farkları gibidir. Meselâ üzüm, üzüm halinde bir mertebeye sahiptir.
Qa halinde başka şarap halinde ise daha başka bir makamı vardır. Binaenaleyh
ruhlar, aynı gümüş madeninden oldukları zaman hepsi gümüş, altuı "adeninden oldukları zaman da hepsi altın olurlar. Bakır, demir, tuz, ve u§er şeylerden oldukları vakitte, aynen böyle olur. O halde ruhlar, kendi j ladenlerinde bir cevherden olmuş olurlar, işte telifin mânası, hepsinin ay-| n'Ve bir cinsten yaratılmış olmasıdır.Cisim!er de: "Hepiniz buradan inin!" i , emri üe ayrıldıkları zaman, su ve çamurdan olan kalıplarında mahpus ka,dılar. Şimdi tekrar birbirleriyle, eskiden olduğu gibi birleştiler. Eğer: I Biz bu âlemde aym cinsten olmıyan şeyler arasında da birleşme görüyoruz" diye sorarlarsa onun, zahirî bir birleşme olduğunu söyliyebilir. Mese-,a Şunun gibi - Deve öküz ve atı bir iple bağlasan zahiren birbirleriyle bağlı Sürünürler- fakat aslında yani, mana itibariyle, birbirlerinden çok uzakta-' 'dfrlar Bunun için o ipi çözdüğün zaman her biri, kendi cinslerine doğru g'der Çünkü- "Her şey aslına döner" buyurulmuştur. Bunun gibi, güvercin, kumru şahin ve bülbülü ve daha başka kuşları bir kafese koysalar, bir kafeste ve bir arada bulunmalarına rağmen, hiçbir zaman onlar arasında hakiki bir anlaşma, kaynaşma ve huzur meydana gelemez. Kafes kırıldığı zaman her biri kendi cinsine katıla. Bunun pek çok örnekleri vardır. Akıllı olana bir işaret yetişir ve bu azdan çoğu anlar.
Bir enıîrin sultana ve bir askerinı kumandanına bağlılığı mansıp, yardımıma ve hil'atgibi dünya menfaatleri yüzündendir. Onları biraraya getiren i birbirlerine bağlıyan ipler, yalnız bu sebeplerdir. Bu sebepler ortadan kalkar \ veya değişirse onlar birbirinden nefret ederek ayrılır. Fakat, ümmetin ne-| biye ve müridin şeyhe bagbbg, f mamıyle sebepsizdir. Hattâ onlar mallan-m, canlarmı,peygambere ye şeyhe feda ederler. Bunlar için, kendi anne. baba ve kardeşlerinden yaklaşırlar; hatta gerektiğinde onlara kılıç bile çekerler Peygamber (Tann'nın selamı ve sala t. O'nun üzerine olsun) zamanca O'na bağlananlar, bu sevgılen yüzünden, kendi annelerini babalann, ve kardeşlerini öldürdüler. İşte gerçek ülfet ve bağübk budur. B „ae^yh her ruh aym cinsten olmadığından her birinin ayn bir besini ve yammüs h^yu vardır. Çünkü: Herkes bunlardan kendi içmesine mahsus pman bil Sr *92 buyurulmuştur. Fakat, kor ve cahil olan bir kimse bun ar n Sni bir bilir ve hepsme karşı aym tarzda hareket eder; hepsiyle av", se
"TrSara akıllan ölçüsünde söz söyleyiniz
Su„an Veled'in Maârifi som erdi. (Tann Onun aziz „ta„ ruhuılu ^ etsin-')
M. ı Kur'ao/SF*1 ?• Âyrt:36

AÇIKLAMALAR
A
ABDAL: Badal'in çoğulu. Sofiler, Tanrı velilerinde dereceler ve makamlar kabul ederler. Evliyadan kırk kişi vardır ki bunlar bir yerde bulunurlarken başkaları tarafından birçok yerlerde aynı zamanda görülebilir. Bu şekilde kendilerinin bedelini gösterdiklerinden 'Abdal" adını almışlardır. Bunlar evliya meratip silsilesinde beşinci dereceyi teşkil ederler. Tasavvufa dair eserlerde bu mertebenin özelliği ve ayrıntısı hakkında uygunluk yoktur.
ÂBÎD: İbâdetle uğraşan, ibâdet etmek mûtadı olan.
AHAD: Bir taaddüd-i sıfat, esma ve gayb itibariyle Tann'nın ismi
AKL-I KÜLL: Yaratıcı kudretin faal tecellisidir. Mukabili akl-ı cüz'i'dir
ALAİK: Talihleri muratlarından alıkoyan sebepler.
ÂLEM-İ GAYB: Gayb, ayn'ın zıddı. Ayn, madde âlemidir ve tasavvufta kudretin belir-mış olmasıdır. Gayb da ayn. halinde zuhur eden âlemin bilinmez mahiyetteki aslı-
ALEM-İ KÜBRA ÂLEM-İ SUGRA: Tecelliyat, hazerat denilen beş mertebeden geçerek gayeye vasıl olur. Mertebeler şunlardır: 1-Hazret-i gayb-. mutlak. Bunaâlem-i la teayyun, alem-ı rtlak, âyine-i mutlak, hakikatli hakayik, gayb4il guyub da denilir. 2-Alem-. Ceberut'tur. Teayyün-i evvel, tecelli-i evvel akl, evvel, hakikat- Mu-hammed.yye mh-, izafi, ruh-i külli, gayb.ı muzaf ve Kitab-, Mübin de derler. 3-Alem-ı melekut. Buna alem-i misâl, âlem-i hayal, teayyün-i sâni Sidret^I-münteha, nS âlemThi: ^V^" * ^ 4~A^ Xet'tir Âlem-i mülk,âlem-i denü ; 5rtlJ,; ,™r.' â'em-İ eflâk ve e™ ('elekler ve yıldızlar âlemi)
S But~ün ZhİIT1 kami dİr- BU dİ^er dört h*"eti de ihtiva eder. Son merte-SanÎlem fS^t$™ mevcutt^- *nsan âlemden ihtisar olunmuştur,
he merteb^dlnT' T $?* ekber'dir" tlim ™d™ aynldığmdan itibaren rSSk âlem îr'5,' ^ bI?nden bİr "* Bu yüzden insana âlem-i küb-
Merine^Z*^**?^"* Y3nİ Yunan asinin islâmîleşmiş şeklini
^^^lZ^haz edenler)" ^ ^ sugra der-
Sn?"" VlTT bUgİ sıfatlannda" ™ydana gelme bir addır. ARŞ: Goklenn en yüksek katı;arşi: arşa mensup olan
ASHÂB-I KEHF: Kur'an-SÛre 18 (Kehf Sûresi). Bunlar yedi kişidirler. Zamanın hükümdarı şehnn bir yerine kendi heykelini diktirir Herkesin buna secde etmesini ister. Bunun üzerine yedi arkadaş bir mağaraya saklanmaya karar verirler. Giderken arkalanna bir de köpek takılır. Onu da alarak mağaraya giderler. Uykulan gelir, uyurlar. 309 sene sürer. Köpek de beraber uyur Nihayet bir ikindi üstü uyanırlar. Uyuduklan zaman ancak yarım gün kadar tahmin ederler Acıktıkları için içlerinden birini şehre gönderirler. Adam bir fırıncıya para vererek ekmek ister. Fırıncı -böyle para görmediğini ve bunun geçmiyeceğini söyler. Münakaşa ilerler, meraklılar topla-

n'rlar. Zamanın mümin padişahı bunu duyar. Mağarayı görmek oraya bir mâbed kurmak ister. Adam önde, hükümdar ve adamları arkada giderler. Mağaranın kapısı-na gelince adam: "Ben önce girip arkadaşlara haber vereyim, korkmasınlar; siz biraz sonra içeri girin" der. Girer ve çıkmaz. Dışardakiler de girerler. Fakat, mağarada kimseyi bulamazlar. Oraya bir mâbed yapılır. Hıristiyanlara göre bu mâbed Ayasu-'uk kilisesidir. Bununla beraber Anadolu'nun muhtelif şehirlerinde, meselâ Maraş'-ta, Tarsus ve Elbistan'da Ashâb-ı Kehf'e ait olduğu söylenen mağaralar vardır.
B
BAST: Kabz'm zıddı Kalbin genişliği, ferahlığı. Keşif halinde kalbin genişliği. Sofilere göre korku ve ümit hallerinden müridin gönlü bazan daralır, bazan genişler. Darlık (kabz) korkuya, ferahlık (bast) ümide karşılıktır.
BÂTIL: Mâsivallah, bâtıl ma'dumdur. Çünkü Tanrı'dan ayn bir varlığı yoktur, Zatında sebat ve hakikat yoktur, boş şey.
BÂYP7tn i rİçtâMÎ' Meşhur sofilerdendir. Hemen bütün tarikat silsilesini bu zata AYhZID-ı BISlAMi. j 9 234 yahut 261 tarihinde vefat etmiştir, bağlarlar Adı Tayfur dur. n. m*
r)^, • ı^nma/hk sonu olmamak.
BEKA: Bakîlik, fâni olmamazıiK,
BÜHTAN: İftira. C
CERR att K dri yüksek bir melektir. Tann'nın emirlerini Tann elçilerine iletir, nt»;- , , uahrı evsafmdandır. Tann'nın kahır ve gazabına müteallik şey,
'-'C'LAL- Tanrı nın »(«u» t,
Tann'nın kahriletecelhs..
CELh, nelâletli, azametli, buyuk
Ol"1 * " "i 'h' CiinSIZ OUII1 usıuucı.
)^EMADAT: Taş pg,^ ve rahmetinin evsafmdandır. Tann'nın lûtf ile tecellisi..
CFMq"ÎJ: Vri^tolojisinin tanınmış simalanndandır, yedi yüz veya yüzyıl yaşamış, kMŞID: Ira" janj,rmış, sonradan tanrılık dâvasına kalkarak zalim bir hükümdar halkı teşkı & olduğunu kabul edenler de vardı. Bazılan bunun Süleyman Pey-olmuştur. u söylerler. Birçok sanatları, yenilikleri onun bulup çıkardığı söy-gamber o ^ eden) Nevruz bayramını koyan da odur. Pişdâdiyan sülâlesinin lenır. . ^^an iken Dahhâk tarafından koğulmuştur. ' '
C'F7^UKu)un menziller katetmekte, Tanrının inayeti ile zahmet çekmeden, yorul-madan Tann yönüne yaklaşmasıdır. Her şey kul için Tann tarafından hazırlanmış-
CüNFYD "ötfneyd-i Bağdadi, bâtınî ve zahirî bilgilerde çağdaşları arasında riyaset U ' idini işgal etmiş Seyyid-ül Tâifeyn. İki grubun efendisi, ulusu diye anılmıştır. Büyük bir sofidir. Hicri 207 veya 299 (911-912) tarihlerinde Bağdat'ta vefat etmiştir.
D
DÎDAR- Rüyet-i cemâl, zuhûr-ı cemâl. DfLDÂR: Maşuk, sevgili.

E
EBRİŞM: Bir nevi telli çalgı.
BBUBEKÎR: Ebu Bekr 'Abd Allah (571-634) Hulefa-i RâsiHf iî te-
nin ilkidir- *a*ıdın denilen dört 1x^1»
jtriJCEHÎL: Hazret-i Muhammed zamanında, O'na ve Müei-
a, Mekke aristokratlarından olan bu zat, Bedir MuhW:Um?nilta en h.iviik dügrı13.0' günden ad. Ebu Cehil: Bilgisizlik babası SSS^^l^J%m^&^ ***** EHL: Sahib malik, muttasıf olan.
ELEST BEZMİ: Tanrı, Âdem oğullannın ruhlarına kendi
J Rabbınız değil miyim?'' diye sormuş, ruhlar da "Bola yaratılmarian "Ren İşte bu yemine, ahd: Ahd-i Elest bu meclise de Be2rn • ^Vet'" diye^ etnn^1^'
ESFEL-i SÂFİLtN: Kur'an Tin Sûresi, âyet 4. "Sonra d ^ denir-
t,k. "Esfel-i sâfilin, aşağıların aşağısı, yahut sef,Uerin Çev*rdik ,. - rv^tz V^***^'
ESFİYA: Kalbi temiz, mesleği doğru kimseler. n en sefiij d * esfel-' safilm^
EŞKİYA: Haydutlar, kötü tıynetliler. rRektir.
ETKİYA: Tann'dan sakınanlar, Tann korkusu ile mp
nenler. n*»ilen ş (^*C*~
EVLEVİYYET: Tercihe lâyık oluş. 'yıer) yapmaktan «*"
EVLİYA: Velinin çoğulu. Sofilerin inancına nazaran
olan, Tann'ya yakın bulunan, tabiat üstü işler va^1*5^. rrmu ^t**^*
bulunan kimselerdir. Uer^ din ddes makama ^r***^
EVTAD: Dünyanın dört yönünde bulunan dört evliya u yarUn düzeni eli*3*"
mesabesindedir. Tann bu dört kişi vasıtasiyle Jk \ u dört i - - vc ****
vasıtasiyle yönler Tann'nın nazargâhı olur. eri k0rUr nsan âlerni dört
cü onlar»"
F
E ACİR: Tann yönünden rücu eden, asilik, itaatsizlik
FAKR: Tann'dan gayrıya muhtaç olmamak. Lügat ka taatte k \+)
gudur. Fukara,fakr sahipleri. ' ^«ıg^ 1* bu»Unmayar».
EASİK: Tann'ya karşı isyanda bulunan. Tanrı yom1Kj lî** olan şey111
FENA: Beğenilen vasıfların bekası zamanında, kötü vas «yillan *
maşıdır. Fena iki kısımdır. Biri, bu anlatılanlardır ^ **** ow-
insanın Tann'nın büyüklüğü ve Hakkın müşahadesin? ^^etl ^n kalkma51 * (* FERŞ: Yeryüzü, ferşî yeryüzüne mensup olanlar, yeryi^6 mUstag hasU olur FIKIH: İslâm hukuku. Bununla meşgul olanlara fakih ri ÜlUİe*X K ^ °lrnasıd»r-FİSK-U FÜCUR: Hak yolundan aynlma, itaatsizlik io, nİli* oUlUr*an , r ı -v. «sya^ , • Vo&,,, 1 Şeyle*-
qAYB (GAİB): Görünmeyen bilinmeyen hal. OUFRAN: Yarhğama.
H
HÂCİB: Perdeci.
YlfiJ)İS: Sonradan vuku bulan.
HÂK: Toprak hâki, toprağa mensup olan.

I
HAKİKAT—I MUHAMMEDİYYE: Ulu Tanrı'nın teayyün-i evvel ve esma-yı hüsna itibariyle mertebesi. HAKK: Tanrı. Tann tarafından kula farz kılınan şey. HALÂÎK: Mahlükat, yaratıklar. HALİK: Her şeyi halk eden, yaratan Tann.
HALLAC-1 MANSUR: Şeriata aykırı görülen bazı sözleriyle, hareketleri yüzünden Hicret'in 309'uncuyılında Bağdat'ta idam edilen Ebû Mugıys Hüseyin Ibni Mansur al-Hallac'dır.
HAMEL: Güneşin medarı on iki kısma bölünmüştür. Bunlardan her biri bir burçtur. Her birinde bulunan sabit yıldızların durumlarına ve şekillerine nazaran her birine bir ad takmışlardır. Bunlardan kuzuya.benzeyen burç Hamel adını almıştır. Diğerle-,ri: Sevr, Cevza, Seretan, Esed, Sünbüle, Mizan, Akrep, Kavs, Cedî, Delv ve Hut'tur.
HÂSÎF; Yere batmak.
HÂTÎF: Ses veren;gayb âleminden haber veren melek mânasında da kullanılır.
HAYVAN-I NÂTIK: Konuşan hayvan, insan.
HELİYLE: Mülâyemet veren bitkisel bir ilaç.
HEVÂ: Nefsin bir şeye meyletmesi, arzu.
HtCAB: Matlubu, gözden görünmekten gizleyen bütün şeyler.
HİKMET: Eşyanın hususiyetlerini, asıllarını hakikat ve hükümlerini tesirlerini tanımak
bilmek ve onlara göre hareket etmektir. Bunu yapana da hakîm denir. HİZLAN: Tann'nın rahmetinden mahrum olmak.
HUDU: Huşu, hudu ve tevazu ıstılahta bir mânaya gelir. Bunun kalbde daimî bir korku
olduğunu da söylerler. HUDUS: Adem ile mesbuk olan yahut vücutta gayra muhtaç olanlar. Sonradan ortaya
^ıkma.
1
İBLİS- Hazreti Âdem'e Tanrının emrine rağmen, tekebbüründen secde etmediği için daima lanetle anılan şeytan. İblis-i pür telbis, hilekâr, yalancı şeytan.
İBRAHİM: Babil hükümdarlarından Nemrud'un veziri Âzer'in oğludur. Âzer ise put ya-pıp satar, bu şekilde putperestliğe hizmet ederdi.
İDRİS- Peygamber'dir. Kendisine göklerin esran açılmış, 365 yaşında iken Tanrı tara-fından göklere kaldırılarak melekleri tedrise memur edilmiştir. Rivayete göre kalemle yazı yazan ilk kimsedir.
TKAB: Azab.
İLLET-İ ÛLÂ: HUkema'ya göre bütün varlıkların var oluşuna sebep olan Akl-ı küll'dür Bu aktif sıfatlar bir pasif sıfat hâsıl etmiştir. Bu, Nefs-i küll'dür. Bu her ikisinden
gökler meydana gelmiş, göklerin dönmesinden unsurlar (su, hava, toprak, ateş)-
anasır var olmuş, yine göklerle anasırın birleşmesinden de cemâd, nebat ve hayvan vücuda gelmiştir. Bu inanışa göre Akl-ı küll yaratıcı kudretin yani Tanrı'nm zatî iktizasıdır.
Tann'nın meydana gelen yalnız Akl-ı küll'dür. Akl-ı küll'den Nefs-i küll meydana gelmiş ve evreni bu ikisi göstermiştir. Lügat anlamı, ilk sebeRsebeplerin sebebi de-mektir.
İLLÎYYİN: Yedinci kat gökte bir yerin adı. Cennetlerin en yüce ve en iyi yeridir İLM-I KİMYA: Eskilere göre, civayı bakır vesair madenlerle karıştırıp, buna iksir ilâve ederek suni olarak altın elde etmek bilgisidir.

r
. „ Hnnımlarına ve hareketlerine istinaden hükümler çıkarmak İLM-1 NÜCÛM: Y«^*»n duru
ilmidir. . pl cabukluğu ve hileler ile bakanlara mevcut olmayan şeyleri
İLM-Î SİMYA: Birtakım
göstermek ılnıı ır^eveccünten hâsıl olan Tann'nın emrine muhabbet. İNAYET: 'b^i,VeSofiier nazarında insanlar üç kısımdır. Birinci kısım son mertebeye İNSAN—1 KAM . '. n, kâmiller, ikincisi sâlikler, üçüncüsü bunlar dışında kalan ve erişenler yam kimselerdir.
yfSnDörtSyük melekten birinin ad,.
tSRArlb: " klimak, kararını bulmak, yükselmek veya yüksek olmak, üstün olmak,
İSTİVA: Ka/a^u,maı{) dosdoğru varmak, istilâ eylemek, denk olmak ve kaplamak mâ-
bir duze barikatlarda hususi bir mânası vardır. Mânevi hilâfet makamına da nalanna genr.
İstiva denilir. İT AB: Azarlama, tekdir.
'va Peygambere ve Tanrı buyruklarına inanmayan. £AF*R„£"n„'evvelâ kalemi yarattı." hadîsi gereğince ilk yaratılan basit cisme ka-KALEM: ^ jlâhi .]mjn j^ufassai bjr hale gelmesine vasıta olan kalemdir.
KERAMET' Nübüvvet dâvasında olmayan bir kimse tarafından meydana gelen hariku-
SsRET- Çokluk, bolluk. SrHUDA Ev sahibi, aile reısı. ww Olmak, varlık, var olma, vücud.
K m'•' FESÂD: Cisimler âlemi, bir taraftan vücuda gelip bir taraftan mahvolmak-KEten ibaret olan fâni, ölümlü dünya, tabiat. KEVN Ü MEKÂN: Alem-i vücud.
KIPTÎ- Mısır'da oturan bir taifeye mensup kimseye denir. Nuh'un oğullanndan biri.
Hâm'ın oğlu Kıbt'tan şubelenmişlerdir. Hindli çingenelere Kıbtî denir. KİBRİYA: Fazla büyüklük, ululuk. Tann'nın sıfatlarındandır.
KUTUP' sofiler kendi derecelerini talipler, müritler, sâlikler, salihler, tahirler, vâsıllar ve kutup olmak üzere 7 dereceye ayırmışlardır. Kutup en yüksek derecedir. TTTUP- En yüksek tabakadır. Her devirde Tann'nın halifesi olan ve Tanrı tarafından ki âleme tasarruf kudreti verilmiş, bırakılmış olan bir kişi bulunur ki buna, Kutb-ul 1 kvab-kutuplarm kutbu denir. Her bunalan insanın kendine sığınması itibariyle Gavs da denilir. Bunun feyzi ruh gibi bütün âleme sirayet eder. Kutb-u zaman, Kutb-u asr KüFÜrlf Aslen bir şeyi örtmektir. Tanrı'nın emir ve nehiylerini inkâr etmek. -KiıRSÎ- Emir ve nehiy mevzii. Akl-ı küll ve Nefs-i küll cevherlerinden akıl ve nefis halk-lundu Peygamber, bu halkolunan şeye arşj hükema, felek-i atlas ismini vermiştir. Bu suretle o feleğin de akıl ve nefsinden sekizinci felek, müfessirlerce Kürsi yaratıldı.
L
LE VH: Levha üzerine yazı yazılan şey.
LEVH-Î MUHFUZ: Tanrı, rivayete nazaran, âlemleri yaratmadan önce bir levh ve bir kalem yaratmış ve olacak her şeyi o kalem ile bu levha üzerine yazmıştır. Korunmuş levh demektir. Mukadderattan kinayedir.
M
MAHV: Kulun Tann'nın zatında varlığını yok etmesi. MAKAM: Sâlikin zevkini bulduğu ruh hali. MASİYET: Tann'nın emirlerine kasten itaat etmemek.
MEKRUH: Terk edilmesi doğru ve müreccah olan iş. Eğer bu hareket harama daha yakınsa kerahat-i tahrimiye, helâle daha yakınsa tenzihiye denir. MELEKÜT: Lügat mânası: Büyüklük, saltanat (bâtında). Gayb âlemi. MERDÛD: Reddedilmiş, koğulmuş şeytan.
MESİH: İsa Peygamber. Hastalara meshedip şifa vermesinden Mesih denilmiştir.
MEVT: Ölüm, mevt-i ihtiyari mevt-i ıztırarî, yahut zaruri: "Hesabınız sorulmadan kendi kendinize sorun, ölmeden evvel ölün." diye Hadîs rivayet edilmiştir. Sofiler, bu ölüme mevt-i ihtiyarî-dileyerek ölmek, yani ölmeden evvel beşeri vasıflardan ölmek derler. Asıl ölüme de yani ecel yetmesine de "mevt-i ıztırarî, ister istemez ölüm" derler. İhtiyarî ölüm, mecazî varlıktan ölmektir.
MUHAKKİK: Varlığın hakikati kendisine olduğu gibi zahir olan, delil aramadan Tann'yı gören eşyanın aslını, hakikatini Hak olarak gören, bilen insan. Tasavvuf dışında hakikati delilleriyle ispat edene muhakkik denir. Bunun zıddı mukallittir. Maârifte bunların birçok yerlerde izahı geçmektedir.
MUHTESİP: Şehrin bilhassa ahlâk düzenine ve bununla ilgili belediye işlerine bakan zaptiye memuru.
MURAKABE: Sâlikin kendi kudret ve kaliliyetini bırakarak Hakka nazır olmasıdır. MUSHAF: Kur'an'm sahifelerini toplıyan, şirâzeli mücelledin adıdır. İki yanındaki kap-
lanna da deftereyn, iki defter denir. MUTLAK: Hiçbir suret ve hiçbir vasıfla kayıtlanmayan, mutlak varlık: Tanrı. MÜCÂHEDE: Nefsi, bedeni meşakkatlere sokmak ve heva ve hevese muhalefet. MÜKÂŞEFE: Bazı sırların kul gönlünde Tann tarafından, Tann'nın inayeti ile, keşif ve
ilham yoluyla belirtilmesidir. Bu, kalbi tasfiye ettikten sonra, ruhun Âlem-i kutsa
çekilmesi ile meydana gelen, aynı zamanda son mertebeyi teşkil eden bir ilimdir.
Hakikat ilmi, bu ilme denir. MÜLHİD: Dini bozan.
MÜMİN: Tann'nın birliğine ve Hz. Muhammed'in mübüvvetine ve İslâm dininin diğer erkânına inanan kimse.
MÜRÎD: Kendi iradesinden kurtularak bir mürşide intisab etmiş olan kimse. MüRŞÎD: İrşadeden, doğru yolu gösteren.
MüŞÂHADE: Eşyayı delâil-i tevhit ile görmek ve eşyada rüyet-i Hakk. MÜŞRİK: Açıktan açığa Tann'ya şerik koşan, birçok tannlann varlığına inanan, Tann'nın birliğine ve İslâm dinine inanmayanlara denir. MÜTEFÂVİT: Birbirinden farklı olan.
N
NÂR: Ateş.
NAS: Aşikâr etmek, mânasında tam bir açıklık bulunan âyet-i cefileden delil maka-mında iradolunan âyet.
NEFS (NEFİS ): İki mânada kullanılır- biri- uaran
kötü vasıfların kaynağı ve esası mânasma%p1 * l *l kuvvetlerini to , zımdır ve bu mücadeleye Cihad-ı ekber dert!*n. "nun,a mücadelede k P,,lyar», yani katı, zatıdır. Birinci mânası ile nefi^ to,. -" u'Ser mânada ise ı,ofi UlUr*mak lâ rahmanidir. ^ ve ^m^mt "^anın hakî
NEFS-İ EMMARE: Sofilerce nefis, sulukta ilerlerken a, ' mânası »e
dan birincisi daima kötülüğe meyleden nw V 1 mertebedir
Hg. BU ^ «r ^ „,koJmak, menMme|( ^
NÛR: Zulmetin zıddı, aydınlık Bayı ™, u , ,. - Km»i»,
ikiye aylardır! Biri K^ÖS^*^ * Uhr ^
nur, dıgen güneş ve ay gibi basar gömüyle mSLv .g ' basiret GVl ^mat -sma sebep o.duğu için Hazret, u4*$jfâgfi^. JgSg. id^en
R
RİYAZET: Dervişlerin az yiyip içerek ve - u .
ıslâha çalışmalarıdır. J y «aima ibad
RUH: İki mânaya gelir. Biri, menbaı cismanî kalbin hn*l * 6 eCİe^k noP.
sıtasiyle peyda olup damarlarla bütün vücuda ri-.s.ı. gU olar» ve u • et,slerini lâtif bir buhardır. Bu mânâs, ile ruh-i K»3 £ Ve ^Jt***1»*** ha ke-i insandır. Âlem-i emrden SSUSTSi^^^fi Seh^ ^ Ruh-i insani budur. mUŞtUl • Ruh bu mânada* w Se» lftt2? j °la"
RÜSTEM: İran esaretinde cesareti vp i^k,., ¦ i ^alb Sl., e-i müdri-
Zâloğlu Rüstem diye de tanm.r kahrama»»ğiyle şöhret hl i andandır. S ;*n Pehlivan
SALİH: İyi içi ve dışı temiz olan ve günahtan kaçman Bövl
mazlar, dağlara çöllere çekilirler kims
SALİK: Makamatta ilim kuvvetiyle değil, hâl kuwetivlp ' ' »«hi**
ayn-ul-yakm derecesine vâsıf olan kimsedir y • SeY)- il "erde otur-
SEFER: Kalbin zikr ile Hakk cihetine seyrind ) h uıe§
SEMİ':Tanrı'nın hakiki sıfatlarındand.r. MânasrS^' °lan; Urflİ *
SETTAR: Esma-y, hüsnayı, lütuf ve kahra delâlet ®$^İtt K
kündür. Rahman, rahim, kerim, settar gibi Yani tHne •
lanı» örter. 8 D1- *atn Tanrı k^0** d* Vl işitir
SEYR: Bir halden bir hale geçmedir. Şâlikin başmdan son ll) *î?)ak mü«**-
SIDDIYK: Gerçek kalben ve fi'ien kendisind; ka*. , Vlp ^ noks^'
atmayan, turlu davalara karışmayan kimse r»^^6^**» kabul edi.misti, Hazreti Ebubekir'in S.d * * °^ L^'rtir
ŞIPTI: Hazret, Yakub un on iki evlâdından doğmuş c, ^ mevda*»*
SİMURG: Mevhum bir kuştur. Zümriid-ü Anka da h ^ W -
bir alâmet varmış. Bütün hayvanlar, X,p in^f' VüT*1 W. ^ peygambennm duasıyle Tanrı'nın gazab.na u» ara n.?, ^Hd ^etf nmla helak olmuş. gazab,na «İ»m,ş, dİ^Wt* V u'
*lSlVl0 . oix,n bayvanc*^^
raber bir y,l(**
SİRKENCEBİN: Bal ile sirkeden yapılan ve harareti teskin eden bir şerbet.
SOFİ: Tasavvuf ehli. Kelimenin menşei hakkında türlü rivayetler vardır. İlk sofiler aynı zamanda din yolundan ayrılmamışlardır.SonralanVahdet-ivücud görüşünde birleşmişlerdir. Bu felsefeye göre, dinde olduğu gibi bir yaratan ile ayrıca yaratılan yoktur. Hepsi de birdir ve yaratılan, yaratılan —mahluk, Yaratan'ın —Halik'in görüşünden ibarettir.
SÛR: Düdük gibi çalınan boynuz .İsrafil adlı melek. Kıyamette bunu üfürecek, bu sesle
herkesin ruhu bedeninden çıkacak ve kıyamet kopacaktır. SURET: Kılık, bir şeyin dışı,dış görünüşüdür.
SÜLÜK: Mânevi bir yolculuktur. Kötü huylan bırakıp, hakikata ve birliğin sımna vâsıl olmak için sofiler bir mürşide, bir şeyh-i kâmile, bir büyüğe uyarak, bağlanarak muayyen bir şekilde mücadele ve mücahedeye girerler. Buna sülûk-ycl elenir. Sâlik bu yola giren kimsedir.
ŞAHNE: Eskiden şehirlerde polis âmiri vazifesini gören memur. ŞAKÎ: Bk. Eşkıya.
ŞAT: Büyük nehir, Fırat ile Dicle'nin içtimamdan müteşekkil büyük nehir. Şatt-ul
Arab, Şatt-ı Bağdad. ŞEKAVET: Haydutluk. Tanrı'nın kulunu ezelden reddi.
ŞİBLI: Adı Cafer bin Yumiş'tir. Mısırlıdır; Bağdat'ta yerleşmiştir. Cüneyd-i Bağ'da-dînin şakirdidir. Bazılarına göre de Horasanlıdır. Hicri 334 senesinde vefat etmiştir.
T
TAÂT: Tann'nın emrini yapmak, nehyini yapmamak. TAHRÎM-.Haram kılmak.
TARİK: Maddî ve manevî yol. Sâliki Hakka götüren yol. TARİKAT: Dini ve fikri bir heyecanla Tanrı'ya yakınlaşmak yollan. TECELLÎ: Görünmek, ayan olmak, Tann'nın muhtelif kabiliyetlere göre kudretinin, eserlerinin eşyadan zuhuru. Müminin kalbinden feyz-i ilâhî eserlerinin zuhuru. Çoğulu: tecellîyat. Tecellîgâh: tecellî yeri. Tecellî üç kısımdır: suri, zevki, berkidir. Surî tecellî bütün varlıkların sûretlerindendir. Zevkî tecellî ilimler ve maariflerdedir. Berkî tecellî müttehitlere has, ihtisas tecellîleridir. TERÂHİ: Geri çekilmek, geri durmak. TEVBE: Günahtan isteyerek rucu etmektir.
i u
, URUÇ: Tasavvufta bir devir nazariyesi vardır. Alem-i gayb'ten Âlem-i şuhüd'a inen varlık ilk önce cemâd, sonra nebat, hayvan, en sonra insan suretinde tecelli eder. Kudretin bu sim, bu şekilde anasırdan geçerek insan mertebesine yükselince, asıl hakikatmdan haberdar olmak ve aslına dönmek ihtiyacını duyar. Ondan sonra derece derece yükselerek Hakka vâsıl olur. Alem-i gayb'tan Âlem-i şuhûd'a inmesi seyr-i nüzul, tekrar anasırdan yükselerek aslına kavuşması seyr-i unu;'tur. Buna devir denir.
i USTURLAP: üzerine gök küresinin haritası çizilmiş yarım daire şeklinde bir âlettir.

Bununla yıldızların yeri ve bilhassa güneşin doğuşu ve batışı ile zeval vaktinin saati tâyin edilir. UZLET: Halk ile teması kesmek.
Ü
ÜMM-ÜL HABÂİS: Fenalıkların anası; şaraba, bütün fenalıkları doğurduğu için Ümm-ül habâis denir.
V
VAHDANİYYET: Bir olmak, şeriki ve nâzîri bulunmamak. VÂSIL:îdrak-ül gayib, ulaşma.
VECD: Cehdsiz ve tekellüfsüz olarak kalbe varit olan şey.
VELÎ: Dost: Tasarruf sahibi ve emîr mânalarına gelir. Tanrı adlanndandır. Sofilere nazaran velîlik, nebîlikten daha üstündür. Bir, Hak'la halk arasındadır. Bir de Hak'la muamelesi vardır ki, buna (velayet, velilik) denir. Velayet, kulun nefsini fâni kıldıktan sonra kaim olmasıdır.
VERÂ: Sakınmak, günahtan haramdan sakınıp perhiz etmek, tekva. VİRD: Sülük esnasında, muayyen vakitlerde okunan tertip edilmiş dualara vird-evrak denir.
VÜCUD: Ferdin beşeri vasıflarının gizlenmesi vasıtasiyle ve hattâ Hakkın vücudu va-sıtasiyle ortadan kalkmasıdır. Çünkü hakikatların sultanı Hakk zuhur edince beşe-rilik bakî kalmaz.
VÜCUD-U MUTLAK: Mutlak varlık Tanrı'dır. Her şey O'ndan varolduğu için asıl var Odur ve varlık O'nundur.
Y
YAKÎN: Bir şeyi şüphesiz olarak tam ve doğru bir inançla bilme. Şüphenin ortadan kalkması, sâlik müşahedede mütertıekkin olur ve karar bulursa kendinden fâni ve Tann ile bakî olursa, yakîn makamına erişir. Bu itibarla yakîn, bütün ahvalin aslı ve sonudur. Yakîn halinde her şüphe arifin gönlünde yok olur. Büyük sofiler yakîni, hal lerin nihayeti ve bütün ahvalin bâtını bilmişlerdir. Yakîn üç türlüdür. îlm-ül yakîn, Ayn-ül yakîn ve Hakk-ul yakîn. Ehl-i yakîn de üçtür. Yakîn-i asgar ve umûm. Yakının ilk makamıdır. Kul nza makamına erişirse, yani Tann'nın verdiği şeye razı olursa yakîne ermiş olur. ikincisi yakîn-i havas'tır. Bu halde sâlik yakînle ünsiyet peyda etmiştir, üçüncüsü, büyüklerin ve havas'ın ileri gelenlerinin yakînîdir. Bu merhalede sâlikin Tanrı'dan başka bir arzusu olmaz ve ondan başkasına bakmaz. Yakîn için bir nihayet tasavvur edilemez. Ayn-ül yakîn, bir şeyi kendi gözleriyle görerek mahiyetine yakîn hâsıl etmedir. Buna kalbîmüşahede ile hakikî vahdeti görmek de denir, îlm-ül yakîn, nebilerin ve velîlerin irat eyledikleri ilimler ve marifetlerle Hakkı bilmektir. Hakk-ul yakîn ise, ahadiyet makamında Hakkı müşahede etmektir. îlm-ül yakîn ulemânın derecesi, ayn-ül yakîn- ariflerin makamı Hakk-ul yakîn dostların fena bulduğu yerdir. îlm-ül yakîn, mücâhede; ayn-ül yakîn muâneset, Hakk-ul yakîn müşahede ile olur.

nın zik-
AHID: Zühd ve takva ile meşgul olan. ?p Bir §eyJn varlığı ve hakikati. JJ-KAVET: Keskin anlayışlılık. ^.İNDIK: Sıddıyk'ın aksi, dinsiz.
^KIR; Anmak, Tann'dan gayrı olan şeyi gönülden çıkarmak için daima Tann * ri üe meşgul olmak. Tanrı'nın adını söylemek ve düşünmek. Gazâlî'ye göre bütün ibâdetler bu neticenin husulü içindir. Bütün ibâdetlerin maksudu Tann'yı yâdet-mektir
ZÜHD : Dünya nimetlerinden, şehvetten ve muştehi olan her şeyden nefsini kesmektir. ZÜNNAR: Papazların bellerine bağladıktan ve ucuna haç astıkjan yün kuşak. Kendini Tann'ya vermek mânasına da kullanılır.