1943 Aralık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1943 Aralık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kaynak: TÜSTAV - Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı Arşivi

ımlar
İÇİNDEKİLER
Hilm;;; azma GÖiŞiş dmiiz Hlim.
Hümaı
:Kena
ıiîgB®MEosyal Şartlan Türk HBnanistiTevfik Fikret ıizma ve insanlık
Kültür Birleştirici mi bir?
. Öğretimli Lisede
r Mahalle» den
n içinden : Klasikleri leıı Tereiimeg
Adımlar
Doç. S'r.'Muzaffer Ş. Başoğlu
Doç. Dr] Behiee S. tloran
Zeki BaS^^KS
Prof. W. Ruben
(Çev. Remzi önet
Prof. H. WaJlon
(Çev. Hüsnü Baki
Ernst Glaeser
(Çev. Burhan Arpad)
J. Steinbeck
(Çev. R. Güran)
A n içinden : Klâsikleri ( 1er.
Y ,onlar : Fikir Hayatımızda. Bir Dönme Hâdisesi Dai;
aaffer Ş. Başogıu.
Koyun içinden: Toj.>rş^ıru KayûçdeırKöyİİİ ,(Nabi Dinçer)
ii. - (Dr. Mu-
Adımları Beğeniyorsanız
Abone olunuz, Abone bulunuz.
Adımların Okuyucu Sayfası:
Adımlar, bugünün hayat ve sanat gidişini yakından takip ederek okuyucularına bildirmek için çalışıyor. Daha faydalı olabilmek için, Adımlar’da ele alınan mevzulara okuyucularımızın kendi hayat tecrübelerinden, bilgilerinden katacakları gerçekleri, düşünceleri de öğrenmek ve okuyucu sayfamızda yaymak istiyoruz. Yazılar hakkmdaki mütalâalarınızı, Adımlar’da ele alınmasını arzu ettiğiniz mevzuları lOkuyucıı Sayfası» na bildiriniz.
Gelecek şâğflMLmnızda ı
Cemiyetlerin değişmesinde sanat Durkheim-Ziya Gökalp Sosyolojisinin
Tenkidi, Ankaraıinızda bu günkü fikir cereyanlar Umumî Kültür ve:meslek seçimi. Gençliğin Sosyal Psikolojisi, Radyonun Sosyal psikolojisi, Sinemanı Sosyal Psikolojisi, Modern Mimarî anlayışı, Yaratılma halinde olan Dünya Edebiyatından örnekler. h.h.-Y
^^^veN eşriyatMüdfeü : DnBehke Sadık^^^m 1Alh i'yfi&iİ60 krş.yrilhgı 'lÜÜÖ krş. -
Adres :®Mjımlar, Posta Kutusu 61, Ankara
ADIMLAR
Aylık Fikir ve Kültür Dergisi
YIL: |___IlkkAnun 1943 _ Sayı: 8
Hümanizma Görüşümüz
İçtimaî hayatımız, yaşayış tarzımız zarurî bir surette değiştikçe, her sahada yeni istikametlere doğru yöneldikçe eski kıymetlerin, eski mefhumların kalıplan zorlanıyor, bu değişme seyri içinde yeni mefhumlar, yeni kıymetler aramak zarureti beliriyor. Değişme halinde, geçiş halinde bulunan her cemiyeti, hattâ bütün insanlık, bu zarureti şiddetle duymaktadır. Girilmekte olan yen i istikametleri ifade etmek için muhtelif zümreler, muhtelif aydırlar tarafından ortaya muhtelif mefhumlar sürülmektedir. Bu arada, son yıllarda memleketimizde e t rafında en ziyade miinakasa uyandıran mefhumlardan biri «hümanizma» dır. İşin, üzerinde en ziyade dikkatle durulması lâzım gelen taraflarından biri şudur ki hümanizma münakaşalarına karışanlar arasında birbirine tamamiyle zıt fikri temayüller güdenler var. Demek ki bunların hümanizma mefhumundan anladıkları mânalar ayrı ayrı şeylerdir. Bunu göz önünde tutarak Adımlar daha nk şayiamda hümanizma hakkmdaki durumunu şu satırlarla hulâsa etmişti:
«Tarihin seyri içinde, samanlarına göre, insanın maddi ve manevî gelişmesine, daha hür olmasına, insan haysiyeti ile yaşamasına, genişliyor! ufuklara. doŞru-yol almasına hizmet etnûş bütiin fikir! kültür
Doç. Dr. Muzaffer Ş. BAŞOĞLU ve teknik hamlelerine hayranız. Bunlar bütün milletlerin, bütün insanlığın kıymet hâzinesidir. Tarih boyunca gelen, durmıyan ve her yeni nesille zenginleşecek olan bu hakiki kıymet hazineşiyle insanlığımızın kıymetlendiğine inanıyoruz. Bu hakiki hii-manizmaya hışiılığımızla biz de hümanistiz. Bu hakiki hümanizma ile millî kültür bağlılığı birbirinin at değildir. Bu hiima-tıizma jrjîndş biz ue varız.
Fakat, bugün garpta kendine «hümanizme » adını veren ve yukarı nı ana çizgileriyle belirttiğimiz mânadan ayrı ve dar bir mân 3 taşıyan sarih bir cereyan vardır. Avrupa'da ve Amerika'da bu «hümanist» 1er ve iyeni hümanist» 1er (nco-humanists) kültür ye insan kemalinin yalnız geçmişte, eski Yunan'da, eski Romad ı Röncsansta bulunduğuna inanan insanlardır. Bunların nnımn.tsillerine büyük, fakat izahı güç ol-mıyan sebeplerden dolayı umumiyetle insan ilimlerinde geri kalmış olaıı, dünya üniversitelerinde de rastlıyoruz. Bunlar, kemâle, olgunluğa varmak için, hattâ bugünün yeni istikametlerimi bırakmak pahasına olarak, mâziye dönmek, onlar gibi yaşamak, onlar gibi duymak iddiasını güden mâzr düşkünleridir, Bu cereyana mensup o|an insanlar arasında zamanımızın maki-na, efidüstri,medeniyetinin' insan ruhunu
249
bozduğuna inanan mürteci insanlar da vardır, Bunların terbiyecileri arasında, mekteplerde bugünün ihtiyaçlarından doğan faaliyetlerin, bilhassa teknik faaliyetlerin, aleyhtarı olanlar vardır, insanın zekâ ve Şahsiyet olgunluğuna, teknik öğretim ihmal edilerek, yalnız lâtince yolu ile varılacağına inananlar vardır. Halbuki biz, yirminci asır yıllarının kültür sahasındaki başarılarına da ve makinenin (iyi plânlaştığı takdirde) insanı şimdiye kadar görülmemiş derecelerde yükselteceğine inanıyoruz. Yarının, milletimiz ve insanlık için dünden daha parlak imkânlara gebe olduğuna inanıyoruz.
«Bununla, geçmişin büyük kültür, sanat ve fikir eserlerini inkâr ediyor değiliz. Bilâkis milletimizin yç dünyanın büyük eserleri olmadan, Yunus, Nasrettin Hoca, Sinan, Fuzulî, Fikret, Homeros, Eflâtun, Aristo Viı-gil, Geordano Bruno Galile, New-ton, Shakespeare, Goethe, Tolstoy, ilh.. gelmeden bugüne gelemezdik diyoruz. Tam vatandaş ve in-san olarak genişlemek, yükselmek için bunlarla genişlemek, bunlarla yükselmek lâzımdır, diyoruz. Fakat bugünü inkâr ederek, bugünü hor görerek değil.. Evvelâ bugünü içten duyduktan, bugünün hamlelerini kavradıktan, bugünün iştiyaklarım sezdkit.en sonradır ki bunu gerçek olarak başarabiliriz. Böyle anlaşılırsa. geçmiş, ölü bir yük olmaktan çıkar, yeni hamlelerimizin bir kaynağı olur. Biz geçmişe bugünden bakıyoruz; geçmişi bugünün bin-bir tecrübeden sonra elde edilmiş o gözlükleri ile görüyoruz. Geçmiş, Üeri gidişimiz üzerine yüklenen bir yiik, bizi geriye çeken bir engel olduğu zaman onu tereddütsüz sırtımızdan atarız. Biz kültür sahasında inkılâpçılığı bu mânada anlıyoruz.»
O zamandan beri çıkan yazılan ve hümanizma anketimize verilen cevaplan göz önünde bulundurduğumuz zauıaıı da bu fikirlerin isabetli fikirler olduğuna kani bulunuyoruz.
Adımlar ın hümanizma anketi,.bu sayıdaki hulâsa yazısında da görüleceği gibi, hiimanizma hakkmdıı birbirinden aykırı
görüşler olduğu hakikatini bir defa daha belirtmiş oldu. Hümanizma hakkında birbirine aykırı görüşler yalnız bizim aydınlar, «seçkinler» çevresinde bulunan bir zıddiyetler hali değildir. Garpte de bıı aykırılıkları ve zıddiyetleri görüyoruz. Garpta da, bir tarafta insanın insanlık vekanm yükselten, insanın hürriyetini, madde ve kültür varlığını yükselten, genişleten, bu u-ğurda hayatları da bunun dışında kalmamak üzere her şeylerini feda eden hakikî ve samimî insancılar var, öteki tarafta kendilerine «hümanist» diyen ve, klâsik kültür namına, insanların dikkatim bugünün müşahhas hayat ve kültür problemlerinden ayırmakta fayda görenlerin hizmetinde çalışan «seçkin» ve erişilmez mertebede allâme korkuluklar vardır..
Hümanizma namına, halk kütleleri için zararlı ve hattâ korkunç bir mazi düşkünlüğü yapanları, bugünün harp içindeki Avrupasmdan seçtiğimiz bir misalle teşhir etmeği yeter görüyoruz; Yazılarının özü bakımından son senelerin yeni nizam ve Avrupa birliği fikirlerine ayak uyduran kıta Avrupası m metlerinin diğer milletlerle yaptığı mücadeleleri iri puntolarla basan, efsaneleştiren bir macar kültür mecmuası da (Nouvelle Revue de Hongrie) «hümanist». tir. 1943 yılının ilk ayında çıkan sayısının başında iri puntolarla (Hongrie, huni anisme, latinitâ) başlıf ı altında «hümanizma» yaptığım ilân etmektedir.
Adımlar'ın bu sayım hiimanizma münakaşalarında müşahede ettiğimiz bu karışıklığı müşahhas misalleriyle göstermek,
İnsan vekannm, hürriyetinin ve refahının yükselmesine ve genişlemesine hizmet eden, düno ve bugüne ait, her cehdin. her eserin temsil ettiği hakikî insancılığı bütün kalbimizle alkışlamak.
Bugünün hayat ve kültür imkânlarına gözlerimizi kapayan, kapadığı için mazi düşkünlüğü, mart hasreti olarak tecelli eden ve memleketimize garbın geri muhitlerinden getirilen.,«hümanizma* fikirlerinin sakatlığını, ölü kalıp hafine gelmişliğiniortaya koymak içim çıkıyor. Çünkü biz mil-
250
Jetimizin hakikî refah ve kültür gelişmesinin gerçek imkânlarını, garptan dahi gelse, her türlü kalıp haline gelmiş mefhumları artık büsbütün geride bırakmamızda,
mürteci otarşi fikirlerinden büsbütün kurtulmamızda, insan topluluğunun bir parçası olarak, onun ileri temposuna ayak uydurmamızda buluyoruz.
Memleketimizde Hümanizma Yazıları
Bir makalenin sınırlan içinde, bizde hiimanizma hakkında şimdiye kadar yazılmış olan bütün yazılan gözden geçirebilmeğe imkân yoktur. Burada sadece son birkaç yıl içinde bu konu üzerinde ileri sürülen belli başlı, birbirinden farklı fikirleri ele alacağız, Hümanizmayı bir mesele olarak ele alıp, bunun etrafında memlekette bir fikir cereyan! yaratmak, hümanizma yolu ile kültür problemlerimizin halledilebileceğini müdafaa etmek teşebbüsüne ilk olarak 1940 da Yücel mecmuası girişmiş olduğundan yazımıza bu noktadan başlıya-biliriz.
Yücelcilerin hümanizma karşısında aldığı vaziyeti bir cümlede hülâsa etmek mümkündür: «Hümanizma arayıcıhğı ile kendimizi bulmak». Netekim kendüeri de bu cümleyi bir şiar olarak dergilerinin baş sahifesine basıyorlardı. Dikkat edilirse bu kısa cümlede birbirinden ayrı iki unsur var: biri «arayıcılık zihniyeti», diğeri d.e bu yol ile «kendimizi bulmak». Arayıcılm bahsi üzerinde Yücelciler, bütün dogmalardan, naslardan sıyrılarak, kendi aklımıza güvenerek, aklî objektif metodla hâdiseleri araştırmayı, meseleleri ele almayı kastediyorlar. Avrupa'dan «zevahiri» değil, Avrupa kültüürnü mümkün kılmış, yaratmış olan «zihniyeti» alalım,; diyorlar.
Aklî, objektif rtıetodlaS peşin -hükümlerden, dogmalardan: sıyrılarak realiteyi
araştırmak teşebbüsüne denecek bir şey yok; fakat neden bunu hümanizma olarak ileri sürmeli, hümanizma olarak müdafaa etmeli?. Rasyonel, metodlu, objektif yollardan realiteyi araştırma zihniyeti müs-bet ilmin zihniyetidir; bu zihniyetin, 14-16 inci asırlardaki «hümanist» lerin çalışmalarından, ve eski Yunan ye.Roma filozoflarının eserlerinden ziyade, çok daha ziyade, bugünün en gelişmiş müsbet ilminde bulabiliriz. Hümanizma, modem Avrupada aklî metoda ilk itibar eden bir cereyan olabilir ve bu bakımdan ona tarihî bir kıymet izafe edebiliriz; fakat dahamütekâmil örnekler varken, neden daha gerisine gitmeli? Hümanizmadan değil, İlmî araştırma zihniyetinden bahsetmek daha doğru olur. Hümanizma anlayışının ikinci unsuruna gelelim (bu noktaya daha sonra başka yazarlarda da rasthyacağız.) Bu «kendimizi bulmak» nedir? Yücelcilerin o zaman . tertip etmiş oldukları «Hiimanizma münakaşaları» gurubunda, daha başta, Hüseyin Cahit Yalçın soruyor: «Zaten kendimizi aramak tabiri bana karanlık geliyor, Kendimizi aramak ne demektir ? Ne arayacağız? Kendimizin nesini bulacağız?» Aramanın hedefi ve sonuçûne olduğu hususunda Yücelciler pek vazıh değildirler. Bir, «hü-manist» ahnijçetle «içtimaîj siyasî v.s. müessesleri» araştırmak, «insanın nefesinde ve benzerleri ile'-.olan münasebetlerinde tet
251
kikini yapmaktır; bir de, «asla, köke, in-san’a gitmek» tir. İyi ama, bu «asıl», bu «kök», bu biiyiik harfle yazılan «İnsan» nedir? Sosyal, siyasî v.s. müesseselerin araştırılması güzel; ama bunun sonunda biz «kendimizi», asıl, kök olan bir şeyi (neyi?) bulacakmışız. Bir taraftan aklî ve objektif metodu müdafaa ediyorlar, diğer taraftan, bu noktada, aklî, reel ve objektif yoldan ayrılıyor; ne olduğu bilinmiyen, tarif edilmiyen bir «cevher», metafizik bir varille arkasından, koşmıya başlıyorlar.
Rasyonel vasfı belirtilerek ileri sürülen bu «hümanizma» daki bu irrasyonel unsur 1943 yazında Ulus gazetesinin «Fikir Hareketleri» sayfasındaki bazı yazılarda daha vazıh olarak beliriyor. Bu sahife-lerde Yavuz Abadan «Millî Hümanizma» yazılarında esas itibarile Yüceleilerin an-.rışında bir fikri ileri sürüyor ve işaret et-l: imiz, irrasyonel, metafizik unsuru daha açıkça ifade ediyor: «Hümanizma insanlığın kendini yemden buluşu, kendi varlığında aslî cevhere dönüşü manasını ifade eder. -Hümanizm inan» bereketli tesirlerinin sıramın, bu ■ ■ la dönüşte, yani insanlığın öz cevherini idi âkile kendi varlığındaki ezeli ve ebedî kıy metlere dayanışında aramak gerektir, .' tık böyle, «aslî cevher ve bu «öz cevher» de saklı «ezelî ve ebedî kıymetler» i aramağa çıktıktan sonra, ilmi metottan, rasyon.i, objektif, peşin hükümlerden kurtulmuş bir zihniyet ve metodla realiteyi araştırmaktan, nasıl bahsedilebilir ? ( Aslî cevher .,, ezelî ve ebedî kıymetler» «insanın aslı, kökü» gibi mefhumlar peşin hükümlere, tabiî hâdiselerin üstünde bir takım metafizik cevherlerin kabulüne delâlet etmez de neye eder? Bu gibi mefhumlardan, bu gibi varlıkların mevcutiycti ile işe başlamak, rasyonel, objektif. Sağmalardan kurt olmuş zihniyet ve metoda, ilini zihniyet ve metoduna tabâıı tabana Üttür.
Bir başka noktadangdşj Yavuz Abadan bu çeşit,bir hümanizma anlayışındaki İrrasyonel, mistisizme gŞtüreıı unsuru âçı’-ğa vuruyor. Millî hümanizma^ nın yalnız akla yer vermı-lçİ’ kal&dığınj, hislere de
pay ayırdığını söylüyor ve «işte bu noktada, diyor, Türk dünya görüşü: hümanist düşünce sisteminin sırf rasyonel özünden ayrılıp, irrasyonele veya mistiğe sapmaksam romantik bir istikamet alıyor». Bu satırlarda Yavuz Abadan «Türk dünya görüşü» diye ileri sürdüğü hakikatte kendi görüşünün irrasyonel ve mistiğe götürür bir görüş olduğunu reddediyor, fakat bükere rasyonelden ayrıldığını kabul ettikten ve mütemadiyen «öz cevher», «aslî cevher» gibi bir türlii tarif etmediği (ve edemiyc-ceği) bir takım reel üstü mefhumlar etrafında dönüp dolaştıktan sonra, hâlâ nasıl irrasyonele ve mistiğe gitmekten kurtula-bilinir?. Nasıl olur da bir şey hem rasyonelden ayrılmıştır, hem irrasyonel de değildir?
Muharrir, «millî hümanizma» tâbirinin ilk bakışta mütenakıs gibi görünmesine rağmen aslında bir tenakusun mevcut olmadığını ileri sürüyor. Yücelciler de zaten «İnsan» a dönmekten bahsetmekle beraber, hümaniznıanın milli kültürlerin teşekkülündeki rolüne işaret ediyorlar ve milliyetle çarpışmadığım belirtiyorlar. Aynı noktayı bir makalesine konu yapan Ziya-ettin Fahri Fmdıkoğlu «Rönesans, ümani-nizm kanalı fle kültür nasyonalizmine yol açtı» diyor ve hümanizm i kelimesinin «lügat-mânasın dan çok ayı ı o olduğunu, hümanizme ile insaniyetçilıi; arasında Wr ilgi almadığını anlatıyor. Fındıkoğluna göre, millî kültür greko-lâtin kültür kadrosu için-de serpilir, ve «siyasî mânada insaniyetçi-lik» yani muhtelif «millotlerüı karşılıklı saygılarla birbirine baktığı ve siyasî istiklâlini muhafaza ettiği» bir durum, ancak bu millî hümanizmalar geliştikten sonra mümkündür. Siyam insaniyetçiliğe giden yola gidebilmek için «her şeyden evvel bütün diınya halklarının, greku ■ lâtin kültürünün şekillerinde istifade ederek bir defa kendüerindeki bütün epiküryen ve stoia-yeıı unsurları işlemiş olmaları lâzımdır». Ancak, Sokı atı, Epikürü. Epitet’i «ruhlarına sindirmiş» milletler arasında siyam mânada işsaniyetçiliic mevcut olabilirmiş.
Bizim kendi kültür kalkınmamızın hü-manizma yolu ile mümkün olacağını ileri süren yukarıdaki yazarlar ve onlar gibi düşünen diğerleri, anoloji yolu ile muhakeme yürüterek büyük bir yanlışa düşüyorlar. Teşbih, analoji daima hatâya kolayca götüren tehlikeli bir muhakeme tarzıdır. «Avrupada millî kültürler hümanizma yolu ile gelişti, öyle ise bizim kültür gelişmemiz için de aynı şeyi yapmamız, Greko - lâtin kültürüne dönmemiz lâzım gelecektir.» Bu tarzda muhakemo yürütmek, tarihi şartlan dikkate almadan, sanki milletler, cemiyetler sosyal bir boşlukta şu veya bu istikamette gelişi güzel yol alabilirler, gelişebilirlermiş gibi düşünmektir ki gayet hatalıdır. Bu, hümanizma hareketinin, bir sosyal hareket olarak, sosyal bir determinizme tâbi olduğunu, yani muayyen şartlar altında belirip gelişmiş olduğunu unutmak veya kasten dikkate almamaktır (Hele sosyoloji profesörü olan Z. F. Fındıkoğiunun bu hatâyı yapmasına ne denir?) 1-4-16 inci asırların sosyal şartlan ile 20 inci asır ortalarının sosyal şartları aynı mıdır, hattâ birbirine benzer mi? Beş asır önceki şartlardan doğan ve o zamanki ihtiyaçlara cevap veren bir fikir cereyanı bugünün şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun olabilir mi? Bize gereken hayat felsefesini, dünya görüşünü bulmak için bizden tamamiyle ııyn bir tarihi devirde! ayn sosyal şartlar altuı-da yaşamış olan Sokrat, Epikür, Epikb. t'e, değil, eski çağ felsefesine değil, kendi devrimizin şartlarından doğan ve kendi devrimizin ihtiyaçlarına Uygun, bu şartlar altında ilerlememizi mümkün kılacak olan bir hayat ve dünya görüşüne erişmek zorundayız. Bugünkü milletlerin gelişme şartları ve istikametleri dört, beş asır evvelkiler değildir.
Hümanizma müdafaacılarm ileri sürdükleri daha başka sebepler de var. Hümn-nizma anketimize cevap veren Yunus Kâzım Köni’nin işaret ettiği gibi bazıları, mö-' dern dil ve kültürlerle temasa gelirsek milli benliğimizi kaybetmek tehlikesinin belireceğini ileri sürüyorlar. Yunus Kâzım Ko
ni kendisi, hümanizmayı, yalnzı antik kültürlerin örnek tutulması gibi dar bir monada almağa taraftar değildir. Kendi dili-mizin ve eski kültürümüzün, antik kültür ve dillerle ilişiği pekaz olduğundan, Avrupa dil ve kültürlerine ehemmiyet verilmesine de taraftardır.
Bazılarının ileri sürdüğü bu milli benliğimizi kaybetmek tehlikesi» iddiasına şaşmamak elden gelmiyor. Millî benliğimiz o kadar zayıf, temelsiz mi ki modern dil ve kültürlerle temasa gelince kayboluverecek ? Bugünkü şartlar içinde diğer kültürler ile temasa gelmemek, oııla-rm. tesirinde kalmamak imkânsızdır. Hayatiyetini kaybetmemiş, kuvvetli kültürler, başka kültürlerle temasa gelerek benliklerini kaybetmezler, bilâkis bu kültür uyaranları ile yeni filizler verir, gelişirler. Bugünkü dünya ile temastan kaçmak değil, bu temasları çoğaltmamız, bugünün dünyasına, dünya kültürüne bizim de gittikçe katışmamız ieabeder; başka türlü dünya m. -deniyeti ve ileri kültürleri içinde yer alamayız-
Bugünkü dil ve.kültürle’ den uzaklaşıp eski çağa dönmek fikrini müdafaa ederken ileri sürülen diğer bir sebep de kendi devrimizi anlamak için onun dl^ıııa çıkmak Lüzumu olduğudur. Modern Avruparun kültür mahsulleri bize zaman it iban ile çok yakınmış, kendi devrimizin mahsulü imiş. Onun için modern Avrupa İdillerini ve felsefe. edebiyat ve Banat eserlerini tanıyarak kemli devrimizi anlayamazmışız; zira anlamak mukayese ve karşılaştırma ile olurmuş. Tarihî oluşu kavrayabilmek sosyal te-kâmiil seyrini daha İyi görmek için eski çağlara kadar gitmek faydalı olabilir; fakat modern Avrupanııı son asırlardaki geçirdiği gelişmeyi bilmeden, m( -dern Avrupa .yi.sosyal yapısı, tekniği, kültür mahsulleri fle iyice bflip anlnmjidan, «-ski çağın dil ve felsefesi bize bugünü anlamak için nc n^kfâsK Ölçilaü verebilir? Bugünkü Avrupa kültürünün eski çağ gre-ku-lâtin kültürü iliş, benzerliği veya müşterek noktaları ne oluAa olsun, bugünün Av-
253
rupası, bugünün dünya, durumu, Ortaçağın sonlarından itibaren husule gelen gelişmelerin mahsulüdür; bu gelişmeler insan tarihinde ilk defa olarak kapitalist sistem dediğimiz cemiyet yapısı şeklini meydana getirdi; eski çağ medeniyetleri, modem Avrupa cemiyetine ne kadar benzerse benzesin, aynı değil, ayrı cemiyet yapılandır; modern Avrupa cemiyetini ve kültür mahsullerini, her şeyden önce, bu cemiyet şeklini kendi gelişmesi içinde tetkik ederek an-lıyabüiriz.
Bize öyle geliyor ki bu modern dillerden ve kültürlerden yani bugünün dünyasından kaçmak için ileri sürülen sebepler; hayattan, realiteden kaçmak yolunda şuursuz bir isteğin ifadesidir. Bugünün karışık, problemlerle dolu, süratle değişme halinde olan dünyasından ürküyorlar ve pro-blomleri, açıkça, cesaretle karşılayıp halletmek üzere ele alacaklarına, binlerce yıllık mesafeden şimdi kendilerine altın bir çağ gibi görünen eski medeniyet ve kültürlere sığınarak bir emniyet hissi kazanmak istiyorlar,
Hümanizma, klâsiklerin bilgisi, bir de umumî kültü rfculture gândrale) namına müdafaa ediliyor. İhtisasın hüküm sürdüğü ve bir zaruret olduğu bu devirde, hele ihtisasa, mütehassısa pek ihtiyacı olan memleketimizde bu «kültür jeneral» namına yapılan müdafaalar pek hazin oluyor. Klâsikler böyle bir «umumî kültür» veriyor mu ve bu kültürün ayırıcı değil de birleştirici, genişletici bir tesiri olııyor mu? Bu sualin cevabını, bu hususta bizden daha selâhiyetli olan, klâsik kültürün Vatanı Fransanın dünyaca meşhur bir profesörü veriyor. Onun bu yazısını bu sayıya koyuyoruz.
Netice olarak hülâsa edelim: Hüma-nızma 14-16 mcı asırlarda ortaçağın feodal. kilise hâkimiyetini olan zihniyetine karşı fikrî sahada yapılan bir tepkinin adıdır. Zamanına göre 'hümanizma hareketi yeni, ileri, cemiyetin gelişmesine yardım eden bir cereyandı. Hümanizma bu ileri vasfını çabuk kaybetti, sadece ölü'dü ve
kültürlerin tetkikine saplanıp, aynı derecede ölü, günün realitesinden uzak, muhafazakâr bir fikir durumu haline geldi. Yirminci asırda, kendi millî kültür kalkınmamızın bu devrini yaşamış ve artık fosilleşmiş ideoloji ile başarabüeeeğimiz görüşü, bir tarih anlayışı, eksikliği, sosyolojik bir görüş hatâsıdır. Eğer, biz hümanizmimin aklî, objektif araştırma zihniyetini alacağız, denirse, bunun için bugünün en ileri en gelişmiş ilmine müracaat etmek gerektir; daha ileri bir örnek varken, neden daha gerisi? Üçüncüsü, modem dillerden ve kültürlerden ürküp eski çağa baş vurma teşebbüsü, realiteden kaçmak, zorluklardan, meselelerden irkilip bir limana sığınmak ihtiyacının ifadesidir; bu ise, realist, cesur bir hareket değildir. Meseleler kaçınmakla halledilemez, zorluklar kaçmılmakla aşılamaz. Bizim için yol, bugünkü dünya gözünü açmak : bugünkü dünyayı ve gidişini ahlamak ve bu gidişe ayak uydurmak; bugünün ilmini, edebiyatını, sanatını öğrenmektir; çünkü içinde yaşadığımız, hergiin temasa geldiğimiz, meseleleri üe karşılaştığımız dünya, bugünün dünyasıdır. Eski çağ kültürleri bilinmesin demiyoruz, eski eserlerin hiç kıymeti yoktur demiyoruz, fakat kültür kalkınmamızı, gelişmemizi, hümanizmadan, eski gıeko-Iâtin kültüründen beklemek, hümanizmanın müşküllerimizi açıp çözecek altın anahtar olduğunu sanmak hatalıdır, diyoruz. Bugünün meselelerini «dün» halledemez, yine bugünün vasıtaları, bugünün fikir sistemleri, görüşleri, ilmi ile bizler, bugünün insanları. lıaletmck zorundayız; dün» e güvenerek! bir kaçamak yolu aramıyalım.
ADIMLAR
1. Yücel, dil 11, sayı 61, Mart 1940.
2. Ulus, Fikir Hareketleri salıifesl: 28 Mayıs, 11 Haziran, 9 Temmuz, 1943, Yavuz Abadan ın üc makolesr.
3. Ziynettin Fahri Fuıdıkoölu, Umanlzmin iki mâ. nosr», Mili ET mecmuası, Haziran 1943
7 F. Fındıkoatu, «Bizdeki hümanzima cereyanı ve Sokral'ın Mevkii», Ulus, 23 Temmuz. 1943.
4. A'dimlar'ın Hûmârihma Anketine verilen cevaplar: 'Sa«W~4. % /
254
Hümanizmanın Sosyol Şartları
Doç, Dr. Bellice Ş. Boran
Ankara Üniversitesi
Ticaret dünya ölçüsünde bir şekil almadan önce, ticaret sermayesinin hareket sahanı, hemen hemen, ayrı ayn memleketlerde dar hudutlu iç pazarlara inhisar ediyordu. Dünya ticareti sadece ticaret sermayesinin hareket alanını genişletmekle kalmadı, paranın çok mühim bir kısmının bazı şahıslar elinde toplanmasına da sebep oldu. Ticaret sermayesi başlı başına yeni bir devir, istihsal de yeni bir hususiyet yaratmadı, zaten vaziyeti de buna elverişli değildi. Fakat o, iptidaî teraküm devrinde modern istihsal için lüzumlu olan bir sıra şartları olgunlaştırmıştı ki rolü ve önemi do buradadır. Bu devirde herhangi bir^^a.y^ya mal sahibinin sermayedar vasfını hakkı ile kazanabilmesi için onun istihsale sürdiîğii asgarî paranın ortaçağdaki benzerlerinin azamisinden fazla olması şarttır, işte dünya ticareti buna imkân vermiştir. Bazı kimselerin elinde birçok paraların terakümü yeni istihsal şartlanın hazırlamış oluyordu. Bu suretle yer yer maniifaktürler kurulmuş, geniş istihsal faaliyeti başlamış bulunuyordu, istihsalde tatbik edilmekte olan teknik ve pratik bilgi alanında hakîkî teknik inkılâp ayaklı dokuma tezgâhının, su değirmeninin, tabı makinesinin, pergerin vesairenin kuHanıtmasındıın sonra, 15 ici yüzyılın sonlarında vukua gelmiş ve istihsali de daha üeri götürmüştü.
Yeni istihsalin ortaya çıkması ile mad.-. di hayat şartlan yeni bir şekil almakta idi. Ortaçağ feodal istihsalinin temeli yıkılmakta idi. Burjuvaların Ortaçağ nizamı içinde kazandıkları mevki artık» kendüeri-ne dar geliyor, derebeylik sistemi onların serbestçe inkişafına maniJıluyoıpu.&urJi
juva münasebetleri île feodal dünya arasındaki tezatlar zamanla barışmaz ve keskin bir hal almıştı. Bu tezatlar bilhassa ideoloji sahasında, en çok ilimde kendini gösteriyordu. Ortaç ilmi — tabir caizse — kilisenin elinde âciz bir âlet derekesinde idi. Onun, iman şeklinde konulan tahditlerden dışarı çıkmasına müsade edilmezdi. Ortaçağ dogmatizmi artık yeni şartlar, yeni ihtiyaçlara cevap veremiyordu. Adım adım ilerliyen ilmin de kiliseye başkaldırması su-retile ortaçağ fikir sisteminin bütün mirası ile ilgisini kesen büyük bir inkılâp vücuda geliyordu. Bu büyük ilim hareketine karışanlar arasında Bruno gibi, Galile gibi her türlü sınıf vezipnre hudutlarım aşan, kayıt tanımıy an diev şahsiyet Icr vardı. Bunlar bilgiyi halka kadar indirdiler. Hattâ içlerinde Servet gibi bilgiyi halk hareketlerine bağlayanlar bile çıkmıştı. Diğer taraftan sınıf ve ztlmre menfaatlerine bağlı burjuva çevreleri bu ileri hareketi müsamaha ile karşılayanuyacak kadar dar zihniyetle hareket etmekten kendilerini şişmiyorlardı. Meselâ, îspanyali âlim Servet, engizisyonlardan sarfınazar, Calvin gibi üeri bir burjuva ideologu tarafından ateşe yakılmak cezasına çarptırılmıştı.
Yeni burjuva dünyasının inkılâpçıhğı-nın tezahür ettiği diğer bir saha da sanat ve edebiyattır. Rönesans ve hümanizma.
Hümanizme ilk olarak. 14 üncü yüzyılda Itaİyada başlamıştır. Kapitalist istihsalin başlayışı bakımından İtelyada. iktiBadî inkişaf o zaman lıar memleketten ileri idi îtalyanm ekonomik gelişmesi en yüksek haddini 14 üncü ve 15 inci asırlarda bulmuştur. Bu tarihlerde Akdenizin bütün ticareti, şark memleketleı ile olan bütün ma!
255
mübadelesi İtalyan, tüccarların elinde idi. Bütün Avrupada İtalyan mahsulleri, bilhassa çuha, ipekli ve pamuklu dokumaları, silâh ve camlan piyasaya hâkimdiler. Para ve kredi münasebetleri her yerden fazla ileri gitmişti. Rönesans tarihinde Flor insanın en mühim rolü oynayışının sebebi de İktisadî inkişafında diğer İtalyan devlet ve şehirlerine nazaran buranın daha ileri gitmiş olmasıdır. Burada 14-15 inci asırlarda biitün dünyaca şöhretli Mediçi, Sauli, Strozzı, Albizzi gibi bankerler vardı, ki bunlar batı Avrupa feodallerinin, bilhassa tngilzi kırallarının hâzinelerini besliyorlar-di.Roma papalığının gelirinin mühim buklemi da bu bankerlerin elinden çıkardı. Bu sırada Fransanın en Beri ticaret merkezi olan Liyon âdeta İtalyan bankerlerinin bir şehri idi. Floransada aynı zamanda mühim bir kısmı îngiltereden, İspanyadan satın alınan yünlerle dokunan oldukça geniş bir dokuma sanayii vardı. Kapitalist tipte işletmeler ilk defa burada meydana gelmişti. Onun için Italya-nın, bilhassa Floransam» hümanizmanın beşiği olması tesadüfi değildir. Ortaçağ feodal istihsalinin temelleri .yıkıldıkça, ideolojik üstyapısının da yıkılması tabiî îdi. Yeni istihsalin hususiyetlerini doğuran sırtlar muhteva ve şekil bakımından yeni fflr ideoloji de doğm uyordu. Ortaçağ skolastiği, mistisizmi yeni ihtiyaçları karşılayamaz, yeni kültürü ceyreieyemezdi. Ortaçağ ideolojisinde bütün dünya nimetlerinden feragat başlıca msuru teşkil ediyordu. Fâni olan insana dünya hâdiseleri gibi bayağı işlere ehemmiyet vermemek, ahiret için yaşamak ve çalışmak telkin ediliyordu/,Kilise ve Ortaçağ taassubu ilme bayat hakkı vermiyor, insana düşünce ve vicdan serbest-’iği tanımıyor, siyasî ve iktisadi kuruluş d» msanlığın ilerlemesine engel oluyordu, fimin için gözler kadîm Yunan ve Romaya çevrildi. Orada Yunanistanm dahili inkişafını, kurduğu demokrasi rejimi ile cn yüksek ve parlak baha nna ulaştıran: zengin, fakir, kibar, afââde herkesin nfüsavi vatandaşlar olduğun® ididn filen bit Peteikles
/ardı; Sokratlar, Eflâtunlar vardı. Roma-Ja Plebiyenlerin Patrisyenlere karşı inkı-’âpçı hareketlerinin rehberi Gracchus'ler, Mariuş’ler, insanların hür ve eşit doğduklarını haykıran Ulpius'ler vardı. Antik sosyetenin müterakim hâzineleri yeni kültür için lüzumlu ilk maddeleri genç burjuva -nümessillerme bol bol veriyordu. Onun mirası içinde ortaçağ asetizminc (dünyâ nimetlerinden yüz çevirme) karşı mücadele için kuvvetli kaynaklar vardı. Genç burjuvazi kadîm cemiyetin dilinde vc lâik kültüründe feodal ideolojiye karşı mücadelesi için hazır bir silâh bulmuştu.
Yeni cereyanın mümessilleri insanı esas olarak aldılar. Fert olarak insanın menfaati ve haklan ön safa geçti. İnsanı tetkik eden ilimler yeniden başgösterdi. Ortaçağda durakalmış olan insanlık kültürü eski cemiyetin ilim, felsefe, sanat sahasında yaratmış bulunduğu şeylerin yeniden ihyası şeklinde devam etti.
Hümanizma ferdiyetçilik bayrağı altında İnkişaf ediyor, ferdin kilise zincirlerinden kurtulmuşun istiyordu. Rönesans ferdiyetçiliği, sonradan iş bölümünün çok keskinleştiği, sııtaf tezatlarının çok daha derinleştiği zamanlara ait burjuva ferdiyet (.-iliğinden tabiî ki çok farklı idi. Bu ferdiyetçilik her şeyden önce feodal kuruluşun ezgi sine, doğuştan asalet h iyerarşisine karşı çevrilmişti. Petrark, «Atıl olmamakla insanın şerefi bozulmaz»; Braccolini, «şeref ve asalet insanın kendi kabiliyetleri ile ölçülür, yabancılarınki ile değil.. Birden asırlarca evvelki ve bizimle hiç irtibatı olmı-yan bir şeyin bizimle ne alâkası olabilir?» diyorlardı. İhsanlar ve milletler arasında y ükseklik, aşağılık diye derin bir fark uçurumu bulunduğunu iddia eden kimselere zamanımızda bile rastladığımıza göre bu Rönesans mümessillerinin ne kadar büyük, ne kadar geniş görüşlü, oldukları kendiliğinden meydana çıkar.
Bununla beraber hümanistler asıl feodal nizama karşı mücadele edememişlerdir. Başlangıç sırâlâı-ında hüınanisller millî di'.ierilı- yanlılar, ramÇılannın siyasî hâ-
256
«liselerine karttılar. Demokratik temayüller her ne kadar bazılarında kendini göstermiş idiyse de daha 16 mcı asrın başlangıcında bunların büyük bir kısnaı şiddetli bir buhran geçirdiler. Bunun da İktisadî se-' bep ve -şartları vardı. Söyle ki, 15 inci asırda îtalyan şehirlerinde ilk inkişafa bavlıyan kapitalizm İspanyanın sahil şehirlerine geçti. Bu asrın sonunda dünya pazarlarında olan inkılâp ve 15inci asırda Tiirki-yenin zaferleri ile bağlı Bizans yıkılışı gibi İktisadî hâdiseler, 16 mcı yüzyıldaki büyük coğrafya keşifleri üzerine ticaret yollarının Ak denizden Atlantik okyanosuna geçişi, İtalyan iktisadiyatının 16 mcı asır başlarında sukutunu hazırladı. İşte bu iktisadi dekadanB ve feodal reaksiyonun zaferi neticesinde hümanistlerin çoğu, artık bilhns-sa sanat, filoloji ve tarihle uğraşmakla iktifa ettiler. Gerçi bu sahalarda onlar ölmez eserler verdiler, fakat ideoloji sahasında Ortaçağa karşı cezri ve kati bir yenilik gösteremediler. Hümanizma ticaret ve muliye burjuvaları arasında kendisine dayanaklar buldu, ona aynı zamanda yüksek asılzade-lerrden katıla ular da oldu, içlerinde kardinaller de vardı, hatta ag tanesi sonradan papa büe olmuşişL Ruhani: ere, kilise asetiz-mine karşı mücadelede cıı ileri gidenler bile ateizme kadar işi vardıramadılaft hatta içlerinden kazılan papalık makamına karşı bile dil uzatmaktan çekindi.
Eski hümanistler bilhassa iki kaynaktan faydalanmışlardı. Birisi halklnryara-dış kabiliyeti, diğeri de antik kültür. E-itibari ile her ikisini de kullandıklanlıaldr. ikiden birinin temel olarak ahuma bu kültürde iki cereyan uyandırıyordu.Takat halk pek ender olarak esas sayılıyoıgu, bu hususta gayet ihtiyatlı ve çekingen d-v-ranıhyordu. Bu kültürün halkçı karakteri zayıfladıkça, kilik karakteri ağır bakıyordu. Rönes 'iism şehir h'ırtfc iritlrleri fk seçme ziimre arasına aşılmaz bir dıvar koyuyordu. Hümanizıılaya nüfli'z edebilmek için lâtinceyi, eski yunançayı, sonraları da ibreni, eyi bilıncKrieap-^diyordu Hümanistler bu suietle akademilerde.veyii
sair yerlerde yalnız birbirlerine bağlı hususi bir tekke vaziyetine tereddi ettiler. Yeni burjuva kültürünün kurucuları halka yabancılaştılar. Yeni tahssÜs ve fikirlerle değerli sanat eserleri yarattılar, fakat bu eserleri kilisenin ve feodal idarecilerin emrine tahsis etmiş oldullar. Papalığın yalanlarını ve fenalıklarını meydana, çıkaran vesikalar buldular, bu tarihî vesikaların tenkidi için usuller yarattılar, fakat bu usulleri aynı papaların, aynı idarecilerin ellerine verdiler. 1347 - 1354 senelerinde Komadaki halk ayaklanması ve 1378 de Floransadaki inkılâpçı hareketler, hümanistlerin halk yığınlarından kati surette ayrılması için bir vesile oldu. Ve bu ayrılış hümanistlerin tonkit ve hücum ettikleri feodallere yakınlaşmalarına sebep oldu. Pratikte, hümanistlerle idareci sınıflar arasındaki hudut ne kadar çabuk ve kolay kalkıyordu.
Bununla beraber hümanistlerin müs-bet taraflarını da inkâr etmemek lâzımdır. Hümanist felsefe ilk devirlerde hâkim olan lâtin - Roma, numunesini diriltmekle başladı. 15inci asrın ortasında Yunan orijinallerinin zenginliklerine rahip oldu. Pet-rark İtalyan hünıanisşnasmııı ilk devresinin en karakteristik şahsiyetidir. O. eski Roma kültürüne ait bütün vesikaları ihtimamla toplamıştı. Her ne kadar ideolojisinde feodalizmin ve kilisenin tesirleri görülürse de 5 talyanca yazdığı şiirlerinde yeni zamanın mnatkârane akisleri de bulunmaktadır. Ondakî tabiat ve yurt sevgisi de buradan gelmektedir. Petrark’ın arkadaşı Boccace Ortaçağ mistisizmine ve asetizmine karşı dahakatî olarak mücadele etmişti. Cumhuriyeti zalimlere karşı mildafa etmişti; o. dinler arasında bir fark gözetmezdi. On beşinci yüzyılda İtalyan hüm&nizmasının en •kuvvetli mümessili olan Balla durgun an-.TnecilfSn düşmanı idi. Şiddetli hücumlarını yalnız skolâstiklere değil, antik cemiyetin esirlerini tenkit rörihıdefı geçirmeden benimseyen herkese karşı tevcih etmişti. Hattâ.- İsa’ya ve dinş,Jcarşı vaziyet almıştı. Ka^eriıi ilâmiğiııe inanmıvan Pico de la
257
Mirandola ve açıkça din aleyhtarlığı yapan Pompanazzi Italyan hümanizmasmın birinci devresinin en kuvvetli, en unutulmaz şahsiyetleri idiler.
Yukarıda izah ettiğimiz İktisadî sukutundan sonra İtalyada sanatkârların, işçi ve küçük tüccarların vaziyeti dehşetli sarsıldı. Ellerinde büyük paralar biriktirmiş bulunan kuvvetli Italyan burjuvaları daha uzun zaman bütün Avrupa ölçüsünde mühim roller oynamışlardı. Onlar yine müthiş bir lüks hayat sürüyorlardı. Zenginlerin bu çok müreffeh ve müsrif yaşayışı ile halk yığınlarının düştüğü sefalet Italyan sosyetesi içinde derin bir farklılaşma doğurmuştu. Bununla beraber 16 inci asır, italyada, evvelki İktisadî parlaklık neticesinde doğmuş bulunan sanat, felsefe ve ilmin parlak olduğu bir devir olarak vasıflandınlabilir, Fakat artık Italyan monopolü kalmamıştı, maziye karışmıştı.
15 inci yüzyılın sonunda hümanizma Garp Avrupasının diğer memleketlerinde de inkişafa başlamıştı. Italyan hümanizma-sı öteki memleketlcnnmuhtelif kanallarla girmişti. Italyan üniversitelerine diğer memleketlerden birçok gençlerin tahsile gelişi, muhtelif aralarla Fransız kıralları-nın ve Alman imparatorlarının italyayş seferleri dönüşlerinde bir çok Italyan sanatkârlarını beraberlerinde alıp gelmeleri, Italyan hümanistlerinin bazılarının diplomatlık gibi resmî sıfatlarla öteki memleketlere seyahatleri buna çok müessir olmuştu. Fakat garbı Avrupa hümatıizması-nın inkişafı üzerinde mahallî tarihi şartların tesiri muhakkak ki daha fazla İdLŞehir-lerin inkişafı, kapitalist münasebetlerin tekâmülü, burjuvazinin gelişmesi, derebeyliğin geçirdiği muhranlar yeni kültürün inkişafı ve yayılması için en müsait şartlan teşkil ederler. Bundan dolayı ÇaÇı Jkvrupa hiimanizmasmda derebeylik ideolojisine karşı protesto îtalyadakiııe nazaran daha şiddetli ve açık olarak görünüyordu. Şimal hümanizması denilen garp memleketlerindeki hümaniznıanm İtalyadakiır-. nazaran başlıca hususiyeti tekâmülü balîmiBdan
Luteranizm, Anglikanizm, Kalvenizm gibi reformaayon hareketlerde bağlı olmasıdır. Hümanizma reformlardan önce vardı ve ona yol açıyordu, diğer taraftan da dini mücadeleler hümanizmimin ve avakibinin karakteri üzerinde tesir ediyor, onu değiştiriyordu. Bilhassa Protestanların katolik kilisesi otoritesine karşı ayaklanmalarının bunda büyük ehemmiyeti vardı. Reformas-yon hareketleri esas bünyesi itibariyle hümanizma üe sıkı sıkıya bağlı olduğu halde, reformaByon rehberlerinin pek çoğu hümanist harekete düşman veya alâkasız bir vaziyet aldılar. Derebeylik ideolojisine ve sistemine karşı savaşan hümanistlerin en kuvvetlisi olarak tanınan Roterdamh Eras-mus protestanizme yaklaşmış fakat ona katışmamıştı. Maamafih Fransada L«fev-re d'Etaple, Almanyada Ulrich von Gutten gibi hümanistler feromasyona doğrudan doğruya bağlanmışlardı. Fakat o zamanlarda reformasyon hareketi artık hümaniz-manın bir inkârı gibiydi.
Rönesans kültürünün halktan uzaklaşması, mevcut kuruluşa. İntibak etmesi bazan onun hayatına mal olmuş, hazan da bir feodaJ-şövalye kültürü haline tereddisini mucip olmuştur. Bu, billıassa Fransız Rönesansında kendini göstermiştir. Fransa’da birinci Fransuva devrinin muzafferi-yetleri, derebeylik dağınıklığının kısmen ortadan kalkışı, Komaya karşı mücadele, Fransız kilisesinin istiklâli, yeni kültürün yayılması için elverişli şartlar vazifesini gördüğü halde Fransız saray ve asilzadeleri Itönesansm dış görünüşünü kabul ettiler mimarisini, resim ve neyltelini aldılar. Filhakika ilmi faaliyetlerin ve İlmî tenkitçiliğin serbestliğini kend ire baş şiar edinen ve bunu en keskin bir silâh olarak kullanan en bttyiik ve birinci Fransız hii-ttıanisti Rabelnis halk dilinde yazmış, mevcut kuruluşu tenkit etmişse de Fransız hil-mıınfenıasına dsmgasmı varamamıştır. Diğer memleketlerde, İngilterede ve Alman-vada. halka dşha yakın Tkomas Moor gibi hümanistler çıkmışsa da bunlar da fiilî in
258
kılâpçı görüşlere kadar ileri varamamışlardı.
Elhasıl Rönesans kültürü feodalizme, kiliseye karşı müteveccihti. Fakat bu kültür zamanın eski unsurlarını içinden tama-miyle atamadı. Bundan dolayı da bu devrin felsefesi, ilmi, sanatı keskin tezatlarla dolu idi. Eski hümanizme derebeyliğe ve derebeylik sisteminin en büyük beynelmilel merkezi olan ve derebeylik numunesine göre kendi hiyerarşisini kurmuş olan ve aynı zamanda katolik toprak mülkiyetinin en aşağı üçte birini elinde tutmakla en büyük derebeyi sayılan Roma katolik kilisesine karşı en şiddetli mücadele safhasında bile, halkın menfaatini de temsil ettiği halde ona yabancılaşmış, ondan uzaklaşmış, netice itibariyle idareci sınıfların menfaatine uymuştu.
On sekizinci yüzyılda büyük Fransız inkılâbı ile Fransada en yüksek ve kuvvetli safhasına ulaşan demokratik hUmanizma derebeylik kuruluşunun yıkılışı içinde muhakkak ki hiltiln hşlkın jponfaaf ini de temsil ediyordu. Fakat bu burjuva bümaniz-ması kendi suntam kurtuluş ve kuruluşunu temin ettikten', kendi İhtiyaç ve istekleriyle çevreledikten Bonra. bu yeni kuruluşun müdafaamın üzerine almış, netice iti
bariyle bu durumdan şiddetle zarar gören halk yığınlarına karşı düşman bir cephe kurmuştur. İnsan değer ve serbestliğini, insan haklarını esaa mevzu olarak ele alan hümanizmanın muhtelif devirlerde, muhtelif İçtimaî kuruluş şartlan altında insanlar arasındaki münasebetler ayrı ayrı olduğuna göre, yeni vaziyet ve şartlara uygun, başka esas ve istikametler üzerinde yürümesi tabii ve lâzımdır. Yoksa artık sosyetenin yeni ihtiyaçlarına cevap vermekten âciz olan eski kültürün devamını temin etmekten başka bir şeye yaramaz. Eu itibarla devrimizde de hakikî hümanizmanın basit ve alelâde bir an’ane tekrarcıhğmdan, önceki devirlerin eskimiş ve kıymetini kaybetmiş çerçevesinden çıkarak karşılaşması, bugünkü insanlığın muztarip olduğu şartlara karşı amansız bir cephe kurması icap eder. Yabancıların istilâsı altında kattın milletlerin maddi ve kültürel kurtuluş ve istiklâllerini sağlıyan, çok sıkı bir iş bölümü ile fertlerin şahsiyet ve kabiliyetlerini öldüren iktisadı soygun şartlarına karşı fertlerin siyasi ve iktisadi eşitliğini tekeffül eden, ırk, milliyet, din farkı gözetmeksizin bütün insanların siyasi hüriyet ve müsaviliğini kabul eden bir zemin üzerinde yürümesi lâzım gelir.

259
Büyük Türk Hümanisti Tevfik Fikret
Zeki BAŞTIMAIl
«Türk hümanisti» derken millî hümanizm diye adlandırılan «yeni» bir iddianın tesirine kapıldığım akla gelmesin. Bence Fikretin hümanistliği biraz da bu garip iddiaya aykırı bir ruh taşımış olmasındadır.
Hümanizm, bazılarının zannettiği gibi, kendini kaybetmiş insanlığın yeniden kendini buluşu, aslına dönüşü mânasını ifade etmez. İnsanlığın inkişafında muayyen devreler ve merhaleler vardır. Bu merhalelerin hepsinde de kendini kaybetmiş insanlar yaşamış olmalıdır: fakat insanlık hiçbir zurnan kendini kaybetmemiş, tarihî zaruretlerin mukadder kıldığı yol üzerinden yine aynı zaruretlerin çizdiği bir istikamete doğru birçok zigzaklar ve sıçramalar yaparak geriye değil,.daim* ileriye doğru yürümüştür. İnsan ırklarını bil’ tarafa bırakırsak bugünkü ilmin, tarif ettiği mânadaki milletlerin gelişmeleri deböyle oluyor. Şu halde «kendini kaybetmiş» bir milletin ( asıl hüviyetini bulması», «aslına, öz cevherin, dönmesi» gibi realite ile ilgisiz ve yanlış bir prensibe dayanılarak kurulacak bir «milli hümanizm» in de bildiğimiz hümanizmle hiçbir münasebeti olmıyacaktır. Hele eğer bu hümanizm, yani bu asla dönüş «hiçbir zaman tekin aklî istiklâline dayanarak ferdî hüviyet ve hii rriyetine kavuşması mânasına gelmez» ı buna artık hümanizm de dememek lâzımdır. Ferde, yani insana hüviyet ve hürriyet tanımıyan bir hümanizm nasıl düşünülebilir?
Asla, öz c vhere dönüş Şİııi’lerı numa-nizme değil, hümanizmle telifi kabil olmı-yan ırkçılık nazariye V'~
birlerdir. Millî hümanizmin izahını yapanlar «milliyetçilikteki telâkkikrimizin ayırıcı fizik - organik hususî} etlerinden ziyade birleştirici manevî kıymetlere» Uyandı
ğını sözlerine ilâveye lüzum görmeleri işin özünü değiştirmez. Kaldı kî bizim milliyetçilik telâkkilerimizin esasında, fizik - organik hususiyetlere manevî kıymetlerden daha ziyade ehemmiyet vermek değil onlara (fizik - organik hususiyetlere) hiç yer vermemek yatar.
Asıl hüviyetini, yani millî benliğini kaybetmiş bir millet millet olmaktan da çıkmış demektir. Tarif edilen mânada bir hümanizmin ona artık lüzumu da yoktur.
Hümanizm, Rönesans devrinde derebeyliğin boyunduruğuna ve kilieanm dimağlarda beslediği taassup âfetine karşı sosyal ve edebi bir cereyan olarak doğdu. Asıl gayesi şahsın hürriyetini sağlamak, kilisenin koyu taassubunu Çıvmak, ahlâkı, bıristiyanlığın geri normlarından kurtarmaktı Bu gayeyo ulaşmak için hümanistler, kilisenin küfür telâkki ederek asırlarca zihinlerden uzak tuttuğu, unutturduğu eski çağ edebiyat, felsefe ve tarihinden faydalanmak lüzumunu duydular Eski çağm unutulmuş kültür mirasını tekrar insanlığa inde etmek, doğmakta olan yeni burjuva kültürünü eski çağın ki ürüne bağlamak , antik devrin sanat eserlerindeki kahramanlaştırılmış, hür insanı göstererek hürriyet aşkını aşılamak, insanoğlunun benliğini, vekannı yükselmek arzusudur ki hümanistleri eski eserlere İve dclayısiyle eski dillere yüz çevirmeğe şevketti. Bu dönüş basit bir rücu değil, bir gaye değil, ki-1 ise ııeTderebeylikle mücadele için bir silâhtı Vmiî medeniyetin gelişmesi için bir şymfayriı tnsşnhğınAoyu '"bir taassup ka-rsntığıyle örtiilmliş. ünntühnuş kültür mirasına yeniden sahip olmasının onun fikrî, içtiryt, İktisarlî gedmesindeki «esiri inkâr edilmez bir gerçektir. Fakat Rönesansla
260
başlayan muazzam fikri ve teknik inkişafları bu kadarla ve yalnız basit bir asli cevhere dönüşle izah edersek, ağlından, cevherinden henüz ayrılmamış, uzaklaşmamış iptidaî insanın bu terakkiye ulaşamamış olması sebeplerini ne ile izah edebiliriz ?
Hümanizmin asla, cevhere dönüşle bir alâkası yoktur. Milli cevhere dönüş prensibi üzerinde kurulacak millî hümanizm de, hümanizm kisvesi içinde hümanizmin reddinden başka bir mâna ifade etmez.
Mazi, o bir muallim, o bir pir, o bir peder, Hâlin tutup sinirli elinden, ağır, cesur. Atîye doğru .vedmcli.....,,,..
Ati çıkınca ortaya mazi silinnıelL
Diyen. Fikretın hümanistliği, geriliğin, istibdadın, dinî teasaubua amansız bir düşmanı, kültürün, terakkinin ateşli bir taraftarı olmasında, millet sevgisiyle insanlık sevgisini kalbinde birleştirmiş bulunmasında, insan oğlunu, onun hürriyetini, benliğini mukaddes bilmesinde, bütün şiirlerinde bu ruhu yaşatmasındadır
Fikret bugün belki en _. ukıuııtg şairlerimizden biridir. Yazık ki gittikçe daha az anlaşılacağı için daha da az okunacaktır: Bütün eski şairlerimiz gibi. 0 [kaçlar çok sovdiği ilerilik adına o, bunu Kendisi için bir şeref : ayabüirdi.
Fikret bir halk şairi olmıyabilirl’ fakat halkçı bir şairdi. Kullandığı kelimelerin çoğu halkın anladığı, kullandığı kelimeler değildi, fakat luıkın ruhundan, gelen Kelimelerdi, onun askını, ıstırabını, yesini ve isyanını ifade edi n kelimelerdi.
Eaki şah bîrimizden hiç biri ileri Türk aydınının şuurunda zannetmem kî Fikret kadar derin bir iz bırakmış olsun, Fikret kadar diri olsun.BMBın diri olduğuna en büyük delil, i lılmünün ardından yıllar geçtiği halde hayatında ııerv^ızca savaştığı kara kuvvet ıciji hâlâhücınn edilecek bir hedef teşkil l Une.ıidirbFiİat bu, şunu da ispat eder ki Fikretin savaştığı bu kuvvet, bugün içinde yaşaftğı içtfiıai h^va kendisi
için büsbütün boğucu olmasına rağmen hâlâ daha yaşıyor.
Fikret, eaki devrin bütün çirkinlikleriyle sırıttığı, fakat yeni sosyal kuvvetlerin köklü bir halk hareketine önayak olacak kadar olgunlaşmamış, kuvvetlenmemiş olduğu bir cemiyette, tahakkümün, taassubun, haksızlığın, rüşvetçiliğin, riyanın alabildiğine hükilm sürdüğü bir devirde yaşadı, bu devrin ıztıraplariyle inledi. O kadar hasretini çektiği «hürriyet» ona hayal kırıklığından başka bir şey getirememiş, rübabının çıkardığı acı seslcrinn perdesini değiştirememişti.
Fikret mücerret hakikata, mutlak ahlâka tapıyordu jbelirli sosyal ve siyasî prensipleri, kanaatleri yoktu. Hayatın objektif seyri şiirlerinde akisler buluyordu. Fakat bu seyrin sosyal kanunlarım bilmiyordu: Ona göre cemiyet teklerin mekanik bir topluluğundan ibaretti. Bilgiyi fenalıkların devası addediyordu. İçtimaî haksızlıkların insanların bilgisizliklerinden, geriliklerinden ileri geldiğini, cemiyete iyi bir şekü vermek için bu geriliği gidermek, insanın tabiatındaki müsbet karakteri hayata hâkim kılmak kâfidir sanıyordu.
Melun eden de biz seni, tel'in eden de biz!
Fena yola düşmüş gene bir kadın karşısında böyle feryat ediyordu.
Fikret çalışan insanı iyice görüp tanı-yamamış, sosyal ve ekonomik şartların doğurduğu asıl ıztırabın derinliğine iememişn-tir. «Takdise müstahaktır dediği insan için, bütün eski hümanistler gibi onun da sosyal hüviyeti merhamet telkin etmekten ileri gitmesine engeldi. O sadece «Balıkçılar» ı, dilencileri 'Ramazan sadakası) görebiliyordu. Yüreklerde ancak rikkat uyan-dırabîliyOTdü. Fakat temsil ettiği topluluğun aşk ve ıztıraplarma kalbiyle tempo tutabilmiş, onun kadar beşerî olabümiş şairlerin sayısı çok değildir.
Fikret, tabiatla başbaşa kalmak İBte-diğizaman bile yine insanı düşünüyordu. İtışı Ğsvir.&lerken «çatfimış elleriyle yok-layarak hayatı mezbelede arayatı yoksullan hatıriıyoıtiu. Oğlunun bayram neşesi
261
oha, cicibici elbiseleri olmıyan öksüz yavrucukların hüznünü duyuruyordu;
Çıkar o süsleri artık sevindiğin yetişir Çıkar, biraz da şu öksüz giyinsin, eğlensin;
Biraz güzellensin
Şu ruyı zerdi sefalet..
Fakat ne çare İd Fikretin hisleri bir burjuva hümanistinin hislerinden öteye a-şamıyordu. Oğlunun süsleri sefaletin sararmış benzini güzelleştirmeğe yeter miydi ki.
Fikretin insanseverliğini derin millct-severliğiyle, vatanseverliğiyle uzlaşmaz sayabilmek için insan hakikî vatan ve millet sevgisine yabancı bir ruhun zebunu olmalı. Vatan ve milletten başka hiç bir ilham perisine gönül bağlamıyan bir şaire kozmopolit denebilir mi? însanseverliği milletse-verlikle uzlaşmaz sayanlar, milliyetçiliği, milletini sevmekten ziyade başka milletlere karşı nefret beslemekte görenler , millete değil de milletin mücerret mefhumuna tapanlardır. Şüphe yok ki Fikret böyle müfrit bir nasyonalist d^ildi:olmamakla da iftihar edebiliri. OnunmBlctsevcrliği böyle bir nasyonalizme ve onunla bağlı diğer bir sürü izmlere aykırı düşüyordu. Çünkii o, milletseverliği. vatanseverliği, hürriyetse-verlikle tev’em görüyordu:
Ey şanlı vatan bayrağı, bir gün seni oğlum Bir mevldbi ziheybet hürriyet önünü-Çekmiş görebilseydim.. O piirlıande ölürken Etmezsem eğer şevkini takdis ile secde, Dünyada en al«sk baba elbet ben olurdum.
Rübabı Şikeste, Halûk’un Defteri bu mısralarla doludur.
Belirli sosyal görüşleri olmayan büyük ediplerin, şairlerin birçoğunda olduğu gibi Fikrette de birbirine zıt fikirlere, temayüllere rastlanabilir. Fikreti iyi anlayabilmek için onu fikirlerinin inkişafı seyrinde, za-man içinde tetkik şüphesiz ki doğru oiuı. Fakat bir sanatkâr mutlaka, yarama hüviyetini, şahsiyetini bulduğu andan itibaren verdiği eserlerin yekûnu ile ve “bir bütün olarak ele ahnıııak gerekse bu tezadları ka
bul etmek doğru olur. Fakat bunları (tezatları) öne sürerek Fikretin fikirlerle ilgisi olmayan, havasına göre değişen bir mizaç şairi olduğunu söylemek doğru olmaz. Fikir şairi hislerini fikirlerinin ışığında ifade ettiği için fikir şairidir; bu fikirler, basan birbirlerine at düşerse sebebini hislerinin fikirlerine galebe çalmış olmasında değil İçtimaî şahsiyetindeki kararsızlıkta aramak lâam. Fikirlerinde tezatlar bulunduğu için «fikir şairi» adını Fikrete çok görür de, ona sadece mizah şairi dersek bu sıralarda sık sık fikir değiştiren bazı fikir adamlarımıza no diyelim?
«Kılıç» manzumesiyle «Tarihi kadîm» i her zaman Fikretteki tezatların bir misali olarak Ueri sürülür. Bu iki şiir arasında bir tezat var mıdır?
«Tarihi kadim» de tasvir edilen harbi sevebilecek bir insan tasavvur edilebilir mi bilmiyorum. Bir harp ki hedefi sadece yabancı ülkeleri yağma etmek, yakıp yıkmak, ocakları söndürmek, aileleri süründürmek-tir. Hümanist kükret böyle bir harbi ancak tefin edebilirdi. Fakat bir memleketin ırzım. ■ ıı. milletle'iti şan ve şeref-
lerini koruyah. «ehli teaddiye hüsran» veren bir kıhcL takdis etmesinden tabiî ne olabilirdi? Fikretin harbe dair yazdığı bütün şiirlerinde «Hasan’ın Gazası» nda, -Kcn’an» da hep aynı ruh hâkimdir. Saldırgan kuvvetlere karşı harp onun için mu-katldes bir harpti.
Fikretin hümanizmi, edebiyatımızda bir merhaledir. Bugünün hümanizmi ancak. insana insanlığının şerefini, vekarmı tanıtmağa, ona yer yüzünün İçtimaî ve tabiî kuvvetlerinin bir organizatörü olduğu şuurunu vermeğe gayret eden bil' ümaniz-ma.olabilir. Sefalete karşı pasif bir rikkat, insanoğlu içitı kuru bir merhamet telkin edemez. Bilhassa sosyal ve ekonomik şart-larm doğurduğu ıztırnplnrn karşı aktif bir nefret hissi uyandırmağa, insanın fizikî ve ruhii^ıiliyotler im-yükseltnıeğe, geliştirmeğe çalışmalıdır.
262
Hümanizma ve insanlık
Prof. W. Ruhen
Ankara Üniversitesi
1932 de Ulrich von Wilamowitz - Moel-lendorf un ölümünden beri Wemer Jager (Berlin) umumiyetle — ve haklı olarak — Almanya’nın başta gelen hümanist*' sayılır. O, bundan çok daha evvel de meşhurdu ve daha üniversitede talebe iken fevkalâde kabiliyetler göstermiş, Aristo’nun derin tefekkür sistemi üzerinde esaslı araştırmalara koyulmuştu. (Die Antike» dergisinde, kitaplarda, makalelerde ve konferanslarda Jaeger eskiçağın manevî mirasını, bugünün nesillerine, kültürlü hayat tarzının kuvvetli bir örneği gibi vermeğe çalıştı. Kültür, bu yeni hümanizmamn merkezî bir mefhumu sayılır. Jager »Hümanizma üzerinde konferanslar ve takrirler» (Berlin -Leipzig, 1937) adlı kitabının 127 ve müteakip sahifelerinde şöyle yazıyor: Avrupa dışı yabancı kültürlerin tetkikine iyice daldığımız zaman ve kendimizin de mensup olduğumuz, Yunan merkez kültürü etrafında toplanan kültür çevrelerine mensup milletleri o yabancı kültürlerle mukayese ettiğimiz zaman, köklii bir fark olarak şu hakikati kabul etmek zorunda kalınz: Bizim eskiçağdan devraldığımız kültürün biricik ayırıcı vasfı olan ve bizim bütün yaşama duygumuzu tayin eden şey, Yunan âleminin feyzinden faydalanmamış • veya pekaz faydalanmış olan o kültürlerde yoktur; yani, kültür şuuru, kültürün bütün dünyevî varlığımızın en yüksek ve merkezî bir değeri olduğu hakkmdaki şuurlu fikir, bu Avrupa dışı yabancı kültürlerde mevcutu değildir.» Fakat Avrupa dışı ırklar ve milletler kendi kültürlerine has bambaşka prensiplere maliktirler. Jager’e göre Hintlilerin sadece dharnii deneni dinî bir öğretim sistemi vardır: Yahudllerin kanu-
nu ve peygamberleri, Çinlilerin Konfüçyüs sistemleri mevcuttur. Bu sistemlerde beşerî varlığın mâna ve mahiyetine dair yüksek, hislerden fışkıran ve fazla Jalbudak salıp yayılmamış olan bir mefhum hâkimdir ve bu mefhum, kuvvetli bir dinî tek ta-raflığı ile AvrupalIların mükemmellik mefhumundan aynlır. »Bu telâkkinin tabiî bir neticesi olarak, Helenizm kültür çevrelerine mensup olmıyan milletlerin kültürü ile bizim kültürümüz arasındaki farkın şuuru bizde o kadar derindir ki terimlerimizi ihtiyatla kullanmak ve hattâ daha, ileri giderek, diğer milletlerin yaşama sistemlerine kelimenin orijinal mânası ile kültür karakterini asla, vermemek lâzım gelecektir..» »Avrupa dışı ırkların kültürünü kabul etmemekle, gûya Avrupabk gururuna yol açmak istediğim hususundaki kötü düşünceye karşı burada kendimi müdafaaya bile lüzum görmüyorum. Çünkü bir insanın veya milletin diğerlerinden başka türlü olduğunu söylemem, mutlak bir kıymet hükmünü ifade etmiş olmaz.»
Almanya'nın bugünkü belli başlı hü-manisfinin bu sözleri bütün Avrupa hümanistleri, hattâ bütün münevverleri için doğru sayılabilir mi? Bu sözler, itiraz götürmez sözler midir?. Meselâ bir hindolog, hmtliler için Avrupanmkine benzer bir ideali kabul etmenin hatâlı olduğuna itiraz et-mefk zorundadır; çünkü Hintliler, sadece, bütün kast vazifelerinin dindarane bir surette icrasını tazanımun eden bir dharna idealine malik değildirler; onlar dharna’yı dört gayeden ancak biri olarak telâkki etmektedirler. Ameli olarak kazanç temin etme gayesi yamnda onlar, aşk, bütün dünya güzelliklerinin va nimetlerinin zevkine
263
varmak gayesini ikinci bir gaye olarak tanımaktadırlar. Üçüncü gaye olarak, adalet, diyanet gibi kast vazifelerinin ifasını; son olarak da, bu fani ve iztiraplarla dolu dünyadan kurtulmak gayretini dördüncü ve en yüksek gaye olarak, kabul etmektedirler. Bir aile babası olarak insan kazanç ve saadet peşinde koşmalıdır ve ailenin idamesi yani çocuk yetiştirme de babanın dünyevî vazifelerindendir; o, ancak torununu gördükten sonradır İri ailesini ve mesleğini terkedebilir ve etmelidir, ve halâsa kavuşabilmek için dünyadan el etek çekmelidir. İşte Yunanlıların Perikles zamanında kültürlerinin en yüksek merhalesine vardıkları devirle aşağı yukarı aynı devirde Hintlilerin kendi klâsik yaşama idealleri bu şekilde idi. Hint darmları da Hint münevverlerinin neşeli, dünyevî hayattan zovk-alan, estetik hayat telâkkilerini pek açık bir surette göstermektedir. Her Hint münevveri, tıpkı ortaçağdaki Avrupa kültür idealinde olduğu gibi, gramer, mantık, hitabet tahsü etmek mecburiyetinde idi. Hintliler hattâ ilimle ipeşgul olmak hevesini de gösterdiler ve iktisadi meselelerin tetkikine ciddi bir surette girişmek teşebbüslerinde bulundular; iıiııtliler -sadece, dünyadan yüz çevirmiş, bizim için Anlaşılmaz, efsanevi ve hayret uyandıran mahlûklar değillerdir, onlar da bizim gibi insandırlar. - Ama şüphesiz ki Avriıpaya nisbetle arada köklü farklar var. Meselâ Hindistan fırka,mücadelelerini bilmez: eski Yunanlılardan bugüne kadar bütün Avrupa için karakteristik olan, plütokretl ara karşı ayaklanmış halk kitlelerinin mücadelelerini tanımaz; kaderi kötü zavallıları teselli eden bir din olmak iddiasındaki luns-tiyanlığı da bilmez; Hindistan için, 3OU yıldan ben Avrupada peyda, olan ve her sahada inkılâplar vücuda getiren makinenin hâkimiyeti de nçhuldt(r. Hulâsa, Avrupanın teknik üstünlüğü Hindistan için yenidir. Bu üstünlükten çok az önce Kımnî, Gaz-neli Mahmudun saracından kalkarak Hiıı distana gittiğinde. Hint ilmini lantrononıi, tıp. matematik, metrik v.ap o z'tnıadki. İs
lâmlık ve hıristiyanlık içinde Yunanlılardan kalma bir miras olarak gelişmekte o-lan garp ilimleri üe mukayese ediyordu. Hindistanda keşişlerin yüzde nisbeti Avru-padakinden daha yüksek de değildir. Jâ-ger bunları bilmiyebilir, fakat bilmemek meşru bir mazeret sayılamaz; Hümanizma-dan gayrı bîr şey olan insanlığı da hüma-nizmamn esaslı unsurlarından sayan Jâ-ger’in böyle yazmaması icabederdi. Onun haklı olarak işaret ettiği gibi, eski Yunanlı Heredot, yabancıları ve hattâ Yunanlıların düşmanlarını bizzat ve itinalı bir surette tetkik ve tasvir etmiştir. Kendi kültürlerini yabanıllarınki ile böyle mukayese etmek hiç şüphe yok ki Yunanlılara has bir şeydi ve bugünkü modern Avrupada da mevcuttur. Bunun zıddı olarak Hintliler ve Çinliler egosentiriktiler. İnsanlık fikrinin hıristiyanlıktan başka bir kökü vardır ve sadece eski Yunan çağından da neşet etmez, İnsanlığın bugünkü buhrandan kurtulması için hakiki, «insancılık» en belli başlı vasıtalardan, biriolacaktar. İlkin insancılık bir his idi, fakat insanlık zihniyeti bugiln ilmi bakımdan da ortaya çıkabilir ve ilmi bir surette kendini kabul ettirebilir. •Rııglinkii tjişih mükemmelin hakikî bir insanlık tarihi haline konabilir. Elbette ki Avrupa'da şimdiye kadar neşredilen, cihan tarihleri münhasıran Avrupayı ihtiva etmekte ve Asya, Hindistan ve Çin, hakkın-■ 1.1 'la ancak koloni memleketleri olarak avrupaiılann hâkimiyetine geçtikten sonra, pek ız malûmat verilmektedir. Fakat hakiki ı han tarihi Orta Asyayı bir mihver olarak ele alacak, Çin, Hindistan, Asya ve Avrupayı da bu mihverin birer yarım küresi olarak telâkki edecektir: bütün tarihten önceki ve tarihî devirlerde, ta Garbın bir urand-n şarkın öbür ucuna kadar gerçekte yer almış olan müna-betleri toplıya-cak ve gerçek bir -urette onları aydınlatacaktır. Daha, bugünden bu neticeden şüphe etmiyoruz.
Bu dört komşu kültür her devirde he-, m«n Eânen^vm seviyed^ idi. Bu, kabul etmemiz ve pnjşmarip:: gereken dikkate de-
264
ğer bir hakikattir. Hiç şliphe yok ki bu kültürler arasında farklar da vardır, fakat nasıl bir orkestrada her âletten hususî bir ses çıkmakla beraber harmoni biitün bunlara hâkim bir unsur ise, bunun gibi cihan tarihi de çeşitli milletlerin bir orkestrasıdır. Her ne kadar takriben şu son 300 yılda Avrupa ilim ve tekniğinin bir üstünlük temin ettiği muhakkak ise de, diğer devirlerde, mesela protohistuvarda, bu çeşitten bir üstünlük ön şarkta', yani Mısır, Ba-bil ve îndüs vadisi sahalarında idi; ancak asırlarca sonra bu kültür çok iptidai olan Batı Avrupanm ormanlarına ulaştı. Bugün de şark dünyası Avrupanm bu üstünlüğüne süratle yetişmek emelindedir: bu hâdise, beşeriyetin bugünkü buhran anma rastlamaktadır. Bu buhran ancak, bütün kıtalardaki milletlerin aynı teknik ve ilim seviyesine gerçekten ulaştıkları zaman orta-dan kalkmış olacaktır. İnsanlık nasıl müşterek bir mebdoe sahipidiyse, bazı sarsıntılarla bozulmasına rağmen, laima yeniden kurulan bir kültürler f eşitliği halinde normal bir vaziyeti vardır. İNasıl bütün insanlar ateş yakmayı, konuşmayı. İlci ayak üstünde yürümeyi öğrendi iseler ve nasıl
insanlığın ilk unsurları bütün insanlar içitı müşterek idiyse, bütün farklara rağmen, daha yüksek manevî kültürlerin unsurları da böyle olacaktır.
Bu şekilde yürütülen bir cihan tarihi hakikî mânası ile beşerîdir, istikbal önündür. Böyle bir tarih, Yıuıan idealini müdafaa eden fazlası ile bir taraflı hümanist telâkkiden de esas itibarı ile daha geniş görüşlüdür. Eski Yunan trajedisinin, eski plâstik sanatların hakikaten güzel olduğu inkâr edilemezse de şu da unutulmamalıdır ki hâkim Sokratı, baldıran zehiri dolu kadehi içmeğe halk mahkûm etmişti; ve keza şu da unutulmamalıdır ki Ar'fionun zamanında en yeni ilim sayılan şey, zamanla umulnuyaeal: kadar eskimiş, eadea> dogmatik bîr şekil a.'mış olduğundan. Koper-niğin. Keplerin, Galüenin ilmi eskiçağa karşı, Eflâtuna ve hattâ Sokrata karşı, asırlarca mücadele etıuck mecburiyetinde kaldı. Herkese karşı âdil olmak, her yerde iyiyi aramak, her şeyi, hattâ eski nesülcrin ebedî ideal 'aydığı şeyleri, bile, geniş bir görüş zaviyesi ile bütünü içinde kavramak ve fanililiğe inanmak?., işte gerçek tarih ve insanlık zihniyeti.
Millet varlığı İçinde
Klâsik Kültür Yalnız Birleştirici midir ?
Bu yazıda, bütün dünyada klı'ınik kültürün en kuvvetli merkezlerinden biri olan Fransada, bugünün şartlan içinde klâsik kültürün ne ifade ettiği dünyanın en büyük illın adamlarından biri olan Itenri VVollan tarafından canlı misallerle teşrih edilmektedir. İhtisasın insanları ayırdığı, «umumi kültür» ün, bu arada klâsik kültürün ise birleştirici, kafaları genişletici bir tesiri olduğu iddia edilir. WaUon, kültür birleştirir mi? sualini soruyor vo cevabım veriyor.
College de Fransa'da profesör olanWallon bugün Fransa’nın en büyük iki üç rulılyatçısuıdıuı biridir. Bu yazı VVallon'un «umumi kültür ve meslek seçimi» (Culture generale et orientation professionnelle) konusu üzerinde verdiği mütıim bir konferansım bir kısmıdır. Ter darlığından dolay ı konferansın tamamını veremediğimize cidden üzülüyoruz. Önümüzdeki sayılardakonfenuısın öteki kısımlarını vermeğe ça-taşacağız.
Hcııri WaJ!oıı
Collâge de Franee’da Profesör
Şimdi daha ileri gitmeden, sizinle beraber, birleştiren, birleştirmek zorunda olan kültürün ,ne olduğunu araçta alım. Kabul ediyoruz, kültür bnleştirmelidir. insanları birbirleri ile birleştirecek olan kültürdür. Fakat acaba kültür insanları birleştiriyor mu ? önco, yardımına o kadar güvendiğimiz Eski çağı gözden geçirelim. Eski çağda, bazılarının kültürü, başkalarının köle olmam ile mümkündü. Bunu söy-liyen ben değilim, Eski çağ nazariyeeilcı -i-nin en derini olan Aristo’dur. Bize daha yakın zamanlarda, kültür rahip denilen kimselerin has vasfı ve işi idi. Rahipler, kültürü manastırlara hapsetmişti. Onlar kültür an’anesüıi muhafaza ederken, köleler, zamanın para getiren meşgalesi rençperlikle uğraşıyordu, O devrin inançlarına göre, Azizlerin işledikleri sevapların günahkârlara şefaati dokunduğu gibi, rahiplerin tefekküründen de balkın öylece faydalandığını biliyorum. Bu durum, o devrin zihniyetine uygundu. Ama, rahiplerin bu tefek-kUı-üniln çalışan insanlar için iyiliği ne
olursa olsun, yine de ortada birlik yoktu: ayrılık vardı. Kültür insanları ayırıyordu. Sonraları kültür hayata biraz daha yaklaştı. Kiiltür bazı mesleklere intisap etme vasıtası oldu. Bilhassa Büyiik ihtilâlden ve hattâ biraz daha evveldenberi, kültür serbest meslek denilen işlerin ifastna bir vasıta olmuştur. Size serbest mesleklerin mahiyeti sorulduğu zaman, ya bunların isimlerini sayar, yahut da bunların muayyen bir kültiir seviyeBİ istiyen meslekler olduğunu söyliyebilirsiniz. Burada da kültür yine ayırıyor. Serbest meslek erbabı, veya çocuklarının bu mesleklere intisabına gayret edenler, kültürü, elden bırakmak istemedikleri bir imtiyaz olarak, mesleklerini btı kültürü haiz olmadan istilâya kalkanlara karşı, kullanmak isterler.
Size kendi mesleğim olan hekimlikten bir misal vereyim: Fransada hekimlerimizin, bence tamamen haksız olan, lâtince ve yunanca bilmiyenlerin tababete intisabına engel olmak iddialarına şahit oluyoruz. Çiîhkü — bunu bürada zikretmekten uta
266
nıyorum, fakat hekimler buna hem söyleyip hem yazdıkları için nazarı itibara almak mecburiyeti vardır — hastalık isimlerinin büyük kısmı yımaneadan geldiğinden kelimenin yunancada ne mânaya geldiği bilinmezse hastalığın mahiyeti de o kadar iyi bilinemezmiş. Bu muhakemenin mükemmel olduğu, fakat aynı muhakemeyi daha geniş bir sahaya tatbik etmek istediğim cevabını veriyorum- Ve ilk okul talebesine, hendesede «pentagona» vesaire gibi yunan-cadan gelme kelimeler geçtiği için, hendeseden evvel yunanca öğretilmesini teklif ediyorum. Lâtinceye gelince, biraz evvelkinden azıcık daha makul bir sebep gösteriliyor gibi: Fransızca lâtinceden müştak olduğu için lâtince öğrenilmemiş ise fran-sızca, gereken bütün incelikleriyle bilinemez ve yazılamazmış! Birçok pedagoglar, eğer fransızcada bir lisan buhranı varsa, gençler fransızcayı hatasız yasamıyorlarsa bunun lâtince bilmemelerinden ileri geldiğini iddia ediyorlar. Tecrübem bana bunun tamamiyle aksini söylüyor. Maalesef birçok vazife tashihine katlanmışımdır. Bilinen fransızcayı lâtincenin unutturduğuna şahit oldum. Bakınız nasıl: Lâtince çok hususî, hukukî ve ahlâki bir düşünüş tarzıdır. I.â-tincede derhal hukukî veya ahlâkî, tama men mücerret kelimelere varırız. Lâtince okuturken ve e cılkları fransızcayı lâtince yazıyormuş gibi yazmağa zorlarken, onları kendi ihtiyaçlarına da, günün yeniliklerine de uymıyan bir tarzda yazmağa icbar etmiş oluyorsunuz. Günümüzde çocuğu en çok ilgilendiren teknik, spor, telsiz telefon, motor, bir kelime ile lâtince söylcnemiyon her şeydir. Çocuk vazifelerinde spora ve tekniğe ait kelimeler kullanınca, bunun anlaşılmaz, hususî ve gayrı edebî bir lisan olduğunu söylüyorsunuz. Oııu, düşündüğü gibi tabiî bir şekilde yazmaktan menediyor-sunuz. Veişte bunun içindir ki çocuk konuştuğu zaman hep tabii ve sıhhatli konuşuyor; yazdığı zaman, sîzin dediğiniz gibi yazmağa kendini zorladığiıiçin, lisanı bozuk oluyor. Bu hal belki biz fransnâara
mahsustur, klâsiklik düşkünlüğümüz millî hatâmızdır.
Size insanlar arasında ayrılık doğuran birkaç kültür misali daha vermek istiyorum:
Klâsiklik düşkünlüğü dediğim hatâ yazımda bir de tarih anlayışında yanlış görüşümüz vardır. Bu, bir milletin veya bir halk kitlesinin kendi tarihinden refah ve kudretinin yüksek olduğu bir devri seçmesidir. Böyle bir millet, ahvali, dünyada meydana gelen yenilikleri, daha genç milletlerin meziyetlerini nazarı itibara almadan, kendisini de ecdadının meziyetlerini haiz addeder. Ve bu gün aynı kudrete sahip değilse, kababati, hakkı olmadan kendi arasına katılanlarda, bulur ve bunun için onlardan intikam almağa kalkar. Bu milliyetçilik şeklinin deinsanları birleştireceği yerde nasıl tefrika çıkardığını görüyorsunuz.
An’anecilik de bir başka kültür şeklidir. Bunun, hâlen, buradan başka yerlerde muteber olduğunu itiraf ederim. Bu gün biz yenilikleri kendimiz için alakoyuyoruz, ama, başkalanm an’aneeiliğe zorluyoruz. Eskiden. AvrupalIlar yenidir memlekete girdikleri zaman yerlilere kendi medeniyet ve fikirlerini kabul ettirmek için, her şeyi ateşe verirler ve kana boyarlardı. Şimdi tam aksini yapıyoruz. O memleketin mabetlerini inşa ediyoruz, rahiplerini, hükümdarlarım, an’aneyi temsil eden ve memleketi teknik ve maddî kuvvet sahasında bize rekabetten alıkoyacak, herkesi, her şeyi himaye ediyoruz. Sömürge yapacağımız yerin ahalisini kendimizden mümkün olduğu kadar farklı yapabilmek için onların kültürüne hürmet ediyoruz. Demek bu da inan n lm-ı ayıran bir kültürdür. Tarihî şekillerin haricinde başka ayına kültür şekilleri de vardır, Tasarruflarındı bulunan maddi vasıtalardan hareket etmek ve başkala-rina''tâhâİtküm etmeîc kudretini alan bazı milletler ve hatta fertler vardır ki bu tasar-ruîu'îtenmmanen ve fikrî üstünlüklerinin nişanesi sayarlar. Ve bü onların, üstün fertler ve İlâhî kudretin mümessili milletler olduklarının alâmetidir. Bu milletler,
267
kendi kendilerine malettikleri, fakat yalnız maddî üstünlüklerinin neticesi olan manevî üstünlükleri namına diğer milletleri veya diğer fertleri kendi ahlâkî görüşlerini veya yaşayış tarzlarını kabule zorlarlar. Daha bu sabah Mösyö Claparede size, nükteli bir şekilde, kültür namına müstemlekeciliğe çıkan, bir memlekete medeniyet bayrağını diken milletlerden, ve bu hareketin yerlilerde doğurduğu düşmanca tepkilerden bahsetti. Görüş farkı, diyordu. Ve bu farkı kesip atan, yalnız kuvvet oluyor.
Fertler arasında aynı şeye şahit oluyoruz. Son zamanlarda sanayi ve iş âlemi kodamanlarının yıkıldığını gördük. Bazıları hakkında hakikaten şaşırtıcı şeyle: okudum. Meselâ dünya sahnesinden halen çekilmiş bulunan bir fabrikatör, işçilerine bir şehir kurmuş. Fakat onları muayyen bir yaşta evlenmeye mecbur ediyormuş. Genç kızları evlerine muayyen bir saatte, galiba saat yirmi ikide, dönmeye mecbur tutuyormuş, o saatte dönmiyenleri, fahişeler gibi sıhhî muayeneye tâbi tutturmağı kendine
iş edinmiş. Tabiî ki bu onun görüşüne göre büyük bir insaniyet nişanesidir. Fakat ne de olsa hürriyete, herhangi bir hürivet gibi bir hüriyet olan, cinsî hüriyete fazla bir hürmet sayılmaz. îşte, kuvveti elinde tutanlar, günün bazı güçlüleri, başkalarını kendi kaprislerine ve ahlâkî ideallerine itaate mecbur sürüler sayarak onlun nizamlar kabulüne zorlayınca, kültür namına irtikâp edilebilen şeylere bir kaç misal. Kültür hak kuldaki misallerimize bir son vermek için ilmi ele alalım. Burada, bize ilmin nisanları birleştirecek âmil olduğu söylendi. Buna tamamiyle kaniim. Bununla beraber bugün, kafasile ve eliyle çalışanlar arasındaki farkı bilhassa ilmin doğurduğunu müşahede edelim. İlim insanların birleşmesine yardım etmiyor. Eğer âlim isem, entelektüel isem .muayyen bir kültür sahibi isem kendimi derhal aynı kültüre sahip ol-mıyandan başka hissederim, Böyloce, birleştireceği iddia olunan kültürün hakikatte, şimdiki halde, nasıl ayrılık' yarattığını görüyorsunuz.
268
Klâsik Oğretimli Lisede
(1902 Doğumlulardan)
Ernst Glaeser, geçen harpsonrası Alınan edebiyatının belli başlı isimlerinden biridir. İlk mühim eserini 1938 yılında «1903 Doğumlular» (Jahrgang 1902) adı altında neşrettiği zaman memleket İçinde ve dışında büyük bir alâka topladı. «1902 Doğumlular», geçen harbe iştirak etıniyen, fakat çocukluktan gençliğe intikal çağında olan bir neslin romanıdır. Daha sonra muharrir bu eserin bir devamı sayılabilecek olan «Sulh» (Friedeıı) romanını ve 193S de Almanyadan çıkarak «Medeniyetin Sonu» (Der Letste Zivilist) romanını yazmıştır. Aşağıdaki yazı «1902 Doğumlular» dan bir parçadır. Burada, klâsik öğretimde bulunan lisenin ne kadar tomıel, hayattan ve realiteden uzak, devrin şarthırmu vc ihtiyaçlarına aykırı olduğu ve hu köhneleşmiş sistemin hâdiselerin zoru karşısında nasıl çatırdadığı gayet müşahhas, gayet canlı bir tarzda görülüyor.
Ernst GLAESER
Lise binası, kurşuni öt taşt ile süslenmiş kırmızı tuğladan bir yapı idi. tçinde bir kaç cılız ıhlamur ağacının bir asker intiza-miyle dizildiği avlusunun etrafını dökme demir çubuklu büyük bîr parmaklık çevirirdi. Bazalt bir kaideye oturtulmuş, bu siyah boyalı parmaklıklar, orta çağ mızraklarına benzerdüer. Çıplak uçlan, dondurucu kış havasına, kafa tutarcasına psapla-mrdl ve önlerinden geçen herkesi, daha ciddi ve ölçülü bir çehre takınmağa âdeta zorlardı. Binanın en yüksek yerine, mermer harflerle şu yazı konulmuştu: Bilgi, kudrettir.»
Binanın loş koridorları birer mağarayı andırırdı. Bir parçacık ışığın sokulduğu yerler dahi korkunçtu. Hattâ avlulara gelen ışıkta bile bir halsizlik vardı. Duvarlar kül renginde. ııenceı-eler kül renginde, yazı tahtaları kiil rengindevdl. Kitap kapaklan kiil rengi kâğıttandı ve talebelerin renkleri de, öğretmenlerin bakışları da hep aynı renkteydi. Direktörün sakalı bile kırçıl kırçıl ve yoluk yoluktu.
Şunlar yasak edilmişti i - Koridorlar
da. koşmak. 2 - Merdivenin birkaç basamağını birden çıkmak, 3 - Derste gülmek, 4 -Müsaade almadan pencereleri açmak.
öğretmenlerden hemen hiç biri de elliden aşağı değildi; Daha genç olan birkaçının da birer illeti vardı ve bu yüzden, ihtiyarlardan daha aksi idiler. Sağlamlar cephedeydiler. Talebeler, onlar için, en iyüe-riydi, diyorlardı.
Beni bir sniıf aşağıya kabul ettiler. Üstelik de, yunanca için hususî ders almak zorunda kaldım. Hocamda nekris hastalığı vardı ve adamcağız, hastalığına rağmen vazifesini yerine getirdiği için pek öğünü-yordu. Bu vazife de, beni ve arkadaşlarımı gavnkıyaaî fullerle ve hurufu hecalarla işkenceye sokmaktan ibaretti.
Harp bu mektebe zerre kadar tesir etmemişti. Harp, yazılması henüz tamamlanmadığı için ders programına sokulmasına lüzum görülmiyen bir tarih bahsi gibi telâkki oltfnuyördü. Babası cephede ölen talebeler çoğaldığı ve kollarında siyah bantlarla sıralarda oturan oğlanların sayısı arttığı halde, kürsüden harbe dair tek lâf
269
yükselmiyordu. Midelerimiz bomboş iken ve teneffüslerde birbirimizin ekmeğini anırmakla meşgulken bizim birer irfan kulesini andıran profesörlerimiz, kemali şevketle hükümranlıklarına devam ediyorlar ve bizlere, yunanca ve lâtince yazılmış şahadetnameler dağıtıyorlardı. Bir piyade avcı taburunun, istirahat için geri alınmış bir bölüğü, lisenin önündeki meydanda manevra talimleri yaparken, subayların keskin komutaları havayı yırtar ve pencereler de, manevra mermilerinin çığırtkan çatırdısı ile titrerken, bizler; sınıfın sıkıntılı havasında oturuyor ve Trovalı kahramanların kullandıkları silâhlar hakkında, yahut da Sezar’ın süvari kuvvetlerine dair konuşuyorduk.
Verdun’dnn ve kurbanlarından haberi bile olmıyan, fakat buna mukabil Akilos'-un Mirmidonyalılarının teçhizatını en küçük teferruatına kadar bilen profesörler vardı. Ve eğer harpten bahis mecburiyetinde kalsalar, söyledikleri şeyler, Homer'in tamtamına bir tercümesi olurdu. Bu profesörler için sadece kahramanlar mevcutta: ötesi ise, vazifesi: «Bog araziyi kana boyamak olan., ey aya askerleri» nden ihnretti. Bu hocalar bir zafer kutlayacakları zaman, günlük tebliğlerde zikri geçen, generallerden başka bir şeyden bahsetmezlerdi ve onlar hakkında da dasitânî isimler kullanırlardı.
Harbin hedefine bir türliî. varmadan, Kusya'da durmadan ilerleyenlere «Rüzgâr gibi uçanlar! denilirdi ve «Canlı yumruk» da, Fransadaki bütün hücumları olduğu yere mıhlamaktaydı.
Eöylece i: arp talebeye, — şayet bahsedecek olurlarsa — senelerce tasavvufî bir şekilde tahrif ettirilerek, gösterildi. Ama ben geldiğim sırada, hemen hepsi.de zabit veya harp hakkında söz söylemeğe »elâhi-yetü yüksek memur çocuklarından, teşekkül eden bu talebeler bile ürkek ve düşünceli olmuştular. Ekseri zaman mideleri boştu. Hiç bir konuşmalarında sefaletten bahsetmiyen mürebbilerine karşı bu oğlan
larda yavaş yavaş bir başkaldırma aiftıneci kendini göstermişti.
Bu işin ilk defa açığa vurulması, Ho-mer bahsinde oldu.
Bütün harbin belki de en müthiş açlık ayı olan 1917 Birincikânunuıı o korkunç günlerinden birinde, «Odisse’nin Evlenme talipleri» nin ziyafeti sahnesini okuyorduk.
Çekingen bir oğlan olan küçük Mahr, kitabını alıp kürsünün önünde durmuş ve Oldukça beceriksiz bir halde, bu ziyafetin, dâsitanî yemek listesini tercüme ediyordu. Hava soğuktu, kömür de yok gibi İdi. Par-desülerimizi çıkarmamıştık.Kürsüde oturan profesör, tercümeyi doğru yapıyor mu, diye, gözlerini Mahr'dan ayırmıyordu. Sıranın altında yemeğimiz vardı ve bu dasitanı yemek listesini titreye titreyetakip ediyorduk. İşte tam bu sırada hâdise başladı, önce, arkamda oturan birisi, yavaş sesle ahlayıp ohlamağa koyuldu. Bunun arkasından, sağımda oturan bir başkasının da gizlice ağzını şapırdattığını gördüm. Ötekiler de, bu besleyici mısraları parmaklarıyla heyecanlı heyecanlı, takip eıl iyordular. Hattâ ben bile ağzım tip, sulandığını hissettim. Ö-nümüzde duran Mahr da, tercümeye devam ediyordu.
Gözlerimizin önünde: kızarmış tavuklar^ şişe geçirilmiş öküzleı. kıbns şarapları, en nefis tereyağı topaklan, kesildiği zaman kırmışa habbeeikloi- halin le ve ses çıkararak sıçrayan yaban domuzu sırtları oynaşıyor, taze koyun etlerinin gıdıklayım manzarasını, suda haşlanmış balıkların dağılışını, Tiyaki adası kuzularının ağız sulandıran yumuşaklığını, kayalar arasındaki yuvalardan toplanmış kuş yumurtalarının sarısındaki iç bayıltıcı lezzeti âdeta tadıyor: keçi tulumlarmdan, kıpkırmızı şarapların fışkırdığını, davarların böğürdüğünü, cırtlak çu tlak bağıran horozların korkusunu, varr çıplak ve iriyan uşaklar tarafın-jjan aviııdn keşjleıı öküzlerin yeri eşelerken çıkardıkları boğuk sesi ve bu arada, ürkek muzikacılann çaldığı flüt havalarını işitiyor, bu mısralarla eşelemiyor ve bir et elastikiyetindeki rnecaziunu arkasından ağzı
270
mızı şapırdatıyor; mafsallarımızın incelettiği, kanımızın sulandığı ve kemiklerimizin yumuşadığı şu anda, Homer’i ilk defa olarak korkunç bir ceza vazifesi gibi değil, fakat her büyük sanat eserinde olduğu gibi, tâ içimizde hissediyorduk. Ağızlarımızın suyu akıyor, fakrüddemli muhayyilelerimiz birdenbire işliyor ve kendimizi; taze etten akan koyu kırmızı kanlar dudaklarından damlarken bir esir kız için zar atan bir evlenme talibi sanıyoruz. Bu sırada profesörün ince ve soğuk sesi, bir iğne gibi batL-yor. Ses: «Mahr» diye haykırıyor. «Mahr, ön, çünkü değil, ki» mânasına getir. Fakat Mahr, hiç bir şey söylemedi, kitabı gözlerinden uzaklaştırdı ve profesör devam etsene diye suratma haykırırken, âdeta duyulmaz bir sesle mırıldandı: «Artık daha fazla okuyamıyacağım...» •
O vakit profesör, kürsüden atladı ve alaylı alaylı güldü: «Ya demek, yine hazırlanmadınız. Alâ, oturun yerinize!» ve gözlüklerini yukarı kaldırarak, gayet ihtimam-11 bir beş attı. Galiba aynı zevkle bir de not defterine işaret koydy,. Amma Mahr, muhakkak ki ha yatında ilk defa olarak karşılık vermek cesaretini gösterdi: «Hiç de değil, hazırlıklayım. Fakat tercümeye devam edemiyeceği m. Çünkü öyle karnım aç ki..»
«Açlık mı?» Profesör bu kelimeyi ilk defa duyuyoımuş gibi olduğu yerde bir döndü.
«Açlık ha, bunun vazife ile no alâkası var?» ve böyle diyerek Mahr’ı itti. «Oturun oturun.» Kürsüye döndü ve musibet sesiyle başladı: • şimdi öteki şarkıya geçiyoruz. Bu kısım, evlenme talibinin ölümünden bahseder, iyon şivesinin eski Atina şivesinden olan farkına iyi dikkat edin.:
Mahr. yerinde arkaya doğru sallandı.
Profesör, yeni okuduğu altı heceli mısra-lara, sivri parmağıyle tempo tutmağa başladı.
İşte bu sırada ilk baş kaldırma kendini gösterdi. En gerideki sıralardan gelen homurtularla başladı, devam etti ve arttı. Tepinmeler oldu ve profesör «Susun» diye bağırdığı zaman müthiş bir tepinme ve homurdanma ile karşılaştı. Hepimizin başlan da, sanki kendimizi müdafaadan utanıyor-mıış gibi, önümüze düşmüştü, fakat homıır-danmıyan tek kişi yoktu, içimizde. Profesör, halinden hiç ummadığım bir sıçrayış yaparak, aramıza karıştı. Homurtumuz devam ediyordu. Beni yakaladı, su*adan çekip çıkardı ve kulağımın arkasına iki defa vurdu. Ama homurtu kesilmemişti. Hattâ bazı talebeler, mürekkebe daldırdıkları u-fak kâğıt yuvarlakları, profesöre doğra fırlatmağa başlamıştılar. Adamcağızın kolalı yakası teke içinde kalmıştı. Gözlüğü yerinden oynadı ve beni bıraktığı zaman, lâstiği suratına fırlattım. Gözlüğü parça parça oldu. Profesör odadan fırladı. Arkasından yuha çektik.
Muzaffer olmuştuk. Karşı koymuştuk. Ve on dakika sonra direktör, profesörü alıp da, odaya geldiği ve uzun ve zehirli bir nutuktan sonra bizi iki saat cezalı bıraktığı, bana da üstelik iki saat dalı a hapis cezası verdiği zaman cezalan memnunlukla karşıladık. Zira kafamızda kileri onlara gös-tırmiş bulunuyorduk.
Ben bu andan itibaren mahvolmuştum, Durmadan beş alıyordum. Ve suııfm en kötü talebesi olmuştum, istediğim kadarını öğrenebilirdim. Ama az sonra, bu boş zahmeti de bıraktım. Zira bu hâdiseden birkaç hafta sonra Anna'yı tanımıştım.
Çev. I’-ürhan ARPA»
271
Yirminci asrın büyük Amerikan romancısı J. Steinbeck’tcsn üçüncü sayımızda bahsetmiş ve «Gazap Üzümleri» adlı romanından bir parça da vermiştik. Stelnbeck’e şöhretini İlk temin etlen «Tortilla Fiat» romanı, «Kenar Mahalle» atlı ile Re. GUram tarafından türkçeye çevrilmiştir. Yakında ABC Kitap-evi tarafından yayınlanacak olan tnı romandan bir faslı, kısaltarak, okuyucularımıza sunuyoruz.
«Kenar Mahalle»» den
Danny'nin dostlan felâkete uârayan bir kadının yardımına nasıl koştular?
J. STFANBECK
Senora Teresina Cortez ve sekiz çocuğu ve ihtiyar anası Tortula Flat’ın cenup hlıdudunu teşkil eden derin hendeğin kenarında giizel bir kulübede oturuyorlardı, Tereaina otuz yaşına yaklaşmış iri yapık, olgun bir kadındı. Anası, bu ihtiyar, kuru, dişsiz ve geçen nesle mensup kadın, elli yaşında vardı. Adınm Angiliea olduğunu hatırlayan bile pek azalmıştı.
Bütün hafta zarfında iş bu Viejanm (*) eline bakardı, çünkü sekiz çocuktan yedisini beslemek, cezalandırmak, okşamak, giydirmek ve yatırmak onun vazifesi idi. Tereaina sekizinci ile ve dokuzuncuya'hazır-lanmakla meşguldü.
Vieja pazar günleri, kendisinden daha eski siyah bir saten giyinerek, başına, üzerinde kilden yapılmış iki kiraz bulunan kaba ve dayanıklı siyah hasırını geçirerek her işi bir tarafa bırakır ve dosdoğru kiliseye gider ve orada, azizlerin itikatlarında durdukları kadar hareketsiz dururdu. Ayda bir kere de, ikindi üstü, günah çıkartmağa giderdi. Hangi günahlarım çıkarttığı ve nasıl bu günahları işlemeğe vakit bulduğu şaşılacak şeydir, çünkü Teresina'ııın evinde yerde sürünen, sıralayan, sendeleyen,, kedileri boğan, ağaçlardan atlayan mahlûklar vardı; ve bunlar her biti "her İki saatte bîr muhakkak yiyecek yemeğe gelişlerdi.
Viejanın herkesten başka türlü bir ru-(*) İhtiyar demektir.
hu ve çeükten sinirleri mi vardı ki? Onun yerinde başka , birisi olsaydı ruhu bağıra bağıra havaî fişdği gibi burnundan fırlei dt
Tresina biraz şaşkın bir kadındı. Tabii akıl işlerinde. Yoksa vücudu, şu çocuk Büzmek için yaratılmış mükemmel imbiklerden biri idi. On dört yaşında idrâk eylediği ük çocuğu kendisini müthiş korkutmuştu. Geceleyin Top parkmda kurtulduğu bu dehşeti bir gazete kâğıdına sarmış ve bekçinin görebileceği bir yere bırakmıştı. Bu bir sırdır. bu hâdise öğrenilse Teresin# şimdi bile mahçup olur.
Onaltı yaşında iken Mir. Alfred Cortez kendiriyle evlendi ve ona kendi soyadı ile ailesinin temelini teşkil eden iki çocuk verdi : Alfredo ve Emie. Mr. C rtez Tcresina-ya kendi soyadını verdiğini m dolayı memnundu. Bununla beraber bu ad da muvakkatti. Monterey'c gelmeden evvel ve Mon-terey'den gittikten sonra da adı Guggliemo idi. Emie doğduktan sonra şehirden eık-mışt:. Belki de Teresina ile evlenmekle sakin bir hayat geçirilemiyeceğini evvelinden tahmin etmiş bulunuyordu.
TereSma’niiı gayet muntazam fasılalarla anne olması kendisini bile şaşırtırdı.. EkserryaKMmnaa taşıaıgı çocuğun babasını hatırlayamazdı; hattâ bazen çocuk olması için erkeğe büelüzunr olmadığına inana» gelirdi. Bir nra dizanteri yüzünden ka
272
rantinada bulunduğu zaman gebe olduğunu anlamıştı. Maamafi bir mesele kafasının halledenıiyeceği kadar karıştı mı bu meseleyi, dalına bu gibi işlerde daha fazla bilgisi, alâkası ve vakti olduğuna kani bulunduğu tsanın anasının kollarına terkc-derdi.
Tercsina sık sık günah çıkartmağa giderdi. Ve her defasında papan Ramon nasihatlerinin tutulmadığını görürdü. Hakikaten ne zaman onu dizleriyle, elleri ve du-daklarıyle eski bir günahın kefaretini çıkarmak üzere görse çekik kaşların m altında parıldayan yumuşak ve tahrik edici gözleri yeni bir tanesinin temelini hazırlamış bulunurdu.
Bunları yazdığım sırada Teresinanın dokuzuncu çocuğu doğmuş ve kendisi de bir an için boş kalmış bulunuyordu. Vieja-yayeni bir vazife düşmüştü; Alfredo birinci sınıfta üçüncü, Ernie ikinci senesini idrâk ediyor ve Panchito da ilk defa mektebe gidiyordu.
Teresine ailesinin gıdasını nasıl temin ettiğini her halde merak edersiniz.
Harman maainesmüen geçtikten sonra arkada büyük bir yığm bıraktığını görürsünüz. Rüzgârlı bir günde toprağa bir battaniye yayıp da bunları battaniyenin üzerinde havaya savurdunuz mu harman makinesinin yanılmaz bir şey olmadığını anlarsınız, öğleden sopra akşama kadar bu şekildo yedi sekiz kilo fasulye toplamak kabildir.
Son baharda Vieja ile yürüyebilen çocuklar tarlalara giderler ve fasulye kabuklanın savururlar. Arazi sahipleri aldırmaz, çünkü Vieja zararsız bir kadında-. Viejanın yüz yüz elli küo fasulye toplamadığı seııe fena geçmiş demektir.
Evinizde yüz yüz elli kilo fasulye oldu mu o sene açlıktan korkmayın. Diğer şeyler, şeker, domates, biber. kaİrve,“bsîiK veya et gibi zarif şeyler bazen ebedi bakirenin yarduniyle. bazen de açık gözlükle elde edilebilir; fakat fasulyeleriniz» duruyor ya, korkmayın. Fasulye mideniz tjzerjfide kurulmuş bir daındnffl’ıısutte iktişadfigo-
ğuklara karşı insanı koruyan bir paltodur.
Senora. Teresina Cortez aüesiniıı hayat ve saadetini sadece bir şey tehdit edebilirdi : Bu da fasulye mahsulünün alınmaması.
Fasulyeler toplanır ve yığıhr ve harman makinesine konulmak üzere kurutulur. îşte o zaman yağmurun yağmaması için dua etmek lâzımdır. Fasulye yığınları koyu tarlaların ortasında sapsan dizilmiş durduğu sırada çiftçilerin, her geçen buluttan lirke ürke, havayı gözlediklerini görürsünüz. Yağmur yağarsa fasulye yığınlarının yeniden kanştırılması lâzım getir. Eğer bunlar da kurumadan önce bir daha yağmur yağarsa yeniden yığınlar karıştırılır. Ve bir üçüncü sağanak da geldi mi mahsule Mildiyö hastalığı girer ve hiç bir şey alınamaz.
Fasulyeler kuruduğu sırada Meryem Anaya bir mum yakmak Viejanın âdeti idi, O sene de fasulyeler yığılmış ve kan-dü yanmıştı; Teresinanın evinde çuvallar hazır duruyordu.
Harman makinesi yağlanmış ve temizlenmişti.
Bir sağanak geldi.
Adam tutulup tarlalardaki fasulye yi-ğınlıırı alt üst edildi. Vieja bir mum daha yaktı.
Bir yağmur daha yağdı.
Bunun üzerine Vieja senelerden heri sakladığı bir altın parçasını satarak iki mum aldı. Tarlalarda fasulyeler yeniden alt iist edilerek güneşe serildi; ve sonra Soğuk sicim gibi bir yağmur boşandı. Bütün Monterey mıntakasından bir tek fasulye tanesi bile alınamadı. Sınteıkiam olan yı-sapanın altında tekrar toprağa karıştırıldı.
İşte o zaman Senora Cortez’in evine felâket çöktü. Hayatın intizamı bozuldu; o küçüculfdam yıkıldı. Şu ebedî varlık, yani fasulye bir hayal- olup -gitti. Geceleyin çoeuklar her gün tti-azaaha yaklaşmakta olan açlığın dehşetinden korkarak ağlaşıyorlardı. Onlara kimse bir şey söylememiş-i ti ama biliyorlardı. Vfeja her zamanki gibi
273
kilisede oturmuştu, fakat Meryeme bakarken dudaklarını geriye doğru çekerek acı acı gülümsüyordu.
— Sen benîm mumlarımı aldın, diye düşünüyordu. Ah, evet, sen, sen mumlan çok seviyorsun. Ah düşüncesiz kadın..
Ve sonra mahzun mahzun Santa Cin-raya döndü. Yapılan adaletsizliği ona anlattı. Ve Meryemin doğuruşundakı acaip-liği bir parça rahat rahat dünündü. Santa Claraya fena fena bakarak,
— Teresinanın da çoğu zaman hatırlayamadığını sen de biliyorsun, dedi.
Teresina’mn derdi Jesus Maria Cor-coran'ın aklından çıkmıyordu, önce Dan-ny'nin evindeki dostlara vaziyeti büyük bir kudretle ve acıyarak anlattı. Alicenap kalbinden, fasulyeleri olmayan o küçük çocuklar için ateşli bir hitabe irad etti, heyecanlı bir müracaatta bulundu. Sözleri o kadar müessirdi ki kalbindeki ateş dostlarının kalplerini do ateşledi, yerlerinden fırladılar. Gözleri parıl parıl parlıyordu..
— Çocuklar aç talmıvacaklanlır, diye bağırdılar. Biz onlara yardım edeceğiz.
Pilon,
— Biz lüks bir hayat geçiriyoruz, dedi. Danny,
— Elimizde olanları onlara ve: ■eğir., diye tasdik etti. Ve eğer eve de muhtaçlarsa burada oturacaklar.
— Yarın işe başlıyoruz, diye bağırdı. Artık tembellik yok! Çalışmak var! Yapı-lacak çok işlerimiz var!
Jesus Atarla bir çok insanlar tarafından takip edilen bir şef zevki duydu. Bunlar boş yere birer öğilnme değildi. Balık topladılar. Hotel de Monte’nin sebze art ıhlarına akın ettiler. Çok mükemmel bir iş yapıyorlardı. Hırsızlık, hırsızlık lekesinden kurtulmuştu; cürüıh Saşkları için işlene yordu. İnsana bundan daha çok zevk veren ne vardır'!
Korsan, odunlarının flııtmı otuz sent e çıkardı ve her sabah üç yeni dükkâna dalıa'' uğradı. Big Joe.utlrs. Psüachicb'nıuı^keçisi
ni tekrar tekrar çaldı ve her defasında da tekrar kaçırdı.
Şimdi artık Teresina’mn evinde yiyecek birikmeğe başlamıştı. Kapının önünde salatalar yığınla duruyor, kokmuş balıkların pis kokuları civardakileri rahatsız e-diyördu. Ve dostlarda merhamet ateşi hâlâ yanıyordu.
Eğer bu sırada Monterey polis müdüriyetindeki vukuat cetveline bakmış olsaydınız Monterey'de cürümlerin bir parça artmış olduğunu görecektiniz. Polis otomobili bir yerden öteki yere koşup duruyordu. Şurada bir tavuk, başka bir yerde tekmil bir balkabağı yığını ortadan kayboluyordu. Paladini kumpanyası otuz kiloluk İki istiridye fıçısının çalındığını müdüriyete bildirmişti.
Teresina’mn evi gittikçe kalabalıklaşıyordu. Mutbakta tavana kadar yiyecek yığılmıştı. Sebzeler arka kapıdan taşmıyordu. Tortilla Flnte bîr konservehane koku-bu »inmişti. Dostlar etrafta bulduklaruıı vakit geçirmeden, aşırıp duruyorlar, ve Te-resina ile beı-abçr konuşup plânlar kuruyorlardı.
Tcresina bu kadar yiyeceği görünce evvelâ deli gibi oldu, ve komplimanalr karşısında ne yapacağını şaşırdı. Bu sevinci bir, hafta bile sürmedi. Emzikteki bebeğin karnı ağrımağa başladı, l'lmie bir nevi bağırsak hastalığına tutuldu. Alfredonun benzi sarardı. Teresina dostlarına ne söyli-yeccğini şaşırmıştı; ancak bir kaç gün aon-ıa, cesaretini to]ilayabild;: vo bu esnada evo yirmi kilo kereviz ve bir küfe kavun gelmişti. Nihayet vaziyeti dostlarına anlatmağa karar verdi. Komşuları kendisine çntık kaşlarla bakmağa başlamışlardı.
Danny’nin bütün arkadaşlarını mut-bağa çağırdı ve dostlarının kalplerim kır-maiiıağa çalışarak aşağıdan ala ala derdini anlttı:
— Yeşil sebzelerle meyvlar çocuklara yaramaz, dedi. Süt, çocuk memeden kesildikten sonra kabız yapar. Benizleri soluk ve hasta çocuklairı gösterdi. Görüyorsunuz
274
ya hepsi hasta; çünkü kendilerine lâzım olan şeyleri yemiyorlar.
— Onlara ne lâzımdır? diye sordu.
Teresimi,
Fasulye, dedi. İşte fasulye itimat edilecek bir yemek, aynı zamanda içinden de kolay kolay çıkılamıyacak bir meseledir.
Dostlar ses çıkartmadan çekilip gittiler. Onlara cesaretleri kırılmış gibi geliyordu. Nitekim birkaç gündenberi ilk hızlarının kalmadığının farkına varmıştılar.
Danny’nin evinde bir konferans toplandı.
Bunu her yerde anlatmamak, çilnkll .cezası büyüktür.
Gece yansından epeyi zaman sonra, isimleri gizli tutulacak olan dört karanlık şekil şehrin sokaklarında birer gölge gibi yürüyorlardı. Dört gayrı kabili tefrik hayal Western antrepo kumpanyası platformuna daldılar. Bekçi bilâhare bir ses işittiğini, araştırdığı zaman hiç bir şey göremediğini söylemişti. Bu işin nasıl yapıldığını, bir kilidin nasıl kırıldığını ve kapının nasıl zorlandığını anlayamamıştı. Bekçinin mışıl mışıl uyuduğunu yalnız dört adam biliyordu, ve bittabi bunu da biç bir zaman kimseye söylyiecek değillerdi.
Biraz sonra dört gölge antrepodan çıkmışlardı ve her gölge büyük bir yük altın
da ezilmişti. Gölgelerden solumave oflama sesleri geliyordu.
Teresina sabahın saat üçünde arka kapının açıldığını işiterek uyandı:
— Kimdir o ? diye bağırdı.
Ses veren olmadı, fakat dört büyük elin evi sarstığını duydu. Bir mum yaktı ve çıplak ayakla mutbağa gitti. Mutbakta. kırkar kiloluk dört tane fasulya çuvalı duvara dayalı duruyordu.
Torsina içeri koştu ve Vieja’yı uyandırdı.
— Mucize! diye bağırdı. Gel mutbağa bak.
Vieja şişkin çuvallara utana utanu baktı.
— Ah, ben ne kadar rezil bir günahkârım, diye inledi. Ey mukaddes ana, ihtiyar bir deliye merhamet et. Yaşadığım müddetçe her ay sana bir mum yakacağım.
Danny’nin evinde dört arkadaş battaniyelerinin altında memnun memnun yatıyorlardı. İyi bir vicdandan daha iyi bir yastık var mıdır? Akşama kadar rahat rahat uydular. Taifeleriniyapmışlardı.
Ve Tersina kendisinin bulduğu şaşmaz bir usulle gebe olduğunu anladı. Yeni gelen fasulyeden ibriğe bir miktar boşaltırken Danny’nin arkadaşlarından hangisinin bu işten mesul olduğunu düşünüyordu.
Çet: R. GtJRAN
275
AYIN İÇİNDEN:
Klâsitklerden tercümeler:
Maarif Vekâleti bu yıl da 60 dan fazla klâsik eser tercüme ettirdi. Böylelikle klâsik dünya edebiyatından tercümeler 120 yi aştı. Bu yıl Cumhuriyet bayramında yayınlanan eserler şark ve garp klâsiklerinden, farsçadan, acemceden, rusçadan, almanca, fransızca ve İngilizceden, yunanca ve lâtinceden, edebî ve felsefî eserler arasından seçilmiştir.
Vekâletin çıkardığı «Tercüme mecmuası» nda neşredilen bir listeden anlıyoruz ki beş yıllık bir programa göre bu klâsik eserlerin sayısı beş yıl içinde beş yüze çıkarılacaktır. Böylelikle dünya klâsiklerinin büyük bir kısmı, bazı mühim dram müelliflerinin, meselâ Moliâre'le, Shakespeare-in, Yunan tragedya müelliflerinin, sonra Eflâtunun ve Arlstonun Goethe’yle Dic-kens’in bütün eserleri, büyük Rus romancılarının en mühim şaheserleri dilimize çevrilmiş olacaktır. Bu başarıyı ve bu hayırlı, programlı tercüme çalışmalarını sevinçle karşılıyoruz.
Bu sefer tercüme edileli eserler İrasında geçen seneden daha falla Shakes|M-aıe ve Moliâre var. Her iki usta dram müellifinden dilimize çevrilen her eser, bizim için büyük bir kazançtır; bilhassa bu tercümeler Vekâlete bağlı bir büronun kontrolü altında, titizlik ve edebî bir zevkle yapılınca. Shakcspeare’in «As you Uke It» komedyası, Beğendiğiniz gibi» adlıipürüz-süz ve başarılı bir sahne dili ile çevrilmiş. -Beğendiğiniz Gibi» de Sha-kespeare içinde bulunduğu cemiyeti gayjf' ince bir hicivle tenkit eder; o devir sarayı, etrafındaki kibarlık, mevki ve moda buda-lalariyle eğlenir; hakkı, adaleti korur. C!e-miyet ve bütün hayat sıkı bir hak gözetme esasına göre kıırulmahdır; devleti idare edenlerin, insanım diyen herkesin tenkide tahammül etme tabiî, bir ders vı
276
İftamdır; der. Bunları r gibi doğrudan doğruya
anlatmaz; biz piyes üzerinde düşündükçe bu neticelere varırız. Esas itibariyle bıı komedya, Shakespeare’in en inoe ve olgun bir romantik komedyası sayılır. Dalâlete düşmüş, aşırılığa, taşkınlığa doğru eğilmiş herkes, çoban kızını da, filozofu, hanı da, hakanı da hiç çekinmeden doğru yola gelmeğe davet eden, pervasız, kayıtsız, hakka dayanan bir hayat yaşayabilmek için, babası gibi kendisi de ormanların, yaban ellerinin tehlikesini göze alan güzel Rosa-lind’i, onun nükteli, olgun alaylarını, o vefalı aşkını dünya okuyucu ve seyircileri pelı yalandan tanır ve beğenirler. Shakespearc-den tercüme edilen draftılar arasında bir dc -Venedik taciri» var. Shakespeare bilhassa bu piyesinde devrinin em kara taassuplarından birine hiicum etmiş, bu kara taassuptan hiç yılmadan, yahudinin de, sizin benim gibi bir insan olduğunu, hıristiyan-lığm yüzlerce yıldanberi hakBizcasına kıskıvrak bıraktığı bu camiayı nasıl zorla kin . ve intikam hislerinin en kuvvetlisini duymağa sürüklediğim gösterir. Şaylok, değerli mütercim® pek güzel çevirdiği o meşhur nutkuyla bir yahudinin hangi mevkide olursa olsun bir hıristiyandan, insan olarak, hiç ara-h olamıyacağını bize acı duyuracak şekilde unlatır. Mahkeme sahnesinde Şaylok, senedi imzalayamıyacak kadar! derin bir ıztırap içinde, hasta ve mâ-dur ayrılırken, seyirci, insanlık haklarının böyle gadre uğramasından içinin burkuldu-■?.nıu duyar. Shakespeare bizi böyle güldü ıtırken düşündürür ve ağlatır.
İngilizceden tercüme edilen eserler a-ı ssında bir de Giilliver'in seyahatleri» var. Bu eser şimdiye kadar dilimize muhtelif kısaltılmış şekillerde çevrilmişti. Şimdi tam ve i-slına tamamen sadık kalınarak çok temiz ve akıcı bir nesir diliyle tercüme edilmeğe ballandığını görüyoruz. Bu büyük eserin bu yıl ancak yarısı çıkarılmış- On sekizinci yüzyılda gayet mânâsız kâr ve kazanç saikasiyle işlar çeviren partilerin, memleket çapında, sebepleriyle nisbet teşkil SHhiyeik döççeedeTJtlyük kavgalar çı-kaımalariyîe, devjetlcrm birbiriyle yoktan
bahanelerle insan hayatını, insan haklanın hiç gözetmeden döğüşttlrmele-riyle alay eder; cemiyetin bozukluklarını teşhir eder. Eserin bilhassa dördüncü kısmı kuvvetlidir. İnsanların bozuk bir cemiyet düzeni içinde nasıl bozulduklarını anlatan bu kısmın da aynı ustalıkla tercüme edilerek pek yakında yayınlanacağını umuyoruz.
Moliöre'den tercüme edilen komedyalar arasında «Kibarlık Budalasın diye gayet isabetli bir tabirle çevrilmiş «Bourgeois Gentilhomme» var. Bilindiği gibi Mbliere on yedinci yüzyılda, burjuva sınıfının, serveti yeni ele geçirmiş, bu servetle, beğza-deliğe özenmeğe başlayan sınıfın ortaya çıktığı devirlerde eserlerini yazmıştır. Mo-liere eserinde bu sınıfın özentilerine, kalıp-lıklarına hücum ederken bir yandan da cemiyette beyzadelerden olsun, halktan olsun bir takım düzenbazların para esasına dayanan bu münasebetlerde nasıl dolaplar, dalavereler çevirdiklerini, sersem zenginleri göz göre göre nasıl kapana kıstırdıklarını, asıl insan 1 islerinin vefaya, sadakate, dürüstlük ve hakka dayanması gerektiğini çok güldürücü bir entrika içinde sulatır.
Maarif Vekâletinin klasikler yanında bir de büyük modem eserlerden tercümeler serisi yayınlamak üzere olduğunu işittik. Vekâletin bilhassa bu teşebbüsünü pek büyük sevinçle karşılıyoruz.. Çünkü böyle bir teşebbüsün çok daha verimli olacağına kaniiz. Gençler bu modem tercümeleri daha çok okuyorlar. Sebebi aşikâr: Okuyorlar, çilnkü modem eserleri kendilerine daha yakın buluyorlar, kendi devirlerinin dâvalarını ve derdlerini daha etraflı bir görüşle bu eserlerin ele aldıklarını görüyorlar. Sonra biz, güzellik, edebiyat, dram, insanlık cemiyet, millet mefhumları üzerinde düşünmeğe modernleri okuyarak alışa» okuyucunun klâsikleri daiıa iyi anlayacağına, onlara karşı daha yaratıcı bir tenkit vaziyeti alacağına inanıyoruz.
YAYINLAR:
Fikir hayatımızda bir dönme hâdisesi daha,; Tahsin Banguoğlu’non ırkçılığı bırakıp hu sahadıı hakikatin avukatı kesilişi.
İnsan en ziyade ııeyin derdini duyarsa onunla dertlenir, onu sayıklar durur, on çok ondan bahseder. Bu, psikoanalizın bize öğrettiği hakikatlerden biridir. Son zamanlarda münevverler çevresinden bazdan «aşağılık duygusu» nu dillerine dolamışlar, bir bardak suda fırtına koparır gibi bununla oyalanıyorlar ve başkalarını oyalamıya çalışıyorlar. Halbuki biz milletimizde «aşağılık duygusu» diye bir dert görmüyoruz, bu olsa olsa bir münevver hastalığı olsa gerek.
Geçen ay filoloji doktoru Tahsin Ban-guoğlu’nun bu konu üzerinde bir yazısını okuduk. O yazıdan birkaç satırı birlikte okuyalım: «Aşağılık vehmine düşmüş bazı milletler üstünlük iddiuıâyie ortaya çıkarlar. Hattâ ırk üstünlüğü dâvasına kalkarlar ve komşu milletlere (siz aşağılık bir ırktansınız!) diye hakaret ederler. Nihayet körü körüne bir yabancı düşmanlığı yaparlar.. Son devrin faşist devletleri böyle bİT ataklık devri geçirmektedir.»
Bir; az aşağıdan okumağa devam edelim: Bununla beraber bugün hâlâ bize a-şağılık duygusu aşılamağa çalışan birçok şahsiyetlerin ve bazı zümrelerin içimizde yaşadıklarım unutmamalıyız. Bunlar Tanzimat artığı osmanhlar, soysuz kozmopolitler. şaşkın züppeler ve milli duygulan işletmekle geçmen sahtekârlardır. Bir kısmı bizi yeniden hayranhğa. taklitçiliğe, imansızlığa ve pısırıklığa doğru sürüklemeğe çalışırken bir kısmı da üstünlük iddialarına. ırk ve tarih dâvalarına, yabancı düşman lığın a ve paU'racıbğa doğru çekmeğe uğraşırlar. Bu kötü tesirlerd n sakınmalıyız.» (Ülkü, 16.10. 1943)
Mespie yanlış konmuş olmakla beraber bir hakikati de ifade eden bu sözleri okurken hâyretten dona kaldık. Çünkü burada,
277
diğer sakat yollar arasında, kara ırkçılığa da ateş püsküren Tahsin Banguoğlu, kendi sözleri ile sabittir ki, ırkçıdır. Tahsin Banguoğlunun ırkçılığını kendinden aldığımız beliğ bir cümle ile belirtelim:
«Yalıudhıln ırki vasıfhırından biri de kısa görüşlü, küfeli bin oluşudur.» (Bir cemaat dil değiştiriyor. Yazan: Tahsin Banguoğlu, Oluş mecmuası, 23 Nisan 1939. s. 260).
«Yahudinin ırkî vasıflarından biri de kısa görüşlüdür» hükmü kara faşist ırkçı Günther*m yahudller hakkında verdiği hükümlere çok benziyor. Gttnther'in eseri bu cinsten hakiki ilimde yeri olmayan hükümlerle doludur.
Acaba, Tahsin Banguoğlunun bu ırkçı hükmünü yürüttüğü 1939 yılıyle, büyük olaylarla dolu olan, bu 1943 yılının ilk teşrini arasına neler girdi ki bu kadar bariz bir fikir dönmesi hâdisesine şahit oluyoruz? Hayatta edindiği meslek itibariyle Tahsin Banguoğlu bir günlük politikacı değildir; 1935 yılında Almanya da filoloji doktorası yapmış bir ilim adamıdır. Onun için onu, bu kadar aşırı bir dönme yapmaya
sevkeden âmillerin herhalde, oportünist ihtiraslar olmaması, ilmi cinsten olması icap eder. Çünkü bir ilim adamı için oportünist ihtiraslara kapılarak fikir değiştirmek ilim karakterine son derece aykırı bir hareket olur. Onun için, acaba, diyoruz, bir filoloji doktoru olan Tahsin Banguoğlu o zamandan beri İlmî çalışmalarını antropoloji ve ırk psikolojisi alanlarına nu döktü ve onun için mi bu yeni hakikate vardı?
1939 yılında Tahsin Banguoğlu (Bir cemaat dil değiştiriyor» diye yazıyordu. Biz de bu gün, bu 1943 ylıının hâdiselerle dolu olan teşrin aylarında onun kullandığı başlığın ilhamıyla, sarih bir surette Doktor Tahsin Bangu'oğlu'nu ve Prof. Dr. Sâdi Irmak gibi arkadaşlarını kasdederek, bu dönme hâdiselerini bir araya topluyoruz ve (Bir münevver zümresi kanaat değiştiriyor) diyoruz. Kanaat değiştiren bu münevver zümresinde husule gelen fikrî dönme hâdiselerinin tahlili ve teşhisi fikir hayatımız için çok ibret verici ve aydınlatıcı olacaktır.
Dr. Muzaffer Şerif BA.ŞOGl.V
Adımlarda tahlil edilecek eserler:
A. Ş. Hisa Failim Bey vc Biz Sabahattin Alî — Kuyucukta Yusuf. İhsan Devrim — Yemen Türküsü Ehrenbuıg La Cİıute de Paris.

KÖYÜN İÇİNDEM
Balâ Kâylerinde Toprağını Kaybetmiş Bir Zümre Beliriyor
Balâ bölgesinde köy halkı geçimleri itibariyle farklar gösterir. En üst tabakada bakkallar, sonra sırayla değirmenciler, rençberler nihayet çerçiler... Bir kişinin hem bakkal hem değirmenci olduğu da vâ-kidir, Fakat bunlar rençber değildirler veya ortaklama ektirirler. Böyleleri yalnız tohum verirler, çalışma, toprak ve öküz ortak tarafından temin olunur. Böyle olduğu halde mahsul yarı yarıya pay olunur. Bu adamlar daima ortaklarından şüphe ederler ve onların mahsulü çaldıklarından şikâyet ederler.
Bakkallar köylünün hemen hemen bütün. giyecek ve ilâç ihtiyacını temin ederler. Hattâ nalbantlık, demircili- .marangozluk bile yaparlar. Köylü iğneden sırtındaki güveylik elbisesine kadar her şeyini bıı bakkallardan bazan parayla bazan borca satın alır. Bakkallar her şeyi görülmemiş bir pahalılıkta satarlar. Bir kaç misal vereyim: sirkenin kilosu yüz kuruş, kininin tanesi yirmi kuruş, bir zarf yiiz para. Köylüler bu bakkallıırın hasislikleri hakkında gülünç hikâyeler anlatırlar. Hattâ birisinin bir kuruş alacak yüzünden adam öldürdüğünü ve senelerce hapiste yattığım söyle: ler. Bunların alaylı lâkapları vardır: Çin-gen oğlan, Kara oğlan gibi.
Köyün yedi değirmeni vardır, ^yerjisi, de bir dereden gelen suyla işler. Sn meselesi yüzünden aralarında kavga eksik olmaz. Geçen kış değirmenefler mühim rol oynamışlardır. Değirmenciler kendilerine öğütülmek üzere getirilen hububattan yirmi yarımda bîr yarım hak alırlar; (Bir yaıiın buğday: 15-16; arpa: 12-13BkiIo). Kışın
buğdayın yükseldiği sıralarda bu nisbet onaltıda bire yükselmişti. Böyleee alman buğdaylar biriktirilip kışın buğdayın kıt olduğu günlerde kilosunu 120-130 kuruşa satılmış. Köylü satın almak için para bulamayınca evindeki tası tarağı toplayıp değirmene koşmuş. Bu şekilde kapkaçağı yok pahasına değirmencilere gitmiştir. Böylelikle değirmenciler birçok köylüyü belki ölümden kurtarmışlarsa da onları alacaklarla kendilerine bağlamışlardır. Bu sene de kışın ödünç alınan bir yarım ekine mukabil harman sonunda 3, 4 yarım ekin almışlar ve şimdi bunu kişin ekinin pahaya bineceği zamana saklamaktadırlar.
Geçen seneden en fıızla zar ar görenler. köyün büyük kısmını teşkil etlen rençberler olnıuştur.Geçen yıl mahsul az olmuştur; hattâ zamansızlık yüzünden rençberin öküzü ölmüştür. Öküzsüz kalan rençber ne tarlayı herkedebilmiş, ne tohum serpebilmiş-tir. Böylelerin çoğu civardaki levlet kombinasına ırgatlığa gitmiş, kimi işi eşekçili-tıızcTihığa. dökmüş, kimi şelıre hayatını kazanmaya gitmiştir. Açlık çoklarım tehdit etmi ştir. Ellerinden iş gelenler kağnı için çok lUzumluolan (zelve» denilen âletler yapmışlar: bunları mahsulü bol olan köylere şatmışlar .hattâ Konya vilâyetine karlar giderek oradan kendi tâbirlerince, dallarında.. (şn'darında; buğday getirerek ehliyâflarmı (Çohık çoctıklanno ölümden kurtarmışlar ve bahara güç halle çıkmışlardır. fakat içlerinden, baharı göremiyen-leı- de olduğunu söylüyorlar. Bahar geldiği zanıanEtöylü tarlalara koşuşmuş, buğdayı
279
daha yeşilken taşlarla ezip yemişlerdir. Bu yllzden bazı tarlalar baştan başa harap olmuş. Geçen yıl bütün, köylü rcnçberken bu sene 30 hane rençberüği bırakmıştır; çünkü kısmen zamansızlıktan, kısmen soğuktan hayvanlan ölmüştür, öküzün teki 300 lira, olduğu için yerine de konamamıştır. Bu yıl mahsul alamıyanları pek muhtemel olarak açlık beklemektedir. Çerçiler köyiln en a
şağı tabakasını teşkil etmektedir. Bunlar tıızculuk yapar, civar köylerden üzüm getirip satarlar, Ankarada çalışırlar. Çoğu rençberliğini bıraktığı için müteessirdir, İlk fırsatta rşnçberliğe dönmek isterler; fakut istihsal vasıtalarını bu şartlar altında elde edebilmek çok güçtür.
Nabi DİN ÇEIt
Gelecek sayımızda:
TERBİYE VE H0MANİZMA
Tbçmas Mcınn'ın eserlerinin bîr tahlili
Bu sayımızı hümanîzma konusuna ayırdığı arızdan. Prof. J- Camborde'un rBuğünkü Fransız Edebiyatında İçtimaî Roman* yazısını n ikinci kısmını bu sayımızda basamadığımız için özür dileriz. Bu kymelli yazının sonunu okuyucularımız gelecek savımızda bulacak lardir.
280


SAVAŞ KARDEŞLER İZMİR
TİCARETHANESİ
Zeytin, zeytinyağı, sabun ve her nevi sâde yağlar, peynir vesaire satışevi Anafartalar Mevsim sokak No. 5
Tel. No. 2377 Ev. 6235
Sicil No. 3334, Kuruluş : 1930
ALI PERÇINEL VE KAZIM PEBÇİNER i
Ticaret Evi
Zeytin, zeytinyağı, sabun ve hemevi sâde $ yağlar, peynir vesaire toptan satış yeri / Kooperatif arkası Alı Nazmi Ap. No. 1/2 ( Tel No. 3153, Telgraf: Alî Kâzım £ Sicil No. 1912, Kuruluş 1930 Ş
HALİM ŞAPÇI
ALİ RIZA YEĞEN
Zeytin, zeytinyağı, sabun ve her nevi sâde yağlar, peynir vesaire sak evi
Kayseri Pastırma Pazarı
Yeni Hal No. 21
Sebat İş ham No. 40
Tel. No. 3752
Tel No. 3975, Sicil No. 2007
Kuruluş tarihi : 1930
OSMAN ÖZKAL
Kayseri Pazarı
Yumurta ve hernevi B'alckâİye to'ptan
TiçâreŞmiıcsi
Tahtakale Caddesi SuScrn Sokak No. 29
ANKARA
OSMAN ANTEBLİ VE İSMAİL BEKRİ
BAKKAL
Toptan ve Perâkenâe Şen Tecim evi Yeni Hal.Nö. 20 - Ankara
Tel No. 1991 Telgraf: Yeni Hal Osman Kuruluş .. 1929, Sicil No. 3551
3®|SSS®|ݧ$®g»AYAN
MANDIRACI
Toptan ve Perakende Beyaz ve Kaşer ve Edirne Peynirleri; Halis Aksaray,™ Urfatere yağlan, •
Zeytin yağları Tecil
Edremit
Tel. No.
Yeni Hal No. 3 Ankara.
îlgraf: Hüsamettin - Yenihal
IŞ I lNKASI
KOCOK CARİ HESAPLARI 1944 İKRAMİYE PlANı
KesideEer: 28 İk. kânun, 2 Mayıs, 25 AöÜStos, 1 Ik. teşrin tarilştşı in de yapılı r.
1944 İK RAMI YELERİ
1 adat ARSA (Ankara’da Kayak-•sğ Jıderede.’Î024 M2.
- - İmâr ada JNo. 254 Parsel No. 3]
2000 liralık « 2000.-Lira
1000 = 3000.- >
500 «= 2000».— >
200 = 2000.— >
100 = 1000.w >
50 - 5000.— >
25 = 3750.— »
3000.— >
• •
1 >
3 >
4 >
10 >
10 >
ICO •
I5U > ~
, , 309 10
Ankara 1 ■ ., K
İ Türkiye 1$ Bankasına para ya- V hirmakla yalnız- uara biriktirmiş ve ğ
Iraiz falmış dTmaz^'pynı zamanda ş* jialiıınifflade denemiş,olursunuz. & «V , , -.^4^*44^44 i