Kaynak: TÜSTAV - Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı Arşivi
Ha
la Millî İlim
da Tarih
ide F. List Hayranlığı a'fıni Şehvet ve ■Cöp. Romanı I
Osman
i (' 1 N »EKİ ₺ K R
« İnlnlâbı — Bir
Profesör W
Dr. Ziya
Bekir Sıtkı
İçinden : ' 30 Ağıl _ c ,.
Fen Ku umıız.
: Hilmi Z eytanla Konuşmalar (
oğlu) ■ cioğlu)
Yani Romanı (N(
Malraux’nı
ler — Yol
• •
YILı
ıice S. Boran
Ziya Ülken
Hâdisesi —
ıızaffer Baş-t ıı Menemen-
TUS-TAV
Adımları Beğeniyorsanız
Abone olunuz, Abone bulunuz.
Humanızına sayımızı bekleyiniz. Bu sayıda, şimdi üzerinde çok sözler söylemekte olan Humanizma meselesi muhtelif yönlerden incelenecektir.
için çalışıjv.. uçulanınızın kendi ha üşünceleri de öğrenme ıdaki mütalâalarınızı,
iden, bilg leıinden atacakları sayfam zda yaymak stiyorüz. alınmasını arzu et iniz mev ,'rr 1 '
ojöu Sajdusı-.
fin hayat ve sana’ gidişini yakından y d ah ol ab > 1 j /at tecrübeli ç ve «.kuyu kdımİaır’da «
Okuye Sayfası» na bildiriniz
YIL:
I EYLÜL 1943
Sayı: 5
HANGİ MANÂDA MİLLÎ İLİM
Doçent Dr. Behiçe S. BORAN Ankara Üniversitesi
Millî sanat, milli edebiyat meseleleri gazetelerimizde, dergilerimizde en çok münakaşa edilen mevzulardandır. Aynı derecede olmamakla beraber, son zamanlarda -milli ilim* konusu da muhtelif yazılarda yer almağa başladı. İlmin ne olduğu meselesi ve bu meyanda millî ilim» den anlaşılacak mâna, ilk bakışta gayet nazari, ancak küçiık bir «bilgin» zümresini ilgilendiren bir mesele gibi görünür. Halbuki bir çok nazarî meselelerde olduğu gibi «milli ilim» bahsinde de kabul edilen görüşün, alınan tavrın hareketlerimizin şu veya bu istikamette gelişmesi üzerinde tayin edici bir rolü vardır. Memleketimizde ilmin gelişince ilim sahasında diğer ileri milletlerle boj olçüşülebilir bir hale gel •nemiz, diğer şa utlar yanında bir dedöğru bir ilim anlayışından hareket etmekle mümkün olabilir İkincisi, yazının sonunda da göreceğimiz gibi, «millî ilim» bahsinde ileri sürülen bazı sakat görüşler, bazı İktisadî ve siyasî görüşlerle sıkıdan ilgilidir.
Tâ lise sıralarında iken ilmin, hâdiseler arasında evrensel, değişmez mim»***-betleri aradığını öğrenen bir okuyucuya «millî ilim» tabiri tenakus ihtiva eden bir terim olarak rünür. İlim, gerçeğin bilgisi olduğuna göre, milli hudutlara göre değişen ilim olur mu? Talebelerimden biri
nin bu hususta bir gün dediği gibi, sukut kanunu Almanyada başka. Çinde başka mıdır?
Bu itirazlara «millî ilim» den bahsedenler ilimde bir ikilik yaparak cevap ver meğe çalışıyorlar. Tabiat ilimleri», «manevî ilimler» diye bir ikilik ileri sürüyorlar. Bunlara göremiataat ilimleri, fizik, kimya, mmtakadan mıntakaya, cemiyetten cemiyete değişmez, fakat «manevî ilimler», yani psikoloji, iktisat, sosyoloji gibi insan ilimleri cemiyetten cemiyete değişir; bu ilimlerde, hadiseler arasında evrensel, illi münasebetler bulunamaz; tamimler, kanunlar mümkün değildir. Her cemiyet, her kültür kendi basına tetkik edilebilir, herbirinin kendine mahsus vasıfları vardır.
Görülüyor ki bu iddia • muayyen bir realıî.t görüşüne dayanıyor. Bu görüşü biraz (laha inceliyelim. Tabiat hadiselerinde, deniyoc, tekerrür vardır, esasda müşterek vasıllar vardır ve tabiat hadiselerinin hâkini vasıflan bu tekrar eden, müşterek olan vasıflardır; bu vasıflar tecrit edilerek umumi hükümler vermek, neticelere varmak miunkündür. Halbuki.® iddia devam ediyor, her cemiyet diğerlerine benzemi-yen tek, kendine mahsus vasıfları olan bir varlıktır. Her cemiyetin kendine has bir
145
gerçeği vardır ve ancak kendi başına tetkik edilerek, «içtimai ruh» una nüfuz edilerek anlaşılabilir. Bunun için cemiyetler arasında mukayese yapmak, umumî neticelere erişmeğe çalışmak beyhudedir, yanlıştır.
Her cemiyetin, diğerlerine benzemi-yen, kendine has bir takım sosyal şartları olduğu doğrudur; her cemiyet kendi coğrafî ve tarihî şartlarının neticesi olarak kendine has bir takım sosyal belirtiler gösterebilir, Yukarıki iddialarda yanlış olan, bundan, umumî neticelere vanlamı-yacağı, cemiyetler arasında mukayeseler yapılmıyacağı neticesini çıkarmaktır. Yapılan bu yanlış istidlal ise, tabiat âlemi ile insan âlemi arasında yapılan tefrikin sakatlığından doğuyor. Tabiat âleminde tek rai* eden, müşterek olan hadiseler vardır, sosyal gerçek ise benzeri olmıyan, kendisine has bir varlıktır diye bir ikilik yapmak yanlıştır, gerçeğe uygun değildir. Realitenin her safhasında, ister fizikî, ister psikolojik ve sosyal olsun, hadiselerin hem tekrar eden, müşterek olan cepheleri vardır, hem hu birinin .kendine has olan, diğerlerine benzemiyen cepheleri vardır. Bütün müşa hhaslığmda ele alındığı zaman iki çanı ağacı, aynı cinsten iki köpek yavrusu, iki taş parçası, hattâ iki su damlası birbirine benzemez. îştirâk - ayrılık, tekerrür - oluş mutlak (absolut) mefhumlar değildir; bunlar elimizdeki probleme, araştırmamızın hedefine göre realitenin her hangi bir safhasına tatbik edilebilir.
«Tabiat ilimleri* nin elde ettikleri bü yük başarıdan sonra bugün, tabiat hadiselerinde evrensel, illî münasebetler bulunduğunu, tabiat hadiselerinde bir düzen olduğunu kolayca kabul ediyoruz. Halbuki ilim görüşü olmıyan bir insan için tabiat hadiselerinde bu çeşit münasebetler görmek, tabiat Hadiselerinin bir düzeni, determinizmi olduğunu düşünmek, insan âleminde bunlarm. mevcudiyetini düşünmek kadar zordur. İlmin ileri sürdüğü şekilde bir tabiat anlayışına insanlık binlerce senelik bir gelişmeden sonra, daha pek
yakın zamanlarda varabilmiştir. İlmi zihniyet ve ilmî metod gittikçe sahasını genişletmiş, biyolojik hâdiselere teşmil edilmiş ve nihayet sıra insan hâdiselerine, psikoloji ve sosyolojiye gelmi.ştir. İlmî metodun tatbikinin her genişleyişi, her yeni sahaya tatbiki önce bir itiraz ve mukavemetle karşılanmıştır. Galile zamanında İlmî metodun fizik hadiselere tatbikine karşı gösterilen mukavemet, şimdi, manevî ilim taraftarları tarafından, İlmî metodun insan hâdiselerine tatbikine karşı gösteriliyor. Birincisi, ne kadar geri, bilginin gelişmesine engel olan bir hareket idiyse, İkincisi de aynı şekilde geri ve ilmin gelişmesine engel olmıya çalışan bir harekettir; birincisi nasıl muvaffak olamadı ve ilim dev adımlarla ilerledi ise, İkincisi de aynı akıbet© mahkûmdur.
«Manevî ilim» taraftarları iddialarını daha başka çeşitten yaptıkları ikiliklere de dayatıyorlar. Meselâ tabiat âlemi determinizmi âlemidir; insan âlemi ise hürriyet âlemidir, insanın hür iradesi vardır diyorlar. Tabiat âlemi sadece var olan hâdiselerden müteşekkildir; halbuki insan âleminde bir de mevcut hâdiselerin nasıl olması lâzım geldiğini gösteren kaideler, ölçüler vardu*; diğer bir deyimle, insan âlemi «değerler» âlemidir. Bu noktalar bu yazıda ele aldığımız «millî ilim» mevzuu ile doğrudan doğruya ilgili olmadığı için bunların üzerinde burada durmıyacağım. Bıı mevzuu daha teferruatlı olarak bir başka, yazımda ele almıştım (1) «...Yalnız şuna işaret edip geçeyim ki, insan âleminde değer lerin mevcudiyeti insan cemiyetleri hadiselerine ve bu değerlerin kendisine müs-bet ilim metodunu tatbikin e mani değildir; bilâkis, verimli bir surette ancak bu metodla tatbik edilebilir ve ediliyor. İkincisi, psikoloji ve sosyoloji henüz ihtilâflardan kurtulamamış, yeni, genç ilimler olmakla beraber, bu ilimlerin son bir asır zarfında kaydettikleri ilerlemeler, bugün |l| Behice S. Boran "Sos »loii Anlayışında lldflk,,, ÜNve larlnd Cocrof ya Fakültesi De raisi, sayı 3, 1943.
146
bu ilimlerde kabili itimat bilgi olarak mev ( ut olan kısımlar, müsbet ilim metodunun tatbiki ile, insan hadiselelerinde de determinizm olduğu ve tamimlere erişebiline-ceği görüşüne dayanarak yapılan çalışmalar neticesinde meydana gelmiştir, insan hadiselerini önceden haber verebilmek, kontrol altına alabilmek imkânı, insanlığın kendi akıbetine hâkim olabilmesi, kısacası, bilgimizin verdiği neticelere dayanarak muvaffakiyetle aksiyona geçebilmemiz an-^ak müsbet ilim yolunda ilerlemekle elde edilebilir.
Görülüyor ki, yukarıda anlattığımız mânada «millî ilim» anlayışı çıkmaz bir yoldur, hattâ böyle anlaşılınca ilim kelimesini kullanmak doğru değildir, ilim kelimesine birbirinden tamamiyle ayrı, hattâ birbirine zıt iki ayn mâna verilmiş oluyor. İlim kelimesine bugün ancak «müsbet ilim» tabirinden anlaşılan mâna verilebilir; fizik, kimya, biyolojiden ilim olarak bahsettiğimiz zaman kelimeyi bu mânada kullanmış oluyoruz. İnsanlara, hâdiselere hâkim olabilmek, hâdiseleri kendi insan maksatları için kontrol altına alabilmek imkânını bu hakiki mânadaki ilim anlayışı ve metodu vermiştir. Modern tababet, sanayi, taşıt ve haberleşme vasıtalarındaki ilerlemeler, hep hu üim anlayışı ve metodu ile elde edilen bilginin tatbiki neticesinde mümkün olmuştur. Psikolojik ve sosyal hâdiseler âleminde muvaffakiyet de ancak aynı vasıtaları kullanmakla gerçekleşecektir.
Bir başka mânada, daha isabetli olarak milli ilim den bahsedilemez mi? timin müşterek bir metodu vardır ve her ilim şubesi, mesuleler ortaya koyar, sualler sorar ve bu meselelerin hallini, suallerin cevabını gerçeği tetkik ederek araştırır. İnsan ilimleri sahasında biz de ilmin meto dunu kendi cemiyetimizin, insanlarımızın tetkikinde kullanır, problemlerin hallini, suallerin cevabım kendi eerçeklerimizi araştırarak bulmağa çalışırız. Hâdiseler arasında evrensel; İlmî münasebetler vardır, bunların müşahhastaki belirtileri mahallî şartlara göre tçnevvü (variationj
gösterebilir. İşte umumî münasebetler formüllerinin bizim cemiyetimizdeki belirtilerini, müşahhas muhtevalarım tetkik edebiliriz ve etmeliyiz de. Ancak bu mânada «millî ilim» den bahsedilebilir. Bu tarzda İlmî çalışma hakikî ilim anlayışına uygundur; böyle tetkikler, hem umumî neticelere. formüllere, illî münasebetlerin tesbiti-ne götürür, insanlığın bilgi hâzinesine ilâveler yapmayı, onu ilerletmeyi mümkün kılar, hem de kendi cemiyetimizi,, kendi gerçeklerimizi öğrenmemize yol açar.
Yazımızın başında işaret ettiğimiz gibi, bu «millî ilim/ meselesi ve bunun dayandığı tabiat ilimleri, manevî ilimler ikiliği meselesi ilk bakışta göründüğü gibi sadece nazarî, mücerret bir mevzu değildir. Aksiyon için, hareketlerimizin alacağı istikamet için, mühim mânası vardır. İnsan ilimlerinin memleketimizde gelişebilmesi hiç değilse kısmen, doğru bir üim anlayışından hareket etmekle olur. Manevî ilimler, tabiat ilimleri ikiliğini kabul ederek işe girişecek bir kimsenin çalışmaları ile ilmin birliğini kabul eden ve müsbet ilim metodu ve anlayışı ile çalışan kimsenin tutacağı istikamet ve varacağı neticeler - veya neticesizlikler - birbirinden ta-mamile ayrı, olacak tir. Birincisi, fizik, kimya, biyolojide çok verimli başarılara götüren ilim anlayışına ve metoduna tamamile aykırı bir yol tutmuş olacaktır.
İkincisi, yukarıda tenkit ettiğimiz çeşitten tmillî ilim» anlayışı, her cemiyetin, her kültürün diğerlerinden ayrı, nevi şahsına münhasır, tek bir varlık oluşu görüşü, bugün siyasî bir mâna taşımaktadır. Bu tarzda «millî ilim», «manevî ilim» anlayışı kültür otarşisine götürür, ayni esas zihniyetin ilim sahasındaki belirtisidir. Bu. sanat, edebiyat için iddia edildiği gibi ilim sahasında da kendi içimize kapanmak, diğer cemiyetlere, insanlığın müşterek ilim gelişmesine sırtımızı çevirmek, «biz kendi ilmimünızı yapacağız ve bu başka bir milletin ilmine benzemivecek* diye kendimizi dar, kör bir yola saptırmak, bir daire içinde dönmek demektir. (İlmî otarşi»,
147
kültür otarşisinin ilim sahasında tezahürüdür; kültür otarşisi ise sıkı sıkıya ekonomik otarşi fikri ile bağlıdır. «İktisatta otarşi» ve «kültürde otarşi» şartlarına aynı memleketlerde rastlıyoruz. İktisadî otarşi, yani İktisadi sahada kendi kendine yeterlik ve dışa kapalılık, kapitalist rejimin doğurduğu iç ve dış zorluklardan yılan garp memleketlerinde, meselâ Almanya-d:ı, bu zorluklara bir çare olarak ve emperyalist gayelerle girişilecek harplere bir hazırlık olarak ileri sürülmüş ve tatbik edilmeğe kalkışılmış bir siyasettir. Bu İktisadî otarşi ile beraber kültür otarşisi de ileri sürülmüş ve ilimde ifadesini yukarıda tenkit ettiğimiz -milli ilim* anlayışı şeklinde bulmuştur, iktisat ve kültür otarşisinin kuvvetle müdafaa edildiği memleketlerde bu sözde «milli ilim» anlayışı yalnız manevî ilimlere yani insan ilimlerine değil, hattâ fizik gibi müsbet ilim şubelerinin en ilerlemiş, gelişmiş olanına da tatbik edilmeğe kalkışılmıştır: yirminci asır ilmine ismini vereceği söylenen Einstcin gibi büyük bir fizikçinin nazarlyelerî ve fizikteki ba anlan «yahudi fiziği» diye damgalanın ıştır. Bu de, sözde tamamile İlmî, nazarî bir mesele imiş gibi ortaya sülük ıı bu millî ilin» iddiasının ne kadar yakından siyasî maksatlara bağlı olduğu-ğunu ) ir.
Bu no 1 tada şöyle bir sual hatıra gelebilir? ikti adî ve siyasî âmiller neticesin de meydan.) gelen bu görüşe neden ilmi
bir kisve verilmek istenmiştir? Çünkü her devrin inandığı, yüksek tuttuğu bir takım kıymetler vardır. Hakikat ölçüsü bu kıymetlere göre ayarlanır. Meselâ ortaçağda bir fikrin gerçeğe uygun olup olmaması dinî otoriteye göre tayin edilirdi. Galile dinî makamlar tarafından mahkeme edilip mahkûm edildiği zaman, dünyanın güneşin etrafında döndüğü hükmü, Aristoya ve kilise büyüklerinin yazılarına, dinin doktrinlerine uygun olmadığı için yanlıştır, deniyordu. Orta çağda hakikatin ölçüsü dindi. Zamanımızda hakikat ölçüsü, haklı olarak, ilimdedir. Modem cemiyetlerin sosyal değerlen arasında ilim başlıca mevkii almıştır. Dinin indirildiği tahta ilim oturtulmuştur. bunun için siyasî maksatlar, dar menfaat kaygulan ile ileri sürülen görüşler de müdafaa edilebilmek, haklı gösterilebilmek için ilmin otoritesine sığınmak, sözde İlmî bir kisveye bürünmek mecburiyetinde kalıyor. Bu suretle bir takım sahte - ilim kollan da meydana gelmiştir. Muhtevası siyasî olan ırk üstünlüğü iddialarım İlmî bir kalıba sokmak gayretleri bu sahte -ilim kollarından biridir. Aynı suretle, İktisadî otarşi ve onun tamamlayıcısı olan kültür otarşisi ve «millî ilim» taraftarları da iddialarım böyle sözde - İlmî hükümler, tasnifler ilh.. ile desteklemek gayretine düşüyorlar. Onun için her hakikat kaçağı her cereyan gibi bunun da ömrü kısadır. Bütün tarih boyunca bunun bin bir misalini gördük.
148
İnsanlar geçmişi, ilâveler ve tahrifler yapmadan gözlerinin önünde bulundururlarsa bugünün ve yarının harokollori için ondan kesin dersler çıkarabilirler. Muhtelif siyasî, iktisadi ve zihnî tesirler alımda, maalesef, bu böyle olmamıştır. Hilmi Ziya bu yazısında tarih bir ilim haline gelirken diğer ilimlerin ilerleyişinden müteessir olarak geçirdiği çapraşık seyrin ana çizgisini veriyor. Gelecek sayımızda çıkacak olan yazısında tarihin bir ilim haline gelebilmesinin önüne dikilen sosyal âmilleri incele-yor ve bunlardan kurtulmanın, hakikaten ilmi bir tarih görüsüne varmanın zaruretini belirtiyor.
İLİM KARŞISINDA TARİH
Profesör illimi Ziya ÜLKEN
İstanbul Üniversitesi
Her çağın kendine göre ayrı bir tarih anlayışı varsa da bütün çağlat arasında tarihe en büyük yer ayırmış olan şüphe yok ki içinde bulunduğumuz modem devirdir. Yunan medeniyeti en geniş anlamında bir şekil medeniyeti olarak görünüyor. Şekillerin yetkinliği mimarlıkta erişilmez Parthenon, ilimde Öklidis geometrisi, felsefede Eflatunun îdcaları ve Pytho-gore’un sayısı olmuştu. Pat ın ismin ülküsü yetkin ve sınırlı olan sırf düşünce* idi.
Yeni çağ medeniyetinde bir kımıldanma vardır. Galilce ve Copernic hareketin ilmin iyaparlar. Yunanda Zenoiı, Achille delili ile hareketi inkâr ediyordu. Röne-sansta İse hareket yeni ilmin ve bütün devrin ruhudur. Musa heykelinde şekiller hareketi ifadeye başlamıştır. Felsefe artık zihnin ve varlığın değişmez şekillerini değil, sonsuzluğu ve tabiattaki hareketi fark etmektedir. Orada hareketle birlikte geçmişe çevrilen bakış ve tarih şuuru uyanmıştır. Bunun için yeni çağın en belirli karakterleri zaman sezgisi, tarih merakı ve romandır desek işi büyütmüş olmayız.
Modern tarihî görüş, hemen bütün il me katılan ve onu tamamlıyaıı genetik görüştür. Tabiatın, msaıun bÛttüı'ğerçek’^b lannın birdenbire veya paralel' olarak meydana gelmiş olmayıp safha safha gelişroe-leri eseri olduğunu ve onları anlaraakaçin köklerine, aşıtlarına kadar Ölmek lâzmığel-
diği ana fikrinden doğan genetik yalnız 19 uncu asır tarih kültürünün karakteri değildir. Fakat bu zamana gelinceye kadar bütün tarihî görüşlerin mahsulü, modern ilmi eski ilimden ayıran en önemli vasıflardan biridir denebilir. Biologiste canlı varlıkların tarihini,, hayat çeşitlerinin değişmesini araştırır. Sosyolog, insan cemi yetlerinin tarihini, psikolog insan şuurunun evrimlerini araştırır. Sözün kısası. 18 inci asırdanberi doğan veya gelişen bütün yeni ilimler gerçeğin tarihî oluşunu incelemesi bakmamdan eski medeniyetlerin hediyesi olan ilimlerden aynlır. Doğrusu, bu umumî karakterin dışında kalan, kökleri şekil vâ sükûn medeniyetinde kurulmuş matematik, mantık ve fizik ynrdır. Fizikin kanunları her zaman ayni suretle olmakta olan ilgileri gösterirler. Zihnin kanunları ise ancak tarihî oluşun üstünde, her zaman için geçer kaidelerle gösterilebilir. Dış âlemde fizik ve iç âlemde mantık, tarihî olusun dışında kalan iki büyü': bilgi disiplini gibi görünüyor.
Modern düşünce genetik’e dayandığı M^îac’' bütün kozmik sistemi kuşatan bu iki disipliniıı tarih dışında kalmaları tarihî gö-olması lâzımgeldiği kanaatini doğuruyor. Bu.-kanaat tarihçi ve-akiler, dünya görüşleri dediğimiz iki zıt görüşün doğmasına sebep®blmustûr.v İşte bu sdretle yeni bir >
149
problem karşısında bulunuyoruz: Tarihî göriiş rasyonel görüşe indirilebilir mi. indirilemez mi?
Tarihî ve rasyonel görüşler arasındaki esaslı ayrılık bizi bu soru üzerinde durmaya mecbur ediyor. İlk çağdanberi bu iki görüşün münasebeti ne halde idi diye düşünebiliriz. Gerçekten, tarihî görüşün meydana çıkması rasyonel görüşle âdeta bir pençeleşme sayesinde olmuştur. Tarihî görüşün açıkça belirdiği devirlerde rasyonalist görüş kuvvetten düşmüş yahut hiç değilse insan düşüncesi üzerindeki mutlak egemenliğini kaybetmiştir. Tersine olarak rasyonel görüşün rakipsiz olarak hüküm sürdüğü devirlerde tarihî görüş ortadan çekilmek zorunda kalmıştır.
tik çağ düşüncesinde rasyonel hüküm sürüyordu. O devirde tarihî görüşün yeri çok zayıftı denebilir. Halbuki rönesansta irationnel hüküm sürmeye başlamıştır. Fakat 17 inci asırdanberi insan düşüncesinde yeniden rasyonalizmin hâkim* olduğu görülüyor. Aklın bu yeni zaferi Descartes, T.»eibniz, Spinoza’da yetkin şeklini aldı. Rasyonalizmin bu ikinci kuruluşu âlemin büüinlü (integral) bir izahını mümkün kıldığı için bu ızahda (urationel) in yeri kalmadı Mademki âlem matematik formüllere indirilebiliyor, ve her zaman ayni kalacak bir plân içerisinde ifade edilebiliyordu, Öyleyse artık onun karmaşık, çeşitli safhalarını ayrı ayrı bakmaya çalışma boşuna olmalıydı. Netekim Descartes tarihi büsbütün inkâr eder, düşünceye yeniden başlar. Akıl âlemi anlamıya yetecek haldedir. Âlemin ilkeleri (yani «ezelî hakikatler») bir defa kavranınca onun sırları bizim için açılmışolac aktır. 17 -18 inci asır rasyonalizmi insana yeniden izah sükûnunu veren dinlendirici bir devirdir. İrrationnel orada sahneden çekilmiş, tarihî kültür önemini kaybetmiş veya bırakılmış, ins,an mutlak bir nikbinliğe kendini bırakmıştır (1).
(l)Valtaire bilhassa Candice'inde rasyonalizmin bu nikbinlicv.||e^''Tz^, ej,mektpcir. Keı^çlj'i ,det aynî felsefi cörüsûn teşrinde a duyu l-alde -öil: nîz'in VVolf’un optiıfflsmesinAıüCurn ecyor.
Fakat 19 uncu asır başlarında bir daha akıldan, akim tabiat üstündeki mutlak egemenliğinden onun ilkeleriyle sabit ve değişmez bir âlem plânı çizmek imkânla rından şüphe başlıyor. Bu devir, yeniden irrationncl'in meydana çıkması devridir. Rousscau’da «hissin akla üstünlüğü» şeklinde yarı edebî, yarı felsefî ifadesini bulan bu devir yalnız şair veya filosoflarda değü, doğrudan doğruya pozitif ilimde de kendi özelliğini gösteriyordu. 19 uncu asır, tabiat ilimlerinin cn çok geliştiği asırdır. İnsanın geçirdiği evrim safhalarını araştıran anthropoligie, cemiyetlerin doğuşu ile uğraşmaya bugünkü şekillerini incelemeden önce başlıyan sociologie bu asrın çocuklarıdır. Danvinismc, Lamarkisme gibi canlı çeşitlerin tarihini izah için meydana çıkan büyük teoriler de hep bu ihtirasın mahsulüdür. Şu halde 19 uncu asır genetik görüşleriyle, asıl pozitif ümin içinde * rasyonel» c isyan olmak üzere görünüyor.
Fakat bugünkü felsefe cereyanlarına kadar gelen bu hareketi ötekilerden ayıran önemli bir karakter var: o da, yeni il min yalnız başına tarihî görüşle kanmaması ve irrationnel’i rationnel ile uzlaştırmaya çalışmasıdır. Bu stretle tarihî oluşun kanunlarım araştırmak, tarihte kanunluk aramak veya başka deyimle tarihin mantığını yapmak bu yeni fikir hamlesinin ruhunu meydana getirmektedir (1). Şüphe yok ki 18 inci asrın büyük gelişmesi rasyonalizmin kuvvetinden ileri geliyordu. Tabiatın bütünlüğünü açılayan kanunlar karşısında talihin verebildiği şey yalnız ihtimaliyet-
11) "Tarihin man'ıkı.. xikrî'Joilhassa Dilthoy'i la kin eden Alman Closoflm ır-dar Heinrich Rîckert'do hâk’mdlr. Son zanıonlara kadc- devam ecen yeni Katırcılık ve ideo izm tcbipı :|mleri karsısına mâ-re/j.-jlirn er.„ /.ovarak onlcrda‘"rarih mantıki., ac'y le bütün ilimlerden vokale Istilpn metodu kullonan laâiGi-ilinileör.çIçrı OV» bir Çentik ve avn saha □örmekte, bîrncfsîrde^ izah etmeye mukabil bj-reda ancak ar cırnak nömkûr. olduğunu ido'a el rn.ekt^di''- ^nföhlurjacgreyaj^ e bunur orasırdaki ıngrasebe* dû kcvdâç’.'Jeğer Hepsi birden tabiatın maddeci ve linıci qörû«Cne aykırıdırlar.
150
ten başka bir şey değildi (2). Thomas Buckle, genel tarihinin başlangıcında tarihteki kesinsizliği şöyle anlatıyor. «Kitabımı yazmağa başladığım sırada evin dışında büyük bir gürültü oldu. Sebebini anlamak için hizmetçiyi gönderdim. Biraz sonra odama giren arkadaşım bunu bir kavgadan ileri geldiğini söyledi. Halbuki daha sonra hizmetçi bir yangından bahsettiği gibi, ertesi günkü gazetelerde de büsbütün başka rivayetler gördüm. Yanı başımda olup biten şeyler için aykırı düşünce bu kadar çok olursa uzak devirlere ait hükümlerimizde ne kadar kesinlik olacağım önceden sezebilirsiniz.»
18 inci asır sonlarında D. Hume ilmin ilkelerine karşı ortaya attığı esaslı şüpheyi tarih kültürüne borçludur (3). O zamana kadar değişmez bir ilke gibi kabul edilen nedensellik» in türlü devirlerde alışmalara göre değiştiğini söyliyen Hume her halde - rasyonalizme karşı tarihî görüşün yeni zaferini hazırlamakta idi. Fakat bir taraftan. ( akim mutlak egemenliği» nde tarihî kültürün açtığı gedikler, bir taraftan da turihî kültürün kesinsizliği karşısında aklın dayanmaları bu iki zıt görüş arasında bir hesaplaşma ve uzlaşma yapmak ihtiyaçlarını doğurdu.
Bu uzlaşmanın ilk denemeleri Vıco tarafından yapıldı (1), daha sonra Condorcet
(2) Tabiatta bir çok Hâdiselerin zuhuru teso-düfT üörûndûöû halde bunlarda da bir muayyen liflin mevcut o’duöu hdkk ıda'd tetkiklerde!: flan İhriıraliyet hesabı 17 İnci carda Pascal ve da ha sonra Bcrnoulll ile beşlemiş; 19 u-ıru asır yar -sırda İçtimaî i '■ r de tatbika başlanmıştır.
(3) Hume'in to'ihe ait eserleri felsefî f'Herinin
inkişafında bûvûk bir t mildir. Historie de la Grar. de - Bre*aone (1754 591. Historie de ’c
Religlon.
|11 Vico. 1668gŞjJ1744 orasında vasamıj bir tarih lilosofudur. Princip'7 di unu scienza nuovc d mtırno alla - çomuni nalıııe allı *»seri garpte hr> men İlk tarih felsefesi savlabi1' Me'tfer, Michelet, Gımte gibi büyük f(?rakk’ fersefec lerrord m FeVr (olâde takdirle bahsaMni^lerdiE Bu eser bft. asır* sonra Michelet tarohfldı "Lglscienca n o .-elle,,
adile Fransızcavo nakledilmişti^
tarihî görüşü rasyonel görüşün (Lumiere felsefesinin) sınırlan içerisine sıkıştırdı. Ona göre bütün tarihî oluş, tekniğin teknikleşmesi, ilmin gelişmesi şekillerinde meydana çıkan tecanüslü, mutlak bir rasyonel gelişme sahnesidir. îselin’le birlikte Condorcet’de hüküm süren bu, bir nevi tarihî intelleetualisme fikri ayni sıralarda Herder’in tarih felsefesinde şiddetli tepkisine uğradı ise de (2), devrin bu belli başlı temayülü gittikçe yerleşerek 19 uncu asrrn büyük mütefekkirlerinde türlü uzlaştırma deneylerinin doğmasına sebep oldu.
Hcgel, tarihin anahtarını akılda aramağa savaştı. Hegel’e göre tarih, tesadüfi bir olaylar zinciri; tek, ferdî bir takım vakalar serisi değildir. Tarihî oluş (das histo-rische.VVerden) zarurî bir oluştur. Bu zarurî oluşun anahtarı îdĞe’dir. Çünkü bütün idealist filosoflar gibi Hegel’e göre de âlem îdSe’den ibarettir. Onlardan farklı olarak varlıkla fikir arasında aynilik görür. Yani fikri aşkın olan ve unun tarafından kuşa-tılamıvan bir varlık kabul etnıez. Hegel’in sentetik mantığında bu fikir, artık Eflatunun îdea âlemi gibi değişme/, hareketsiz bir fikir olmaktan çıkmış, sürekli bir oluş halini almıştır (3). îşte Hegel’in gözünde, tarih bu fikrin oluşudur. Bütün insanlık tarihi, evrensel bir fikrin gelişmesi demektir. İnsanlık tarihini böyle ideal bir çerçeve içine sıkıştırdıktan sonra cemiyetlerin
(2) Gerçekten Herdor ötek’lerir aksine olmak üzere tarihte bir nevi Izafiyetçilifle kani olup İnsanlığın ayrı avn denemeleri ve tos'cklahndon doö-nıus rü'lü devirler, avn insan tipleri oârmok'edlr. Tabiat nevileri hakkındoki görüsü ile beraber Ho-der'i ve Gootho’yl bu umumî cereyandan ayırmak ISz-md.;.
Pv ♦r-lh felsefesi Hegel’ln bütün eserlerinde mihrak teşkil ermekleri1'. Fakat bilhassa Die ori-O'i’allsche Wek ve Die Gorman’sı ıe We't nihavet Goıdschrıf-, Stadf, Gescb/chto cc eserlerinde bu tarih felsefesini izah esnektedir. F'iedrich Dîttmann, Cer Bergiff des Volksgcıstes bei Ueael 1939. adlı esernde Hegel’in 'rafitn f hHesîrr ve onunla "Ce-maanruhu» razdtivosi öres n/ckr münasebetleri onla^aktcdıy % /
151
gelişmesi, devletin kuruluşu, ferdî hürriyetlerin doğuşu hep İdee'nin evrim safhaları olarak görünmektedir. Hegel tarihi, bir evrensel fikir oluşu gibi anlaması, tarihin rasyonelleştirilmesi yolunda yapılan ilk büyük davranıştır. Fakat henüz tarih oluşunda kanun aramağa kalkılmamış; çünkü zihnin kanunlarından tabiat kanunlarına geçilmemiştir.
Aynı asırda Auguste Comte ilk defa olarak tarihî oluşta kanun aradı (1); ve bütün târihî oluşu rasyonel bir tarzda ifa* de etti: üç hal kanunu. Fizikteki statik ve diıuımik fikrini insan olayları âlemine geçilerek «Tarihin Dinamiki» ni yapmağa çalıştı. Üç hal kanunu Comte’den sonra türlü şekillerde tefsir edildi: Weber tarafından iki hale indirildi (2). Miiller - Lyer onu beş hale çıkardı (3). Hangi şekilde olursa olsun hepsinde, şu fikir hüküm sürer: tarih oluşunda bir nevi kanunluluk (lcgalitc) vardır. Tarihî oluş tesadüfi ve ihtimali bir oty& değildir (4). Tabiat kanunlarının bir nevi de gvrim kanunlarıdır Görülüyor ki bu suretle Hegel’den daha ileri gidilmiş: ve tarih yalnız mantıklaştınl-ınakla kalmamış, tarih gelişmeleri tabiat kanunu haline getirilmek istenmiştir
Nihayet Comte’la ayni zamanda olan Kari Marx'ıtı tarihî maddeciliği, tarihi rasyonelleştirmek için yapılan ikinci davranıştır. Marx da Comte gibi tarihin kanunlarını bir nevi içtimai dinamikte arıyacak yerde, Hegel gibi fikirde aradı: ve bu fikrin köklerine kadar sokulmak is-
liI Utc : l ı İOİ de trois etots dar. kı oni o-sophle c Augı s a Comte.
|2| Weber « La rvthme du Progrds. Fe.lix Ab sökesen olo.n Gapha e cdeîc Ijir^ vczlfosini aör-can, Pars 19'ı2. ‘ «pektedir. Engel’sic Diolekfk cerİNotiur'j Mancmeir
131 Mülle' ver . lüer Sin dö& Leboı s. Band. ssaslarırc c e-» Tiûhin? eserdir. E'^oorci-
I. 19K ya ve einoşoiirin o zaırar içir biliner. verilerine
l4) On dokuzuna asrın rasvonei tnri^İi^ı aavana^K, ’mge.s m vazrr-ş oki-gu Aile ve Mül feiscr'odû başlıvarok, sonraden oeseri nödiseıere Ktvetm Menşei.. çak mühim bir|esâf o -nakla bera-uĞ’dsan bir çak ninvcrcceçli. îlıerirg/hukjcubuue--. curu sen 7j sene ‘n ekolojik aros’irmalc'ile noktadan *etkik etti. VVagrer ve i sf (tisü( bu ic- kontrol e‘mek .c Icmaırîamck .'damdır. r«hî ok;’ görüşle Tetkik et'ilet.;.-Bu cettvar en çok d) r Sp^cer ÜWi(;r!cM|ü-La5 pren ers Alınanvado on aiok'jiur.c .'ı as i- scnlatj'ca vav|l- ares de' verdikten som.a. bj^saslân Pr-ncipes ce rroytır. ; SaCİologie'de ırA'şaf eŞrdi.
tedi. Bunu maddenin evriminde gördü. He-gel'in evrensel fikir için kullandığı Diya-lektik’i madde evrimine tatbik etti. Böyle-ce fizik ilmi henüz maddenin evrimi» diye bir problem ortaya koymadan, fikir hayatını hayatî ihtiyaçlara, onları da fiziğe bağlıyarak hepsini maddenin evrimine indirdi. Madde evriminin diyalektiğini yapmak demek - yeni bir anlamda «tarihin mantıki» nı yapmağa çalışmak demekti (5)).
Bu asrın başına kadar yaşıyan H. Spcncrr tarihin rasyonelleştirilmesi yolundaki davranışların başka bir örneğini vermektedir ki bu da mekanik evrimciliktir. Comte’den Hegel ve Marx’dan ayrılarak tarihî oluşun bir «-nicelik değişmesi» nden ibaret olduğu fikrine dayanır. Bitki, hayvan ve insan çeşitleri, cemiyetler, şuur ayrılıkları hep bu nicelik değişmesinin safhalarıdır, ve az olan çok basit olan mürekkep olmuş: sanki bir yelpaze açılışı gibi sınırlı ve basit unsurlu bir çok karmaşık bütünler haline gelmiştir. Mekanik değişme, içten bakılınca nitelin değişmesi, gibi görünmektedir. Böylece derin bir analizden geçirmeksizin tarihin verdiği ilk intiba ile çeşit», tip, karakter değişmeleri dediğimiz esaslı nitelik farklarını bu felsefe azlık ve çokluk farkına indirdi. Bundan dolayı ona mekanik evrimcilik diyoruz (1).
Hegel’den Speneer’e kadar bütün bu çığırda birleşik olan nokta şudur: Onlardan bir kısmı mantıkta kalarak, bir kısmı tabiat kanunlarına yeni bir anlam vererek; bir kısmı maddede evrim karakteri
5) Ko'l Morx ( fikirlerini C'itaue ce ı‘€cc nomie oolrinue ad eserinde resretti. Bu kifac
152
görerek, bir kınını maddenin nicelik değiş meleri ile nitelik farklarım İzah ederek tarihi rasvonelleştirmeye çalışmışlardır. Bütün bu gayretlerin amacı 19 uncu asrın tarihe veya genetike dayanan bilgilerini 18 in asrın rasyonel ilimleri derecesine çı karmuktu Tarihteki ihtimalliliğin fizik, mantık ve matematik karşısındaki Acizliği, ona bu bügi dallarındaki kesinlik ve belirliliği vermek ve tarihî bir detemıinizmc ulaşmak şevki bütün devrin hâkim karakteridir.
Fakat rasyoneli irrationnel ile uzlaştırmak için yapılan bıı davranışlar muvaffakiyetli olmadı. Çünkü: modern düşüncede aklın ilkelerini modem fizik ve matematikten alarak zihnin değişmez kategori Icri gibi gösteren Kant, biitün rasyonalizme hâkim bulunuyordu. Kant’dan sonraki filosoflar da (2) kategorilerin evrenselliğinden şüphe etmiyorlardı, ilmin bu kategorilere» dayandığını, meşruluğunu da kategorilerin sabitiiğinc borçtu olduğunu kabul ediyorlardı. Tarihi rasyonelleştirmek için yapılan h( r gayret önce kategorilere çarpıyordu: Mademki kategoriler değişmiyor, o halde nasıl oluyor da fikirler |e\: me uğruyorlar tipler ve çeşitli zihniyetler çıkıyor. Bir çok dünya görüşleri doğuyor da nasıl olup no kategoriler sabit katibi liyor. T.'jtc bu nokta muvaffak tyetsizliğin birinci sebebi idi. Yeni Hegelcilerden Co-hen, Natrop, ilnL Hegel'i bu maksatla tef »ire boş yere uğraşmışlardır. Çünkü tarihi oluş karsı -ma hemen kategoriler-çıkıyor; ve bu mütefekkirlerin Ursprung Anlayışları bunu izaha yetmemektedir.
Talihi olusun bize verdiği türlü ıhsan tipleri ve dünya görüşleri, her şeyden öne kategorilerin zafî (göre) olduğu tarihe tatbik ettiğimiz. ı( a :ı imbik fikrinin de mut lak olmadığı sonucunu verir. Levy - Bruhj, ipliduıkr üzerindi, yaptığı âraşiirfnolurda onların zihniyeti ile biz- nki abasında bir |2; Konflaı-. îc-nlci ı röTnantT-c-^-isçıfn l«e ^.'A'OenhOvftl .• ıi K . ıİQı r > hp! i
malıdır. ■ I I %
öz farkı olduğunu gösteriyor (3). O halde kategoriler bütün insan düşüncesinde ayni değildir.
Ayni kriz matematik ile tarih arasında da görülmektedir. Matematik 18 inci asır sonlarına kadar sabit, belirli kadrolar içerisinde idi. İdealist olmıyanlar da matematik ilkelerin mutlakhğmdan şüphe etmiyorlardı. Oklides geometrisi, Dcscartes’isı analitik geometrisi âlemin tam ve evrensel izahına ulaşıyordu. Kant da, Newton ve Leibniz matematiğinin ilkelerini alıp akim ilkeleri haline getirmişti. 19 uncu asrın, tarihi rasyonelleştirmek için yaptığı gayret bu yolda da boşuna oldu. Çünkiı ayni suretle tarihin verileri matematiğin din hayatından ve bir nevi kutsal sayılar anlayışı ve -sayılara tapınmadan naaıl ros-y((nel matematiğe doğru yükseldiğini gösteriyor. Bu ise rasyonalizmin kabul ettiği mutlak, zorumlu ve deneyden önce bulunan matematik kavramlar veya sezgilerle uzlaştırılnmaz.
anlayışının de yeri, büsbütün değişmiştir.
Fakat bugünkü,.'ilim karsısında tarih Önce, beacarte^dcnberi ileri sürülen ruh-beden ikiliği problemi artık eski önemini kaybetmiş ve bu ikilik fikrinden gerek psikoloji gerek bilgi teorisi vaz geçmişler gibidir. İkincisi, bugünkü ilim e matematik ve fiziğin değişmez ilkelerin- karşı ihti-nı a İlik ve imkân fikirleri büyük ölçüde yer alnr.ığa, hattâ ötekinin yerini tutmağa başlamıştır. Oklidisci olmıyan. geometrilerle i::ı>!ayıp 19 uncu asır sonunda canlanan bir çok matematikler» fikri (1) yeni fizikle büsbütün uzlaşmış görünüyor. Okli-‘ di -c Imıyan geometri de imaginaire diye kabul edilen matematik sistemlerin elektro manyetik fiziği için elverişli bir ifade 4amime i ilim anlayışında cok büyük bir ııdıın meydana getirmiştir.
3ı l Levv • Bu hl, les fonetions meu*c es dors 05 socl^tes ■nrer'«uros, -c mentolü* ormitlve.
!l| IH h^ır- ■ 'yrk'Sİ bir mânor.e
153
Üçüncü nokta - ihtimallilik problemidir. Gazların kinetik teorisinde ve termodinamikte kanunların kesinliği yerine ih-timallik ilkelerinden bahsedilmektedir. Atomun özü hakkında da ayni ilke bahis mevzuudur.
En sonra - sosyoloji ve genetik psikoloji insim zihniyetleri arasında derin farktır olduğunu göstermektedir. Bugün kimse? iptidaî zihniyetle modern zihniyetin ayni ilkelere bağlı olduğunu söyliyemez. Tarihî görüşle rasyonel görüş arasında - bu suretle - uçurum kalkmış bulunuyor. Rasyonel görüş eski kesinliğini kaybetmiş, nedensel kanunlar yer ine . bir çok alanlarda - ihtimali i ve Stat istik kanunlar geçmiştir. Öteden, tarihî görüş de artık bir te sadüflcr yığını gibi anlaşilraayıp büyük sentetik tarih araştırmaları yardmıile ilmileşmek imkânlarını kazanmıştır.
İşte bütün bu âmiller tarih ile rasyonel düşünce arasındaki duvarı kendiliğindim yıkmağa başlayıştır: Artık ne Kümede olduğu gibi tarihî ihtimallilik vasıtasiy-le ilmi kesinliğe hücum etmeye, ne de Hc gel’de olduğu gibi rasyonel kesinlik (cer-titude) vasıtaöîle tarihi /. u küm ..altına. almaya lüzum kalmıştır. Bütün bu zorlama hareketler yerine insan bilgisinin sınırlan genişlemiş ve ona tatbik edebileceğimiz daha geniş ölçüler, yukandanberi gördü ğümüz bu esaslı dualizmî ortadan kaldı mbilecck bir hale gelmiştir.
Fikir tarihinde rasyonel ile irrasyoneli uzlaştırmak için yapılan gayretlere artık lüzum kain a lığım, bu iki dünya görüsünün yeni ilim® zihniyeti içinde bi'rbiriyle kaynaştıklarını işaret ettik. Tarih problemini ilgilendiren bu nokta üzerinde bîr parça durmak için fiziğin geçirdiği csash değişiklikleri kısaca gözden geçirelim; Mekân, zama.11 ve kütknftf'îzâfil’ği fikirlefi idealist felsefenin ^değişmez kategoriler» iddiasını kökünden snfsmiştî: Ein’teîn’de matematik ve tam izahınig^ttian bu yeni fikir şliphesjz.- .gçç^ru..: asır -spnl:» tından beri lıuzırlann.akte kiiltlk dan Fitzv Gcrald bize bir cismin bir yönde hareket
ederken hızının son derece artırılması ve yönünün değiştirilmesiyle boyunun kısalacağını göstermişti. Daha sonra Michelson ve Morley bu deneyleri ışık olaylarında gerçekleştirdiler. Bunların yaptıkları inter-feromâtre deneyleri soruyu ampirik alanda büsbütün aydınlattı (1).
Öteden fiziğin bir çok kısımlarında ihtimallilik fikirleri büyük bir ölçüde gelişmektedir. Eskiden ihtimallilik yalnız müşahede yanlışlıklarında (yani deney âletlerimizin yetmezliğinde görülürdü. Fakat Boltzmann ikinci termodinamik ilkesinde nedensellik bağlantısının değil, fakat ilıti m sililiğin hüküm sürdüğünü göster di (1l. Eskiden bu olayda kesin bir nedensel kanun görülüyordu. Bugünkü fiziğe göre ise onda ancak bir ihtimallilik değeri vardır. Pozitif ilimdeki bu esaslı değişme Icı in tarihî görüşte yapacağı tesiri anlamak için ihtimallilik kavramı üzerinde bir parça durmamız gerektir.
Her hangi bir -olaylar zincirinde her bir olay daima kendinden sonra belirli bir elayı doğurursa bunların arasında «nedensel» bir ilgi vardır deriz. Fakat bu olay ancak, bir çok olayların eseri, yahut bir çok olaylar bu olayın eseri ise böyle bir durumda bu olayın nedenini bir olayda değil» fakat onların topunda aramamız lâzımdır. Bu toplam ne kadar tam ise ese
I) MichelSon'un bu isimdeki cihazı, ziyanın ıı İçerisinde hareketine alı Michelson cl-Icızı CH/'a beipb.e' hareke* ed Cihazın merko-zındn bö ziya suni o tarzda İaksim edilmiştir ki
- bir varı-.ı cllıoz mihverine muvazi bir Işt*-l.r -ette çider ve cihazın merkezine konmuş bir â.e: vosttas'le •&'((,ar merkeze gönderilir. D'ae--. ûvn- -leştifevi cihaza verici suca d'-kev plarak katccer. B;. süratle birleşen şualar cîhozır ûcıar,. ûzâi-.ıü aksettirilir.
’|2| Or:.rıhdan holünmüş oir kap alolıır: Bir luıohuuçı oksiter. ûae- tcrofındr azot olsun. A"J lW(»'üT '. s’d.r’fll-' *!•* aozın molekülleri
bırbirir.e karışır. Bj kc-ışmcda b istatistik kanunu .Bolizmaı: bu~ac -’sece hem moleküllerin ' i. :ı*njsmır, jjftı de wıbt ı /railerinin ko'ismcs-
Inhmciir^ -etkik ediyor
154
rin doğması ihtimali de o kadar k(metlidir. Bundan dolayı burada olaylar arasın da nedensel ve zorundu bir ilgi değil, ancak ihtıınalli bir ilgi vardır. Nedenle sonucu arasındaki zincirlemeyi ancak nedenlerin limitini bulmak suretilc kurabiliriz. Netekim bugünkü fizik bir çok alanlarda görünüşte nedensel gibi kabul edilen ilgi lerin gerçekte ihtiıualli bir ilgi olduğunu meydana çıkarmıştır. Bu problemden çıkan başka bir önemli nokta da geçmiş ve geleceğin ayni olmamasıdır. Gerçekten eski nedenlik anlayışında gelecek geçmişin aynidir. Çünkü olaylar zincirinde her olay ötekine bağlı olup, «an» lar birbirinin tekrarından başka bir şey değildir. Halbuki yeni fizikti- ilıtimallilik ilkesi bize gösteriyor ki olacak olan şey, zarurî surette olan şeyin tekrarı değildir. Orada bir nevi mu-ayyeıılikten bahsedilse bile, 'ou ancak büyük sayılarda değişen ölçülerde görülebilir.
Şimdi artık moderu fiziğin yeni so-nuçlarilc tarih görüşünü karşılaştırabiliriz. Biliyoruz ki tarih ■vakaları arasında bir zincirleme vardır. Fakat burada hiç
•bir olay kendinden öncekinin eseri olma yıp. ancak bir çok olayların limitinde mey dana gelen koloktif eserdir. Bundan dolayı tarihte bir nevi probabilisme görülmüş, tarih muayyenliğinden bahsedilse bile bu ancak çok geniş statiktik bir muay-ven'ik olarak kabul edilmişti. Eski mantılı ve eski fizik ile tarih görüşünün uzlaşmazlığı bundan ileri geliyor Tarih kültüründen geçen filosoflar eski felsefedeki nc-densenlik fikrine hücum ettikleri gibi, matematik ve mantık kültüründen geçen filosoflar da toı-sine olarak tarihi inkâr etmeye veya onu bu rasyonele indirmeye çalışıyorlardı.
Bugünkü ilim anlayışında bu krize yer olmadığı, mantıkçı ve tarihçi görüşler arasında bir nevi uzlaşma doğduğu artık kolaylıkla anlaşılır. Tarihçi görüşün en esaslı vasıflarından biri olan zaman fikri bugünkü fizikte de hâkim bir rol oynamaktadır. Tarih görüsünde geçmiş ile geleceğin nitelik (çuolite) bakımından farkları ve tarih vakaların oluşunda ferdî farkların rolleri ayni suretle bugünkü ilmin ilkelerde çelişmemektedir.
TUSTAA
155
MEMLEKETİMİZDE F. LİST HAYRANLIĞI
V. Nuri ZAİMOĞLU
Almanya, Reformasyon ve köylü harplerinin ve bilhassa 17 inci yüzyılın ilk yansında başlıyan Otuz Sene Harpleri’nin tesirde iktisadi inkişafında muasırlarına nazaran çok geri kalmıştı. Katolik imparatorluk ile muhtelif prenslikler ve krallıklar arasında cereyan eden, Alman ol-mıyanlarm da karıştığı bu protestanlık katoUkük kavgası Almanyayı baştan başa harap etmişti. Hollanda'nın ayrılışı da Al-manyayı dünya ticaretinden uzaklaştırmıştı. Bu şartlar altında Almanyada sana yiin ilerlemesi için vaziyetin müsaadesi en az haddine dii.şmüş oluyordu. Halbuki bu sırada Bolları dm, Fransa dünya
ticaretinde çol. yüksek m?vki kazanmışlar, birçok müstemlekelere sahip olmuşlar, ma-nifaktör sanayilerini ilerletmişlerdi, lrıgil-torede buharın keşfi ile dunur vejdinıür istihsali çok arlfiuş. Ingiltere moderni burjuva inkişafını^ en yüksek zirvesine ıılaşmıştı.
19 uncu aşrın ilk yansında Almanya iktisaden geri bir memleketti. Bu asrın başlangıcında, Almanyada derebeylik j serf münasebetler henüz devam ediyordu. Her nekadar Büyü 1^ Fransız İnkılâbı ve Napol-yon harpleri ila bu münasebetler çözülme ğe başlamış idiyse de derebeylik münasebetlerine karşı olan hareketler cezri b:ı in-, kılâp yolu ile değil, reformlarla ilerlediği için çabuk, kat’î ve esaslı olmuyordu. Bu İslâhat harek* tlerl 1848 inkılabına kadar devam etmiştir. Topr’,khehdlik hukuku Prusyada 1807, Baveryada loO.b, hissende 1811. Vurtcnbergdo 1817 d* kalkmıştır. Bu suretle köylüler arazi sahibi olmak, şehirlere giderek diğer
hakkını kazanmışlÖ-dı, k i ziraat isinde kaldıkları takdirde sen vöir hesabına muh
telif angaryalara tâbi tutuluyorlardı. Prusya la yunkerler (büyük toprak beyleri) k ylükım mahkemelerini yapmak hakkını bile muhafaza etmişlerdi. Prensliklerini kontrol etmek gibi siyasî imtiyazları elleri-: -ılı ımışlı. fakat köylüler üzerindeki. Ortaçağ münasebetlerini andıran hakimiyetleri ve vergi vermemek imtiyazları duruyordu Derebeylik münasebetlerinden en fazla temizlenen yer. Fransaya yakınlığı ve Napolyon seferlerine bilhassa sahne oluşu •tibarile Ren’in sol sahilleri idi. Prusya köylerinde feodal servaj münasebetlerinin büyük kısmı 1848 inkılâbına kadar devam •••.nişti. Bu hal Almanyada kapitalizmin inkişafına mani luyordu.
Kapitalizmin ilerlemesine engel olan diğer bir nokta da Almanyada gümrüklerin bolluğu, idi. Napolyon harplerinden sonra filhakika Almanyadaki hükümetlerin sayısı çok azalmıştı. Fakat bu hükümetlerin her birinin ayrı ayrı gümrükleri olduktan başka bir hükümet içinde muhtelif mıntakalar arasında gümrükler vardı. Meselâ Prusyanın bir tek eyaletinde 67 mahallî gümrük tarifesi tatbik ediliyordu. Bu \ ;çziyet şüphesiz ki emtia mübadelesinin ve millî paranın teessüsüne mani oluyordu.
Alman sanayii de çok geri idi. Eski Alman sanayii, buharın keşfinden sonra çok ilerliyen İngiliz sanayii karşısında rekabet kabiliyetinden mahrumdu. Napolyo-nün 1806 senesinde kurduğu kontinental . sistem. - İngiliz mallarının Avrupa kıtasına •Shfculm'asma mani olmak içi ntatbik edilen abluka - neticesinde Almanyada da mo-dcrıı sanayi teşekkül etmişti. Fakat ihtiyaca kâfi Olmaktan çok uzaktı. Sanayi mın-takaları az. birbirinden uzak, memleket
156
içinde yayılmış, dağınık bir halde idi. Sanayi büyük merkezler halinde toplu değildi. ? î
Dünya ticaretinin başlıca yolu olan Atlantik denizinden uzak olması, ithalât ve ihracatın daha fazla Hollandaya, Belçika-ya ait yabancı limanlardan yapılışı şimal ve şark denizlerindeki liman şehirlerine pek fazla alâka gösterilmesi yüzünden Ab manyada büyük limanlar, ticaret merkezleri kurulamamıştı.
Bıı sebeplerle Alman burjuvazisini!, kuvveti de mütekâsıf değildi. sınıf olarak henüz zayıftı. Bununla bağlı olarak siyasî ve İktisadî haklan için Yunkerlere karşı giriştikleri mücadele de zayıf oluyordu. Napolyonun sukutuna ve 1818 de ilk defa tatbike başlanan himayeli gümrük tarifeleri ile Alman burjuvazisinin serveti ve bu servetle birlikte siyasî kudretide gittikçe artıyordu. .Sayısı 36 yı bulan muhtelif prensliklerde zıt, ziraat vc sanayiin inkişafına mani olan derebeylik zincirleri burjuvaziyi birbirine yakınlaşmaya mecbur ediyordu; nakil vasıtalarında umumiyete buharın tatbiki, dahili ticarette rekabetin artısı muhtelıı hükümet ve eyaletlerdeki tüccar sınıflarının müşterek menfaatler etrafında bir araya gelmelerine yardım ediyordu. Bu suretle 1834 yılında Pr usya ile diğer hükümetler anısında gümrük ittihadı tahakkuk etmişti. Bu gümrük it şadı Alman ekonomisinin, sanayiin inki.- in. büyük bir hız vermiştir. 1830 - 1840 senelerinde oldukça süratli bir ilerleme' başla inişti. Fakat bütün bunlara rağmen Almanya sanayii itibarı ile yalnız İngiltere-den değil Fransiıdan da daha geri idi. Me selâ 1850 de muiiden kömürü istihsali tngil-tereden 7-8 defa daha azdı; demir istihracı îngiltereden 5.5 ve Fransadan da 3 defa daha geri idi.
İşte yukarıda anlattığımız bu sebepler yüzünden Alman burjuvazisi siyaset sahnesine çıkniaktâsçok gecikmiştir. Alman burjuva liberal hareketi PrusyalI burjuvaların rehberliği altında ancak 1840 d•» başlamıştır. Alman bur juv? sisi sahneye
çıktığı vakit feodolizm ile, feodal devlet sistemi ile ‘ kat’î mücadele kabiliyetini ve enerjisini göstermedi. Esasen öyle bir devirde ise giriyordu ki. işçi hareketi Ingiltere ve Fransada olduğu gibi Almanyada ila kuvvetlenmiş, mücadeleleri ile yalnız derebeyliği değil, kapitalizmi de tehdit et-meğc haşinmiş, amele sınıfı şuurlanmıştı. Prusya burjuvazisi Yunkerlc kat’î hesap-îişma savaşına geçmemişti; eski nizamı yıkmak, yeni bir cemiyet kurmak istemiyordu O, Fransada olduğu gibi eskiye karşı yeni cemiyetin müdafaa işini üzerine almamıştı, mücadelesinde bütün Alman halkının menfaatini temsil etmiyordu. sadece eskj sistem. içinde yenin menfaatlerini tanımak, kendi isteklerini tahakkuk ettirmek için yeni sistem cereyanının basma geçmişti; yıuıker iktidarına son vermek için değil, o iktidar içinde kendisine de bir pay ayırmak için çarpışıyordu. Yunkcrlerin nüfuzu bilhassa Prusyada çok kuvvetli idi; büyük devlet memuriyetlerini ve bilhassa ordudaki zabit kadrosunu mutlak şekilde kendi inhisarı altında bulunduru-yor. devlet cih;ı .imgemi uyu elinde tutuyordu. Alınan burjuvazısisı harice karşı mü-cadaleyi ve dahilde ittihadı teinin edebilecek en kuvvetli devlet sıfatıyla Fransaya yanaşmayı, Prusya devletin tutmayı mu-vafık-bulmustu. Burjuva liberal hareketinde rehberliğin Prusya burjuvazisinin eline geçmesine sebep olan hadisi bu idi. Bu günkü burjuva Almanya.s ia bile hâi.ı PrusyalI ruh ve zihniyetin t .ün şiddetiyle hıiküm sürmesinin sebebi de budur.
Prusyada yunkcıier toöraklannın mühim bir kısmını kâhyaları vasıtasıyla kendi hesaplarına işletiyorlardı; ondan başka fazla ndkatrda pancar şekeri istihsal ediyorlar, ispirto imalâthanelerin' sahip bulu-nuyoiıardı. Prusyada toprak mülkiyetindeki Ortaçağ münasebetleri birden tasfiye edilmemiş, ziraatte kapitalizm yavaş ya^ş ıf r> ’ü^tir Bıı sur le Prusyada kapitalizm ırzını zaman yarı erebeylik ar tıklarını içinde i sımıştır. Kapitalizmin inkişafında «Prus\a Yolu* denilen bu yavaş
ATT
157
tekâmül birçok sahalarda yunkerlerle burjuvaların bir arada yürümelerini intaç et mistir. PrusyalI yunkerler kendi ziraat mahsullerini mümkün olduğu kadar fazla ihraç etmek isterlerdi. Fazla ihracat yapabilmek için de ticarette serbestlik taraftarı idiler. Almanyadaki İktisadî inkişafın İngiltere ve Fransadakindcn ayrı hususî şekli burada yeni İktisadî mektebin kuruluşuna sebep olmuştur. Bu da tarihî mekteptir.
Tarihî mektep, Almanyanın iktisadi, siyasî inkişafını süratlendiren en mühim hadise olan 1848 inkılâbına takaddüm eden senelerde, 1840 da ortaya çıkmıştı. Bu de virlerde demokratik ve sosyalist hareketler kuvvetlenmişti. Tarihî mektep bu hareketlere karşı cephe almak, muhtelif tip vulgaire ekonomileri göz önünde bulundurarak kapitalizmin kuruluşunun müdafaasını yapmak vazifesi ile ortaya çıkıyor, umumiyetle İktisadî inkişaf ta Prusya yolunu takip ediyordu. Tarihî mektep siyasi hegemonluğu yunkerlerin elinde tuttuğu bir memlekette burjuvazinin hususî ideolojisini aksettiriyordu. Yukarıdan beri saydığımız hususî şartlar altında tarihî mektep bütün dikkatini feodalizmden, tedricî bir surette tekâmül eden ve varlığını aynı zamanda pek çok yan derebeylik mü-esseselerinin mevcudiyetiyle uzlaştırmak zorunda buluuan bir kapitalizmin müdafaası içine teksif ediyordu. Bu itibarla, tarihi mektep burjuvazinin fikriyatını müdafaa etmekle beraber yunkerlerle burjuvaların tesanüdünü muhafaza etmiş, bunun için de bir taraftan klâsik siyasî iktisada liberal mektebe, diğer taraftan da hayalî sosyalizme karşı mücadeleye geçmişti. İşte iktisatta eski tarihî mektep diye anılan bu kolun en mühim iki mümessilinden biri ve en kuvvetlisi Fridirick List’tir.
Friedrick List profesyonel bir âlim değildir. Aktif bir cemiyet adamı, bir iş adamıdır. 1819 senesinde ticaret - sanayi şirketinin kurmak teşebbüsünün başına geçerek bilfiil idarecisi vaziyetine gelmişti. Siyasî ve İçtimaî faaliyeti yüzünden hükû metinin takibatına maruz kalmış kaldığı
İçin 1825 senesinde Ameri kaya hicret etmişti. 1832 de Amerikan konsolosu olarak tekrar Al manyaya dönmüş ve Leipzigde yerleşmiştir. Leipzigde iken List, «Das nationale System der politisehen Oekono-mie» adlı eserini neşretmiştir. List eserinde klâsik mektebi kozmopolit olmakla, İktisadî inkişafta millî şartlan nazarı itibara almamakla itti ham eder; ekonomi sisteminde başlıca milli ekonomiyi kabul eder. Bunun içindir ki o, siyasi iktisattan değil, milli iktisattan bahseder. Ona göre nasyonal ekonominin vazifesi milletin iktisadi terbiyesi ve sınaî terakkisi şartlarını tayin etmektir. Bu suretle List klâsiklerin aksine olarak bütün dikkatini bir tek memleketin iktisadiyatına hasrettiği için mücerret olarak, umumi mânası ile kapitalist istihsali tetkik edememiştir.
Friedrick List millî iktisadiyat içinde olduğu gibi beynelmilel iktisadiyatta da çok keskin ve ileri giden bir iş bölümü kabul eder. Milli iktisadiyat içindeki iş bölümü müstakil kuvvetlerin inkişafını temin, eder. List bir memleket içindeki iş bölümünün milletler arasındaki İktisadî rabıtala rın ilerleyişine bağlı olarak tekâmül etmesini ekonomisinin- başlıca vazifesi sayar. Milletler arasuıdaki iş bölümünde o çok ileri gider. Bu derece ileri bir iş bölümü bazı memleketlerin İktisadî bir bütün teşkil]etmesine mani olduğu gibi bir ziraat memleketi olarak kalmalarına ve neticede ileri memleketler iktisadiyatına bağlı olmasına sebep olur; beynelmilel vaziyette mübadele kıymeti yerine müstahsil kuvvetler nazariyesi nasyonal ekonominin sıklet merkezini teşkil eder.
List müstahsil kuvvetleri sadece maddî istihsal üe bilfiil alâkadar olan şeylere inhisar ettirmekle klâsikleri ittiham eder. Kendisi ise maddi istihsal ile ilgili olanların dinî ve ahlâkî terbiyesini ele alan müesseseleri, insan ruhunun terbiyesi için çalışan matbuatı ve ‘titap neşriyatını, şahsî hukukun müdafaası işini de müstahsil kuvvetler meyanında sayar (1). List’in proteksiyonizmi (himaye sistemi) için böy-
158
le düşünmesine zaruret vardır. Friedrich List 19 uncu asrın diğer proteksiyonistle-rinden farklı olarak gümrük himaye sisteminin seneyi mamulatına tatbikini ister. Fakat toprak mahsullerinden gümrük resmi alınmasını istemez. Bundan başka List kayıtsız, şartsız bir proteksiyonizme taraftar değildir. Ona göre millî iktisat sisteminde beş tekâmül devresi vardır: vahşet veya avcılık devri, çobanlık devri, ziraat devri, ziraat - manifaktör devri, ziraat manifaktür - ticaret devri. Ona göre pro teksiyonizm dördüncü devrede bulunan ziraat - sanayi memleketlerine tatbik edilmelidir, yani kendi devrine göre Almanya ve Amerika için lüzumludur. Ziraat mem-ketlerine, yani kendi zamanındaki İspanya, Portekiz gibi memleketlere yahut İngiltere gibi sanayii çok ileri memleketlere lüzumlu değildir.
F. List’in sanayi eşyasına tatbikini propaganda ettiği gümrük himaye sistemine PrusyalI yunkerler taraftar değildi, on lar yabancı memleketlerden ucuz mal getirtmek isterlerdi. Onun için liberallerle beraberlerdi. Aradaki bu anlaşmamazlık List’in 1846 senesinde İntihar etmesini icap ettirecek kadar keskin bir şekil bile almıştır.
F. List’in Alman iktisadiyatının ilerlemesi üzerinde çok fazla tesiri olmuştur. Sanayi maddeleri için gümrük himayesine taraftar olan burjuvalar arasında mıSıak kak ki en büyük otorite List’ti. Mama I ili İngiliz *free trader • lerin delillerine dayanarak şark vilâyetlerindeki tüccar -»un-kerler arasında ortaya çıkan serbest tı • ret mektebi de. Friedrick List’in himayeci mektebi de tam mânası ile bir Alman ilmi değildir. Zamanında Almanyadaki iktisatçıların en kuvvetlisi olmakla berabeı F. List’in eseri Napolyon tarafından t atbik edilen kontinental sistemin ilk nazarive-cisi Fransız Ferrier’den hemen hemen aynen kopye edilmiştir. Himayeciliğin tariîıi List’ten çok daha eskidir. List nenüz beş yaşında bir çocuk iken, 1794 de. Fransada Jakoben idaresi İngiliz mallarına karşı it
halatı men teşebbüsünde bulunmuş ve 1860 da Napolyon tatbik etmişti. Almanyada da List’ten önce gelmiş himayeciler vardı.
Biz burada eski tarihi mektebin, List’in nasyonal ekonomisinin ilmi değer ve noksanlan üzerinde duracak değiliz. Bu yazılan yazmağa bizi sevkeden şey bizim memleketimizdeki List hayranlığıdır. Bu itibarla biz List’in belli başlı ilmi görüşlerini kısaca vermekle beraber daha ziyade, hakikî milliyetçi bir Türk münevverinin ne için List taraftarlığı yapamayacağını iebata ya-rıyacak noktaları ele aldık. Meselenin hakiki mahiyeti böyle olduğu halde memleketimizde List hayranlığı hatasına düşenler eksik değildir. Son zamanlarda Peyami Safa’nın çıkardığı eserde de bunun yeni bir belirtisini görüyoruz (1).
Çıkış sebep ve şartlarını oldukça uzun yazdığımız ve kendi zamanında olduğu gibi bugün için de hakikî ilim bakımından uzun boylu bir kıymet ifade otmiyen tarihi mektep, çıkışı, gayesi ve mahiyeti bakımından bugünkü Türkiye realitesine uymadıktan başka bizim bugün muhtaç olduğumuz İktisadî mkişaiı teminat altına alan bir yol da değildir. Bu mektep Tür-kiyede her şubeltjri ile beraber müstakil bir sanayi içine alan milli İktisadî bir bütünün teessüsüne yarıyacak bir himayeciliğe taraftar değildir. Bugünkü haleflerinin yaptığı gibi List de Tüıkiyemizin bir ziraat memleketi olarak kalmasını, müterakki Alman sanayiine bir ham madde menbai ve mamulatına bir pazar olarak Al-manyaya iktisaden bağlı vc tâbi olmasını ister. Yani List’in o zaman istediği her memleketin iktisaden yükselt i değil, sadece Almanyanın terakkisi idi ve bu tekâmülü emniyet, altına almak içinde geri memleketlerin geri olarak kalmasını isti-vorauj. yani bugünkü şartlara vedile tercüme ellersek, yeni iktisadi nizam. Bakınız «Balkan Harbinden Sonra Şarkta Alman-yâ amf'esenrıî' ’ ’ Iftncü sayfasında doktor Bek isminde bir Alman h(- diyor:
Büyük bîr Almanya imparatorluğunun tesisini kendisine gayei emel ittihaz
159
eden ve bu uğurda sarfı mesaiden geri durmıyan Prusya kırallarmdan Büyük Frcderik daha neşvünema haline bulunan hükümetinin günden güne nıütezayit bir surette cenubu şarka doğru müteveccih olan ihtiyacatını lâyıkı ile derk eylemişti. Müşarünileyhin birbirini müteakiben Der-saadete bir vazifei hafiyye ile gönderdiği memuru mahsuslar bazı müsadat ve imti yazatı iktisadiyeyi istihsale ve Türkiye ile Prusya arasında bir muahedeyi askeriyye akdine muvaffak olmak için senelerce uğraşmışlardır. Aradan yarım asır geçtikte orduyu Osmaniye ilk Alman askeri müşaviri dahil oldu. Meşhur mareşal Moltkeden başka bir kimse olmıyan bu adam Türki-yede kabili icra olup olmıyan işler hakkın da sahih bir fikir edinmek iizere memaliki Osmaniye ahvalini müdekkik ve nafiz nazarları ile tamik ve ıstiknah etmiş ve müşahedat ve intibaatım 1830 senesine doğru (Türkiyede Neler Görülüyor ve Oluyor) unvanını verdiği mektupları ile Berlin’e iş’ar etmiştir, işte bu sırada idi ki Almanyanın en büyük ilim ve iktisat mütehassısı olan Eriedrick List Asyayı Os-maninin Avrupa tekemmiilâtı ilmiye ve fen-niyeai sayesinde karip bir at ide tekrar kes-bi hayat ve zindegi edeceği ve Almanyanın bu hususta bütün düveli g«u*biyeye..pişrev olarak Şarkta hâkim bir rol oynıyacağı yolunda dahiyane bir keşif ve tahminde bulunmuştu. ■
Kendi memleketini İngiliz sanayiinin rekabetinden kurtarmağa çalışan List görüyorsunuz ki Türk iyeyi Alman sanayiinin bir soygun mevzuu olarak görüyor ve memleketinin Şarka doğru genişleme politikasının iktisadi fikriyatının propagandasını yapıyor. Okumağa «levam edelim
■(Yanm asır sonra Almanya impara
toru selefleri tarafından tayin olunan isti kameti takiben Dersaadete kadar gitmiş ve bi’çdik Salâlıattin Eyyubi’nin makberinde Almanya için yeni bir düsturu siyasî hükmünde bulunan (ben üç yüz milyon müs-lümanrn dostu olmak isterim) sözlerini beyan ederek esasen |>ek maddî ve müsbet ne-ayici hasıl eden şark seyahatim bir nümayişi şairane ile tetviç etmiştir. Şu beyan ettiğimiz maddî neticelerin başhcası bilâhare müteaddit mukavelelerle tasdik ve teyit olunan Bağdat imtiyazının Almanya ya v( ı ilmesinden ibaret olduğu malûmdur.»
Berlin kongresinde Bismark’ın zaferinden sonra Yakın Şarka iktisadi hulul yollan açılmıştı. XI - KITI üncü asırlarda Roma Kilisesinin idaresi altında Arzı Mukaddemi ( Kudüs’ü I kurtarmak bahanesi altında yeni topraklar elde etmek ümidi He Eldi Salip seferlerine, diğerleri meyanmda isıirâk etmiş olan Alman Feodallerinin si lalı kuvveti ile işgal edemedikleri toprakları İmparator Vilhelm sulh yokı ile. ikti-sadetı fethetmek istem: s. büyük babalarının müthiş bir vahşetle saldırmış olduğu müslümanlara dostluk satmak suretile Alman Emperyalizminin Yakın-Şarkta yerleşmesi çar cici ini aramıştı. Friedrick List de objektif ve milliyetçi! ilmini memleketimizin ve milletimizin iktisadi esareti için bir âlet gibi kullanmıştı Bu vaziyette List'in ne ilmine nede milliyetçiliğine bizim hayran olmamız yakışık almaz. O zamanın List’ine bugün hayranlık | göstermek yeni ni mı istemek, yeni nizamın propagandasını yapmak demektir. Yu lıut da Peyami Safa sadece List iktisat sistemine «Made in Germany olduğu için mı hayranlık gösteriyor, pek anhyamadık.
160
Morgan'tn Şehvet
Dünya medeniyeti bugün maziden gelen ve zevale doğru giden kuvvetler ve kıymetlerle hakikî bir âhenk kurmak yönünde işleyen yeni kuvvetler ve kıymetler aıasında bir geçiş halinde (transiton) bulunuyor. Yeni ile eskinin çarpışmasını ifade eden bu durum ekonomik, sosyal, kültürel ve ruhî alanlarda bir çok zıddiyetler, krizler ve sarsıntılar doğuruyor. Medeniyetini yaşamış diğer büyük batı memleketleri gibi İngiltere de derin bir kültür ve ruh krizi geçiren memleketlerden biridir. Bir çok yeni kültür mahsullerinde bunun belirtilerini görüyoruz.
Lawrance, Charles Morgan gibi tanınmış İngiliz romancılarının, eserlerinde bu krizin kuvvetli tezahürlerini müşahede ediyoruz. Çok okunmuş, üzerlerinde çok münakaşa edilmiş olan çapraşık haleti ruhiydi bu cins eserler İngilteredeıı piyade Fransada ve Almanyada daha geniş bir rağbet kazanmıştır. Çünkü İngilterenin şekle tapan ahlâk muhafazakârlığı bu cinsten fazla açık ve şiddetli aşk romanla-rını kolay kolay hazmetmiyor.
Charles Morgan’ın Sparkenbroke adlı eseri devrimizin ruhî krizlerini aksettiren tipik eserlerin en kuvvetlilerinden biridir. Bu itibarla eserin iyice tahlil ve teşhir edilmesi gerekir. AvrupalIlar ve Avrupanın hakikî seyrini anlamıyan hayranları bu mistik tarzı ret edebilecek esaslardan mahrumdur, fakat Hint felsefesini ve mistikliğini bilen bir insanın gözünde bunun çürüklü, marazilik tehlikesi derhal sırıtıyor. Bu gibi eserlere Fransadan, Alnıanyadan ve Amerikadan da kuvvetli'misâller verilebilir.
Morgan’ın Spankenbroke adlı romanı.
ve Cezbe Romanı
Profesör W. RUBEN Ankara Üniversitesi
nın mevzuu, esas vak’alarıyla alınırsa, basit bir .aşk hikâyesinden başka bir şey değildir. Evli biı- adam olan Lord Sperkenbro-ke, nişanlısı zengin bir burjuva olan Mary adındaki bir kıza âşık olur. Kızın da, Lord gibi esrara, cezbeye, efsuna karşı meftunluğu vardır. Burjuva nişanlısında bu meftunluğu bulamadığından ondan ayrılır, Lord Sterkeııbroke’un hem arkadaşı, hem de- komşusu olan bir doktorun evine taşınır. Doktor derhal kıza âşık olur. Kız da mistik esrara, cezbe hallerine karşı önüne geçilmez bir iptilâ vardır. Bu tarafıyla, kendini büyük bir mistik şâir olarak tahayyül eden Lord Sperkenbroke’a meyleder. Lord, kızın vecit ve cezbe tarafına lıi-tab eder. Kızda ayni zamanda rahata kavuşmak, sakin yaşamak iştiyakı da vardır. Bu tarafıyla da zeki, işi yolunda ve «na-muskâr» bir meslek adamı olan doktorun aşkını da mukabelesiz bırakmaz.
Bir akşam kız dayanamaz, Lord’un evine gider. Lordla başbaşa kalır. Sözden harekete geçen çok ateşli aşk ve şehvet sahnelerinden sonra kız Lord’a kendisini teslimetmek üzere iken doktor gelir ve bu aşk sahnesi en heyecanlı yerinde kesilir. Lord bu şiddetli aşktan kurtulmak gayesiyle İtalyaya gider. Bu arada kızla doktor evlenir. Yeni evliler de İtalyaya giderler. Or^da . Lordla buluşurlar. Tesadüfler kızı yine Lord’un mahremiyetine düşürür. Neticeye varmıyan şehvet sahneleri yine tekrarlanır. Bundan sonra doktor ; ve karısı tngiltereye döner. Tx>rd onları tâkib eder. Aılık Lord kızı kaçırmaya uğraşır fakat muvaffak olamaz. İki taraflı aâk deryası içinde kız kendini öldürmeğe teşebbüs eder. Fak at. kurtulur. Bundan sonra kocasıyla
161
mes’ut bir hayat sürmeye başlar. Aşk cezbesi içinde krizden krize sürüklenen Lord bu cezbe ve esrar hali içinde erir ve ölür.
Esas vakalarıyla yukarıda hülâsa edilen roman açık saçık müstehcen ve aptalca bir eser olarak görünür. Böyle olduğu halde niçin eser Avrupada milyonlarca insan tarafından beğenilmiş ve tutulmuştur? Bizce bunun sebebi şudur. Lord Sparkeıı-broke yahut bu tipte kendini yaşayan Charles Morgan kendini Tanrı tarafından hususî mistik ve estetik kıymetlerle yeryüzüne gönderilmiş fevkalâde bir mahlûk gibi görmektedir. Ona göre mistik ruh cezbesi şehvet ve ölüm birbirine karışmış heyecanlar halindedir. Bu durum zıddiyetlerle dolu, karmakarışık bir halde yaşayan bugünün şaşkın AvrupalIlarına haz ve yalanın kerpiçleriyle kurulu bir sığnak hizmeti görüyor. Orada realite tekrar kendilerine çarpmeaya kadar bu haz kaçamağı içinde benliklerini avutmağa çalışıyorlar.
Kitabı okurken insan, müellifin rul. nun en derin, en gizli noktalarım gösterdiği intibaını alıyor. Burada çapraşık görüşlü mistik bir insanda ruhî cehdin nasıl işlendiğinin ehemmiyetli bir vesikasıyla karşı karşıya kalmış gibi oluruz. Romanın kah ramanı Lord Sparkenbroke meşhur Tristan trajedisini andıran büyük bir eser yazmak Sf'dasmdadır.
14 üncü yüzyıldan gelen?asıl Tristan mevzuu çok şiddetli olmıyan bir aşk hikâyesidir Kısaca bu aşk Tristar. m amcası nın genç nişanlısı îsolde’eyi kaçırmasının hikâyesidir. Daha sonra W|gner bunu kanlı bir trajedi haline sokmuştur. Scho-penhaur’in tesiri alfanda Wagnc • Hint mistikliğini ve yokluğa gitmek suretiyle kurtuluş tasavvurunu bu trajediye mal etmiş tir. W? 4ner’in trajedisinde Tristan sevgilisiyle yaşamağa değil, onunla-ölmeğe can atar. Wagner’in Trîstan» yaralanır, kaçar e kaçtığı yerde Îsolde’eyi bekler, îsolde emiyle gelir, fakat Tristan'ın işti
-misiyle yaşamak değil en kanlı ölümlerle Öhnekur^Tnsteı^nihaye^Junu da yapar. Yaralanmaklarını yaralarıyla 162 M I Lı H
birlikte parçalar. Ve kanlı bir ölümle ölür, tsolde de ölen sevgilisinin yanma gelir ve oracıkta o da ölür. Halbuki Tristan macerasının 14 üncü yüzyıldaki asıl şekli bu değildir. Orada da Tristan ölür. Fakat sevgilisi geldiği için değil, bir yanlışlık yüzünden gelmediğine kani olduğu için ölür.
Şimdi Morgan’m âşık Lorduna dönelim. Morgan’m âşık Lordu aşkı için kendi mistik ve cezbeli ruhuna uygun gelen bir akıbet bulmakta güçlük çeker. Kız ona hakikî aşka erenler için vusletin ve ölümün ayni şey olduğunu telkin eder (îngilizlerin çekingen ahlâk formalitesine göre vuslat mefhumunu kullanmak edebe mugayir bir bir tarzdır. Halbuki Morgen eserinde bunu tekrar tekrar kullanmaktan zevk alıyor).
Avrupanm yeni mistik düşünücülerme göre ölüm hayatın sonu değil esasıdır. Morgan’m mistik eserinde ise Avrupaya uygun olmıyan mistik bir tarz beliriyor. Tâ eski zamanlarda Afrikada zenci kabileleri arasında yağmur ve bereket olması için Tanrılara vuslet halinde bulunan bir genç kadın ve erkek kurban verilirmiş. İhtimal bu kurban telâkkisinin tesiri altında olacak, en eski Hint mistikliğinde vuslet neşesiyle yok olma vecdi için ayni kelime kullanılırdı; En eski Hint mistikleri hakkında bugün elimizde fazla malumat yoktur. Fakat orta çağda Hini mistiklerinden bazılarının genç kızlara ibadet ettiklerini ve onlarla gizlice taşkın şehvet âlemlerine daldıklarını biliyoruz. Bazı Budistler arasında bu gibi taşkın ehvet âlemleri yapmak bir âyin haline sokulmuştur. Ve onlar vasıtasıyla bu âlemle! Moğolistan’a kadar yayılmıştır. Bu mistiklere göre de yok olmak suretiyle kurtulmak ve vuslet ayni şeydir. Çünkü her ikisinde de insan bu fâni dünyadan kurtulmuş oluyor ve mutlak hakikatle yâni Tanrıyla birleşmiş bulunuyor. Fakat onlar ölümde olduğu gibi vuslette de şehvet hissi bulunmadığı iddiasındadırlar.
Bunun tesirini biraz değişmiş şekilde Ix>rd Sperkenbroke'da görüyoruz. Lord da Hint mistikleri gibi yalnız kendi âlemi
ne dalmış bir anarşisttir. Kendisini bir sanat ve cezbe dâhisi sayan Lord öperken-broke'un telâkkisine göre o insanların tâbi oldukları ahlâk kaidelerinin üstündedir. Bunlara tâbi değildir.
Eserinde, acayip mistik Lord gibi bir tip yaratan Morgan kendini tam bir surette mistik havaya mal etmiş de değildir. Onda yaşadığı Avrupa medeniyetinin rasyonalist tarafının tesiri de görülüyor. Onun için Lord öpcrkanbroke’un ölümü eserde yalnız vuslatla ölümünün birliğinden dolayı vukua gelmiş gibi gösterilmemiştir. Buna sebep olarak bir de kalp sektesi ilâve edilmiştir.
Daha evvel söylediğimiz gibi eseri yalnız mevzuu He alırsak çok basit görünür. Fakat Morgan muhtelif sahneleri öyle işlemiştir ki eserde hakiki hayatta geçen bir aşk vakasından ziyade mistik bir tarzda, şehvet cezbesi içine dalmış insanların ruh derinlikleri ııkssettirilmeğe çahşılmış-tır. Eserin kriz içinde bocalıyan insanlar üzerindeki tesiri buradan geliyor.
Morgan, irinde yaşadığı burjuva hıris-tiyıınlığmın ahlâk mefhumlarına karşı isyan etmiş ve .ından kurtulmağa çalışmış
Ur. Bugünkü Avrupa cemiyetinin muhafazakâr tarafı bu isyanı iyi karşılamıyor. Meselâ Lord Sperkcnbroke, kurtuluşu Kıı-toliklerin yaptığı gibi papas vasıtasiyle günahlarının affedilmesinde değil, içini döktüğü sevgilisi tarafından affedilmekte arar.
Morgan içinde yaşadığı Avrupa cemiyetinin ahlâk krizinden kurtulmak istemiştir. Ona karşı isyan etmiştir. Fakat bunun yerine sığındığı anarşist ve mistik vuslat kaçamağı belki daha bozguncu bir ruh halini ifade ettiği için çok daha tehlikelidir. Eğer müellif Avrupada câri burjuva evlenme müessesesinin sakatlığına karşı isyan ediyorsa, bugünkü evlilik hayatının çürüklüklerini, mürailiklerini göstermek istiyorsa bunun için tutulacak yol daha evvel Balzae ve Bocaccıo’nun yaptığı gibi insanlar arsamda olanı, biteni realist bir surette ortaya koyarak bütün çıplaklığiyle teşhir etmektir. Morgan bunu yapamıyor. Mistiği, cezbeyi ve şehvet taşkınlıklarını bir araya getirerek ortaya bulanık bir çamur çıkarıyor. Bu ise devrini yaşamış, yarına geçmek için ümidi i: almamış bir medeniyetin sanat alanındaki çırpınışlarının ifadesinden başka bir şey değildir.
163
HÜMANİZMA
Yazan : l)r. Ziya OYKDI
Son zamanlarda Hümanizma, büttin mecmuaların en mühim mevzularından biri halini aldı. «Halkçı Hümanizma*, «Milliyetçi Hümanizma; iami altında yapılan bir çok tetkikler, ya tarihî inkişaf seyri içinde yapılmadığı için, eksik, veya bir nevi 'Ruh ve Fikir ananesi» ne uyularak yapıldığı-için, mevzuun ancak bir tek cephesini kavryabiliyor; bir bütün halinde izahtan âciz kalıyordu. Hümanizmayı, tefekkür tarihi ve beşer tarihi çerçevesi içinde, cemiyetin tekâmül seyrinde ve içtimai zümrelerle alâka ve münasebetlerine bağlı olarak tetkik etmek, her lınlde daha ilmi ve daha isstbelli olurdu.
Hümanizma, «İhsanı» manâsına gelen latince «Hiımaınn»^ gözünden alınmıştır. Hümanizm., ilk del’u, antik yunanda, deniz ticaretinin g ınişliyerek, büyük mahreçlerin ve ticaret sahalarının 'temiıı edildiği, muazzam servetlerin büyük müteşebbislerin, müstahsillerin elinde toplandığı bir devirde doğdu. Bu geniş ticaret, muhtelif kıt’a ve memleketlerle temas, tabiî ki, kölecilik sisteminim n zümreleri ayırıcı karakterine karşı, geni bir .kardeşlik» zihniyetinin doğuşuna sebep olacaktı. Ve nitekim dar mânasında bir dünya hemşehriliği, «iıı-san’a üstün bir mevki verme» şeklinde ifadesini bukııi. Epiltiu*, Zeııon, Perikles, «Her şeyin ölçüsü İnsa.ıı’dır» diyerek, geniş , bir Hümanmma felsefesi yaptılar.: Bu .seklide ve bu zemin üzerinde doğar., Antik Yunun Hünıanizm’i, — nihayet bütün Akdeniz mmuıkasmı, İktisadî - siyasi bir vahdet haline koyan — Roma imparatorluğu içinde >le muvaiik temeller bularak, Marutıs Auu Infk Epîet^te, S^nftcjiıe’m şâhsında, yayılma imkânını temiıı etti. İnsan sevgisi ile dolu, mevzuu ve -gayesu büfıin
nıânasiyle insan olan, Hümanist fikriyat ve edebiyat doğdu.
Ortaçağın, derebeylik şartlarının boğucu münasebetleri içinde, Antik Yunan -Roma Hümunizması bir müddet unutuldu; hattâ tchmetlendirildi. Kara ve karanlık istibdat devri, dünyayı uzun zaman gölgesinde tuttu. Yunan - Romu hümanizmasının «insanların müsaviliği» iddiası yerine, Kan temizliği ve asalet üzerine müesseses, feodal cemiyetin «asil insanlar» ve «aşağı tabakalar» şeklindeki kast zihniyeti kanunlaştırıldı. İlmin ve fikir hürriyetinin yerini, skolastik’in ilimden ve ilimcilikten - insandan - uzak dogmatizm’], fikri esaret ve adaleti aldı. Kilise muazzam bir terrör devpi açarak, - hümanizma ile birlikte -tomurcuklanan ilim ve hürriyet hareketlerini, «engizisyon» un baskısında boğmağa çalıştı. Orta çağ kendi içinde türeyen ha-yau ve sistemi değişti rece.: olan kuvvetlerin, bu baskı altında inkişafına manı olarak, gûya içtimai tekâmülün Önüne sed ç. örneğe, kendini bir sistem halinde ölüme y altlaştırmak ta olan, inkişafı durdurmağa gayret ediyordu.
XIV - XVI asırlardı. İtalyada kuvvetli bir ekonomik yükseliş hareketi başladı. Akdeniz ve yakın şark ticaretinin mühim bir kısmı İtalyanları elinde idi. Tlca-ret (münasebetlerinin ileri- inesi, Kapitalist istihsal şekillerinin başlaması, feodal sistem içinde keskin bir sınıf mücadelesinin doğuşuna sebep oldu. Bu mücadele, ticaret kapitalizminin, feodalizm’1 e birleştirilmesi mümkün olmıvan menfaatlerinin korunması ve ücrbesililderi zemini üzerinde doğmuş, kcsHnlcşmin. feodal münasebetlere ve kiliseye karşı inkılâpçı bir mücadele şeklini alınıştı. mücadele seyrinde XIV -
164
XVI asır Avrupacında, sosyal, politik ve kültürel bir hareket şeklinde — Ticaret burjuvazisinin inkılâpçı bir hareketi mânasında —, ortaya çıkan Rönesans hareketi, insanlık tarihinin en mühim devirlerinden birini açıyor, insanlığın o zamana kadar geçirdiği en ileri değişikliği ifade ediyordu. Rönesans ilmi, Rönesans sanat ve felsefesi, ölen eski dünyanın, karanlık ortaçağın izlerini — mükemmel bir siyaset ve aksiyon felsefesi ile çıkan Machiavel’e rağmen — tanı mânasıyla Üstünden atamanı akla beraber kültür itibariyle, derebeylik ve Ortaçağ kilisesine karşıgelen bir karakter taşımakta idi.
Rönesans, antik Yunan ■ Roma hümanizmini, daha geniş ve daha zengin bir muhteva ile diriltmek mânasını taşıdığı gibi, bu devirde yeni doğmuş olan ticaret burjuazisinin, derebeylik ve kilisenin tahakkümüne karşı açtığı mücadele seyrinde, tekemmül etmiş ileri bir dünya görüşü oldu. Ortaçağ’m kast zihniyeti yerine, bütün insanlar için salısı scrlmstlik istiyor; asalet farkı tamıuıyor. İnsafa, insanın fikir-lerl’ııo inanıyor, hürmet « diyordu, öyle bir dünya görüşü ki, Ortaçağ’m skolastik dogmatizmine karşı müsbet ilmi ve onun müs-bet neticelerini koyuyordu.
Rönesans devrinin en büyük ressamı ve Yed’i tfılo» sahibi bir lıeykeltra. mimar, riyaziyeci, mühendis, umumiyetle dâhi bir tabiiyecisi olan Leonardo da Vinci, ortaçağ’m dogmatizmine şiddetle hücum ediyor; ti^şrül^yi ileri sürerek diyordu ki: İlim Kumandan tecrübe ise Askerdi;
Epikör’ün materializm'ini daha mütevali bir şekle koyan, Jordano Bnıno, Ortaçağ mistisizm’ine ve Skolastik,ine karşı, Panteizmi amansız «nazari bir silâh ' olarak kullandı. Matorializm, bu yeni «nrtîfm felsefesi oldu. Asalet, kan temizliği iddiasını bir paravana gibi kullanan, feodalizmin İlâhî mevhib*-, sine karşı, müsbet ilmin müsbet neticelerini ileri süren Fnuıçcskıı Pctrark; «kanın rengi her ! zâtnan birdir; birinin kanı diğerine nazaran daha 'iyi renkli ise, bu asaletin ifadesi değil, sadece
sıhhatin ifadesidir.» şeklinde bir cevap veriyor; asaletin ve Feodalizm’in temellerini, ilmin mutalarına istinaden sarsıyordu. Kilise ahlâkının müraî görünüşü, ve yalancı «Ziihtü tekva» sının altında gizlenmiş olan şeytanatı, habaset;, ahlâksızlığı ortaya sermek işini üzerine alan Joacblm Boccacio, bu işi mükemmel bir lıiciv ve ölmez satir numuneleri ile başararak, kilisenin saltanatım kökünden sarstı. Bu şekilde çok cepheli başlıvan hücumlar ve çıkışlar, Feodalizmi ve onun ideolojik müdafii olan kiliseyi her cepheden sarsmış, fakat tam birşckilde devirememiş, tasfiye edememişti.
XIV - XVI. asırlarda îtalyada bu şartlar içinde başlıyan Rönesans hareketi, XVI - XVII. asırlarda, burjua ekonomisinin uyanmasına muvazi olarak, garbî Av-rupanın diğer memleketlerinde de inkişaf etmiş, XVHI. asır Fransız inkılâbının zaferi üzerine, daha üniversel bir mahiyet kazanarak, bugünkü Bıırjua Ilümanlzmaa şeklini almıştır.
Burjua smıfı^-ve ona buylı olarak burjua hünıanizması- yeni istihsal kuvvetlerinin vo istihsal sisteminin - kapitalizm’in -inkişafını köste «diyen ve bukağılayan» feodalizmin, dar istihsal Şartlarına ve münasebetlerine - natürel karakterine hücum ederek feodalizmle birlikte, onun ideolojik müdafii olan kiliseyi devirmek için çalıştığı. ve yerine moderni tekniği, bu ileri tekniğe cevap verebilecek miisbet ilmi Jcoy-duğu nisbette inkılâpçıydı, ve geri münasebeti rin baskısından, daha geniş münasebeti re doğru ^zaruretler sahasından, hürriyetler sahasına doğru» sıçrayışlar yaparken, geniş halk kitlelerinin ı uenfaatına uygun bir hareket yapmış oh .ordu. Bıı hü-mauizma ve bu sınıf, bu siyasî, İktisadî, iç-timaî bereket Beyrinde. serf köylünün, asır larca dar münasebetler içinde kalmış ve büzülmüş fakir / • atkârların, işçinin, bir kelime ile büyük bir ekseriyetin menfaatına tercüman olan, Avangard bir filcir, avangard bir sınıf olduğu içindir ki, o devir irin tari^n müsbet ve müterakki bi rolfpynuyabilmişti.'âSöylo (. • ■ luğu müddet
165
ce, burjua hümanizması, karanlıklardan kurtulan insan ruhunu ileri, aydınlık ufuklara götüren bir fikir ve sanat hareketi olarak kaldı.
Bu zaruretler çerçevesi içinde, inkılâpçı ve hamleci olan burjuvazi, kendi sınıf men faatlerini tam olarak tatmin edecek ve em niyet altına alacağı, içtimai, İktisadî ve siyasî imkânları temin ettikten sonra, yavaş yavaş inkılâba yüz çevirdi, muhafazakâr bir zümre oldu; ilmi inkişafı, tefekkür hürriyetini tahdit eden bir zihniyete büründü. Feodalizme karşı asırlarca mücadele seyrin. inkılâpçı ileri bir hamle olarak gelen, ve hakikaten natürel iktisadın dar im kanlan yerine, geniş istihsal imkânları getiren bu yeni ekonomi, inkişafının muayyen bir merhalesinde, cemiyete öyle bir iş bölümü sokmuştur ki, artık ne şahıs hürriyeti ne de tefekkür hürriyeti kalmamış, insanlar muazzam istihsal makinesinin alelâde, basit birer vidası haline gelmişlerdir. Fertlerin şahsiyeti, yaratma kabiliyeti körlenmiş, büsbütün ortadan kalkmıştır. Bu ekonominin inkişaf seyrinde, gittikçe fakirleşen, sefilleşen, ve mülkiyetsizleşen büyük halk kitlelerinin karşısında, sermayenin muayyen (.İlerde temerküzü ve toplanması sekimde bavlıyan aynlık, geniş halk kitle? ri ile, bu istihsal vasıtalarına sahip hakim zümre arasında derin uçurumlar açmıştır.
Bütün insanlar için şahsî serbestlik isteyen, asalet farkı tanımıyan, insan’a ve insan'm fikirleri’ne inanan, hürmet eden hümanizma bu geniş insan inancından vaz geçerek, bunu idareci -istihsal vasıtalarına-«hakim zümrenin insanı? mânasında daraltmış, ancak ve hakim insana inanır bir vazıyete düşmüştür.
Hümaizmanın bu dar insan zümresine inhisarı ile sukutu, halk kitlelerinin 1871 Parisinde -hem istilâcı kuvvetlere hem de dahilî istismarcı zümreye karşı açtığı- kurtuluş mücadelesinden sonra, daha şuurlu bir irtica felsefesi ihtiyacı duymağa başlı-yan, 1789 yıllarının inkılâpçı sınıfı, her ileri şeyden uzaklaşmış, nihayet her gün biraz dah geri çekile çekile, karanlık bir irtica batağmuı içine boylu boyunca gömülmüş ^ulunuyor.
Hakikaten bu inhisarcı hümanizma, zamanımız için kifayetsizleşmiştir. Ve yalnız küçük bir insan zümresinin maksat ve isteklerine tercüman oldukça da kifayetsiz kalacaktır. Bugün, insaua lâyık olduğu değeri veren, ırk ve zümre farkı göatermeksi-sizin insanlığı tazyik vc soygundan kurtaran şahsiyetleri öldürüp fertleri köleleştiren münasebetleri tasfiye edecek olan, ve bu suretle halk kitlelerinin menfaatine tam uygun olan bir «Halkçı Hümanizma» ihtiyacını dünya daha ziyade hissetmektedir.
!(>(>
Hlkflye:
TABAK OSMAN
Bekir Sıtkı KUNT
Tabak Osman «Bey» i kasabamızda geçen umumî harp yüze çıkarmıştı. Kendisi mahallemizin eski sakinlerindendi. Sarı çember sakallı, başında püskülsüz eski bir fes. yüzü gülmez, durgun bir adamdı, önüne deriden pis bir önlük takardı. Bu önlük, anlaşılan, bir koyun derişiydi. Derinin bo gaziyle dört bacağı hiç kesilip düzeltilmemiş, olduğu gibi, sivri sivri, uzun uzun bırakılmıştı. Tabak Osmanın bacakları diz kapaklarına, kolları dirseklerine kadar sıvalı dururdu. Tırnakları istiridye kabuklarına benzerdi. Elleri pek kocaman şeylerdi. Üstelik bu eller, kınalı gibi, kırlı, koyu, kırmızımtırak renkteydiier. insan bu elleri, tabakhanede deri işliye işliye, sanki ellikten çıkmış ta, asıl deriler gibi, göfflcşmiş zannederdi.
Çok günler, elinde, lalına yaprağına konulmuş kıyma ile, sünepe sünepe, evine doğru giderken görülürdü. Doğrusu ondan herkes iğrenirdi. Gûya, tabak Osman, bu eti kasaptan paraile satın almazmış... Her gün salhaneden gelen taze derilerin İçlerinde kalmış olan ufak ufak, kıymık kıymık parçaları toplar, bunlarla evinin et ihtiyacını karşılarmış!. Bunu her işitenin midesi bulanırdı, ama, bundan herkese ne?. Tabak Osman «ehli ırz», kendihalinde, kimseyle hıngürü ohnıyan, dini bütün, «fukarayı sa birin> den biriydi. Akşam namazlarım, tabii temizlenip üstünü başını düzelterek, cemaatla, mahallenin küçük mescidinde kılardı.
dişi fiilen çalışmayı bırakarak, tabaklıktan yavaş yavaş deri tüccarlığına yükseldi. Tabii, kılık kıyafuti de deri tüccarlarına yakışacak bir şekil almıştı: Fesinde ağbani bir sarık, sırtında bir sako, bacaklarında daha çok şalvara benziyen bir pantalon, ayaklarında kaloş biçimi, bağsız kunduralar... Kınalı gibi kirli, koyu, kırmızımtırak ellerinin rengi soluyor, tırnakları uzadıkça, yeniden çıkan kısımları, birer hilâl gibi, beyazlığını muhafaza ediyordu.
Tabak Osman, çarşı içinde, eski bir kervansaray olan Alipasa hanında, zengin ve «muteber tüccarların yazıhaneleri yanında bir oda kiralayıp. o da öbür'eri gibi bir yazıhane açtı. Okuması yazması yoktu, ama, bu işleri görecek, defter tutup mektup yazacak, emniyetli bir kâtip buldu. Kendisi ; kasanın yanındaki masada oturuy r, kâtibin yazdığı ticarî mektupları, kas: dolap, • masa anaötarlariyle birlikte bir zîr.cire geçirilmiş olan «zatî mühriyle» münürlüyor-du. Yazıhaneye iş için gelen, giden... Osman . ağa aşağı. Osman ağa yukarı... Osman ağa ile alış veriş yapanlar, kendisinin hakikî bîr tüccar gibi, verdiği söze sadık olduğunu, , ticaret usul ve kaidelerine uygun hareket ettiğini söylüyorlardı. Halbuki, mahalle halkı aynı fikirde değildi. İlkin, tabak Os-/nındaki değişikliği alayla karşılı in halleli. şimdi onun tutunduğunu görünce, çekememezliğe başlamış, aleyhine dönmüştü’: «Asılacak herif, muhtekir kerata... Haydan gelen huya gider!. Eninde sonun-
Harp patlayınca, deriler pahalılaşma^ da, yine eski vazıyetine döner’ gibi sözler başlamıştı. Tabak Osmanm elinde go^epey işitiliyordu. Tabak Osman bunların İliç bi-deri varmış.. Bunları yüksek fiatia piyasa- rino ehemmiyet vermiyordu; Hattâ, mahal-yn sürdü. Gittikçe i.-İni bİiyülüttii. Tabgk- le halkının, içini yiyen hu kıskançlıktan
167
du. Mahalleli, her «yakında batar eski vaziyete döner» dedikçe, Osman ağa inadına işini ileriye götürüyor, etek dolusu para kazanıyordu.
Osman ağanın küçük, harap, duvarları saman karıştırılmış çamurla sıvalı, bi çimsiz kapılı, babadan kalma bir evi vardı. Günün birinde bu evi tamir ettirmeğe karar verdi. Bitişiklerindeki fakir, dul bir kadının, bir enkaz yığını olan evini satın aldı. Mahallede yine dedikodu: Yok. tabak Osman, zavallı. fakir kadının evini gasbet-miş miş... Yok, bunun vebali büyükmüş... Yok, bu ona hayretmezmiş.. filân, falan.... Hattâ işin garibi, parasını alıp gönül rıza-sile evini Osman ağaya satan dul kadın da, mahalle halkı gibi düşünüyor, evini elinden alıp kendisini sokak ortalarında bıraktığı için, Osman ağaya beddua ediyordu.
Osman ağa, bütün bu sözleri duyma-mazlıktan geldi. Dul kadından satın aldığı evi yıktırıp arasını kendi evine ilâve etti. Sonra evinde tadilâta, tamirata, inşaata başlattı. Sokakta yer yer, harç, kireç, çamur yığınları, tuğlalar frenk kiremitleri.. İnşaat yerine giripjçıkan. üstlerine başlarına kireç bulaşık ameleler, taşçılar... dülgerler.. Hasılı, büyük bir inşa faaliyeti.. Anlaşılan evin mühendisliğim, bizzat Osman ağa yapıyordu ki. bir müddet sonra, kulemsi ûdalariyle, ortaya bir garip bina çıktı.. Der. hal mahallelinin ağzında:
— Sakın duvarının dibinden geçmeyin ha!., ten bibi.. «Tabak Osmanın yaptırdığı ev ne olacak ya.. Her halde çürüktür. Yakında çöküverir de, Allah ona eski evini aratır inşaallah!. Fakir acuzenin vebali büyüktür.»
Osman ağa inşaat bittiği zaman, kurbanlar kestirdi, mevelûtler okuttu. Ve ar tık sinirlerine dokunmağa, başlıyan mahalle halkının çenesi kısılsın diye, kurban etinden, mcvlût şekerinde bol..bol. dağıttu:dı. Mahalle fakir fukarasına yardımı, iyiliği bu kadarla da kalmıyor, zekatını veriyor, kimsesiz çocuklara^elbise yaptırıyor^taplanan ianelere yüksekçe bir para .ile -iştirak ödiyordu. Ayi’icJ kasabanın eşki eşrafına so-i
168
kuluyor, memurlarla düşüp kalkıyordu. Bütün bunlan bir plâna göre yaptığı anlaşılıyordu. Mahalle halkı ne derse desin, admı adım eski düşük seviyesinden sıyrılıp yükselmekte olduğu da muhakkaktı. Keyfi yerinde, kahkahası bol, gittikçe kalantorlaşıyordu. Şimdi yeni evinden onu:
— Osman «efendi? burada mı?, diye soranlar oluyordu.
Osman efendiyi. «Cemiyeti hayriyenin reisi 8aniliğine> seçtiler. Bir iş için hükümete gidince, memurlar, müdürler kendisini:
- Buyurun Osman efendi, diye karşılaşıyorlardı. Bu «hüsnü kabul» kasabada Osman efendinin itibarını artırıyordu.
Yeni eve eski karı yakışmamış olacak lı ki, Osman efendi,yeniden evlenmeğe kalktı. Eski karıyı boşıyacak değildi. Çocuklarının annesine bunu yapmağa vicdanı razı olamazdı. Eski karıyı başka bir mahallede tutacağı ayrı bir eve gönderecek, kendi evine yeni bir gelin getirecekti. Varsın, iki karısı olsun boğazlarından âciz değildi ya!.
Münasip bir kız aramağa başladı. Eşraftan bir aile ile «-sıhriyet» peyda etmeğe çan atıyordu. Aklına, versinler diye, mahsus. servetini kaybetmiş, devlet düşkünü olmuş bir ailenin kızım koymuştu. Fakat acaba verirler miydi?. Kızı istemeğe pek te cesaret edemiyordu Fikrini sorduğu bir arkadaşı ona:
— Ne düşünüp duruyorsun, a Osman efendi, dedi, kızı senden iyisine mi verecekler.. Kızın babası beş parasız., (parmakla riyle para işareti yaparak) zamanımızın eşrafı budur, her şey bununla biter.
Osman efendi:
— Doğru, doğru, diye başını salladı.
Ve araya vasıtalar koyarak, kızı ailesinden istedi. Eski züğürt, devlet düşkünü aile de. sanki böyle birini bekliyormuş, kız-.kırını h.çmen verdiler. Yalnız kızın eski ka fa ha la siyle. hiivük dayısı, yani annesinin dayısı, mani olmak istedilerse de onları dinliyen olmadı. Hala hanımla dayı beyin akrabalarına darılıp küsmekten başka .ellerinden bir şcjr^gelmedi.
Osman efendi, düğün için epey hazırlık yaptı. Evin oda takımlarını yeniletti. Kız tarafı öyle istemiş; sarığı çıkarıp dal fes kaldı. Sakoyu ve şalvarı atıp yerine ceket pantalon yaptırdı. Boynuna yakalık ve bo-yunbağı taktı.
Düğün dernek bir hayli şatafatlı oldu. Osman efendi pek memnundu, ağzı kulaklarına varıyordu. Yalnız şu cenabet boyun bağıyı, ki buna kasabada medeniyet yuları diyorlardı, bağlamasını bir türlü beceremi-yordu. Bunu her sabah, boynuna yeni karısı bağlıyordu. İçeride hizmetçi, kapıda uşak.. İkide bir da vetler, ziyafetler. Hasılı istediği kadar kibarlık satıyor, eşraftan geçiniyordu. Derken, kaza idare heyetine azg da oldu. Artık:
— Osman «Bey» içtimaa geldi mi?. Osman «Bey» evrakı mühürledi mi ?. gibi sözler sık sık tekrarlanıyordu.
Yalnız bir şey vardı ki, son zamanlarda Osman beyi daha çok rahatsız etmeğe başlamıştı. Q da mahallenin kendisini bir türlü çekememesi, aleyhinde bir fabrika gibi, durmadan‘dedikodu yapmasıydı. Halbuki az mı nimetini. İhtı'unu. inayetini görmüşlerdi. Ama, ne çare?.. Mahallede ismi hâlâ tabak Osm andı. Kocakarılar, köşe başlarında, onun vakur bir eda ile geçip gitti ğini görür görmez, dedikodulara başlıyorlar, kendisine işttirecek şekilde, vaktiyle taktığı deri önlükten, lahna yaprağında evine taşıdığı kırpıntı etlerden bahsediyorlar dı. Evine yeni gelin getirdikten sonra, eski karısı da bu kocakarılara katılmış, gizliden gizliye ateşi körüklüyor, bir takım büyüler yaptırıyordu. Bütün bunlar Osman bejin ciğerine bir ok gibi saplanıyor, fakat ehemmiyet vermez görünüyordu
Osman bey, kaza idare heyetine aza olduktan sonra, sık sık. kaymakam beyden söz açmak merakın s Yolda; Çı-
nar dibindeki kahvede, her rastgeldiğine:
• Kayfnhkâfe"î^re''dfe'âhn kî... Kay
makam bey diyor ki., diyerek, saatlerce kaymakam beyden bahsediyordu. Mahalle bu sözleri tabak Osmanın palavrası addediyor, inanmıyordu.
Bir gün mahallede bir şayia dolaştı: Tabak Osman, kaymakamı, evine, yemeğe davet etmiş.. Yine de palavra!., ttit te inanma!.. Kaymakam bey, bir tabak parçasının yemeğine tenezzül mü eder hiç?..
Davet akşamı, tabak Osman bütün mahalleliye haber yolladı, kapıma kadar gelip görsünler diye... O akşam, seyir için, ihtiyar, genç, çoluk çocuk, kadın, erkek, hep tabak Osmanın evinin kapısı önünde toplandılar. Baktılar ki, lüks lâmbaları yanmış, bahçe gündüz gibi... Yemek masası, bahçede, mahsus, sokak kapısından görülebilecek bir bir yere kurulmuş.... Sofrada bir takım kelli felli davetliler...
Tabak Osman, mahallelinin kapıda toplandığını görünce, yerinden kalkıp yanlarına geldi:
Ey ahali, dedi, kaymakam beyi içeride gördünüz mü?.
Bir kaç ihtiyar, bir kaç kocakarı:
— Kaymakam bey olduğu ne malûm, diye itiraz etmek istediler. Fakat kaymakam beyân şahsını tanıyanlar, başlarını içeriye uzatıp baktılar, sonra da:
Evet, gördük, dediler, hakikaten kaymakam beydir.
Tabak osman. işi teminat altına almak için:
—Hiç şüpheniz kalmadı ya..
Kalabalıktan bir kaç ses:
Hayır, kalmadı.
Tabak Osman geniş ve rahat bir nefes ulıİL Gururlu bir teessürle
— Eh. öyleyse, dedi, evlerinize gidebilirsiniz artık...
Gelecek sayımızda Kemal Bilbaşar’ııı Pazarlık adlı Lir hikâyesini okuyacaksınız.
169
AYIN İÇİNDEN
30 AĞUSTOS :
30 Ağustos, emperyalizme âlet olarak savaşa sürüklenmiş bir milletin ordusunun, ayakta yaşamak için kurtuluş kavgasına atılmış bir milletin karşısında mağlûp olduğu gündür. Bugün zulüm ve açlık acıla-riyle kıvranan kahraman bir milletin ordusuna karşı 21 yıl önce kazanılmış bu büyük zafer dolayısiyle, emperyalist ejdere indirilen bir yumruktur.
Emperyalist canavarının milletlerin kalkanlarını elinden alarak istiklâlini, hürriyetini boğmağa ve onları paryalaştırmağa çabaladığı şu yaşadığımız günlerde bizzat bu vakıalara şahit olan Türk milleti köleliğin korkunç, öldürücü akıbetini pek iyi bilmekte ve bu sebeble 30 ağustos zaferinin, azametini ve ehemmiyetini şevkle idrak etmektedir.
ALFABE İNKILÂBI t
Arap harfler- t5 yıl evvel ağustos’un 10 uncu halkasını'- 9 a takıldığı gecesinde; dalgaların kırıldığı Sarayburnu’nda denize döküldü, akıntılar kargacık burgacık harfleri geçmişin rafT ına attılar.
Lâtin harller (.in kabulünden çok zaman evvel bir çok münevverler bu fikri ileri sürdüklerinde; so: dar, yobazlar bu gâvur yazısının kabulüyle dinin elden gideceğini söyliyerek hücum geçtiler ve bu fikri ortaya atanların cel nnemde ca.yır cayır yanacakları fetvasıyla da yaygarayı bastılar. Zaten güç bir yazı vasıtası olan arap harfleri Kuran diniyle temastan sonra k*-bul edilmiş ve yüz Harca yalnız küçük bir azınlık teşkil eden havassın, üst .şınıfiârın
biridir. Yeni harflerin kabulünün ehemmiyeti, okumayı yazmayı bütün millet mikyasında çabucak yayma hususunda elverişli olmasında değildir. Harf, inkılâbı, bütün bir şark skolastiğinden ve softalığından kurtuluşumuzun hakikî bir sembolüdür.
Bir irtica, olayı: Geçen ay gazetelerde okuduk. Kemal Pilâvoğlu adlı bir zatı şerif mübarek bir Ticani tarikati kurmuş. Üç sene Hukuk Fakültesinde okuduğunu söyli-yen bu zatı şerifin halifeleri varmış, halifelerine icazetler verirmiş. Mübarek tarikatin 500 lik teşbihleri varmış. Şeyh efendi ata binince iki mürid atın başını tutarmış. Diğer müritler de arkadan gelirmiş, at koştukça onlar da koşarmış.
Mahkemenin neticesini henüz bilmiyoruz. Fakat sosyal bakımdan düşünülürse bu bir irtica olayı belir tisidir. Bu bakımdan Pilavoğlunun normal mi, marazı mi olduğunun o kadar ehemmiyeti yoktur. Pilavoğ-lıı ister normal, ister marazî olsun, bu belirti marazı bir belirtidir. Dünyanın karışık günlerinde, insanların sefaletlerinden, acılarından. çapraşık ve buhranlı sularından faydalan maşını bilen açık gözler bu halleri yükselmeleri vc beslenmeleri için bir çöplük gibi kullanıyorlar. Bu türlü yalar yol göstericiler vc cennet kılavuzları dünyanın her tarafında bilhassa buhran yıllarında yer yer kendini gösteriyor. însanlanıı. neticesi daha çok sefalet, daha keskin buhran olan yalancı cennet rüyalarından kökten kurtulmaları içiiı onların artık, semavî bir cennetin mevcut olmadığına, refaha ve saadete faydalandıkları bir vasıta olmuştur. Yobaz- föîh acı da olsa. zalim de olsa
larm yaygaraları daha uzun 1 ir^zagııan çe- evvelâ bu dünyanın hakiki gerçeklerini ürk-haletin hakimiyetimi sebeb -olmuştur. Çok h'âSfevrârn^^ karşılamak
kolay olan yeni harfler okuma yazmanın, bilginin geniş halk •ığmlarma yajnlmasına çabuklaştırmış öldu^T “ nin temessül ettiği en bil
■o---
un(an‘Turk cemıŞetû ’ ‘ rük inkılâpla Cdari
lâzım geldiğine inanmaları lâzımdır.
Fen kubbam dektoromuz. — Gülhane ^aJtahaıfe-tnde tffi» aşısl haâtlıyan dok-
İL
170
tor Mehmet Tuna mikrop yakaladı ve bu âfetle mücadele ederken öldü. Doktorlardan öğrendik ki tifüs bir sefalet ve darlık hastalığıdır. Memleketimizde de baş gösterip geçen bu salgın emperyalizmin. kadının tabiî bir surette çocuk doğurduğu gibi, ister istemez doğurduğu bu harp âfetine karşı olan hıncımızı bir kat daha artırdı. Bugün milletlerin ve insanlığın en büyük evlâtları onlaı ı lürlü salgınlardan ve âfetlerden kurtarmağa savaşan İnsanlardır. Doktor Tuna da bunlardan biridir. Milletler ve insanlık böyle kurbanlar vere vere elbet bir gün refah n ve saadete kavuşacaktır. Mehmet Tu-na’nın aziz hatırası önünde hürmetle eğiliriz.
YAYINLAR:
Hilmi Ziya Ülken, Şeytanla Konuşmalar, üniversite Kitabcvi Yayım, s. 219, 1942.
Bir bilgin için zaten büyük bir yekûn tutan eserlerine H imi Zıya çeçen sene Şeytanla Konuşmalar adlı eserini ilâve etti. Kültür hayatininiz® ve kültür adamlarımızın bir tahlili demek olan bu eser, maalesef lâyık olduğu alâkayı henüz uyandırmadı Demek ki. tek in m gibi, kültür muhiti d kendi hakkında apılan realist tahlillere karşı kör ve sağır kalmayı tercih ediyor. Bu vurdumduymazlık hali, yeni ufuklar açılabilmesi için gergin bir otoritikle kend: ni her zaman tartması lâzım gelen kültür şuurumuz için pek de müsbet bir durun dur, diyemeyiz.
Şeytanla Konulmaları teşkil eden 219 sahife içinde Hilmi Ziya bir çok meseleler-dokunuyor. Fazıl- ‘, telif ve tercüme, sıhhat ve aşk. nizamı âl--m. nesir, şiir. tiyatrdHe-l'ahür ve aciz, fikir ve hareket, roman, kitan ve hayat, resim, tenbellik, tenkit, geçmiş zaman ve aklı selim hakkı inşiinaurucu fikirler veriyor. Hilmi Ziya nedense cn mü-~him fikirleri şeytana söyletme? i tercih etmiştir. Eser, hakikaten çok vnklüdiir. Bütün eser boyunca mkanönl i njcseleterie ilgili olarak yerli ve yabancı bit çok meşhur
adamların isimleri geçiyor. Eserin cidden mühim olan tarafı bu değildir; asıl mühim olan ağırlığı, kültür ve fikir hayatımızın marazı taraflan hakkında verdiği realist tahlillerdir. Çünkü, günlerinde velveleli akisler uyandıran şahsiyetleri bugünün perspektivi ile realist bir tarzda tartmak varma doğru hız alırken başarmamız lâzım gelen en müsbet işlerden biridir. Eserde üstünde durulması lâzım gelen bir çok cihetler var. Ben burada yalnız en mühim gördüğüm birkaç nokta üzerinde kısaca durmayı yeter göreceğim.
Tanzimattanberi memleketimiz okur yazarlarının büyük çoğunluğu lstanbulun Babıâli caddesi kitapçılarının, naşirlerinin ve mecmualarının eserleriyle beslenmiştir, onun yöneldiği ana ve yan istikametlerin Babıâli caddesi yayıncılığının doğuşu ile gel işınesi arasında sıkı bir münasebet var. Bunu Hilmi Ziyanın kendinden okuyalım: Babıâli caddesi «henüz pek küçüktü. Ne Namık Kemal, arkasında Anadolu ve Rumeli ile koca bir vatanı alan bütiin bir halkı temsil ediyor, ne de sokak (yani Babıâli caddesi) Balzac’ın romanlarındaki kadar köklü, onlar ka,ça r .sağlam bir t -rjuvaziye dayanıyordu. Bu henüz bir taslaktı. Bununla. beraber, azlıkların Avrupa yardımı ile kımıldar. ısından sonra onları tâkip eden ve günden güne «Hayriye esnafı» namı ile eski gediklerin, loncaların yerini tutmağa harlıya n bir kuvvet vardı. Ne vazıh bir burjuva teşekkülü, ne köylü hareke ti, ne sos-znı cereyanı, hiç bir şey kapitalizme dı ğru giden Türk iyenin İçtimaî kımıldanışını açıklan açığa ifade edemiyordu. Fakat ortada vine bir şey vardı. Kırık dökük mat baasına, çoğu azlıklardan üç be dükkânı-mı^iki \ h-raklı deveskâr mccn usları gibi imanlı imzasız fıkralarına rağmen bu küçük bu- sokak kımıldanışın başlangıcı idi.* ^iflei’inde şiirleri. tiyatroları bi rçok ateşli gençlerde serbestlik iştiyakı uy.aııdnmnş olan-Namık Ke mal’ı artık bugün’^bu çerçeve) içinde kıy-) 1 AV
171
metlendirebiliriz. Hilmi Ziya’dan ve şeytanından dinliydim:
— Hürriyet istiyen Namık Kemal Ba-bıâli’denıi idi?
— Şüphesiz.
— O zamanda müalümao bankası kurmak ve ittihadı İslâm yapmak istemiyor mu idi ?
• Olabilir. Hürriyeti monarka karşı istiyordu, ittihadı, devlet için teklif ediyordu: e
Osmanlı saltanatının son devrinde, bir-birbiriyle uzlaşması kabil olmıyan ve kabil olmadığı olayların keskin gidişile isbat edilmiş bulunan prensipleri, fetva dilinin sihri ile birleştiren Ziya Gökalp hakkında Hilmi Ziya’nın şeytanının verdiği tahlille ri de beraber okuyalım:
— Estağfurullah! Ne münasebet. Böyle muazzam işleri tenkide kim cesaret eder. Hüseyin Zade Alinin 1905 de Baku’de yazdığı Türkleşmek, İslâmlaşmak, muasırlaşmak fikirlerini ondan (Ziya Gök Alp’ten) iyi kim iyi lıenimsiyebilirdi. Vakaların arkasından k ;nrak tam zamanında kim yetişebilir ve olan işleri olacak şeylerin en mükemmeli üye ondan i kim gösterebilir di? Şlıradai- buradan toplanmış biçare muharrirlerin ağzını tıkayıp miraslarını ondan İyi kim top Ayabil jrdi? Sarıkamış İve Bul-.gıırpalns zaferKri için ondan iyi kaside kim yazabilirdi” Sözün gümüş ve sükûtun altın sayıldığı bir yerde ondan iyi kipi susa-bilirdi?.
Hilmi Ziya bir çok mühim meseleleri ele alıyor, ’rilltür hayatımıza karışı n.ş bir çok insanlar l hakkında, hükümler yeriyor. Maalesef banların hepsine işaretjetmeğe imkân yok. Yalnız üstünde çok methiheler yazılmış, v itle durulmuş bir sanat meselesine dokunmadan bu kıs? tîiliihîh!tfftn-£k istemiyorum. Hilmi Ziya yeni sanat, yeni . iir hakkın ' ı çok köklü bir fikri müdafaa •diyor: »Y ü şiir, eskinin içinden doğan, onu aşmak için yeni cemiyetim davalarını duyan, onların rüyasını ıztırabını çe-
ken, unlan Hrhr.-’-’ib kTndi inik i anı haline getiren şiire»». «İnK dizecek Ektiniz
yoktur. Bütün basmalarınızla arzın üzerinde kopan kıymetlere bakın, şeniyeti vo rüyası ile onun şiirini yazın.» Faslın sonunda bÜ köklü fikrin ateşini duyan ve duyuran Hilmi Ziya’nın yukarıya aldığımız satırlarındaki gürbüz şiir yoluna Yahya Kemal köprüsünden geçerek mi vardık, yahut varacağız? Biz de Hilmi Ziya üe birlikte şükrediyoruz ki, bir put yaparak önünde eğilmeden, yahut umacı bir korkuluk yaparak lüzumsuz yere ürkmeden Garbı tanıdıkça, kendimizi tanımanın yollarını öğreniyoruz. Fakat bize öyle geliyor ki aradaki sağlam vegeniş köprii, şeklive kulağa gelen edası ne kadar mükemmel işlenmiş olursa olursa olsun, Yahya Kemal’in maziye hasret çeken şiiri değildir. Bu köprü bizi. Garbın bir devrinin ancak mahdut bir şiir ve sanat anlayışına götürmüştür. Onun için Yahya Kemal’in şiirinin garpla bizim aramızda kurduğu köprü olsa olsa ancak bir kaç müstesna ruhuıı geçebileceği dar fakat musanna bir köprü olabilir. Deryanın, ovanm, : ağların, şehriri; köyün imkân dolu genişliklerine bakan (Çamlıca tepesinde bir kaç müstesna ruh vecitli bir tecrit ile kendilerim bir tekke havası mestliğine tıkabilir, i:ulaklarını Hafızın kabri olan türbede her gece öten bülbüle tıkayabilir, gözlerini yine o türbede her sabah açılıp saçılan güle ka-pr vabilir ve sonra, yeni ufuklara doğru yol al; n bir dünyadan ürkerek, mazi hasreti ile E itsin, hayırlısıyla, bu beyhude son bahar» niyazına varabilir. Çamlıca tepesine çıkan bugünün gençleri oradan yeni ufuklara bakıyorlar. Gözlerinin altında, gece gündüz pırıl pipi yanan şehirde, bir yanda Kemerburgaz, öte yanda Dudullu ufuklarında dalgalanan tepelere yayılmış köylerde çalışan, didinen, seven, nefret eden insan-îârm hayatlarını derinden duymağa başlıyorlar. Bizim büyük şiirimiz, büyük sana timiz bu duyuştan çıkacaktır. Büyük sanat köprüsünü kuranlar bu duyuşu getirenler olacaktır. Dünyanın başka yerlerinde de böyle olmuştur. Bugün dünyanın şuurunda hâlâ büyülâsarthltsflahi^çölarak yaşıyaular mısra-ı borcesle» viicpde getirenler, pü
/\V
172
rüzsüz küçük şiirler doğuranlar değildirler. Shakespeare gibi, Moliere gibi, Tolstoy gibi insan problemlerinin nabzını içten duyanlardır. Bugünün dünyasında büyük sanat meşalesini elden ele taşıyanlar milyon Itırın acısı ile yananlar, milyonların sevinci ile sevinenlerdir:
Zikirde incitmeyen bir mizah dili ile yazılmış olan Şeytanla Konuşmalar üstünde dikkatle durulması vc münakaşa edilmesi gereken biı- eserdir. Hilmi Ziya'nın bu eserde başardığı kiiltür patolojisini bugüne, bugünün pörsümüş cemiyet ve kültür otarşisini hortlamağa bocalıyaıı «nizamı âlem: icrine doğru genileşmesini bekleriz.
Muzaffer Şerif
Aııdre Malraus, I-a Lutte avcc PAnge, Editioııs dıı llaut-Fays, 1943, t». £40.
Malraiîx ölmemiş Malraux yaşıyor, ve Adımların Ağustos sayısmda bahsettiğim yeni ramam şimdi İstanbulda, Haşet kita-bevinde satılmaktadır. isviçrede tabedilen bu roman uzun bir eserin birinci kısmıdır Eserin tamamının ismi: Melekle Mücadele. Bilinci kısmın ismi; Altenburg’un Cı .. ağaçlan. Hikâye 1940 senesinde Charte-res’da başlıyor j kahraman Almanların eline düşen yaralı Fransız askerlerindjrıdir. BirAlsace ailesinin çocuğudur. Hikâ; ı o-rta kısmı Alsace’linin Almanlaşmış jilesine aittir. Alâkamızı aynca uyandıracak biı nokta: babası îstanbulda yaşamış, gûya Alman sefaretinin hesabına Genç Türk cereyanına iştirak etmiş, Alman empen lızmine yardım etmek maksadı ile Tın alıcılık yapmış, 1 ıttâ kendisine «Enver* iı -sğ kolu» dedirtmiş. Fakat esas mevzu Malı ııx’nun bütün kitaplarının mevzuudur: m sanlığın hali. Bu Alsnce ailesine mensup bir profesörün riyaseti altında asrın çında her sene Altenburg’da toplanan fikir adamlarının coH(M|Uİuınları (toplantıları)
bu meseleleri inceliyor. Alman profesörlerinin düşündüklerinde bugünkü Alman faşizminin birbirine bağlı iki mühim umdesini görüyoruz: bütün insaniyeti aşağı görmek insanlara kıymet vermemek, insanların bir koyun sürüsünden farklı olmadıklarına inanmak ve böylece hasıl olan boşluğu doldurmak için, mistik bir ırk naza-riyeai ileri sürmek. Fakat bu ırk ınistik-iiği hiç bir zaman boşluğu dolduramıyor, çünkü insanlar kıymetsiz olduktan sonra ırkların kıymeti göz boyamaktan başka ne olabilir? Mıılraux’nun profesörlerinden biri bu esas inançsızlığı açığa vurarak:
Eğer insan sergüzeştinin bir mânası olsa idi, o mânayı ifade etmeğe Almanya tayin edilirdi» diyor. Yani, eğer hakikî bir kıymet olsa idi, o kıymeti ancak Alman ırkı sezebilirdi.
Fakat hikâyenin daha ötesinde Alınanlarda da herkeste olduğu gibi kardeşlik hislerinin ne kadar kuvvetli olduğunu görüyoruz: Malraux Almanların 1915 de Rus cephelinde ilk gaz harbi tecrübesini nasıl yaptıklarım aıılatıyıjr,, Gaz bombaları patladıktan i«r müddet sonra Alman askerlerine ileri omri yeriliyor. Fakat askerler Rus siperlerine varın \ zehirlenmiş ruslau guiüyuı lar, ve bu korkunç ıztırap e- oızarası onlara o kadar tesir ediyor ki ? ı bker .sırtına bir rus yükleyip seyyar hast.ınelere doğru koşmağa başlıyor. Zabitleri (Ne yapıyorsunuz?» diye bağırın-
. zaferler, «Böyle bırakamazdık’» diye cevap veriyorlar.
l-’akat bu ilk cihetten Malrauz’nun tam maksadı belli olmuyor. Esas hikâye, esas şahıslar bir az müphem kalıyorlar.
.m hepsini birden okuyabildiğimiz zaman büyük romancı Malrau.-. nun bu yeni ereri İıakkında daha tamam bir fikir edinebileceğiz.
Nernıin MENEMl NCİOtiLU
173
KÖYÜN İÇİNDEN:
Köyde beliren kuvvetler
Vilâyet merkezinden sekiz saat uzak* ta, Yuntdağı köylerini dolaşıyorduk. Bu bölge köylerinin geçimi pek dardı. Sürüle cek toprak gayet az, o da taşlı, verimsiz bir topraktı. Biraz ekin, biraz hayvancılıkla, biraz palamut ve çitlenbek satışı ile ve büyük bir tasarrufla kıtkıtına geçiniyorlardı. Geçimi dar ve yolsuzluktan dolayı hariçle münasebetlere, hariçten tesirlere nisbeten kapalı olan bu köyler, dağların eteğindeki ova köylerinden daha geri, daha az ve yavaş değişen ve şehirliye kar şı daha uzak, daha yabancı duran köylerdi. Fakat bu dağ köyleri bile tamamile kendi içlerine kapalı topluluklar değildi (Daha kapalı olan bir köy bilhassa ara-dımsa da bu bölgede Işılamadım. En ücra köyler bile harice açılmış, değişmeğe baş lamış köylerdi). Zeytin yağlarının pahalanması çitlenbek yağma rağbeti ırttır-inişti. Kaan balardan gelen peynirciler bu dağ köylerine kadar sokuluyorlar,, peyniı kurdukları muvakkat, iptidai peynirhane lerdo topladıkları sütten peynir yapıp İz mire sevk ediyorlardı. Bu bölgede oldukça hol olan palamut da dış piyasaya olan bir mahsuldü. Bilhassa bu üç çeşit istihsal bu köyleri hariçle İktisadî münasebete getiri yordu. Bu vaziyet ise, bu köylerdeki sosyal tabakalaşmada değişiklikler doğuyor, nüfuzlu yem bir zümre meydana getiriyordu: köy bakkalları ve hariçteki tüccarlara komisyonculuk eden veya ken ’Heri doğru dan doğruya ticarete girişen zengince köylüler zümresi. Bakkalların bu köylerde oynadığı rol yeni idi; köy bakkalı köyün nüfuzlu bir şahsiyeti olmağa namzet görünüyordu, hattâ bazı hallerde olmuştu
bile... Bu bakkal - komisyoncu - tüccar zümre bu dağ köylerinin İktisadî hayatını ve dolayısile köylü ailelerin geçimini kontrolleri altına almış gibiydiler. Bakkal, tüccar - köylü, veya komisyoncu - köylü mahsul zamanı gelmeden köylüye para dağıtıyor ve borçlanan köylü mahsul zamanı gelince mahsulünü borç aldığı kimseye, onun dediği fiyattan vermek mecburiyetinde kalıyordu. Bu köylerden birinde, eski nüfuzlu bir aileden gelen köyün hatibi aynı zamanda komisyonculuk ediyordu. Şehirden gelen tüccarla pazarlığı o yapıyor ve bütün köy namına taahhüde girip para alıyor, dağıtıyordu. Diğer bütün köylüler hatibin pazarlığını ve anlaşmasını kabul etmek mecburiyetinde kalıyorlar ve mahsullerini o fiyattan tüccara veriyorlardı.
Bu dağ köylerindeki^ bu küçük fakat nüfuzlu zümrenin (bazı ki.•derde bu çeşitten birkaç köylü, bazılarında ise yalnız bir aile vardı) menşei iki koldan geliyordu. Birkısmı yeni türediler, yeni zenginle şen köylüler; diğerbir kısmı ise, vaktile köyde büyük nüfuzu olan ağa, hatip, bey ailelerinin arta kalanları. Bu ailelerden hâlâ nüfuzlu olmakta deva n edenler, artık eskisi gibi feodal veya aşiret sisteminin verdiği otoriteye dayanarak değil, fakat bu yeni vaziyette bu yeni kontrol mevkiini ûide ederek, köyün hariçle iktisadi münasebetlerini kontrolleri ailına alarak nüfuzlu olmakta devam ediyorlar.
lüb DERDİ
Yine aynı dağlık bölgelerde, bir akşam bir köye vardığımızda köyün dışında
174
ihtiyar bir kadının bir şeyler söyliyerek ağladığını gördük. Arabamız yanından geçerken ihtiyar kadın yanımızdaki köy bekçisine seslendi. Ne dediğini anlıyama-dım, bekçiye sordum: bir haftadan beri lıasta yatan Safiyenin biraz evvel öldüğünü söylemiş.
Birkaç gün gün geçip te köylülerle ahbap olmağa başlayınca Safiye’nin hangi hastalıktan öldüğünü araştırdım: pun-tadan (zatürreeden) dediler. Kızın akrabaları, komşuları yana yakıla anlattılar: Bildikleri her şeyi yapmışlar, civar köylerden birinden bir kadın «doktor» getir misler; kadın bir kurbağa, kesmiş ciğerle rini bileklerine bağlamış; kurşun dökülmüş, okunmuş, üflenmiş, fakat hiç bir şeycikler fayda vermemiş.
Ben köylüyü, tatbik ettiği bu tedav usullerinden dolayı küçümsemedim, kabahatli bulmadı. Hastalığı hakikaten tedavi edecek reel, ilmi usullerin, modem taba betin mevcut olmadığı yerlerde ve hallerde elbette insanlar hastalık karşısında elleri kollan bağlı duramıyacaklar. bir ta kim çarelere baş vuracaklardır: bilgileri, tecrübeleri nisbetinde bir şeyler yapacak lardır. Beni asıl düşündüren bir akşam üzeri gördüğüm bir manzara oldu. Köyün hemen arkasındaki alçak tepeye çıkmıştık Bu tepeden^ vilâyet merkezinin ei(-ki( rincl-yer aldığı dağın zirvesi, sanki -eslen.— :-, oradan duyulabilecekmiş kadar frakın gözüküyordu; îste orada, diye dii.şiindiira. hastanesi, laboratuvarı, rontger tesisatı, aşılan ve seromlan ile, doktor ve hemşire
leri ile 16 yaşında reçeli mev’udu ile» Ölen Safiyeyı kurtarabilecek bütün vasıtalar var. Yol, taşıt olsaydı, şu görünen dağın eteğindeki bu kurtarıcı yere genç hastayı götürmek bir iki saatlik, basit, rahat bir yolculuk olurdu. İyice bir yol ve otobüsle 1-2 saatte aşılacak bu mesafe şimdi, hayvan sırtında, sekiz saatlik rahatsız bir yolculuğu icup ettiriyordu. Ovada başı boş akan ırmak taşınca bu yolculuk bile imkânsızlaşıyordu.
Bu hâdise, yolsuzluğun ve modern tnşıt vasıtalarının eksikliğinin yarattığı sosyal neticelerden ancak bir misal, hem de en mühimlerinden değil.. Yol ve taşıt ve haberleşme vasıtaları bir köyün (veya bir kasabanın. bir şehrin, hattâ bütün bir cemiyetin) hayatında gayet mühim rol oynar. Herhangi bir topluluğun kapalı ve geri, veya dışla münasebeltere, dıştan gelen tesirlere açık ve ileri bir durumda olması üzerinde yollaruı vc taşıt ve haberleşme vasıtalarının büyük tesiri vardır. En ileri, en büyük şehirlerin dünya yollarının ve taşıt ’ . l ne sistemlerinin birleştiği noktalarda belirmesi; büyük medeniyetlerin, dünyanın İcra köşelerinde değil, nü İm ’e ticaret 1 ■:roketlerinin fazla olduğu, bih».k yolların ‘çtiği mıntakalar-lagelişmesi bir tesadüf eseri değildir. Bu merkezlerin ve medeni} ( ilerin gelişmesinle iktisat ve kültün 1 münasebetlerin, esirlerin aktığı kanall ı1 olan yollar ve aşıt ve haberleşme ab.temleri büyük bir •mil olmuştur.
175
Gelecek Sayılarımızda s
İlimde gelişmemizin Reel şartları
Durkheim - Ziya Gökalp Sosyolojisinin Tenkidi
Ankaramızda bu günkü .fikir cereyanları
Umumî Kültür ve meslek seçimi
Gençliğin Sosyal Psikolojisi
Radyonun Sosyal Psikolojisi
Sinemanın Sosyal Psikolojisi
Modern şehircilik
Modern Mimarî anlayışı
Yaratılma halinde olan Dünya Edebiyatından örnekler
| SAVAŞ KARDEŞLER İZMİR
‘t TİCARETHANESİ
$ Zeytin, zeytinyağı! sabun ve her nevi “sâdo -/ yağlar, peynir vesaire satışevi
$ Anafıırtalâr Mevsim sokak No. 5 i; Tel. No. 2377 Ev. 6235
§ Sicil No. 333-1, Kunılu.ş : 1930
v HAI4M ŞAPÇ1
e Zeytin, zeytinyağı, sabun ve her. nevi sâde $ yağlar, peynir vesaire satı evi
lî Sebat İs hanı No. 40 Tel. No. 3752
i
s
o
8
o
8
I
OSMAN OZKAL
pazarı
Bıkkaliye toptan I gjjısi ı Sokak No. 29 >
İARA
Ka>
Yumıırta v
ücârethaı
Ttdıtakale X idesi Sus:
«meri
,'ÂNJ
HÜ!
MA
Toptan ve Perakende
Hâlis Aksaray ve Ur
Zey
ALİ PERÇINEL VE KAZIM PERÇİNER 8
Ticaret Evi
Zeytin, zeytinyağı, sabun ve hernevi sâde ît yağlar, peynir vesaire toptan satış yeri J Kooperatif.arkası Ali Nazmi Ap! No. 1/2 Tei No. 3153, Telgraf: Ali Kâzım $ Sicil No. 1912, Kuruluş 1930 $
.......................■
S
| . I t
Kayseri Pastırma Pazarı
Yeni Ha! No. 21
Tel No. .3975,’ Sicil No. 2007
Kuruluş tarihi : I93IJ
OSMAN ANTEBLİ VE İSMAİL BEKRİ
O A 4/ ZZ 4 /
Toptan ve Peıı Yeni Ha!
Tel No. 1991 Ti]
lurul
hvaz ve Kaşe tere yağlat".
|ı yağları Ted
■AYAN
? c /
- ve Edirne Peynirleri-saf Ayvalık, Edremit meri
fecithevi
5 ıl Osman J J
8
$
. 3551
Tel. No. ,2646, T(
ü»
■■■
tara
tin - Yenimi!
^ukarav
iin - Yenihal
£
MİLLÎ PİYANGO
Jİ Her çekilişte bir millî piyango bileti Jt alarak biltün yıl talih kapılarını ken. o nize daima açık bulundurunuz. Her Ş an servete kavuşabilirsin!!.
? *
Bu çekilişte talihiniz gülmedi ise ver- e iliğiniz para boşa gitmiş değildir. Bu Ş sefer çelik kanatlarımız kazanmış de- ;i inektir. Belki de sizin kazanma sıra- £ nız bu çekiliştedir
Türkiye iş Bankı sı
I Küçült Cari Hesaplan I
s, 2 Ağustos, 1 İkinci rin apılacafefar.
lİl’ELEKİ ----- ------
İKRAM, ıbat, 3 Mayi bililerinde. d
1013 İKRAM
1 adet İ 199 Liralık
1 » '99 » M
1 » ->88 »
1 ».■•1177 » -I
......
KEŞİDELER: 1 i
777
8 >5
»
nlnıa?
JL
(4540)
Ha
la Millî İlim
da Tarih
ide F. List Hayranlığı a'fıni Şehvet ve ■Cöp. Romanı I
Osman
i (' 1 N »EKİ ₺ K R
« İnlnlâbı — Bir
Profesör W
Dr. Ziya
Bekir Sıtkı
İçinden : ' 30 Ağıl _ c ,.
Fen Ku umıız.
: Hilmi Z eytanla Konuşmalar (
oğlu) ■ cioğlu)
Yani Romanı (N(
Malraux’nı
ler — Yol
• •
YILı
ıice S. Boran
Ziya Ülken
Hâdisesi —
ıızaffer Baş-t ıı Menemen-
TUS-TAV
Adımları Beğeniyorsanız
Abone olunuz, Abone bulunuz.
Humanızına sayımızı bekleyiniz. Bu sayıda, şimdi üzerinde çok sözler söylemekte olan Humanizma meselesi muhtelif yönlerden incelenecektir.
için çalışıjv.. uçulanınızın kendi ha üşünceleri de öğrenme ıdaki mütalâalarınızı,
iden, bilg leıinden atacakları sayfam zda yaymak stiyorüz. alınmasını arzu et iniz mev ,'rr 1 '
ojöu Sajdusı-.
fin hayat ve sana’ gidişini yakından y d ah ol ab > 1 j /at tecrübeli ç ve «.kuyu kdımİaır’da «
Okuye Sayfası» na bildiriniz
YIL:
I EYLÜL 1943
Sayı: 5
HANGİ MANÂDA MİLLÎ İLİM
Doçent Dr. Behiçe S. BORAN Ankara Üniversitesi
Millî sanat, milli edebiyat meseleleri gazetelerimizde, dergilerimizde en çok münakaşa edilen mevzulardandır. Aynı derecede olmamakla beraber, son zamanlarda -milli ilim* konusu da muhtelif yazılarda yer almağa başladı. İlmin ne olduğu meselesi ve bu meyanda millî ilim» den anlaşılacak mâna, ilk bakışta gayet nazari, ancak küçiık bir «bilgin» zümresini ilgilendiren bir mesele gibi görünür. Halbuki bir çok nazarî meselelerde olduğu gibi «milli ilim» bahsinde de kabul edilen görüşün, alınan tavrın hareketlerimizin şu veya bu istikamette gelişmesi üzerinde tayin edici bir rolü vardır. Memleketimizde ilmin gelişince ilim sahasında diğer ileri milletlerle boj olçüşülebilir bir hale gel •nemiz, diğer şa utlar yanında bir dedöğru bir ilim anlayışından hareket etmekle mümkün olabilir İkincisi, yazının sonunda da göreceğimiz gibi, «millî ilim» bahsinde ileri sürülen bazı sakat görüşler, bazı İktisadî ve siyasî görüşlerle sıkıdan ilgilidir.
Tâ lise sıralarında iken ilmin, hâdiseler arasında evrensel, değişmez mim»***-betleri aradığını öğrenen bir okuyucuya «millî ilim» tabiri tenakus ihtiva eden bir terim olarak rünür. İlim, gerçeğin bilgisi olduğuna göre, milli hudutlara göre değişen ilim olur mu? Talebelerimden biri
nin bu hususta bir gün dediği gibi, sukut kanunu Almanyada başka. Çinde başka mıdır?
Bu itirazlara «millî ilim» den bahsedenler ilimde bir ikilik yaparak cevap ver meğe çalışıyorlar. Tabiat ilimleri», «manevî ilimler» diye bir ikilik ileri sürüyorlar. Bunlara göremiataat ilimleri, fizik, kimya, mmtakadan mıntakaya, cemiyetten cemiyete değişmez, fakat «manevî ilimler», yani psikoloji, iktisat, sosyoloji gibi insan ilimleri cemiyetten cemiyete değişir; bu ilimlerde, hadiseler arasında evrensel, illi münasebetler bulunamaz; tamimler, kanunlar mümkün değildir. Her cemiyet, her kültür kendi basına tetkik edilebilir, herbirinin kendine mahsus vasıfları vardır.
Görülüyor ki bu iddia • muayyen bir realıî.t görüşüne dayanıyor. Bu görüşü biraz (laha inceliyelim. Tabiat hadiselerinde, deniyoc, tekerrür vardır, esasda müşterek vasıllar vardır ve tabiat hadiselerinin hâkini vasıflan bu tekrar eden, müşterek olan vasıflardır; bu vasıflar tecrit edilerek umumi hükümler vermek, neticelere varmak miunkündür. Halbuki.® iddia devam ediyor, her cemiyet diğerlerine benzemi-yen tek, kendine mahsus vasıfları olan bir varlıktır. Her cemiyetin kendine has bir
145
gerçeği vardır ve ancak kendi başına tetkik edilerek, «içtimai ruh» una nüfuz edilerek anlaşılabilir. Bunun için cemiyetler arasında mukayese yapmak, umumî neticelere erişmeğe çalışmak beyhudedir, yanlıştır.
Her cemiyetin, diğerlerine benzemi-yen, kendine has bir takım sosyal şartları olduğu doğrudur; her cemiyet kendi coğrafî ve tarihî şartlarının neticesi olarak kendine has bir takım sosyal belirtiler gösterebilir, Yukarıki iddialarda yanlış olan, bundan, umumî neticelere vanlamı-yacağı, cemiyetler arasında mukayeseler yapılmıyacağı neticesini çıkarmaktır. Yapılan bu yanlış istidlal ise, tabiat âlemi ile insan âlemi arasında yapılan tefrikin sakatlığından doğuyor. Tabiat âleminde tek rai* eden, müşterek olan hadiseler vardır, sosyal gerçek ise benzeri olmıyan, kendisine has bir varlıktır diye bir ikilik yapmak yanlıştır, gerçeğe uygun değildir. Realitenin her safhasında, ister fizikî, ister psikolojik ve sosyal olsun, hadiselerin hem tekrar eden, müşterek olan cepheleri vardır, hem hu birinin .kendine has olan, diğerlerine benzemiyen cepheleri vardır. Bütün müşa hhaslığmda ele alındığı zaman iki çanı ağacı, aynı cinsten iki köpek yavrusu, iki taş parçası, hattâ iki su damlası birbirine benzemez. îştirâk - ayrılık, tekerrür - oluş mutlak (absolut) mefhumlar değildir; bunlar elimizdeki probleme, araştırmamızın hedefine göre realitenin her hangi bir safhasına tatbik edilebilir.
«Tabiat ilimleri* nin elde ettikleri bü yük başarıdan sonra bugün, tabiat hadiselerinde evrensel, illî münasebetler bulunduğunu, tabiat hadiselerinde bir düzen olduğunu kolayca kabul ediyoruz. Halbuki ilim görüşü olmıyan bir insan için tabiat hadiselerinde bu çeşit münasebetler görmek, tabiat Hadiselerinin bir düzeni, determinizmi olduğunu düşünmek, insan âleminde bunlarm. mevcudiyetini düşünmek kadar zordur. İlmin ileri sürdüğü şekilde bir tabiat anlayışına insanlık binlerce senelik bir gelişmeden sonra, daha pek
yakın zamanlarda varabilmiştir. İlmi zihniyet ve ilmî metod gittikçe sahasını genişletmiş, biyolojik hâdiselere teşmil edilmiş ve nihayet sıra insan hâdiselerine, psikoloji ve sosyolojiye gelmi.ştir. İlmî metodun tatbikinin her genişleyişi, her yeni sahaya tatbiki önce bir itiraz ve mukavemetle karşılanmıştır. Galile zamanında İlmî metodun fizik hadiselere tatbikine karşı gösterilen mukavemet, şimdi, manevî ilim taraftarları tarafından, İlmî metodun insan hâdiselerine tatbikine karşı gösteriliyor. Birincisi, ne kadar geri, bilginin gelişmesine engel olan bir hareket idiyse, İkincisi de aynı şekilde geri ve ilmin gelişmesine engel olmıya çalışan bir harekettir; birincisi nasıl muvaffak olamadı ve ilim dev adımlarla ilerledi ise, İkincisi de aynı akıbet© mahkûmdur.
«Manevî ilim» taraftarları iddialarını daha başka çeşitten yaptıkları ikiliklere de dayatıyorlar. Meselâ tabiat âlemi determinizmi âlemidir; insan âlemi ise hürriyet âlemidir, insanın hür iradesi vardır diyorlar. Tabiat âlemi sadece var olan hâdiselerden müteşekkildir; halbuki insan âleminde bir de mevcut hâdiselerin nasıl olması lâzım geldiğini gösteren kaideler, ölçüler vardu*; diğer bir deyimle, insan âlemi «değerler» âlemidir. Bu noktalar bu yazıda ele aldığımız «millî ilim» mevzuu ile doğrudan doğruya ilgili olmadığı için bunların üzerinde burada durmıyacağım. Bıı mevzuu daha teferruatlı olarak bir başka, yazımda ele almıştım (1) «...Yalnız şuna işaret edip geçeyim ki, insan âleminde değer lerin mevcudiyeti insan cemiyetleri hadiselerine ve bu değerlerin kendisine müs-bet ilim metodunu tatbikin e mani değildir; bilâkis, verimli bir surette ancak bu metodla tatbik edilebilir ve ediliyor. İkincisi, psikoloji ve sosyoloji henüz ihtilâflardan kurtulamamış, yeni, genç ilimler olmakla beraber, bu ilimlerin son bir asır zarfında kaydettikleri ilerlemeler, bugün |l| Behice S. Boran "Sos »loii Anlayışında lldflk,,, ÜNve larlnd Cocrof ya Fakültesi De raisi, sayı 3, 1943.
146
bu ilimlerde kabili itimat bilgi olarak mev ( ut olan kısımlar, müsbet ilim metodunun tatbiki ile, insan hadiselelerinde de determinizm olduğu ve tamimlere erişebiline-ceği görüşüne dayanarak yapılan çalışmalar neticesinde meydana gelmiştir, insan hadiselerini önceden haber verebilmek, kontrol altına alabilmek imkânı, insanlığın kendi akıbetine hâkim olabilmesi, kısacası, bilgimizin verdiği neticelere dayanarak muvaffakiyetle aksiyona geçebilmemiz an-^ak müsbet ilim yolunda ilerlemekle elde edilebilir.
Görülüyor ki, yukarıda anlattığımız mânada «millî ilim» anlayışı çıkmaz bir yoldur, hattâ böyle anlaşılınca ilim kelimesini kullanmak doğru değildir, ilim kelimesine birbirinden tamamiyle ayrı, hattâ birbirine zıt iki ayn mâna verilmiş oluyor. İlim kelimesine bugün ancak «müsbet ilim» tabirinden anlaşılan mâna verilebilir; fizik, kimya, biyolojiden ilim olarak bahsettiğimiz zaman kelimeyi bu mânada kullanmış oluyoruz. İnsanlara, hâdiselere hâkim olabilmek, hâdiseleri kendi insan maksatları için kontrol altına alabilmek imkânını bu hakiki mânadaki ilim anlayışı ve metodu vermiştir. Modern tababet, sanayi, taşıt ve haberleşme vasıtalarındaki ilerlemeler, hep hu üim anlayışı ve metodu ile elde edilen bilginin tatbiki neticesinde mümkün olmuştur. Psikolojik ve sosyal hâdiseler âleminde muvaffakiyet de ancak aynı vasıtaları kullanmakla gerçekleşecektir.
Bir başka mânada, daha isabetli olarak milli ilim den bahsedilemez mi? timin müşterek bir metodu vardır ve her ilim şubesi, mesuleler ortaya koyar, sualler sorar ve bu meselelerin hallini, suallerin cevabını gerçeği tetkik ederek araştırır. İnsan ilimleri sahasında biz de ilmin meto dunu kendi cemiyetimizin, insanlarımızın tetkikinde kullanır, problemlerin hallini, suallerin cevabım kendi eerçeklerimizi araştırarak bulmağa çalışırız. Hâdiseler arasında evrensel; İlmî münasebetler vardır, bunların müşahhastaki belirtileri mahallî şartlara göre tçnevvü (variationj
gösterebilir. İşte umumî münasebetler formüllerinin bizim cemiyetimizdeki belirtilerini, müşahhas muhtevalarım tetkik edebiliriz ve etmeliyiz de. Ancak bu mânada «millî ilim» den bahsedilebilir. Bu tarzda İlmî çalışma hakikî ilim anlayışına uygundur; böyle tetkikler, hem umumî neticelere. formüllere, illî münasebetlerin tesbiti-ne götürür, insanlığın bilgi hâzinesine ilâveler yapmayı, onu ilerletmeyi mümkün kılar, hem de kendi cemiyetimizi,, kendi gerçeklerimizi öğrenmemize yol açar.
Yazımızın başında işaret ettiğimiz gibi, bu «millî ilim/ meselesi ve bunun dayandığı tabiat ilimleri, manevî ilimler ikiliği meselesi ilk bakışta göründüğü gibi sadece nazarî, mücerret bir mevzu değildir. Aksiyon için, hareketlerimizin alacağı istikamet için, mühim mânası vardır. İnsan ilimlerinin memleketimizde gelişebilmesi hiç değilse kısmen, doğru bir üim anlayışından hareket etmekle olur. Manevî ilimler, tabiat ilimleri ikiliğini kabul ederek işe girişecek bir kimsenin çalışmaları ile ilmin birliğini kabul eden ve müsbet ilim metodu ve anlayışı ile çalışan kimsenin tutacağı istikamet ve varacağı neticeler - veya neticesizlikler - birbirinden ta-mamile ayrı, olacak tir. Birincisi, fizik, kimya, biyolojide çok verimli başarılara götüren ilim anlayışına ve metoduna tamamile aykırı bir yol tutmuş olacaktır.
İkincisi, yukarıda tenkit ettiğimiz çeşitten tmillî ilim» anlayışı, her cemiyetin, her kültürün diğerlerinden ayrı, nevi şahsına münhasır, tek bir varlık oluşu görüşü, bugün siyasî bir mâna taşımaktadır. Bu tarzda «millî ilim», «manevî ilim» anlayışı kültür otarşisine götürür, ayni esas zihniyetin ilim sahasındaki belirtisidir. Bu. sanat, edebiyat için iddia edildiği gibi ilim sahasında da kendi içimize kapanmak, diğer cemiyetlere, insanlığın müşterek ilim gelişmesine sırtımızı çevirmek, «biz kendi ilmimünızı yapacağız ve bu başka bir milletin ilmine benzemivecek* diye kendimizi dar, kör bir yola saptırmak, bir daire içinde dönmek demektir. (İlmî otarşi»,
147
kültür otarşisinin ilim sahasında tezahürüdür; kültür otarşisi ise sıkı sıkıya ekonomik otarşi fikri ile bağlıdır. «İktisatta otarşi» ve «kültürde otarşi» şartlarına aynı memleketlerde rastlıyoruz. İktisadî otarşi, yani İktisadi sahada kendi kendine yeterlik ve dışa kapalılık, kapitalist rejimin doğurduğu iç ve dış zorluklardan yılan garp memleketlerinde, meselâ Almanya-d:ı, bu zorluklara bir çare olarak ve emperyalist gayelerle girişilecek harplere bir hazırlık olarak ileri sürülmüş ve tatbik edilmeğe kalkışılmış bir siyasettir. Bu İktisadî otarşi ile beraber kültür otarşisi de ileri sürülmüş ve ilimde ifadesini yukarıda tenkit ettiğimiz -milli ilim* anlayışı şeklinde bulmuştur, iktisat ve kültür otarşisinin kuvvetle müdafaa edildiği memleketlerde bu sözde «milli ilim» anlayışı yalnız manevî ilimlere yani insan ilimlerine değil, hattâ fizik gibi müsbet ilim şubelerinin en ilerlemiş, gelişmiş olanına da tatbik edilmeğe kalkışılmıştır: yirminci asır ilmine ismini vereceği söylenen Einstcin gibi büyük bir fizikçinin nazarlyelerî ve fizikteki ba anlan «yahudi fiziği» diye damgalanın ıştır. Bu de, sözde tamamile İlmî, nazarî bir mesele imiş gibi ortaya sülük ıı bu millî ilin» iddiasının ne kadar yakından siyasî maksatlara bağlı olduğu-ğunu ) ir.
Bu no 1 tada şöyle bir sual hatıra gelebilir? ikti adî ve siyasî âmiller neticesin de meydan.) gelen bu görüşe neden ilmi
bir kisve verilmek istenmiştir? Çünkü her devrin inandığı, yüksek tuttuğu bir takım kıymetler vardır. Hakikat ölçüsü bu kıymetlere göre ayarlanır. Meselâ ortaçağda bir fikrin gerçeğe uygun olup olmaması dinî otoriteye göre tayin edilirdi. Galile dinî makamlar tarafından mahkeme edilip mahkûm edildiği zaman, dünyanın güneşin etrafında döndüğü hükmü, Aristoya ve kilise büyüklerinin yazılarına, dinin doktrinlerine uygun olmadığı için yanlıştır, deniyordu. Orta çağda hakikatin ölçüsü dindi. Zamanımızda hakikat ölçüsü, haklı olarak, ilimdedir. Modem cemiyetlerin sosyal değerlen arasında ilim başlıca mevkii almıştır. Dinin indirildiği tahta ilim oturtulmuştur. bunun için siyasî maksatlar, dar menfaat kaygulan ile ileri sürülen görüşler de müdafaa edilebilmek, haklı gösterilebilmek için ilmin otoritesine sığınmak, sözde İlmî bir kisveye bürünmek mecburiyetinde kalıyor. Bu suretle bir takım sahte - ilim kollan da meydana gelmiştir. Muhtevası siyasî olan ırk üstünlüğü iddialarım İlmî bir kalıba sokmak gayretleri bu sahte -ilim kollarından biridir. Aynı suretle, İktisadî otarşi ve onun tamamlayıcısı olan kültür otarşisi ve «millî ilim» taraftarları da iddialarım böyle sözde - İlmî hükümler, tasnifler ilh.. ile desteklemek gayretine düşüyorlar. Onun için her hakikat kaçağı her cereyan gibi bunun da ömrü kısadır. Bütün tarih boyunca bunun bin bir misalini gördük.
148
İnsanlar geçmişi, ilâveler ve tahrifler yapmadan gözlerinin önünde bulundururlarsa bugünün ve yarının harokollori için ondan kesin dersler çıkarabilirler. Muhtelif siyasî, iktisadi ve zihnî tesirler alımda, maalesef, bu böyle olmamıştır. Hilmi Ziya bu yazısında tarih bir ilim haline gelirken diğer ilimlerin ilerleyişinden müteessir olarak geçirdiği çapraşık seyrin ana çizgisini veriyor. Gelecek sayımızda çıkacak olan yazısında tarihin bir ilim haline gelebilmesinin önüne dikilen sosyal âmilleri incele-yor ve bunlardan kurtulmanın, hakikaten ilmi bir tarih görüsüne varmanın zaruretini belirtiyor.
İLİM KARŞISINDA TARİH
Profesör illimi Ziya ÜLKEN
İstanbul Üniversitesi
Her çağın kendine göre ayrı bir tarih anlayışı varsa da bütün çağlat arasında tarihe en büyük yer ayırmış olan şüphe yok ki içinde bulunduğumuz modem devirdir. Yunan medeniyeti en geniş anlamında bir şekil medeniyeti olarak görünüyor. Şekillerin yetkinliği mimarlıkta erişilmez Parthenon, ilimde Öklidis geometrisi, felsefede Eflatunun îdcaları ve Pytho-gore’un sayısı olmuştu. Pat ın ismin ülküsü yetkin ve sınırlı olan sırf düşünce* idi.
Yeni çağ medeniyetinde bir kımıldanma vardır. Galilce ve Copernic hareketin ilmin iyaparlar. Yunanda Zenoiı, Achille delili ile hareketi inkâr ediyordu. Röne-sansta İse hareket yeni ilmin ve bütün devrin ruhudur. Musa heykelinde şekiller hareketi ifadeye başlamıştır. Felsefe artık zihnin ve varlığın değişmez şekillerini değil, sonsuzluğu ve tabiattaki hareketi fark etmektedir. Orada hareketle birlikte geçmişe çevrilen bakış ve tarih şuuru uyanmıştır. Bunun için yeni çağın en belirli karakterleri zaman sezgisi, tarih merakı ve romandır desek işi büyütmüş olmayız.
Modern tarihî görüş, hemen bütün il me katılan ve onu tamamlıyaıı genetik görüştür. Tabiatın, msaıun bÛttüı'ğerçek’^b lannın birdenbire veya paralel' olarak meydana gelmiş olmayıp safha safha gelişroe-leri eseri olduğunu ve onları anlaraakaçin köklerine, aşıtlarına kadar Ölmek lâzmığel-
diği ana fikrinden doğan genetik yalnız 19 uncu asır tarih kültürünün karakteri değildir. Fakat bu zamana gelinceye kadar bütün tarihî görüşlerin mahsulü, modern ilmi eski ilimden ayıran en önemli vasıflardan biridir denebilir. Biologiste canlı varlıkların tarihini,, hayat çeşitlerinin değişmesini araştırır. Sosyolog, insan cemi yetlerinin tarihini, psikolog insan şuurunun evrimlerini araştırır. Sözün kısası. 18 inci asırdanberi doğan veya gelişen bütün yeni ilimler gerçeğin tarihî oluşunu incelemesi bakmamdan eski medeniyetlerin hediyesi olan ilimlerden aynlır. Doğrusu, bu umumî karakterin dışında kalan, kökleri şekil vâ sükûn medeniyetinde kurulmuş matematik, mantık ve fizik ynrdır. Fizikin kanunları her zaman ayni suretle olmakta olan ilgileri gösterirler. Zihnin kanunları ise ancak tarihî oluşun üstünde, her zaman için geçer kaidelerle gösterilebilir. Dış âlemde fizik ve iç âlemde mantık, tarihî olusun dışında kalan iki büyü': bilgi disiplini gibi görünüyor.
Modern düşünce genetik’e dayandığı M^îac’' bütün kozmik sistemi kuşatan bu iki disipliniıı tarih dışında kalmaları tarihî gö-olması lâzımgeldiği kanaatini doğuruyor. Bu.-kanaat tarihçi ve-akiler, dünya görüşleri dediğimiz iki zıt görüşün doğmasına sebep®blmustûr.v İşte bu sdretle yeni bir >
149
problem karşısında bulunuyoruz: Tarihî göriiş rasyonel görüşe indirilebilir mi. indirilemez mi?
Tarihî ve rasyonel görüşler arasındaki esaslı ayrılık bizi bu soru üzerinde durmaya mecbur ediyor. İlk çağdanberi bu iki görüşün münasebeti ne halde idi diye düşünebiliriz. Gerçekten, tarihî görüşün meydana çıkması rasyonel görüşle âdeta bir pençeleşme sayesinde olmuştur. Tarihî görüşün açıkça belirdiği devirlerde rasyonalist görüş kuvvetten düşmüş yahut hiç değilse insan düşüncesi üzerindeki mutlak egemenliğini kaybetmiştir. Tersine olarak rasyonel görüşün rakipsiz olarak hüküm sürdüğü devirlerde tarihî görüş ortadan çekilmek zorunda kalmıştır.
tik çağ düşüncesinde rasyonel hüküm sürüyordu. O devirde tarihî görüşün yeri çok zayıftı denebilir. Halbuki rönesansta irationnel hüküm sürmeye başlamıştır. Fakat 17 inci asırdanberi insan düşüncesinde yeniden rasyonalizmin hâkim* olduğu görülüyor. Aklın bu yeni zaferi Descartes, T.»eibniz, Spinoza’da yetkin şeklini aldı. Rasyonalizmin bu ikinci kuruluşu âlemin büüinlü (integral) bir izahını mümkün kıldığı için bu ızahda (urationel) in yeri kalmadı Mademki âlem matematik formüllere indirilebiliyor, ve her zaman ayni kalacak bir plân içerisinde ifade edilebiliyordu, Öyleyse artık onun karmaşık, çeşitli safhalarını ayrı ayrı bakmaya çalışma boşuna olmalıydı. Netekim Descartes tarihi büsbütün inkâr eder, düşünceye yeniden başlar. Akıl âlemi anlamıya yetecek haldedir. Âlemin ilkeleri (yani «ezelî hakikatler») bir defa kavranınca onun sırları bizim için açılmışolac aktır. 17 -18 inci asır rasyonalizmi insana yeniden izah sükûnunu veren dinlendirici bir devirdir. İrrationnel orada sahneden çekilmiş, tarihî kültür önemini kaybetmiş veya bırakılmış, ins,an mutlak bir nikbinliğe kendini bırakmıştır (1).
(l)Valtaire bilhassa Candice'inde rasyonalizmin bu nikbinlicv.||e^''Tz^, ej,mektpcir. Keı^çlj'i ,det aynî felsefi cörüsûn teşrinde a duyu l-alde -öil: nîz'in VVolf’un optiıfflsmesinAıüCurn ecyor.
Fakat 19 uncu asır başlarında bir daha akıldan, akim tabiat üstündeki mutlak egemenliğinden onun ilkeleriyle sabit ve değişmez bir âlem plânı çizmek imkânla rından şüphe başlıyor. Bu devir, yeniden irrationncl'in meydana çıkması devridir. Rousscau’da «hissin akla üstünlüğü» şeklinde yarı edebî, yarı felsefî ifadesini bulan bu devir yalnız şair veya filosoflarda değü, doğrudan doğruya pozitif ilimde de kendi özelliğini gösteriyordu. 19 uncu asır, tabiat ilimlerinin cn çok geliştiği asırdır. İnsanın geçirdiği evrim safhalarını araştıran anthropoligie, cemiyetlerin doğuşu ile uğraşmaya bugünkü şekillerini incelemeden önce başlıyan sociologie bu asrın çocuklarıdır. Danvinismc, Lamarkisme gibi canlı çeşitlerin tarihini izah için meydana çıkan büyük teoriler de hep bu ihtirasın mahsulüdür. Şu halde 19 uncu asır genetik görüşleriyle, asıl pozitif ümin içinde * rasyonel» c isyan olmak üzere görünüyor.
Fakat bugünkü felsefe cereyanlarına kadar gelen bu hareketi ötekilerden ayıran önemli bir karakter var: o da, yeni il min yalnız başına tarihî görüşle kanmaması ve irrationnel’i rationnel ile uzlaştırmaya çalışmasıdır. Bu stretle tarihî oluşun kanunlarım araştırmak, tarihte kanunluk aramak veya başka deyimle tarihin mantığını yapmak bu yeni fikir hamlesinin ruhunu meydana getirmektedir (1). Şüphe yok ki 18 inci asrın büyük gelişmesi rasyonalizmin kuvvetinden ileri geliyordu. Tabiatın bütünlüğünü açılayan kanunlar karşısında talihin verebildiği şey yalnız ihtimaliyet-
11) "Tarihin man'ıkı.. xikrî'Joilhassa Dilthoy'i la kin eden Alman Closoflm ır-dar Heinrich Rîckert'do hâk’mdlr. Son zanıonlara kadc- devam ecen yeni Katırcılık ve ideo izm tcbipı :|mleri karsısına mâ-re/j.-jlirn er.„ /.ovarak onlcrda‘"rarih mantıki., ac'y le bütün ilimlerden vokale Istilpn metodu kullonan laâiGi-ilinileör.çIçrı OV» bir Çentik ve avn saha □örmekte, bîrncfsîrde^ izah etmeye mukabil bj-reda ancak ar cırnak nömkûr. olduğunu ido'a el rn.ekt^di''- ^nföhlurjacgreyaj^ e bunur orasırdaki ıngrasebe* dû kcvdâç’.'Jeğer Hepsi birden tabiatın maddeci ve linıci qörû«Cne aykırıdırlar.
150
ten başka bir şey değildi (2). Thomas Buckle, genel tarihinin başlangıcında tarihteki kesinsizliği şöyle anlatıyor. «Kitabımı yazmağa başladığım sırada evin dışında büyük bir gürültü oldu. Sebebini anlamak için hizmetçiyi gönderdim. Biraz sonra odama giren arkadaşım bunu bir kavgadan ileri geldiğini söyledi. Halbuki daha sonra hizmetçi bir yangından bahsettiği gibi, ertesi günkü gazetelerde de büsbütün başka rivayetler gördüm. Yanı başımda olup biten şeyler için aykırı düşünce bu kadar çok olursa uzak devirlere ait hükümlerimizde ne kadar kesinlik olacağım önceden sezebilirsiniz.»
18 inci asır sonlarında D. Hume ilmin ilkelerine karşı ortaya attığı esaslı şüpheyi tarih kültürüne borçludur (3). O zamana kadar değişmez bir ilke gibi kabul edilen nedensellik» in türlü devirlerde alışmalara göre değiştiğini söyliyen Hume her halde - rasyonalizme karşı tarihî görüşün yeni zaferini hazırlamakta idi. Fakat bir taraftan. ( akim mutlak egemenliği» nde tarihî kültürün açtığı gedikler, bir taraftan da turihî kültürün kesinsizliği karşısında aklın dayanmaları bu iki zıt görüş arasında bir hesaplaşma ve uzlaşma yapmak ihtiyaçlarını doğurdu.
Bu uzlaşmanın ilk denemeleri Vıco tarafından yapıldı (1), daha sonra Condorcet
(2) Tabiatta bir çok Hâdiselerin zuhuru teso-düfT üörûndûöû halde bunlarda da bir muayyen liflin mevcut o’duöu hdkk ıda'd tetkiklerde!: flan İhriıraliyet hesabı 17 İnci carda Pascal ve da ha sonra Bcrnoulll ile beşlemiş; 19 u-ıru asır yar -sırda İçtimaî i '■ r de tatbika başlanmıştır.
(3) Hume'in to'ihe ait eserleri felsefî f'Herinin
inkişafında bûvûk bir t mildir. Historie de la Grar. de - Bre*aone (1754 591. Historie de ’c
Religlon.
|11 Vico. 1668gŞjJ1744 orasında vasamıj bir tarih lilosofudur. Princip'7 di unu scienza nuovc d mtırno alla - çomuni nalıııe allı *»seri garpte hr> men İlk tarih felsefesi savlabi1' Me'tfer, Michelet, Gımte gibi büyük f(?rakk’ fersefec lerrord m FeVr (olâde takdirle bahsaMni^lerdiE Bu eser bft. asır* sonra Michelet tarohfldı "Lglscienca n o .-elle,,
adile Fransızcavo nakledilmişti^
tarihî görüşü rasyonel görüşün (Lumiere felsefesinin) sınırlan içerisine sıkıştırdı. Ona göre bütün tarihî oluş, tekniğin teknikleşmesi, ilmin gelişmesi şekillerinde meydana çıkan tecanüslü, mutlak bir rasyonel gelişme sahnesidir. îselin’le birlikte Condorcet’de hüküm süren bu, bir nevi tarihî intelleetualisme fikri ayni sıralarda Herder’in tarih felsefesinde şiddetli tepkisine uğradı ise de (2), devrin bu belli başlı temayülü gittikçe yerleşerek 19 uncu asrrn büyük mütefekkirlerinde türlü uzlaştırma deneylerinin doğmasına sebep oldu.
Hcgel, tarihin anahtarını akılda aramağa savaştı. Hegel’e göre tarih, tesadüfi bir olaylar zinciri; tek, ferdî bir takım vakalar serisi değildir. Tarihî oluş (das histo-rische.VVerden) zarurî bir oluştur. Bu zarurî oluşun anahtarı îdĞe’dir. Çünkü bütün idealist filosoflar gibi Hegel’e göre de âlem îdSe’den ibarettir. Onlardan farklı olarak varlıkla fikir arasında aynilik görür. Yani fikri aşkın olan ve unun tarafından kuşa-tılamıvan bir varlık kabul etnıez. Hegel’in sentetik mantığında bu fikir, artık Eflatunun îdea âlemi gibi değişme/, hareketsiz bir fikir olmaktan çıkmış, sürekli bir oluş halini almıştır (3). îşte Hegel’in gözünde, tarih bu fikrin oluşudur. Bütün insanlık tarihi, evrensel bir fikrin gelişmesi demektir. İnsanlık tarihini böyle ideal bir çerçeve içine sıkıştırdıktan sonra cemiyetlerin
(2) Gerçekten Herdor ötek’lerir aksine olmak üzere tarihte bir nevi Izafiyetçilifle kani olup İnsanlığın ayrı avn denemeleri ve tos'cklahndon doö-nıus rü'lü devirler, avn insan tipleri oârmok'edlr. Tabiat nevileri hakkındoki görüsü ile beraber Ho-der'i ve Gootho’yl bu umumî cereyandan ayırmak ISz-md.;.
Pv ♦r-lh felsefesi Hegel’ln bütün eserlerinde mihrak teşkil ermekleri1'. Fakat bilhassa Die ori-O'i’allsche Wek ve Die Gorman’sı ıe We't nihavet Goıdschrıf-, Stadf, Gescb/chto cc eserlerinde bu tarih felsefesini izah esnektedir. F'iedrich Dîttmann, Cer Bergiff des Volksgcıstes bei Ueael 1939. adlı esernde Hegel’in 'rafitn f hHesîrr ve onunla "Ce-maanruhu» razdtivosi öres n/ckr münasebetleri onla^aktcdıy % /
151
gelişmesi, devletin kuruluşu, ferdî hürriyetlerin doğuşu hep İdee'nin evrim safhaları olarak görünmektedir. Hegel tarihi, bir evrensel fikir oluşu gibi anlaması, tarihin rasyonelleştirilmesi yolunda yapılan ilk büyük davranıştır. Fakat henüz tarih oluşunda kanun aramağa kalkılmamış; çünkü zihnin kanunlarından tabiat kanunlarına geçilmemiştir.
Aynı asırda Auguste Comte ilk defa olarak tarihî oluşta kanun aradı (1); ve bütün târihî oluşu rasyonel bir tarzda ifa* de etti: üç hal kanunu. Fizikteki statik ve diıuımik fikrini insan olayları âlemine geçilerek «Tarihin Dinamiki» ni yapmağa çalıştı. Üç hal kanunu Comte’den sonra türlü şekillerde tefsir edildi: Weber tarafından iki hale indirildi (2). Miiller - Lyer onu beş hale çıkardı (3). Hangi şekilde olursa olsun hepsinde, şu fikir hüküm sürer: tarih oluşunda bir nevi kanunluluk (lcgalitc) vardır. Tarihî oluş tesadüfi ve ihtimali bir oty& değildir (4). Tabiat kanunlarının bir nevi de gvrim kanunlarıdır Görülüyor ki bu suretle Hegel’den daha ileri gidilmiş: ve tarih yalnız mantıklaştınl-ınakla kalmamış, tarih gelişmeleri tabiat kanunu haline getirilmek istenmiştir
Nihayet Comte’la ayni zamanda olan Kari Marx'ıtı tarihî maddeciliği, tarihi rasyonelleştirmek için yapılan ikinci davranıştır. Marx da Comte gibi tarihin kanunlarını bir nevi içtimai dinamikte arıyacak yerde, Hegel gibi fikirde aradı: ve bu fikrin köklerine kadar sokulmak is-
liI Utc : l ı İOİ de trois etots dar. kı oni o-sophle c Augı s a Comte.
|2| Weber « La rvthme du Progrds. Fe.lix Ab sökesen olo.n Gapha e cdeîc Ijir^ vczlfosini aör-can, Pars 19'ı2. ‘ «pektedir. Engel’sic Diolekfk cerİNotiur'j Mancmeir
131 Mülle' ver . lüer Sin dö& Leboı s. Band. ssaslarırc c e-» Tiûhin? eserdir. E'^oorci-
I. 19K ya ve einoşoiirin o zaırar içir biliner. verilerine
l4) On dokuzuna asrın rasvonei tnri^İi^ı aavana^K, ’mge.s m vazrr-ş oki-gu Aile ve Mül feiscr'odû başlıvarok, sonraden oeseri nödiseıere Ktvetm Menşei.. çak mühim bir|esâf o -nakla bera-uĞ’dsan bir çak ninvcrcceçli. îlıerirg/hukjcubuue--. curu sen 7j sene ‘n ekolojik aros’irmalc'ile noktadan *etkik etti. VVagrer ve i sf (tisü( bu ic- kontrol e‘mek .c Icmaırîamck .'damdır. r«hî ok;’ görüşle Tetkik et'ilet.;.-Bu cettvar en çok d) r Sp^cer ÜWi(;r!cM|ü-La5 pren ers Alınanvado on aiok'jiur.c .'ı as i- scnlatj'ca vav|l- ares de' verdikten som.a. bj^saslân Pr-ncipes ce rroytır. ; SaCİologie'de ırA'şaf eŞrdi.
tedi. Bunu maddenin evriminde gördü. He-gel'in evrensel fikir için kullandığı Diya-lektik’i madde evrimine tatbik etti. Böyle-ce fizik ilmi henüz maddenin evrimi» diye bir problem ortaya koymadan, fikir hayatını hayatî ihtiyaçlara, onları da fiziğe bağlıyarak hepsini maddenin evrimine indirdi. Madde evriminin diyalektiğini yapmak demek - yeni bir anlamda «tarihin mantıki» nı yapmağa çalışmak demekti (5)).
Bu asrın başına kadar yaşıyan H. Spcncrr tarihin rasyonelleştirilmesi yolundaki davranışların başka bir örneğini vermektedir ki bu da mekanik evrimciliktir. Comte’den Hegel ve Marx’dan ayrılarak tarihî oluşun bir «-nicelik değişmesi» nden ibaret olduğu fikrine dayanır. Bitki, hayvan ve insan çeşitleri, cemiyetler, şuur ayrılıkları hep bu nicelik değişmesinin safhalarıdır, ve az olan çok basit olan mürekkep olmuş: sanki bir yelpaze açılışı gibi sınırlı ve basit unsurlu bir çok karmaşık bütünler haline gelmiştir. Mekanik değişme, içten bakılınca nitelin değişmesi, gibi görünmektedir. Böylece derin bir analizden geçirmeksizin tarihin verdiği ilk intiba ile çeşit», tip, karakter değişmeleri dediğimiz esaslı nitelik farklarını bu felsefe azlık ve çokluk farkına indirdi. Bundan dolayı ona mekanik evrimcilik diyoruz (1).
Hegel’den Speneer’e kadar bütün bu çığırda birleşik olan nokta şudur: Onlardan bir kısmı mantıkta kalarak, bir kısmı tabiat kanunlarına yeni bir anlam vererek; bir kısmı maddede evrim karakteri
5) Ko'l Morx ( fikirlerini C'itaue ce ı‘€cc nomie oolrinue ad eserinde resretti. Bu kifac
152
görerek, bir kınını maddenin nicelik değiş meleri ile nitelik farklarım İzah ederek tarihi rasvonelleştirmeye çalışmışlardır. Bütün bu gayretlerin amacı 19 uncu asrın tarihe veya genetike dayanan bilgilerini 18 in asrın rasyonel ilimleri derecesine çı karmuktu Tarihteki ihtimalliliğin fizik, mantık ve matematik karşısındaki Acizliği, ona bu bügi dallarındaki kesinlik ve belirliliği vermek ve tarihî bir detemıinizmc ulaşmak şevki bütün devrin hâkim karakteridir.
Fakat rasyoneli irrationnel ile uzlaştırmak için yapılan bıı davranışlar muvaffakiyetli olmadı. Çünkü: modern düşüncede aklın ilkelerini modem fizik ve matematikten alarak zihnin değişmez kategori Icri gibi gösteren Kant, biitün rasyonalizme hâkim bulunuyordu. Kant’dan sonraki filosoflar da (2) kategorilerin evrenselliğinden şüphe etmiyorlardı, ilmin bu kategorilere» dayandığını, meşruluğunu da kategorilerin sabitiiğinc borçtu olduğunu kabul ediyorlardı. Tarihi rasyonelleştirmek için yapılan h( r gayret önce kategorilere çarpıyordu: Mademki kategoriler değişmiyor, o halde nasıl oluyor da fikirler |e\: me uğruyorlar tipler ve çeşitli zihniyetler çıkıyor. Bir çok dünya görüşleri doğuyor da nasıl olup no kategoriler sabit katibi liyor. T.'jtc bu nokta muvaffak tyetsizliğin birinci sebebi idi. Yeni Hegelcilerden Co-hen, Natrop, ilnL Hegel'i bu maksatla tef »ire boş yere uğraşmışlardır. Çünkü tarihi oluş karsı -ma hemen kategoriler-çıkıyor; ve bu mütefekkirlerin Ursprung Anlayışları bunu izaha yetmemektedir.
Talihi olusun bize verdiği türlü ıhsan tipleri ve dünya görüşleri, her şeyden öne kategorilerin zafî (göre) olduğu tarihe tatbik ettiğimiz. ı( a :ı imbik fikrinin de mut lak olmadığı sonucunu verir. Levy - Bruhj, ipliduıkr üzerindi, yaptığı âraşiirfnolurda onların zihniyeti ile biz- nki abasında bir |2; Konflaı-. îc-nlci ı röTnantT-c-^-isçıfn l«e ^.'A'OenhOvftl .• ıi K . ıİQı r > hp! i
malıdır. ■ I I %
öz farkı olduğunu gösteriyor (3). O halde kategoriler bütün insan düşüncesinde ayni değildir.
Ayni kriz matematik ile tarih arasında da görülmektedir. Matematik 18 inci asır sonlarına kadar sabit, belirli kadrolar içerisinde idi. İdealist olmıyanlar da matematik ilkelerin mutlakhğmdan şüphe etmiyorlardı. Oklides geometrisi, Dcscartes’isı analitik geometrisi âlemin tam ve evrensel izahına ulaşıyordu. Kant da, Newton ve Leibniz matematiğinin ilkelerini alıp akim ilkeleri haline getirmişti. 19 uncu asrın, tarihi rasyonelleştirmek için yaptığı gayret bu yolda da boşuna oldu. Çünkiı ayni suretle tarihin verileri matematiğin din hayatından ve bir nevi kutsal sayılar anlayışı ve -sayılara tapınmadan naaıl ros-y((nel matematiğe doğru yükseldiğini gösteriyor. Bu ise rasyonalizmin kabul ettiği mutlak, zorumlu ve deneyden önce bulunan matematik kavramlar veya sezgilerle uzlaştırılnmaz.
anlayışının de yeri, büsbütün değişmiştir.
Fakat bugünkü,.'ilim karsısında tarih Önce, beacarte^dcnberi ileri sürülen ruh-beden ikiliği problemi artık eski önemini kaybetmiş ve bu ikilik fikrinden gerek psikoloji gerek bilgi teorisi vaz geçmişler gibidir. İkincisi, bugünkü ilim e matematik ve fiziğin değişmez ilkelerin- karşı ihti-nı a İlik ve imkân fikirleri büyük ölçüde yer alnr.ığa, hattâ ötekinin yerini tutmağa başlamıştır. Oklidisci olmıyan. geometrilerle i::ı>!ayıp 19 uncu asır sonunda canlanan bir çok matematikler» fikri (1) yeni fizikle büsbütün uzlaşmış görünüyor. Okli-‘ di -c Imıyan geometri de imaginaire diye kabul edilen matematik sistemlerin elektro manyetik fiziği için elverişli bir ifade 4amime i ilim anlayışında cok büyük bir ııdıın meydana getirmiştir.
3ı l Levv • Bu hl, les fonetions meu*c es dors 05 socl^tes ■nrer'«uros, -c mentolü* ormitlve.
!l| IH h^ır- ■ 'yrk'Sİ bir mânor.e
153
Üçüncü nokta - ihtimallilik problemidir. Gazların kinetik teorisinde ve termodinamikte kanunların kesinliği yerine ih-timallik ilkelerinden bahsedilmektedir. Atomun özü hakkında da ayni ilke bahis mevzuudur.
En sonra - sosyoloji ve genetik psikoloji insim zihniyetleri arasında derin farktır olduğunu göstermektedir. Bugün kimse? iptidaî zihniyetle modern zihniyetin ayni ilkelere bağlı olduğunu söyliyemez. Tarihî görüşle rasyonel görüş arasında - bu suretle - uçurum kalkmış bulunuyor. Rasyonel görüş eski kesinliğini kaybetmiş, nedensel kanunlar yer ine . bir çok alanlarda - ihtimali i ve Stat istik kanunlar geçmiştir. Öteden, tarihî görüş de artık bir te sadüflcr yığını gibi anlaşilraayıp büyük sentetik tarih araştırmaları yardmıile ilmileşmek imkânlarını kazanmıştır.
İşte bütün bu âmiller tarih ile rasyonel düşünce arasındaki duvarı kendiliğindim yıkmağa başlayıştır: Artık ne Kümede olduğu gibi tarihî ihtimallilik vasıtasiy-le ilmi kesinliğe hücum etmeye, ne de Hc gel’de olduğu gibi rasyonel kesinlik (cer-titude) vasıtaöîle tarihi /. u küm ..altına. almaya lüzum kalmıştır. Bütün bu zorlama hareketler yerine insan bilgisinin sınırlan genişlemiş ve ona tatbik edebileceğimiz daha geniş ölçüler, yukandanberi gördü ğümüz bu esaslı dualizmî ortadan kaldı mbilecck bir hale gelmiştir.
Fikir tarihinde rasyonel ile irrasyoneli uzlaştırmak için yapılan gayretlere artık lüzum kain a lığım, bu iki dünya görüsünün yeni ilim® zihniyeti içinde bi'rbiriyle kaynaştıklarını işaret ettik. Tarih problemini ilgilendiren bu nokta üzerinde bîr parça durmak için fiziğin geçirdiği csash değişiklikleri kısaca gözden geçirelim; Mekân, zama.11 ve kütknftf'îzâfil’ği fikirlefi idealist felsefenin ^değişmez kategoriler» iddiasını kökünden snfsmiştî: Ein’teîn’de matematik ve tam izahınig^ttian bu yeni fikir şliphesjz.- .gçç^ru..: asır -spnl:» tından beri lıuzırlann.akte kiiltlk dan Fitzv Gcrald bize bir cismin bir yönde hareket
ederken hızının son derece artırılması ve yönünün değiştirilmesiyle boyunun kısalacağını göstermişti. Daha sonra Michelson ve Morley bu deneyleri ışık olaylarında gerçekleştirdiler. Bunların yaptıkları inter-feromâtre deneyleri soruyu ampirik alanda büsbütün aydınlattı (1).
Öteden fiziğin bir çok kısımlarında ihtimallilik fikirleri büyük bir ölçüde gelişmektedir. Eskiden ihtimallilik yalnız müşahede yanlışlıklarında (yani deney âletlerimizin yetmezliğinde görülürdü. Fakat Boltzmann ikinci termodinamik ilkesinde nedensellik bağlantısının değil, fakat ilıti m sililiğin hüküm sürdüğünü göster di (1l. Eskiden bu olayda kesin bir nedensel kanun görülüyordu. Bugünkü fiziğe göre ise onda ancak bir ihtimallilik değeri vardır. Pozitif ilimdeki bu esaslı değişme Icı in tarihî görüşte yapacağı tesiri anlamak için ihtimallilik kavramı üzerinde bir parça durmamız gerektir.
Her hangi bir -olaylar zincirinde her bir olay daima kendinden sonra belirli bir elayı doğurursa bunların arasında «nedensel» bir ilgi vardır deriz. Fakat bu olay ancak, bir çok olayların eseri, yahut bir çok olaylar bu olayın eseri ise böyle bir durumda bu olayın nedenini bir olayda değil» fakat onların topunda aramamız lâzımdır. Bu toplam ne kadar tam ise ese
I) MichelSon'un bu isimdeki cihazı, ziyanın ıı İçerisinde hareketine alı Michelson cl-Icızı CH/'a beipb.e' hareke* ed Cihazın merko-zındn bö ziya suni o tarzda İaksim edilmiştir ki
- bir varı-.ı cllıoz mihverine muvazi bir Işt*-l.r -ette çider ve cihazın merkezine konmuş bir â.e: vosttas'le •&'((,ar merkeze gönderilir. D'ae--. ûvn- -leştifevi cihaza verici suca d'-kev plarak katccer. B;. süratle birleşen şualar cîhozır ûcıar,. ûzâi-.ıü aksettirilir.
’|2| Or:.rıhdan holünmüş oir kap alolıır: Bir luıohuuçı oksiter. ûae- tcrofındr azot olsun. A"J lW(»'üT '. s’d.r’fll-' *!•* aozın molekülleri
bırbirir.e karışır. Bj kc-ışmcda b istatistik kanunu .Bolizmaı: bu~ac -’sece hem moleküllerin ' i. :ı*njsmır, jjftı de wıbt ı /railerinin ko'ismcs-
Inhmciir^ -etkik ediyor
154
rin doğması ihtimali de o kadar k(metlidir. Bundan dolayı burada olaylar arasın da nedensel ve zorundu bir ilgi değil, ancak ihtıınalli bir ilgi vardır. Nedenle sonucu arasındaki zincirlemeyi ancak nedenlerin limitini bulmak suretilc kurabiliriz. Netekim bugünkü fizik bir çok alanlarda görünüşte nedensel gibi kabul edilen ilgi lerin gerçekte ihtiıualli bir ilgi olduğunu meydana çıkarmıştır. Bu problemden çıkan başka bir önemli nokta da geçmiş ve geleceğin ayni olmamasıdır. Gerçekten eski nedenlik anlayışında gelecek geçmişin aynidir. Çünkü olaylar zincirinde her olay ötekine bağlı olup, «an» lar birbirinin tekrarından başka bir şey değildir. Halbuki yeni fizikti- ilıtimallilik ilkesi bize gösteriyor ki olacak olan şey, zarurî surette olan şeyin tekrarı değildir. Orada bir nevi mu-ayyeıılikten bahsedilse bile, 'ou ancak büyük sayılarda değişen ölçülerde görülebilir.
Şimdi artık moderu fiziğin yeni so-nuçlarilc tarih görüşünü karşılaştırabiliriz. Biliyoruz ki tarih ■vakaları arasında bir zincirleme vardır. Fakat burada hiç
•bir olay kendinden öncekinin eseri olma yıp. ancak bir çok olayların limitinde mey dana gelen koloktif eserdir. Bundan dolayı tarihte bir nevi probabilisme görülmüş, tarih muayyenliğinden bahsedilse bile bu ancak çok geniş statiktik bir muay-ven'ik olarak kabul edilmişti. Eski mantılı ve eski fizik ile tarih görüşünün uzlaşmazlığı bundan ileri geliyor Tarih kültüründen geçen filosoflar eski felsefedeki nc-densenlik fikrine hücum ettikleri gibi, matematik ve mantık kültüründen geçen filosoflar da toı-sine olarak tarihi inkâr etmeye veya onu bu rasyonele indirmeye çalışıyorlardı.
Bugünkü ilim anlayışında bu krize yer olmadığı, mantıkçı ve tarihçi görüşler arasında bir nevi uzlaşma doğduğu artık kolaylıkla anlaşılır. Tarihçi görüşün en esaslı vasıflarından biri olan zaman fikri bugünkü fizikte de hâkim bir rol oynamaktadır. Tarih görüsünde geçmiş ile geleceğin nitelik (çuolite) bakımından farkları ve tarih vakaların oluşunda ferdî farkların rolleri ayni suretle bugünkü ilmin ilkelerde çelişmemektedir.
TUSTAA
155
MEMLEKETİMİZDE F. LİST HAYRANLIĞI
V. Nuri ZAİMOĞLU
Almanya, Reformasyon ve köylü harplerinin ve bilhassa 17 inci yüzyılın ilk yansında başlıyan Otuz Sene Harpleri’nin tesirde iktisadi inkişafında muasırlarına nazaran çok geri kalmıştı. Katolik imparatorluk ile muhtelif prenslikler ve krallıklar arasında cereyan eden, Alman ol-mıyanlarm da karıştığı bu protestanlık katoUkük kavgası Almanyayı baştan başa harap etmişti. Hollanda'nın ayrılışı da Al-manyayı dünya ticaretinden uzaklaştırmıştı. Bu şartlar altında Almanyada sana yiin ilerlemesi için vaziyetin müsaadesi en az haddine dii.şmüş oluyordu. Halbuki bu sırada Bolları dm, Fransa dünya
ticaretinde çol. yüksek m?vki kazanmışlar, birçok müstemlekelere sahip olmuşlar, ma-nifaktör sanayilerini ilerletmişlerdi, lrıgil-torede buharın keşfi ile dunur vejdinıür istihsali çok arlfiuş. Ingiltere moderni burjuva inkişafını^ en yüksek zirvesine ıılaşmıştı.
19 uncu aşrın ilk yansında Almanya iktisaden geri bir memleketti. Bu asrın başlangıcında, Almanyada derebeylik j serf münasebetler henüz devam ediyordu. Her nekadar Büyü 1^ Fransız İnkılâbı ve Napol-yon harpleri ila bu münasebetler çözülme ğe başlamış idiyse de derebeylik münasebetlerine karşı olan hareketler cezri b:ı in-, kılâp yolu ile değil, reformlarla ilerlediği için çabuk, kat’î ve esaslı olmuyordu. Bu İslâhat harek* tlerl 1848 inkılabına kadar devam etmiştir. Topr’,khehdlik hukuku Prusyada 1807, Baveryada loO.b, hissende 1811. Vurtcnbergdo 1817 d* kalkmıştır. Bu suretle köylüler arazi sahibi olmak, şehirlere giderek diğer
hakkını kazanmışlÖ-dı, k i ziraat isinde kaldıkları takdirde sen vöir hesabına muh
telif angaryalara tâbi tutuluyorlardı. Prusya la yunkerler (büyük toprak beyleri) k ylükım mahkemelerini yapmak hakkını bile muhafaza etmişlerdi. Prensliklerini kontrol etmek gibi siyasî imtiyazları elleri-: -ılı ımışlı. fakat köylüler üzerindeki. Ortaçağ münasebetlerini andıran hakimiyetleri ve vergi vermemek imtiyazları duruyordu Derebeylik münasebetlerinden en fazla temizlenen yer. Fransaya yakınlığı ve Napolyon seferlerine bilhassa sahne oluşu •tibarile Ren’in sol sahilleri idi. Prusya köylerinde feodal servaj münasebetlerinin büyük kısmı 1848 inkılâbına kadar devam •••.nişti. Bu hal Almanyada kapitalizmin inkişafına mani luyordu.
Kapitalizmin ilerlemesine engel olan diğer bir nokta da Almanyada gümrüklerin bolluğu, idi. Napolyon harplerinden sonra filhakika Almanyadaki hükümetlerin sayısı çok azalmıştı. Fakat bu hükümetlerin her birinin ayrı ayrı gümrükleri olduktan başka bir hükümet içinde muhtelif mıntakalar arasında gümrükler vardı. Meselâ Prusyanın bir tek eyaletinde 67 mahallî gümrük tarifesi tatbik ediliyordu. Bu \ ;çziyet şüphesiz ki emtia mübadelesinin ve millî paranın teessüsüne mani oluyordu.
Alman sanayii de çok geri idi. Eski Alman sanayii, buharın keşfinden sonra çok ilerliyen İngiliz sanayii karşısında rekabet kabiliyetinden mahrumdu. Napolyo-nün 1806 senesinde kurduğu kontinental . sistem. - İngiliz mallarının Avrupa kıtasına •Shfculm'asma mani olmak içi ntatbik edilen abluka - neticesinde Almanyada da mo-dcrıı sanayi teşekkül etmişti. Fakat ihtiyaca kâfi Olmaktan çok uzaktı. Sanayi mın-takaları az. birbirinden uzak, memleket
156
içinde yayılmış, dağınık bir halde idi. Sanayi büyük merkezler halinde toplu değildi. ? î
Dünya ticaretinin başlıca yolu olan Atlantik denizinden uzak olması, ithalât ve ihracatın daha fazla Hollandaya, Belçika-ya ait yabancı limanlardan yapılışı şimal ve şark denizlerindeki liman şehirlerine pek fazla alâka gösterilmesi yüzünden Ab manyada büyük limanlar, ticaret merkezleri kurulamamıştı.
Bıı sebeplerle Alman burjuvazisini!, kuvveti de mütekâsıf değildi. sınıf olarak henüz zayıftı. Bununla bağlı olarak siyasî ve İktisadî haklan için Yunkerlere karşı giriştikleri mücadele de zayıf oluyordu. Napolyonun sukutuna ve 1818 de ilk defa tatbike başlanan himayeli gümrük tarifeleri ile Alman burjuvazisinin serveti ve bu servetle birlikte siyasî kudretide gittikçe artıyordu. .Sayısı 36 yı bulan muhtelif prensliklerde zıt, ziraat vc sanayiin inkişafına mani olan derebeylik zincirleri burjuvaziyi birbirine yakınlaşmaya mecbur ediyordu; nakil vasıtalarında umumiyete buharın tatbiki, dahili ticarette rekabetin artısı muhtelıı hükümet ve eyaletlerdeki tüccar sınıflarının müşterek menfaatler etrafında bir araya gelmelerine yardım ediyordu. Bu suretle 1834 yılında Pr usya ile diğer hükümetler anısında gümrük ittihadı tahakkuk etmişti. Bu gümrük it şadı Alman ekonomisinin, sanayiin inki.- in. büyük bir hız vermiştir. 1830 - 1840 senelerinde oldukça süratli bir ilerleme' başla inişti. Fakat bütün bunlara rağmen Almanya sanayii itibarı ile yalnız İngiltere-den değil Fransiıdan da daha geri idi. Me selâ 1850 de muiiden kömürü istihsali tngil-tereden 7-8 defa daha azdı; demir istihracı îngiltereden 5.5 ve Fransadan da 3 defa daha geri idi.
İşte yukarıda anlattığımız bu sebepler yüzünden Alman burjuvazisi siyaset sahnesine çıkniaktâsçok gecikmiştir. Alman burjuva liberal hareketi PrusyalI burjuvaların rehberliği altında ancak 1840 d•» başlamıştır. Alman bur juv? sisi sahneye
çıktığı vakit feodolizm ile, feodal devlet sistemi ile ‘ kat’î mücadele kabiliyetini ve enerjisini göstermedi. Esasen öyle bir devirde ise giriyordu ki. işçi hareketi Ingiltere ve Fransada olduğu gibi Almanyada ila kuvvetlenmiş, mücadeleleri ile yalnız derebeyliği değil, kapitalizmi de tehdit et-meğc haşinmiş, amele sınıfı şuurlanmıştı. Prusya burjuvazisi Yunkerlc kat’î hesap-îişma savaşına geçmemişti; eski nizamı yıkmak, yeni bir cemiyet kurmak istemiyordu O, Fransada olduğu gibi eskiye karşı yeni cemiyetin müdafaa işini üzerine almamıştı, mücadelesinde bütün Alman halkının menfaatini temsil etmiyordu. sadece eskj sistem. içinde yenin menfaatlerini tanımak, kendi isteklerini tahakkuk ettirmek için yeni sistem cereyanının basma geçmişti; yıuıker iktidarına son vermek için değil, o iktidar içinde kendisine de bir pay ayırmak için çarpışıyordu. Yunkcrlerin nüfuzu bilhassa Prusyada çok kuvvetli idi; büyük devlet memuriyetlerini ve bilhassa ordudaki zabit kadrosunu mutlak şekilde kendi inhisarı altında bulunduru-yor. devlet cih;ı .imgemi uyu elinde tutuyordu. Alınan burjuvazısisı harice karşı mü-cadaleyi ve dahilde ittihadı teinin edebilecek en kuvvetli devlet sıfatıyla Fransaya yanaşmayı, Prusya devletin tutmayı mu-vafık-bulmustu. Burjuva liberal hareketinde rehberliğin Prusya burjuvazisinin eline geçmesine sebep olan hadisi bu idi. Bu günkü burjuva Almanya.s ia bile hâi.ı PrusyalI ruh ve zihniyetin t .ün şiddetiyle hıiküm sürmesinin sebebi de budur.
Prusyada yunkcıier toöraklannın mühim bir kısmını kâhyaları vasıtasıyla kendi hesaplarına işletiyorlardı; ondan başka fazla ndkatrda pancar şekeri istihsal ediyorlar, ispirto imalâthanelerin' sahip bulu-nuyoiıardı. Prusyada toprak mülkiyetindeki Ortaçağ münasebetleri birden tasfiye edilmemiş, ziraatte kapitalizm yavaş ya^ş ıf r> ’ü^tir Bıı sur le Prusyada kapitalizm ırzını zaman yarı erebeylik ar tıklarını içinde i sımıştır. Kapitalizmin inkişafında «Prus\a Yolu* denilen bu yavaş
ATT
157
tekâmül birçok sahalarda yunkerlerle burjuvaların bir arada yürümelerini intaç et mistir. PrusyalI yunkerler kendi ziraat mahsullerini mümkün olduğu kadar fazla ihraç etmek isterlerdi. Fazla ihracat yapabilmek için de ticarette serbestlik taraftarı idiler. Almanyadaki İktisadî inkişafın İngiltere ve Fransadakindcn ayrı hususî şekli burada yeni İktisadî mektebin kuruluşuna sebep olmuştur. Bu da tarihî mekteptir.
Tarihî mektep, Almanyanın iktisadi, siyasî inkişafını süratlendiren en mühim hadise olan 1848 inkılâbına takaddüm eden senelerde, 1840 da ortaya çıkmıştı. Bu de virlerde demokratik ve sosyalist hareketler kuvvetlenmişti. Tarihî mektep bu hareketlere karşı cephe almak, muhtelif tip vulgaire ekonomileri göz önünde bulundurarak kapitalizmin kuruluşunun müdafaasını yapmak vazifesi ile ortaya çıkıyor, umumiyetle İktisadî inkişaf ta Prusya yolunu takip ediyordu. Tarihî mektep siyasi hegemonluğu yunkerlerin elinde tuttuğu bir memlekette burjuvazinin hususî ideolojisini aksettiriyordu. Yukarıdan beri saydığımız hususî şartlar altında tarihî mektep bütün dikkatini feodalizmden, tedricî bir surette tekâmül eden ve varlığını aynı zamanda pek çok yan derebeylik mü-esseselerinin mevcudiyetiyle uzlaştırmak zorunda buluuan bir kapitalizmin müdafaası içine teksif ediyordu. Bu itibarla, tarihi mektep burjuvazinin fikriyatını müdafaa etmekle beraber yunkerlerle burjuvaların tesanüdünü muhafaza etmiş, bunun için de bir taraftan klâsik siyasî iktisada liberal mektebe, diğer taraftan da hayalî sosyalizme karşı mücadeleye geçmişti. İşte iktisatta eski tarihî mektep diye anılan bu kolun en mühim iki mümessilinden biri ve en kuvvetlisi Fridirick List’tir.
Friedrick List profesyonel bir âlim değildir. Aktif bir cemiyet adamı, bir iş adamıdır. 1819 senesinde ticaret - sanayi şirketinin kurmak teşebbüsünün başına geçerek bilfiil idarecisi vaziyetine gelmişti. Siyasî ve İçtimaî faaliyeti yüzünden hükû metinin takibatına maruz kalmış kaldığı
İçin 1825 senesinde Ameri kaya hicret etmişti. 1832 de Amerikan konsolosu olarak tekrar Al manyaya dönmüş ve Leipzigde yerleşmiştir. Leipzigde iken List, «Das nationale System der politisehen Oekono-mie» adlı eserini neşretmiştir. List eserinde klâsik mektebi kozmopolit olmakla, İktisadî inkişafta millî şartlan nazarı itibara almamakla itti ham eder; ekonomi sisteminde başlıca milli ekonomiyi kabul eder. Bunun içindir ki o, siyasi iktisattan değil, milli iktisattan bahseder. Ona göre nasyonal ekonominin vazifesi milletin iktisadi terbiyesi ve sınaî terakkisi şartlarını tayin etmektir. Bu suretle List klâsiklerin aksine olarak bütün dikkatini bir tek memleketin iktisadiyatına hasrettiği için mücerret olarak, umumi mânası ile kapitalist istihsali tetkik edememiştir.
Friedrick List millî iktisadiyat içinde olduğu gibi beynelmilel iktisadiyatta da çok keskin ve ileri giden bir iş bölümü kabul eder. Milli iktisadiyat içindeki iş bölümü müstakil kuvvetlerin inkişafını temin, eder. List bir memleket içindeki iş bölümünün milletler arasındaki İktisadî rabıtala rın ilerleyişine bağlı olarak tekâmül etmesini ekonomisinin- başlıca vazifesi sayar. Milletler arasuıdaki iş bölümünde o çok ileri gider. Bu derece ileri bir iş bölümü bazı memleketlerin İktisadî bir bütün teşkil]etmesine mani olduğu gibi bir ziraat memleketi olarak kalmalarına ve neticede ileri memleketler iktisadiyatına bağlı olmasına sebep olur; beynelmilel vaziyette mübadele kıymeti yerine müstahsil kuvvetler nazariyesi nasyonal ekonominin sıklet merkezini teşkil eder.
List müstahsil kuvvetleri sadece maddî istihsal üe bilfiil alâkadar olan şeylere inhisar ettirmekle klâsikleri ittiham eder. Kendisi ise maddi istihsal ile ilgili olanların dinî ve ahlâkî terbiyesini ele alan müesseseleri, insan ruhunun terbiyesi için çalışan matbuatı ve ‘titap neşriyatını, şahsî hukukun müdafaası işini de müstahsil kuvvetler meyanında sayar (1). List’in proteksiyonizmi (himaye sistemi) için böy-
158
le düşünmesine zaruret vardır. Friedrich List 19 uncu asrın diğer proteksiyonistle-rinden farklı olarak gümrük himaye sisteminin seneyi mamulatına tatbikini ister. Fakat toprak mahsullerinden gümrük resmi alınmasını istemez. Bundan başka List kayıtsız, şartsız bir proteksiyonizme taraftar değildir. Ona göre millî iktisat sisteminde beş tekâmül devresi vardır: vahşet veya avcılık devri, çobanlık devri, ziraat devri, ziraat - manifaktör devri, ziraat manifaktür - ticaret devri. Ona göre pro teksiyonizm dördüncü devrede bulunan ziraat - sanayi memleketlerine tatbik edilmelidir, yani kendi devrine göre Almanya ve Amerika için lüzumludur. Ziraat mem-ketlerine, yani kendi zamanındaki İspanya, Portekiz gibi memleketlere yahut İngiltere gibi sanayii çok ileri memleketlere lüzumlu değildir.
F. List’in sanayi eşyasına tatbikini propaganda ettiği gümrük himaye sistemine PrusyalI yunkerler taraftar değildi, on lar yabancı memleketlerden ucuz mal getirtmek isterlerdi. Onun için liberallerle beraberlerdi. Aradaki bu anlaşmamazlık List’in 1846 senesinde İntihar etmesini icap ettirecek kadar keskin bir şekil bile almıştır.
F. List’in Alman iktisadiyatının ilerlemesi üzerinde çok fazla tesiri olmuştur. Sanayi maddeleri için gümrük himayesine taraftar olan burjuvalar arasında mıSıak kak ki en büyük otorite List’ti. Mama I ili İngiliz *free trader • lerin delillerine dayanarak şark vilâyetlerindeki tüccar -»un-kerler arasında ortaya çıkan serbest tı • ret mektebi de. Friedrick List’in himayeci mektebi de tam mânası ile bir Alman ilmi değildir. Zamanında Almanyadaki iktisatçıların en kuvvetlisi olmakla berabeı F. List’in eseri Napolyon tarafından t atbik edilen kontinental sistemin ilk nazarive-cisi Fransız Ferrier’den hemen hemen aynen kopye edilmiştir. Himayeciliğin tariîıi List’ten çok daha eskidir. List nenüz beş yaşında bir çocuk iken, 1794 de. Fransada Jakoben idaresi İngiliz mallarına karşı it
halatı men teşebbüsünde bulunmuş ve 1860 da Napolyon tatbik etmişti. Almanyada da List’ten önce gelmiş himayeciler vardı.
Biz burada eski tarihi mektebin, List’in nasyonal ekonomisinin ilmi değer ve noksanlan üzerinde duracak değiliz. Bu yazılan yazmağa bizi sevkeden şey bizim memleketimizdeki List hayranlığıdır. Bu itibarla biz List’in belli başlı ilmi görüşlerini kısaca vermekle beraber daha ziyade, hakikî milliyetçi bir Türk münevverinin ne için List taraftarlığı yapamayacağını iebata ya-rıyacak noktaları ele aldık. Meselenin hakiki mahiyeti böyle olduğu halde memleketimizde List hayranlığı hatasına düşenler eksik değildir. Son zamanlarda Peyami Safa’nın çıkardığı eserde de bunun yeni bir belirtisini görüyoruz (1).
Çıkış sebep ve şartlarını oldukça uzun yazdığımız ve kendi zamanında olduğu gibi bugün için de hakikî ilim bakımından uzun boylu bir kıymet ifade otmiyen tarihi mektep, çıkışı, gayesi ve mahiyeti bakımından bugünkü Türkiye realitesine uymadıktan başka bizim bugün muhtaç olduğumuz İktisadî mkişaiı teminat altına alan bir yol da değildir. Bu mektep Tür-kiyede her şubeltjri ile beraber müstakil bir sanayi içine alan milli İktisadî bir bütünün teessüsüne yarıyacak bir himayeciliğe taraftar değildir. Bugünkü haleflerinin yaptığı gibi List de Tüıkiyemizin bir ziraat memleketi olarak kalmasını, müterakki Alman sanayiine bir ham madde menbai ve mamulatına bir pazar olarak Al-manyaya iktisaden bağlı vc tâbi olmasını ister. Yani List’in o zaman istediği her memleketin iktisaden yükselt i değil, sadece Almanyanın terakkisi idi ve bu tekâmülü emniyet, altına almak içinde geri memleketlerin geri olarak kalmasını isti-vorauj. yani bugünkü şartlara vedile tercüme ellersek, yeni iktisadi nizam. Bakınız «Balkan Harbinden Sonra Şarkta Alman-yâ amf'esenrıî' ’ ’ Iftncü sayfasında doktor Bek isminde bir Alman h(- diyor:
Büyük bîr Almanya imparatorluğunun tesisini kendisine gayei emel ittihaz
159
eden ve bu uğurda sarfı mesaiden geri durmıyan Prusya kırallarmdan Büyük Frcderik daha neşvünema haline bulunan hükümetinin günden güne nıütezayit bir surette cenubu şarka doğru müteveccih olan ihtiyacatını lâyıkı ile derk eylemişti. Müşarünileyhin birbirini müteakiben Der-saadete bir vazifei hafiyye ile gönderdiği memuru mahsuslar bazı müsadat ve imti yazatı iktisadiyeyi istihsale ve Türkiye ile Prusya arasında bir muahedeyi askeriyye akdine muvaffak olmak için senelerce uğraşmışlardır. Aradan yarım asır geçtikte orduyu Osmaniye ilk Alman askeri müşaviri dahil oldu. Meşhur mareşal Moltkeden başka bir kimse olmıyan bu adam Türki-yede kabili icra olup olmıyan işler hakkın da sahih bir fikir edinmek iizere memaliki Osmaniye ahvalini müdekkik ve nafiz nazarları ile tamik ve ıstiknah etmiş ve müşahedat ve intibaatım 1830 senesine doğru (Türkiyede Neler Görülüyor ve Oluyor) unvanını verdiği mektupları ile Berlin’e iş’ar etmiştir, işte bu sırada idi ki Almanyanın en büyük ilim ve iktisat mütehassısı olan Eriedrick List Asyayı Os-maninin Avrupa tekemmiilâtı ilmiye ve fen-niyeai sayesinde karip bir at ide tekrar kes-bi hayat ve zindegi edeceği ve Almanyanın bu hususta bütün düveli g«u*biyeye..pişrev olarak Şarkta hâkim bir rol oynıyacağı yolunda dahiyane bir keşif ve tahminde bulunmuştu. ■
Kendi memleketini İngiliz sanayiinin rekabetinden kurtarmağa çalışan List görüyorsunuz ki Türk iyeyi Alman sanayiinin bir soygun mevzuu olarak görüyor ve memleketinin Şarka doğru genişleme politikasının iktisadi fikriyatının propagandasını yapıyor. Okumağa «levam edelim
■(Yanm asır sonra Almanya impara
toru selefleri tarafından tayin olunan isti kameti takiben Dersaadete kadar gitmiş ve bi’çdik Salâlıattin Eyyubi’nin makberinde Almanya için yeni bir düsturu siyasî hükmünde bulunan (ben üç yüz milyon müs-lümanrn dostu olmak isterim) sözlerini beyan ederek esasen |>ek maddî ve müsbet ne-ayici hasıl eden şark seyahatim bir nümayişi şairane ile tetviç etmiştir. Şu beyan ettiğimiz maddî neticelerin başhcası bilâhare müteaddit mukavelelerle tasdik ve teyit olunan Bağdat imtiyazının Almanya ya v( ı ilmesinden ibaret olduğu malûmdur.»
Berlin kongresinde Bismark’ın zaferinden sonra Yakın Şarka iktisadi hulul yollan açılmıştı. XI - KITI üncü asırlarda Roma Kilisesinin idaresi altında Arzı Mukaddemi ( Kudüs’ü I kurtarmak bahanesi altında yeni topraklar elde etmek ümidi He Eldi Salip seferlerine, diğerleri meyanmda isıirâk etmiş olan Alman Feodallerinin si lalı kuvveti ile işgal edemedikleri toprakları İmparator Vilhelm sulh yokı ile. ikti-sadetı fethetmek istem: s. büyük babalarının müthiş bir vahşetle saldırmış olduğu müslümanlara dostluk satmak suretile Alman Emperyalizminin Yakın-Şarkta yerleşmesi çar cici ini aramıştı. Friedrick List de objektif ve milliyetçi! ilmini memleketimizin ve milletimizin iktisadi esareti için bir âlet gibi kullanmıştı Bu vaziyette List'in ne ilmine nede milliyetçiliğine bizim hayran olmamız yakışık almaz. O zamanın List’ine bugün hayranlık | göstermek yeni ni mı istemek, yeni nizamın propagandasını yapmak demektir. Yu lıut da Peyami Safa sadece List iktisat sistemine «Made in Germany olduğu için mı hayranlık gösteriyor, pek anhyamadık.
160
Morgan'tn Şehvet
Dünya medeniyeti bugün maziden gelen ve zevale doğru giden kuvvetler ve kıymetlerle hakikî bir âhenk kurmak yönünde işleyen yeni kuvvetler ve kıymetler aıasında bir geçiş halinde (transiton) bulunuyor. Yeni ile eskinin çarpışmasını ifade eden bu durum ekonomik, sosyal, kültürel ve ruhî alanlarda bir çok zıddiyetler, krizler ve sarsıntılar doğuruyor. Medeniyetini yaşamış diğer büyük batı memleketleri gibi İngiltere de derin bir kültür ve ruh krizi geçiren memleketlerden biridir. Bir çok yeni kültür mahsullerinde bunun belirtilerini görüyoruz.
Lawrance, Charles Morgan gibi tanınmış İngiliz romancılarının, eserlerinde bu krizin kuvvetli tezahürlerini müşahede ediyoruz. Çok okunmuş, üzerlerinde çok münakaşa edilmiş olan çapraşık haleti ruhiydi bu cins eserler İngilteredeıı piyade Fransada ve Almanyada daha geniş bir rağbet kazanmıştır. Çünkü İngilterenin şekle tapan ahlâk muhafazakârlığı bu cinsten fazla açık ve şiddetli aşk romanla-rını kolay kolay hazmetmiyor.
Charles Morgan’ın Sparkenbroke adlı eseri devrimizin ruhî krizlerini aksettiren tipik eserlerin en kuvvetlilerinden biridir. Bu itibarla eserin iyice tahlil ve teşhir edilmesi gerekir. AvrupalIlar ve Avrupanın hakikî seyrini anlamıyan hayranları bu mistik tarzı ret edebilecek esaslardan mahrumdur, fakat Hint felsefesini ve mistikliğini bilen bir insanın gözünde bunun çürüklü, marazilik tehlikesi derhal sırıtıyor. Bu gibi eserlere Fransadan, Alnıanyadan ve Amerikadan da kuvvetli'misâller verilebilir.
Morgan’ın Spankenbroke adlı romanı.
ve Cezbe Romanı
Profesör W. RUBEN Ankara Üniversitesi
nın mevzuu, esas vak’alarıyla alınırsa, basit bir .aşk hikâyesinden başka bir şey değildir. Evli biı- adam olan Lord Sperkenbro-ke, nişanlısı zengin bir burjuva olan Mary adındaki bir kıza âşık olur. Kızın da, Lord gibi esrara, cezbeye, efsuna karşı meftunluğu vardır. Burjuva nişanlısında bu meftunluğu bulamadığından ondan ayrılır, Lord Sterkeııbroke’un hem arkadaşı, hem de- komşusu olan bir doktorun evine taşınır. Doktor derhal kıza âşık olur. Kız da mistik esrara, cezbe hallerine karşı önüne geçilmez bir iptilâ vardır. Bu tarafıyla, kendini büyük bir mistik şâir olarak tahayyül eden Lord Sperkenbroke’a meyleder. Lord, kızın vecit ve cezbe tarafına lıi-tab eder. Kızda ayni zamanda rahata kavuşmak, sakin yaşamak iştiyakı da vardır. Bu tarafıyla da zeki, işi yolunda ve «na-muskâr» bir meslek adamı olan doktorun aşkını da mukabelesiz bırakmaz.
Bir akşam kız dayanamaz, Lord’un evine gider. Lordla başbaşa kalır. Sözden harekete geçen çok ateşli aşk ve şehvet sahnelerinden sonra kız Lord’a kendisini teslimetmek üzere iken doktor gelir ve bu aşk sahnesi en heyecanlı yerinde kesilir. Lord bu şiddetli aşktan kurtulmak gayesiyle İtalyaya gider. Bu arada kızla doktor evlenir. Yeni evliler de İtalyaya giderler. Or^da . Lordla buluşurlar. Tesadüfler kızı yine Lord’un mahremiyetine düşürür. Neticeye varmıyan şehvet sahneleri yine tekrarlanır. Bundan sonra doktor ; ve karısı tngiltereye döner. Tx>rd onları tâkib eder. Aılık Lord kızı kaçırmaya uğraşır fakat muvaffak olamaz. İki taraflı aâk deryası içinde kız kendini öldürmeğe teşebbüs eder. Fak at. kurtulur. Bundan sonra kocasıyla
161
mes’ut bir hayat sürmeye başlar. Aşk cezbesi içinde krizden krize sürüklenen Lord bu cezbe ve esrar hali içinde erir ve ölür.
Esas vakalarıyla yukarıda hülâsa edilen roman açık saçık müstehcen ve aptalca bir eser olarak görünür. Böyle olduğu halde niçin eser Avrupada milyonlarca insan tarafından beğenilmiş ve tutulmuştur? Bizce bunun sebebi şudur. Lord Sparkeıı-broke yahut bu tipte kendini yaşayan Charles Morgan kendini Tanrı tarafından hususî mistik ve estetik kıymetlerle yeryüzüne gönderilmiş fevkalâde bir mahlûk gibi görmektedir. Ona göre mistik ruh cezbesi şehvet ve ölüm birbirine karışmış heyecanlar halindedir. Bu durum zıddiyetlerle dolu, karmakarışık bir halde yaşayan bugünün şaşkın AvrupalIlarına haz ve yalanın kerpiçleriyle kurulu bir sığnak hizmeti görüyor. Orada realite tekrar kendilerine çarpmeaya kadar bu haz kaçamağı içinde benliklerini avutmağa çalışıyorlar.
Kitabı okurken insan, müellifin rul. nun en derin, en gizli noktalarım gösterdiği intibaını alıyor. Burada çapraşık görüşlü mistik bir insanda ruhî cehdin nasıl işlendiğinin ehemmiyetli bir vesikasıyla karşı karşıya kalmış gibi oluruz. Romanın kah ramanı Lord Sparkenbroke meşhur Tristan trajedisini andıran büyük bir eser yazmak Sf'dasmdadır.
14 üncü yüzyıldan gelen?asıl Tristan mevzuu çok şiddetli olmıyan bir aşk hikâyesidir Kısaca bu aşk Tristar. m amcası nın genç nişanlısı îsolde’eyi kaçırmasının hikâyesidir. Daha sonra W|gner bunu kanlı bir trajedi haline sokmuştur. Scho-penhaur’in tesiri alfanda Wagnc • Hint mistikliğini ve yokluğa gitmek suretiyle kurtuluş tasavvurunu bu trajediye mal etmiş tir. W? 4ner’in trajedisinde Tristan sevgilisiyle yaşamağa değil, onunla-ölmeğe can atar. Wagner’in Trîstan» yaralanır, kaçar e kaçtığı yerde Îsolde’eyi bekler, îsolde emiyle gelir, fakat Tristan'ın işti
-misiyle yaşamak değil en kanlı ölümlerle Öhnekur^Tnsteı^nihaye^Junu da yapar. Yaralanmaklarını yaralarıyla 162 M I Lı H
birlikte parçalar. Ve kanlı bir ölümle ölür, tsolde de ölen sevgilisinin yanma gelir ve oracıkta o da ölür. Halbuki Tristan macerasının 14 üncü yüzyıldaki asıl şekli bu değildir. Orada da Tristan ölür. Fakat sevgilisi geldiği için değil, bir yanlışlık yüzünden gelmediğine kani olduğu için ölür.
Şimdi Morgan’m âşık Lorduna dönelim. Morgan’m âşık Lordu aşkı için kendi mistik ve cezbeli ruhuna uygun gelen bir akıbet bulmakta güçlük çeker. Kız ona hakikî aşka erenler için vusletin ve ölümün ayni şey olduğunu telkin eder (îngilizlerin çekingen ahlâk formalitesine göre vuslat mefhumunu kullanmak edebe mugayir bir bir tarzdır. Halbuki Morgen eserinde bunu tekrar tekrar kullanmaktan zevk alıyor).
Avrupanm yeni mistik düşünücülerme göre ölüm hayatın sonu değil esasıdır. Morgan’m mistik eserinde ise Avrupaya uygun olmıyan mistik bir tarz beliriyor. Tâ eski zamanlarda Afrikada zenci kabileleri arasında yağmur ve bereket olması için Tanrılara vuslet halinde bulunan bir genç kadın ve erkek kurban verilirmiş. İhtimal bu kurban telâkkisinin tesiri altında olacak, en eski Hint mistikliğinde vuslet neşesiyle yok olma vecdi için ayni kelime kullanılırdı; En eski Hint mistikleri hakkında bugün elimizde fazla malumat yoktur. Fakat orta çağda Hini mistiklerinden bazılarının genç kızlara ibadet ettiklerini ve onlarla gizlice taşkın şehvet âlemlerine daldıklarını biliyoruz. Bazı Budistler arasında bu gibi taşkın ehvet âlemleri yapmak bir âyin haline sokulmuştur. Ve onlar vasıtasıyla bu âlemle! Moğolistan’a kadar yayılmıştır. Bu mistiklere göre de yok olmak suretiyle kurtulmak ve vuslet ayni şeydir. Çünkü her ikisinde de insan bu fâni dünyadan kurtulmuş oluyor ve mutlak hakikatle yâni Tanrıyla birleşmiş bulunuyor. Fakat onlar ölümde olduğu gibi vuslette de şehvet hissi bulunmadığı iddiasındadırlar.
Bunun tesirini biraz değişmiş şekilde Ix>rd Sperkenbroke'da görüyoruz. Lord da Hint mistikleri gibi yalnız kendi âlemi
ne dalmış bir anarşisttir. Kendisini bir sanat ve cezbe dâhisi sayan Lord öperken-broke'un telâkkisine göre o insanların tâbi oldukları ahlâk kaidelerinin üstündedir. Bunlara tâbi değildir.
Eserinde, acayip mistik Lord gibi bir tip yaratan Morgan kendini tam bir surette mistik havaya mal etmiş de değildir. Onda yaşadığı Avrupa medeniyetinin rasyonalist tarafının tesiri de görülüyor. Onun için Lord öpcrkanbroke’un ölümü eserde yalnız vuslatla ölümünün birliğinden dolayı vukua gelmiş gibi gösterilmemiştir. Buna sebep olarak bir de kalp sektesi ilâve edilmiştir.
Daha evvel söylediğimiz gibi eseri yalnız mevzuu He alırsak çok basit görünür. Fakat Morgan muhtelif sahneleri öyle işlemiştir ki eserde hakiki hayatta geçen bir aşk vakasından ziyade mistik bir tarzda, şehvet cezbesi içine dalmış insanların ruh derinlikleri ııkssettirilmeğe çahşılmış-tır. Eserin kriz içinde bocalıyan insanlar üzerindeki tesiri buradan geliyor.
Morgan, irinde yaşadığı burjuva hıris-tiyıınlığmın ahlâk mefhumlarına karşı isyan etmiş ve .ından kurtulmağa çalışmış
Ur. Bugünkü Avrupa cemiyetinin muhafazakâr tarafı bu isyanı iyi karşılamıyor. Meselâ Lord Sperkcnbroke, kurtuluşu Kıı-toliklerin yaptığı gibi papas vasıtasiyle günahlarının affedilmesinde değil, içini döktüğü sevgilisi tarafından affedilmekte arar.
Morgan içinde yaşadığı Avrupa cemiyetinin ahlâk krizinden kurtulmak istemiştir. Ona karşı isyan etmiştir. Fakat bunun yerine sığındığı anarşist ve mistik vuslat kaçamağı belki daha bozguncu bir ruh halini ifade ettiği için çok daha tehlikelidir. Eğer müellif Avrupada câri burjuva evlenme müessesesinin sakatlığına karşı isyan ediyorsa, bugünkü evlilik hayatının çürüklüklerini, mürailiklerini göstermek istiyorsa bunun için tutulacak yol daha evvel Balzae ve Bocaccıo’nun yaptığı gibi insanlar arsamda olanı, biteni realist bir surette ortaya koyarak bütün çıplaklığiyle teşhir etmektir. Morgan bunu yapamıyor. Mistiği, cezbeyi ve şehvet taşkınlıklarını bir araya getirerek ortaya bulanık bir çamur çıkarıyor. Bu ise devrini yaşamış, yarına geçmek için ümidi i: almamış bir medeniyetin sanat alanındaki çırpınışlarının ifadesinden başka bir şey değildir.
163
HÜMANİZMA
Yazan : l)r. Ziya OYKDI
Son zamanlarda Hümanizma, büttin mecmuaların en mühim mevzularından biri halini aldı. «Halkçı Hümanizma*, «Milliyetçi Hümanizma; iami altında yapılan bir çok tetkikler, ya tarihî inkişaf seyri içinde yapılmadığı için, eksik, veya bir nevi 'Ruh ve Fikir ananesi» ne uyularak yapıldığı-için, mevzuun ancak bir tek cephesini kavryabiliyor; bir bütün halinde izahtan âciz kalıyordu. Hümanizmayı, tefekkür tarihi ve beşer tarihi çerçevesi içinde, cemiyetin tekâmül seyrinde ve içtimai zümrelerle alâka ve münasebetlerine bağlı olarak tetkik etmek, her lınlde daha ilmi ve daha isstbelli olurdu.
Hümanizma, «İhsanı» manâsına gelen latince «Hiımaınn»^ gözünden alınmıştır. Hümanizm., ilk del’u, antik yunanda, deniz ticaretinin g ınişliyerek, büyük mahreçlerin ve ticaret sahalarının 'temiıı edildiği, muazzam servetlerin büyük müteşebbislerin, müstahsillerin elinde toplandığı bir devirde doğdu. Bu geniş ticaret, muhtelif kıt’a ve memleketlerle temas, tabiî ki, kölecilik sisteminim n zümreleri ayırıcı karakterine karşı, geni bir .kardeşlik» zihniyetinin doğuşuna sebep olacaktı. Ve nitekim dar mânasında bir dünya hemşehriliği, «iıı-san’a üstün bir mevki verme» şeklinde ifadesini bukııi. Epiltiu*, Zeııon, Perikles, «Her şeyin ölçüsü İnsa.ıı’dır» diyerek, geniş , bir Hümanmma felsefesi yaptılar.: Bu .seklide ve bu zemin üzerinde doğar., Antik Yunun Hünıanizm’i, — nihayet bütün Akdeniz mmuıkasmı, İktisadî - siyasi bir vahdet haline koyan — Roma imparatorluğu içinde >le muvaiik temeller bularak, Marutıs Auu Infk Epîet^te, S^nftcjiıe’m şâhsında, yayılma imkânını temiıı etti. İnsan sevgisi ile dolu, mevzuu ve -gayesu büfıin
nıânasiyle insan olan, Hümanist fikriyat ve edebiyat doğdu.
Ortaçağın, derebeylik şartlarının boğucu münasebetleri içinde, Antik Yunan -Roma Hümunizması bir müddet unutuldu; hattâ tchmetlendirildi. Kara ve karanlık istibdat devri, dünyayı uzun zaman gölgesinde tuttu. Yunan - Romu hümanizmasının «insanların müsaviliği» iddiası yerine, Kan temizliği ve asalet üzerine müesseses, feodal cemiyetin «asil insanlar» ve «aşağı tabakalar» şeklindeki kast zihniyeti kanunlaştırıldı. İlmin ve fikir hürriyetinin yerini, skolastik’in ilimden ve ilimcilikten - insandan - uzak dogmatizm’], fikri esaret ve adaleti aldı. Kilise muazzam bir terrör devpi açarak, - hümanizma ile birlikte -tomurcuklanan ilim ve hürriyet hareketlerini, «engizisyon» un baskısında boğmağa çalıştı. Orta çağ kendi içinde türeyen ha-yau ve sistemi değişti rece.: olan kuvvetlerin, bu baskı altında inkişafına manı olarak, gûya içtimai tekâmülün Önüne sed ç. örneğe, kendini bir sistem halinde ölüme y altlaştırmak ta olan, inkişafı durdurmağa gayret ediyordu.
XIV - XVI asırlardı. İtalyada kuvvetli bir ekonomik yükseliş hareketi başladı. Akdeniz ve yakın şark ticaretinin mühim bir kısmı İtalyanları elinde idi. Tlca-ret (münasebetlerinin ileri- inesi, Kapitalist istihsal şekillerinin başlaması, feodal sistem içinde keskin bir sınıf mücadelesinin doğuşuna sebep oldu. Bu mücadele, ticaret kapitalizminin, feodalizm’1 e birleştirilmesi mümkün olmıvan menfaatlerinin korunması ve ücrbesililderi zemini üzerinde doğmuş, kcsHnlcşmin. feodal münasebetlere ve kiliseye karşı inkılâpçı bir mücadele şeklini alınıştı. mücadele seyrinde XIV -
164
XVI asır Avrupacında, sosyal, politik ve kültürel bir hareket şeklinde — Ticaret burjuvazisinin inkılâpçı bir hareketi mânasında —, ortaya çıkan Rönesans hareketi, insanlık tarihinin en mühim devirlerinden birini açıyor, insanlığın o zamana kadar geçirdiği en ileri değişikliği ifade ediyordu. Rönesans ilmi, Rönesans sanat ve felsefesi, ölen eski dünyanın, karanlık ortaçağın izlerini — mükemmel bir siyaset ve aksiyon felsefesi ile çıkan Machiavel’e rağmen — tanı mânasıyla Üstünden atamanı akla beraber kültür itibariyle, derebeylik ve Ortaçağ kilisesine karşıgelen bir karakter taşımakta idi.
Rönesans, antik Yunan ■ Roma hümanizmini, daha geniş ve daha zengin bir muhteva ile diriltmek mânasını taşıdığı gibi, bu devirde yeni doğmuş olan ticaret burjuazisinin, derebeylik ve kilisenin tahakkümüne karşı açtığı mücadele seyrinde, tekemmül etmiş ileri bir dünya görüşü oldu. Ortaçağ’m kast zihniyeti yerine, bütün insanlar için salısı scrlmstlik istiyor; asalet farkı tamıuıyor. İnsafa, insanın fikir-lerl’ııo inanıyor, hürmet « diyordu, öyle bir dünya görüşü ki, Ortaçağ’m skolastik dogmatizmine karşı müsbet ilmi ve onun müs-bet neticelerini koyuyordu.
Rönesans devrinin en büyük ressamı ve Yed’i tfılo» sahibi bir lıeykeltra. mimar, riyaziyeci, mühendis, umumiyetle dâhi bir tabiiyecisi olan Leonardo da Vinci, ortaçağ’m dogmatizmine şiddetle hücum ediyor; ti^şrül^yi ileri sürerek diyordu ki: İlim Kumandan tecrübe ise Askerdi;
Epikör’ün materializm'ini daha mütevali bir şekle koyan, Jordano Bnıno, Ortaçağ mistisizm’ine ve Skolastik,ine karşı, Panteizmi amansız «nazari bir silâh ' olarak kullandı. Matorializm, bu yeni «nrtîfm felsefesi oldu. Asalet, kan temizliği iddiasını bir paravana gibi kullanan, feodalizmin İlâhî mevhib*-, sine karşı, müsbet ilmin müsbet neticelerini ileri süren Fnuıçcskıı Pctrark; «kanın rengi her ! zâtnan birdir; birinin kanı diğerine nazaran daha 'iyi renkli ise, bu asaletin ifadesi değil, sadece
sıhhatin ifadesidir.» şeklinde bir cevap veriyor; asaletin ve Feodalizm’in temellerini, ilmin mutalarına istinaden sarsıyordu. Kilise ahlâkının müraî görünüşü, ve yalancı «Ziihtü tekva» sının altında gizlenmiş olan şeytanatı, habaset;, ahlâksızlığı ortaya sermek işini üzerine alan Joacblm Boccacio, bu işi mükemmel bir lıiciv ve ölmez satir numuneleri ile başararak, kilisenin saltanatım kökünden sarstı. Bu şekilde çok cepheli başlıvan hücumlar ve çıkışlar, Feodalizmi ve onun ideolojik müdafii olan kiliseyi her cepheden sarsmış, fakat tam birşckilde devirememiş, tasfiye edememişti.
XIV - XVI. asırlarda îtalyada bu şartlar içinde başlıyan Rönesans hareketi, XVI - XVII. asırlarda, burjua ekonomisinin uyanmasına muvazi olarak, garbî Av-rupanın diğer memleketlerinde de inkişaf etmiş, XVHI. asır Fransız inkılâbının zaferi üzerine, daha üniversel bir mahiyet kazanarak, bugünkü Bıırjua Ilümanlzmaa şeklini almıştır.
Burjua smıfı^-ve ona buylı olarak burjua hünıanizması- yeni istihsal kuvvetlerinin vo istihsal sisteminin - kapitalizm’in -inkişafını köste «diyen ve bukağılayan» feodalizmin, dar istihsal Şartlarına ve münasebetlerine - natürel karakterine hücum ederek feodalizmle birlikte, onun ideolojik müdafii olan kiliseyi devirmek için çalıştığı. ve yerine moderni tekniği, bu ileri tekniğe cevap verebilecek miisbet ilmi Jcoy-duğu nisbette inkılâpçıydı, ve geri münasebeti rin baskısından, daha geniş münasebeti re doğru ^zaruretler sahasından, hürriyetler sahasına doğru» sıçrayışlar yaparken, geniş halk kitlelerinin ı uenfaatına uygun bir hareket yapmış oh .ordu. Bıı hü-mauizma ve bu sınıf, bu siyasî, İktisadî, iç-timaî bereket Beyrinde. serf köylünün, asır larca dar münasebetler içinde kalmış ve büzülmüş fakir / • atkârların, işçinin, bir kelime ile büyük bir ekseriyetin menfaatına tercüman olan, Avangard bir filcir, avangard bir sınıf olduğu içindir ki, o devir irin tari^n müsbet ve müterakki bi rolfpynuyabilmişti.'âSöylo (. • ■ luğu müddet
165
ce, burjua hümanizması, karanlıklardan kurtulan insan ruhunu ileri, aydınlık ufuklara götüren bir fikir ve sanat hareketi olarak kaldı.
Bu zaruretler çerçevesi içinde, inkılâpçı ve hamleci olan burjuvazi, kendi sınıf men faatlerini tam olarak tatmin edecek ve em niyet altına alacağı, içtimai, İktisadî ve siyasî imkânları temin ettikten sonra, yavaş yavaş inkılâba yüz çevirdi, muhafazakâr bir zümre oldu; ilmi inkişafı, tefekkür hürriyetini tahdit eden bir zihniyete büründü. Feodalizme karşı asırlarca mücadele seyrin. inkılâpçı ileri bir hamle olarak gelen, ve hakikaten natürel iktisadın dar im kanlan yerine, geniş istihsal imkânları getiren bu yeni ekonomi, inkişafının muayyen bir merhalesinde, cemiyete öyle bir iş bölümü sokmuştur ki, artık ne şahıs hürriyeti ne de tefekkür hürriyeti kalmamış, insanlar muazzam istihsal makinesinin alelâde, basit birer vidası haline gelmişlerdir. Fertlerin şahsiyeti, yaratma kabiliyeti körlenmiş, büsbütün ortadan kalkmıştır. Bu ekonominin inkişaf seyrinde, gittikçe fakirleşen, sefilleşen, ve mülkiyetsizleşen büyük halk kitlelerinin karşısında, sermayenin muayyen (.İlerde temerküzü ve toplanması sekimde bavlıyan aynlık, geniş halk kitle? ri ile, bu istihsal vasıtalarına sahip hakim zümre arasında derin uçurumlar açmıştır.
Bütün insanlar için şahsî serbestlik isteyen, asalet farkı tanımıyan, insan’a ve insan'm fikirleri’ne inanan, hürmet eden hümanizma bu geniş insan inancından vaz geçerek, bunu idareci -istihsal vasıtalarına-«hakim zümrenin insanı? mânasında daraltmış, ancak ve hakim insana inanır bir vazıyete düşmüştür.
Hümaizmanın bu dar insan zümresine inhisarı ile sukutu, halk kitlelerinin 1871 Parisinde -hem istilâcı kuvvetlere hem de dahilî istismarcı zümreye karşı açtığı- kurtuluş mücadelesinden sonra, daha şuurlu bir irtica felsefesi ihtiyacı duymağa başlı-yan, 1789 yıllarının inkılâpçı sınıfı, her ileri şeyden uzaklaşmış, nihayet her gün biraz dah geri çekile çekile, karanlık bir irtica batağmuı içine boylu boyunca gömülmüş ^ulunuyor.
Hakikaten bu inhisarcı hümanizma, zamanımız için kifayetsizleşmiştir. Ve yalnız küçük bir insan zümresinin maksat ve isteklerine tercüman oldukça da kifayetsiz kalacaktır. Bugün, insaua lâyık olduğu değeri veren, ırk ve zümre farkı göatermeksi-sizin insanlığı tazyik vc soygundan kurtaran şahsiyetleri öldürüp fertleri köleleştiren münasebetleri tasfiye edecek olan, ve bu suretle halk kitlelerinin menfaatine tam uygun olan bir «Halkçı Hümanizma» ihtiyacını dünya daha ziyade hissetmektedir.
!(>(>
Hlkflye:
TABAK OSMAN
Bekir Sıtkı KUNT
Tabak Osman «Bey» i kasabamızda geçen umumî harp yüze çıkarmıştı. Kendisi mahallemizin eski sakinlerindendi. Sarı çember sakallı, başında püskülsüz eski bir fes. yüzü gülmez, durgun bir adamdı, önüne deriden pis bir önlük takardı. Bu önlük, anlaşılan, bir koyun derişiydi. Derinin bo gaziyle dört bacağı hiç kesilip düzeltilmemiş, olduğu gibi, sivri sivri, uzun uzun bırakılmıştı. Tabak Osmanın bacakları diz kapaklarına, kolları dirseklerine kadar sıvalı dururdu. Tırnakları istiridye kabuklarına benzerdi. Elleri pek kocaman şeylerdi. Üstelik bu eller, kınalı gibi, kırlı, koyu, kırmızımtırak renkteydiier. insan bu elleri, tabakhanede deri işliye işliye, sanki ellikten çıkmış ta, asıl deriler gibi, göfflcşmiş zannederdi.
Çok günler, elinde, lalına yaprağına konulmuş kıyma ile, sünepe sünepe, evine doğru giderken görülürdü. Doğrusu ondan herkes iğrenirdi. Gûya, tabak Osman, bu eti kasaptan paraile satın almazmış... Her gün salhaneden gelen taze derilerin İçlerinde kalmış olan ufak ufak, kıymık kıymık parçaları toplar, bunlarla evinin et ihtiyacını karşılarmış!. Bunu her işitenin midesi bulanırdı, ama, bundan herkese ne?. Tabak Osman «ehli ırz», kendihalinde, kimseyle hıngürü ohnıyan, dini bütün, «fukarayı sa birin> den biriydi. Akşam namazlarım, tabii temizlenip üstünü başını düzelterek, cemaatla, mahallenin küçük mescidinde kılardı.
dişi fiilen çalışmayı bırakarak, tabaklıktan yavaş yavaş deri tüccarlığına yükseldi. Tabii, kılık kıyafuti de deri tüccarlarına yakışacak bir şekil almıştı: Fesinde ağbani bir sarık, sırtında bir sako, bacaklarında daha çok şalvara benziyen bir pantalon, ayaklarında kaloş biçimi, bağsız kunduralar... Kınalı gibi kirli, koyu, kırmızımtırak ellerinin rengi soluyor, tırnakları uzadıkça, yeniden çıkan kısımları, birer hilâl gibi, beyazlığını muhafaza ediyordu.
Tabak Osman, çarşı içinde, eski bir kervansaray olan Alipasa hanında, zengin ve «muteber tüccarların yazıhaneleri yanında bir oda kiralayıp. o da öbür'eri gibi bir yazıhane açtı. Okuması yazması yoktu, ama, bu işleri görecek, defter tutup mektup yazacak, emniyetli bir kâtip buldu. Kendisi ; kasanın yanındaki masada oturuy r, kâtibin yazdığı ticarî mektupları, kas: dolap, • masa anaötarlariyle birlikte bir zîr.cire geçirilmiş olan «zatî mühriyle» münürlüyor-du. Yazıhaneye iş için gelen, giden... Osman . ağa aşağı. Osman ağa yukarı... Osman ağa ile alış veriş yapanlar, kendisinin hakikî bîr tüccar gibi, verdiği söze sadık olduğunu, , ticaret usul ve kaidelerine uygun hareket ettiğini söylüyorlardı. Halbuki, mahalle halkı aynı fikirde değildi. İlkin, tabak Os-/nındaki değişikliği alayla karşılı in halleli. şimdi onun tutunduğunu görünce, çekememezliğe başlamış, aleyhine dönmüştü’: «Asılacak herif, muhtekir kerata... Haydan gelen huya gider!. Eninde sonun-
Harp patlayınca, deriler pahalılaşma^ da, yine eski vazıyetine döner’ gibi sözler başlamıştı. Tabak Osmanm elinde go^epey işitiliyordu. Tabak Osman bunların İliç bi-deri varmış.. Bunları yüksek fiatia piyasa- rino ehemmiyet vermiyordu; Hattâ, mahal-yn sürdü. Gittikçe i.-İni bİiyülüttii. Tabgk- le halkının, içini yiyen hu kıskançlıktan
167
du. Mahalleli, her «yakında batar eski vaziyete döner» dedikçe, Osman ağa inadına işini ileriye götürüyor, etek dolusu para kazanıyordu.
Osman ağanın küçük, harap, duvarları saman karıştırılmış çamurla sıvalı, bi çimsiz kapılı, babadan kalma bir evi vardı. Günün birinde bu evi tamir ettirmeğe karar verdi. Bitişiklerindeki fakir, dul bir kadının, bir enkaz yığını olan evini satın aldı. Mahallede yine dedikodu: Yok. tabak Osman, zavallı. fakir kadının evini gasbet-miş miş... Yok, bunun vebali büyükmüş... Yok, bu ona hayretmezmiş.. filân, falan.... Hattâ işin garibi, parasını alıp gönül rıza-sile evini Osman ağaya satan dul kadın da, mahalle halkı gibi düşünüyor, evini elinden alıp kendisini sokak ortalarında bıraktığı için, Osman ağaya beddua ediyordu.
Osman ağa, bütün bu sözleri duyma-mazlıktan geldi. Dul kadından satın aldığı evi yıktırıp arasını kendi evine ilâve etti. Sonra evinde tadilâta, tamirata, inşaata başlattı. Sokakta yer yer, harç, kireç, çamur yığınları, tuğlalar frenk kiremitleri.. İnşaat yerine giripjçıkan. üstlerine başlarına kireç bulaşık ameleler, taşçılar... dülgerler.. Hasılı, büyük bir inşa faaliyeti.. Anlaşılan evin mühendisliğim, bizzat Osman ağa yapıyordu ki. bir müddet sonra, kulemsi ûdalariyle, ortaya bir garip bina çıktı.. Der. hal mahallelinin ağzında:
— Sakın duvarının dibinden geçmeyin ha!., ten bibi.. «Tabak Osmanın yaptırdığı ev ne olacak ya.. Her halde çürüktür. Yakında çöküverir de, Allah ona eski evini aratır inşaallah!. Fakir acuzenin vebali büyüktür.»
Osman ağa inşaat bittiği zaman, kurbanlar kestirdi, mevelûtler okuttu. Ve ar tık sinirlerine dokunmağa, başlıyan mahalle halkının çenesi kısılsın diye, kurban etinden, mcvlût şekerinde bol..bol. dağıttu:dı. Mahalle fakir fukarasına yardımı, iyiliği bu kadarla da kalmıyor, zekatını veriyor, kimsesiz çocuklara^elbise yaptırıyor^taplanan ianelere yüksekçe bir para .ile -iştirak ödiyordu. Ayi’icJ kasabanın eşki eşrafına so-i
168
kuluyor, memurlarla düşüp kalkıyordu. Bütün bunlan bir plâna göre yaptığı anlaşılıyordu. Mahalle halkı ne derse desin, admı adım eski düşük seviyesinden sıyrılıp yükselmekte olduğu da muhakkaktı. Keyfi yerinde, kahkahası bol, gittikçe kalantorlaşıyordu. Şimdi yeni evinden onu:
— Osman «efendi? burada mı?, diye soranlar oluyordu.
Osman efendiyi. «Cemiyeti hayriyenin reisi 8aniliğine> seçtiler. Bir iş için hükümete gidince, memurlar, müdürler kendisini:
- Buyurun Osman efendi, diye karşılaşıyorlardı. Bu «hüsnü kabul» kasabada Osman efendinin itibarını artırıyordu.
Yeni eve eski karı yakışmamış olacak lı ki, Osman efendi,yeniden evlenmeğe kalktı. Eski karıyı boşıyacak değildi. Çocuklarının annesine bunu yapmağa vicdanı razı olamazdı. Eski karıyı başka bir mahallede tutacağı ayrı bir eve gönderecek, kendi evine yeni bir gelin getirecekti. Varsın, iki karısı olsun boğazlarından âciz değildi ya!.
Münasip bir kız aramağa başladı. Eşraftan bir aile ile «-sıhriyet» peyda etmeğe çan atıyordu. Aklına, versinler diye, mahsus. servetini kaybetmiş, devlet düşkünü olmuş bir ailenin kızım koymuştu. Fakat acaba verirler miydi?. Kızı istemeğe pek te cesaret edemiyordu Fikrini sorduğu bir arkadaşı ona:
— Ne düşünüp duruyorsun, a Osman efendi, dedi, kızı senden iyisine mi verecekler.. Kızın babası beş parasız., (parmakla riyle para işareti yaparak) zamanımızın eşrafı budur, her şey bununla biter.
Osman efendi:
— Doğru, doğru, diye başını salladı.
Ve araya vasıtalar koyarak, kızı ailesinden istedi. Eski züğürt, devlet düşkünü aile de. sanki böyle birini bekliyormuş, kız-.kırını h.çmen verdiler. Yalnız kızın eski ka fa ha la siyle. hiivük dayısı, yani annesinin dayısı, mani olmak istedilerse de onları dinliyen olmadı. Hala hanımla dayı beyin akrabalarına darılıp küsmekten başka .ellerinden bir şcjr^gelmedi.
Osman efendi, düğün için epey hazırlık yaptı. Evin oda takımlarını yeniletti. Kız tarafı öyle istemiş; sarığı çıkarıp dal fes kaldı. Sakoyu ve şalvarı atıp yerine ceket pantalon yaptırdı. Boynuna yakalık ve bo-yunbağı taktı.
Düğün dernek bir hayli şatafatlı oldu. Osman efendi pek memnundu, ağzı kulaklarına varıyordu. Yalnız şu cenabet boyun bağıyı, ki buna kasabada medeniyet yuları diyorlardı, bağlamasını bir türlü beceremi-yordu. Bunu her sabah, boynuna yeni karısı bağlıyordu. İçeride hizmetçi, kapıda uşak.. İkide bir da vetler, ziyafetler. Hasılı istediği kadar kibarlık satıyor, eşraftan geçiniyordu. Derken, kaza idare heyetine azg da oldu. Artık:
— Osman «Bey» içtimaa geldi mi?. Osman «Bey» evrakı mühürledi mi ?. gibi sözler sık sık tekrarlanıyordu.
Yalnız bir şey vardı ki, son zamanlarda Osman beyi daha çok rahatsız etmeğe başlamıştı. Q da mahallenin kendisini bir türlü çekememesi, aleyhinde bir fabrika gibi, durmadan‘dedikodu yapmasıydı. Halbuki az mı nimetini. İhtı'unu. inayetini görmüşlerdi. Ama, ne çare?.. Mahallede ismi hâlâ tabak Osm andı. Kocakarılar, köşe başlarında, onun vakur bir eda ile geçip gitti ğini görür görmez, dedikodulara başlıyorlar, kendisine işttirecek şekilde, vaktiyle taktığı deri önlükten, lahna yaprağında evine taşıdığı kırpıntı etlerden bahsediyorlar dı. Evine yeni gelin getirdikten sonra, eski karısı da bu kocakarılara katılmış, gizliden gizliye ateşi körüklüyor, bir takım büyüler yaptırıyordu. Bütün bunlar Osman bejin ciğerine bir ok gibi saplanıyor, fakat ehemmiyet vermez görünüyordu
Osman bey, kaza idare heyetine aza olduktan sonra, sık sık. kaymakam beyden söz açmak merakın s Yolda; Çı-
nar dibindeki kahvede, her rastgeldiğine:
• Kayfnhkâfe"î^re''dfe'âhn kî... Kay
makam bey diyor ki., diyerek, saatlerce kaymakam beyden bahsediyordu. Mahalle bu sözleri tabak Osmanın palavrası addediyor, inanmıyordu.
Bir gün mahallede bir şayia dolaştı: Tabak Osman, kaymakamı, evine, yemeğe davet etmiş.. Yine de palavra!., ttit te inanma!.. Kaymakam bey, bir tabak parçasının yemeğine tenezzül mü eder hiç?..
Davet akşamı, tabak Osman bütün mahalleliye haber yolladı, kapıma kadar gelip görsünler diye... O akşam, seyir için, ihtiyar, genç, çoluk çocuk, kadın, erkek, hep tabak Osmanın evinin kapısı önünde toplandılar. Baktılar ki, lüks lâmbaları yanmış, bahçe gündüz gibi... Yemek masası, bahçede, mahsus, sokak kapısından görülebilecek bir bir yere kurulmuş.... Sofrada bir takım kelli felli davetliler...
Tabak Osman, mahallelinin kapıda toplandığını görünce, yerinden kalkıp yanlarına geldi:
Ey ahali, dedi, kaymakam beyi içeride gördünüz mü?.
Bir kaç ihtiyar, bir kaç kocakarı:
— Kaymakam bey olduğu ne malûm, diye itiraz etmek istediler. Fakat kaymakam beyân şahsını tanıyanlar, başlarını içeriye uzatıp baktılar, sonra da:
Evet, gördük, dediler, hakikaten kaymakam beydir.
Tabak osman. işi teminat altına almak için:
—Hiç şüpheniz kalmadı ya..
Kalabalıktan bir kaç ses:
Hayır, kalmadı.
Tabak Osman geniş ve rahat bir nefes ulıİL Gururlu bir teessürle
— Eh. öyleyse, dedi, evlerinize gidebilirsiniz artık...
Gelecek sayımızda Kemal Bilbaşar’ııı Pazarlık adlı Lir hikâyesini okuyacaksınız.
169
AYIN İÇİNDEN
30 AĞUSTOS :
30 Ağustos, emperyalizme âlet olarak savaşa sürüklenmiş bir milletin ordusunun, ayakta yaşamak için kurtuluş kavgasına atılmış bir milletin karşısında mağlûp olduğu gündür. Bugün zulüm ve açlık acıla-riyle kıvranan kahraman bir milletin ordusuna karşı 21 yıl önce kazanılmış bu büyük zafer dolayısiyle, emperyalist ejdere indirilen bir yumruktur.
Emperyalist canavarının milletlerin kalkanlarını elinden alarak istiklâlini, hürriyetini boğmağa ve onları paryalaştırmağa çabaladığı şu yaşadığımız günlerde bizzat bu vakıalara şahit olan Türk milleti köleliğin korkunç, öldürücü akıbetini pek iyi bilmekte ve bu sebeble 30 ağustos zaferinin, azametini ve ehemmiyetini şevkle idrak etmektedir.
ALFABE İNKILÂBI t
Arap harfler- t5 yıl evvel ağustos’un 10 uncu halkasını'- 9 a takıldığı gecesinde; dalgaların kırıldığı Sarayburnu’nda denize döküldü, akıntılar kargacık burgacık harfleri geçmişin rafT ına attılar.
Lâtin harller (.in kabulünden çok zaman evvel bir çok münevverler bu fikri ileri sürdüklerinde; so: dar, yobazlar bu gâvur yazısının kabulüyle dinin elden gideceğini söyliyerek hücum geçtiler ve bu fikri ortaya atanların cel nnemde ca.yır cayır yanacakları fetvasıyla da yaygarayı bastılar. Zaten güç bir yazı vasıtası olan arap harfleri Kuran diniyle temastan sonra k*-bul edilmiş ve yüz Harca yalnız küçük bir azınlık teşkil eden havassın, üst .şınıfiârın
biridir. Yeni harflerin kabulünün ehemmiyeti, okumayı yazmayı bütün millet mikyasında çabucak yayma hususunda elverişli olmasında değildir. Harf, inkılâbı, bütün bir şark skolastiğinden ve softalığından kurtuluşumuzun hakikî bir sembolüdür.
Bir irtica, olayı: Geçen ay gazetelerde okuduk. Kemal Pilâvoğlu adlı bir zatı şerif mübarek bir Ticani tarikati kurmuş. Üç sene Hukuk Fakültesinde okuduğunu söyli-yen bu zatı şerifin halifeleri varmış, halifelerine icazetler verirmiş. Mübarek tarikatin 500 lik teşbihleri varmış. Şeyh efendi ata binince iki mürid atın başını tutarmış. Diğer müritler de arkadan gelirmiş, at koştukça onlar da koşarmış.
Mahkemenin neticesini henüz bilmiyoruz. Fakat sosyal bakımdan düşünülürse bu bir irtica olayı belir tisidir. Bu bakımdan Pilavoğlunun normal mi, marazı mi olduğunun o kadar ehemmiyeti yoktur. Pilavoğ-lıı ister normal, ister marazî olsun, bu belirti marazı bir belirtidir. Dünyanın karışık günlerinde, insanların sefaletlerinden, acılarından. çapraşık ve buhranlı sularından faydalan maşını bilen açık gözler bu halleri yükselmeleri vc beslenmeleri için bir çöplük gibi kullanıyorlar. Bu türlü yalar yol göstericiler vc cennet kılavuzları dünyanın her tarafında bilhassa buhran yıllarında yer yer kendini gösteriyor. însanlanıı. neticesi daha çok sefalet, daha keskin buhran olan yalancı cennet rüyalarından kökten kurtulmaları içiiı onların artık, semavî bir cennetin mevcut olmadığına, refaha ve saadete faydalandıkları bir vasıta olmuştur. Yobaz- föîh acı da olsa. zalim de olsa
larm yaygaraları daha uzun 1 ir^zagııan çe- evvelâ bu dünyanın hakiki gerçeklerini ürk-haletin hakimiyetimi sebeb -olmuştur. Çok h'âSfevrârn^^ karşılamak
kolay olan yeni harfler okuma yazmanın, bilginin geniş halk •ığmlarma yajnlmasına çabuklaştırmış öldu^T “ nin temessül ettiği en bil
■o---
un(an‘Turk cemıŞetû ’ ‘ rük inkılâpla Cdari
lâzım geldiğine inanmaları lâzımdır.
Fen kubbam dektoromuz. — Gülhane ^aJtahaıfe-tnde tffi» aşısl haâtlıyan dok-
İL
170
tor Mehmet Tuna mikrop yakaladı ve bu âfetle mücadele ederken öldü. Doktorlardan öğrendik ki tifüs bir sefalet ve darlık hastalığıdır. Memleketimizde de baş gösterip geçen bu salgın emperyalizmin. kadının tabiî bir surette çocuk doğurduğu gibi, ister istemez doğurduğu bu harp âfetine karşı olan hıncımızı bir kat daha artırdı. Bugün milletlerin ve insanlığın en büyük evlâtları onlaı ı lürlü salgınlardan ve âfetlerden kurtarmağa savaşan İnsanlardır. Doktor Tuna da bunlardan biridir. Milletler ve insanlık böyle kurbanlar vere vere elbet bir gün refah n ve saadete kavuşacaktır. Mehmet Tu-na’nın aziz hatırası önünde hürmetle eğiliriz.
YAYINLAR:
Hilmi Ziya Ülken, Şeytanla Konuşmalar, üniversite Kitabcvi Yayım, s. 219, 1942.
Bir bilgin için zaten büyük bir yekûn tutan eserlerine H imi Zıya çeçen sene Şeytanla Konuşmalar adlı eserini ilâve etti. Kültür hayatininiz® ve kültür adamlarımızın bir tahlili demek olan bu eser, maalesef lâyık olduğu alâkayı henüz uyandırmadı Demek ki. tek in m gibi, kültür muhiti d kendi hakkında apılan realist tahlillere karşı kör ve sağır kalmayı tercih ediyor. Bu vurdumduymazlık hali, yeni ufuklar açılabilmesi için gergin bir otoritikle kend: ni her zaman tartması lâzım gelen kültür şuurumuz için pek de müsbet bir durun dur, diyemeyiz.
Şeytanla Konulmaları teşkil eden 219 sahife içinde Hilmi Ziya bir çok meseleler-dokunuyor. Fazıl- ‘, telif ve tercüme, sıhhat ve aşk. nizamı âl--m. nesir, şiir. tiyatrdHe-l'ahür ve aciz, fikir ve hareket, roman, kitan ve hayat, resim, tenbellik, tenkit, geçmiş zaman ve aklı selim hakkı inşiinaurucu fikirler veriyor. Hilmi Ziya nedense cn mü-~him fikirleri şeytana söyletme? i tercih etmiştir. Eser, hakikaten çok vnklüdiir. Bütün eser boyunca mkanönl i njcseleterie ilgili olarak yerli ve yabancı bit çok meşhur
adamların isimleri geçiyor. Eserin cidden mühim olan tarafı bu değildir; asıl mühim olan ağırlığı, kültür ve fikir hayatımızın marazı taraflan hakkında verdiği realist tahlillerdir. Çünkü, günlerinde velveleli akisler uyandıran şahsiyetleri bugünün perspektivi ile realist bir tarzda tartmak varma doğru hız alırken başarmamız lâzım gelen en müsbet işlerden biridir. Eserde üstünde durulması lâzım gelen bir çok cihetler var. Ben burada yalnız en mühim gördüğüm birkaç nokta üzerinde kısaca durmayı yeter göreceğim.
Tanzimattanberi memleketimiz okur yazarlarının büyük çoğunluğu lstanbulun Babıâli caddesi kitapçılarının, naşirlerinin ve mecmualarının eserleriyle beslenmiştir, onun yöneldiği ana ve yan istikametlerin Babıâli caddesi yayıncılığının doğuşu ile gel işınesi arasında sıkı bir münasebet var. Bunu Hilmi Ziyanın kendinden okuyalım: Babıâli caddesi «henüz pek küçüktü. Ne Namık Kemal, arkasında Anadolu ve Rumeli ile koca bir vatanı alan bütiin bir halkı temsil ediyor, ne de sokak (yani Babıâli caddesi) Balzac’ın romanlarındaki kadar köklü, onlar ka,ça r .sağlam bir t -rjuvaziye dayanıyordu. Bu henüz bir taslaktı. Bununla. beraber, azlıkların Avrupa yardımı ile kımıldar. ısından sonra onları tâkip eden ve günden güne «Hayriye esnafı» namı ile eski gediklerin, loncaların yerini tutmağa harlıya n bir kuvvet vardı. Ne vazıh bir burjuva teşekkülü, ne köylü hareke ti, ne sos-znı cereyanı, hiç bir şey kapitalizme dı ğru giden Türk iyenin İçtimaî kımıldanışını açıklan açığa ifade edemiyordu. Fakat ortada vine bir şey vardı. Kırık dökük mat baasına, çoğu azlıklardan üç be dükkânı-mı^iki \ h-raklı deveskâr mccn usları gibi imanlı imzasız fıkralarına rağmen bu küçük bu- sokak kımıldanışın başlangıcı idi.* ^iflei’inde şiirleri. tiyatroları bi rçok ateşli gençlerde serbestlik iştiyakı uy.aııdnmnş olan-Namık Ke mal’ı artık bugün’^bu çerçeve) içinde kıy-) 1 AV
171
metlendirebiliriz. Hilmi Ziya’dan ve şeytanından dinliydim:
— Hürriyet istiyen Namık Kemal Ba-bıâli’denıi idi?
— Şüphesiz.
— O zamanda müalümao bankası kurmak ve ittihadı İslâm yapmak istemiyor mu idi ?
• Olabilir. Hürriyeti monarka karşı istiyordu, ittihadı, devlet için teklif ediyordu: e
Osmanlı saltanatının son devrinde, bir-birbiriyle uzlaşması kabil olmıyan ve kabil olmadığı olayların keskin gidişile isbat edilmiş bulunan prensipleri, fetva dilinin sihri ile birleştiren Ziya Gökalp hakkında Hilmi Ziya’nın şeytanının verdiği tahlille ri de beraber okuyalım:
— Estağfurullah! Ne münasebet. Böyle muazzam işleri tenkide kim cesaret eder. Hüseyin Zade Alinin 1905 de Baku’de yazdığı Türkleşmek, İslâmlaşmak, muasırlaşmak fikirlerini ondan (Ziya Gök Alp’ten) iyi kim iyi lıenimsiyebilirdi. Vakaların arkasından k ;nrak tam zamanında kim yetişebilir ve olan işleri olacak şeylerin en mükemmeli üye ondan i kim gösterebilir di? Şlıradai- buradan toplanmış biçare muharrirlerin ağzını tıkayıp miraslarını ondan İyi kim top Ayabil jrdi? Sarıkamış İve Bul-.gıırpalns zaferKri için ondan iyi kaside kim yazabilirdi” Sözün gümüş ve sükûtun altın sayıldığı bir yerde ondan iyi kipi susa-bilirdi?.
Hilmi Ziya bir çok mühim meseleleri ele alıyor, ’rilltür hayatımıza karışı n.ş bir çok insanlar l hakkında, hükümler yeriyor. Maalesef banların hepsine işaretjetmeğe imkân yok. Yalnız üstünde çok methiheler yazılmış, v itle durulmuş bir sanat meselesine dokunmadan bu kıs? tîiliihîh!tfftn-£k istemiyorum. Hilmi Ziya yeni sanat, yeni . iir hakkın ' ı çok köklü bir fikri müdafaa •diyor: »Y ü şiir, eskinin içinden doğan, onu aşmak için yeni cemiyetim davalarını duyan, onların rüyasını ıztırabını çe-
ken, unlan Hrhr.-’-’ib kTndi inik i anı haline getiren şiire»». «İnK dizecek Ektiniz
yoktur. Bütün basmalarınızla arzın üzerinde kopan kıymetlere bakın, şeniyeti vo rüyası ile onun şiirini yazın.» Faslın sonunda bÜ köklü fikrin ateşini duyan ve duyuran Hilmi Ziya’nın yukarıya aldığımız satırlarındaki gürbüz şiir yoluna Yahya Kemal köprüsünden geçerek mi vardık, yahut varacağız? Biz de Hilmi Ziya üe birlikte şükrediyoruz ki, bir put yaparak önünde eğilmeden, yahut umacı bir korkuluk yaparak lüzumsuz yere ürkmeden Garbı tanıdıkça, kendimizi tanımanın yollarını öğreniyoruz. Fakat bize öyle geliyor ki aradaki sağlam vegeniş köprii, şeklive kulağa gelen edası ne kadar mükemmel işlenmiş olursa olursa olsun, Yahya Kemal’in maziye hasret çeken şiiri değildir. Bu köprü bizi. Garbın bir devrinin ancak mahdut bir şiir ve sanat anlayışına götürmüştür. Onun için Yahya Kemal’in şiirinin garpla bizim aramızda kurduğu köprü olsa olsa ancak bir kaç müstesna ruhuıı geçebileceği dar fakat musanna bir köprü olabilir. Deryanın, ovanm, : ağların, şehriri; köyün imkân dolu genişliklerine bakan (Çamlıca tepesinde bir kaç müstesna ruh vecitli bir tecrit ile kendilerim bir tekke havası mestliğine tıkabilir, i:ulaklarını Hafızın kabri olan türbede her gece öten bülbüle tıkayabilir, gözlerini yine o türbede her sabah açılıp saçılan güle ka-pr vabilir ve sonra, yeni ufuklara doğru yol al; n bir dünyadan ürkerek, mazi hasreti ile E itsin, hayırlısıyla, bu beyhude son bahar» niyazına varabilir. Çamlıca tepesine çıkan bugünün gençleri oradan yeni ufuklara bakıyorlar. Gözlerinin altında, gece gündüz pırıl pipi yanan şehirde, bir yanda Kemerburgaz, öte yanda Dudullu ufuklarında dalgalanan tepelere yayılmış köylerde çalışan, didinen, seven, nefret eden insan-îârm hayatlarını derinden duymağa başlıyorlar. Bizim büyük şiirimiz, büyük sana timiz bu duyuştan çıkacaktır. Büyük sanat köprüsünü kuranlar bu duyuşu getirenler olacaktır. Dünyanın başka yerlerinde de böyle olmuştur. Bugün dünyanın şuurunda hâlâ büyülâsarthltsflahi^çölarak yaşıyaular mısra-ı borcesle» viicpde getirenler, pü
/\V
172
rüzsüz küçük şiirler doğuranlar değildirler. Shakespeare gibi, Moliere gibi, Tolstoy gibi insan problemlerinin nabzını içten duyanlardır. Bugünün dünyasında büyük sanat meşalesini elden ele taşıyanlar milyon Itırın acısı ile yananlar, milyonların sevinci ile sevinenlerdir:
Zikirde incitmeyen bir mizah dili ile yazılmış olan Şeytanla Konuşmalar üstünde dikkatle durulması vc münakaşa edilmesi gereken biı- eserdir. Hilmi Ziya'nın bu eserde başardığı kiiltür patolojisini bugüne, bugünün pörsümüş cemiyet ve kültür otarşisini hortlamağa bocalıyaıı «nizamı âlem: icrine doğru genileşmesini bekleriz.
Muzaffer Şerif
Aııdre Malraus, I-a Lutte avcc PAnge, Editioııs dıı llaut-Fays, 1943, t». £40.
Malraiîx ölmemiş Malraux yaşıyor, ve Adımların Ağustos sayısmda bahsettiğim yeni ramam şimdi İstanbulda, Haşet kita-bevinde satılmaktadır. isviçrede tabedilen bu roman uzun bir eserin birinci kısmıdır Eserin tamamının ismi: Melekle Mücadele. Bilinci kısmın ismi; Altenburg’un Cı .. ağaçlan. Hikâye 1940 senesinde Charte-res’da başlıyor j kahraman Almanların eline düşen yaralı Fransız askerlerindjrıdir. BirAlsace ailesinin çocuğudur. Hikâ; ı o-rta kısmı Alsace’linin Almanlaşmış jilesine aittir. Alâkamızı aynca uyandıracak biı nokta: babası îstanbulda yaşamış, gûya Alman sefaretinin hesabına Genç Türk cereyanına iştirak etmiş, Alman empen lızmine yardım etmek maksadı ile Tın alıcılık yapmış, 1 ıttâ kendisine «Enver* iı -sğ kolu» dedirtmiş. Fakat esas mevzu Malı ııx’nun bütün kitaplarının mevzuudur: m sanlığın hali. Bu Alsnce ailesine mensup bir profesörün riyaseti altında asrın çında her sene Altenburg’da toplanan fikir adamlarının coH(M|Uİuınları (toplantıları)
bu meseleleri inceliyor. Alman profesörlerinin düşündüklerinde bugünkü Alman faşizminin birbirine bağlı iki mühim umdesini görüyoruz: bütün insaniyeti aşağı görmek insanlara kıymet vermemek, insanların bir koyun sürüsünden farklı olmadıklarına inanmak ve böylece hasıl olan boşluğu doldurmak için, mistik bir ırk naza-riyeai ileri sürmek. Fakat bu ırk ınistik-iiği hiç bir zaman boşluğu dolduramıyor, çünkü insanlar kıymetsiz olduktan sonra ırkların kıymeti göz boyamaktan başka ne olabilir? Mıılraux’nun profesörlerinden biri bu esas inançsızlığı açığa vurarak:
Eğer insan sergüzeştinin bir mânası olsa idi, o mânayı ifade etmeğe Almanya tayin edilirdi» diyor. Yani, eğer hakikî bir kıymet olsa idi, o kıymeti ancak Alman ırkı sezebilirdi.
Fakat hikâyenin daha ötesinde Alınanlarda da herkeste olduğu gibi kardeşlik hislerinin ne kadar kuvvetli olduğunu görüyoruz: Malraux Almanların 1915 de Rus cephelinde ilk gaz harbi tecrübesini nasıl yaptıklarım aıılatıyıjr,, Gaz bombaları patladıktan i«r müddet sonra Alman askerlerine ileri omri yeriliyor. Fakat askerler Rus siperlerine varın \ zehirlenmiş ruslau guiüyuı lar, ve bu korkunç ıztırap e- oızarası onlara o kadar tesir ediyor ki ? ı bker .sırtına bir rus yükleyip seyyar hast.ınelere doğru koşmağa başlıyor. Zabitleri (Ne yapıyorsunuz?» diye bağırın-
. zaferler, «Böyle bırakamazdık’» diye cevap veriyorlar.
l-’akat bu ilk cihetten Malrauz’nun tam maksadı belli olmuyor. Esas hikâye, esas şahıslar bir az müphem kalıyorlar.
.m hepsini birden okuyabildiğimiz zaman büyük romancı Malrau.-. nun bu yeni ereri İıakkında daha tamam bir fikir edinebileceğiz.
Nernıin MENEMl NCİOtiLU
173
KÖYÜN İÇİNDEN:
Köyde beliren kuvvetler
Vilâyet merkezinden sekiz saat uzak* ta, Yuntdağı köylerini dolaşıyorduk. Bu bölge köylerinin geçimi pek dardı. Sürüle cek toprak gayet az, o da taşlı, verimsiz bir topraktı. Biraz ekin, biraz hayvancılıkla, biraz palamut ve çitlenbek satışı ile ve büyük bir tasarrufla kıtkıtına geçiniyorlardı. Geçimi dar ve yolsuzluktan dolayı hariçle münasebetlere, hariçten tesirlere nisbeten kapalı olan bu köyler, dağların eteğindeki ova köylerinden daha geri, daha az ve yavaş değişen ve şehirliye kar şı daha uzak, daha yabancı duran köylerdi. Fakat bu dağ köyleri bile tamamile kendi içlerine kapalı topluluklar değildi (Daha kapalı olan bir köy bilhassa ara-dımsa da bu bölgede Işılamadım. En ücra köyler bile harice açılmış, değişmeğe baş lamış köylerdi). Zeytin yağlarının pahalanması çitlenbek yağma rağbeti ırttır-inişti. Kaan balardan gelen peynirciler bu dağ köylerine kadar sokuluyorlar,, peyniı kurdukları muvakkat, iptidai peynirhane lerdo topladıkları sütten peynir yapıp İz mire sevk ediyorlardı. Bu bölgede oldukça hol olan palamut da dış piyasaya olan bir mahsuldü. Bilhassa bu üç çeşit istihsal bu köyleri hariçle İktisadî münasebete getiri yordu. Bu vaziyet ise, bu köylerdeki sosyal tabakalaşmada değişiklikler doğuyor, nüfuzlu yem bir zümre meydana getiriyordu: köy bakkalları ve hariçteki tüccarlara komisyonculuk eden veya ken ’Heri doğru dan doğruya ticarete girişen zengince köylüler zümresi. Bakkalların bu köylerde oynadığı rol yeni idi; köy bakkalı köyün nüfuzlu bir şahsiyeti olmağa namzet görünüyordu, hattâ bazı hallerde olmuştu
bile... Bu bakkal - komisyoncu - tüccar zümre bu dağ köylerinin İktisadî hayatını ve dolayısile köylü ailelerin geçimini kontrolleri altına almış gibiydiler. Bakkal, tüccar - köylü, veya komisyoncu - köylü mahsul zamanı gelmeden köylüye para dağıtıyor ve borçlanan köylü mahsul zamanı gelince mahsulünü borç aldığı kimseye, onun dediği fiyattan vermek mecburiyetinde kalıyordu. Bu köylerden birinde, eski nüfuzlu bir aileden gelen köyün hatibi aynı zamanda komisyonculuk ediyordu. Şehirden gelen tüccarla pazarlığı o yapıyor ve bütün köy namına taahhüde girip para alıyor, dağıtıyordu. Diğer bütün köylüler hatibin pazarlığını ve anlaşmasını kabul etmek mecburiyetinde kalıyorlar ve mahsullerini o fiyattan tüccara veriyorlardı.
Bu dağ köylerindeki^ bu küçük fakat nüfuzlu zümrenin (bazı ki.•derde bu çeşitten birkaç köylü, bazılarında ise yalnız bir aile vardı) menşei iki koldan geliyordu. Birkısmı yeni türediler, yeni zenginle şen köylüler; diğerbir kısmı ise, vaktile köyde büyük nüfuzu olan ağa, hatip, bey ailelerinin arta kalanları. Bu ailelerden hâlâ nüfuzlu olmakta deva n edenler, artık eskisi gibi feodal veya aşiret sisteminin verdiği otoriteye dayanarak değil, fakat bu yeni vaziyette bu yeni kontrol mevkiini ûide ederek, köyün hariçle iktisadi münasebetlerini kontrolleri ailına alarak nüfuzlu olmakta devam ediyorlar.
lüb DERDİ
Yine aynı dağlık bölgelerde, bir akşam bir köye vardığımızda köyün dışında
174
ihtiyar bir kadının bir şeyler söyliyerek ağladığını gördük. Arabamız yanından geçerken ihtiyar kadın yanımızdaki köy bekçisine seslendi. Ne dediğini anlıyama-dım, bekçiye sordum: bir haftadan beri lıasta yatan Safiyenin biraz evvel öldüğünü söylemiş.
Birkaç gün gün geçip te köylülerle ahbap olmağa başlayınca Safiye’nin hangi hastalıktan öldüğünü araştırdım: pun-tadan (zatürreeden) dediler. Kızın akrabaları, komşuları yana yakıla anlattılar: Bildikleri her şeyi yapmışlar, civar köylerden birinden bir kadın «doktor» getir misler; kadın bir kurbağa, kesmiş ciğerle rini bileklerine bağlamış; kurşun dökülmüş, okunmuş, üflenmiş, fakat hiç bir şeycikler fayda vermemiş.
Ben köylüyü, tatbik ettiği bu tedav usullerinden dolayı küçümsemedim, kabahatli bulmadı. Hastalığı hakikaten tedavi edecek reel, ilmi usullerin, modem taba betin mevcut olmadığı yerlerde ve hallerde elbette insanlar hastalık karşısında elleri kollan bağlı duramıyacaklar. bir ta kim çarelere baş vuracaklardır: bilgileri, tecrübeleri nisbetinde bir şeyler yapacak lardır. Beni asıl düşündüren bir akşam üzeri gördüğüm bir manzara oldu. Köyün hemen arkasındaki alçak tepeye çıkmıştık Bu tepeden^ vilâyet merkezinin ei(-ki( rincl-yer aldığı dağın zirvesi, sanki -eslen.— :-, oradan duyulabilecekmiş kadar frakın gözüküyordu; îste orada, diye dii.şiindiira. hastanesi, laboratuvarı, rontger tesisatı, aşılan ve seromlan ile, doktor ve hemşire
leri ile 16 yaşında reçeli mev’udu ile» Ölen Safiyeyı kurtarabilecek bütün vasıtalar var. Yol, taşıt olsaydı, şu görünen dağın eteğindeki bu kurtarıcı yere genç hastayı götürmek bir iki saatlik, basit, rahat bir yolculuk olurdu. İyice bir yol ve otobüsle 1-2 saatte aşılacak bu mesafe şimdi, hayvan sırtında, sekiz saatlik rahatsız bir yolculuğu icup ettiriyordu. Ovada başı boş akan ırmak taşınca bu yolculuk bile imkânsızlaşıyordu.
Bu hâdise, yolsuzluğun ve modern tnşıt vasıtalarının eksikliğinin yarattığı sosyal neticelerden ancak bir misal, hem de en mühimlerinden değil.. Yol ve taşıt ve haberleşme vasıtaları bir köyün (veya bir kasabanın. bir şehrin, hattâ bütün bir cemiyetin) hayatında gayet mühim rol oynar. Herhangi bir topluluğun kapalı ve geri, veya dışla münasebeltere, dıştan gelen tesirlere açık ve ileri bir durumda olması üzerinde yollaruı vc taşıt ve haberleşme vasıtalarının büyük tesiri vardır. En ileri, en büyük şehirlerin dünya yollarının ve taşıt ’ . l ne sistemlerinin birleştiği noktalarda belirmesi; büyük medeniyetlerin, dünyanın İcra köşelerinde değil, nü İm ’e ticaret 1 ■:roketlerinin fazla olduğu, bih».k yolların ‘çtiği mıntakalar-lagelişmesi bir tesadüf eseri değildir. Bu merkezlerin ve medeni} ( ilerin gelişmesinle iktisat ve kültün 1 münasebetlerin, esirlerin aktığı kanall ı1 olan yollar ve aşıt ve haberleşme ab.temleri büyük bir •mil olmuştur.
175
Gelecek Sayılarımızda s
İlimde gelişmemizin Reel şartları
Durkheim - Ziya Gökalp Sosyolojisinin Tenkidi
Ankaramızda bu günkü .fikir cereyanları
Umumî Kültür ve meslek seçimi
Gençliğin Sosyal Psikolojisi
Radyonun Sosyal Psikolojisi
Sinemanın Sosyal Psikolojisi
Modern şehircilik
Modern Mimarî anlayışı
Yaratılma halinde olan Dünya Edebiyatından örnekler
| SAVAŞ KARDEŞLER İZMİR
‘t TİCARETHANESİ
$ Zeytin, zeytinyağı! sabun ve her nevi “sâdo -/ yağlar, peynir vesaire satışevi
$ Anafıırtalâr Mevsim sokak No. 5 i; Tel. No. 2377 Ev. 6235
§ Sicil No. 333-1, Kunılu.ş : 1930
v HAI4M ŞAPÇ1
e Zeytin, zeytinyağı, sabun ve her. nevi sâde $ yağlar, peynir vesaire satı evi
lî Sebat İs hanı No. 40 Tel. No. 3752
i
s
o
8
o
8
I
OSMAN OZKAL
pazarı
Bıkkaliye toptan I gjjısi ı Sokak No. 29 >
İARA
Ka>
Yumıırta v
ücârethaı
Ttdıtakale X idesi Sus:
«meri
,'ÂNJ
HÜ!
MA
Toptan ve Perakende
Hâlis Aksaray ve Ur
Zey
ALİ PERÇINEL VE KAZIM PERÇİNER 8
Ticaret Evi
Zeytin, zeytinyağı, sabun ve hernevi sâde ît yağlar, peynir vesaire toptan satış yeri J Kooperatif.arkası Ali Nazmi Ap! No. 1/2 Tei No. 3153, Telgraf: Ali Kâzım $ Sicil No. 1912, Kuruluş 1930 $
.......................■
S
| . I t
Kayseri Pastırma Pazarı
Yeni Ha! No. 21
Tel No. .3975,’ Sicil No. 2007
Kuruluş tarihi : I93IJ
OSMAN ANTEBLİ VE İSMAİL BEKRİ
O A 4/ ZZ 4 /
Toptan ve Peıı Yeni Ha!
Tel No. 1991 Ti]
lurul
hvaz ve Kaşe tere yağlat".
|ı yağları Ted
■AYAN
? c /
- ve Edirne Peynirleri-saf Ayvalık, Edremit meri
fecithevi
5 ıl Osman J J
8
$
. 3551
Tel. No. ,2646, T(
ü»
■■■
tara
tin - Yenimi!
^ukarav
iin - Yenihal
£
MİLLÎ PİYANGO
Jİ Her çekilişte bir millî piyango bileti Jt alarak biltün yıl talih kapılarını ken. o nize daima açık bulundurunuz. Her Ş an servete kavuşabilirsin!!.
? *
Bu çekilişte talihiniz gülmedi ise ver- e iliğiniz para boşa gitmiş değildir. Bu Ş sefer çelik kanatlarımız kazanmış de- ;i inektir. Belki de sizin kazanma sıra- £ nız bu çekiliştedir
Türkiye iş Bankı sı
I Küçült Cari Hesaplan I
s, 2 Ağustos, 1 İkinci rin apılacafefar.
lİl’ELEKİ ----- ------
İKRAM, ıbat, 3 Mayi bililerinde. d
1013 İKRAM
1 adet İ 199 Liralık
1 » '99 » M
1 » ->88 »
1 ».■•1177 » -I
......
KEŞİDELER: 1 i
777
8 >5
»
nlnıa?
JL
(4540)