1943 Temmuz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1943 Temmuz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kaynak: TÜSTAV - Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı Arşivi

İÇİNDEKİLER
Garp Hayranlığı ve Kültür Otarşisi
Adımlar'ın Humaniznıa Anketi
Muzaffer Şerif Başoğlıı
Prof. O. Lacombe
Büyük Bir Amta! ka^Ronmnçıısı: Steinbeı
Zâmfinıtiıızın En Büyük Amel ikan JRouıar «Gazep
■ Üzümleri» nden
«Top -k Kokuşa» ndan
Küfe Çocilk (Hikâye)
Kuradalı Ataç
Orhan Bunan
Nem. in Metiemeneioğlıı
Jolın Steiniıeek
Reşat Enis
Beldi Sıtkı Kunt
fiil Sezar

— Temsil Bayramın-varı ve Modern Piyesi ■
iyin İçinden: İmtihan
Devlet Konseı vrıtu
Ahmet i i ı
iyinden: Köv An
’aröhm Görüşler
ı Arpad, Eyub. ■ BC Yayınların-
YIL
Adımları Beğeniyorsanız
Abone olunuz, Abone bulunuz
Gelecek Skıyılarımıztlıı :
Bugünkü İçtimaî Fransız Romanı
Memleketimizde Hayranlıkların. En Zararlılarından: Friedrick List
Hayranlığı
Millî Hikâye: Koç Yiğit Köroğlu
Adımların Humanizına. Anketi
Çiloğlan (Şiir)
Gelecek Sayılarımızda :
Dıjrkheim - Ziya Gökalp Sosyolojisinin Tenkidi
Ankafamızda Bugünkü. Fikir Cereyanları
Fikir Devlerinden : Charles Darwiıı
Terbiye ve Meslek Seçimi
Hangi Mânada Millî ilim
Memleket Gençliğinin Sosyal Psikolojisi
Shakesp.eare'in Bir Tahlili
Modajııa.Şeo.^L^’sikoiujisi
IU. $tgigŞonHHH| Psikolojisi ııilj' ^njaaaJBMM Psikolojisi
Modern Tiirk V6‘DtovnEdebiyatından ı^kııp Kadri; Refik Halît, T ıomas Matın, Hemingtv: . Bemard 3haw. Malreaux, Barbuss ilh.
—-------------------------------------------------------------------
Öğretmen Arltadıışlurunıza,:
Musul lor Şerif Başoğlu Adım psikolojisi haklar m bir
seri makaj hazırlamakladır. Mj e, vaanh bir dille, bn günkü
psikolojiniii öğrcıune ıılamnda vardığı ve günlük lıayatmımla pratik ehemmiyeti olan. neticeleri hülâsa ettaa-ii'
Adımlar yakında, okuyucular .. ıiıgüuiiıi en tanınmış tiyatro serle-■ • : tainltan adoeolrtlr. Eg, ıcıniriizsüz, temiz bir dille çevril.iştir.
rinden birini takdim edecektir. Es
ADIMLAR
Aylık Fikir ve Kültür Dergisi
YIL: I TEMMUZ 1943 Sayı: 3
Garp Hayranlığı ve Kültür Otarşisi
Doçent Muzaffer Şerif BAŞOĞLli
Ankara Üniversitesi
Yine, bugünün dünyasının en göze çarpan, cn umumî olayını hatırlamakla yola çıkalım: bugün dünya bir geçiş halinde (transition) bulunuyor. Biz de, bizim milletimiz Tiirlt milleti di- bunun dışında değiliz. Biz de bir mlllel olarak bu mahrekin içinde hareket halindeyiz. Şüphesiz bir halden başka bir hale geçiş durumunda olmak keyfiyeti yalnız bugüne has olan bir keyfiyet değil. Hareket, değişme halinde olmalı hayatın belli başlı olayları arasındadır. Hareket, değişme, geçiş halleri bnzan yavaş, tedrici gelişmeler imlinde oluyor .b.ızan süratli inkılâplar ive sıçrayıcı ihtilâller halinde oluyor. Bugünkü değişmenin, geçişin kökünde endüstri medeniyetinin gelişmesi var. Yeni Kamalılarda endüstrilerini Uk kuran milletler, tekniğin verdiği üstünlük sayesinde, süratle yayıldılar, teknik bakımından geri miUctk-ı üzerinde iktisadi yahut siyasiffiajaftfiyİTTnır-dular. Kültür alanında da bunu görüyoruz. Tekniği geri milletler için, tekniği ileri mil-letler, bilhassa emperyalizmin ön safında bulunanlar, yalnız endüstri alanında değil, hayat tara. kMtttr to dmer ahr1“r’-büyük hayranlık myaftdren pıtllaı?' geldi.
Kendimize dönelim. GarbinjiistünT^ğ-
mantîk ve sathi W roman ve sinema tar-_______________________________________ — zinın tesiri altında tango iptilâsına tutu-niği tesirini duyjdukça, bıınph dânyamn lan. bqpsiti]lr%er yapan bazı gençler ara-
ller tarafına yayılan savleti, feodal bünyeli, geri teknikli OsmanlI imparatorluğu üzerinde de tesirini duyurdukça, onu didikleyip parçaladıkça, bu savletin mekanizmasını talılil edemiyeıı münevverlerimizde, mabutlara gösterilen, bir hayranlık duygusu uyandırdı. Meselâ, Garp dalgası-nın. ihtişamım, .yalnızjjiteüslü köpükleriyle görebilen Serveti Fiiııun neslinde bu hayranlıkla büyülenmiş bir lıal görüyoruz. Bu büyülenme o dereceye varıyor ki İstanbul’un, İzmir’in, Adana’nın, Sivas’ın sçmt ve mahalle isimlerine karşı pek hassas ol-mıyan gençlerimiz Paris’e gittikleri zaman M(ıntmartre’da, Mont Parnassa’da Pere Lachaise’de, Boulogne ağaçlıklarında, onlara büyüleyen, hasretten hasrete düşü-rerJ romanların ve yazıların heyecan uyandıran aşinalarını buluyorlar. Burada, bu bülülenmiş halin bin bir misalini vermek ezsh -ve sıkıntılı bir külfet olur.
Bugün de İstanbul’un. Ankara’nın, İzmirlin monden »donlarında bir çoğunun varım yamalak bildikler, ecnebi dilini lüzumlu lüzumsuz konuşanlar. Leylâ’yı Lili
alanlarda da diye koluna tafajı bir küçük, «oto gezisi» pıllat'halir.c ne çıkanlar ; arasınla, tnarazi derecede ro-
82
sında bu sathi garp hayranlığının hafif ve lüzumsuz belirtilerini görüyoruz. Garp hayranlığının doğurduğu bu sathi ve hafif meşrep belirtiler şüpheniz yanlıştır, hatalıdır. Bunun da kökünde daha esaslı İçtimaî sebepler vardır.
Garp hayranlığı belirtileri gösterenlerin karşısına. Tanzimattan beri yer yer, zaman zanaan Garp düşmanlığı göstermiş olmaları koyabiliriz. Bunlar yu cahil mürteci -terdir, yahut da iimmet ülküsü gütmüş olan dindarlardır. Memleketimizde, çok şükür, bunların belirtili bir tesiri kalmamıştır.
Memleketimizde son zamanlarda kültür alanındaki münakaşalarda bir de Garp hayranları münekkitleri peyda oldu. Bunlar Gnrp hayranlığını tenkit ederler, hayran değilmiş gibi görünürler. Levantenle-rl, bobatllleri alaya alırlar, Bu tenkitler ve alaylar, şüphesiz, doğrudur Fakat bu tenkitlerle birlikte ileri sürdükleri fikirler, iyice tahlil edersek görürüz ki, çok dahn tehlikelidir, hattâ, mürteci ic, millî gelişmemizi baltalıyacak mahiyettedir. Bunlara göre biz, Garp canavarından, hattâ medeniyet canavarından, sakınmalı imişiz, kültür gelişmemiz İçin kendi içimize ka panmalı imişiz; Garp usta imiş, biz çömez imişiz, usta ile ilgimizi kesmeli imişiz. İlim beynelmilel değilmiş, biz yeni baştan millî ilim yapmalı imişiz. (Bunlar yalnız ilmin kendi gerçeklerimize tatbikini kâfi bulmuyorlar yeni baştan ilim yapmamız fikrini müdafaa ediyorlar). Bir kelime ile bunlar kültür otarşisi istiyorlar, kendimizi bir Çin şeddi ile dünyaya kapayıp, durgun suların hareketsizliğine mahkûm etmek istiyorlar. Hiç bir millet bu otarşi çkfflaHns kapanarak kendine ve dünyaya büyük çapta eseı vermemiştir. Hallııikî biz bir millet "butlmr olarak ne istiyoruz? Kendi kendine avunan, yalnız kendi--kendine haşriineşr olan bir millet mi? Bizim istediğimiz bu değildir. Bizim istediğim» şey fflünyaıiın ileri kültürlü, iteri refah aeviveli nıilletk-ri aız-sında iteri kültürlü Ve refaMı Mr millet
olarak yer almaktır. Tarih boyunca ve şimdi görüyoruz ki. dünya çapında kıymeti olan milli eserler ancak içinde bulunduktun dar veya geniş dünya ite teması olan milletlerden çıkmıştır.
Dünya çapında kıymet kazanacak şiir. mÜ2ik, opera eserlerimiz temini, şüphesiz, yine kendi halis ve öz halk temlerimizden alacaktır. Millî kültür hâzinemizi zenginleştirecek ve dünya çapında kıymet kazanacak romanımız, tiyatromuz özünü, şüphesiz kendi insan kitlelerimizin özünden alacaktır. Fakat bu kıvama gelmek için evvelâ kendimizi büyük dünya kıymetleriyle dc zenginleştirmek zarureti var. Büyük Türk operası yoluna ancak, bugün yaptığımız gibi, Fidelio’dan varılır. Büyük Türk tiyatrosuna varacak yol Sophocles’-den. Moliâre’den, Shakespeare’den, Ber-nard Shaw’dan geçer.
Kültür otarşisi fikrini müdafaa edenler bizi millî'ye değil, ancak kısırlığa, geriliğe götürebilirler. Bunlar millî kültürümüz için daima genişliycn ufuklara bakmaktan korkan miyop kişilerdir. Zaten, şiirde, türküde, hikâyede, masalda, haya-tuı her safhasında kalkınmamızın bağrından tabiî olarak gelişen zengin bir folklor hâzinemiz vardır. Bunlar bizim öz malımızdır. Birkaç münevverin bunların bizim olduğu hakkında vaaz vermesine ihtiyacımız yoktur. Güç olan mesele bunları yalnız kendimiz için değil, bütün dünya için kıymet tebcil edecek kudrette yuğurmaktır. Bu ise kültür otarşisi çıkmazına sapmakla B5fflaz-. Atalarımız ne güzel söylemiş: «at binenin, kılıç kuşananın». Bizim atımız da var, kılıcımız, dş... Kültür ajanındaki yi-ğitin başarması lâzım gden güç iş bu ata binebilmektir, onu yeni ufuklara sürebilmektir.' 'Bu İse Mlltiîr otarijisi çıkmazına saplanmakla olmaz.
KalŞ ki İçııltür otarşisi avukatlığı bizim öz malımız değildir. yabancı bir fikir-Idir. faşist AejMerhregüttükleri davadır. Kiiltfe oufrşisi fikri kültür alanında onla-
83
n da güllük, gülüstanlık bir yola götürmüş değildir. Burada Nasrettin Hocamızın kar helvasını nasıl hatırlanıl yalım’ Hoca kardan helva yapmış ama kendi de beğenmemiş. Kültür otarşisi çıkmazı medenî âlemin kültür gidişi ile olan ilgimizi keser, bizi, olsa olsa kısır ve bunaltıcı bir vadiye götürür.
Onun için, kültür otarşini davası güdenlerin Garp hayranlarına karşı savurdukları tenkit sözlerine bakmayın. Bunlar, eğreti bir şahsiyet maskesi altında, Garbın en geri, en kara tarafının şifa bulmaz
hayranlarıdır. Hayranlığın bu cinsi ise hayranlıkların en kötüsüdür, en sinsisidir.
Yabancı malı bir dava olan kültür otarşisi fikri yalnız kültür alanında olan bir fikir de değildir. Bu fikrin kökleri içtimai ve İktisadî otarşi davalarından kuvvet alır. Bu sahalarda otarşi fikrinin Av-rupada ne korkunç verimler verdiğini her gün görmekteyiz. Biz ise milli hudutlarımız içinde dünya medeniyet âlemi ile sıkı temas halinde olarak medenî ve ileri milletler arasında yüksek kültürlü ve medeni bir millet olarak yer almak istiyoruz.
Nasrettin Hoca neşteriyle:
Demagoji
Bu karışık günlerdeMkullaııılan ım'ı-nası ile demagoji bulanık suda avlanmaktır; akı kan, karayı ak gösterim k gayreti ile sureli haktan görünüp, söz hokkabazlığı, gösteriş canbazlığı yapmaktır. Nasrettin hocamızla ne kadar iftihar etsek azdır. Onda bulduğumuz hakikatleri kara kaplı koca ciltlerde zor buluruz. Nasrettin i loca, iğrenç ve çapraşık belirtiler gösteren günlük mürailiklerin. sahtekârlıkların istüne keskin neşterini vurmuştur. Zamanımızın psikopatolojisini göstermek için Hocanın emsn İsiz vnzkı-rından faydalanmak borcumuzda r.
Nasrettin Hoca ve bir yobaz köyün boş olan, hocalığına talip olmuşlar... İki rakip arasında küçük bir post kavgası başla
mış. Tostu ele geçirmek için herbiri rakibinden daha üstün bir allâme olduğunu is-batn koyulmuş. Bir aralık «iııek» kelimesi yazmak matlfıp imiş... Nasrettin Hoca kelimeyi bildiğimiz arap harfleri ile yazmış. Cahil yobaz da kocaman bir inek resmi yaptpış ve köylüye «Ey ahali, Allah için öyleyin, bunlardan hangisi İneğe benziyor?» demiş.
Bu yobaz hoca gibi sureti haktan görünüp halkın, kendi kabahati yüzünden olmayan, cehlinden istifadeye kalkışmak, demagoji yapmak onları aptal yerine koymak değil (te nedir? Ne kadar ustaca, sinsice yapılmış olursa olsun halkımız buna kesin cevabını vermiştir: yalancının mumu yatsıya kadar yanar.
Adımların Humanizma Anketi
Son senelerde kültür ve fikir havamızda en çok münakaşa edilen mevzulardan biri hıımanizma’dır. Geçiş halinde (transition) bulunduğumuz, daha önce dayandığımız Arap ve Fars klasiğinden ayrıldığımız için, bu hususta söz aöyliyen herkesin, mevzuu ayrı durumlardan ele almasına rağmen, humanizma etrafındaki bu ilgiyi tabii buluyoruz. Bundan dolayı artık humanizmanın ne demek olduğunu daha derli toplu bir surette araştırmanın zamanı geldiğine kaniiz. Bu düşünce ile yakında bir humanizma sayısı çıkaracağız. Bu sayıda humanizmayı muhtelif cepheleri ile ele alacağız. Bunu yapmadan evvel, memleketimizde bu sahada görüşleri olan aydınların fikirlerini dergimizin okuyucularına bildirmeyi faydalı bulduk. Kültür ve fikir adamlarımıza şu iki suali sorduk:
l. Humanizma nedir?
2. Bugüniin fikir ve kültür gelişmesinde humanizmanın mânası ve rolü ne olabilir?
Bu ankete verilen cevapları olduğu gibi neşrediyoruz. Bunlar cevap vermek lûtfunda bulunanların fikirleridir. Onun için Adımlar, bunların fikri mesuliyetini hiç bir suretle üzerine almıyor. Biz bu husustaki fikirlerimizi humanizma.sayımızda etraflı olarak yazacağız.
Bu sayıda Adımlar’ııı humanizma anketine Prof. O. Lacombe'ın, Nurullah Ataç'ın ve Orhan Bıırian’ın verdikleri cevaplan neşrediyoruz. Prof. Lacombc, Ankara Üniversitesi Felsefe Enstitüsü müdürüdür. Nurullah Ataç’ı okuyucularımız edebiyat tenkitleri yazıları ile tanırlar. Orhan Burian Ankara Üniversitem İngiliz dil ve edebiyatı doçentidir; Yiicel mecmuasında humanizma bıkkındaki yazılan ile bu meseleye* Yücel okuyucularının dikkatini çekmiştir. |
Gelecek': sayımızda Ankara Üniversitesi klasik filoloji profesörü Rhodc’nin an
ketimize verdiği cevabı neşredeceğiz
Birine, sual — Sizce humanizmanın tarifi nedir ?
«•Tarihi bir olay olarak — zira hummana ilk önce budur — humanizmanın bir tarifi olamaz: onun bu balomdan ancak hâdiseler arazındaki yeri göşterilebil-dikten başka bir de tasviri verilebilir.. «Hümanist» 1er, Garbi Avrupa'da inşama, vakarını yükseltmek» vazifesini iizerlerrne alan on beşinci ve on altıncı asır düşünürleridir. Onlar bu işi, eski Yunan ve Romanın edebiyi» larında anıtları kalmış olan büyiik insani başarılarını incelemek yoluyla görmek islerlerdi. • •
Bir mukayeseli tarih vc Sosyoloji ıın-ketit Rönesansın&ıumaAonnHifc ayni cinsilen olup bir huMısî hal olarak içinüyşlan umumî bir (ilayı acaba meydana ğlkarAi-lir mi? Bu, milhfkündiir. Fakat hû anket
Prof. O. Ijıeonds*
Aiıkara üniversitesi
yapılmamıştır: her halde yapılmış olduğunu bilmiyoruz ve ona burada teşebbüs etmemiz de balıis mevzuu olamaz. Aşağıdaki satırlarda, hümanizmimin felsefî bir tarifinin ana hatlarını çizeceğiz.
Birinci karakter: Adının da kâfi derecede işaret etitği gibi, her türlü huma-ııizma, insanlık haline bir gerçeklik ve mâna ağırlığı, kendine has bir değer tanımalıdır; bu değer öyle olmalıdır ki, oriji-nalliği. başka va rhk ve hayat halleriyle değiştirilebilir olduğunu ve kozmik cevherin ancak üst tabakasında âmil, ortadan kalkması gerçek ve değer bakımından hiç bir kayıp te.şkil etmiyen sathî bir şekil olduğunu kabul etmeği nıilmkün kılmasın. Böyleca, ihsanın ve âlemin muayyen bir fiumanist» ı.lâlddsi, pantelzmenin bazı ffllnmdarı üe kabili teliftir. Ruh göçü
85
(tranamigration) fikri için do aynini söyli-yebiliriz.
İkinci karakter: Bize öyle geliyor ki lıumanizma, yalnız insanlığın değil, insan ferdinin değerini de tanımalıdır, Rönesans devrinde, kuvvetli ferdiyetlerin «kuvvet» ve «kudrcUlcri ne neviden olursa olsun, bunların kendilerini İddia etmek ve gelişmek haklan tanılırdı. Bu hakkı, cemiyetin haklarına halel getirmeden lıer beşer ferdine teşmil etmeği, gerçek humanız-maya daha uygun görüyoruz. Tam olan bir insan telâkkisi, «cemaatçi ve şahsiyet-çi» olmak gerek.
Üçüncü karakter: Beşeriyetin, hayvanlık ile makullüğiln esaslı bir birleşmesi olarak tarif edileceği doğru ise. Inımaniz-maya da bir «nationalisme» nüans’ı takılacaktır. Fakat şuna dikkat edelim kî burada «nationalisme» nin dur mânasını almak his dc zarurî değildir, o dar mâna ki aklî olmıyanın her türlü şeklini insan olanın dışına ataç,akim üstünde, onun kaynağı olarak, kendinden daha akıllı ve akıldan fazla bir akıl üsüi nizamı kabul etmez.
Bilindiği gibi ilk «hümanist» 1er, eskilerin taklidini, ülkülerini gerçekleştirmek için en emin vc en iyi vasıta telâkki eltiler. Böyle bir durum şu mevzunları tazammum ediyordu;
1 — Her doğru ve gerçek terbiye, muayyen bir cemiyetin beşet ettiği ana kültürle, şuurlu surette ve açıkça mütemadilik bağları tesis etmelidir. 2 — Eski Yunan - imalin kültürü, hakikatte Garbi Avrupa kültürünün ana kültürüdür. Erit tâ bu kültür, esas itibariyle «beşer nevinin terbiyecisi» telâkki edilebilir, zira o, medeniyet sahasında misli görülmemiş bir muvaffakiyettir. Onun için bit kültürü temadi ettirmeli; onun normlarından iulııraf etmek, beşeri oitiridân bıhfraf dempktir 3 — Barbar istilâlarının bir mahsulü olan orta çağ; hakiki medeniyette, teessüfe şayan bir inkıta teşkilseler. JtemeÜ k^hıı-manizmayı orta çağ#karşı İhya etrnek lâzımdır.
Bu son mevzuayı bir tarafa bıraka lını, o, her neslin, kendinden bir önce gelene karşı koymasına Bebep olan pek yayılmış bir göriiş galatına dayanmaktadır, tklııci mevzu galattan büsbütün âri olmamakla beraber daha fazla hakikat taşımaktadır .
Bunu ikinci suale esvap verirken, birincisi ile ayni zamanda ele alacağız,
Bnn(‘i sıuıl : _ Bugiin hümanizmimin entellektüel ve kültürel bakımdan ne gibi bir rolü ve tesiri olabilir?
Bu. humanizmanuı. yukarıda zikredilen üç karakterde tarif edildiği şekilde, zamanımız için değeri olan bir ülkü olduğunu kabul edelim. O zaman, modem bir hu-manizmanın metoda meselesini incelememiz lâzım geliyor. Bu metod, şüphesiz bir çok cephe arzedeeektir; ferdin, en yakın sosyal çerçevesi içinde yaşadığı beşerî tecrübeden, meselâ meslekten hareket edebilir. Netekim böylece bir amele humanizma-sı ile bir köylü' humaniznıası kurmağı düşünmüşlerdir. Açıkça görülür ki bu takdirde, metod. el işçisinin beşeri ufkunu yavaş yıtyas genişletmekten, beşeriyeti tedrici olarak büyütmekten ibaret olacaktır. Faka', meselenin bu cephesinden bahsetmek hususunda salâhiyetimiz yoktur. Üstelik, bu meslek için humaniz manın büyük motifle^» bütün cemiyetin yani siyasi cemiyetin kendine bahşetmek ıstiyeceği meslek üstîil humanizmanm. motiflerinden esas itibariler başka olnuyacaklaruıdan, her iki tarafufl takip edeceği metodlar da ayni noktaya doğru yaklaşacaklardır.
Bazıları, düpedüz ilmi bir talim ve terbiyenin modern humanizma için kâfi bir temel okluğunu düşünüyor ve şöyle diyor; İlimler, nazari cepheleri sayesinde, zihni, gcrçcğin^^^mşşiİKiaBilâiılaudırırlar; tat hlî ilim olmak itibariyle dc zihni teknik, estetik ve ahlâk bakımlarından teçhiz cdgriyr...- .
0erçi, tam insanın terbiyesinde bugün ilimler birinri plânda bin rol oynamalıdırlar. Eakat bu rolün kemli basına kâfi ol
86
duğuna kani değiliz. Çünkü evvel emirde ilim, bütiin insandan ziyade müşahhas zekâya hitap eder. Zaten ilmin objektif ol-m asının şartı budur. Sonra, popülerleştirilmiş ilim, ilim bile değildir. İmdi ilmin bütün genişliğine erişen, onun neticelerini düpedüz almakla kalmayıp, ilk olarak içat etmese de yeniden icat edenlerin nisbetj pek azdır. İlmî bilginin ancak taslağını yahut maddesini taşıyan bir zihin, demek ki, tam olmamış bir zihin olarak kalacak, bilgisi dc sathî ve kitabi olacakta.
O halde, bütün insanın ihtiyaçlarına hattâ kültürlü olanlar da dahil, insanların çoğunun imkânlarına daha iyi cevap veren tamamlayıcı bir terbiyeye baş vurmak uygun olacakta. İşte, felsefe ile ilmin zıddı olarak «humaniUs» adı verilegelen metod. budur. Hareket noktası olarak aldığı büyük mevzuların temellendirilmesi ve tenkidi işini felsefe ile ilme bırakan bu metod. o mevzuları beşer nevinin vasıtasız olarak duyduğunu yakından,.yahut bir medeniyetin üzerinde anlaştığı kanaatlerden almakla iktifa eder. Prensiplerine gelince, bunların doğru olup olmadıkları karşısında şüphesiz kayıtsız değildir; fakat çoğujzaman ihtimaliydin sahasında kalır ve bu jlıtima-liyeti, sahte bir kafilik taşıyan bir yakın haline sokup katılaştırmaz. Tatbikatında ise, ayni zamanda mantıkî vuzuh,!dakiklik, uygunluk, vc ifadenin güzelliği gibi estetik bir kaygı ile, İşlediği emin yahut muhtemel hakikatlerin beşerî mânasını aramak gibi ahlâki bir araştırma jile temayüz eder. Bu, dilin — filolojinin men-şedeki mânasına uygun olarak —ı dostu bir disiplindir; çünkü dil, en yüksek mânada beşeri bir şey olmak itibarile, ağır bir insanlık yükü taşımaktadır. Umumi fikirlere olan duyguyu, onların tam İnsanla olan münasebetlerine bağlıyım bir disiplindir. Bir tek faaliyetle günlük aklı kuvvetlendiren estetik zevki incelten, ahlâki muhakemeyi aydınlatan bir disiplindir.
Bizce zarurî olan, fakat, tekrar edelim, kendi kendisine kifayet etmiyen ye kelimenin kötü manâsında toâlâğat» in.
yani kelimenin düşünceye, natıka pcrdaalı-ğın derin estetik ve şiir duygusuna, ahlâkçı gevezeliğin insan! gerçekle hakikî ahlâk! amele baskın çıkmasının tehdidi altında bulunan bir disiplindir.
«Humaııites» lerin taraftarları arasında bii'biriyle savaş halinde iki cephe görülüyor; bu da, «askilorle yenilerin kavgasının» gençleşmiş bir şeklidir.
Bazıları, modern büyük dil ve edebiyatların tetkikinin, modem ahum anites» lcr için kâfi ve uygun bir silâh, klâsik filolojinin ancak mütehassısların meşgul olacağı bir lüks olduğunu, çağdaşlarımızın onu feda etmekle bir şey kaybetmiyecek-lerini, çünkü — Eflatunla Cicero’danberi gerçekleşen terakkilerden sarfınazar — eski çağ kültürünün esaslı olan tarafının modern garp kültürüne geçtiğini söylüyorlar,
Ötekiler, böyle bir feda edişin kayıtsız olamıyacağını iddia ediyorlar, Bunlarca, bir kültür tekâmülünün sonunda durup, olgunlaşmış meyvalarını toplamakla, tekâmülün tâ başmdan beri gidilen yolu zihnen (tabii ke.ıtirme olarak) yürümek ayni şey! değildir. İkinci metod daha mükemmel] bir temcssülü temin eder. Şüphesiz, /d-ıirlerin tarihi bunun bir dereceye kadar yerini tutabilir, fakat o da orijinal metinler ve ana dil ile uzun bir hasiyetin yerini bUsbföün tutamaz.
Demek ki görünüşe göre, hakikî hümanist metod, modern filolojilerle klâsik filolojinin tetkikini terkip etmelidir. Bu ülkünün amelî cinsten rastlıyacağı güçlükleri ve hakikatte ya seçmek yahut da tevazünü zor bir tavizle iktifa etmek lâzım geleceğini inkâr etmiyorum. Fakat bu nokta, ileri sürülen karşılıklı delillerin taşıdıkları değerlere dokunamaz.
Şimdiye katar, modem garplının noktai nazarından konuştuk. Başka ana kültürlerden çıkmış medeuiyetlere uyacak hümanist metodun tayini mevzuu bahs olunca.ttahi mesele başkalaştığı gibi daba güçleşir. tnsan nklımn kendi şuu
87
runa varmasında Yunanla Roma pek mü him bir rol oynamışlardır. (Birincisi, felsefî ve ilmî akılda, İkincisi ise hukuki akılda) ; öyle ki, bunların düşüncesiyle temas edince hiç faydalanmadığını ileri sürecek kimse olamaz. Fukat klâsik donen kültürü başka ana kültürler yerine tamamen ikameyi iddia etmek açık ve haksız, mübalâğa olur. Bu nokta üzerinde tafsilâta giri-şemem: burada kendine en uygun sentezi
tayin etmek neticede her milletin kendi işidir.
Son olarak şu nokta üzerine duralım: Hakiki bir humanizma. hususî kültürlere riayet etmek, onları canlandırmakla beraber, aralarında verimli bir müdahale temin etmeğe, bütün kültür değerleri, kaynakları ne olursa olsun, zenginlikleri ve gerçeklikleri nisbetlnde ileri götürmeğe gayret etmelidir.
Humanizma...
BÖyte duruverdiğime şaşmayın, bir gün sayın mebus profesör Suut Kemal Yetkin, irfanın ne olduğunu anlatmak ie-tiyen bir yazısına, coşarak: «Kültür... Kültür...» diye başlamıştı; benim istediğim onun gibi coşmak, ışı şiire dökmek değildir; zaten eiimden gelmez. ( Humanizma -dedikten sonra durdum, çünkü benîm dilimden olmıyan, benim dilime uymıyan o kelimeyi yazmak dahi bana ağır geliyor. Sırasıdır, söyliyeyim: Avrupa dillerinden öğrendikleri kelimeleri öz mallarıymış, yüzyıllardır alıştıkları sözlermiş gibi kullananlardan nefret ederim; ne yaptıklarım bilrniyen, çoğu iyi ögrenme'j.kk rı dillerle caka satmak istiyen zavallılardır. Öylesine zavallılara acınmaz, onlardan ancak nefret edilir. Hele pek çoğunun koyu milliyetçi geçindikleri de düşünülürse hem nefret edilir, hem de kellemiz düşünülerek korkulur... Ne yapalım ki o «humanizma-kelimesinin daha bir türkçesini bularnadik: şimdilik kullanalım, ama bir Türk için, hele kendisinin milliyetçi olduğunu ikide bir bağırmak zorunda olmıyan bir Türk için ne kadar «yabani» olduğunu da unutmıya-lım. __ __
Humanizma, benim anladığıma^ göre, ihsanı kendi çevresinin, -.kendi zarciamnın dışında düşünmeğe alıştıran yoldur.
NurullaJı Ataç
Lise öğretmenlerinden
Btr inşan kendi çevresinin, kendi zamanının dışında düşünmeğe alışmakla kendi çevresinden, kendi zamanından kaçınmış mı olur? Bunu sormuyorum; hattâ insanın kendi çevresini, kendi zamanını iyice anlamak, iyice-kavramak için onların dışında düşünmeğe alışması gerektiğine inananlardanım. Anlamak, kavramak, hele çevreyi. Zict, u ı anlamak, kavramak ancak karşılaştırma ifl kıyaslama ile olur. Yalnız kendi revresinç »kendi lamanma büzülmüş adam kendi çevresine, kendi zamanına ancak esir olur, onları anlamaz. «Hayratı olur» da demedim, çünkü «hayranlık» ■akdia kabul etmek demektir, onlarınki ise işlerine geldiği için, bir çıkarları olduğu içim çevrelerine, zamanlarına benliklerini hürriyetlerini feda etmektir. Menfaatlerini feda etmek değil, benliklerini, yani kendilerinde seçen, beğenen, menfaatten iistün değerlere inanan, onlar için canını da vermeğe hazır olan, yahut olabilecek günü feda etmek. Bugün topyekûn insanı sevmîyen kabul etmiyenkr arasında menfaatlerini fedaya hazır kimseyi bilmiyorum; gerçi gidip sınırlarda ölenler var; ancak onlar da mallarını, soylarım, Hoplarım, oymaklarını, boylarını, yani en sonun-dagene kendilerini korumak, kurtarmak için ğidiyöidar. Eu şiıcak benbenlikten yani nahvötteıı gelir, gerçek fedakârlık sayılmaz, tam tersine, menfaat için uğraş
88
manın tâ kendisidir.
Tarih anlayışa olmıyan adam kendisini geçmişsiz, geleceksiz bir «ada» da yaşar aandığı. için kendisinde bulunan imkânları da gerçekleştiremez. Tarih anlayışını ve
ren en iyi yol da lıunıatıisnıa’dır yani medeniyetin anaları olan ölmüş dilleri şiirleri, felsefeleri ile öğrenmektir. Niçin bugünkü diller değil de ölmüş diller? İzin verirseniz onu başka bir gün anlatırım.
Doçent Orhan Burlan Ankara Üniversitesi
Huııuınistna, onu doğuran insan gibi, bir uzviyettir. Her çağ ve her iklim bu uzviyetin gelLşmesine tesir etmiştir. Bugün onu lıâlâ lıir «Yunan ve IZıtin dilleri âşıklığı» diye düşünmek yanlış anlamak olur.»
Fikir piyasasında bulunan herzeyi sorup anlamak, okur yazarların yersiz olmı-yan bir meraklıdır. Böyle bir meraklı bugünkü fikir piyasasına bakanların gözünden şu manzara kaçmıyacaktır sanırım: bir tarafta, bu giin ve bu yerin kayıtlarına karşı koyup yalnız hakikate inanmak azminde olanlaar. öbür tarafta, insanı zaman ve mekândan ayırmanın hem imkânsız hem isabetsiz olduğunu düşünüp hayatımızı ona gen e ayaı-lıyalını diyenler. Birinci tarafta, ilim adamlarından insanlık adamlarına kadar oldukça alacalı bir küme; ikinci tarafta, milliyetçilerden ırkçılara doğru uzanan daha az çeşitli bir küme var.
İlim adamlarının görüşü : hâdiseleri her yer ve her zamana göre tespit etmek; sonra, hiç bir suretle değişmiyecek hakikatleri bunlardan çıkarmaktır. Eğer ı-uh âleminin seyri de madde âlemindeki gffü olsaydı — yani ruh hadiseleri de her yerde ve her Zaman eş çıksaydı — fikir için en salim yol ilmin, tuttuğu yol otodii. tşte. insanlık adamları bir bakıma böyle bir benzerliğe imi Diyoritti*. Onlar için, nasıl maddenin değişmez bir takım vasıfları varsa insanın rtn değişmez isteMerjj-fâhdıi'. Bu değişmez isteiderdenife inaanlılijkaııuıı-lanna, insanlık l&kikatfirine varılır. Hakikat savaşma giriş irken de şunu taıutrpa-
mabdır ki: nasd ilim için hayyiz mekân fikri, illet fikri maddenin kanunlarını bul-muk işine koyulurken temel olarak alınan fikirlerse; öylece, insanlık için de müsavat fikri temeldir ve bütün dünya insanları-nnı selâmetini sağlıyan hakikatler bu temelden başlıyahak kurulacaktır.
Milliyetçiler için iş: bir kaç yüz (yahut bin) sene önceden bugüne kadar uzanan bir ziLiuii.il bölümünü, ve yer yüzünde bi tti bir kura parçasını temel alıp — daha geüiş imkânların Çıkacağı giine kadar — yalnız bu zaman ve mekânla ilişiği olanla-nnjselâmeünö bakmaktır. Düşünülecek tek 7, cins cins toplulukların mahşeri ortasında kendi topluluğumuzu sağ ve ayakta t"tmaktır. Ya ötekiler? Onlar da, tıpkı bizim gibi, kendi başlarının çaresine bakmak zorundadır. İrkçılar bu görüşü güçleri yettiği kadar teksif ediyorlar; insanlık tarihinde müsavatın hiç bir zaman gerçekleşememiş olduğ unu hatırlıyarak, «yalnız sağ kalnuya bakacak değiliz, diyorlar, Üstün bir topluluk olageldiğimiz gibi üstün olagıdeceğiıııize de İnanıyor ve bunun için ihü«ıde’eyi göze âlnıtık icabettiğini kabul ediyoruz.»
■SbklmAyahtrirhaySJm, binbir mücadeleden sonra, vardığı fili neticelerin hepsin-dg doğruluklar var -— ama eğrilikler de olabilir. Her inşam; ilmin tarafsızlığına
minnet vc hayranlık duyar; insaniyetçili-ğin tel» bir kişiye bile kıymak iatemiyen hudutsuz sevgisinden ürperir; milliyetçiliğin, parçalanıp dağılmış bir dünya ortasında, kendini derleyip toplamak gayretini alkışlar; zamanın yokedici kuvvetlerine karşı beka diye şahlanan ırkçılığa saygı besler. Bununla beraber, farketmemek de elde değildir ki: ilmin tarafsızlığı, maddeye olduğu gibi insana da bizi hissiz bak-tırabilir; insaniyetçiliğin eşlik gayreti, bizi kalbimizle kanımızın sesine sağırlaştırabilir; milliyetçiliğin kendini düşünmek kaygısı ile bir gün her şeyde menfaatini arar kişiler haline gelebiliriz; ırkçılığın üstünlük fikri ise bizi, kendinden başkaları için hayat hakkı tanımıyanların zulmüne vardırabilir.
Peki öyleyse, neye bağlanacağız? İfratlardan kurtulup ortalama bir yol nasıl bulacağız? Herhalde ilmin tarafsız araşü-ncılığı. insan olmak haysiyetiyle, vazgeç-miyeceğinıiz bir vasıf olmalı. Zaten insan aklının daima sormak, sebepler bulmak ihtiyacı, araştırmanın tabiatimize kök salmış olduğunu her an bize tekrarlıyor, maddî ve riyazi İrir bütün blarak âlem, ruhî ve içtima bir varlık olarak insan haklımda aklımız her an binbir yeni sorguy takılıp cevaplarını vermiye uğraşıyor.
Öbür taraftan, tabiatımızda oljnıvan bir şeyi, yani tarafsızlığı da gücümüz yettiği kadar beninıaemiye çalışmalı. Çünkü, nasıl ilim görünüşe aldanınca doğru neti
celere varamazsa — meselâ, güneş, dünya etraf nida dönüyor derse — öylece, akıl da peşin • hükümlerin gölgesinde işleyince yanılır — meselâ, canlı şeylerin resmini yapmak günahtır der.
Ancak, akıl tarafsızlığını adaletim nereye kadar götürsün? Mesele bunda. Sevinçlerini, dertlerini, kazançlarını, kayıplarını paylaşmakta aileden millete kadar yükselen insanlar, henüz, kendilerine daha geniş bir harman yeri seçememiş bulunuyorlar; hattâ Dante’nin altı yüz sene önce düşündüğü Avrupa birliği bile gerçekleşmiş değil. Çünkü tarafsızlığı — ister fert, ister millet olarak — bütün birliklerin aynı zamanda ve aynı samimiyetle tam bur surette benimsemeleri sağlanamıyor.
Bu demektir ki. yaşamak istiyorsak hayatımızı yalnız değişmez hakikatlere değil, değlgen’vakıalarıt göre do düzenlememiz lâzım. Yeter ki, hakikatin nerede durup vakıaların nerede başladığını bilelim; aklımızın irşadına kulaklarımız hep tıkalı olmasın: hayatımızda bugünkü zaruretlerle kabul ettiğimiz teaslarıtı yerine, imkân bulunca, muhakememizin »hiç bir peşin hükme k ııımadan buldum, doğrudur! dediği esasları geçirnıiye azmetmiş olalım, .
Anlamalıyız ki bu dünyaya, akimın ı ı yişiiıc inanıp bclbağlayan bir insan oğlu: ona da, tarafsızlık disiplinini rneşkede-eek hakikate eriş yolu gerek. Humanisma bu yolculuğun hikâyesidir.
Büyük Bir Amerikan Romancısı; Sieinbeck
Ncnnin Meuvmencioğhı
İki üç senden beri John Steinbeck’in romanları İstanbul ve Ankara kitapçılarında tek tiik bulunmaktadır. Son zamanlarda The Moon is Dımn (Ay Batarken) romanı bizde epeyi satılıyor. Her yerde çok rağbet gören ve bir Holivut sinema şirketi tarafından 300.000 dolara satın alınan bu eser maalesef Steinbeck’in en kötü eseridir. Bu eserin bu kadar muvaffakiyet ka-zamanınm sebebi, evvelâ Steinbeck’in büyük şöhreti, sonra lıarbo dair romanlara karşı halkın büyük alâkasıdır: çünkü bu roman, isim zikretmeden, bir Norveç kasabasının. Almanlar tarafından işgaline dair bir hikâyedir. Fakat bu isimsiz kasabaya muharrir ancak ruhsuz, cansız kuklalar yerleştirebilmiş. Kendi Kallforni-yaşından, içten bildiği ve sevdiği insan tiplerinden uzaklaşınca,, sağlam bir yapı kuramamış, bir Avrupa, belediye reisinin zihniyetini, bir Nazi zabitinin haleti ruhi-yesini hiç bir temele dayaıımıyarak tasavvur etmiş. Bell«dc Holivudu biraz fazla düşünmüş. Her halde Steinbeck’in ayarını Ölçerken en insaflı hareket bu esere hiç ehemmiyet vermemektir. Norveçlik ri ve Nazileri ne gözle görürse görsün, Amerikalılar hakkında zamanımızın üç dört büyük r(>inanını vermiştir. Bunlardan Gazep Dziimlari ismini taşıyan .‘birine «yirminci asrın en mükemmel AtUerikan roman» deniliyor, Scinbeck’i tanımalı isti-yenlcr asıl bu eserleri okumalıdırlar.
John Steinbeck 1900 senesinde İMİ-forniynda doğmuştur. Babası Kalifornlya-nın krf'çük bir memuru, annesi bir ilk mektep hocası idi. Üniversiteye giliğı zaman yalnız kendisini alâkadar etten mevzulara çalıştı. Üst kısmına pek ehemmiyet vermedi. Esasen kararım vermişti: roman- yazacaktı. Biı- aralık Amerikanın taköbüV ucundaki Neıvyork şehrine gitti, orada geçinmek için gazetecilik, duvarcılık, ba
danacılık yapU, gündelikçi amele oldu, ileride kitaplarının şahıslan olacak insanların bayatına karıştı. Sonra tekrar batıya avdet etti. Bir taraftan da durmadan hikâyeler yazıyor - fakat ilk zaman kendini tutturamıyordu. 1929 da neşredilen birinci kitabı hemen hemen hiç satılmadı. Bir iki sene sonra neşrettiği iki kitap ta okunmuyordu. Ankara'da Steinbeck’in hu zor günlerini hatırhyan bir Amerikalı gazeteci ve muharrir var. basan anlatır: Steinbeck ve karısı küçücük bir evde otururlarmış, çok defa yemekleri yalnız kuru ekmekle bir kadeh çoraptan ibaretmiş. Karısı ona devam etmesi için cesaret verir - kendi için de hikâye anlatmak, bildiklerini söylemek. âdeta bir ihtiyaç. O seneler Amerika’nın büyük buhran seneleri idi. 1934 de Steinbeck’in doğduğu Salinas şehrinde marul işçilerinim büyük bir grevi oldu. Bu grevden ilham alarak 1936 da Steinbeck İn Pubious Bııttle (Sonu Belirsiz Savaş) ııdtı bir roman neşretti. Bir aene evvel neşrettiği kısa hikâyeler nihayet alâka uyandırmağa başlamıştı. Bu roman çok okundu — çok beğenildi. 1929 da yalnız kendi «h,-r.üle meşgul olan halk Roosevelt’in cumhur reisliğine intihabındı.!! sonra bir çok reformlarla, yeniliklerle alâkadar olmağa başlamıştı. 1935-39 seneleri belki Amerikanın şimdiye kadar yaşadığı en ileri senelerdir. Bu seneler zarfında Amcrikadılar kend ilerini büyük milli cereyanların üyeleri «durak gördüler, ve bu hal sanatlarına ve bilhassa, edebiyatlarımı aksetti. Sonu Belirsiz Savaş hem bir Kaliforniya romanı, hem «le m!ffl bir romandı, çünkü anlattığı olaylar o sıralarda bir çok Amerikalıların yaşadığı olaylardı. Hem muharrir, hem okuyucular aynı zamanda inkişaf ettiler. 1929 da. okunulmayan Steinbeck 1936 da fiöhret Sâlıibi oldu.
5 Biraz sonra Fareler ve tnsmılar (Of M®e and1 JİeA adlfeyeni bir hikâye yazdı.
91
Yeni roman piyese çevrildi, ve uzun zaman NevvYork’ta ve başka şehirlerde oynandı. Artık Steinbeck'in ismi Amerika'nın her tarafında işitihııişti. Kaliforniya’da, Los Gatos isminde bir küçük kasabaya çekilmiş, orada yalnız yazı yazmakla meşgul oluyordu. 103Ö senesinde neşrettiği Gazep Üzümleri (Grapes of Wrath) edebiyat dünyasında bir bomba gibi patladı. Amerika'da herkes tarafından okunan bu eser derhal filime çevrildi, ve filim do senenin en büyük sinema mükâfatını kazandı, (İki sene evvel bu fiUm İstanbul'un ikinci derece bir sinemasında gösterildi, fakat dekorlar pek sade, şahıslar pek fakir insanlar olduğundan görmeğe gidenler az oldu. Vakıa baş rolde bizde genç kızların pek beğendiği Henry Fondu vardı (1). Olayların mühim kısmı Kaliforniya'da geçtiği için, Kaliforniya Çiftçiler Birliği ve ona benzer başka kuvvetli patron grupları Stelnbeck’c Çok öfkelendiler. Tıpkı Almanya’da olduğu gibi kitabını toplatıp yaktılar. Romum sinemaya çeviren şirkot Steinbeck’in hikâyesinin hakikata uygun çl’up olmadığını kontrol etmek için Koliforniy.ı’ııııı büyük çiftliklerine kendi müfettiglcriıy,gjaıdcrdi. Bunlar dönüşte hakikatin Steinbeck'in anlattığından çok daha korkunç olduğunu söylediler. Bu sıAda, Amerikan hükümeti nin bir memuru Kaliforniya'nın ziraî durumu hakkında Tarlalarda Fabrika ismi ile gayet ciddi bir eser neşretti. Bu eser Gazap Üzümlerinden evvel yazılmıştı, ve romancının tasavvur ettiği hikâyenin olaylara ne kadar uygun olduğunu istatistiklerle ispat ediyordu.
Kaliforniya - bu sihirli kelime gözümüzün önünde türlü tiirlii renkli tablolar canlandırır. Çamlı dağlarım, hurma ağaçlı sahillerini, kaktüslü çöllerini sinemada çok gördük. Dört nal [giderken isimlerim» ilk harfini tabanca ile ağaçlara yazan cotrhoyian biliriz. Elân İspanyol ismi taşıyan şehirlerin inkişafı, altın
-------------r l 1 ■ T ı'1
(I) Bu filim "lekeli Mam,. Avla «2 ıS^p harında Ankara’da da »sterildi
koca yolsuz~kıt'ayı kanları ve çocukları ile öküz arabaları içinde geçen muhacirler, ilk trenlerin inşası - bunların hepsi Kaliforniya'nın tarihinde heyecanlı birer fasıl teşkil eder. Fakat Steinbeck’in anlattığı şeyler bunların hiç biri. değü. O, şehir kadar büyiik meyva ve sebze rançlanndaki (çok büyük çiftlikler) amele hayatını anlatır ve onun Kaliforhiyası sinemadaki veya başka romanlardaki Kaliforniya’dan büsbütün başkadır. Ancak Tarlalarda Fabrika gibi son yapılan araştırmalarda aynı hakikatin karşılaşıyoruz.
Kaliforniya yolu açıldıktan sonra münbit vadilere ilk yerleşenler hırsızlıkla, haydutlukla yüz binlerce dönüm toprak sahibi oldular. Kimi çok daha eskiden yerleşen tspanyol ve MeksikalI derebeylerini, kimi yeni kurulmuş Kaliforniya hükümetini dolandırdı. Bîr dolara bin dönüm alan, ha ttâ bir dolar verip de yirmi, otuz bin dönümün sahibi çıkanlar oldu. 1860 ile 70 arasında beş altı yita,kişi..en güzel toprakları paylaştılar. Bu yerlerin bir çoğu daha sapan görmemişti. Bedavaya sürülmesi için sahip şahıs ve şirketler binlerce insanın şuraya buraya küçtlk çiftlikler kurmalarına müsaade ettiler. Tam mahsulleri yetiştiği zaman, «Bu topraklar bizimdir» diye çiftçileri dava edip hepsini sokağa attıktan sonra, kendileri hazn- sürülmüş, ekilmiş arazüerc yerleştiler. Bugün bile Kalilomiya, toprak dağıtımı bakımından, AvrupalIm en geri memleketlerine, Lehistan ile Macaristana, benzer. Hattâ çiftlikler daha muazzam olduğu ve memleketin kuruluşu daha geç geliştiği için temerküz daha müthiştir. Öyle toprak sahipleri vardır ki, rançları dahilinde trenle dolaşırlar. Fakat bu rançları işletmek tarzında AvrupalI derebeylerdeıfl ders almıyarak en son fennî ve sınaî yardımlarla kendi metotlarını icat etmişlerdir. Rançlara kilometreler boyunca ayni mahsul ekilir: elma, Şeftali, itelim, fliıarul,; kuşkonmaz, d(>-matşş v.s. /e bazı jçrlepde pamuk. Mahsulleri toplamak zamanı gelince Ameri-
92
k&'nın her tarafından amele çağırılır (hattâ eskiden amele Çin'den, Japonya'dan ve Filipin adalarından da getirilirdi.) 1000 ameleye ihtiyaç varsa, 2000 kişi için ilân dağıtılır. En az 10.000 kişi bu ilânları okuyup yollara dökülür. Çiftçilerin emri altında aç ve sefil bir amele ordusu toplanmış olur. Ne kadar az para verirse versinler, 10,000 kişi arasında hemen hemen bedavaya çalışmağa razı olan 1.000 kişi bulunur. Ve milyonlarca dolarlık şeftaliler, elmalar, teker teker toplanıp hiç çürütülmeden sepetlere yerleştirildikten sonra (bir sepette bir çiirük meyva çıkarsa hepsi atılır, parası verilmez) seyyar ameleler gelecek ilk bahara kadar paydos edilir.
(Bu vaziyetin bir küçük minyatürünü bizim de münbit cenup topraklarımızda görmek mümkündür. Konya ovasından vc başka kurak yerlerden Adana ve civarına binlerce seyyar amele gider, orada gayet ucuza çalışırlar, onlara köy filanlarında hususi ekmek pişer, Adana ziraî usullerini bilen okuyucular Kaliforniya'daki çok daha büyük mikyasta ve daha «standardize» bir tarzda mevcut olan amele muhaceretlerini kolaylıkla tasavvur edebilirler.)
Steinbeck'in Gazep ÜziinıleriaiSJ/azdı-ğı sıralarda Amerika'nın oıta taamları, bilhassa Oklalıoma, Teksas ve Arkansııs vilâyetleri, çok kuraklık gördüler. Toz fırtınaları buğday ve mısır tarlalarını mahvetti, Aç kalını çiftçiler her şeylerini satıp aileleri ile beraber eski piiskü otomobillere yüklenip yer yüzünde bir cennet alarak meşhur olan Kaliforniya'nın yolunu (.uttular. Amerika'nın asfalt yollan dört sıra üzerine arka arkaya dizilmiş arabalarla doldu. Bir kısmı Kaliforniya'ya gidenler, bir kısmı da orııy» gitmiş, büsbütün aç kal mış, şimdi de dönüş yolunda iş arıyorlardı. Gazep Üzümleri böyle bir ailenin hikâyesidir. Aileyi evvelâ Oklaîoma’da, derli toplu bir çiftçi ailesi olöak görüyoruz. Çiftlik onların değil, komşu çiftliklere beraber bir şirketindir. En büyük oğul Tom bir kavga esnasında adanı öldürdüğünden
dört sene hapiste yatmıştır. Fakat fena bir adam değil, sadece haysiyetine dokunulmasına tahammül edemiyen, çabuk öfkelenen bir delikanb. Toz fırtınaları Joad ailesinin bulunduğu havaliyi de kapladığı zaman şirket buralarda mısır ve buğday ektirmekten vazgeçer, pamuk ekmeğe karar verir. Evleri yıktırır, çiftçileri sokağa atar. Joad'lar çoluk çocuk (tam on iki kişi ) eski bir kamyon satın alırlar, kurtarabildikleri eşyayı ona yükliyerek Kaliforniya yolculuğuna çıkarlar. Evvelâ başlarına gelen felâketi iyi kavrıyamazlar: onlar dilenci değil, o zamana kadar namusluca hayatnu kazanan insanlardır. Vc en mühim şey: bir grup, bir aile teşkil ediyorlar. Ma (ana) Joad’un daima dediği gibi, birbirlerinden ayrılmadıkça, hep beraber düşünüp beraber hareket ettikçe, onları kimse yenemez. Bu ana tipi belki modern edebiyatta yaratılan cn kuvvetli ve en sevimli tiptir. Uzun yolculuk esnasında ana hepsinin derdin® çare bulur, durdukları yerlerde acele kurulan çadıra bir aile ocağı havası vcnııiye çakşır, kocasına, çocuklarına, ne yapıp yapıp sıcak yemek pişirir ve büyük anne yolda hastalanıp öldüğü vakit belediye memurları kamyonu durdurmasın diye ölünün yanında yatan anne, Kaliforniya’ya, varılıncaya kadar kinıaeye bir şey söylemez. Fakat bu büyük kadının bütün sarfettiği gayretlere rağmen felâket aileyi bir Bel gibi götürür. Çiinkii kendilerini öyle biı- vaziyette buluyorlar ki, şahısların iyiliği veya kötülüğü bir şeyi değiştirmciyor. Yiız binlerce kişinin başına gelen bu felâket koca Anıeri-nin' içtimai yüzünü değiştirmektedir. Ba-badan oğııla çiftçi olan Joad'lar, yollarda yavaş yavaş hüviyetlerini kaybediyorlar. Nihayet Kaliforniya’ya vardıkları zaman dağın tepesinden cennet gibi gözüken yeşil vadiler, içlerine inilince cehenneme dönü-yor. Topladıkları bir ton şeftaliye bir dolar verenler onlara, köle gibi muamele ediffior. Grev' yapmasınlar diye etrafları peltelerle. tabancalı .sivillerle sarılıyor. Ellerindeki para da artık tükenmiş.
93
Yol kenarlarında seyyar amele hayatı yaşıyorlar. Ancak Amerika hükümetinin seyyar ameleler için kurduğu kampların birine bir müddet için sığınabildikleri zaman insan olduklarını tekrar hatırlıyorlar, çllnkii bu devlet müessesesinde onlara insan muamelesi yapılıyor. Fakat işsizlik yüzünden buradan uzaklaşmağa mecbur oluyorlar. Yolda büyük baba ve büyü k anne ölmüştü. Kızın genç; kocası bu sefalete dayanamıyarak kaçıyor, kız yollarda bir çocuk doğuruyor, fakat çocuk dünyaya ölü olarak geliyor. Tonı bir arakdaşını haince öldüren bir polisi vuruyor, ailesinden ayrılıp saklanmağa mecbur oluyor. İkinci oğul bir genç kıza âşık olup onunla evlenmek için ailesini terkediyor. Aile gitgide küçülüyor, küçülüyor, fjimdi de son bahar yağmurlan başlayınca, bir sel kamyonla içindekilerin! alıp götürüyor. Aile çır çıplak kalmıştır. Onlar arlık amele de değil, yol serserisi. Fakat bütün bunlara rağmen beraber kalanlarda öyle bir hayat sevgisi, bir insan haysiyeti var ki, onları hiç bir şey kıramıyor. Vc yağmurdan bir ambara sığınalı aileden ayırldığımız zaman düşünüyoruz ki bu nisanlar iyi ve rahat bir hayat yaşamağı leralı ferah hnkketmişlcrciir, ve başlarına gelen felâketten kafiyen mesul değildirler.
Bizim rahat Ankara oturma odalarımızdan on beş bin. kilometre uzakta cereyan eden bu millî faciayı muharrir ne mükemmel canlandırmış! Halbuki hiç bir zaman ahlâk dersi vermeden, iktisat istatistiklerinden bahsetmeden, sadece hikâyesini anlatıyor, bir takım insanları yaşatıyor. İşte geçen harpten beri Hemingway gibi, Dos Passos gibi büyük Amerikan romancılarının takip ettiği usul: muharririn sesi işitilmiyccek, sadece şahıslar ve olaylar konuşacak. Prouat’ların, James Joyce'la-rın tam aksine, şahısların kafalarında dolaşan düşüncelerden hiç iz yok. Hikâye şuurlu bir «reporter» tarafından naklediliyor, hareket hep düşüncelerin haricinde cereyan ediyor. Fakat böyle olduğu halde (veya belki böyle olduğu için) insanların tâ içine kadar girebiliyoruz, hareketlerinin sebeplerini anlıyor, onların hayatını biz de yaşıyoruz.
Kaliforniya’da Steinbcck’ten bir nesil evvel yetişen biiyük bir muharrir var, bizde oldukça çok /okunur ve sevilir: Jack London. Büsbütün başka bir tarzda muvaffak olan Jolın Steinbeck. Jack London gibi okunmağa ve sevilmeğe lâyıktır. Ümic ederiz ki yakında eserleri Türkçeye tercüme edilir.
"Yirminci astın «n mükemmel Amerikan ramanı,, unvanım kazanan ve derhal bir çak oarp dillerine çevrilen "’Gazep üzümleri,, IGrapes of V/rath) romanından, arazisini koy beden çiftçilerin iş aramak için çıktıklar» Kaliforniya yolculuğunu anlatan bir parçayı okuyucularımıza veriyoruz. Bize öyle o eliyor ki, bu parça bugünkü romanın geliıfiği istikameti belirten güzel örneklerden biridir.
«Gazep üzümleri» nden
XII.
Jolıs Stcinbeck
66 inci şose - memleketin en mühim göç yoludur. 66 nın sonsuz asfaltı, harita üzerinde Misisipi’dcn Bakersfield’e dalgalanır - kızıl topraklarla kül rengi topraklardan geçerek, dağların etrafına yılan gibi sarılarak, büyük Kanyonların öte tarafındaki kızgın ve korkunç çöle iner, ve tekrar dağları aştıktan sonra Kaliforniyumu zengin vadilerine varır.
66. firar eden bir milletin yoludur. Tozdan ve kurumuş topraktan, traktörlerin gürlemesi ile yıkılan çiftliklerden, çölün şimale doğfu İlerleyişinden. Tekstisin bıçak gibi riizgûrlarmdan, toprağınBerve-tini alıp götüren sellerden uzaklaşmak için kaçan bir millet Yan şoselerden, asfaltsız köy yollarından 66 ya dökülüyorlar 66 ana yoldur, öraByolu.
Clarksville. Ozark. Van Buren v>-Fort Smith’e kadar 64’ ii takip edinfeimdi Atkansas bitti. Oklahoma City'ye tloğru giden yollar ( ok: Tulsadan aşağı 66, Mac Alestcr’den yukarı 270, VVİchita Falis'dau cenuba 81, Enid’den şimale yine 81.. Ok lalıoma City’de:ı batıya doğru 60 gider. El Reno, Clintoıı. Elk City, Tekaola. Oklahoma bitti. Tekeas’m «İmalinden geçmek için, yine 66. Yeni Meksika dıtğhrmı aştıktan sonra Albuquerçııe var. Bir de1 Rio Cfr;ırı-do'yi geçip Oallüp'ıı vardın tini. ( Yeni Meksika da biter.
Şimdi de Ariz&aıım lA’üksek dağlan-nı aşmak lâzım. Dağlardan som» yüksek yaylalar. Sonra kayalıklar. Burada su pa
ra ile satılır. Kolorado nehrini geçince, Al'izona da biter. Nehrin öbür tarafında Kaliforniya var! Ve nehrin sahillerinde güzel bir şehir: Needles. Needles’în ötesi çöldür. 6G çölden do geçer. Çöl bitince güzel dağlar başlar. 66 onlara da tırmanır. Birdenbire bir geçit Aşağı bakınca, güzel bir vâdi. bağlar, meyva bahçeleri, ve küçük evler, vc uzaktaj birşehir. Allahın, bitti, bitti artık bu yolculuk, d
insanlar (bazan tek bir araba, hazan bir küçük kervan) 66 ya akın ederler. Bütün gün yolda yavaşça yuvarlanıp gideri ar, akşam olunca bir su başında dururlar. Eski, delinmiş radyotiirlorden giindii-‘ zlin buhar sütunları yükselir, gevşemiş ir-UbaAHllerinden gümbür gümbür gürültüler çıkar. Ve kamyonları, fazla yüklü otomobilleri kullanan adamlar bu gürültüyü endişe ile dinlerler. Şehirden şehire kaç ki-lonıetredirî Şehir araları korku ile dolu-'•lur Ya bir şey kırılırsa - ee ne yapalım, bir şey kırılırsa biz burada kamp kurarız. Jim şeture yürür, oradan bîr yedek parça satmalır, tekrar bı ıraya ytirür - yemeğimiz ne kadar?
Motörti dinle. Tekerlekleri dinle. Kulaklarınla ve direksiyondaki ellerinle din-ile.'lviıesc .deyen avcımla dinle. Yere basan ayağınla dinle. Bski arabanın horultusun ı bütün duyularınla ehemmiyet vetg.Çıkyıiığı feslcriH- bir parça değişmesi belin yollarda bîr hafta kalmak demektir.
95
O takırdı - supaplardan geliyor. Mühim değil. Mesihin tekrar gelişine kadar devam etse de bir şey çıkmaz. Takat araba ilerlerken işitilen gürültü . hattâ, işitilmiyor -yalnız hissediyor. O fena. Belki yağ yerine gitmiyor. Belki bilyelerin biri gevşemiş. Allah saklasın! Bilye ise, ne yaparız! Paramız tükenmek iizere.
Bu kahrolası sıcak ta ne çekilmez şey? Ne diye ilerlemiyoruz? Dur bir bakalım. Hay Allah belâsını versin, pervane kayışı kopmuş! Al, şu ip parçası ile bağla. Ben uçlan ekliyeyim. Şimdi yavaş git ha - bir şehre varıncaya kadar. O ip parçası pek dayanmaz.
Ah §u araba parça parça olmadan Kaliforniyaya, o güzelim portakal memle ketine bir varsak! Ah bir varsak!.
Ya lâstikler - dış lâstikler berbat bir halde. Bir taşa çarpmazsak daha yüz, yüz elli kilometre gidebiliriz. Durup tamir mi edelim, devam mı edelim? Yamalarımız var. Yamarsak belki beş yüz kilometre gider. Haydi devam edelim.
Bir lâstik almak lâzım. Ama eski lâstikleri de pek pahalıya satıyorlar, insana bir bakıyorlar - yolda duramayacağım kestiriyorlar, Derhal fiyat fırlıyor.
Alacaksan aL İş bu, eğlence değil.. Lâstik satıyorum, hediye etmiyorum. Senin derdinden bana ne. Ben kendi derdimi düşünürüm.
Öteki şehiıc daha kaç kilometre var? Dün buradan sizinki gibi kırk iki araba geçti. Yahu nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz?
Eh, Kaliforniya büyük memlekettir
O kadar da büyük değil ya. Koca Amerika bile o kadar büyük değil. Hiç bir memlekette sizin gibiler ve benim gibiler İçin, zenginler ve fakirler için, hırsızlar ve namuslular İçin - herke» için yer yok. Hem açlar hem toklar için. Geldiğiniz vero dön-senize.
Burası hür bir memlekettir. İnsanJş, teüğî yere gider.
Sen öyle zannet'!- Kaliforniya I lındul devriyesinden haberin vara mı? laos. Ari-
gelos polisleri, sizin gibileri durdururlar, geri çevirirler. Toprak satın alamazsanız Bİ2İ istemeyiz, derler. Şoför vesikan var mı ? derler. Göster bakalım. Alıp yırtarlar. Vesikasız hududu geçemezsin, derler.
Burası hür bir memleket.
Ne kadar paran varsa, o kadar hürsün.
Kalifomiyada iyi gündelik verirler. Bu kâğıtta yazıyor.
Martaval! Ben geri dönenleri de gördüm. Sizi aldatıyorlar. Lâstiği alacak mısın, almıyacak mısın?
Ne yapalım, mecburuz. Vallahi çok da pahalı! Paramız bitmek üzere.
Ben hayırsever cemiyeti değilim. Ver parayı çal düdüğü.
Haydi, pek iyi. Gelin şunu bir muayene edelim. İç lâstik ne âlemde ? Vay anasına, iç lâstik sağlam dedi.n Neresi sağlam?
Nesi var? Sahi be! Nasıl oldu da görmedim ?
Kerata, görmedin olur mu? tabî! gördün. Patlak lâstiği bize dört dolara satacaktın. Seni şöyle bir pataklamak isterdim.
Dur-.canım, ne var kızacak. Fiyatı in-direyiffi Haydi üç buçuk .dolar olsun.
Hava alırsın! öteki şehirde iyisini buluruz. v
Acaba bundan sonraki sehirc varabilecek
Varmaya bakalım. Yollarda geberirim de bu herife on kuruş vermem.
Tüccardan ne beklersin ? Dediği gibi, eğlencldeğil bu.-Ticaret bu... Yalan söylemeden olmaz ki. Git o lâstiği çal, sana hırsız derler. Herif bizim dört dolarımızı gaiııuıga kalkıştı. Ona da ticaret derler.
Arkada Danny su istiyor. Bekliyecek. Suyumuz' yok.
Dinle - arka tekerlekte bir takırdı
İşitmiyorum.
Şimdi işittim!. Ama,duramayız. Islık gibi kir ses! Kamı; kuracak iyi bir yer bulalım! dururuz. Yerrtâ.k üfliyor,. para biti-i.vor, benzin, de bitince ne yapacağız?
%
Arkada Danny su istiyor. Yumurcak susamı®.
Şu arka tekerleğin fısıltısını dinle.
Gitti! Sislere ömür, iç lâstik, filan, hepsi patladı. Tamir edeceğiz. İç lâstiği sakla, papuçlarımız delindiği zaman yamarız.
Yolda siirii ile tamir edilen arabalar, kapotlar havada, lâstikler sökülmüş. 60 mn boyunca yaralı hayvanlar gibi topullu-ya topallaya giden arabalar...
Danny bir bardak su istiyor.
66 nın boyunca insanlar kaçmaktadır. Güneşte asfalt ayna gibi parlayor. ve sanki yolun ötesinde su birikintileri var. Sıcaktan öyle görünüyor.
Danny bir bardak su istiyor.
Zavallı çocukcağız, bekleyecek. Hararetten susamış. İlk geleceğimiz benzin istasyonundan su alırız.
Yolda iki yüz eiiı bin kişi - elli bin eski, yaralı, buğulu, otomobil, yol kenarında bırakılmış harabeler. Onlara ne oldu?
İçlerindeki insanalara ne oldıı’ Yürüdüler mi? Neredeler? Cesaretleri nereden geliyor? İnançları nereden geliyor?
Bir hikâye anlatayım, inanmıyacaksı-nız, fakat hakikattir. Hem tuhaf, hem güzel bir hikâye. On iki kişilik bir aile vardı, çiftliklerinden kovuldular. Otomobilleri yoktu. Döküntülerden bir yedek araba yaptılar, neleri var neleri yoksa içine yerleştirdiler. Çeke çeke 66 nın kenarına getirdiler, orada durup beklediler. Biraz sonra oradan geçen bir otomobil yedek ara bayı arkasına bağladı. Aileden beş kişi, bu otomobile bindi, geri kalan yedisi yedek nrabaya. Ve bir de köpek. İki molada Kali-forniyaya vardılar. Götüren adam yolda yemek dc verdi. Ve bu hakiki bir hikâyedir. Bu kadar cesaret, bu kadar başkalarına inanç nasıl olur? Böyle şeyleri insan nasıl öğrenir?
Gerideki dehşetten kaçan insanların başlarına çok şeyier gelir. Kimisi acı ve çirkin, kimisi o kadar ,-üzel ki inamım inancı daima yenfteniii yiikselir.
" Toprak Kokusu " ndan
Realist romancımız Reşat Enis «Toprak Kokusu» adında Adana’mızm çiftçi muhitini canlı bir surette aksettiren bir roman hazırlamıştır. Umumi bir alâka uyandıracağından emin bulunduğumuz bu romandan bir parçayı okuyucularımıza veriyoruz, «Toprak Kokusu» ve bu neviden diğer romanlar sevinçle karşılanacak eserlerdir. Böyle eserlerin yazılması, artık romancılığımızın Avrupanın dekadan romanlarının taklidinden, gözü yaşlı, iç çekişli mevzuları tatlımsak- bir eda ile işletmekten kurtulduğunu, memleket mevzularını, millî mevzuları realist bir görüşle ve kulaktan işitme tevatire dayanarak değil, fakat bizzat müşahede ederek, ilk elden tanıyarak işlemeğe doğru yöneldiğinin müjdecisidir. Bu realist, halkçı yol, bilyük romana giden yoldur; dünya edebiyatının gelişen kollarının da takip ettiği yoldur. Romancılık sahasında memleketimizin öz sanat kıymetini yalnız memleket mikyasında değil, dünya çapında belirtecek olan eserlerin ’ou realist yoldan ilerlenerek doğacağına inanıyoruz.
Çarşamba sabahı, Elif öğle vaktini zincirle çekiyordu. Elcilerile bir haftalığına pazarlık eden ve avanslarla bağlantısı olmadığı için Amele pazarında kendilerine yeni bir elci ve yeni bir ağa arıyacak ırgatların araşma baba - kız onlar da katılacaklar, şehre ineceklerdi. Boyalı Sakalla Elif, ne yazık ki. felaketlerine sebep olan Zühtü paşa oğlunun tarlasında kazma bitimine kadar ot vurmağa mahkturıdy.lar. Kıştan aldıkları avanslarla elciye sımsıkı bağlanmışlardı; ayrılamazlardı.
Bu hafta, çarşamba gecesini hanlardan. birinde geçirecekler, ertesi giiııü amele pazarına uğrayıp haftalıklarını elciden. alacaklar ve hapishanede Yalçın’ı ziyaret edeceklerdi. ,
Çiftçibaşı Ese ağanın emrile elci, tam öğle üzeri bitmesi lâzımgelen haftayı bir saat uzattı. Bu bir saat, bir gün kadar uzun geldi ırgatlara.... Paydos yaklaştıkça, bir buçuk günlük rahata ve kızgın bir balmumu halinde tepelerine yapışan güneşten kurtulup gölgede diledikleri gibi serinlemeğe kavuşmanın hazzı içinde yeni bir kuvvet gelen kollara birdenbire bitiklik, kesiklik çöktü. Haklarından çalınan bu bir saatin manevî ezası, beş1 buçuk gün kazma vurmanın maddî ıstuiübindSn (kkha ağır geldi onlara...
Bir saat geciken’, pay dosta; ırgat ba-
Reşat Enis şılara uyup ağaya dua; gelecek haftaya niyet ederken ağızlan hayır dileyor, gönülleri zehir ve beddua kusuyordu.
— Öğlene hürmet
— Amin
— Kolumuza kuvvet
— Amin
— Büyüklerimize nusret
— Amin
— Ağamıza devlet
Amin
Tarlaya bereket
— Amin
— Peygambere Halvet
— Allahümme salli alâ seyyidina...
Amele pazarı... Bu bir garip kılık ve kıyafet meşheridir. Hemen hepsinin poturu ve çşketi, Hazreti Ali’nin hırkasından daha çok yama taşır. İçeri kaçmış gözleri umumiyetle trahomludur; çapaklıdır, fersizdir. Sankara, tıraşlı suratları, tedavi, görmemiş sıtmalarının izini taşır. Sıska ve'çeîîmsizdİrfer. teni taburcu edilmiş hastalar gibidirler.
Taş köprünün başı, Kale kapısı, perşembenin daha çok erken saatlerinden ikindiye kadar-, bir mahşerdir. öyle bir kıyamet günü ki, ırgadın günaliı, sevabı burada taayyün eder; iyi ırgat çabuk ve yük
98
sek haftalıkla iş bulur. Az haftalık alanlar dışarıdan gelen işçilerdir ki, ağalarda ve çiftçi başılarda bunların «kısa çabştık-lan», acemi oldukları kanaati vardır. Az punı verilir bunlara..
Cenupta ziraat amelesi leylekler gibidir. Mayıs ayında Adana'ya âdeta bir cAmedeni laklak» 'başlar. Yakın şehirlerinden, kasabalarından, köylerinden kalkıp: pamuk tarlasında ot dövmeğe, ya ekin biçmeğe gelen amele kümelerine hemen hır sokak başında raslanır. Bunlar da, leylekler gibi, mevsim farklarından istifade ederler: Çukuryvada hasat, her yerden öncedir. Memleketinde kendi tarlasının ekinini top-lıyabilmek için, ihtiyaç duyduğu parayı Adıına’da el toprağında bir ırgat gibi çalışarak biriktirir...
Amele Komisyonunun tesbit ettiği haftalıkları bağıra bağıra haykıran tellâlların sıtma görmemiş sesi; bir Sûru İsrafil gibi; bina gölgeliklerinde çömelen, çömel-diği yerde uyuklayan,jŞâlorg salonunda beton döşemeye yan yana dizilmiş, otopsi-sırası bckliyen. ölüler gibi kaldırımlara uzanmış knlruış ırgatları bir autla diriltir; ayağa kaldırır.
Amele pazarı, âdeta bir cephe gerisi karargâhıdır. Beş buçuk günün kayıplan, kulaktan kukığa, ağızdan ağıza burada fısıldan) r.
Şu, rengi unutulmuş fötrii kulakları na kadar geçmiş top sakallı ihtiyar, içlerine birer parlak boncuk oturtulmuş gibi duran sümüklü burnunun deliklerini aça aça konuşuyor:
— Ne zehir memleketi Ne zehir memleket!.. Yüzdü kişilik kalfeden (kafile demek istiyor) altmışı haftayı tanıgmiama-dan geri döndü şehire Şırak, maf ediyor insanı... Burada bir hastalandın mı, çek memlekete gayrtk... Aklın basma gelmez... Bakanın olmaz, cebenin olma».. Yüzelli kişiden tam ilç karhan.yendik biı^ıafUu.JŞo-ğuksu dökmek, gölgeye kaçırmak, ateşi dışarıya versin diye vücımunıı -ispirtp,çalmak para etmiyojjj güneşi vurması, yıldırım vurması gibi bir .Şey.. Sıtmadan çektiğimiz
de başka... Paran varsa doktora gidip iğne vurdurursun. Kendini fazla geçirmişsen, ağaya yüz suyu dökiip bir ilmühaber yaptırır, hastahaneye yatarsın. Kurtulman doktorun merhametine kalmış bir şey...
Pofurduyor: tasasını delice ve şuursuzca bir ııeş'eye boğmak istiyor:
— işte geldim, işte gidiyorum. Şen olaBin Halep şehri...
Yeşil gözlü, tıraşı uzamış şehirli bir batoz işçisi derdini döküyor:
— Kılçıklı arpa yemekten avurtlarımız yara-oldu. Kılçıklı arpaya bir kurban da biz verdik. Meymenetli Rcceb’in barsa-ğuıa saplanan bir kılçık, hemencecik olduğu yerde yara açtı; teker nıeker götürdü biçareyi...
Amele pazarı, dert kuyusudur. Herkesin, derdini döktüğü yerdir burası... Şu, siyah bıyıkları hafta başı onuruna dikine kıvrılmış delikanlı; kurtlu yarma pilavın dan, kokulu şırlık yağından şikâyetçidir.
Biı- başkası irahmet yağınca içine dol-1 duruldukları çiftlik ahırının bitinden, piresinden damaıı demektedir: Bitlerin, pirelerin açtığı yara, onlara göre, pek çabuk firengiye çevirir.
Gerisini ırmağa vermiş köhne bir binanın gölgeliğinde, kddmlı erkekli, çoluk-lu çocuklu otuz kişilik bit' gurup var: Hep-(le düşünceli, hepsinin de gözleri ağlamaklıdır. Civar vilâyetlerden birinden, bir Elci’nin lâfına kanıp peşine takılmışlar, Adana’ya pambuk tarlalarında kazma vurmağa gelmişlerdi. Bir aydır çalışıyorlardı; Tam dört hafta, güneşin alnında, içerleri götürmeyen fitinmiş ekşi ayranı tarlaya döküp kara somuna eyvallah ederek, batak bir derenin kan gibi sıcak suyuyla hara-mtjerjni ılıntlirmp.ğp uğraşarak didinmiş-lerdi. içlerinden beş!, sıcak çarpmasından, yürekleri çatlayıp ölmüştü. Paralarını yc-nıçnuşler, peşine -düşüp geldikleri Elci'ye emanet etmişlerdi. Bu,elci dellek oğlu ödleğin bir idi. OtuS-ğrgğdın, ömürlerinin bel-tâbir ythnf. tüketen dört haftalık öldürü rdicabŞrna. karşılığı,' paracakları ile birlikte,
99
ortadan yok oluvermiş, koyup bir tarafa savuşmııştu.
Otuz insan, değneği elinden alınmış köre dönmüştü. Amele komisyonunun, toplandığı basık tavanlı odaya kim sokulacak, elciyi kim şikâyet edecek ve hak arayacaktı? Şimdi hangi ağanın toprağında çalışacaklardı ?
Artık. ırgadını bir yere koyamayan pespente elcilerin işçisi gibi, onlar da ko-misiyon seyrine gidecekler, tayin olunan haftalığa itiraz edemiyeceklcrdi. Buna mecburdular. Avare kalmaktansa... Aç susuz kalmaklansa... Koyunlannda para yok ki memleketlerine dönebilsinler. El, on lira haftalığına giderken, onlar yediye gidecekler. Belki .de, dcllek ağalardan biri onlara bir do oyun edecek: Amele pazarında yediye pazarlık edip kamyonları ile teee uzak çiftliğine götürecek... Orada «ırgat bu hafta düştü; altı liarya çakşırsanız çalışın: işinize gelmezse koyun gidin!» diyecek.
Ağalar kendilerine lüzumlu irşadı tutmuş, tarlasına götürmüştür. Teee saatlerce meaafeden çoluk çocuk şelıire ters geri nasıl dönebilirler? Çalışacaklar elbet
İrgat - ağa anlaşmazlıklarına bakmak vazifesi dc amele komisyonunundur. Öyle biı* komisyon ki, reisi - o aynı zamanda çiftçi birliği idare heyetindendir - binlerce dönüm tarlası olan, yüzlerce ırgat çalıştıran bir asilzadedir. Komisyon âzfsı yine yüzlerce döniim toprağa sahip ağahır. ağa oğullandır. İşlen anlamıysa komiserle jandarma yüzbaşısı için, zengijı .jftımı-.-.r. reisinin ağzına bakmaktan başka cak ne vardı:'? Haklı çıkarılan daima ağa tarafıdır.
Şikâyetçi. ırgat, komkyuuua 4şpİaa^. ılığı basık tavanlı tebeyn. nnüs’erin 'w* bekçilerin bir saniyelik gafletiudeu u*lıi6p; de edebilirse ğfrer Telli ptflttf istidasını yît verir, ya veremez. Bu istiğj ya okunmadan dosyaya konur,, ya sepete atriır. (jımlerir.i yormak zahmeti®: katühinıvan »misyon reisi, şikâyetçi ırgatta®. derdini âJylşpıe-sini ister. Irgat Alma zavallı Bir adamftır.
Tepeden tırnağa haklı olsa bile, haksız çıkar komisyonun yanından,..
Beş buçuk gün, Allahın güneşi ve sıcağı altında didinen ve bil' buçuk günlük avarayı gözleyen ırgat için hafta tatili, lıiç bir işe yaramıyan bir tatildir. Beş buçuk günlük hakkını alabilmek de, ona istihkak Jıesbetmek kadar yorucu, bıktırıcı, terleticidir. Ağa, başlayacak haftanın ırgadmı bulmadan, «alıştırdığı ırgada metelik vermez. Zenginin gönlü oluncaya kadar, fanı çıkar fukaranın... Çarşamba gününün yarısı, şehre inmek için yolda, perşembe gününün yarısı ise, işleyen İBtihkakm arka* sıııdan koşmak ve yeniden bir ağaya kapılanmakla geçer.
Aklı başında olanlnr, haftalıklarını meşin keselerine yerleştirip «öte geçe selâmettir» diye, Taşköprünün karşı tarafında, ağaç altılarına serilirler «kamyon kesen» ağanın arabasını bekler ve çiftliğe kapağı atarlar.
Bekârlar, .jaEapur’un oğlu Hasan’ın masası başında,' daha çok kazanmak ve daha bil inmek hırsı içinde, haftalıklarını soıı meteliğine kadar kumarbaza ptınr. ya «Taşçıkan» ,-ı uğrarlar.
Papur'un oğlu Hasrı ıı. antika bir ku-nuarcıdır. Üç iskambil kâğıdı ile, parasını İlenöz; Elcl’dcn alan, saflığı ahmaklık dere-l sine varan ırgatlnraKoyıın oynatır: Cebinden elli kuruş çıkara-, mendile kor (bul kakayı, al parayı!» der. Irgat, kara kâğıdı bulursa parayı alır, bulamazsa Hasan'a elli kuruş verir.
Kara kâğıdı bulanlar, ırgatların ara--?ia katılmış olan, Hasarı'in dümencileridir
Taşçıkaıı'nı nazeninleri, süslenip püs-Itııulu, yan dekolte ve donsuz kurulduk-'Isf! paytonun içinde; göreni çileden çıkarmam ,e peşine dügürmel. dinen gizli taraf-"-İSr^hi Üfler toydana koyan bir, oturuşla amele pazarı civarında bir aşağı bir yuka--M^inirkr. -
Ii'g^far’daiL. bazıları çarşıya uğrar. Knlercç umdenin şehire döküleceği perşembe ptlTfflpiğneifcjı ipliğine kadar, bütün
100
fiyatlar bir misli artmıştır. Irgadın kan, bor bahası kazandığı haftalığı elinden koparmak için, esnaf o gün söz birliği eder.
Boyalı Sakal'!» kızı, Kale kapısı camimin merdivenlerinde, önlerindeki kalabalığı seyrediyorlar.
Öğle ezanı okunuyordu. Elciler, koltuk altlarına sopalarını ve şemsiyeleri sı-taştırmışlar, Bağa sola dört dönüyorlardı. Sopa ile şemsiye elemin alâmeti farikası idi. Ağa ve ırgat elciyi bu işaretle ayırabilirlerdi.
Elif, gittikçe sabırsızlanıyordu. Yal-çın’ıııı göremiyeeeği korkusu ile kendi kendini yiyordu.
Boyalı Sakal'ın kulağı dibinde, bir yaşlı ırgat, vır vır ötüyordu:
— Kocaman ağa, bir lâf ettin mi, gü-liigüliiveriyor. Bu ne azamet be yahut!... Irgat olduysak insanlıktan da mı çıktık? «Tarlana tapuna güvenme, baba - dedim
içimden - inersin deli gönül inersin, attan eşeğe binersin. Eşeği kor yaya gidersin!»
Hele az ileri gidiver de hakkını aramağa kalkış... Alimallah, ağzın zehir zem-belek kesilir. Zati kâhya ona ön vermez ya!.. Gidinin kahbe kâhyaBi... «insanın eti yenmez, derisi giyilmez, tatlı dilinden başka nesi var?» derler. Bu kâhyada o da yoktur.
Herif, tülekleşmiştir. Yani senin anlı-yacağın kaşarlanmış, eskimiş, kumazlaş-mıştır. Sahtekârlığın daniskasını yapar. Ağasına attığı kazığı bir Allah, bir kendi bilir. Az amele kullanır kâtibi para ile kandırıp, ağaya çok. ırgat çalıştırdığını söyler, fazlasını kesesine atar. Ağanın gözünü boyama yollarını da pek iyi bilir. Kazma işçisine daha çok tarlanın dış taraflarını temizletir. Ağa otomobilinden, arabasından inip te Allahın güneşinde tarlanın ortasına gidip muayene mi edecek?
Hikaye;
Küfeci Çocuk
Her zaman, pazara karısı giderdi. Fakat o gün kansı biraz rahatsızdı. Onun için pazara gitnıpk vazifesi ona düşmüştü. Gitmese olrmyacaktı. Evde yiyecek bir şey kalmamıştı. Hani, pazar da ucuzluk değildi ya!.. Küfeci ücreti falan!. Fakat yine de çarşıya göre epey ucuz oluyordu. Şu manavlar pek insafsız şeyler doğrusu... Üstlerinde kontrol da mı yok, nedir?..
Daireye geç kalmamak için acele acele giyindi. Vazifesine gitmeden önce, pazarın yolunu tuttu.
Serince, tatlı bir ilkbahar sabahıydı. Gökte neşeli, toraman bir güneş vardı. Caddedeki, genç, körpe, taze yapraklı akasyalar, yCTg j^^büyüklüğilnde gölgeler sermişlerdi. Bu, her gün daireye gittiği ve alışık olduğu yoldan ne kadar farklı, ve öyle olduğu için de, İne kadar güzel bir yoldu. îçi ferahlıydı. Fakat, her zaman olduğu gibi,yine ihtiyatsızlık etmiş, parde-süsünti almağı unutmuştu. Ya üaiir, nezle olursa... Daha şimdiden genzinde hafif bir yanıklık duymağa başlamıştı. Eve dönüp pardeHümil aJsani mı? diye düşündü. Bir şey unutup ters yüzü eve dönmesini hiç sevmezdi. Hattâ evden uzaklaşmış olmasa, yalnız merdivenden inmiş bulunsa bile, merdivenleri tekrar çıkmak ona güç gelirdi. Adam sen de... Hava şimdi ısınır. O zaman da p&rdesü insana yük olur.
İş bankasının Yenişehir şubesinin yanındaki sokağa vardığı zaman, daha tâ orada, birer ikişer, derken üçer beşer kii-feci çocuklarla lnn.ulaşmağa başladı. Omuzlarından gecen birer iple sırtlarına bağlı olan küfeler boş (ıl(iıığu için serbest ve kolay koşup, dolaşi-ytular. yanına sokularak: ,
— Ğeleyiın gıi bavttn? diye saçıyorlardı. I
Bekir Sıtkı Kunt
İlkin bir kaçma başiyle, elleriyle ret cevabı verdi. Fakat pazara yaklaştıkça, artık bunlardan birini tutmak lâzım geldiğini düşündü. Ama, hangisine gel demeli!.. Bunların içinde hırlısı var, hırsızı var!., öyle birini çağırmak ki, eşyasını, taşımağa lâyık olsun!... Haydut gibi, gözü doymaz biri değil!.. Şöyle, zavallı, küçiik bir küfeci... Bir ücret ödiycceğine göre, bari bu, aym zamanda bir iyilik, bir yardım, bir nevi himaye de teşkil etsin!.. Yani, bir taşla iki kuş... Düşündükçe her zaman içi yanardı, ah!., bu sefil, bakımsız, kimsesiz çocuklar, «avare çocuklar, hele sîzler, hele sîzler.»
Böyle birini .güzleriyle araştırdı. Uzakta, kimseye sokulmıyan, solgun benizli, partallar içinde, yalın ayak bir çocuk gördü, hemen oııu çağırdı. Küfeci çocuk koşar artımlarla kendisini takıp etti. Pazarın kapısından içeriye girdiler.
Pazar, her defasında olduğu gibi, yine kalabalıktı. Yeşil yeşil, çeşit çeşit sebzeleriyle, bir bostana, ve her türlü insan kalabalığıyla da bîr düğün, bayram yerine benziyordu. Önce ne var, ne yok, piyasa nasıl diye bir dolaşma yaptı. Pirinçeilerin, sabuncuların önünde durdu. Yeni senenin patateslerine baktı. Kiraz ve çilek satıcılarının. önünden geçti, ye bir fikir edindikten sonra, alış verişe başladı. İki kilo pirinç, (pirinç te ne kadar pahalı!.) üç kilo patates, (bu ca çok pahahl.l bir kilo beyaz, bir kilo yesii sabun, (bu fiatla sabun alıp fakir fukara bilin önüne nasıl geçer?.) taze sebzeler: ıspanak, (kışın ıspanaktan bıkmıştı, ama. ucuz görünce dayanamadı. >. iç bal la, semiz otu, salatalık, may-danoz, (letetotufttaze;«oğan falan aldı. Bir miktar rneyvıı almak ta lâzımdı. Kansı çileği pek severdi. Mümkün olsa da, eskiden
102
olduğu gibi, bir kavanoz çilek reçeli yapa-bilseler... Elâlem. - nasıl yapıyor, doğrusıl bunu bir türlü anlıyamıyor. İşte süslü biı kadın beş kilo birden çilek aldı. Bu kadar şey elbette yenmek için alınamaz. Her halde tatlısını, reçelini yapackalar. Zaten çilek mutlaka şeker ister. Nasıl yapıyorlar parayı nasıl yetiştiriyorlar?. Hayret içinde!. Adam akıllı dolan küfenin üstüne, itina ile, bir kilo çilekle iki kilo kiraz yerleştirdi. Sonra, aklına geldi, karısı süpürge de tenbih etmişti. Bir do süpürge aldı, çocuğun eline verdi. Pazardan çıkarken zihninden hesap etti. En az yirmi beş lira harcamıştı. Nc çok para, yarabbi. nc çok para!.. Yine fakir fukarayı düşündü, kendi kendine şükretti.
Yolda küfecinin iki adım, önünde yürüyor, sık sık dönüp arkasına bakıyordu. Ya, çocuk kaçıp, sırtındaki bütiin o eşya ile kayboluverirse!.. Bunlara hiç emniyet olmaz!.. Fakat çoçuğun Bükülmüş beli ve kasılmış kollarıyla kendisini adım adım takip ettiğini görerek, heç ıleJ'ıısında müsterih oluyordu. Bir aralık, yine ı-c-fil, kimsesiz, bakımsız çocukları düşündü, yine içi yandı. Birden aklına kendi çocukları geldi. Fakat hemen düşüncesini başka şeyle re kaydırarak, yeğenine yazdığı mektubu postaya vermeği unuttuğunu hatifindi Sonra biraz adımlarını kıstı. Küfcci çocuk yanma yaklaşınca göz ucu ile onu tetkika koyuldu. Rengi yeşlliıntrak sarıydı. On iki yaşlarında kadar olmalıydı. Fakat belli ki, pek kavruk kalmışta. Bacaklarında param parça bir pantaloiı vardı. Yer yer yamuk, pis, mundar ceketi, göbeğine kadar yırtış' olan kirden esmerleşmiş gömleğinin acık bıraktığı etini kapayamıyonlu. itilen, tırnakları kapkaraydı. Vücuduna göre İri olan ayaklan, sanki kirden ve çamur artıklarından birer papuç giymiş gibiydi. İste bu da, onlardan, o içinin '’yâhdığı zavallı, fakir, kimsesiz çocuklardandı. î5c-rin bîr acıma hissi yüreğini kapladı. Her halde bu çocuğun afeası, babası, kimsesi Oİmıyacaktı. öyle, oyla... Mw|ftkkay!.~|gve
gidince, oğlunun bir eski kundurasını kü-feciye vermeği düşündü. Fakat küçüğün-kü kabil değil, ayağına uymazdı, artık bü-yüğünkünü vermeli!. Ru kararından pek memnun oldu ve çocuğa karşı içinde bir yakınlık duymağa başladı. . Bu duygunun tesiri altında küfeciyle konuşmak, hayatına dair biraz malûmat almak istedi. Bir bahçe duvarına küfesini, dayayıp dinlendikten sonra, arkasından yetişmek içitı acele eden çocuğa:
— Senin adın 11e bakayım, diyesordu. Çocuk süpürgeyi, sağ elinden sol eline alıp terli alnını ve şakaklarını yenile silerek, biraz şaşırmış bir tavırla:
— Haşan, diye cevap verdi.
— Haşan mı?, hımm.. Haşan.. Peki anan baban yok mu senin?
Çocuk başiyle, var diye işaret etti.
— Peki, neredeler öyle ise?.
— Buradalar...
— Sana bakmualajLm. hiç?.
— Babama, kardeşlerime ben bnka-
nm.
Tuhaf şey!.. Hem anası babası olsun, hem de bütün aileye bu parmak kadar çocuk baksın. Merakını yenemedi, meseleyi biraz (laha deşmek istedi:
- Niçin sen bakarsın?
Çocuk kayıtsızca cevap verdi:
Babam kazaya uğradı, iki bacağını kı til r.
Ya., vah., vah... Peki senden başka evlâdı yok mu?.
Küfeci soluk soluğa nefes alıyor, güç-lökle konuşabiliyordu. Fakat belli ki der-dini dökmekten hoşlanıyordu:
— Var. dedi, biz Üç kardeşiz, ( ve mağ-rurane ilâve etti:) en büyükleri benim!..
_______ Annen de tabii öbür küçüklerle meşgul. SHHHHHHİ
— Hayır, o kahveci Yusuf a kaçtı.
Bay, birden irkildi. he laiyük aile fa-ifu^liye âüşüîSfö. Fakat o kadar mühim de değilf.VHer zaman olağan şeyler kbunl*!.. /—J» %/
Kısa bîr duraklamadan sonra.
1.03
— Niye, diye sordu, neden kalıvoeiyc kaçtı ?.
Çocuk, sadece:
— Bilmem, dedi.
— Artık anneni sevmiyorsun değil mi ?. Böyle anneler sevilmez. Sen de sevme ha.!., emi oğlum... 4
Kiifeci hiç cevap vermedi.
Apartımana yaklaşmışlardı. Bir aralık kiifeeinin ayağı sürçer gibi oldu, ve ne aksi şey, cn üstteki çilek, kese kâğıdlle yere yuvarlandı. Öteye beriye beş on çilek dağıldı. Bu manzara bayı fena halde kızdırdı:
— Kör müsün be, diye bağırdı, yüz kuruşa aldığımız çileği sokakalara mı döküyorsun?. Ama, beceriksiz çocuğa çatmışız ha!.. Nereden de mendehuru başıma belâ ettim. İşte böyle. »Merhametten, maraz hasıl olur!.»
Yere iğildi. Gülünç olmaktan çekinerek acele acele çilekleri topladı. Bunları evde hizmetçiye ayırmak üzere, öbürlerine karıştırmadı. Saatine baktı, daireye geç kalmıştı. Küfeciye: ’
— Çabuk yürü, diye emretti, seni bekliyeeek vaktim yok!. Acele el!.
Çocuk itaat etti, adımlanın biraz daha sıklaştırdı.
Evde küfeyi çocuğa boşalttırdı, sebzeler bir tarafa, kuru şeyler bir tarafa, meyvalar bir tarafa ayrıldı. Sonra, cüzda; nını çıkarıp,, küfeeinin uzattığı ufak, kirli ele bir on kuruş uzattı. Çocuğun kaşları çatıldı:
- - On kuruş olur mu hiç, diye itiraz elti., ev çok uzak, yirmi beş kuruştan-aşa-ğı almam.
■ Ne dedin, yirmi beş kuruş mu?. Ulan, hergeleye bak... Bacak kadar çocuk, yirmi beş kuruş istiyor. Büyük adam olsan ııeyse!.. Evin neresi ıjzak, pazar işte şuracıkla... Haydi bakayım, şu parayı al ila defol!.
• Hayır, almam, hiç vermeyin, hakkımı yiyorsunuz.
- Bakın, şunun yediği halta!. Ulan, sen kim, ben kim?. Hangi hak bu?.
Çocuğun hâlâ*on kuruşu alıp gitmediğini görünce, büsbütün hiddet etti, kolundan tutup kapıdan dışarıya attı, on kuruşun yere düştüğü işitildi, arkasından çat.'., diye kapı kapandı, ye kendi kendine:
—.jDmşpu çocuğu olduğu nasıl da belli!.. M
Diye söylendi.
ı

Bir ders yılını daha arkada bıraktık. İlk, orta ve yüksek okullarda okuyan binlerce talebe için tatil ayları başladı. Kimisi plajlarda yüzecek, kimisi analarının, babalarının, akrabalarının yanına gidecek, dinlenecek. Kimisi de tarlada, dükkânında çalışacak. Şimdiki maarif sistemimizde modern terbiyenin en ileri zihniyetini en fazla temsil eden köy enstitülerimiz çalışmalarına devam edecek.
Gelecek ders yılı başında, bu imtihan mevsiminde imtihana girenlerin büyük çoğunluğu, muhtelif tipten okullarımıza dönecek, yeni bir ders yılı faaliyeti bavlıyacak. Bu imtihan mevsiminde insanın hatırına birçok maarif vo. terbiye düşünceleri geliyor. Burada bunlardan yalnız ikisini kısaca zikretmeyi yeter göreceğiz.
1. Maarif sistemimiz yöneldiği umumî istikametler içinde, muhtelif Bahalarda durulmıya doğru meyi göstermektedir Cumhuriyetin ilk yıllarında maarifimiz, okul kuruluşu, sınıf teşkilâtı, öğretmenlerin tayinleri, müfredat programlan, imtihanların şekli, zamanı ilh.. bakımından, pek tabiî olarak, bir istikrarsızlık devresi geçirdi. Bu istikrarsızlık hem öğretmenler, hem talebe bakımından şüphesiz Sıkıntılı ve enerji israfına sebep olan biri haldi. Bilhassa son senelerde, istikrara doğru gitgide bllylıyMi bir faaliyete şahit oluyoruz. Zaman zaman toplanan komisyonlar ve iki Maarif Şûrası buna doğru stilmiş adımlar arasındadır. Burada bu büyük terbiye problemlerinden İmtihanla İlgili yalnız İki noktaya işaret edeceğiz. Gazetelerde zaman zaman okulların ve hattâ üniversitelerin sınıf geçme randımanlarından bahsedilir. Bu sene sınıfgeçme randımanı iyidir, veya fcnadfr diya gazctoci ağzi ile
gelişi güzel verilmiş hükümlere tesadüf edilir. Sınıf geçme randımanım hakikaten köklü bir esasa bağlamak zamahı artık çoktan gelmiştir. Kanaatimizce bu iş, zaman zaman değişen kararlarla değil, ancak köklü zir esasa bağlamakla halledilir O esası bir kaç kelime ile, ana çizgileriyle kaba taslak şöyle hülâsa edebiliriz:
Çocuklarımızın ve gençlerimizin yüzde 75 veya 80 ninin zekâca, kabiliyetçe vasatiden aşağı olduğunu kabul edemiyeceğimi-ze, hattâ bunu aklımızdan bile geçlremiye-ccğimize göre (çünkü bütün varlığımızın e-sası budur), çocuklarımızın; gençlerimizin hiç olmazsa yukardaki yüzde nisbetinin bedenen vasatiden zayıf ve tenbel olduğunu aklımızdan Şile geçiremiyeceğimize göre, kuruluşu ve öğretmenleri orta derecede iyi olan bir sınıfta talebenin yüzde 15-20 sinden fazlasının sınıfta kalmasını gayri tabiî ve hemen düzeltilmesi lâzım gelen bîr durum olarak karşılamak icap eder. Sınıfta kalanların nisbeti bunu aşarsa talebelerimiz çalışmıyorlar dive gazeteci ağzı He feryatlar koparmak yeni nesle karşı iş-liyeceğımiz en büyük günahlardan biri olur. Bu hallerde (çocuklarımızın doğuş itibarile kabiliyetsiz ve tenbel olduklarım aklımızdan bile geçiremiyeceğimize, onlar müsait gelişme fırsatları buldukları her yerde kabiliyetlerini işbu t ettiklerine gö-r.ej randıman düşüklüğünün kusurunu talebede değil, okulda, müfredatta, öğretmende aramak icap eder. Burada, memleketimizin belki en feragatli, en cefakeş bir zümresi olan ilk okul öğretmenlerine kabahat . bulmak hatırımızdan bile geçmez. Çunkii onlar düşük olan bir refah seviyesinin baskısı altında ellerinden gelenin hattâ fazlasını yapıyorlar.
105
2. Halkıjı bir rejimde terbiye sahasında en biiyiik ülkü her çocuğa, hususi kabiliyetlerinin ve çalışmasının onu müstahak kıldığı okuma ve bir meslekte yetişme imkânlarını vermektir. Onun için bir gencin kabiliyet gösterdiği bir sahada çalışmaması hem kendisi için, hem de memleket için büyük bir kayıptır. Biitiin kalbimizle temenni ederiz ki tıbbiyemizin, mühendis mektebimizin, yahut üniversitemizin her hangi bir şubesinin talebe kadroları dolmuştur, profesörler bu kadar kalabalık sınıflara ders veremiyor gibi düşünceler, orta tahsilde sınıf geçme meselesine menfi bir surette tesir etmek zaruretini hiç bir zaman doğurmasın. Bazı ecnebi memleketlerde büyük buhran zamanlarında bu acıklı hal belirmiştir.
Sınıflarda talebenin çokluğu, bina ve eleman zaruretlerinden dolayı bazı okullarımızda çifte tedrisler yapmak zaruretinin husule gelmesi gibi âmiller şüphesiz sınıf geçme randımanına, ister istemez tesir edebilir. Bunda da talebenin kabahati yoktur. Hattâ bunun kabahati, makul düşünürsek belki hiç kimseye yüklenemez. Çünkü her sene, bilhassa ilk ve orta okullarımızda talebenin artışı, bütçemizin, binhlarinuzın ve normal sınıl' adedinin takatini fazlasilc aşıyor. Bu bizi bir taraftan son derece »e-vind irmelidir. Çünkü bu, Türk halkının çocuklarını yetiştirmek lıusudunda ne kadar büyük bir şevk gösterdiğinin en göze çar-
pan belirtilerinden, biridir. Randıman üzerinde menfî tesirini gösteren şimdiki bina ve eleman sıkıntısının eh büyük mesulü, şüphesiz, kara kuvvetlerin, kara istilâ sü nülerinin dünyanın başına musallat ettiği bu harp felâketidir.
Temsil Bayramında “ JUI Sezar „
Mayıs ayında başlıyan..,temısil bayramı Haziranın on sekizine kadar devam etti. Haziran içinde Slıakespeare’den de bir piyes «Jül Sezar» oynandı. Bilindiği gibi bu Roma tarihine dayanan; tragedia,
Shakespeare’in tragedinlar devrine girmek üzere olduğu yıllarda on altıncı yüz yılın sonunda yazılmıştır: Shakcspcare bu piyeste kendine has olacak tragedia nevinin ilk temelini atar. Bu yüzden onda o büytlk tragcdiaların bütünlük ve salâbeti-ni görmeyiz. Fakat yine de iyi bir rejisör elinde gayet tesirli bir dram olarak temsü edilebilir. Devlet Konscrvatuvart Sllakes-pcare tragediasını bilhassa dekor tertibatı ve temsilde sürat bakımından muvaffakiyetle temsil etmiştir denemez. Yunan tra-gedialarının oynanışındaki âhenk, bütünlük, hareket insicamı ve sürati «Jül Sezar» temsilinden de bokliyorduk. Umduğumuzu bulamayışımız, gayret ve itina göstermek ten geri kalındığı İçindi diyemeyiz. Çünkü aktörler, elbiseleri, hemen her sahnede bir hayli zahmete ve masrafa katlanılarak değişen dekor «Jül Sezar» ı Shakespeare’e lâyık bir güzellikle temsil için ne kadar uğraşıldığına birer delildi. Biz «Jül Sezar» ın, tesirli bir şekilde temsil edilemeyişindeki sebebin su olduğuna kaniiz:
Bilindiği gibi Shakespeare. oyunlarını devrinin perdesizi ve sahneleri arasında dekor değiştirilsin diye fasilalaor ieab eltir-meyû tek platformlu şanolarda oynamak için yazmıştı. Şanonun ön kısmı, dekor değişmeden, bir sokak, bir meydan, bir saray salonUı bir bahçe, v.s. olabiürdi. Oyunun metili o anda aktörlerin bulunduğu yerin lımıgi memleket ve memleketin neresi olduğunu ustalıkla anlatırdı. Şimdi Slıakes-peare bu şanoda, istediği dram tesirini, sahneler arasına fasılş koymamak ve böy-lece bir evvelki sahnenin tesiri kaybolma
dan öbürünün hemen peşinden gelmesi' su retiyle sagbyabiliyordu. Şhakespeare piyesleri. — eh ıızunu olan «Hamlet», «Kıral Ut» ve sahne sayısı pek çok olan A11-tonius ve Cleopatra da dahil olmak üzere — iki üç saat içinde oynanmak için yazılmıştır. Bu sürat, hep sahnenin tek ve dgkors-uz oluşu ile mümkündü. En uzun «Hamlet» piyesi bile o devirde İliç kısal-tılaaadan oynandı Seyircinin auditori-umda üç saatten fazla kalmağa her za
1%
man tahammülü yoktur, yorulur, ve piyesin sonları haiilc tesirsiz kalır. Halkcvinde-ki temsilde «Jiil Sınai-» ın basma böyle biı şey geldi, diyebiliriz. lııgilterede ve Ame rikada Shakespeare dramını ve temsil tar z:nı en iyi bilen münekkit ve rejisör, ler Shakespeare devri sahne tarzını kuv vetle üne sürmektedirler. Böylelikle ee yirci Lbndranın en İleri gelen tiyatrolarında on dokuzuncu yilz yıl sahne ananesiyle taban tabana zıt, dekorsuz bir şanoda ışık lıır yardımile lam ve gayet tesirli bir «IlMnlet» temsili görebilmiştir. «-IIU Se-zar» m Haikevinde bir Shakespeare dram’ ihtişam vb vakarından mahrum bırakılarak oynanmasının en büyük sebebi, şanoda külfeti ve değişik dekorun işe kanaması ve tek şano kullanılmayışıdır. «Jül Sezan rejisör ünün bizim talebemize Şekspir’i böyle masrafsız, külfetsiz, sahneler arasına dekor değişmesi için uzun fasılaların girmesini icap ettirmiyecck dekoru asgariye indirilmiş bir şanoda,, oynatmasını te metini ederiz, llein bu türlü sahne her bakımdan bizim işimize gelir
Devlet Tiyatrosunda Modern Piyesler:
Tiyatro bayramımız münasebetiyle tertip edilen cograma modernlerden hiç bir piyes katılmamış olduğunu gürdük Anlıyoruz ki programda klâsikler üzerimle daha fazla durmak meyli var. Klâsikler bize pek çok şeyler öğretebilir. Fakat hUtiiıı ünivei’selliğim? rağmen klâsik mevzu, bizim devrimize uygun; bizim problemimizin tâ kendisidir, diyemeyiz. Devirler, kendi, problem ve ketıdi sanat şekillerini doğuruyor. Gönül ester ki, gelesek temsil bay-ramlarında garbın cümle çağdaş olan bil yük dram müelliflerinden, meselâ Shaw’ dan O’Neil’denj Synge vc Andersgn’dm veya diğer Hnodern; İtalyan, AhnaH|‘JlUS ve İskandinav dram mueUiflcriııden Mfir ler oynansın da ç«dag TSŞrk dÂmlmlteg
liflerine, modern hayatın hangi cephelerinden mevzu seçebilecekleri ve bu mevzuları ne yollarla dramatize edecekleri hususunda rehberlik edilmiş olaun. Bİ2ce inşan ancak kendi yaşadığı hayatta sanatın fonksiyonunu görerek oııun mânasına ve zevkine varır. Tiyatro zevkini seyircide bugünün eserleri, kendi bildiği devıi ve cemiyeti işleyen eserler, geliştirebilir. Ancak ondan sonradır ki düııiln eserlerini — klâsikleri — de kendi devirlerine niBpet ederek mânalandırabilir, Dlln yineak bugünün zaviyesinden, bu yaşadığımız andan anlaşılabilir.
Ahmet Haşini Töreni:
Haşini1 i toprağa gömeli on yıl olmuş. Bunu kendisinin ölüm giinii dolayisiyle İstanbul’da yapılan bîr törenden öğreniyoruz. Ahmet Haşim, sermayeleri cılız ve sermayedarlar: mahdut bir şiir müessesesi olan Senbolist şirketinin İstanbul accntili-ğini üzerine alınıştı. Şirket renk, ışık, gök, bulut, bir şok süslü kelimeleri, hayalleri iptidaî madde olarak alıyor, onları anlaşılma;'. şekilde imal ediyor mamul maddelerini okuyucularının burnuna ve gözlerine sokuyordu. Şirketin İstanbul mümessili Haşirn de bu yabancı maddelerin arapça, farsga, türkçe muadillerini buluyor biraz da kendi mayasını katarak yoğuruyor, yerli malı olarak piyasaya «ürüyordu. Ha-şim içi karanlık olan ve yalnız ağzı göğe, yıldızlara, çiçeklere bakar bir kuyu içimle yaşayor. baktığı her şevi de çarpık bir (aksi mlklevven) olarak görüyordu. Onun irili karanfil yarin dudağından koparılmış bir katre alevdi. Kuğular ise ay ışığından Hil^iilcrek pgyAılıl.ımn|g mahlûklardı.
llcml'eket'birbiri ardından Trablus-garp, Balkan. 1. Numaralı büyük savaşla İstiklâl .savumu girişiyor. Haşım bu de-vh'Ieri yaşadığı halde bütün hadiselere sırtı dönüktür. 0 kan renkli Süvarilerini bakır reşiiili zirvelerin ardında (melûl ak-
107
çamlarda) bulutlarla" cenge tutuşturuyordu. Karaborsalar çadırlarını kuruyor, harp zenginleri şıllıklarının sigaralarını banknotlarla yakıyor, insanlar mısır koçanlarını kemiriyor. Bir aralık iaşe müfettişi olarak sefaleti, açlığı yakından müşahede etmek imkânını bulan Haşini bunlara da kulaklarını tıkayarak kendi kargalarını, kesik bir baş gibi ufukta yuvarlanan güneşi didikleterek doyurmaktadır. Zamanındaki fırkalar memleketin başına çoraplar örerken bizim şairimiz de yarasalara gecenin karanlığını ördürmek-le meşguldür.
işte halktan ve halk dilinden uzaklaşan bir şairin vurdumduymaz haii. Haşire eski devirlerde doğmuş olaydı bülbül sileri ile gill kokuları ile sarhoş alelâde bir dîvan şairi olacaktı.
Haşim hakikat dünyasına gecenin karanlık perdesini çekerek gölgeler dünyası ile. haşritıeşr oluyor. Her hakikattan uzak inşan şairin kısırUgma. uğrayarak şiirlerini ıkınarak oı aya koytıyor. Mevzuu, malzemesi bol olan hakikat dünyasının ve-lûdiyctine ulaşamayınca lo zaman az öz can kurtaran simidine sarılıyor.
Cemiyetle hiç bir alışverişi oirâaya ıı. hayata halta ı nısil ettiği zümreye lük-küskiiıı. yaşadığa muhite kör, uzak, b meyen beldelere hayran, akşam demle: m-de göllerde bir kamış olmanın hasrı tile tutuşan ferdiyetçi ölü şair içiu tören ya-pılmasını bir vakitler gene ayni şairin illine deha kılıcı takılarak Abdiiihah liâ-mid’in karşısına çıkarılması kadar garip bulduk.
Fransa’dan modelleri, kalıpları hııltü her nevi parçaları getirilerek ycThiz mo-' tiij işi sanatkâra (?) kalan yıırdıımnzdr i-senbolist ceryaıı kirinin izleri dalış, südunv-miş' olacak ki lıast^seslenn^auyurnffl( için böyle törenler yapmak lâzımı unu his ediyorlar.
Kendisinin ölüifa® ile şiiri de ımutıila; bir şairi yapmacık httcketkSrle ayakta tu
tabilmek için yapılacak ve yapılmakta olan ihtifal vesaire törenler kottuk değneği vazifesini görmekten ileri gidemiyecel tir
YAYINLAR:
d, lîotb’dan çev. : Bürhaıı Arpa d, Eyub, ABC Kitpevi Yayını, İstanbul, 1943.
Biirhıuı Arptı.d. İnsan dergisinde J. Roth için yazdığı bir yazıda bu AvusturyalI muharrir için «geçen harp sonrası Alman edebiyatının belli başlı mümessillerin-dendir» diyor. cEyub» un tercümesi ile de bu muharriri memleketimiz okurlarına tanıtmış oluyor. Eyub 1930 da neşredilmiş. Muharrir ve bu eseri «Modem Roman» devresi dediğimiz devroye giriyor. Bununla beraber, roman çeşidi bakımından Eyub, yeni roman çeşidine pek uymuyor; neşredildiği tarihi bilmeseydik eserin mahiyetine bakarak yeni denecek kadar yatanda çıkmış bir roman olduğunu tahmin edemezdik. Hseı yapısı ft’barile bir ro-mandı^ ziyade uzun bir hikâyeye benzi-. Karakterlerin adedi az- hadiseler tek bir çizgi üzerine sıralanmış. Böyle olunca, muharririn hikâyenin şahıslan üzerinde durması, onların karakterlerini işlemesi i i l- ir, Roth onu da yapmıyor. «-.Modern» romanji vasıflandıran teferruatlı, çok cepheli şahsiyet portreleri çizmek işi ile de uğraşılıyor, Bugünün şahıslarında ve onların : manlara akseden örneklerinde görülen çok cepllclilik, mudillik, zıtlıklar, müp-iıemlikler bu romanın şahıslarında yok. Jİiılıari’ir mzc bu şahısların asbnda basit kimseler olduğunu da göstermiyor; sadece nnlaruı üzerinde durmuyor. Biz onları yalnız kabuktan tanıyoruz: Eserin kahra-ııııını Mendel Singer son derece dindar hir yahudidir; büyült oğlu sıhhatli, kuvvetli ve ; cfesutBur. ortanca oğlu zeki. kurnaz, be-cerüİjılir; ldiçllk oğlu, büyüyünce iyileşip : yürekli, -hassas» bir kimse olmağa
108
namzet saralı bir çocuktur; kızı ise daha küçükten kokettir; karısı, çocuklarına düşkün, fedakâr, çalışkan ve beceriklidir. Bütün bu şahıslan yalnız bu. tek cepheleri ile tanıyoruz. Bunlar, keskin hatlı siluhet-lerdir; g&rdüğiimiiz kadarını vazıh olarak görüyoruz, fakat daha ötesini, derinliklerini görmüyoruz; onları bütünlüklerinde tanımıyoruz. Bunun için şahıslar hakikî hissini vermiyor, onlarla bir türlü tanışa-nıadığımızı hissediyoruz.
Şahısların üzerinde durmadığına göre muharrir onların dışındaki hadiselerle, cemiyetle mi alâkadardır? Bir sosyal durumu, meseleyi mi bize vermek istiyor? O da değil. Bıı tek cepheleri île verilen karakterler ve onların başından geçenler tek hir gayeye hizmet için eserde yer almıştır: Mendel Singer’in başına felâket getirmek. onun sabır ve tahammülünü imtihan etmek. Bütün şahısların ve hâdiselerin hikmeti vücudu bu olduğu için, hikâyenin kuruluşu, yapısı da uygun olarak sade, basittir, parçalar birbirine sıkı bağlanarak ve hep birden tek istikamette, yan yollara sapmadan en kesif, hikâyenin temposunun eh kuvvetli vurduğu noktaya yönelmiştir: dindarlık yegâne ve hâkim şahsiyet vasfı olnıı Mendel Singer’in dinini inkâr etmesi hâdisesf. Bizce kitabm en kuvvetli ve güzel parçası arka arkaya gelen felâketlerden sonra ihtiyarlığında yapyalnız kalan Mendel Singer’in, nihayet, yegâne
desteği olan dinine ve onunla beraber bütün kendi mazisine, kendi şahsiyetine karşı isyanıdır. Ancak bn sayfalarda Mendel Singer’i yalnız bir süuhet olarak değil, yakından, gerçek bir insan olarak tanıyoruz. Fakat kitap maalesef burada eriştiği tempoyu, şiddeti sonuna kadar devam ettiremiyor. Hikâye Holivut filimlcrindc alıştığımız bir tarzda bitiyor: mesut bir netice ile. Mendel aüesi Amerikaya hicret ederken arkada saralı hasta olarak bıraktıkları, hayatından Ümit kestikleri kü çük oğulları bir gün ansızın Mendel Singer’in karşısına iyileşmiş, büyümüş, meşhur ve zengin bir sanatkâr olarak çıkıyor, babasını alıp New-York’un en lüks otellerinden birine götürüyor. Oğlu ile beraber bütün din dünyası da beraber geri dönüyor. 'ı
Eserin yegâne güzelliği, bitiş istisna edilirse, hikâyenin yapısında, aktşındadır ve yarattığı atmosferin değişik çeşnisindedir. Tercümesi umumiyetinde iyidir; Maarif Vekilliği Tercüme BüroBunun takdirini kazanmıştır. Bürhan Ârpad’ın çala kalem tercüme etmediği, eserin üzerinde itina ile çalıştığı görülüyor. Bu yolda çalışmalarına devam ederek bize Garp edebiyatının yeni, ileri eserlerim kendi dilimizde tanıtacağını umuyoruz. B. S. B^raıı
Gelecek sayımızda ıılılil edecek eserlerden : Fuat Baynur, tik Okullarda Türkçe Öğretmeni, 1943.
KÖYÜN İÇİN DE N
Köy Anlayışında Parçacı Görüşler
Bugün memleketimizde münakaşa edilen, dikkati tjeken meselelerin başında gelenlerden biri de «köy kalkınması», «köy davası» diye adlandırılan meseledir. Niifu Bunun % 80 den fazlası köylü olan ve zira-ati umumiyetle hâlâ geri teknikle yapılan bir memlekette köy davasının en dikkate değer bir mesele haline gelmesi tabiîdir. Köylümüzün İktisadî ve sosyal seviyesinin yükselmesini, fedakâr ve gayretli köylülerimizin hayat ve medeniyet nimetlerinden daha fazla faydalanmasını temin etmek, şüphe yok ki. başarmamız gereken işlerin başında gelir. Fakat, herkesin «bir şeyler yapılması» hususunda ittifak ettiği bu köy kalkınması mevzuuna karşı alınan tavırlar muhteliftir;
1. Bir «hayırperver», sosyal yardım zihniyeti ile meseleyi görüş vardır, köylerde konferans vermek, filim göstermek, arasıra doktor, dişçi yollamakla gereken şeyin yapıldığı zehabıdır. Sadece bu tedbirlerle meselenin halledilemiyeceği )iek aşikâr olduğundan bunun üzerinde fazla durmağa değmez.
2. İkincisi, acil- tedbirler» zihniyetidir. Bu zihniyeti' hareket edince, mesele parçacı, bölüm bı>rçük bir tarzda alo alınmış oluyor. Köylümüz cahildir; öyle ise okuyup yazanların miktarını çoğaltmak için mektepler açalım; köye marangoz, demirci. nalbant gibi sanatkârlar lâzım, öyle ise çabuk bunları gönderelim ; toprak mahsulleri ve hayvancılık sahasında köylümüzü tenvir için ziraat memurlarına veya ziraatçi - öğretmen vasfını taşıyan elemanlara ihtiyaç vardır, hemen bunları yol layahm, ilh. Bu tedbirlerin her biri şüphesiz faydalı ve yapılması gereken işler olmakla beraber bu «acil tedbirler», parça parça yapümış işler koy kalkınması davamızı kökünden halletmeğe kâfi değildir. Bunlar bir hastalığın ciltteki arazı
na mevzii olarak merhem sürmeğe benzer, halbuki asıl kökten tedavi, meseleyi'bünye bakımından ele alıp teşhis koymak ve o yol ile halline gitmektir. Köy meselesi ancak umumî İçtimaî bünyemiz bakımından, bu yapının diğer kısımları ile ilgili olarak bir bütün halinde elle alındığı takdirde meselenin halline doğru yol alınmış olur.
3. Köy - şehir ikiliği yapan zihniyet. Bugün Gaip Avrupası memleketlerinde ve Amerika'da olduğu gibi memleketimizde de şehir - köy arsamda ayrılıklar vardır. Bu ayrılıklar, cemiyet bünyesindeki değişmelerin köyde ve şehirde, ziraatta ve sanayide farklı süratte seyretmesinden doğmuştur. Sosyal değişmede bu farklılık, sanayi ve 2iraat istihsal şartlarında, köy ve şehir hayatında farklar meydana getir miştir. Cemiyet yapısı bir bütün olarak ele alınıp tanzim '«dilerek bu ayrılıklar ve ondan doğan zorluklar (»tadan kaldırıl-mahdır,. Halbuki bizde köy meselesini ele alanlar arasında köyü şehre karşı koyanlar, köyü, şehirden, ziraatı sanayiden ayırarak miitalea. edenler çok görülüyor. Bu köy şehir ikiliği zihniyeti ele iki çeşittir.
A. Bir görüşe göre, jelıir kötüdür, bütiin sosyal meselelerin mesuliyeti şehir ve şehirlidedir. Köy ise bütün iyi, ahlâki kıymetlerin toplandığı.yerdir. Bunun için köyü ıbozmamak» lâzımdır. Bu zihniyeti' olanlarda, şehir, sanayi, makine düşmanlığı vardır, Köylerimiz bozuluyor diye feryat ederler. Bunlar gözleri geriye çevrilmiş, bugünün hakikatlerini tanımayan, akıntıya kürek çekmeğe kalkan bir zihniyetin mümessilleridirler. Bu suretle köy -şehir ikiliği yapanlarda, son zamanlarda Avrupada, emperyalist buhranların ve sıkıntıların doğurduğu şartlardan dolayı kendİı'içinc kapanmağa, yani otarşiye, za rurî darak sürüklenen v/bu sürüklenişte büyük şehirlerde temerküz etmiş endüst
110
riden az çok çekilerek köylere dönücü müdafaa eden ekonomi zihniyetinin tesirini görüyoruz. Bu yabancı tesirden dolayı maalesef bu çeşit bir göriiş bizde de hakiki iktisat ilminin son sözü imiş gibi yazılmış ve okutulmuştur. .
B. İkinci çeşit şehir • köy ikiliği zihniyeti böyle «köy romantizmi» gütmez, Sosyal tekâmül çarkını geriye doğrıı çevirmeğe kalkışılmaz. Bu göriis. makinenin, ileri tekniğin, yeni kültür müeSseseleriııin köylerimize girmesine taraftardır. Bıındn makine, teknik, sanayi, şehir düşmanlığı yoktur, .fakat bil zihniyette olanlar da köylünün, bugünkü vaziyetinden »şehir, i mesul tutanlar ve bütün cemiyet yapısını, şehirleri ve köyleri, sanayii ve ziraatı ile beraber ele almadan yalnız köy üzerinde durarak, onun üzerinde çalışarak meselenin halledilebileceğini sanırlar. Bu zihniyetin hatası, meseleyi yalnız bir kısmı ile görmesi, umumi cemiyet yapısı meselesi olarak değil, köy ve şehir ikiliği olarak cie almasıdır.
Bütün b;ı muhtelif vaziyet - alışlardaki hata, parçacı bir görüşten hareket etmekten ve cemiyetlerin gidişindeki bugünkü umumi istikameti kavrayamayıştaıı ileri geliyor. Köy ve şehir, ziraat ve sanayi ayni iktisa® ve sosyal yapınıp birbirinden ayrılmaz parçalardır. Sanayiimizin ile ri şubelerinde makina. elektrik ve buhar kuvveti kullanılırken, şehirlerimizde ve şe-, hirler arasında tren, otobüs, telefon işlerken şlra&tlmiz-, kara sapanla, ilmilerimiz kağnı ile kalamaz.
Sanayiimiz-en ileri ilmi bilginin ki ile. rasyonel usullerle istihsalde bulunmak yolunda ilerlerken ziraatimiz nesilden nesile intikal eden ananevi usullerle gelişemez. Sanayi gittikçe toplu, büyük istihsal birlikleri halinde teşkilâtlanırken ziraat kü^I^küçük, kifayetsiz işletmeler Mitilde istihsalini arttı-»' ramaz. Gerek »mayi, -gerek ziraâ&^esas müşterek prcnsijâer, ınÜŞterckjiktis.'iİB'/. sosyal şartlar tiçîerinık- yükselin ileri »ir
organizasyonla tanzim edilmek zorundadır.
Köy vc şehir aynı sosyal yapının içinde o yapının parçalarını teşkil ettiklerine göre, köy için bahis mevzuu edilen esas meseleler, biraz ayrı araz göstermekle beraber şehir için de varittir. Köylerimiz için mektep isi ç oruz: şehirlerimizde de yüzlerce mektebe gidemiyen çocuk, çocuğunu mektebe gönderetniyen aile. var. Köylerimiz için doktor, dispanser istiybruz. Şehir halkının yüzde, kaçı şehrin sıhhî imkânlarından, Inıstahanclcrinden. dispanserlerinden doktorlarından gereken./derecede faydalanıyor? Köylümüz için daha müreffeh, daha kültürlü bir hayal seviyesi istiyoruz. Aynı şey şehirler halkının büyük btr kısmı İçin do doğru değil mi? Şehir düşman lığı yapıjıılarm hınçla işaret ettiği gibi, şehirde aefalçt., cürüm, ,hastalık yuvaları olan mahalleler, mıntakalar var. Hem bu' nııntakalat eıı zengin garp memleketlerinin en muhteşem şehirlerinde de vardır. 'Halta şehlrin fakiri köyün fakirinden de daha zor bir -lurumdndır. Yalnız, şehir düş-mMığı jnpr.nlar bu hâdiselerden «§chîr»i ı ıekul tutuyorlar, sanki' bilinmez ne sebep-: n şehir denilen bir vıriık bunları ya-ıatıyormuş gibi,,, Yahut da köyle şehir insanı arasında, bir mahiyet faşkı varmış gi&.ı Sanki şehir insanı aslında, tab’an kötü, köylü ise yine tab an iyi... Şehir ve l«îy insanı ikiliği bir bar,ka tarzda da kendiri! gösteriyor: köy vc köylü anlaşılmaz birer Muamma imiş gibi ortaya eüriilü-yoi; köyün ruhunu anlamak, köylünün ruhunun derinliklerine inir.ek lüzumu ve bunu,.yapabilmenin zorluğu, hattâ bir şehirli bîr münevver için hemen hemen imkânsızlığı ileri sürülüyor. Halbuki meseleyi böyle mistik b r hale getin ek, onu bir çıkmaza saptırmak. belledi: -mez bîr hale ge-tirmektir. Köy ve şehir inşam fıtrî tabiatları itibarile aynı insandır; köy insanı, ueli'ir ;insaiu di^Tiki aJFi-ı çeşit insan yoktur; köv'yaşeHfr ııışanlannın şahsiyetle-ifilde, ftiy^Sların®. görüşlerinde görülen f&klayköy^şelı&flıa,vatının, muhit şart-
111
lavının şahsiyetin teşekkül linde oynadığı tayin edici rolden dolayıdır. Köylerimizde mevcut sosyal şartların ışığında tetkik edildiği takdirde, köy insanımızın fikirlerinde, görüşlerinde, sanat, din, ahlâk kıymetlerinde, itiyatlarında, anlagılamıyacak, izah edilcmiyecek bir şey’ yoktur. Ueğlşen şehir ve köy hayat şartlan ile beraber şehir ve köy insanımız da değişecektir. Bir ııesil evvel köyden kasabaya, şehire gelip yerleşenlerin şehirde doğup yetişen çocukları şehirli ailelerin çocuklarından farklı değildir. Hattâ olgun çağda, şahsiyeti köy şartlan altında teşekkül ettikten sonra şehire gelip yerleşenler hile zamanla deği yiyorlar ve eski şahsiyet vasıflarını kaybedip yeni vasıflar edinmeğe başlıyorlar.
Köy ve şehir insıinı arasındaki farklar, köy ve şehirde görülen meseleler, bir sosyal organizasyon meselesidir ki belirtilerini köyde de gösteriyor, şehirde de... Şehirler daha ileri tekniğin, istihsalin, kültür mücsseseleriniıı toplandığı merkezler olduğu için şehirler sureta, bir bütün olarak köyden daha müreffeh görünürler, halbuki şehirlerdi refâjllâ umumiyetle muayyen bir zümrg veya zümrelerin refahıdır. alelıtlak şehirlilerin değil... Bugiln bizden çok daha zengin Garp memleketlerinde bile en korkunç sefalet manzaraJıi' ziraî mıntakalarda. değil, nüfusu milyonları aşan dev şehirlerde görülür, istismar eden, vurguncularıyla. işlifçileriyle ilh..r jalınz şehir değildir; köyün de yerine göre ağası, miirahabaciM, eski devirlerde ımjlctzi-mi, vazifesinin ı-erdiği salâhiyeti kendi hususî menfaatleri için kullanan bir mıihtarı veya yeni türemiş bir bakkalı, zengin bir zorbası bulunabilir. Zengin ve fakir, igtijj, mar eden ve edilen şehirde de vardır, köyde de...
Fakat biz bu satırlarla şehrin müdafaasını yapıyor değiliz. Bilâkis köyle şehirde müşterek olan meselelere, işaret ediyoruz ve bunlar birbirinden ayrılamaz,^ayrı olarak halledilenişz. diyoruz. Bugün şehirden ziyade koy meseleleri üzefrindgMİu-ruyorsak, bunun sebebi nİifusunjuzun ek
seriyetinin köylü oluşu ve köylerimizin ekseriyetin geri bir seviyede bulunuşudur.
Gerçeğe uygun bir köy anlayışında dikkat edilmesi icap eden ikinci mühim nokta şudur: bir cemiyetin teknik seviyesi. ilrtisadî organizasyonu, terbiye sistemi, sıhhi teşkilâtı, örfleri, âdetleri, kanunları, din, ahlâk, sanat kıymetleri birbirlcriyle bağlı olarak bir bütün yapı teşkil ederler. Onun için köy kalkınması meselesinin halline parça parça alman ve şimdi pek tabiî olarak zarurî olan «acil tedbirler» yolu ile değil, fakat etraflı, her koldan ilerliyen, ahenkatr bir surette sistemleştirilmiş bir plânla gitmek gerektir. Kendi başına bir mektep meselesi, bir «köye zenaatkâr temin etmek» meselesi yoktur. Bütün müteferrik ve müşahhas naeselolor topyekûn cemiyet bünyesinin tekâmülüne bağlıdır vo bütüncü bir görüş ve planla ele uluıdı-ğı takdirde hem köy, hem şehir için halledilebilir.
Köydeki hadiseleri müşahede, tetkik ve tahlil ederkeri de bu bütüncü görüşten hareket etmek zarureti vardır. Bu, çok mühim metodolojik bir noktadır. Aksi tak-“if^-.US.-Huçlıu' köy görsek, nc kadar hâdise müşahede etsek elde edeceğimiz bir «müşahedeler, hadiseler yığını» olmaktan ileri gitmez; bu. bize ancak fotoğraf makinesi gibi mihaniki tasvirler verir. İlmî bilginin gayesi hadiseler arasındaki münase-bctk-|ri belirtmek ve bu münasebetlerin umum! formüllerini bulmak, bu suretle haili--terin «niçin» ve «nasıl» mı izah etmektir. 3u çeşit izahın gayesi de tasvirî bilgi bolluğunu çoğaltmak değil, fakat bu bilgiye dayanarak aksiyona geçebilmek, ha-dişeler Vkont rol altına alabilmek, erişmek irtediğiTniz gayelere en verimli yoldan en az zamanda, en az emek sarfı ile varabilmektir. Bunun için yalnız tasvirî mahiyette olan, umumî formüllere varmıyan veya varmak yolunda ilerlemiyen müşahedeler tecessüsümüzü çekebilir, lıosçu okunabilir fakat hulgitiaı bekjencn neticeyi vermez. Hc| köy d'^erinden farklı hususiyetler göArir. diyerek bıkhpsu siy etlere saplan
112
mak çıkmaz bir yoldur: tek tek ağaçlara bakmaktan ormanı görememektir. Köylerimizin sosyal durumunu öğrenmek için kırk ’oin küsur köyü tetkik etmeğe ne lüzum, ne de imkân vardır. Fiziğin ve kimyanın şüphe götürmez gelişmeleri körü körüne namütenahi vakalar toplayarak bunların her hirinin ayrı bir tahlilini yaparak meydana gelmiş değildir. Prensipler, formüller umumîdir, bunların müşahhast.ı tezahürü tenevvü (variation) gösterir. İşte mesele, müşahhasın müşahedesinden bnzı tipik halleri alarak formüllere varabilmek, sonra bu formülleri yeni müşahhas hâdiselerin tahliline tatbik edebilmektir. Bu sayfalarda, köylerimizde olup bitenleri, bu bütüncü görüşten hareket ederek, hâ
diseleri cemiyet bünyesine bağlıyarak ince-liyeeeğiz.
M illetim izin büyük çoğunluğunu teşkil eden, vazifelerin, külfetlerin büyük yükünü taşıyan köylümüz bize yaşamamız için zarurî olan nimetleri ve yüksek ileri bir kültür için zarurî olan halis sanat temlerini veriyor. Okumuşlar, aydınlar da onlara toptan refaha kavuşma şartlarını temin etmezlerse, sanat temlerini büyük saant terkipleri halinde vermezlerse onlara borçlarını ödememiş olurlar. Hakiki aydının fonksiyonu, bir ağaç altında bağ-dağ kuruş romantik ve cıvık bir uygun-culuk, yarenlik yapmak değildir.
Adımlar
• ' I _____
AdınJar'ııı Okuyucu Sayfası:
Adımlar, bugünün hayat ve sanat gidişini yakından takip çderek okuyucularına bildirmek için çalışıyor. Daha faydalı olabilmek için, Adımlar'da ele alınan mevzulara okuyucularımızın kendi hayat tecrübelerinden, bilgilerinden katacakları gerçekleri, düşünceleri de öğrenmek ye okuyucu sayfamızda yaymak istiyoruz. Yazılar hakkında ki mütalâalarınızı, Adımlar'da ele'alınmasını arzu ettiğiniz mevzuları «Okuyucu Sayfusı» na bildiriniz.

SAVAŞ KARDEŞLER İZMİR TİCARETHANESİ
8. Zeytin, zeytinyağı, sabun ve her nevi.sâde
I yağlar-, peynir vesaire satışevi
Anafartalar Mevsim sokak No. 5
Tel. No. 2377 Ev. 6235
Sicil No. 3334, Kuruluş : 1930
ALİ PERÇİN EL VE KÂZIM PERÇİNLE |
Ticaret Evi |
Zeytin, zeytinyağı, sabun, ve lıemevi .sâde « yağlar, peynir vesaire toptan sataş yeri $ Kooperatif arkası Ali Nazmi Ap. No. 1/2 $
Tel No. 3153, Telgraf: Alî Kâzım ’ $ Sicil No. 1912, Kuruluş 1930 f
HALİM ŞAPÇI
ALI KIZA VEGEN
Zeytin, zeytinyağı, sabun ve her nevi sâde yağlar, peynir vesaire sata evi
Kayseri Pastırma Pazarı
Yeni Hal No. 21
Sebat İş ham No. 40
Tel. No. 3752
Tel No. 3975, Sicil No, 2007 Kuruluş tarihi : 1930
OSMAN ÖZKAL
Kayseri Pazarı hSaggggkkaliye toptan keâretlıane
Tahtakale Caddesi Susanı Sokak No. 29 ANKARA|
HÜSAMl iiX(A(;
Yumurta ve
OSMAN ANT EHLİ VE İSMAİL BEKRİ
BAKKAL
Toptan ve Perâkcml^eıı Tecimevi
Yeni HallNo. 20 . ' nkara
Tel No. 1991 Telgraf: Yeni Hal Osman
Kuruluş t:ı SİC ' No. 3551
M A K D ! fi A C I
j ?ptan ve Perakende B>
ialis Aksaray ve Urf a t ■: . E:.,
Zeytiu . i
; s, :r ve Edirne Peynirleri Çle .safAyvalık,Edremit
■ ™evi
Y---------u... Ankara
Tel. No. 2S46, Telgraf: Hüsamettin - Yenihal
I A nkara
5
S
• •


Her çekilişte bir millî piyango bileti alarak biitii» yıl talih kapılarını ken-nize daima açık bulundurunuz. Her an servete kavuşabilirsiniz.
s

Bü .çekilişte talihiniz gülmedi.ise dişiniz para boşa gitmiş değildir sefer çelik kanatlarımız kazanını mektir, Belki de sizin kazanma nız bu çekiliştedir.
m?
K
MİLLÎ Pİ YA N G O
Türkiye işBankası
Küçük Cari Hesapları I
1943 İKRAMİYE PLÂNI
;(gR^T>WT jr.P ■ 1 Şubat, 3 Mayıs, 2 Ağustos İ
,.: tjuilıleriDde .yap^lacaktas^-,1,!
İB : İKJÎÂ . YELERİ
1
1
1
1
1
1
1
2
10
sia
= 3fi7i —