Kaynak: TÜSTAV - Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı Arşivi
IÇtNDSKUEB
Fikir MesulJüğii ve Zorba Zihniyeti
Sanatta Konu Meselesi
Değişen Sanatkâr Tipi
1»(>Ç. Dr. Muzaffer Ş. Bu-fofclu
Doç. Dr. Bellice S. Boran
I Jl«> Amar
Şiirlerin? Nasihat Suat Tuşif' '
Evlenmelere Tesir E>i n Sosyal Âmiller Enine A|«k
«Harp ve ?Şriit{Byaı-x-:ı - Adlı Broşüre Dair Münir B>4m KI
Portakal Hikâye) Sabahattin Ali
Ayın içirten: Yerdepremi F etimiz
Yayınlar:
telenekçiler mi Haklı? d Hüsamettin Boaok).— Sıvift, Gullıver’in Seyahatleri, çev. irfan ş dıinbaş (£ S. Ercan). — Shakı peare. Othello, çev. Orhan Biırian (M. Ercan) — E. Zola, THrerese üaçuin, çev. Sitare Sevin t Hüsamettin Bozok).
Köyün içinden:
Orta Anadoluda Top. Kay ueden Köylü Var mı ? - H iü Aytekin
Köyde Koopem^nr BrMrc 'Boran
• •
Adımlan Beğeniyorsanız
Abone olunuz, Abone bulunuz.
Çelecek Sayılarımızda ı
Prof. J. Canıborde, Ankara Üniversitesi: Modern bir Fransız
Romancısı: Paul Nizan
Y. M. Hüsnü Balâ, Modern Şehircilik Problemleri.
N. Zaimoğlu. Eşya Fiyatları Nasıl Düşebilir?
Hikâyeler :
Orhan Kanal UYKU
Hiirhan Arpad, BURUN VE ELLER.
Halil Aytekin, SARI ÇELİL
ADIMLAR
Aylık Fikir ve Kültür Dergisi
YIL ! I Mart 1944- Sayı T 11
Fikir Mesullüğü ve Zorba Zihniyeti
Dr. Muzaffer Şerif Ankara üniversitesi
Ulus'ta fikir Hareketleri başlığı altında çıkan sahifede, “Dergiler ve Fikirler” sütununda "Yazı Yaşananın Mesullü-ğü” adlı bir yazı dikkatimizi çekti (20 ’I 1944). Yazanın altmjdu. yine. imza yerine üç tane yıldız var. Bay Üç Yıldız, daha evvel ileri fikir-geri fikir halikındaki düşüncelerine iştirak etmediğimizi, şaşırtıcı bulduğumuzu, belirttiğimiz yazıcıdır (A dunlar sayı 9). Bazı gizli maksatlarla ha roket eden zümre taktiklerinin, rekabet halinde bulunan ticaret evlerinin aksini
olarak, ardında gizli emeller bulunmıyaı ve bulunmaması gı-reken fikir münakaşa larının tamamile a ıkta yapılması gerektiği halde. Bay Ü Yıldız yazısının altını imza koymamakta İsrar ediyor, ve bu ka dar mühim bir konuyu ileri sürerken bile, her nedense, hüviyetini belli etmekten çekiniyor. Üç yıldızın üstünden, aydınlarımızı, kendince, irşat etmeğe çahşıyı-.. Telkınci ve dogmatik bir fonla yazılmış olduğu için yazının, büyük insan ve millet meselelerini kendi şâSM^önaından." pek te kaynak göstermeğe liizulh görmeden, kolayca formiıjlr-ç bağlayivı-ret^Bay Reşat Şemsettin Sin r tarafındım yazıl
mış olduğuna hükmedilebilir. Biiyilk konular üstünde işlenirken bu telkınci ve doğma tik ton. lise seviyesini aşmış insanlarda bir şevi mutlaka satnrik istiyen bir reklâm tesiri uyandırıyor.’
Yazıda belirtile M başlıca ikfrlorİ kısaca hülâsa edelim, r'-Makası-uıız ve ka-
nunlarınuz.bu^^dur.ve yazı hürriyeti vermiştir. Bu hürriyetin hudutları kanunlarla sınırlanmıştır. Hürriyet sınırları içinde
de yazı yazanların, kendilerinin duymalan lâzım gelen mesullükleri vardır. «Eğer bir
yazı doğrtyif Ve iyiyi öğretiyor ve yayıyorsa hu, onu yazan için -övünülecek bir şeydir vıı bundan dolayı takdi beklemekte haklıdır. Eğer bir yazı yanlış bir fikri telkin eyİfemek ve amme hayatı için zararlı bir düşünceyi yaymak istiyorsa yazanın hımöan mes’ul olması lâzımdır " Bu şarta riayet edilirse, yazı yazanlar fikir haya-tımızdp, di'ınyjının bu karışık zamanmda THrk-'s^ı^Hğfrdn-'fiMr birliğini sağhyan bu- nazımlık vazifesi başarabilirler. Na-zimtİk ışmSe Uı^^İcTerfimzin ve Fakültelerimizin üstüne düşen vazifeler vardrri’c--- A -w- 'y
BaS Üç Yıldu'rı h'jikiacrini kısaca
315
✓
hülâsa ettik. Biz de içimizden gelen bir inançla, yazı yazanın, okumuş adamın kendi memleketine ve insanlığa karşı bir mes’uliyeti olduğuna inanıyoruz. Fikir adamı boşlukta yaşamıyor. Onun hakikat ve bilhassa mensup olduğu memleketin yükselmesi, ileri gitmesi yönünde yüklenmesi lâzım gelen vazifeleri ve mes’uli-vetleri vardır. Burada Bay Üç Yıldızla temamile beraberiz. Fakat Bay üç Yıldız bu mücerret hakikati söyledikten sonra müşahhas fikirlere geçmiyor. Hangi fikirlerin yanlış ve zararlı olduğunu tasrih etmiyor. Umumî irşat sözleri söyledikten sonra asıl muhtevayı vermemek, aydınlatıcı değil, bulandırıcı oluyor. Daha evvel ileri fikir - geri fikir meselesinde de boşlukta kalan, bunların mihenklerinin ne olduğunu soran Bay Üç Yıldız bu yazısında da kati teşhislere yanaşmıyor.
Halbuki bugün artık hangi fikirlerin milletimiz için birleştirici ve ileri, hangi fikirlerin dnıjtıcı ve geri olduğu keyfiyeti keyfiyemize tâbi bir mesele olmaktan çıkmıştır.
Biz Adımlar'da daima bu mesullü-ğtl duyarak, şu veya bu cephe taktiği yapmağa lüzum görmeden, şu veya bu maksatla tıkır düıımcliğine düşmeden düşündüklerimizi daima sarih ve kesin bir surette belirtmeğe çalıştık. Daha ilk sayımızdaki takdim yazısı bunun bir örneğidir ve o yolda .devana ediyoruz.
Belirin: ğe çalıştığımız fikirler millî iııkilâbımızın vardığı prensiplerin ve bu-gü eriştiği gelişme merhalesinin benimsediği fikirlerdir. Atatürk'ün emperyalist müstevlilere karşı Türk milletinin hür yaşamak ve ilerlemek azmini kudretle müdafaa ettiği Kurtulun Savaşından hizalan milli inkılâbınkızuı prensipleri bu fikirlerin kaynağıdır. Milletin iradesinin devletleşmesi demek olan cumhuriyetçilik, daima halk kitlelerimizin öz menfaatlerini, ihtiyaçlarını ve bunların serbest bir eursttç ifadesini esas tutaalüıalkçmk, bunları bugü
nün şartları içinde iyi teşkilâtlandırmak ve plânlaştımıak demek olan devletçilik prensiplerinin, milletimizin bugünkü dünya şartlan içinde vardığı zarurî prensipler olduğuna inanıyoruz. Bu prensipleri ölü kalıplar ve naslar olarak statik bir şekilde doğll, milletimizin ve halkımızın yeni ihtiyaçlarını ve dünyanın ileri gidişini dinamik bir şekilde ifade eden inkılâpçılığs içten bağlıyız.
Derebeylik imtiyazlarını ortadan kaldıran Cumhuriyetin ileri kültürlü ve medeniyetti bir millet topluluğu gerçekleştirmek ülküsünü yalnız bir hayal değil, bugünün gerçeklerinin kaçınılmaz bir zarureti olarak kabul ediyoruz. Yabancı malı ve mütecaviz bir fikir olan ırkçılık yaygarası hem ilmin, hem memleketimizin öz gerçeklerine aykırıdır. Büyük millet meseleleri bahis mevzuu olurken vatandaşlar arasında, «Suyun bu tarafında veya öte tarafında doğmuştur» gibi ayrılıklar gözeten rejiyonalisteler, doğduğumuz. büyüdüğümüz bu toprakların adına sığınsalar bile, inkılâbımızın özüne vc memleketimizin menfaatlerine aykırı hareket etmektedirler. Bütün yazı yazanla^; inkılâbımızın gerçeklerini hülâsa eden bu prensipler çerçevesi içinde fikir mesul-liıldertai duymalıdırlar, ."ürk gençliği an-cuğ bu prensipler etrafında bir birlik kurabilir. Şu veya bu maksatlarla buna aykırı yazı yazanlar tesan ödümüzü bulandıran. fikir mesulliiğiiııii tanımıyan kişilerdir. Artık burada faydalı ve zararlı, ileri ve geri, birleştirici ve dağıtıcı fikirlerin karakteri gün gibi beliriyor. Yukarıda hülâsa ettiğimiz prensiplere aykın fikirler güdenler mürtecidir. cahildir, yahut sadece menfaat ve post kavgası peşindedirler.
inkılâbımızın bu ileri prensiplerine aykırı olmamak jartıylş fikir vc münakaşa hürriyetini cKraltmnk istiyenler olsa olsa kendilerine bazı hususî menfaatler ve imtiyazlar temin ütmek istiyen fırsat
346
Sanatta Konu Meselesi
Dr. Bellice S. BOBA-N
Ankara Üniversitesi
Bir estetik üstadımız Ülkünün 56 inci sayısında çıkan «Edebiyatta Konu» adlı bir makalesinde «Vuslata şairi Yahya Kemali kötülemek istediğimizden, büyüklüğünü inkâr ettiğimizden bahsediyor. Bu münasebetle, yanlış anlaşıldığını sezdiğimiz şu noktayı, meseleye girmeden iyice belirtmek istiyoruz: Yahya Kemal hakkında çıkan yazımızda maksadımız şairin büyüklüğünü inkâr etmek değidi. Şüphesiz Yahya Kemal edebiyat tarihimizde Osmanlı devrinin sonunda gelmiş büyük bir şairdir. Devrinin ölçülerine göre değeri inkâr edilemez şiirler yazmıştır: bize garbı tanıtmıştır. Fakat bu hükmü verirken şu cihetleri unutmamak lâzım: Yahya Kemal bize garbı tanıtan yegr-ııe şair değildir. Ondan önce, Hâmit, Cenap. Fikret; Ahmet. Haşini, ilb.. de bize garbı tanıtmışlardır, Sonra garp deyince karşımıza değerleri müteca
komisyoncularıdır. Biz rnületinıizin sağ lam duyuşuna nallıyoruz; onun ortaya sürülerin fikirlerden kendine en uygun gelenini hür iradesile benimseyeceğin(-de eminiz. Bunun aksini düşünmek milletimizin hakikî kabiliyetini ve istidadını inkâr etmek olur. Fikir ve münakaşa hürriyetinin anarşi ve karışıklık doğuracağı yolunda tellâllık edenler varsa bmı-lar, bir bardak suda fırtına kopan p w.
hum tehlike işaretleri vererek bulanık suda avlanmak istivan fırsat düşkünleridir. Memleketin öz evlâtta olmak ihhisarmliğı-ııı güdenler, heniiz millet yolunda -bir imtihan geçirmeden, hamiyet vc feragat imtiyazını kendilerine nı ı lıMenl er. gerçek
nis bir bütün çıkmadığı için sorabiliriz: Yahya Kemal bize garbın en ileti bir istikbali müjdeliyen ufuklarını mı açtı? Avrupa şiiriyle aramıza kurduğu köprü bizi Avru-panın neresine götüren bir köprü idi ? Muhakkak ki Yahya Kemalin bize getirdiği Avrupa artık bugünün ileri Avrupası değildir. Sanatta değerler ve mektepler «sanatın kendi realiteleri» mutlak ve ebedî 0-lamaz. Bu değer vc mekteplerde cemiyet bünyesinin diğer kısımlarında olduğu gibi devirlerini yaşar vo çökerler: aralarından gürbüz ve gelişmekte olun diğeı mektepler ve cereyanlar çıkar. Yahya Kemal böyle göçmüş bir devrin büyük şairidir. O göçmüş devrin temsil ettiği sanat, bugünün değil dünün sanatıdır.
Sayın estetimiz, Yahya Kemal’e «devrinin büyük şairiydi» deyişimiz: «sanat dışı düşüncelerle» verilmiş bir hiiküm diye
peh İnanlardır. .Bu eğreti imtiyazla başkalarını kötülemeğe çalışmak, derebeylik ve zorba zihniyeti artığından ba şka bir şey değildir. Kİ
Türk inkılâbı, hususî imtiyazlar peşinde blıın bu derebeylik ve zorba zihniyetini tasfiye etmek yolunda gelişmişi ir. Biz. yakın zamanda zorba zihniyetine artık yalnız uk^H^KlCTTmî^le'rastlayâcâ^ımıza inıı-
nıyonız. Biz fikir mesllüğünü, iukılâbımı-zuı ileri prepşiplcrhıe ayak uydurmakta htrtttybriız'r bütün "tamlara aykın olan fikirler ise geri ve dağıtışadır. Üniverşite-İH.'inıiyirı _ yp fnkiitl e|m^lmizin birleştirici s3ye edici fikir lu'.nıteir işini bir ı yazıda eles'alacâğı.z. ı 1/VV
..... .____... o__. ve tas
milliyetçiliği bir kalkanîğibi kollanan: kalp’-:- başka
kJ
34.7
vasıflandırıyor. Sanat eserlerini ve sanatkârları böyle sanat eserinin cemiyetle, devriyle münasebeti ve o cemiyeti ifadesi bakımından değerlendirmek sanat tenkidi sahasının dışında kalan mülâhazalarla meseleyi ele almak değildir. Bugün dünyanın en tanınmış estetleri, sanat münekkitler:, edebî tenkit ilmine kendini vermiş olanlar, böyle sanatkârla sanat eserlerini devirleri ile olan münasebetleri zaviyesinden ele alıyorlar. Meselâ Cambridge üniversitesinin en ileri gelen münekkitleri Richard ile T. S. Eliot, sonra I-eavis, H. Reade; Amerikada tenkit eserleriyle de dikkati çeken sanat tarihçisi Craven ve estet Prof. Parker sanat meselelerini bu işaret ettiğimiz görüşle ele alan bilgin münekkitlerdir.
Fakat madem ki estet üstadımız ille «sanat içi» kaygılarla bu konunun ele alınmasını istiyor, gelin biz de ona uyarak sözlerimize devam edelim: Üstadın da söylediği gibi her şeyin sanat mevzuu olabileceği doğrudur. Bir çift pabuç, bir şarap şişesiyle bir bardak, bir çiçekçik. maviliklere uçuşan veya Boğaziçi sırtlarında uzanmış u-yurken üstadın kirpiklerine konan iri kelebekler, yahut da yedi kat yerin dibinde kara elmasa çokis sallayan insanlar sanatın mevzuu olabilir. Bir zamanlar bazı konuların sanatkâr tarafından ele alıhamıyacağı ileri sürülürdü. Michael Angelo’nun fresklerinde çıplak olarak resmedilmiş olan A-dem ve Havya resimlerinin üstü örtülmüştü. On dokuzuncu yüzyıl şairlerinden Ros-
setti ve arlı ıdaşlannın şiirleri kadın vücudunun güzelliği üzerinde fazla dıiruor diye mulıafazakâdarca şiddetle tenkit edilmişti. Hattâ zamanımızda da J. Joyce’ln mmlmr romanı sansür edilmek istenmişti. Lady Chattcrley'ın aşkının İngiltere'de neşrine müsaade edilmemişti Eu vaziyetler düşü-nüiluce esti tik üstadımızın «herşey sanatın konusu olabilir» demesi bir ilerilik sayılabilir. • •
Ancak bu bahiste estet üstadımız gaf yet ehemmiyetli llir noktayı gdzdeh kaçırıyor: Haricî âlemdeki eşya sanat eserlerinin
ancak ham maddesidir. Üstadımızın bahsettiği Von Gogh’un tablosundaki «Pabuçlar» sadece bir çift pabuç değil, Van Gogh’un gördüğü ve tablosuna aksettirdiği şekildeki pabuçlardır. Yani sanatkârın harici âlemi idrâki «seçici» dir. (Esasen yalnız sanatkârın değil her ferdin idrâkleri seçicidir. Modern psikoloji bu seçiciliğin idrâklerin bir vasfı olduğunu kesin olarak tesbit etmiştir.) Binaenaleyh aynı ham maddeyi. — bir çift pabucu — muhtelif sanatkârlar, muhtelif tarzlarda eserlerinde işliyebilirler. Zaten bir tabloyu bîr fotoğraftan ayıran vasıf da işte budur. Fakat şu noktayı da hemen ehemmiyetle belirtelim ki sanatkârın idrâklerinin seçici oluşunu söylemek, «sanatta indî bir siibjektîvizm vardır» demek değildir. Çünkü her ferdin şahsiyeti doğuştan gelme değildir. Belirli bir sosyal çevre içinde teşekkül eder; bu teşekkülde sosyal değerler, inançlar, fikirler, ülküler, güzellik, iyilik, doğruluk, kahramahlık ilh.. değerleri benliğin aynlmaz bir parçası haline gelir. Sosyal değerler, derunileşir. işte bunun içir.,lir ki sanatkâr eserinde devrinin ve mensup olduğu içtimai zümrenin görüşlerini, değerlerini aksettirir; yani konusunu devrin «hassasiyeti» ne göre seçer vo işler. Bu seçicilik şuurlu olmıyabilir, Hattâ sosyal değerler ne kadar kuvvetle benliğe yerleşmişse fert onları haricî realiteleriyle değil sadece onların kendi iç âlemindeki cepheleriyle tanır. Bu gerçeği gö-rcmiyen münekkitler de sanat eserini sa-doçe sanatkârın İÇ dünyasının bir ifadesi sanırlar. Sanatkârın konusunu seçmesi devrinin ve kendi çevresinin hâkim değerlerine göre olur. Sosyal değer ise devre ve cemiyet bünyesine göre değiştiğinden dolayı
muhtelif devirlerin sanatkârları aynı konuyu muhtelif tnrzlarda’İBİİyebilirler. Buna birçok misaller verebiliriz:
Faustus temasını Ciı. Marloıve ile Gol-the’nin şekil ve muhteva bakımından devirlerine göre işIeyÇİeri başka başkadır. Eioi-se ve Ajıeriard mevzuunu Popo ile modem bir romaucımp ele alışları büsbütün başka
348
başka şeylerdir. Pope İngiliz ■edebiyatının neoklâsik bir şairidir. Ve bu ortaçağ hikâyesini devrinin hâkim görüşlerine ve kalıbına uydurarak nazmen söyler. Ayın hikâye (devrimiz daha ziyade roman ve dram nevilerinin hâkim olduğu bir devir olduğu için) şimdi heyecanlı ve kuvvetli bir romana mevzu oluyor. Sonra sosyal problemleri. 19. uncu yüzyılda bir Mrs. Gaskal’in, bir Dickeııs’in, sonra Zola'nın ve nihayet devrimizde. Stcinbcck. Le Hamp. Aragon'un ele alışları büsbütün ayrı şoylerdiı*. Estet üstadımız: «Şair veya romancı; tekniğiyle, hcyecanıyle, mizacıyle kaynaşmıyan bir fondan hiç bir sanat eseri çıkaramıyor!» diyor. Doğru; çıkaramaz; ama meselenin asıl düğüm noktası şudur: niçin sanatkâr şu konuyla kaynaşıyor da bu konuyla kaynaşamıyor? Bu farklı kaynaşmaların âmilleri nelerdir? Bu âmilleri sanatkârın sade sübjektif âleminde aramak, bunun Ötesine gidememek çarpık bir sanat görüşü meydana getirir. Yukarıda adlarını saydığımız uıeşhur münekkit ve estetler bu noktayı görmüş ve sanat eseriyle sanatkârın iç âlemini devrin sosyal çevresfoin kendine has vasıflan bakımından ele almışlardır.
Sosyal değerler devirden devire cemiyet bünyelerine göre değişir. Bir devirde dikkat; haricî âlemdeki eşya ve olayların bu kısmı üzerinde bilhassa toplanır; ve •> konular efe alınır. Diğer bir devir ve cemiyette ise dış realitenin büsbütün başka bir kısmı veya cephesi üzerinde durulur. Meselâ klâsik devirdi tragediyalara insanların taunlar dîndeki mukadderatı konu olarak seçilir. Daha ferdiyetçi olan Rönesans Şcks-pirinde mitolojilerden ziyade fertlerin .bir-, biriyle münasebeti ve psikolojileri islenir. Daha sonraki romantik çevrelerde solgun benizli, sırçalar gibi ince runlü,tlertlFaşik-lar harabelerin, uzak elierin ve geçmişin güzelliğine hasret'3 uyarlar. 'Şendi■‘edebi-* yatımızda da devir devir değişen konularla karşılaşırız. Zaman gnlir, gülle bülbülün, aeivi boylu yârların i şiiri terennüm t edilir.
Sonra bir zaman gelir: içli kızların, Zavallı Necdetlerin, mahzun gönüllü veremlilerin, uzun pejmürde saçlı Ahmet Cemillerin romanları yazılır. Bugün de artık sanatkâr bu saydığımız konuları geride bırakıp toplulukların hayâtını, cemiyetin geçirdiği' buhranları ve çatışmaları* insanla münasebeti bakımından tabiatı ele alıyor. Bugünün sanatkârı toplulukların emellerine Ümitlerine, varmak istedikleri gayelere inanıyor.
Demek sanatın konusu, muhtevası, devirle değişiyor. Muhteva şekli yaratır. Her yeni muhteva yeni bir şekle ihtiyaç gösterir. Cemiyet şartlariyle değerleri değişince sanatkârın da tecrübe ve görüşleri değişiyor. Bu demektir ki konular değişiyor. Bu yeni muhtevaya uygun olarak sanatkâr yeni şekiller arayıp meydana koyuyor. Eslet üstadımız sanatkârın konusu ancak kusursuz bir şekille kaynaştığı zaman değerleneceği kanaatinde. Ve bu kanaat doğru; ancak şekil ehemmiyetli olmakla beraber, u-nutmıyalım ki, yukarıda da söylediğimiz gibi, şekil daima bir muhtevanın şeklidir. Madem ki muhteva sanatkârın ona karçşı aldığı vaziyete göre, sanatkârın seçiciliğine göre değişen bir muhtevadır, öyleyse muhtevanın sanatkârca görülen karakteri başkalaşır ve .şekli kendine uydurmak için zorlar. Eserin mükemmel sayılabilmesi için şeklin Icuvvctli olması zarurîdir. Şeklin e-hemr.vyeti inkâr edilemez; edilemez ama şekil muhtevadan ayrı olarak Ba ele alınamaz. Cemiyetin seçiciliği yalnız muhtevaya değit şekle de râcidir. Böylece her devirde edebî nevilerin bazıları dalı a belirli bir hal alıyor ve diğer bazıları o devrin haricî âlemden seçtiği konuları işlemeğe uygun gcmicdiğîâden büyük sanatkârlarca benimsenmiyor; her devirde hâkirı edebî neviler ortaya çıkıyor. Sonra her hâkim nevi içinde de çb.şîtlî seldiler doğuyor.Mcselâ modern devrin hâkim edebî nevileri roman ve ^ramdır, Fakat bunlar da zamanın değişen şekillerine ayak uyduruyorlar; muhtelif roman vo dram*. şekilleri meydana geliyor. Böylece 'bugünün rojpan şekli on
349
dokuzuncu asır romanı değildir. Devrimizde uzun romanlar gitgide daha fazla yazılmakta, büyük sanatkârlar, Dos Passos, Sholohof, E. O’Neil ve Bcrnard Show ilh, roman veya dram nevini ifade vasıtası olarak kullanmaktadırlar . Çünkü bu günün hassasiyetini ifade için, küçük şekilli sanat dar bir kalıptır; bu heyecan ve hassasiyet. kendini ifade için roman veya dram gibi bilhassa primadonnası/, kitle vi mahiyette bir şekil alıyor.
Fakat bet zaman olduğu gibi, sanatkârın her devirde seçtiği muhtevayı geleneğin ötesine ıışaıı yepyeni bir kalıp içinde ifade ettiğini kavramakta este tik üstatlar geç kalıyor ve sanatkârı hayatta iken ekseriya takdir edemiyorlar. Meselâ estet üstadımızın şimdi artık ansiklopedilere geçtiği için hayranlıkla adını andığı Vâr. Gogh bütün hayatında ancak 150 franklık eser Kalabilmiştir. Shakespearc ölümünden çn aşağı yüz yıl sonra şöhret kazanmağa başlamış. Milton o meşhur «Paradine Lost (Kaybedilmiş Cennet) i için hayatında ancal: beş İngiliz lirası alabilmiştir. Üstadın, 'büyüklüğünü tanıdığı Keatn’in ömrü münekkitlerin acı sözleriyle kısalmış» Shclley boğuluncaya kadar diyar diyar gurbetlerde dolaşmak zorunda kalmıştır.
Bütün bu yukarıda söylediklerimiz, estetik mevzularının havada bir şey olmayıp estetin umumi hayat görüşüyle İlgili bir şey olduğunu gösterir. Estetin sanat telâkkisi kendi ha- at görüşüne bağlıdır. Bunun irin sanata muhatap olan estetler arasında, her zaman muhafaazkârlar ve ileri görüşlüler vardır. Muhafazakârlar bir tttlrü ’ zaman in. gidişiyle atbaşı beraber gidemez. Bunlar
bir eserin kıymetini anlayabilmek için mu-hakktık onun bir sanat ansiklopedisine geçmesini beklemeğe veya büyük estetlerce lanse edilmesini görmeğe muhtaçtırlar. Meselâ şimdi Stokovsky yeni kompozisyonları çalabilmek için çoğu ihtiyar kadınlardan müteşekkil olan sanat hâmileriyle mücadele etmek mecburiyetinde kalıyor.
Evet insanın hayat görüşü sanat telâkkilerine de tesir ediyor. Estet üstadımızın bu sefer Yahya Kemali müdafaa vesilesiyle ileri sürdüğü klâsikleşmiş muhafazakâr fikirleri biz daha evvel başka bir münasebetle İnsan'da çıkan bir makalesinde de o-kumııştuk. (1) O makalesinde üstat, bugünün endüstri medeniyetinin kendisine mahsus eserler veremiyeceğine kanidir. A-merikanın haline hayıflanır: .Maddeyi her şeyin üstüne koyan, makineyi ruh nizamına uyduranılyan Amerika göz önünde..: der. Onca Nevyork. caddeleri gibi iç bünyesi de dümdüz yekn a sak bir şehirdir. O şehirde artık ( bir kordelâ gibi yamaçları dolana dolana çıkan yollar kalmadığı gibi> üstadımızca sanat hareketleri de yoktur.
Halbuki, üstat, sanat kısırlığına yandığı Nevyork şehrinin bugün tiyatroda ve musikide. Moskova ile birlikte önderlik etmekte olduğunu, bazı en büyük romanların orada yazıldığını unutmuş görünüyor. Bu hususta müşterek bir kanaatin mevcut olduğunu herhalde Nureddin Sevin arkadaşımızla. Kari Ebert’teıî öğrenebilir. Ama bu sanat başarılan devrin nabzını aksettirdiği ve o nabzı da kendisi duyamadığı için, üstat bize bu hakikatlerden bahsedemiyor.
(1) Bak: İnsan, sayı 7. «Yirminci Asırs-, Yazan: Suut Kemâl Yetkin.
37)
Değişen Sanatkâr Tipi
Liko AMA.R
Devlet Konservatuvan, Ankara
Batı sanatı, doğduğundan beri durmadan, bazan yavaş, bazan da birdenbire kendisini gösteren değişmeler ve gelişmeler arzetmektedır. Bu olay, sanat yaratıkları göz önünde tutuldukça, hiç te yeni bir şey değildir.
Tarih ve üslûp tarihi araştırmaları, zamanla, sanat tarihinin her köşesine ışık verdiği gibi, hergün yeni münasebetler, yeni malzeme meydana çıkarılmıştır. Buna karşılık sanat üslûbunda ve bu husustaki telâkkilerde, vukua gelen değişmelerin asıl sebepleri pekaz malûmdur; halbuki bilhassa bu meseleler, en büyük alâkayı uyandıracak mahiyettedir. Meselenin hallinde mühim bir çıkış noktası, sanatkârla hitap ettiği kütlenin cemiyetteki durumudur. Cemiyette hasıl (>lan umumî değişmelerle-, bütün zihin sahasında da değişmeler elde gider; sanatkâra yepyeni tarzda hal çareleri bekleyen yeni vazifeler düşer. Bundan başka, sanatkârın yeri ve fonksiyonu danışanların hayatı da durmadan değişmeye tâbidir.
Bu satırlarda, kısaca ve yalnız musiki sahasında kalarak, sanatkârın hemcinsleri karşısındaki durumunda vukua gelen bazı esas değişiklikleri mütalâa edeceğiz. Önce
şuııu kaydedelim ki, müstakil, yalnız ken- bukî küçük küçük parçalardan di iç ilhamlarına kulak veren, yalnız kendine karşı mesuliyeti olan bir mahlûk ola-
rak tarif edilmiş sanatkâr mefhûmu."roma ntizmanın : ilmen kurduğu bir meıtıunı-dur. Vâkıa bu'lelâ'kkihlh bûfiin* yem çağda mübeşşirleri vardır. Fakat onun keskin, bir şekilde tesbjti ve tanınması ancak uncu yüzyılda gerçekleşmiştir. Şimdi daha.
eski devirlere bir göz atalım ve orta çağın nasıl olduğunu, yüz yıllar boyunca ne gibi değişiklikler vukua geldiğini görelim.
Orta çağın cemiyet organizasyonu, bilindiği gibi, derebeyi devleti içinde, tabakalar nizamı idi. Bu devir her ne kadar, bizim bugün sanat eseri diye vasıflandırdığımız türlü türlü yaratıklarla dolu ise de. o zaman bugünkü mânada sanatkâr yoktu.
Orta çağın ressamları, musikişinasları, mimarları, marangozların, demircilerin, ve günlük eşya yapıcılarının kardeşler: îdi. Birincilerin mahsulleri,. bir .ev, dolap, bir halı gibi kullanma eşyası idi. Şüphesiz her sahada kalite farla vardı, fakat bugün bizim sanat ve elişi\ (yahut zanaat) diye a-yır d iğimiz kategoriler farkı yoktu.
Tabakalı cemiyetin bütün müstahsilleri loncalar ve korporasyonlar içinde sımsıkı ve cebrî bir şekilde teşkilâtlanmışlardı, bunlaf ister dokumacı, ister furıınca. isterse musikicl olsunlar., arakçında yalnız Al manyada altın kuyumcuları istisna teşkil ediyorlardı; bunların faaliyeti «serbest sanat» olarak vasıflandırılın akta idi. Musikişinaslar bütün FranSada 13 üncü yüzyıldan:. 18 inci yüzyıla kadar «confrerie de SL Julien» içinde teşkilâtlanmışlardı, hal-teşckkül
eden Almanvada bir takım mevziî loncalar vardı. Vâkıa her tarafta birçok seyyar, lonca'dişı müzikaciîar mevcuttu: fakat bunlar, — faaliyetleri halk tarafından sevilmekle beraber - azçÖk, cemiyet dışında kalmış serseriler sayılıyorlardı. Bu mu-zıkacılar, halk musikisinin ve «değerden düşmüş kültür hazîneleri..- denen şeylerin
351
yani yüksek tabakalara, ait olan modası geçmiş dansların, şarkıların ilh.. yayıcıları idiler.
Loncalarda teşkilâtını bulmuş, şehirli burjuvaziye mensup musikişinasın faaliyeti ve vazifeleri nelerden ibaretti? Musikici muayyen vesilelerle hem bestelemek hem almak işiyle mükellefti. Maksat, bu musikinin şeklini ve muhtevasını tayin etmekti. ve m»ısikicinin şahsiyetine hemen hemen hiç yer bırakılmamıştı.
Şu sahalar, musiki faaliyetinin sahalarını teşkil etmekte idiler:
önce kilise: burada, din kavaidinin tayin ettiği muayyen musiki şekillerinin bahse mevzu olacağı üzerinde ısrara hacet yoktur. Bundan dolayıdır ki kilise musikisi pek yavaş bir gelişme göstermiş ve nis-beten serbest şekiller içinde yaşayan vc hisseden Rönesans îtalyası bunda bir istisna teşkil etmiştir.
Sonra, Avrupanın büyük kiicük sarayları yüksek ölçüde musİKi siparişçisi ve alıcısı idiler. Burada, saray temsili ile asilzadelerin türlü î kategorilerinin kendilerine has zevk istikametleri, göz önünde tutulmak. vani bestelerin şekil ve muhtevası ona göre uydurulmak gerekiyordu.
Ücüncîi olarak, musikicinin de mensup olduğu burinva sınıfı. Musikicivi burjuvaziye. o sınıfın bütün törenleri ve buna benzer başka vesileler için ve — bu nokta mühimdir? — eok adette olan musiki; sevenlerin ihtiyacını tatmin için eserler yetiştirirdi. Burjnva hayatında musiki, her zaman zevk ve terbiye âmili olarak büyük bir rol oynamakta idi: böylece de kilise ile «a-ravdaki İkinci derece rolünün zıddına olarak sittikev daha ziva.de k\ndi kendinin gayesi o|mustur. Ortaçağ burjuva sınıfında. bugün anladığımkopserl^r yoktu, bun karsıhk. ayrıca dinleyici olsun olmasın. kuvvetli bir ey musikîsi faaliyeti vardı. Bu muhitte^ AvTüpanınjşon-raki munzznnrm'asikİ h?vatının İcuraTm«sına doğru ilk admgjar atılmıştır.
Mutlakiyetçi devlet şeklinin kuvvet kazanması ve tabakalar cemiyetinin geri gitmesi ile, bu anlattığımız durum değişmiştir. Bundah böyle, birçok yerde musi-kici, bir prensin hizmetkârı sıfatiyle çalışırdı. Bu hususta Orlando di Lasso’dan Mozart’a kadar gelişmiş olan pek çok adette musikicî düşünelim: Hepsi prens hizmetkârı, iyi yahut kötü maaşlı saray mensubu, idiler. Zamanın telâkkilerine göre bu, tenezzül değil yükselme idi. Şüphesiz, saraj' musikicileri her türlü lonca bağlarından serbest idiler. Bu durumu en iyi. mutlaki-yctçiliğın klâsik ülkesi olan Fraıısada, vc bu nümunevi taklit eden küçük alman saraylarında görüyoruz. İçinde. 17 inci yüz-yıldanbcri yeni kuvvetlerin hareket ettiğini gördüğümüz İtalya’da, bestekâr çok kere opera müteahhidinin ya müstahdemi yahut da şeriki olup, ona muayyen sayıda o-pera teslim ve idare etmekle mükellefti.
18 inci vüzyıda vukua gelen büyük sosyal inkılaba kadar durun, böyle idi. Vakıa, bu anlattığınız şartlar içinde bir takım ara şekiller de vardı: fakat faaliyetin nevi, yeni çağın iâ içlerine k ıdar böyle kalmış! ir: Musikici, muayyen vesileler müna-r betiyle, arzulariyle zevkleri. iyice belirli muayyen şahıs çevreleri için musiki yapa!* ve çalardı. (H**r ikisi-bir şahısta birleşmişti, zira bestekârla çalan arasındaki ayrılma henüz tahakkuk etmemişti). Her sahada şartların yavaş gelişmesi, bir istikrara götürmüştür ki. bu sayede sürekli, şahıs üstü üslûpların gelişmesi sağlanmış-t İT.
Yeni zamanların gelmişiyle, yani aşağı yukarı 18 inci yüzyılın ortalarından itibaren. durum büsbütün değişmiştir. Mutla-klvefîh az|oT(- demokrat devlet şekillerine kalbolması, tabaka ve lonca âleminin büsbütün ortadan kalkması, modern burjuva cemiyetinin teşekkül etmesi ile musikicinin mevkii ve vazifeleri, öncekiler den büsbütün farklı ve başka oluyor. Yeni âlem, insanı, c? ki devirlerin dar i ; ve'dış başlarından kurtarıyor,^ bÖylece, .şiy-13b içtimai, iktisa-
352
di mânada, — önce her yerde ve tam olarak gerçeklcşemiyen bir ideal halinde — «serbest burjuva, doğuyor. Aynı zamanda, «serbest sanatkâr» doğuyor; sanatkâr arta çağ bağlarının ortadan kalktığını görerek, bütün dünya için yarattığına inanıyor. Vâkıa gene muayyen bir kategori için yaratıyor, fakati bu kategori sayı itibariyle eskisinden çok daha büyiik olduğu gibi kuvvetli bir heyecana kapılmıştır, ve bütün beşeriyeti nefsinde tecessüm ettirdiğine kanidir. Cemiyet kaidesinin genişlemesi, artık ferdiyetini serbestçe inkişaf cttltebi-len ve çalışabilen, alıcısı muayyen bir çevre olacağı yerde artık adsız piyasa olan, sınırlarını ancak serbest rekabette gören «serbest burjuva» yı. kendisi ve dünya hakkında bir takım hayallere sevkediyor. Bu değişme ile siki sıkıya bağlı olarak zihni ve ruh hayatının dünyevileşmesi beliriyor; gök, yere indiriliyor. Sanatkâra ge-■ince, o artık eski sanatkâr zanaatçı; yahut prens hizmetkârı tipinden kati olarak ayrılıyor; bundan böyle yalnız kendi sanatı için yaşadığına ve cemiyete, neyin giizcl. neyin iyi olduğunu öğreteceğine kanidir. Başka birçok hayaller gibi, bir hayali! Fakat bunun ilk önce faydaları olmuştur.
Bunun «lolil: musikinin geçirli ği büyük çelişmedir: inusikiM hemen hemen enS ileri gelen sanat şekli oluyor. «Serbest sanatkâr» m eserlerinde yeni şekiller, yeni bir hayat yaşıyortSEse-rin buutları, sıcaklığı ve İç gerginliği ile birlikte büyüyor. Yeni teşekkül eden g.-niş tabakaların ihtiyaçları türlü türlüdür. Serbest sanatkâr da, yaşayabilmek için bir ta rafa dayanmalnhr. Bunu o, kendi istidadına ve mevcut imkânlara göre, terbive bakımından. daha yüksek yahut daha aşağı
tabakalarda bulmaktadır. O da, malını e-linden çıkarabilmek için tüccar olmak zorundadır, zira yeni âlemde, zihin mahsulü de matah karakteri kazanmıştır. Sanatla ilgili âmme kurumlan yahut devlet alıcı olarakh belirdiği zaman da bu böyledir. Vakıa sanatkâr bu münasebetlerden hiç haberdar değildir: fakat yalnız sanata hizmet ettiğine inanarak o münasebetlere göre hareket etmektedir. İnsiyakı olarak endüstrileşme vo ticarileşmeden azap duyan, onun için de, sanat sayesinde «daha iyi bir dünya» serabına muhtaç olan bir muhitte bu hayalin ilâm, sanatkâra, lâzım olan itibarı ve prestiji vermiştir. Böylece sanata ve bilhassa musikiye, az zaman sonra, — hiç olmazsa ideolojide — günlük hayatın dışında bir yer verilmiştir. Fakat bilindiği gibi, İdeolojî’nin, gerçek üzerjne tepkisi olur. Kendini serbest sanan sanatkârın gittikçe ayağı aJtındaki dayanağı nasıl kaybettiğini, mahsullerinin, yüksek tabakalara hitap ettiği vakit, naşı gittikçe daha mücerret olduğunu,,aşağı tabakalara hitap edince de nasıl gittikçe daha banal olduğunu, roman-tiznıa ile ondan iştikak eden devreler boyunca takip edebiliriz. Yükı -k seviyeli sanat eserleri günümüze kadar yaratılmaktadır, Fakat şu .sual gittikçe ısrarlı bir şekil ahy - ■; Kim için? Sanatın insandan ayrılması durmadan devam ediyor.
Nihayet, son 150 yılın en hâs sanat istikameti olun romantizmanın faaliyetini kısaca karakterlendirelim: Roraahtizma, hu-■'iınyetiııe uygun olarak, şahsa üstün üslûp yerine, yaratıcı muharrik olarak, bir defalık ferdî ilhamı kor. Bugüne kadar bu ir durumdur ki, sanatkârı tayin etmektedir. Ru telâkkinin büyümesile tedennisini musiki için verdiği neticelerle birlikte anlatmağa, maalesef yerimiz tnUsad değildir,
263.
Şiirlerime Nasihat
Sııııt TAŞEH
VI.
Hir giin
hayatın bu kahredici güzelliğine, sevgime, kinime ve yeminime rağmen bir gün ölebilirim.
Ey benim şiirlerim!
t'stüıııde biten bir mevsimlik cılız otlar gibi Kuruyup gitmenizi istemiyor»™.
Mezarımın başında göz yaşı dökmeyim, çırpınmayın etrafımda öksiiz kuşlar gibi..
İH-ll sizi
kendim için
kendi ölllınünı ve kendi yasım için değil, dostlarını ve düşmanlarım için yazdan; bir böcek gibi yaşayıp bir böcek gibi yok olamazdım!
lîliyafanın ve lahıınınıüliim beyhude değildir, "abım ıtolıennemine attık kendimizi..
bunu benden dalla iyi İlilirsiniz.
Fânilik, ikinci gölgemizdlr, btıgiin varsam, yarın ynkuııı!
.Anın siz,
lıenim alın - teri şiirlerim benden sora da yaşıyacııksınız ve verj-iiziindeki boşluğumu dostu ve düşmana ıluvurmıytıcalcsmız, sizden pişmanlık yerine bunu beklerim.
Güneşin toprağa diişttiğii her yerde vazifenizi ve borcunuzu hatırlayın: yetimlerin gözünde gözyaşı, ümitsizlerin kalbinde ümit, azabın karşısında teselli ve fâniliğin ötesinde ebedi olmanızı istiyorum!
Güneşin toprağa düştüğü yerde vazifenizi ve borcunuzu hatırlayın.
Bugünün Evlenmelerine Tesir Eden Sosyal Amiller ( )
Enis® APAK
Sosyal hayatta olayları muayyen kalıplara döken, onları muayyen şekillerde, muayyen hedeflere yönelten bîr takım mihrak noktaları var ki bunlara sosyal normlar diyoruz. Cemiyet hayatının her safhasında şu veya btı örfe uyarak, şu veya bu tarzda hareket ederken bunu sadece öyle âdet olduğu için yaptığımıza inanıyor, örf ve adetlerin menşedeki fonksiyonel değerlerine inmeği, düşünmüyoruz, çünkü sosyal hâdiselerin dinamizmine intibak ancak bu suretle miimkiin oluyor Fakat ilim kolayı değil, gerçeşi arar; bu itbarla sosyolojik bir araştırmada hâdiselerin ayni sathi, aldatıcı tefsiriyle iktifa etmek imkânsızda.'.13u gözle bakılınca normların realitesi, gerçek hayatla sıkı ilgisi açığa çıkar, tşte bu araştırmada ayni objektif görüşle normlar mcs’elesi etrafında toplanan problemlerden yalnız biri, evlenme normlarının sosyal tabaka lara. göre değişmesi - üzerinde durmağa çalışacağım.
İptidaî cemiyet müstesna - târihin her çağında inhan toplulukları içinde bir tabakalaşma hâdisesine tesadüf ediyoruz Sosyal tabakaların dayandığı temeli üzerinde burada durmadan. şuna işareti edelim ki her tabaka, tabakalaşmadaki yerini bir takım normlarla perçinlemeğe çalijir. ve ayni hâdiseye ait sosyal kıymetler her tabakanın karakterine göre şekil değiş
tirir. rf; te vuzı Dr. 8. S. Boran'. Şehir Sosyolojisi
Thorstein Vebleıı '"Tlie ' Theöry ”o'f "cîncmctrır-;., hozırfertes oonls bir biü-
Leisure Class" (aylak sınıf nazarlyesı) «un Hulâsasıdır, bu .itibarin, o'cu.'imsvı bir moke-nde bu mes'eleyı ele alıyor. Vcblenin. -Jdırob ilmek için mn-zuu. oerek -no-
"leisure elass” dediği aylakttuftf. istihlâk veı> çor fazla teksif e v l- mecburivSiinJe k için geniş mikyasta hoş Zarımın Ve parası
olan yüksek tabakadır Bu sebeple bil tabaka, bir sosyal sınıf halinde bilhassa tebellür ettiği feodal cemiyette kendisini a.-şağı tabakalardan başlıca iki bariz alâmetle ayırıyor:
I — Zamanın göze batar şekilde israfı, veya gösteriş istihlâki
II — Maddî eşyanın göze batar şekilde israfı veya gösteriş istihlâki
Bu suretle av, spor gibi ekonomik faydalar beklenmeden girişilen faaliyetler. aşın nezaket adabı, teşrifatçılık, muaşeret kaideleri v.s. bu suufın tabaka karakterini temsil eden değerler haline geliyor. Yine bu sebepten elle yapılan işler de hakir göriiIüy^ssasaB
Sınıflan kanunlarla kapanmış olmı-■yan modern emniyetlerde de. vaziyette kısmî bir değişiklik olmakla beraber, esas mekanizma aynidir. Yani İıer tabakalan-mış cemiyette olduğu gibi bu safhada da en li (t tabakanın vasfı olan faaliyet ve yaşayış tarzı servet ve zaman israfını ge-rektirŞB? faaliyet ve yaşama şartlarıdır (fazljggîyinıne, ihtiyaçtan, fazla eşya-lüks Mjya-editınıc. lisan öğrenme, muaşeret ka-ı n l> ri, spor v. s.'gibi).
Yalnız modem cemiyette bir ailenin tabakalaşmadaki yerini dedelerinden tevarüs ettiği asalet unvanı Ve servet değil de, sadece her ne suretle olursa elde ettiği
355
servet tayin ettiği için, servet edinerek sosyal mevki elde etme yarısı had bir şekil alıyor. Her tabaka kendi bulunduğu kademenin bir yükseğine tırmanabilmek arzusiyle çırpmıyor. Üst tabakalardan alt tabakalara doğru indikçe yaşama ve Bar-fetme faaliyeti artık yavaş yavaş ancak gerçek ihtiyacı karşılıyabilen seviyeye yaklaşıyor, nihayet en aşağı ihtiyaç seviyesine iniyor: tabakalar alçaldıkça gösteriş istihlâki normları zayıflıyor.
Şimdi, ayni hipotez evlenme hâdiselerine de tatbik edilebilir mi?
Bunu, Ankara şehri içindeki evlenmeler üzerinde yaptığım tarafsız ve mümkün olduğu kadar kemmi. objektif ölçülere dayanan bir araştırmada belirtmeğe çalıştım. Bu iş için Ankara Belediyesi Evlenme Memurluğu 1939 - 1942 evlenme kayıtlarını ve hayat seviyeleri farklı elli aile ile yaptığım konuşmaları materyal olarak kullandım. Evlenme defterlerindeki kayıtlardan ancak evlenenlerin mesleklerini, yaşlarını, oturdukları yeri ve medenî hallerini anlamak mümkün, oluyordu. Bu itibarla evlenenlerin mensup oldukları sosyal tabakayı tayin edebilmek için elimde mevcut tek imkândan, mesleklerinden istifade etmeğe mecbur oldum. Böylece ev-lenenleri-oturduklan yeri de nazarı ttiba ra alarak-mesleklerine göre ayırmak suretiyle umumiyetle kullandığımız .kaba tasnife uygun iiç sosyal tabaka elde ettim: yukarı tabaka, orta tabaka, -aşağı tabaka.
Bu üç tabakanın dört sene içindeki modal (en çokfttekerrür eden) yaşlan, şu suretle aynhyor:
Yukarı tabaka: (hayat yukarı)
evlenme 10.7
, İ0.6
Orta tabaka erkek kadın
1940 senesinde 31 22
1940 * 31 21
1941 30 22
1942 31 19
Aşağı tabaka (hayat seviyesi ortadan
aşağı) 1939 30 28
1940 > 20 19
1941 29 18
1942 > 29 18
Evlenen erkekle evlendiği kadın arasındaki yaş farkına gelince:
Yukarı tabaka
1939 senesinde ı yaş
1940 > 4 »
1941 » 3 >
1942 > 2 »
Orta tabaka Aşağı tabaka
5 yaş 9 yaş
7 10 >
7 » 8 »
7 > 8 >
Her üç tabakada kendüerinden küçük erkeklerle evlenen kadınlar da şöyle bir nispet gösteriyor:
Yukarı tabakt.
1939 da % 10.1
19-10 da % 6.2
1941 de 7i 10.1
1942 de hiç yok
Orta tabaka Aşağı tabaka
% 20.2
'I 20.7
% 10.2
% 10.6
1940 senesinde
1940
1941 »
1943 »
erkek
53
34
•(34
32
kadın Bu rakkamiaı- gösteriyor kİ evlenme
22 ^nevtenenler' arâsııMala yaş farkı, ka-
21 dınm veya erkeğin büyük olması gibi u-
23 mumiyetle tesadüfe hamlettiğimiz, bazen
21 de fitalıst bir inançla - Jfader - diyip ge-
356
çiverdiğimiz hususlar bile muayyen nüveler etrafımla şekilleniyor, muayyen hedeflere göre istikamet alıyor. Bu bell^hedefle-re normlar diyoruz. Filhakika üst tabakadan bir erkeğin şu. orta tabakadan bir diğerinin bu yaşta evlenmeleri, evlendikleri kadınla aralarında şu veya bu kadar yaş farkı olması v. s. bu tabakaların tabakalaşmadaki yerlerini takviye ve temsil eden normların mahsulüdür. Bu hakikat hususî hayatlarına girerek ailelerle yaptığını konuşmalarda daha kuvvetle tebarüz ediyor. Mülakatlarda bilhassa şu noktalar üzerinde durdum:
ideal erkek, ideal kadın anlamı, hayatta muvaffak olmuş adanı telâkkisi, evlenilecek adamda hangi meslekler tercih ediliyor; nihayet biraz daha hususî sualler: (evlenirken kocanızın size nasıl bir ev döşemesini istersiniz, kocanızın sizi nasıl giydirmesini beklersiniz, kaynananızla beraber oturmayı kabul eder misiniz, evleneceklerin birbirinin Jtiifvii olmasından ne aıılıırsmız v. s.). Bu konuşmaları her üç tabakadan elli aile ile'yaptım. Mülakatlar neticesinde lıayat seviyesi ortadan yukarı, orta, ve ortadan şağı ailderde-dııha vazıh olması için maddeler haline koydu-ğunı-şu evlenme normlarını tesbit ettim:
Yukarı tabakanın, evlenme normları:
I — Pek küçük yaşta evlenmeyi hoş görmüyor, evlenenler arasında fazla yaş farkı olmasını ddğnı bulmuyorlar.
29 yaşında, zengin bir müteahhidin karısı bunu şöyle!ifade ediyor: "on uygun evlenme yaşı kadın için 28. erkek jçın’ jiö^ Arada en fazla iki yaş fark bulunmalı. Erkek te, kadında evlenecek yaşa gelinceye kadar sosyeteye ahŞrinş. olğiınlnşmış o1-malıdırlar. Hatta kadınla erkek ayni yaşta. veya kadın erkekten biiyilk olsa da zarar yok; çünkü modem katjfc hiç Öıtijfear-lamamanın yolunu HBiyor.
n — İdeal erkek ve ideal kadın telâkkileri daha fazla sınıf karakterlerini tebarüz ettirecek zahirî, şeklî vasıflar etrafında toplanıyor: (güzel giyinmek, lisan bilmek, gilzel konuşmak, iyi danaetmek gibi ı.
Zengin, bir ailenin kızı ideal erkeği şöyle tarif ediyor:
(Çok zengin, genç, yakışıklı, lisan bilir. yüksek sosyeteye aşina, eski ve tanınmış bir aileye mensup -
Bir yüksek mühendis de ideal kadında şu vasıflan anyor:
“En aşağı 22 yaşında, zengin olması şart değildir, tahsilinin de ehemmiyeti yoktur; fakat hiç olmazsa biraz lisan bilmesi lâzımdır. Ailesi bu gün zengin olmasa bile vaktiyle giin görmüş bir aile olma-hdır. Kendisi pek güzel olmıyabilir; fakat çok güzel konuşmalı, güzel giyinmeli; misafirlerini ağırlamayı, oyalamayı bilmeli; hiç olmazsa biraz piyano çalmalı, giizel elişleri yapmalı, yemek pişirmesini bilmese bile nefis pastalar, tatlılar yapıp kendi eliyle misafirlerine ikram etmelidir”.
III — Hariciye memurluğu gibi parlak etiketli, veya serbest müteahhitlik gibi çabuk para getiren meslekleri tercih •.eliyorlar.
Y likanda sözü geçen bayan koca o-lartık seçebileceği adamın mesleğini şöyle tayiıı ediyor: "tercihan , bir hariciye memuru veya-pirinç çuvalları, yağ tenekeleri arasında yuvarlanmamak şartiyle-bir zengin' tüccar”.
TV - Talihin yardtmiyle bir çırpıda zengin oluvermiş, itibarlı, közü geçer a-danıiarı hayatta muvaffak olmuş addediyorlar
Aynı bayana-göre. hayatta muvaffak ulıuuş ajanı kendi kocasının dayısıdır. Bu dayı mühendis inek'febmilî son sınıfından kovulmuş, sokakta kalmışken zekâsı ve becerikliliği sayesinde milyoner olmuş. I herkes hatırını sayıyor, gözünü tutuyor* muş.l / % W /
351
Bir gene kıza göre de, hayatta muvaffak olmuş adam: “kendisine »yi bir servet remin edebilmiş, herkes tarafından sözü dinlenen, istediği bir işi yaptırabilecek derecede itibarı olan adam" dır.
V — Evleneceklerin birbirinin kiifvii olması mes’elesi üzerinde İsrarla duruyorlar. Bu hususta her şeyden önce eşlerin halde ve geçmişteki sosyal durumlarının birbirine denk obuasına, yani giin görmüş, eski, geçmişi belli ailelerden gelmelerine önem veriyorlar.
VI —- Ev döşemesi ve giyim halikındaki fikirlerinde servet ve zaman israfıy-la-gösteriş istihlâki-sosyal mevkilerini tebarüz ettirmek endişesi hâkim. Bu itibarla kendilerinin “aylak sınıl" tan olduklarını belli edecek eşyaya bilhassa önem veriyorlar: piyano, kürk gibi.
iyi döşenmiş bir ev şöyle tarif ediyor: “iç içe bir büyük, bir küçük salon. Şık kanepeler ve değeri i “aslılar. Güzel bir vitrin, içinde kıymetli tablolar v. s. Küçük salonda bir ' 'Vintergart(-n , Duvarlarda kıymetli halı! r. küçük bir kütüphane salonu: bir divan, şömine, akvaryum. Yemek odasında büyük bir büfe, ayaklı bir bar v. s. Büyük salonda bir piyano, küçük salonda güzel bir radyo. Bir çocuk odası erkek için bir .lışma odası, hizmetçi odaları v. s.”.
Bunları : Eyleyen bayanın, güzel bir lutr mantosu, ilç spor mantosu, dört tayyörü.' üç pardesüsü, 10-15 yazlık, İO-12 kışlık. 8-9 mevsimlik elbisesi. 8-0 ayakkabısı, olmasına rağmen bunları kabul edeceği cn aşağı giyim sayıyor. Giyinm-k hu susunda kocasının kendisini kafiyen tatmin etmediğinden şikâyetçidir.
VII — Kaynana ile oturmak-kaynana zengin ve tanınmış bir aüeden olmşk şar-tiyle-hoş görülüyor. İtibarlı ve zengin bir kaynana' tıpkı iyi bir piyaıîö. ‘pahalı bir kürk manto gijıi ailenin taftakâlaşmadııki mevkiini takviye fficcek. Sosyal Idurapnıı-nıı temsil edecek bir vasıta addolunuyor.
Hayat seviyesi ortanın üstünde olan tabakada tespit edebildiğim bu evlenme normlun orta tabakada şu şekilleri alıyorlar:
I — Kadının umumiyetle erkeklen çabuk yıpranacağına inanıyor ve erkekle kadın arasında büyücek bir yaş farkını lüzumlu buluyorlar.
Ailesinin ııylık geliri 200-250 lira olan bir bayan, kadın ve erkek için en uygun evlenme yaşını şu suretle tespit ediyor: "cn uygun evlenme yaşı kadın için 20, erkek için 28. Kadınla erkek arasında 7-8 yaş fark olmalı; çünkü kadın erkekten çabuk yıpranır. Ayni zamanda evde otoritenin. düzenin temin edilebilmesi için böyle bir fark lüzumludur".'
II — ideal erkek ve ideal kadın anlayışları görünüşten ziyade iç vasıflar üzerinde duruyor: (çalışkanlık: dürüstlük, evine bağlılık, ev kadınlığı gibi).
Yani orta tabaka evlenecek kadın veya erkeğin her şeyden evvel iyi bir aüe babası yahut anaSı olmasuıı istiyor. Çünkü orta sınıf cemiyetin sosyal değerler bakımından cn muhafazakâr sınıfı, yerleşmiş sosyal değerlerin taşıyıcısı, muhafızıdır ve aile orta tabakanın temel mües-sesestdir.
m — Doktorluk, miülıcndislik gibi cemiyet içinde durumu itibarlı, kazancı fazla meslekleri beyeniyor ve umumiyetle bilhassa evlenecek gencin yüksek tahsil yapmış olmasına ehemmiyet veriyorlar.
IV — Bir gaye uğrunda çarpışarak duvaklın kazanmış a damlan hayatta muvaffak olmuş addediyorlar Bu da orta tabakanın sosyal tabakalaşmadaki nazik durürnıîıiılan ileri geliyor. Orta tabaka bulunduğu basamağı kaybetmemek, aşağıya kaymamak için daimî mrmücadele halindedir. Bunun için kendisi gibi mevkilerini rnrpışarak kazanmış insanları beyenir.
bir ilk, mektep öğütmeni, hayatta nıuvkffak olmuş Adtffiıı söyle tarif ediyor:
358
"ideali uğrunda çarpışmış ve kazanmış adam”.
V — Küfüv meselesinde daha çok evlenecek kimsenin ferdi vasıflan özerinde duruyorlar: (yüksek tahsil, dürüst karakter v.s, gibi). Bununla beraber, "en aşağı karısına sıkıntı çcktirmiyccek kadar para sahibi” olmasını da şart koşuyorlar.
VI — Ev döşemelerinde ve giyimlerinde lüksten ve gösterişten çok rahatlık ve ihtiyacı karşılama vasıflarını arıyorlar.
Yukarıda közü geçen genç kızın annesi, “kirli ve yamalı olmamak şartile insanın ne olsa giyebileceğini ve kuru tahta üstünde kalmamak şartile evin nasıl olsa döşenebileceğin?' kabul ediyor. Bu husustaki bütün arzu ve düşünceleri kızma bıraktığım söylüyor.
Orta sınıfın nispeten geçkin neslindeki bu kanaatkâr tevekküle mukabil bu günkü sistemin daha rekabetçi havam içinde yetişen gı-nc neail mnemalann, romanların. moda mecmualarının yarattığı romantik hava içinde, daiıpa biraz yükseğe tırmanabilmek, münasebetlerin şeklî, zahirî olduğu modern cemiyette hiç olmazsa dış görünüşüyle kendisini üst tabu kadımmış gibi gösterebilmek kaygısında-dır. Bu tabakanın genç kızlarında “seve-rek evlenmek" te bir değer olarak beliriyor.
VII — Orta tabakada kaynana ile b" raber oturmaya karşı şiddetli menfî bir reaksiyon var.
Orta tabakanın kaynana davası karşısında aldığı bu menfî durumun kısmen ekonomik endişelerden ileri geldiğini zannediyorum. Kaynana, bütçesi mahdut olan ailede fazla bir istihlâk unsuru, ayni zamanda gelinin istediği gibi hareket etmesine daimî bir engeldir.
Evlenme normlarının fakir tabakada aldığı şekillere gelince:
I — Evleneceklerin yaşlan ve aralarındaki yaş farkı karşısında lakayt ve mütevekkil bir durumları var.
20 yaşında, resmî dairelerden birinde bir odacı: "paralı ve iyi bir adam olmak şartiyle erkeğin yaşının ehemmiyeti yoktur" diyor. 17 yaşındaki oğluna komşusunun 15 yaşındaki kızını alan 40 lira maaşlı bir odacının karısı da bu hareketi şöyle izah ediyor: “fena mı ikisi beraber büyürler: hem ben artık yoruldum, biraz da gelin bana hizmet etsin".
II — Gelin-kaynana geçimsizliği, ideal erkek-kadın, ideal meslek v.s. davaları karşısında ayni mütevekkil durumu muhafaza ediyorlar. Meselâ hangi meslekleri tercih ettiği sorulan bir-kadın: "hangisi kann doyurursa en çok onu beyenirim" diyor.
m — Ev döşemesi, giyim v. s. üzerinde ki fikirlerinde de hep en aşağı ihtiyaçlarını yerine getirebilme endişesi hâkim: “karnım tok, sırtım, pek, odam sıcak olsun da başka şey istemem' cevabını veriyorlar.
IV - Fakat istekleri asgari hayat seviyesi] etrafında toplanan bu sınıfta dahi biraz yüseğe tırmanabünı-k, hiç olmazsa kendisinin bir üstündeki tabaka gibi görünebilmek ihtirasının izleri yaşıyor.
Bir -odacı kadın evleneceği adamın kendisine: “muhakkak bir mantar ayakkabı ile bir kahverengi tayyör, eve de bir karyola ile bir radyo” al masun istiyor.
Tanınmış bir psikologun Çediği gibi “normlar cemiyet hayatuun başlıca iticileri". sosyal kaynaşmaların temel direği, mihveridir. Bu kısa ve eksik araştırma pek girift olan mes'eleyi yalnız bir taraftan çözmeğe çalıştı. Daha etraflı, daha dakik çalışmalar şüphesiz insan İlimleri için çok faydalı ve yol gösterici olacaktır.
359
Harp ve Fiyat Siyaseti Adlı Broşür Hakkında
A. Münir BELENİ
Yurdumuz bugün harp ekonomisi şartlarından doğan iktİBadî zorluklar karşısında bulunuyor. Bu zorlukların türlü türlü tesirleri yanında geçim darlıkları ve bir farklılaşma seyri her tarafta göze çarpmaktadır.
Harp ekonomisinin zaruri bir neticesi olarak artan tedavül hacminin, daha açık bir tâbirle enflâkşiyonun yapmış olduğu içtimai - iktisadi tesir ve yıpratmalar karşısında iktisat ilmini bilen, bilmeyen pek çok kimseler bu meselelere dair karma karışık fikirler ileri sürmektedirler. Bunların arasında, sayıları goıçheveskâr şairlerimizin yekûnunu aşan, .iktisatçı Con Ah-metlerimizin yazılarından tutun da. ortalığı süt liman şröstermek istiyen demagoglara, âlim geçinen bürokratlara, profesör-leremize kadar her çeşidi var. Almanya.:., yetişip, mahut «yeni nizam» m iktisadi telâkkisinden gayrisini idrak edemiyn «Herr Doktor şahadetnamemi bazı iktisatçılarımızı da bu arada hatırlamalıyız.
Bu kadar bol'yazı ve fikirler araaıııdn. iktisatçı Con Ahmetlcrimizin, memlı-kı-timizih iktisadi bünyesini tetkik edipjhnla madan, ileri sürdükleri acayip fikirler, hat ta bu yazıcıların kendi yazılarında bile birbirini tutmamaktadır. Böylelikle hugüıı yurdumuz mikyasında fikir tersflan İçerisinde bocalayan, oportünist bir harp ekonomisi edebiyatı'karşısında bulunuyoruz.
Bunlar arasında öyleleri var kî: sanki günlük meseleleri halletmişi® dr işleri sa-Uece dünya meselelerine Kalmış ğfbi.^ûrp sonrası İktisadî meselelerini ele alarak b-arada Türkiyenin Ekonomisini büyük
toprak sahibi - tüccar zihniyetile, teşkilât (andırmak isterler ve buna göre plânlar bile yaparlar. Meselâ her cuma gııniî ezan vaktinde çıkart «Demok-rasiya» adına mistik bir eda ile derebeylik fikirlerini ileri siiren derginin, iktisadı plânlar yapan âlim bir Maraşlı tüccarını zikredebiliriz.
Hu kabil yazılar vurguncuların menfaatine hizmet etmektedir. Fiyat, maliyet, kontrol ve Millî Korunma Kanunu tadili münakaşalarıyla, vakit göçmekte ateş bacayı büsbütün sarmaktadır.
Bu arada bu fikir münakaşalarının tesiriyle tatbik .-dilmekte olan Devletçi müdahaleci prensipler yerine serbest piyasaya avdet bugiinka'zararlı neticeleri hazırlayan bir yol açdi. '
liııgün yine Devlet müdahalesinin artması. tevzi, tahdit, ve tayınlama usullerine dönüş meselelerile Millî Korunma Kanununun esaslı tadilâtı gazetelerde mühim bir yer almaktadır.
Hülâsa türlü menfaatleri ve bunların telâkkilerini müdafaa eden iki harp eko-ıınınisi edebiyatı kampı bir mücadele ha-lindeW
Birinci grup: Teşkilâtı Esasiyemizde mühim yer alan Devletçilik prensibini kendi menfaatlerine göre ihmal ederek kendi ■vurgıtneıılııklarım takviye ve müdahaleden uzaklaşmak suretiyle serbest piyasa edebiyatı yapmaktadır?tjjj
İkinci grup ise: Millî K runma şiarlarının takviyesini istiyen ve âmme menfa-«ı terinin genişliğini kavravıs nisbetinde hakikî müdahaleden ileri Devletçiliğe kadar kadem.-!.şen bir Devlet harp ekonomisi e-apmal r,
Çok şükür ki; bu yazı ve fikir kalabalık lığı içinde ilim ışığı de realiteyi tesbit ve bunun tedavi çarelerini arayan eserlere de rastlıyoruz. Bunlar arasında geçen sene Doktor Feridun Ergin’in neşrettiği 400 sa-hifelik «Harp halinde Devletin İktisadî ve malî müdahalesi» adlı eseriyle Ekrem Rize’in en sonuncusu 5-6 şubat tarihli Tan gazetesinde çıkan makalelerini ve şimdi karilerimize sunacağımız Mustafa ElmalI’nın 1943 birincikânunun son aylarında çıkan broşürünü sayabiliriz. 38 salıifelik bir broşüre geniş memleket meselelerini sığdırmağa çalışan harp ve fiyat siyaseti adlı bu eserde bir çok illiyet münasebetlerini tamamen izahtan uzak olmasına rağmen hakikat bütün çıplaklığı ile ortaya konulmağa çalışılmıştır. Memleket sevgisinden gelen bir samimiyet ve ileri bir medenî cesaretle bugünkü ekonomimizin durumu ve ıslah çarelerini vuzuh ile ifadeye cehid etmiştir.
8 fasıldan ibaret olaıFjbu kitabın birinci faslı harpte liyathareketk-ri ve ekonomi tipleri başlığı altında, İktisadî lekâmil bakımından ileri - ve geri kapitalist jggmle-kctlerde fiyat meselelerinin ayrı birer mahiyet taşıyacaklarına işaret etmektedir.
İkinci fasılda harp zamanlarında fiyat sirayetlerinin mekanizması tetkik edŞmek-tedir.
Bu artıda enflasyon meselesini incelemektedir. Müellif kitabın 6 inci jshile-sîndc şunları söylemektedir. “Filhakika gıda. giyim maddeleri ve mesken kiralm-ı fiyat olarak münhasıran tedavüle tâbi tutulursa enflasyona düşülmüş demektir. Enflasyon kendirinden çok sebep olacağı spekülâsyonla korkulu barriıaLalu^* , yani ticareti, istihsalden daha çok arttır-• makla, fiyatlara gayri muayyen . ve,
- sıız denilebilecek tür yüksdime ' pSyf biiSİ- ’1 ' kır.» Bundan sonra müellif# bjına karşı i başka yerlerde alınası çarelere temaçuct» mekte bu peşin yergi piyasaya paı» Ç&ar ■
manın doğuracağı mahzurları tetkik etmekte :
4 Ecir ve memurların böyle zamanlarda gelirini arttırmak, tüccarın ve muhtekirin gelirini artmış görmekten ileri gelen hatalı bir telâfi siyasetidir. En kestirme yol istihsali arttırmaktır. Eğer bunda muvaffak olunmazsa tüccarın gelirine bir had koymak tedavülü arttırmaktan daha faydalıdır».
Bizde alınan tedbirleri ve ziraat saha-suıda bilhassa toprak mahsulleri üzerindeki bugünkü spekülasyonu anlattıktan sonra:
«Harp ekonomisi prensip itibariyle sulh ekonomisinin devamıdır» başlığı ile III üncü fasla girilmektedir.
Bu başlığın adı ile bu fasılda izah edilen fikirler arasında bir münasebet göremedik. Zannedersem burada müstehlikin kendi istihlâk zaruret ve iştiyakı ile müstahsilin kazanç hırslarının devamı meselesini anlatmak istiyor, ve tüccarlara ve fazla harp kazaııçlâfin'ride edenlere harp kazançları üzeriııdenüsermaye vergisi teklif etmekte ve istihsalin Devlet kontrolündü çalışmasını tavsiye etmektedir.
Bu' fikir Keynes’deıı gelmekte olan enflâkşiyona mukabil tedbir olarak zaman zaman ileri sürülmektedir.
Devlet müdahalesinin imanlı bir şekilde yapılması için istihsalin Devlet kon-troIunSş alınmasına temas etmekte ve türe li vurguncu müesseseleriıı faaliyetine bu suretle gem vurulabileceğini anlatmaktadır. Memurların oportünist hareketlerine karşı alınacak tedbirleri düşünmekte ve ileri Devletçilikten misaller vermektedir, yğakıiu.gelırla’inıazalması karşısında şunları söylemektedir: Bu dunun «hoşnutsuz-luk doğurmasa,da fakirlikle tevekkül do-“ğti'ffiV' İfr hiç bir -devlet tebaasının bu vasıfları ile iftihar etmese gerektir» (Sahife 121 ve fiyat şiyasefiınizin-. alman isabetsiz karsılarına işftrct etjpektedir.
361
IV üncü fasılda fiyatların tanziminde ziraî tedbirlerin sebep olduğu müşküller ve hal çareleri isabetli bir surette anlatılmakladır. Fiyatlar istihlâke göre doğduğuna nazaran istihlâkin tanzimi ve bilhassa zi-ratin durumu bahis mevzuu olmaktadır.
V inci fasılda ithalât sistemindeki insicamsızı ık tetkik edilmekte ve ithal edilen malların fiyatlarının tasnif edilebilme-mesi yüzünden takas, kliring ve kontenjandan beklenen faydaların hâsıl olamadığı izah olunuyor.
Alman dış ticaretinin 933 denberi zi-rımt memleketlerini istismar esasına kurulmuş olması keyfiyeti izah edilerek ziraat memleketlerine böylece yüksek fiyat ile ithal edilen malların doğuracağı İktisadî istismarın mahzurlarını gideren çareler aranmaktadır. Bu mallar üzerinde (11 menşede yapılan yükselmeler (2) münakalât ve depolama yüzünden ve (3) ithalden sonra kara borsa da mûnız kaldığı yükselişin sebepleri've âmilleri tetkik edilmekledir. İthalât birliklerinin bu husustaki faalijrotleri tetkik edilerek ithalât birliklerinin tatbik ettikleri ithalât ve ihracat emtiasındaki ayni nisbetteki yükselişin esasına göre tatbik edilen mal ithali yani geliri kadar gideri bulunma prensibinin bir terakki olmadığına işaret ediliyor ve bunun da sebep ve âmilleri izah olunuyor.
VI inci fasıl memleketteki güdülen fiyat siyaseti ne ve doğurduğu neticelere hasredilmiştir.
Burada takip edilen prensiplerin mahiyetini anlatmak için Elmalı şunları söylemektedir. Gelişi güzel bazan birbirine zıt karar ve mevzuatın birbirine eklenmiş olmasından husule geldiği hnlainbr» (Şa-hlfc 21).
Burada bu at kararların mahiyetini» muhtekirlerin zihniyetlerini anlattıktan sonra şu âmilleri ileri sürmektedir:
«1 — Müteşebbisin veya müstahsilin harp zamanında tetihsalflyani İrzı fazla-1 aştırmaktan çekinişi.
2 — Pahalı fiyatlar karşısında efkârı umumiyeyi tatmin etmek için iştira kuvvetinin itibari olarak yükseltilmeye çlışılma-sı yani enflâksiyon yapılması.
3 — Fiyatı inmesi beklenen maddelerin, diğer fiyatları zarurî olarak indirmediği ve bunda muhtekir ve spekülatörlerin rolleri izah olunmaktadır.
VH inci fasılda fiyat siyasetinde alınacak yeni kararların iktisat ilmi ve tatbikatı bakımından ne olabücceği meselesinin ve bu yapılmak istenen köy ve köycülük edebiyatının kökleri, aranmakta: «Ziraî istihsal yapmak İktisadî gelişime hız vermek demek değüdir. Köye dönmek de hani insanlığa dönmek hürriyete kavuşmak gibi ideallerden değildir, denilmekti' köylerimizin bugünkü durumları anlatılmakta. köylülerimizin arazisini eşrafa satmak suretiyle ırgatlaşmak temayülü ortaya açıkça konmaktadu-.
Bu meseleler,karşLanda Elmalı «Ya sanayileşmek vş iktisadi terakkiye kavuşmak veya muayyen aşağı hayat seviyesine katlanmak s zaruretine temas ediyor.
Diğer taraftan bütün fiyatların kontrolünü tevzi işinin ithalâı mallarının, diğer emtianın da şekilperest olmıyan bürolarsa tanzimi, ihtikârın nisbetine değil varlığına ceza verilmesini istemekte, VII inci fasılda harp sonunu göz önüne alarak şimdiden enflâksiyonu önleyici deflasyon tedbirlerini teklif etmektedir. Ve harp sonunda sanayileşmemiz zaruretine işaret etmekte ve sözlerini şöyle bitirmektedir: :Zaran doğuran hâdiseler devam ediyor. Alman tedbirler kifayetsiz ve kısa görüşlüdür. Munsif ve samimî olalım.»
Kitabın sonunda bir not var, burada bugün meydana çıkan vurguncu - münevver adam tipinin zihniyeti anlatılmak-' il-
ElmalI’nın tenkitleri samimî ve memleket bijnj’esuir tetkür ederek ortaya koAnuştur/* A /
Fakat kltab.-ı dah i sistemli bir izah
362
Hikâye:
Portakal
Sabahattin Ali
Vapur Doğu Akdeniz limanlarından birine yaklaştığı zaman ortalık kararmağa başlamıştı. Güneşin biraz evvel battığı, denizle bulutların birbirine karıştığı yerde katmer katmer turuncu yığınlar, bunun karşısında, Toroslann üzerinde ise. karlı tepeleri saran al al tüller vardı. Vapur kısa kaim bir şeydi. Kıçı pek suya batmış, burnu pek havaya kalkmış gibi yürüyordu. Elli beş yaşındaki makine, kendisile aynı yaşta olan tekneyi, sıtmaya tutulmuş gibi zangır zangır titretiyordu.
Yarım asırdanberi fırçalanıp silinmekten yan yarıya incelmiş ve aralarındaki zift dökülmüş olan ^güverte tahtaları, sıcakta yan yatıp hızlı hızlı soluk alan sıska bir köpeğin kaburgaları gibi, kımıldayıp duruyordu.
Bir saatten beri dümen vardiyası tu tan vinççi İsmail, bacakları bir arşın ke dar birbirinden ayrı, çıplak ayakları deve tabam gibi sim sıkı güverteye, elleri dti-mene, gözleri limana yapışmış, hiç kımıldaman duruyordu. Görenler onun sanki nefesi kesilmiş bir halde çok mühim bir hâdiseyi, meselâ karşıda taş evlerimi', camlan parlıyan şehrin bir infilâkla uçu-vermesiııi, yahut denizden büyiik bir canavar çıkıp gemiyi birden yutuvermesini beklediğini sanırlardı,
Halbuki hiç de böyle büyük şeyler düşündüğü yoktu. 0 Istanbulda, lâyıktasın arka mahallelerinden b’rinde bıraktığı mini mini bir şeyi, on beş gün ev yel. bu son sefere çıkacakları gün doğan oğlu
nu düşünüyordu. Ona, geçen sene Şile taraflarından İstanbula motorla mangal kömürü getirirken boğulan babası Musa kaptanın adını koymuştu.Şimdi kendi kendine, ağzını kımıldatmadan mırıldanıyordu:
«Musa Denizcrl... Musa Denizer!»
Çocuğunu hem adını, hem soy adım birlikte söyledikçe oğlan gözünde büyüyor du. I .imanın önünde yam yassı yatan ve üzerinde harap bir kale bulunan Adacığa yaklaşmışlardı, burada dümeni sancak tarafına kırarken:
«Okutacağım keratanın oğlunu !» diye söylendi.
Kendisi okumamıştı ama, tütünden aldığı kariBi -tahsillii'.idi. Hem bir kaç sene mektebe gitmiş, hem de öteki işçi kızlarla beraber okuyup yazmağa merak sar-dırmışh. İsmail her seferden dönüşte bir «Köroğlu» alır, eve gidip yıkandıktan sonra onu karışma uzatır, kendisi mindere kurularak, dinlerdi. Karısı Hayriye: hiç kekelemeden, hafızlar gibi başım sallıyarak, önce resim altlarını, sonra destanları, sonra makaleleri, haberleri, tefriki: romanları acaip. hattâ biraz yanık bir makamla okur, bu sırada İsmail de, dudaklarının kenarında mühim bir çizgi, anlasın, anlamasın, arada bir kahkaha atarak, dinler, hnrp vaziyetine ait yerleri tekrarlatır, vapurda güverte yolcularından yahut izin--deıif&tab ııgfarlerdcn dinlediği mütalâalar!, birbirine karıştırıp anlatır, «gidişat iyi değil gibi Hayriye!» der, susardı. Bu snkflt.'h'mk 'yemek yiyeîmî'iriâuaaına idi
ve vuzuh verilebilirdi İstikbalde yazacağı, mi ğa-buuda da muvaffak olursa memleke-eserlerinde Elmalı hüBıünlyıffl ve artan A- çok hizmet aileceğinle imanımız vardır.
363
ve karısı hemen yerinden fırlar, sofrayı hazırlamağa başlardı.
İsmail İliç kımıldamayan gözlerini artık iyice yaklaştıkları limana dikmiş dururken, arkasından ayak sesleri duydu. Kalın, cızırtılı bir ses:
cBen göremedim yahu!» diyordu. Bu gemi süvarisi idi.
İkinci kaptanın ince, titrek sesi:
-Dürbünle iyice bir bakın! bana var gibi geliyor!» dedi.
İkisi de kumanda köprüsünün ön tarafına geldiler, dürbünlerini gözlerine yerleştirerek limanı ve orada sıra sıra dizili duran kara mavnaları uzun uzadıya araştırdılar. Kısa boylu, kırmızı yüzlü, kır saçlı, küt burunlu biri olan süvari, tam kitapların tarif ettiği bir deniz kurdu idi. Sesi, ayazda kalmış gibi yırtık yırtık çıkıyor, gözlerinin uçlarından yanaklarına doğru yaşlar süzülüyordu. Gözlerinin altı da, içi su dolu kesecikler gibi şişmiş ve yanaklarına. doğru sarkmıştı. İkinci kaptan ise inadına uzun, sarı, sıska bir şeydi. Kasketini kulaklarına kadar geçirmiş, şubat ayında buralarda hava pek soğuk olmadığı halde kaputunun yakasım daldırmıştı.
Süvari:
«Göremiyorum be!» diye söylendi.
Biraz ' daha yaklaşalım,! görürsünüz/*
«Biz /yaklaştıkça da hava kararıyor...»
Sonra, somurtkan yüzünü !hiç değiştirmeden ^kesik kesik güldü, elile ikinci kaptanın böğrünü dürttü:
Pal lama yahu!... Tamana varınca anları::! Eğer bir şey varsa acentadaıı evvel gelirler!..»'
Konuşarak îsmailin önünden u-zakla -ıı r. Delikanlı arkalarından bir göz attısH* dnşaallah aradığınız çıkmaz ! diye söylendi. Bugün bu üçüncü vardiyası idi. Halbuki onun asıl işi vinççilik olduğu için, gemi bir limandan ayrılınca, öteki limana varıncaya kadar başaltı kamarasında yatıp uyumanyaı.
364
Ama bu sefer tayfalardan üçünü birden sıtma tutmuş, kaptan da İskenderunda başka tayfa almağa lüzum görmemişti. İsmail bunun suçunu süvaride buluyor. «Birazdan demir atınca geç vincin başına, artık gece yarsına kadar mı, sabaha kadar mı, Vira!.. Mayna'... Vira!.. Mayna!... Çek Allahın emrini...» diye homurdanıyordu. *
Ortalık adam akıllı kararmış, gemi de limana iyice yanaşmıştı. Rıhtımda tek tük ışıklar yanıyordu. İkinci kaptan tekrar kumanda köprüsünün ön tarafına gelerek demirin başında duran tayfalara emirler verdi. Demirin zinciri, istim seslerine karışan büyük bir gürültü ile, sıçraya sıçraya geminin burnuna doğru gidip, delikten geçerek sulara gömülüyordu.
Vapur makinelerini istop edip olduğu yerde, suların akışına kapılarak ağır ağır dönerken, bir sürü kayık, sanki bir anda peyda oluvermişler gibi, geminin etrafını sardı. Fakat aşağıya uzatılan iskeleye yanaşmıyorlar, biraz açıkta duruyorlardı. Yalnız içinde bir polisle bir sivilin ayakta durduğu Sahil sıhhiye idaresinin ksyığı ile, accn-tayı getiren kayık, küçücük bayrakla-rile kendilerine bir yol açmışlar, vapura yanaşmışlardı. Hemen bunların arkasından başka bir sandal daha geldi, pek şişman ve kırmızı yüzlü biri acele fakat alışkın hareketlerle iskelenin iplerine yapıştı, yuvarlanır gibi yukarı çıkmağa başladı. Kasketini gür kaşlaruun üstüne eğerek aşağıyı seyreden süvari kollie İkinciyi dürterek :
«Geldi!» dedi. «Sen burada kal... Buraya bırakılacak yirmi beş parça eşya var... Ben salona gi&vorum.»
Birinci mevki kamaraların kırmızı kn-âıfeti"' küçücük salonu bir sürü insanla dolmuştu. Acente önündeki dar masaya eğilmiş, yolculara bilet kesiyor, vapurun kâtibiyle konşumeııtoları, ordinoları, bir takım başka: (..Jistelcri elden geçiriyor: kamarota kahve söylüyordu. Vapura her
/ W W /
hangi bir iş için gelenler aradıklarile baş başa vermiş konuşuyorlar; yüzleri yolculuktan kirlenmiş kamara müşterisi şık hanımlarla arsız çocukları etrafa meraklı gözlerle bakıyorlardı.
Salonun daracık kapısında yan dönüp şunu bunu iteliyerek güç halle içeri girebilen şişman, kırmızı yüzlü adam, süvariyi bir köşede yalnız başına oturmuş, pencereden dışarıyı süzer görünce biraz durala* dı, demin onu kumanda köprüsünde görmüş, el sallamış, ama öteki görmemezlikten gelmişti. Kendisi daracık yerlerden, yatak denkleri, sandıklar, girip çıkarken bir aralıkta sıkışıp kalan yolcular arasından yol bulup gelinceye kadar, kaptanın salona inip köşeye yerleştiğini görünce:
Tuzağı kurmuş bekliyor, domuz herif!. diye homurdandı; sonra iri dudaklarını yalayıp ıslattı, yüzüne tatlı bir ifade yererSk o tarafa yürüdü:
'Nasılsın Süvari Bey?ı
Süvari lıiç beklemediği eski bir dostu ile karşılaşmış gibi:
«O . . . merhaba Osman Yiğit . . . Ne var ne yok? Geç otur bakalım! dedi.
Osman Yiğit Ikalbi hızla çarparak yaklaştı, kor üstüne oturuyormuş gibi, döner iskemleye şöyle bir ilişti, yutkundu, derin bir nefes aldıktan sonra:
Ocağına düştük kaptan» diye boşandı (üç bin sandık portakalım var: bir haftadır yolunu gözleriz!»
Kaptan altı sı gözlerini yarı kapıya-rak salondakileri süzdü, dudaklarının arasından «îskenderundâ fazla mal çıktı, iki gün bekledik . . .Ama gemi de yükünü aldı . . dedi.
Karşısındaki, cümlenin son kısmını duymamazlıktan geldi:
«Neyse, selâmetle geldiniz ya
«Öyle, inşaallah selâmetle de gideriz!»
«înşaallah. inşaallah ... Şu bizim ilç bin sandığı da . . .
Kaptan bu sözleri lıiç duymamış gibi:
«Hep de havaleli mallar yükledik...
Bakalım îstanbulu nasıl bulacağız .Denizlerin kötü zamanı . . .»• diye devam etti, sonra, daha ziyade kendi kendine mırılda-myormuş gibi:
«Gemi de gemi değil ki . . . Hacı Davut vapuru . . . Dört senedenberi havuzlanmadı . . . Allah soluğumuza çocuğumuza acıyor her halde . . .»
Osman Yiğit, yüzü büsbütün kızararak:
«Şu bizim portakallar . . .» diyecek oldu. Kaptan birden doğrularak:
«İnşaallah gelecek sefere ...» dedi.
«Aman Süvari Bey . . . Şaka etme Allahını seversen! portakallar sandığa gireli on beş gün oluyor. On gündür de rıhtımda bekliyor, bu sabah mavnaya yüklettim. nerdeyse gemiye yanaşmıştır!:
Süvari Bey gözlerinin kenarından süzülen yaşları elinin tersile sildi. yüzünü uzun uzun kaşıdı, sonra:
«Osman Yiğit dedi, (hâtırm için bir kaç yüz sandık alırım, ama sintineye (*) koyarım; başka yerim yok!»
Yapma be kaptan, aintinec=- portakal gider mi? Sabaha varmadan çürür S
«Orasına ben karışmam!»
Süvari, bunları söyliyeTek kalktı, salondan cıkti, yukarıya. kamaraâna gitti.
Osman Yiğit başını iki vana sallıya-rak biraz bekledi, sonra o da acele adımlarla, dışarı fırladı, kumanda köprüsünün merdivenini ıkına sıkına tırmandı Yukarı varınca ikinci kaptanı orada dol sır buldu Onu bir kenara çekerek mesele' i milattı:
Hadi kurbanın olayım, şu işi bîr düzenine koy . . . Beni yakmasın . .» diye
sırtını sıvazladı.
İkinci kaptan:
«Vallahi, " ne■‘bileyimBakalım bir kere... » diye süvarinin kamarasına girdi.
Öndan sonrabelki‘yarım saat, süren bir pazarlık başladı, ikinci kaptan bir
e?Sirfîhe, anbar: dibi ‘
365
içeri bir dışarı gidip gelerek bu hayırlı işi yoluna koymağa uğraştı, nihayet navlunu altı kuruş olan portakal sandıklarının yetmişer kuruştan gemiye alınması kararlaş-ti. Osman Yiğit aşağıya inip acente ve vapur kâtibi ile muameleyi tamamladıktan sonra, sandık başına navlun farkı olan altmış dört kuruştan üç bin sandığın tutarı bin dokuz yüz yirmi lirayı İkinciye teslim etti.
Bu aralık mavna yanaşıp portakal sandıklarını gemiye vermeğe başlamıştı. Vinç sabaha kadar işledi, tayfa İsmail Denizer. yorgunlukla, İstanbullu olan kan sından öğrendiği güzel konuşmayı bir yana bırakıp halis Rize şivesile etrafına küfürler ediyordu. Kumanda köprüsündeki genç mülâzim kaptan, ne yapacağım büe-miyor, denize yuvarlanan iki sandık portakal için aşağıda kıyametler koparan Osman Yiğit'e şaşkın gözle bakıyordu. Sabah1!* kırağısı üzerlerine yağan güverte yolcuları. ıslak paltolarının yahut yorganlarının alti‘'-ıt» kımıldıyorlar, öksürüyorlardı. Bir nefer, kaputunu omuzuna atmış. yağlı ■ htalar üzerine uzanmış yatan bu erkekli, kadınlı, çocuklu, kalabalığın üstünden aşarak ayak yoluna varabilmek için uğraşıyor, ak sakallı, sıska bir herif, yorganım sııiına sarmış cıgara içiyordu.
Ön taı. fta bir gidip gelme oldu. Bir kampana çaldı, gemi demir alıyordu. Bir az sonra makineler homurdana homurda-na işlemeğe, bütün tekneyi o garip sıtma nöbctile titretmeğe başladılar. Vapurun bir gün evvel pek havaya kalkmış gibi duran burnu, bu sefer iyiden iyiye sulara gömülerek, cenup batıya doğru yöneldi-Kısa kalın bacadan çıkan kara dumanlar, güneşin doğmak üzere olduğu ta r(ı f a d og^ ru kıvrım kıvrım uzanıyordu.
O gün öğleden sonra süvari 13e ikinci kaptan, ellerinde dürbünleri ile, ikide birde ufukları seyretmeğe başladılar. Bu hal ertesi gün. da ha ertesi g Ara sıra çarkçı başı da
fliıı de devam etti, geliyor, o da ce-
nup batıya, cenuba bakıyordu. Hep birden bir şey arıyor, bir şey bekliyor gibiydiler. îki üç kelimelik cümlelerle konuşuyorlardı :
«Bir şey var mı?>
«Görünmüyor!»
:Gün batısı karanlık, bir iııbat çıkacak gibi!»
«Zannetmem . . . Bugünlerde lodos beklenir!»
«Olsun da. ne olursa olsun!-
(Ya adam akıllı kötü bir deniz yaparsa?»
Eh. kısmette ne yazılı ise o olur!» rHadi hayırlısı !>
Ücıincü gün. ikindi vakti cenup tarafı karardı. Çarkçı başı yine üst güvertedeydi. Hemen kaptanın yanına koştu:
«Hele şükür, lodos geliyor . . . Allah vere de fazla sert olmasa!» dedi. Bunları söylerken gülümsüyor, yüzünün kalın derisi. kısa kesilmiş kır saçlarının dibine kadar kırışıyordu, t arım saat kadar sonra, deniz oynamağa, ılık fakaı şiddetli bir rüzgâr direklerde ıslık çalmağa başladı. Geminin iskele tarafına vuran dalgalar yükselip güverte yolcularını ıslatıyordu. Ellerinde yastıkları, kilimleri, sepetleri, bavulları1 ile kuytu bir yer bulmağa uğraşan kalabalık. şuraya buraya koşuyordu. Bütün aralıklar ve ambarlar portakal san-dıklarilc dolduğu için yolcuların üstü örtülü bir yer bulabilmeleri pek zordu. Herkes, rüzgârdan, dalgalardan korunu bilmek için aksi tarafa yığılıyor, bu yüzden gemi daha çok sancağa yatıyordu. Ortalık adam -.kıllı karanlıktı. Bir köşede kusan kadınlar. ağlayan çocuklar vardı. Kamara yolcuları da, yemeklerini sofrada bırakmışlar, köşelerine çekilmişlerdi. Ara sıra koridorlarda iki tarafa tutuna tutuna sarhoş gibi yürüyen dağınık saçlı kadınlar görülüyordu.
Çarkçı başı ile ikinci kaptan birinci mevki salonuna gelmişler, yolculara telâşla tavsiyelerde bulunuyorlar, gûya kendi kendilerine sövleniyorlarmış gibi:
366
«Vaziyet fena ... Ne halt edpceğiz bilmeni . . . Gemi, gemi değil ki!.. Yük de fazla . . . Hep havaleli şeyler ...» diyerek adeta panik havası yaratıyorlardı
İkinci kaptan bir aralık:
( Çarkçı Bey . . . avarya (*) yapmazsak vaziyet tehlikeli galiba!» dedi. Çarkçı başı:
«Vallahi bilmem, kaptan . . . Ama bizim makine dairesinde bile ay alda durulmuyor . . . Süvari Beyle avarya için konuşalım!»
Yolcuların yanında yapılan bu münakaşadan sonra ikisi beraber yukarıya, süvariye çıktılar. En havaleli mal olan portakalların denize atılmasına karar verildi İkinci kaptanın nezareti altında iki yüz elli sandık bordadan aşağıya fırlatıldı, sonra gemi kâtibi avarya evrakını usulü dairesinde tanzim etti. Tüccar Osman Yiğit’in sigortadan üç bin sandık portakalın parasını alabilmesi için bu evrakın düzgün olması lâzımdı.
Ertesi güıı öğleye doğru hava sertliğini kaybetti, akşam üstü büsbütün sa-kinledi. Bir kaç gün daha gürültüsüz, pa-tırdısız bir yolculuktan sonra, gece.şaat sekiz sularında, vapur îstanbula vardı. Sirkeci rıhtımına yanaştı. Boşalan yolcuların telâşlı gidip gelmeleri arasında, tayfalar koşuşuyorlar, ambarlan açıyorlardı. Bu aralık ufak tefek, çil yüzlü, İncecik burunlu, yakası kürklü paltolu bir a-dam, dar merdivenden inmeğe çalışanları itip arkalarına baktırarak, vapura girdi, süvarinin kamarasına çıktı. İkinci kaptanla vapur kâtibi de oradalardı.
Çil yüzlü adam:
«Geçmiş «Isun Süvari Bey!» diye söze başladı. «Aceatadaıı öğrendim,Osman Yiğit’in portakalları avarya olmuş. Neyse' sağlık olsun . . . Muamele tamam mı?»
«Bizimki tamam’ diyerek bir deste
' *1 Avarvu, cen..- .•c'oh doineHîr, burada oe-rcikferi denize "W- -y
kâğıt gösterdi. «Yarın acentaya gider, Üst tarafını tamamanz!»
Süvari, o kalın ve cızırtılı sesile:
«Halil Eğinli!» dedi, «Nasılsın? Senin malların ziyan olmasına canım sıkıldı doğrusu, ama ne yaparsın, başka tüccarın malını atamazdım, hin sonra Osman Yiğit’in portakallarım almıştım, en üstte onlar duruyordu. Şimdi sen portakalsız kaldın. Gelecek partiyi beklersin artık
Halil Eğinli:
«Gemide başka portakal da var mı?-diyo sordu.
«Bir kaç bin sandık da Dörtyol malı var. lakende rundan aldık ...»
Öteki, kurnaz kurnaz gülerek:
«Canım başka, başka ... Onu sormuyorum. Bizim için bir şey var mı diyorum!»
Kaptan, yine yüzü hiç değişmeden o kesik, kısa kahkahalarından birini attı
«Kolay canım, senin vasıtan hazır mı?>
«Yanaştı bile!»
Kamaranın kapısını iyicejkapattıktan sonra içeride esaslı bir pazarlık daha başladı. Denize atılmış göründüğü halde geminin deniz suyundan uzak yerlerinde rahat rahat bekliyen 2750 sandık portakal. Halil Eğinli’ye yeni baştan satıldı. İçinde seksen portakal bulunan sandıklardan her biri üç. liradan hesap edildi. Aslında, ambalaj masrafı ile beraber tanesi doksan paraya mal olan portakalların sandığı, yüklendiği iskelede yüz seksen kuruş, meşru olan ve olmıyan navlunla beraber İstanbul d a maliyeti iki yüz elli kuruştu. Ama böyle ufak farklar üzerinde, fazla durulmadı. İki bin yedi yüz elli sandığın tutarı oian sekiz bin iki yüz elli lira Halil Eğiııli’dcn peşin peşin alındı. Bir aya yakın süren bıı seferin bütün geliri Osman Yiğit’in navlun farkı olarak verdiği 1920 lira ile birlikte. on bin yüz yetmiş lira tutuyordu. Eh. lostromosuna, serdümenine, kadar pay verilecek olduktan
sonra, bu rakam pek gos kamaştıracak bir şey sayılmazdı.
Halil Eğinli gittikten sonra, ikinci kaptan, çarkçıbaşı, gemi k&tibi, baş kamarot, bir de bu aralık vapura gelmiş olan acenta memuru süvarinin kamarasında toplandılar.
t s mail Denizer, sefere çıkacakları gün çocuğıl olduğunu ileri sürerek, vapur limana girer girmez İkinciden izin almıştı. 0-nun için şimdi Osman Yiğit'in denize atılmış görünüp Halil Eğinli’ye satılan portakallarını o boşaltmıyordu. Vinçin başında daha çocuk denecek kadar küçük bir tayfa vardı.
Fakat İsmail Denizer de bir tiirlü gemiyi bırakıp gidemiyor, kâtibin yolunu gözlüyordu. Geçen sefer doğum masrafları için avans aldığından artık parg istemeğe ne hakkı, ne yüzü vardı ama. eve de böyle büsbütün eli boş dönemezdi. Hiç olmazsa bir iki buçuk liralık koparmalıydı.
Kâtip de nedense ortalıktı görünmi-yordu. Belki bir saate yatar bekledi, odasının kapısını açıp açıp içeri baktı, kimsecikler yoktu. Nihayet oradan geçen kamarotlardan birine sordu. Beyaz ceketli delikanlı:
«Süvarinin kamarasında, ama yanına giremezsin, isleri varlı dedi. İsmail y:ı nıa saat kadar daha bekledi. Sonra kork adımlarla yukarıya çıktı Her merdivende sonra beş on dakika bekliyor, daha ileri gitmeğe cesaret edemiyordu. Nihayet kuptan köprüsüne kadar çıktı. Hemen merdiven başında, telgrafın yanında kazık gibi durdu kaldı. Süvarinin beş alfa adım ilerideki kamarasından sesler geliyordu. İkinci kaptanın ince, titrek sesi, süvarinin bb*ııit? yırtık bağırışlarına karışıyordu; içeride oldukça ateşli bir müııuka Arasıra birisi masaya vuruvor. kapı aralanıyor. birisi duan çıkmak istiyor. sonra kolundan ya.
kalayıp içeri çekiliyordu, t:mp.il biraz ,hıı
duktan sonra, bir korkuya kapıldı, hemen geldiği gibi dönüp gitmek için merdivene ayağım attı. Fakat bu sırada kamaranın kapısı arkasına kadar açıldı. Arkadan vuran san ışıkta kaptanın kısa, tıknaz VÜeu-dü göründü. İsmail bir ayağı merdivende, korkudan taş kesilmiş gibi kaldı.. Kaptan ön tarafa . ona doğrıı yürüyordu. Bir kaç adım daha atınca yanına geldi. Hırsla soluyor, homurdanıyordu. Islak gözleri karanlıkta daha küçülmüş gibiydi. Orada birisinin dur duğunu görünce, kim olduğunu tanımadan koluna yapıştı. Boğulur gibi kısık bir sesle:
«Görüyor musun köpoğlulannı . . .beni kafeslemeğe bakıyorlar!» diye söylendi.
Bu aralık kapıda ikinci kaptanın sarı başı göründü:
«Süvari Bey. bir dakika teşrif buyurun!» diyordu.
Süvari o tarafa dönüp bağırdı:
«Bırak efendim, ne halt ederseniz e-din. ben yokum bu işte!.».
Sonra tekrar lamailc döndü, yumru-ğivle göğsünü döverek:
«Bütün mesuliyet benim . . Hapse ben gireceğim . .. Benim çoluğ m çocuğum .«iirüneciek . . . Benim şerefini mevzuuba-hia . gene de doyuramıyorum gözlerini pezevmklerin . . .»
İkinci kaptan o tarafa g« !di. süvariyi yumuşak bir hareketle kolundan tutarak: tsabüeşmc kaptanım, s-nin dediğin olsu, '' diyekamarava sürükle neye çalıştı Sonra orada duran İsmail! görerek:
Sen ne arıyorsun burada ulan!» dîye bağırtı. Tokatlamak için üstüne yürürken bîrden bire kendini topladı elini cebine sokup bir on liralık çıkardı, tavlanın eline sıkıştırdı;
«Haydi çek arabam!» diye payladı.
İsmail çabuk çabuk merdivenden aşa-’ği inerken. sfirâri tekrar knnıarasma girmiş. kapı kapanmıştı.
ÎSİail’ yolda birŞJıayli düşündü: Eve
368
AYIN İÇİNDEN
Yerdepremi Felâketimiz
Bir kaç yıldır ara ara yurdumuzu yoklayıp binlerce cana kıyan, ev bark yıkan yerdepremieri yine yurdumuzun yeşil bir köşesini bir harabeye çevirdi. Dilnya durumunun doğurduğu zor şartlar altında kalkınması esasen zorlaşan yurdumuzun insan kaynaklıırınuı ve milli servitimizin mühim bir kısmının zaman zaman yerdepremieri ile hasara uğraması, hepimizi ta içten yaralıyan, iizen meşum bir olaydır. Yerdepremlerüıin şüphesiz önüne geçilemez, fakat felâketli neticelerini önlemek. hiç değilse hafifletmek için çareler aranıp bulunabilip Bize öyle geliyor ki bu tedbirler, iki np'ıta etrafında toplanabilir. Biri, bina inşaatının depremin tesirleri göz önünde tutularak, gereken malzeuıe ile v tarzda yapılması; İkincisi, münakale' muhabere Bİstcmiilin genişletilmesi ve tim zimi, kısacası, yol yapma siyaseti ve telefon ve tegraf tesisatı. Bu son deprem bir hafta sonra.'-hâlâ altı köyden hSber alınamamış, yardımların orlara erişeme
miş olması, üzerinde ciddî surette düşünülecek bir meseledir.
Bu tedbirlerden birincisinin Nafia vekilliği tarafından ehemmiyette ele alındığım sevinçle öğreniyoruz. Vekillik, daha önce hazırlanmış deprem kanunu projesini tatbik mevkiine konulması ile ilgili yeni bir proje hazırlamıştır. Bu proje, yurdumuzun deprem mintakalannın tetkikini, tehlikeli mıntakalann tesbitini. resmî ve hususî yapı işlerinin deprem bakımından tanzimini, lüzumunda proje ve hesapların mütehassıslara yaptırılmasını derpiş etmektedir: bu işlerin .gerçekleşmesi için de Nafia Vekilliği Yapı ve imar işleri Reisliğine yeni iki müdiiriö^çBenmekte ve şehircilik Fen Heyetine de yeri ilâveler yapılmaktadır.
NaBıı Vekilliğinin yapı işlerinde gös-'..‘■niiği bu hassasiyetin, yol ve muhabere vasıtalarının temini hususunda da göste-rileceğuS ve gereken tedbirlerin alınacağım ümit ve temenni ediyoruz
ne götürebilirdi’’ Cebindeki on lira ona bir için bir- şey alamamıştı, hayli cesaret, cömertlik veriyordu. Bir-manavın önünde durdu, en irile-
Biraz daha yürüdükten sonra, Bahçe- rıntlen, tanesi yirmişer kuruşa on tane kapı taraflarındaki manavların önünde pyşhıkal aldı, mendiline koyup bağladı, o-yavaşladı. Portakallara usun uzjiııİ’fektı; rodan geçen bir gazeteciden de bir Köroğ-
Lohusa karısına, en iyi hediye portakal lu istedi, katlayıp cebine yerleştirdi, sonra olacaktı, bu mevsimde Akdeniz seferine biraz ilerideki bekiema; yerine giderek Be-çıkan gemilerin tayfaları uğradıkları li- şjktas tramvayını gözlemeğe başladı, inanlardan ucuz ucıız portakal alır geti-
rirlerdi. Fakat kendisi vinç baHnS 11. II. 1944
lamadığı, yanında
Sılhalıattin Ali
369
YAYINLAR
Gelenekçiler mi Haklı ?
Bedri Rahmi’yi şair ve ressam olarak tanırız. Bu iki sanat hüviyetini birini öbürüne tercih ettirmiyen bu genç arkadaşın şiirlerinde, ancak bir ressam elinden çıkabilecek çizgi ve renk güzelliklerine rastladığımız gibi, resimlerinde de yerli renkleri taşıyan veya masalların büyülü havasını aksettiren bir edâ vardır. Genç sanatkârın şahsiyetini bir bütün halinde görebilmek için Yukuleleye Mektuplarda dile getirdiği kendi zengin iç dünyasına bakmak gerektir. Kısacası: edebiyat ve resim, genç adamın muvaffakiyetle ve el ele yürüttüğü birer kardeş olmuştur.
Son günlerde hazırladığı Çorumdan Çizgiler de. kaybolmuş güzellikleri meydana çıkarma uğrunda sarfedflms bir emek mahsûlüdür. Ancak bu güzel yazıların daha ilk satırlarında, genç sanatkârın, meml,-l(, liınizdc bugünlerde bazı kimselerce pek rağbette olan sakat bir düşünce çıkmazına temayül ettiğini gör-meklo üzüldük.
Bedri Rahmi gençtir: yaşından u-mulmıyacıık olgunlukta eserler yaratmıştır. Bunun için de. yazılarında ve çizgilerinde yerli motiflere büyük bir önem vermiştir. Pazar yerlerinde çok renkli bir mozayık gibi gözlerimizin önüne serilen yün çoraplara, heybelere: henüz büyük şehirlere kadar ulaşamamış yerli, saf melodilere; ve darbir şenlik' veya, düğün çevresi içinde fttajidı »a ltfu.ş raŞsldra ü^i göstermesi herhangi bir. merak neticesi
değildir. Saygı ile karşılanması gereken güzel bir araştırma gayretidir.
Ancak, bu gibi şeylere duyulan hayranlığın sağlam bir düşünceye dayanması, daha doğrusu diri bir hareket noktasından işe başlanması lâzımdır. Bedri Rahmi’nin bu yazılarında, estetik endişenin başa alındığını, sosyal endişenin ise göz önünde tutulmadığını görerek üzüldük Çorum’un. geçen devirlerde yapılmış eski stil evlerini: sulan durmadan akan çeşmelerini; «güzel ile faydanın birbirine iki dam la su gibi karıştığı» havuzlan anlatıyor Geçmiş devirlerini solmaz gibi görünen bu güzelliklerini tatlı tatlı överken, yeni yapılan Çorum evlenilin de göz Jırmalayıcı bir görpnüşü_gJdıJ^WıU:«3ylü.'''>r. Acemi veya zevki bozuk bir yapı kalfa inin elinden çık-mışşuslûpsuz bir yapıyı, ke z olarak ileri sürecek değiliz. Ancak Bedri Rahmi’nin bu yerinde görüşlerini sağları değil çürük bir başlangıç noktasına getiniiğine işaret edeceğe? t t
Bakınız şair ne diyoı : «Havuz arıyorum. Yok. Bahçe arıyorum Yok.» Bu söz-leı-eshak vereceğimiz bir sırada devam ediyor: «Fakat hepsinin de ilamaşallah tepesinde bir radyo anteni var ... Bedri Rahmi bu sözleriyle, ister istemiz, gelenekçilerin Yirminci asrın nimetlerim- düşman olan hükümleri arasına katışmış oluyor, O a-damların ki düşünce ve sıoıat dünyamızı, tazminatçılartn ve Edebiyatı cedtdecilerin Avrupa hayranlığı gibinindi gelenekleri-mîii atanıl maskesi altında bir dalâlete sürüklemek ted i rl er.
370
V
Bedri Rahmi de onlar gibi düşüpmiye başladı ise memleket sanati için çok yazık ohır. Fakat o. bizim bu zannımızı zayıflatacak iddialara değil; tam zıttına baş vuruyor. Yazısının baş tarafmda güze! ile faydayı iki su damlası gibi birbirine kattığını bildirmesine rağmen tuhaf bir tezada düşmekten kendini alamıyor: «Bu evlerin içlerini görmedim. Belki daha kullanışlı, daha ışıklı, daha rahat. Fakat dışarıdan görünüşleri, maazallah» diyor.
Mimari eserinin bir unsuru hacim a-hengi ise bir başka unsuru da fayda ve konfor değil midir? Bu hakikati hatırlamaz görünen aziz şair’e sormalıyız: Kubbeyi ve kemeri yapan, onun güzeliği için mi yapmıştır? Biz böyle sanmıyoruz. Bunun sebebi olsa olsa, mimarın, tuğla ve taşla düz tavan olamıyacağını isabetle düşünmüş olmasıdır. Bundan dolayı Süleymaniye Camisi eşsiz bir şaheser olmuştur. Kubbeli bir apartıman yapılsaydı - belki de vardır - sadece gülünç olurdu. Beyazıt Medresesinin orta anıdaki şadırvana bakmakla doyum olmaz; fakat bu şadırvanı olduğu gibi kaldırıp Ünivcısitcııin büyük avlusuna. veya Morfoloji Enstitüsünün önüne getirmek tasavvuru bile insanın tüylerini ür-pertmiye yeter.
Son zamanlarda türeyen gelenekçilerle bazı detaylar üzerinde değil, esast a ayrılıyoruz. Onlar Maraş pabucu. Karacaoğ-lan tekniği, tek sesli halk melodileri, ortası havuzlu Osmaıılı evi veya üzeri nakışlı el dokuması derken eski devir ile bugünkü arasındaki muazzam İçtimaî değişikliği hiç göz önünde bulundurmuyorlar. Süleymaniye camisi veya Beyazıt Medresesi yapıldığı zaman Türk evi. Türk bahçesi, müİTak âletlerine kadar Türk eşyası, duvardaki kaşıklığa, köşedeki! dolaba kadar bütün dö
şemeler; giyim kuşam büyük ve asîl bir a-henk içinde idi. Bu iddia doğrudur. Fakat ne yapalım ki bu ahenk bugün istikrarını kaybetmiştir. Bir yandan eski düzenin .artıklan. bir yandan da yeni çağın kendi iç yapısına ve ihtiyaçlarına göre kurmuş olduğu ahenk karşı karşıya gelmiş ve çarpışmaya başlamıştır. Estetik güzellik Ölçülen üst yapıya ait bir meseledir: cemiyetin esas bünyesi, İçtimaî çehresi değiştikçe bunlar da ister istemez değişir veya yeni duruma ayak uydurabiliyorsa kalır, yaşar.
Gelenekçiler baba yadigârlarını yaşat-mıva çabalarken yeni nimetleri ret ve inkâr yoluna sapmaktan başka tutunur çare bulamıyorlar. Topkapı sarayının o meşhur sedirü salonu, ufuklan zarif bir şekilde kesen minareleri seyretmek için çok güzeldir; fakat fabrikaların bacalarım seyret-miye müsait değildir. Halbuki gelenekçiler mermer şöminelerin içine elektrik sobası yerleşttaniye «işliyorlar-
Radyo antenlerini çirkin bulan, buz dolabına, elektrik süpürgesine öfkeleneni: re rağmen hayat durmadan ilerliyor. Karabük ve Ergani’den yükselen fabrika dü dükleri onlara «Hayır ■ diye bağırıyor. Türkiyenin günden güne değişen ve yükselen İçtimaî çehresi onlarm sakat iddialarını bir kat daha çürütüyor üzerlerine titredikleri eskimiş, fonksiyonu kalmamış güzellikleri silip süpürüyor.
Fakat Bedri Rahmi şöyle yazıyor: Allaha çok şükür ki, Çorumlular. dededen kalma eylerini henüz tama iniyle eskitmemiş, ve bu yeni yapılar henüz şehirde de-veâe kulak gibi kalıyor.-
Âzız şair bu sözlerinin nerelere kadar dar götürülebileceğini aceba hiç düşünmüş müdür?
Hüsamettin Rozok
371
•J. Swift, Gîîlliver’in Seyahatin rı, çev. Doçent İrfan Şahinbaş, Maarif Vekilliği Klâsik Tercümeler Serisi, 1943.
Shakespeare, Othello. çev. Doçent Orhan Bıınan, Maarif Vekilliği Klâsik Tercümeler Serîsi, 1943.
Maarif Vekilliğinin çıkardığı klâsik tercümeler arasında Doçent irfan Şahinbaş tarafından Türkçeye çevrilen Gulli-ver’iıı Se.vahatlan hem muhteva, hem de tercümedeki büyük ustalık ve pürüsüzlük bakımından bilhassa tavsiye edilmeğe değer. Gejen sayımızda kısaca konusundan bahsedilen Dr. Faustus’un da mütercimi olan irfan Şahinbaş. titiz, asla hem üslûp, hem umumî eda ve atmosfer bakı-nuııdan gayet sadık kalarak tercüme yapan birinci sınıf mütercimlerim izden d ir. Gîîlliver’in Sevahatları belki ilk bakışta tercümesi kolay bir eser gibi görünür: çünkü aslı çok kolay okunur: âdeta çocuklar için yazılmış kitaplar kadar sade bir üslûp ve diliz kaleme alınmıştır. Fakat unutulmamalı ki Swift. 18 inci yüz yalın başında gelmiş edipler arasında yüce bir dağ gibi vükseliveren bu eşsiz hicivci, bu eseri kayalının olgunluk devresinde yazmağa başlamış (aşağı yukarı 1720) ve üzerinde altı yıl kadar çalıştıktan sonra 1726 da çıkarmıştır. Onun için ilk bakıştaki sadeliği tecrübesiz bir mütercim için bir tuzak olabilir, irfan Şahiıı-başın esere yazdığı veciz bir kaç sahih lik önsözden dr anlaşıldığı gibi, Swift bü
tün değer ve barşanlarına rağmen devrinde takdir edilmemiş bir müelliftir. Zamanının Ingİlteresİni. orada geçen bütün politika dalaverelerini, sefalet yuvası olan İrlanda'yı çok yakıtlıdan tanıyor vc yazılarında aksettiriyordu. Swift zamanının kalp kıymetlerine karşı tenkitçi bir vaziyet almış ve tenkitlerini acı hicivlerle ifade etmiştir. Gulliver’in Seyahatisin işte bu çeşit bir eserdir.
trfan Şahinbaş bu eserin bu yıl ancak ilk iki kitabını çevirmiştir: umarız ki gelecek yılın tercümeler serisinde eserin ikinci yansı, bilhassa dördüncü kitap, okuyuculara güzel bir tercüme daha okumak zevkini tattıracaktır.
İngilizceden bize çok güzel tercümeler veren değerli bir mütercim de doçent Orhan Burian’dır. Maarif Vekilliği Orhan Buri-an’ın Beğendiğimiz Gibi tercümesinden başka Othello tercümesini deltekrar neş-retmiştir. Othcllo’nun bu seferili tabı şaline dilimize eskisinden çok daha uygun, kulağa, munis gelmiyen tâbirleri ayıklanmış. daha mükemmelleştirilmiş bir şekilde okuyuculara sunulmuştu]-. Othello, Shakespcare’in bir bakıma on derli tophı en kusursuz bir tragedyası olduğu için ü-zeı-inde ne kadar emek sarfedilse değer. Muhakkak ki Othcllo’nun bu ikinci tabı Türk tercüme edebiyatı için iyi bir kazançtır.
M.S. ERCAN
372
E. Zola, Therâsı- Kııquin, çev: Sitare Sevin. Hilıni Kitapevi, 1948.
Aynı eser, Kâzını Naıııi Duru tercümesi, Kanaat Kitapevi, 1943.
XIX uncu asır Fransız romanının en azametli örneğim Gcrmîııal ile vermiş olan Zola Tiıereae icaquhı. La Bete Hunisine Doeteur Pascal gibi eserlerinde, şahıslan üçü, dördü aşmayan beşeri bir trajediyi kaleme almıştır, üernıinal’de, tıpkı Mont-sou daki maden kuyularının derinliklerinden gelen ıeryatlar gibi yürekler yaralayıcı olan sosyal manzara, İkincilerde insan ruhunun uçsuz bucaksızlığım dile getiren psikolojik bir mahiyet kazanmıştır.
Dıştan bir görüş, şahısları üç, beş kişiyi geçmiyen eserlerin, ister İBtcmez ferdi kalacağı zanıunı uyandırabilir. Fakat usta sanatkarların bu bir avuç insanın birbi-riylc olan münasebetlerine, iıısan oğlunun asırlardır süren meselelerini koydukları görülmüştür.
Bütün suçu mevzu» yüklemek acizden ileri gelir. Biiyük sanatkârlar, kahramanlarının iç diiıı,yasında oliKt bitmekte olan ferdî dramı tasvirden başka bir şey yapmasalar da yine c emiyetin mühim bir meselesine temas etmeye muvaffak olabilirler Zola. Therese lta(|ilin’i ile bu çeşit eserlerin güzel bir örneğini vermiştir.
Tlıirtee Ruquin, haftada bir. pcrşi’tn-be akşamı toplantılarına iştirak ed(*n birkaç misafir ve eserin bazı pasajlarında rol r.Ian tekir kedi bir yana, dört kişinin romanıdır. Bunlcır, günlük kaygılanın ikinci plâna atabilmiş tipik bir küçük burjua ailesi çerçevesi içinde - günah işlemiş veya masum - adım adım mahva doğru suruir-lenmişlerdir.
Şehvet fırtınalarıyle yuğurıılan ika genç vücut ne yapmaz ki... Delikanlı, hastalıklı arkadaşının gürbüz karısını elde etmek için kocayı yok etmek ister. “Kocayı Öldürmekle hiçbir rezalcBe^ebep olmıva-caktı. SadecıfyeAnr^fflKk için bir adamı
öteye itiverecekti”. Aşağılık maddî menfaat duygulariyle desteklenen bu niyet kadının da yardımı ile gerçekleşir; masum koca ortadan kalkar: fakat beklenen saadet bir türlü gelmek bilmez. Canüle. morgta göründüğü korkunç ve iğrenç şekliyle iki caniyi takip eder ve ikinci bir şahsiyet halinde her ikisinin içinde biitün heybetiyle yaşar.
Cinayet buhranlanyle dolu günler iki günahkâr vücudun birbirine olan sonsuz susuzluğunu vehim ve huzursuzlukla yoğurmuştur. Oğlunu ne şekilde öldürdüklerini gelininden ve yeni damadından öğrenmiş olan ana ise azapların en tahammül edilmezi ile karşı karşıyadır.
Tarihin en acı dramı, bümiyerek babasını öldürdükten sonra, yine bilmiyerek kendi öz anasiyle evlenen ve ondan zilrri-yet meydana getiren Kral Oidipus'un azabımdan doğmuştur. Fakat hiçbir acı, gözleri ve kulaklarından başka dış âlemle bağı olmıyan kötürüm Raquin Kadın’ınkln-deh daha derin nlmanjiştır Büyük kel ime-siyle vasi fici ndırılaMlaeek bir ana şefkatini veya evlât sevgisini yalandan tanımış olanlar Raquin Kadm'm; kimseye bildlre-mtyerek kendi kalbine gnmdüğil ıztırabı karşısında donup kalacaklardır. Oidipus' unjveya Ana Kraliçenin ellerinde, kendi acılarını yatıştıracak veya onlara son verecek silâhlan vardı. ki a dam Raquiıı‘in ise,i elleri, ayakları veya yüzünün hiçbir ..ılalesi arzularım yerine getirebüecek veya ^hislerini bildirmeye yetecek kudrette değildir. Onun,"semavî bü güzellikte olan" gözlerinde akacak iki damla göz yaşından başka bir şeyi yoktur.
Hayat anlayışı müsbıt esaslara bağlanmakta güçlük çekitaiyccck olan Zo-la’rnn izahlarında kaderci bir görüş aramak beyhudedir Zira Zola. dağılmakta ve yer yer yıkılmakta olan bir sosyal nizamın kötü neticelerini bizzat biribirlcri-ne imha ettirmekle bu sosyal çöküntünün manâşını kuvvetlendirmiştir.
373
Therese Raqıün'deki tipler müsbet tipler değildir; onları “mağdur" kelimesiyle anlatmak daha doğru olacaktır. Bizzat TherSse, dünyaya gözlerini açar açmaz. sınıflı cemiyetin ağır telâkkileriyle yüz yüze gelmiş, müsait olmıyan şartlar altında büyütülmüş ve kendisinden muktedir olamıyacağı bir şey istenmiştir: damarlarına hücum eden şehvet alevlerini tabiat bile susturamazken, basit aile bağlan ve ahlâk kaideleri, tatmin edilmeksizin. nasıl susturacaktır?...
Laurent’da. mayasındaki kötülüklerden ziyade, şehir hayatının avarelikleriyle mahva sürüklenen temiz bir taşra çocuğu hâli vardır. Mariz bünyesine, anasının
menfaatsiz şefkati ve ihtimamı eklenen Camile hayatta zavallı ve pasif bir unsur olmuştur. Raquin Kadın’ın suçu yok mu? O. ötekilerin hepsinden daha çok masumdur. Farkında olmadan teneffüs ettiği zehirli havanın tesirleri altında bütün ömrünce kalmış ve “yavrucağı” ile başbaşa bir refaha hasret yaşamıştır. Son günlerinde, sebeplere nüfuz edemiyerek ve neticenin ağır baskısından kurtulamayarak zavallı bir intikam hissi ile çırpınması da bundan üeri gelse gerektir.
Therese Raquin’de tipleı. münasebetleri ve hareket tarzlanyle sınıfı karakterlerini muhafaza etmişlerdir.
Hüsamettin BOZÛK
Gelecek Sayılarımızda Tahlil Edilecek Eserler :
I. Sloane, Fontamara, çev: S. Ali. J-Steinbeck - Kenar Mahalle, çev: R. Güran Rifat İlgaz, Sınıf (şiirler)
Odön voıı Horvath. Allahsız Gençlik,çev: Burhan Arpad Erich M. Remarque. İnsanları Seveceksin, çev: Bürhan Arpad
374
KÖYÜN İÇİNDEN:
Orfa Anadoluda Toprağını Kaybeden Köylüler
Geniş sahalar üzerine yayılmış olan Orta Anadolu köylerindeki toprak ve çiftçilik durumu umumiyetle diğer bölgelerin köylerine benzerse de toprağın verimi ve bereketi bakımından onlardan ayrılır. Uçsuz, bucaksız bozkırlarla, tuzlu çöllerden ibaret olan memleketin bu köşesinde top-rağuı feyiz ve bereketi gökten düşen yağmurlara bağlıdır. Ekseri yıllar, hava yağmursuz geçtiğinden memlekette sık, sık kıtlık ve darlık olur. Böyle senelerde toprak elden ele geçerek sahip ve efendi değiştirir. Birinci cihan harbi ve onu takip eden yıllarda bu bölgenin bir köyünde toprağın hangi sebep ve âmillerin tesiri altında zengin ve asil ellerde toplandığını Adımların bundan önceki sayısında belirtmeğe çalışmıştık. 927 - 928 senelerinde hüküm süren kıtlık yıllarında zor bir duruma düşen kiiçük müstahsil, canını kurtarmak için, malını, melâlını satmak zorunda kalarak birkaç şinik buğday ve arpaya gözü kadar s.vsdiği tarlaları değişmişti. Hattâ bu yıllar zarfında geçimden âciz kalan birçok köylü aileler. Adana ve havalisine göç etmişlerdi. Boşalan birçok .köyler birkaç ağanın çiftliği haline gelmişti. Bir de bunlar dışında muhtelif sebeplerle toprağını kaybeden köylülere, şehir ve kasa
baların koltuğunda rastgelinmektedir. Meselâ, Ankara’ya birkaç saat mesafede bulunan Ovacık, Saray ve Karaköy çiftliklerinde toprağın büyük bir kısmı şehirdeki tüccarların ve âsillerin elinde bulunmaktadır. Şartların tersine bir gelişme gösterdiği harp yıllarında buğdayın dolgun fiyatla satılmasından köylerde küçük bir zümre zengin olmuş, bu gibüer aralarında birleşerek bu çiftliklerden bazılarını satın alarak aralarında paylaşmışlardır. Köyün ekseriyetini teşkil eden fakir halk, bu satıştan bir santim bile istifade edememiştir.
Çorum, Yozgat. Kırşehir gibi ziraat bölgelerinden sayılan vilâyetlerimizin toprak durumuna bir göz atacak olursak vazi yetin buralar için de aynı olduğunu görürüz. Meselâ, Kırşehiriıı koltuğunda bu lunan Güzler ve Gölasar gibi kıymetli çiftliklerle, en zengin kavaklıklar, en güzel bağ ve bahçeler ağa ve eşraf takımının elindedir. Her birisi kan değerinde olan bu mülklerin sahipleri ömürlerinin sonlarına kadar ayaklarını uzatıp yatsalar bile elle-rinde bulundurdukları geniş çiftlikler sayesinde geçim zorluğu çekmeden asalet ve imtiyazlarını muhafaza edebilirler.
Halil Aytekin
KÖYDE KOOPERATİF
Sabahtan beri koperatifin kerpiç davarla. alçak damlı tek odasında oturuyordum.. Devrilivcrecekmiş hissini veren, yüksek. iki tekerlekli arabalarına üzümlerini yukliyen civar köylüler mahsulerini teslim etmek ve satıma mahsuben para almak için kooperatife âdeta akın ediyorlardı. Ağadan, tanıdığı tiic*-erdan. veya komşusundan, akrabasından şahsen borç almağa ve kayıtsız, senetsiz 1$ görmeğe ahşmış köylü için kooperatif teşkilâtı, bir şahıs olmıyan bir teşkilâttan borç almak, kredi muameleleri, ■müteselsil kefalet ilh. yabancı olduğu bir vaziyetti, iktisadı durumdaki bu değişme ile beraber vaziyetlere karşı alınan tavırlarda, zihniyette de bütün bir değişme olacaktı. Ve bu arada bocalamalar, .uyam’a-mazlıklıır da mukadderdi, işte bu düşüncelerle, köylülerin kooperatifle olan münasebetlerini müşahede, etmek için bir günümü kooperatifte geçirmeğe karar vermiştim.
«Bu köylerde kooperatif artık eskimiş, alışmışlar, Umduğum müşahedeler mimiktin olmıyacak galiba derken kapı, açıldı, içeriye bizim kaldığımız köyden Dursun oğlu Dursun girdi. Dursun koperatife yeni geliyordu, ortak olmak için elinde bir istida ile müracaat ediyordu. Kâ tipten «Olur, yaparız» cevabını alır almaz, ortaklığın şartlarını sormadan, öğrenci den Dursun hemen derdini döktü: Erine bir oda ilâve etmek, samanlığını tamir etmek, oğluna sünnet düğünü yapmak için kendisine ştl kadar para lâzımdı. Dursun belki daha devam edecekti ama, böyle va ziyetlere alışı): olduğu anlaşılan ihtiyarca kâtip, gayet sakin Dıırsıına kaç çı.tyol kurıı üzüm getirdiğini sordu, cevabı ahnea da hemen defterinin kenarına hgşap yapmağa' başladı. Teslim ettiği üzüme göre Dursun istediği parayı alamıyacaktı. .Dursun şaşırdı. Kendisine bujay İşatndı': bujmskj(Hn. dört yana başvururken komşuları koopeı a • tif para veriyor, oçava git'demişlerdfiiko-
operatite ortak olmak istemesinin yegâne '! sebebi bu idi; üzümlerini satmak için onun kooperatife ihtiyacı yoktu; şimdiye kadar kooperatif vasıtasiyle satmamıştı; parayı alamadıktan sonra ne diye ortak olsun? Borç aldığı şahıslarla yaptığı gibi. Dursun kooperatif kâtibi ile de pazarlığa kalktı; kâtibin para miktarım hiç değiştirmediğini görünce kızmağa başladı; pazarlıkta iki taraf da biraz fedakârlık yapamaz mı? Dursun istediği miktarı biraz indiriyordu, kâtip de biraz çoğaltsa idi anlaşacaklardı. Kâtip, parayı şahsen kendisinin vermediğini, miktarı değiştirmek elinde olmadığını Dur-suna yine sakin, hiç kızmadan anlatmağa çalışıyordu. (Bu kâtip senelerce bu işte pişmişti) . Fakat böyle şahıs olmıyan bil «şey» den para almayı Dursunun aklı kabul etmiyordu; şu karşısındaki adam istese pek âlâ biraz daha fazla verebilirdi. Nihayet Dursun adam akıllı kızdı, «Hepiniz birsiniz: hep mahsulü alıpp'en az parayı verirsiniz. Ver o kâğıdı, vazgeçtim ben dedi. Dursun son kozunu oynuyordu. Pazarlık ta öyle değil midir? Bir taraf razı olmaz, vazgeçer görüdür, kalkar gider, öbiir taraf fiyattan birtız daha ikr.am ederek arkasından bağırır. Dursun da istidayı geri aldı, kapıyı vurup çıktı gitti, ama arkasından çağman olmadı. Aradan bir saat, belki daha fazla bir zaman'geçti, yine kapı açıldı, bu sefer Dursun kabahatli bir gocuk gibi mahcup içeri girdi, tekrar kâğıdı kâtibe uzattı, «Hadi bakalım, senin dediğin olsun dedi. Kâtip yine hep sakin, sanki hiç bir şey olmamış gibi, kâğıdı aldı, muameleyi tamamladı, Dursunun iri ellerine paraları saydı. Dur-suniııi keyfi yerine gedi, ama, o hââ, isteseydi kâtibin daha fazla para verebileceğine ıfcSffl v kâtibin omuzunu ah-
pspca dürttü,’ «Bu sefer senin dediğin oldu ama gelecek sefer kanşmam ha! Pamukları ggtUjcegim, dççt„ yüzden aşağı bırakmana. dedi. A ıL 7
B. S. Borun
376
SAVAŞ KARDEŞLER İZMİR TİCARETHANESİ
Zeytin, zeytinyağı, sabun ve her nevi sâde yağlar, peynir vesaire satışevi Anafartalar Mevsim sokak No. 5
Tel. No. 2377 Ev. 6235
Sicil No. 3334, Kuruluş : 1930
HALİM ŞAPÇI
Zeytin, zeytinyağı, sabun ve her nevi sâde yağlar, peynir vesaire satı evi
Sebat İş hanı No. 40 Tel. No. 3752
ALİ PERÇİNEL VE KÂZIM PERÇİNER
Ticaret Evi
Zeytin, zeytinyağı, sabun ve hernevi sâd( yağlar, peynir vesaire toptan satış yeri Kooperatif arkası Ali Naznıi Ap. No. 1/2 Tel No. 3153, Telgraf: Alî Kâzım Sicil No. 1912, Kuruluş 1930
ALİ RIZA YEĞEN
Kayseri Pastırma Pazarı
Yeni Hal No. 21
Tel No. 3975, Sicil No. 2007 Kuruluş tarihi : 1930
OSMAN ÖZKAL
Kayseri Pazarı
Yumurta ve
hernevi Bakkaliye toptan l’ıeâretlıanı
Tahtakale O İdesi Susara Sokak No. 29
ANKARA
OSMAN ANTEBLİ VE İSMAİL BEKRİ
BAKKAL
Toptan ve Perakende Şen Tecimevi
Yeni Hal No. 20 - Ankara
Tel No. 1991 Telgraf: Yeni Hal OBman
Kuruluş ta. 1929, Sicil No. 3551
HtîBAMElTlN ÇAÖIAYAN
MANDIRACI
Toptan ve Perakende Beyaz ve Kaşer ve Edirne Peynirleri;
Halis Aksaray ve Urfa 1
Zeytin
tere yağları, saf Ayvalık, Edremit
l yağları Tecimevi
Yeni Hal No. 3 İnkara
raf: Hüsamettin • Yenihal
• •
Ankara
Türkiye İş Bankası
KÜÇÜK CARİ HESAPLAR
I 944 İKRAMİYE PLÂN»
28 Son kânun, 2 Mayıs, 25 Ağustos, 1 Son teşrin
tarihlerinde yapılır.
1 adof ARSA (Ânk«a'ro’dâ Ravak- 4 adet 500 liralık - 2000.— lira
hderede 1024 M2. 10 » 200 > « 2000.- >
• İmar ada No: 254 10 > 100 - 1000.- >
Parsel No. 3ı 100 > 50 > = 5000.- >
1 > 2000 liralık - 2000.-Ura 150 » 25 > - 3750.- >
3 > 1000 > - 3000.- > 300 » 10 = 3000.- >
Türkiye İş Bankasına para yatırmakla yalnız para biriktirmiş ve faiz almış olmaz, aynı zamanda failinizi de denemiş olursunuz.
9â
& -
£
L-J
S z o
o
p
3 z
S tzi
O o o
S
bir a o o o besler ö ö o ser İnletir o o o neşe verir
a
te
Meşhur âlimlerden Dr | Haber, Biranın tarihi hak fanda yazdığı bir eserde milâttan Ö-GOO sene kadar J
evvel başlayan Keldani medeniyetinde biranın büyük bir yeri olduğunu g söylemektedir, Bazan yalnız arpadan bozan da arpa ve baharattan imâl edilen biranın kadınlar ve işçileri tarafından çok içildiğini yine bu > âlim anlatmaktadır. Yapılan bir haf- ra riy-atta bulunan on mezarın, bira
hnalâtını güsteren kabartmalarla tezyin edildiği ye malar yanyana getirlincc imalâtın bariz bir surette düğü de ayni âlım tarafından nakledilmektedir.
7000 SEK E
EVVEL
kabart-
ğorül-
BİRA GO O BfeEfeR O O G SERİNLETİR,O O O NEŞE VERİR
S cn
O O O te
S
V) UJ co
O O O
k&eddin Ktf'ral, BasınÎBvi ^Ankara (5395)
IÇtNDSKUEB
Fikir MesulJüğii ve Zorba Zihniyeti
Sanatta Konu Meselesi
Değişen Sanatkâr Tipi
1»(>Ç. Dr. Muzaffer Ş. Bu-fofclu
Doç. Dr. Bellice S. Boran
I Jl«> Amar
Şiirlerin? Nasihat Suat Tuşif' '
Evlenmelere Tesir E>i n Sosyal Âmiller Enine A|«k
«Harp ve ?Şriit{Byaı-x-:ı - Adlı Broşüre Dair Münir B>4m KI
Portakal Hikâye) Sabahattin Ali
Ayın içirten: Yerdepremi F etimiz
Yayınlar:
telenekçiler mi Haklı? d Hüsamettin Boaok).— Sıvift, Gullıver’in Seyahatleri, çev. irfan ş dıinbaş (£ S. Ercan). — Shakı peare. Othello, çev. Orhan Biırian (M. Ercan) — E. Zola, THrerese üaçuin, çev. Sitare Sevin t Hüsamettin Bozok).
Köyün içinden:
Orta Anadoluda Top. Kay ueden Köylü Var mı ? - H iü Aytekin
Köyde Koopem^nr BrMrc 'Boran
• •
Adımlan Beğeniyorsanız
Abone olunuz, Abone bulunuz.
Çelecek Sayılarımızda ı
Prof. J. Canıborde, Ankara Üniversitesi: Modern bir Fransız
Romancısı: Paul Nizan
Y. M. Hüsnü Balâ, Modern Şehircilik Problemleri.
N. Zaimoğlu. Eşya Fiyatları Nasıl Düşebilir?
Hikâyeler :
Orhan Kanal UYKU
Hiirhan Arpad, BURUN VE ELLER.
Halil Aytekin, SARI ÇELİL
ADIMLAR
Aylık Fikir ve Kültür Dergisi
YIL ! I Mart 1944- Sayı T 11
Fikir Mesullüğü ve Zorba Zihniyeti
Dr. Muzaffer Şerif Ankara üniversitesi
Ulus'ta fikir Hareketleri başlığı altında çıkan sahifede, “Dergiler ve Fikirler” sütununda "Yazı Yaşananın Mesullü-ğü” adlı bir yazı dikkatimizi çekti (20 ’I 1944). Yazanın altmjdu. yine. imza yerine üç tane yıldız var. Bay Üç Yıldız, daha evvel ileri fikir-geri fikir halikındaki düşüncelerine iştirak etmediğimizi, şaşırtıcı bulduğumuzu, belirttiğimiz yazıcıdır (A dunlar sayı 9). Bazı gizli maksatlarla ha roket eden zümre taktiklerinin, rekabet halinde bulunan ticaret evlerinin aksini
olarak, ardında gizli emeller bulunmıyaı ve bulunmaması gı-reken fikir münakaşa larının tamamile a ıkta yapılması gerektiği halde. Bay Ü Yıldız yazısının altını imza koymamakta İsrar ediyor, ve bu ka dar mühim bir konuyu ileri sürerken bile, her nedense, hüviyetini belli etmekten çekiniyor. Üç yıldızın üstünden, aydınlarımızı, kendince, irşat etmeğe çahşıyı-.. Telkınci ve dogmatik bir fonla yazılmış olduğu için yazının, büyük insan ve millet meselelerini kendi şâSM^önaından." pek te kaynak göstermeğe liizulh görmeden, kolayca formiıjlr-ç bağlayivı-ret^Bay Reşat Şemsettin Sin r tarafındım yazıl
mış olduğuna hükmedilebilir. Biiyilk konular üstünde işlenirken bu telkınci ve doğma tik ton. lise seviyesini aşmış insanlarda bir şevi mutlaka satnrik istiyen bir reklâm tesiri uyandırıyor.’
Yazıda belirtile M başlıca ikfrlorİ kısaca hülâsa edelim, r'-Makası-uıız ve ka-
nunlarınuz.bu^^dur.ve yazı hürriyeti vermiştir. Bu hürriyetin hudutları kanunlarla sınırlanmıştır. Hürriyet sınırları içinde
de yazı yazanların, kendilerinin duymalan lâzım gelen mesullükleri vardır. «Eğer bir
yazı doğrtyif Ve iyiyi öğretiyor ve yayıyorsa hu, onu yazan için -övünülecek bir şeydir vıı bundan dolayı takdi beklemekte haklıdır. Eğer bir yazı yanlış bir fikri telkin eyİfemek ve amme hayatı için zararlı bir düşünceyi yaymak istiyorsa yazanın hımöan mes’ul olması lâzımdır " Bu şarta riayet edilirse, yazı yazanlar fikir haya-tımızdp, di'ınyjının bu karışık zamanmda THrk-'s^ı^Hğfrdn-'fiMr birliğini sağhyan bu- nazımlık vazifesi başarabilirler. Na-zimtİk ışmSe Uı^^İcTerfimzin ve Fakültelerimizin üstüne düşen vazifeler vardrri’c--- A -w- 'y
BaS Üç Yıldu'rı h'jikiacrini kısaca
315
✓
hülâsa ettik. Biz de içimizden gelen bir inançla, yazı yazanın, okumuş adamın kendi memleketine ve insanlığa karşı bir mes’uliyeti olduğuna inanıyoruz. Fikir adamı boşlukta yaşamıyor. Onun hakikat ve bilhassa mensup olduğu memleketin yükselmesi, ileri gitmesi yönünde yüklenmesi lâzım gelen vazifeleri ve mes’uli-vetleri vardır. Burada Bay Üç Yıldızla temamile beraberiz. Fakat Bay üç Yıldız bu mücerret hakikati söyledikten sonra müşahhas fikirlere geçmiyor. Hangi fikirlerin yanlış ve zararlı olduğunu tasrih etmiyor. Umumî irşat sözleri söyledikten sonra asıl muhtevayı vermemek, aydınlatıcı değil, bulandırıcı oluyor. Daha evvel ileri fikir - geri fikir meselesinde de boşlukta kalan, bunların mihenklerinin ne olduğunu soran Bay Üç Yıldız bu yazısında da kati teşhislere yanaşmıyor.
Halbuki bugün artık hangi fikirlerin milletimiz için birleştirici ve ileri, hangi fikirlerin dnıjtıcı ve geri olduğu keyfiyeti keyfiyemize tâbi bir mesele olmaktan çıkmıştır.
Biz Adımlar'da daima bu mesullü-ğtl duyarak, şu veya bu cephe taktiği yapmağa lüzum görmeden, şu veya bu maksatla tıkır düıımcliğine düşmeden düşündüklerimizi daima sarih ve kesin bir surette belirtmeğe çalıştık. Daha ilk sayımızdaki takdim yazısı bunun bir örneğidir ve o yolda .devana ediyoruz.
Belirin: ğe çalıştığımız fikirler millî iııkilâbımızın vardığı prensiplerin ve bu-gü eriştiği gelişme merhalesinin benimsediği fikirlerdir. Atatürk'ün emperyalist müstevlilere karşı Türk milletinin hür yaşamak ve ilerlemek azmini kudretle müdafaa ettiği Kurtulun Savaşından hizalan milli inkılâbınkızuı prensipleri bu fikirlerin kaynağıdır. Milletin iradesinin devletleşmesi demek olan cumhuriyetçilik, daima halk kitlelerimizin öz menfaatlerini, ihtiyaçlarını ve bunların serbest bir eursttç ifadesini esas tutaalüıalkçmk, bunları bugü
nün şartları içinde iyi teşkilâtlandırmak ve plânlaştımıak demek olan devletçilik prensiplerinin, milletimizin bugünkü dünya şartlan içinde vardığı zarurî prensipler olduğuna inanıyoruz. Bu prensipleri ölü kalıplar ve naslar olarak statik bir şekilde doğll, milletimizin ve halkımızın yeni ihtiyaçlarını ve dünyanın ileri gidişini dinamik bir şekilde ifade eden inkılâpçılığs içten bağlıyız.
Derebeylik imtiyazlarını ortadan kaldıran Cumhuriyetin ileri kültürlü ve medeniyetti bir millet topluluğu gerçekleştirmek ülküsünü yalnız bir hayal değil, bugünün gerçeklerinin kaçınılmaz bir zarureti olarak kabul ediyoruz. Yabancı malı ve mütecaviz bir fikir olan ırkçılık yaygarası hem ilmin, hem memleketimizin öz gerçeklerine aykırıdır. Büyük millet meseleleri bahis mevzuu olurken vatandaşlar arasında, «Suyun bu tarafında veya öte tarafında doğmuştur» gibi ayrılıklar gözeten rejiyonalisteler, doğduğumuz. büyüdüğümüz bu toprakların adına sığınsalar bile, inkılâbımızın özüne vc memleketimizin menfaatlerine aykırı hareket etmektedirler. Bütün yazı yazanla^; inkılâbımızın gerçeklerini hülâsa eden bu prensipler çerçevesi içinde fikir mesul-liıldertai duymalıdırlar, ."ürk gençliği an-cuğ bu prensipler etrafında bir birlik kurabilir. Şu veya bu maksatlarla buna aykırı yazı yazanlar tesan ödümüzü bulandıran. fikir mesulliiğiiııii tanımıyan kişilerdir. Artık burada faydalı ve zararlı, ileri ve geri, birleştirici ve dağıtıcı fikirlerin karakteri gün gibi beliriyor. Yukarıda hülâsa ettiğimiz prensiplere aykın fikirler güdenler mürtecidir. cahildir, yahut sadece menfaat ve post kavgası peşindedirler.
inkılâbımızın bu ileri prensiplerine aykırı olmamak jartıylş fikir vc münakaşa hürriyetini cKraltmnk istiyenler olsa olsa kendilerine bazı hususî menfaatler ve imtiyazlar temin ütmek istiyen fırsat
346
Sanatta Konu Meselesi
Dr. Bellice S. BOBA-N
Ankara Üniversitesi
Bir estetik üstadımız Ülkünün 56 inci sayısında çıkan «Edebiyatta Konu» adlı bir makalesinde «Vuslata şairi Yahya Kemali kötülemek istediğimizden, büyüklüğünü inkâr ettiğimizden bahsediyor. Bu münasebetle, yanlış anlaşıldığını sezdiğimiz şu noktayı, meseleye girmeden iyice belirtmek istiyoruz: Yahya Kemal hakkında çıkan yazımızda maksadımız şairin büyüklüğünü inkâr etmek değidi. Şüphesiz Yahya Kemal edebiyat tarihimizde Osmanlı devrinin sonunda gelmiş büyük bir şairdir. Devrinin ölçülerine göre değeri inkâr edilemez şiirler yazmıştır: bize garbı tanıtmıştır. Fakat bu hükmü verirken şu cihetleri unutmamak lâzım: Yahya Kemal bize garbı tanıtan yegr-ııe şair değildir. Ondan önce, Hâmit, Cenap. Fikret; Ahmet. Haşini, ilb.. de bize garbı tanıtmışlardır, Sonra garp deyince karşımıza değerleri müteca
komisyoncularıdır. Biz rnületinıizin sağ lam duyuşuna nallıyoruz; onun ortaya sürülerin fikirlerden kendine en uygun gelenini hür iradesile benimseyeceğin(-de eminiz. Bunun aksini düşünmek milletimizin hakikî kabiliyetini ve istidadını inkâr etmek olur. Fikir ve münakaşa hürriyetinin anarşi ve karışıklık doğuracağı yolunda tellâllık edenler varsa bmı-lar, bir bardak suda fırtına kopan p w.
hum tehlike işaretleri vererek bulanık suda avlanmak istivan fırsat düşkünleridir. Memleketin öz evlâtta olmak ihhisarmliğı-ııı güdenler, heniiz millet yolunda -bir imtihan geçirmeden, hamiyet vc feragat imtiyazını kendilerine nı ı lıMenl er. gerçek
nis bir bütün çıkmadığı için sorabiliriz: Yahya Kemal bize garbın en ileti bir istikbali müjdeliyen ufuklarını mı açtı? Avrupa şiiriyle aramıza kurduğu köprü bizi Avru-panın neresine götüren bir köprü idi ? Muhakkak ki Yahya Kemalin bize getirdiği Avrupa artık bugünün ileri Avrupası değildir. Sanatta değerler ve mektepler «sanatın kendi realiteleri» mutlak ve ebedî 0-lamaz. Bu değer vc mekteplerde cemiyet bünyesinin diğer kısımlarında olduğu gibi devirlerini yaşar vo çökerler: aralarından gürbüz ve gelişmekte olun diğeı mektepler ve cereyanlar çıkar. Yahya Kemal böyle göçmüş bir devrin büyük şairidir. O göçmüş devrin temsil ettiği sanat, bugünün değil dünün sanatıdır.
Sayın estetimiz, Yahya Kemal’e «devrinin büyük şairiydi» deyişimiz: «sanat dışı düşüncelerle» verilmiş bir hiiküm diye
peh İnanlardır. .Bu eğreti imtiyazla başkalarını kötülemeğe çalışmak, derebeylik ve zorba zihniyeti artığından ba şka bir şey değildir. Kİ
Türk inkılâbı, hususî imtiyazlar peşinde blıın bu derebeylik ve zorba zihniyetini tasfiye etmek yolunda gelişmişi ir. Biz. yakın zamanda zorba zihniyetine artık yalnız uk^H^KlCTTmî^le'rastlayâcâ^ımıza inıı-
nıyonız. Biz fikir mesllüğünü, iukılâbımı-zuı ileri prepşiplcrhıe ayak uydurmakta htrtttybriız'r bütün "tamlara aykın olan fikirler ise geri ve dağıtışadır. Üniverşite-İH.'inıiyirı _ yp fnkiitl e|m^lmizin birleştirici s3ye edici fikir lu'.nıteir işini bir ı yazıda eles'alacâğı.z. ı 1/VV
..... .____... o__. ve tas
milliyetçiliği bir kalkanîğibi kollanan: kalp’-:- başka
kJ
34.7
vasıflandırıyor. Sanat eserlerini ve sanatkârları böyle sanat eserinin cemiyetle, devriyle münasebeti ve o cemiyeti ifadesi bakımından değerlendirmek sanat tenkidi sahasının dışında kalan mülâhazalarla meseleyi ele almak değildir. Bugün dünyanın en tanınmış estetleri, sanat münekkitler:, edebî tenkit ilmine kendini vermiş olanlar, böyle sanatkârla sanat eserlerini devirleri ile olan münasebetleri zaviyesinden ele alıyorlar. Meselâ Cambridge üniversitesinin en ileri gelen münekkitleri Richard ile T. S. Eliot, sonra I-eavis, H. Reade; Amerikada tenkit eserleriyle de dikkati çeken sanat tarihçisi Craven ve estet Prof. Parker sanat meselelerini bu işaret ettiğimiz görüşle ele alan bilgin münekkitlerdir.
Fakat madem ki estet üstadımız ille «sanat içi» kaygılarla bu konunun ele alınmasını istiyor, gelin biz de ona uyarak sözlerimize devam edelim: Üstadın da söylediği gibi her şeyin sanat mevzuu olabileceği doğrudur. Bir çift pabuç, bir şarap şişesiyle bir bardak, bir çiçekçik. maviliklere uçuşan veya Boğaziçi sırtlarında uzanmış u-yurken üstadın kirpiklerine konan iri kelebekler, yahut da yedi kat yerin dibinde kara elmasa çokis sallayan insanlar sanatın mevzuu olabilir. Bir zamanlar bazı konuların sanatkâr tarafından ele alıhamıyacağı ileri sürülürdü. Michael Angelo’nun fresklerinde çıplak olarak resmedilmiş olan A-dem ve Havya resimlerinin üstü örtülmüştü. On dokuzuncu yüzyıl şairlerinden Ros-
setti ve arlı ıdaşlannın şiirleri kadın vücudunun güzelliği üzerinde fazla dıiruor diye mulıafazakâdarca şiddetle tenkit edilmişti. Hattâ zamanımızda da J. Joyce’ln mmlmr romanı sansür edilmek istenmişti. Lady Chattcrley'ın aşkının İngiltere'de neşrine müsaade edilmemişti Eu vaziyetler düşü-nüiluce esti tik üstadımızın «herşey sanatın konusu olabilir» demesi bir ilerilik sayılabilir. • •
Ancak bu bahiste estet üstadımız gaf yet ehemmiyetli llir noktayı gdzdeh kaçırıyor: Haricî âlemdeki eşya sanat eserlerinin
ancak ham maddesidir. Üstadımızın bahsettiği Von Gogh’un tablosundaki «Pabuçlar» sadece bir çift pabuç değil, Van Gogh’un gördüğü ve tablosuna aksettirdiği şekildeki pabuçlardır. Yani sanatkârın harici âlemi idrâki «seçici» dir. (Esasen yalnız sanatkârın değil her ferdin idrâkleri seçicidir. Modern psikoloji bu seçiciliğin idrâklerin bir vasfı olduğunu kesin olarak tesbit etmiştir.) Binaenaleyh aynı ham maddeyi. — bir çift pabucu — muhtelif sanatkârlar, muhtelif tarzlarda eserlerinde işliyebilirler. Zaten bir tabloyu bîr fotoğraftan ayıran vasıf da işte budur. Fakat şu noktayı da hemen ehemmiyetle belirtelim ki sanatkârın idrâklerinin seçici oluşunu söylemek, «sanatta indî bir siibjektîvizm vardır» demek değildir. Çünkü her ferdin şahsiyeti doğuştan gelme değildir. Belirli bir sosyal çevre içinde teşekkül eder; bu teşekkülde sosyal değerler, inançlar, fikirler, ülküler, güzellik, iyilik, doğruluk, kahramahlık ilh.. değerleri benliğin aynlmaz bir parçası haline gelir. Sosyal değerler, derunileşir. işte bunun içir.,lir ki sanatkâr eserinde devrinin ve mensup olduğu içtimai zümrenin görüşlerini, değerlerini aksettirir; yani konusunu devrin «hassasiyeti» ne göre seçer vo işler. Bu seçicilik şuurlu olmıyabilir, Hattâ sosyal değerler ne kadar kuvvetle benliğe yerleşmişse fert onları haricî realiteleriyle değil sadece onların kendi iç âlemindeki cepheleriyle tanır. Bu gerçeği gö-rcmiyen münekkitler de sanat eserini sa-doçe sanatkârın İÇ dünyasının bir ifadesi sanırlar. Sanatkârın konusunu seçmesi devrinin ve kendi çevresinin hâkim değerlerine göre olur. Sosyal değer ise devre ve cemiyet bünyesine göre değiştiğinden dolayı
muhtelif devirlerin sanatkârları aynı konuyu muhtelif tnrzlarda’İBİİyebilirler. Buna birçok misaller verebiliriz:
Faustus temasını Ciı. Marloıve ile Gol-the’nin şekil ve muhteva bakımından devirlerine göre işIeyÇİeri başka başkadır. Eioi-se ve Ajıeriard mevzuunu Popo ile modem bir romaucımp ele alışları büsbütün başka
348
başka şeylerdir. Pope İngiliz ■edebiyatının neoklâsik bir şairidir. Ve bu ortaçağ hikâyesini devrinin hâkim görüşlerine ve kalıbına uydurarak nazmen söyler. Ayın hikâye (devrimiz daha ziyade roman ve dram nevilerinin hâkim olduğu bir devir olduğu için) şimdi heyecanlı ve kuvvetli bir romana mevzu oluyor. Sonra sosyal problemleri. 19. uncu yüzyılda bir Mrs. Gaskal’in, bir Dickeııs’in, sonra Zola'nın ve nihayet devrimizde. Stcinbcck. Le Hamp. Aragon'un ele alışları büsbütün ayrı şoylerdiı*. Estet üstadımız: «Şair veya romancı; tekniğiyle, hcyecanıyle, mizacıyle kaynaşmıyan bir fondan hiç bir sanat eseri çıkaramıyor!» diyor. Doğru; çıkaramaz; ama meselenin asıl düğüm noktası şudur: niçin sanatkâr şu konuyla kaynaşıyor da bu konuyla kaynaşamıyor? Bu farklı kaynaşmaların âmilleri nelerdir? Bu âmilleri sanatkârın sade sübjektif âleminde aramak, bunun Ötesine gidememek çarpık bir sanat görüşü meydana getirir. Yukarıda adlarını saydığımız uıeşhur münekkit ve estetler bu noktayı görmüş ve sanat eseriyle sanatkârın iç âlemini devrin sosyal çevresfoin kendine has vasıflan bakımından ele almışlardır.
Sosyal değerler devirden devire cemiyet bünyelerine göre değişir. Bir devirde dikkat; haricî âlemdeki eşya ve olayların bu kısmı üzerinde bilhassa toplanır; ve •> konular efe alınır. Diğer bir devir ve cemiyette ise dış realitenin büsbütün başka bir kısmı veya cephesi üzerinde durulur. Meselâ klâsik devirdi tragediyalara insanların taunlar dîndeki mukadderatı konu olarak seçilir. Daha ferdiyetçi olan Rönesans Şcks-pirinde mitolojilerden ziyade fertlerin .bir-, biriyle münasebeti ve psikolojileri islenir. Daha sonraki romantik çevrelerde solgun benizli, sırçalar gibi ince runlü,tlertlFaşik-lar harabelerin, uzak elierin ve geçmişin güzelliğine hasret'3 uyarlar. 'Şendi■‘edebi-* yatımızda da devir devir değişen konularla karşılaşırız. Zaman gnlir, gülle bülbülün, aeivi boylu yârların i şiiri terennüm t edilir.
Sonra bir zaman gelir: içli kızların, Zavallı Necdetlerin, mahzun gönüllü veremlilerin, uzun pejmürde saçlı Ahmet Cemillerin romanları yazılır. Bugün de artık sanatkâr bu saydığımız konuları geride bırakıp toplulukların hayâtını, cemiyetin geçirdiği' buhranları ve çatışmaları* insanla münasebeti bakımından tabiatı ele alıyor. Bugünün sanatkârı toplulukların emellerine Ümitlerine, varmak istedikleri gayelere inanıyor.
Demek sanatın konusu, muhtevası, devirle değişiyor. Muhteva şekli yaratır. Her yeni muhteva yeni bir şekle ihtiyaç gösterir. Cemiyet şartlariyle değerleri değişince sanatkârın da tecrübe ve görüşleri değişiyor. Bu demektir ki konular değişiyor. Bu yeni muhtevaya uygun olarak sanatkâr yeni şekiller arayıp meydana koyuyor. Eslet üstadımız sanatkârın konusu ancak kusursuz bir şekille kaynaştığı zaman değerleneceği kanaatinde. Ve bu kanaat doğru; ancak şekil ehemmiyetli olmakla beraber, u-nutmıyalım ki, yukarıda da söylediğimiz gibi, şekil daima bir muhtevanın şeklidir. Madem ki muhteva sanatkârın ona karçşı aldığı vaziyete göre, sanatkârın seçiciliğine göre değişen bir muhtevadır, öyleyse muhtevanın sanatkârca görülen karakteri başkalaşır ve .şekli kendine uydurmak için zorlar. Eserin mükemmel sayılabilmesi için şeklin Icuvvctli olması zarurîdir. Şeklin e-hemr.vyeti inkâr edilemez; edilemez ama şekil muhtevadan ayrı olarak Ba ele alınamaz. Cemiyetin seçiciliği yalnız muhtevaya değit şekle de râcidir. Böylece her devirde edebî nevilerin bazıları dalı a belirli bir hal alıyor ve diğer bazıları o devrin haricî âlemden seçtiği konuları işlemeğe uygun gcmicdiğîâden büyük sanatkârlarca benimsenmiyor; her devirde hâkirı edebî neviler ortaya çıkıyor. Sonra her hâkim nevi içinde de çb.şîtlî seldiler doğuyor.Mcselâ modern devrin hâkim edebî nevileri roman ve ^ramdır, Fakat bunlar da zamanın değişen şekillerine ayak uyduruyorlar; muhtelif roman vo dram*. şekilleri meydana geliyor. Böylece 'bugünün rojpan şekli on
349
dokuzuncu asır romanı değildir. Devrimizde uzun romanlar gitgide daha fazla yazılmakta, büyük sanatkârlar, Dos Passos, Sholohof, E. O’Neil ve Bcrnard Show ilh, roman veya dram nevini ifade vasıtası olarak kullanmaktadırlar . Çünkü bu günün hassasiyetini ifade için, küçük şekilli sanat dar bir kalıptır; bu heyecan ve hassasiyet. kendini ifade için roman veya dram gibi bilhassa primadonnası/, kitle vi mahiyette bir şekil alıyor.
Fakat bet zaman olduğu gibi, sanatkârın her devirde seçtiği muhtevayı geleneğin ötesine ıışaıı yepyeni bir kalıp içinde ifade ettiğini kavramakta este tik üstatlar geç kalıyor ve sanatkârı hayatta iken ekseriya takdir edemiyorlar. Meselâ estet üstadımızın şimdi artık ansiklopedilere geçtiği için hayranlıkla adını andığı Vâr. Gogh bütün hayatında ancak 150 franklık eser Kalabilmiştir. Shakespearc ölümünden çn aşağı yüz yıl sonra şöhret kazanmağa başlamış. Milton o meşhur «Paradine Lost (Kaybedilmiş Cennet) i için hayatında ancal: beş İngiliz lirası alabilmiştir. Üstadın, 'büyüklüğünü tanıdığı Keatn’in ömrü münekkitlerin acı sözleriyle kısalmış» Shclley boğuluncaya kadar diyar diyar gurbetlerde dolaşmak zorunda kalmıştır.
Bütün bu yukarıda söylediklerimiz, estetik mevzularının havada bir şey olmayıp estetin umumi hayat görüşüyle İlgili bir şey olduğunu gösterir. Estetin sanat telâkkisi kendi ha- at görüşüne bağlıdır. Bunun irin sanata muhatap olan estetler arasında, her zaman muhafaazkârlar ve ileri görüşlüler vardır. Muhafazakârlar bir tttlrü ’ zaman in. gidişiyle atbaşı beraber gidemez. Bunlar
bir eserin kıymetini anlayabilmek için mu-hakktık onun bir sanat ansiklopedisine geçmesini beklemeğe veya büyük estetlerce lanse edilmesini görmeğe muhtaçtırlar. Meselâ şimdi Stokovsky yeni kompozisyonları çalabilmek için çoğu ihtiyar kadınlardan müteşekkil olan sanat hâmileriyle mücadele etmek mecburiyetinde kalıyor.
Evet insanın hayat görüşü sanat telâkkilerine de tesir ediyor. Estet üstadımızın bu sefer Yahya Kemali müdafaa vesilesiyle ileri sürdüğü klâsikleşmiş muhafazakâr fikirleri biz daha evvel başka bir münasebetle İnsan'da çıkan bir makalesinde de o-kumııştuk. (1) O makalesinde üstat, bugünün endüstri medeniyetinin kendisine mahsus eserler veremiyeceğine kanidir. A-merikanın haline hayıflanır: .Maddeyi her şeyin üstüne koyan, makineyi ruh nizamına uyduranılyan Amerika göz önünde..: der. Onca Nevyork. caddeleri gibi iç bünyesi de dümdüz yekn a sak bir şehirdir. O şehirde artık ( bir kordelâ gibi yamaçları dolana dolana çıkan yollar kalmadığı gibi> üstadımızca sanat hareketleri de yoktur.
Halbuki, üstat, sanat kısırlığına yandığı Nevyork şehrinin bugün tiyatroda ve musikide. Moskova ile birlikte önderlik etmekte olduğunu, bazı en büyük romanların orada yazıldığını unutmuş görünüyor. Bu hususta müşterek bir kanaatin mevcut olduğunu herhalde Nureddin Sevin arkadaşımızla. Kari Ebert’teıî öğrenebilir. Ama bu sanat başarılan devrin nabzını aksettirdiği ve o nabzı da kendisi duyamadığı için, üstat bize bu hakikatlerden bahsedemiyor.
(1) Bak: İnsan, sayı 7. «Yirminci Asırs-, Yazan: Suut Kemâl Yetkin.
37)
Değişen Sanatkâr Tipi
Liko AMA.R
Devlet Konservatuvan, Ankara
Batı sanatı, doğduğundan beri durmadan, bazan yavaş, bazan da birdenbire kendisini gösteren değişmeler ve gelişmeler arzetmektedır. Bu olay, sanat yaratıkları göz önünde tutuldukça, hiç te yeni bir şey değildir.
Tarih ve üslûp tarihi araştırmaları, zamanla, sanat tarihinin her köşesine ışık verdiği gibi, hergün yeni münasebetler, yeni malzeme meydana çıkarılmıştır. Buna karşılık sanat üslûbunda ve bu husustaki telâkkilerde, vukua gelen değişmelerin asıl sebepleri pekaz malûmdur; halbuki bilhassa bu meseleler, en büyük alâkayı uyandıracak mahiyettedir. Meselenin hallinde mühim bir çıkış noktası, sanatkârla hitap ettiği kütlenin cemiyetteki durumudur. Cemiyette hasıl (>lan umumî değişmelerle-, bütün zihin sahasında da değişmeler elde gider; sanatkâra yepyeni tarzda hal çareleri bekleyen yeni vazifeler düşer. Bundan başka, sanatkârın yeri ve fonksiyonu danışanların hayatı da durmadan değişmeye tâbidir.
Bu satırlarda, kısaca ve yalnız musiki sahasında kalarak, sanatkârın hemcinsleri karşısındaki durumunda vukua gelen bazı esas değişiklikleri mütalâa edeceğiz. Önce
şuııu kaydedelim ki, müstakil, yalnız ken- bukî küçük küçük parçalardan di iç ilhamlarına kulak veren, yalnız kendine karşı mesuliyeti olan bir mahlûk ola-
rak tarif edilmiş sanatkâr mefhûmu."roma ntizmanın : ilmen kurduğu bir meıtıunı-dur. Vâkıa bu'lelâ'kkihlh bûfiin* yem çağda mübeşşirleri vardır. Fakat onun keskin, bir şekilde tesbjti ve tanınması ancak uncu yüzyılda gerçekleşmiştir. Şimdi daha.
eski devirlere bir göz atalım ve orta çağın nasıl olduğunu, yüz yıllar boyunca ne gibi değişiklikler vukua geldiğini görelim.
Orta çağın cemiyet organizasyonu, bilindiği gibi, derebeyi devleti içinde, tabakalar nizamı idi. Bu devir her ne kadar, bizim bugün sanat eseri diye vasıflandırdığımız türlü türlü yaratıklarla dolu ise de. o zaman bugünkü mânada sanatkâr yoktu.
Orta çağın ressamları, musikişinasları, mimarları, marangozların, demircilerin, ve günlük eşya yapıcılarının kardeşler: îdi. Birincilerin mahsulleri,. bir .ev, dolap, bir halı gibi kullanma eşyası idi. Şüphesiz her sahada kalite farla vardı, fakat bugün bizim sanat ve elişi\ (yahut zanaat) diye a-yır d iğimiz kategoriler farkı yoktu.
Tabakalı cemiyetin bütün müstahsilleri loncalar ve korporasyonlar içinde sımsıkı ve cebrî bir şekilde teşkilâtlanmışlardı, bunlaf ister dokumacı, ister furıınca. isterse musikicl olsunlar., arakçında yalnız Al manyada altın kuyumcuları istisna teşkil ediyorlardı; bunların faaliyeti «serbest sanat» olarak vasıflandırılın akta idi. Musikişinaslar bütün FranSada 13 üncü yüzyıldan:. 18 inci yüzyıla kadar «confrerie de SL Julien» içinde teşkilâtlanmışlardı, hal-teşckkül
eden Almanvada bir takım mevziî loncalar vardı. Vâkıa her tarafta birçok seyyar, lonca'dişı müzikaciîar mevcuttu: fakat bunlar, — faaliyetleri halk tarafından sevilmekle beraber - azçÖk, cemiyet dışında kalmış serseriler sayılıyorlardı. Bu mu-zıkacılar, halk musikisinin ve «değerden düşmüş kültür hazîneleri..- denen şeylerin
351
yani yüksek tabakalara, ait olan modası geçmiş dansların, şarkıların ilh.. yayıcıları idiler.
Loncalarda teşkilâtını bulmuş, şehirli burjuvaziye mensup musikişinasın faaliyeti ve vazifeleri nelerden ibaretti? Musikici muayyen vesilelerle hem bestelemek hem almak işiyle mükellefti. Maksat, bu musikinin şeklini ve muhtevasını tayin etmekti. ve m»ısikicinin şahsiyetine hemen hemen hiç yer bırakılmamıştı.
Şu sahalar, musiki faaliyetinin sahalarını teşkil etmekte idiler:
önce kilise: burada, din kavaidinin tayin ettiği muayyen musiki şekillerinin bahse mevzu olacağı üzerinde ısrara hacet yoktur. Bundan dolayıdır ki kilise musikisi pek yavaş bir gelişme göstermiş ve nis-beten serbest şekiller içinde yaşayan vc hisseden Rönesans îtalyası bunda bir istisna teşkil etmiştir.
Sonra, Avrupanın büyük kiicük sarayları yüksek ölçüde musİKi siparişçisi ve alıcısı idiler. Burada, saray temsili ile asilzadelerin türlü î kategorilerinin kendilerine has zevk istikametleri, göz önünde tutulmak. vani bestelerin şekil ve muhtevası ona göre uydurulmak gerekiyordu.
Ücüncîi olarak, musikicinin de mensup olduğu burinva sınıfı. Musikicivi burjuvaziye. o sınıfın bütün törenleri ve buna benzer başka vesileler için ve — bu nokta mühimdir? — eok adette olan musiki; sevenlerin ihtiyacını tatmin için eserler yetiştirirdi. Burjnva hayatında musiki, her zaman zevk ve terbiye âmili olarak büyük bir rol oynamakta idi: böylece de kilise ile «a-ravdaki İkinci derece rolünün zıddına olarak sittikev daha ziva.de k\ndi kendinin gayesi o|mustur. Ortaçağ burjuva sınıfında. bugün anladığımkopserl^r yoktu, bun karsıhk. ayrıca dinleyici olsun olmasın. kuvvetli bir ey musikîsi faaliyeti vardı. Bu muhitte^ AvTüpanınjşon-raki munzznnrm'asikİ h?vatının İcuraTm«sına doğru ilk admgjar atılmıştır.
Mutlakiyetçi devlet şeklinin kuvvet kazanması ve tabakalar cemiyetinin geri gitmesi ile, bu anlattığımız durum değişmiştir. Bundah böyle, birçok yerde musi-kici, bir prensin hizmetkârı sıfatiyle çalışırdı. Bu hususta Orlando di Lasso’dan Mozart’a kadar gelişmiş olan pek çok adette musikicî düşünelim: Hepsi prens hizmetkârı, iyi yahut kötü maaşlı saray mensubu, idiler. Zamanın telâkkilerine göre bu, tenezzül değil yükselme idi. Şüphesiz, saraj' musikicileri her türlü lonca bağlarından serbest idiler. Bu durumu en iyi. mutlaki-yctçiliğın klâsik ülkesi olan Fraıısada, vc bu nümunevi taklit eden küçük alman saraylarında görüyoruz. İçinde. 17 inci yüz-yıldanbcri yeni kuvvetlerin hareket ettiğini gördüğümüz İtalya’da, bestekâr çok kere opera müteahhidinin ya müstahdemi yahut da şeriki olup, ona muayyen sayıda o-pera teslim ve idare etmekle mükellefti.
18 inci vüzyıda vukua gelen büyük sosyal inkılaba kadar durun, böyle idi. Vakıa, bu anlattığınız şartlar içinde bir takım ara şekiller de vardı: fakat faaliyetin nevi, yeni çağın iâ içlerine k ıdar böyle kalmış! ir: Musikici, muayyen vesileler müna-r betiyle, arzulariyle zevkleri. iyice belirli muayyen şahıs çevreleri için musiki yapa!* ve çalardı. (H**r ikisi-bir şahısta birleşmişti, zira bestekârla çalan arasındaki ayrılma henüz tahakkuk etmemişti). Her sahada şartların yavaş gelişmesi, bir istikrara götürmüştür ki. bu sayede sürekli, şahıs üstü üslûpların gelişmesi sağlanmış-t İT.
Yeni zamanların gelmişiyle, yani aşağı yukarı 18 inci yüzyılın ortalarından itibaren. durum büsbütün değişmiştir. Mutla-klvefîh az|oT(- demokrat devlet şekillerine kalbolması, tabaka ve lonca âleminin büsbütün ortadan kalkması, modern burjuva cemiyetinin teşekkül etmesi ile musikicinin mevkii ve vazifeleri, öncekiler den büsbütün farklı ve başka oluyor. Yeni âlem, insanı, c? ki devirlerin dar i ; ve'dış başlarından kurtarıyor,^ bÖylece, .şiy-13b içtimai, iktisa-
352
di mânada, — önce her yerde ve tam olarak gerçeklcşemiyen bir ideal halinde — «serbest burjuva, doğuyor. Aynı zamanda, «serbest sanatkâr» doğuyor; sanatkâr arta çağ bağlarının ortadan kalktığını görerek, bütün dünya için yarattığına inanıyor. Vâkıa gene muayyen bir kategori için yaratıyor, fakati bu kategori sayı itibariyle eskisinden çok daha büyiik olduğu gibi kuvvetli bir heyecana kapılmıştır, ve bütün beşeriyeti nefsinde tecessüm ettirdiğine kanidir. Cemiyet kaidesinin genişlemesi, artık ferdiyetini serbestçe inkişaf cttltebi-len ve çalışabilen, alıcısı muayyen bir çevre olacağı yerde artık adsız piyasa olan, sınırlarını ancak serbest rekabette gören «serbest burjuva» yı. kendisi ve dünya hakkında bir takım hayallere sevkediyor. Bu değişme ile siki sıkıya bağlı olarak zihni ve ruh hayatının dünyevileşmesi beliriyor; gök, yere indiriliyor. Sanatkâra ge-■ince, o artık eski sanatkâr zanaatçı; yahut prens hizmetkârı tipinden kati olarak ayrılıyor; bundan böyle yalnız kendi sanatı için yaşadığına ve cemiyete, neyin giizcl. neyin iyi olduğunu öğreteceğine kanidir. Başka birçok hayaller gibi, bir hayali! Fakat bunun ilk önce faydaları olmuştur.
Bunun «lolil: musikinin geçirli ği büyük çelişmedir: inusikiM hemen hemen enS ileri gelen sanat şekli oluyor. «Serbest sanatkâr» m eserlerinde yeni şekiller, yeni bir hayat yaşıyortSEse-rin buutları, sıcaklığı ve İç gerginliği ile birlikte büyüyor. Yeni teşekkül eden g.-niş tabakaların ihtiyaçları türlü türlüdür. Serbest sanatkâr da, yaşayabilmek için bir ta rafa dayanmalnhr. Bunu o, kendi istidadına ve mevcut imkânlara göre, terbive bakımından. daha yüksek yahut daha aşağı
tabakalarda bulmaktadır. O da, malını e-linden çıkarabilmek için tüccar olmak zorundadır, zira yeni âlemde, zihin mahsulü de matah karakteri kazanmıştır. Sanatla ilgili âmme kurumlan yahut devlet alıcı olarakh belirdiği zaman da bu böyledir. Vakıa sanatkâr bu münasebetlerden hiç haberdar değildir: fakat yalnız sanata hizmet ettiğine inanarak o münasebetlere göre hareket etmektedir. İnsiyakı olarak endüstrileşme vo ticarileşmeden azap duyan, onun için de, sanat sayesinde «daha iyi bir dünya» serabına muhtaç olan bir muhitte bu hayalin ilâm, sanatkâra, lâzım olan itibarı ve prestiji vermiştir. Böylece sanata ve bilhassa musikiye, az zaman sonra, — hiç olmazsa ideolojide — günlük hayatın dışında bir yer verilmiştir. Fakat bilindiği gibi, İdeolojî’nin, gerçek üzerjne tepkisi olur. Kendini serbest sanan sanatkârın gittikçe ayağı aJtındaki dayanağı nasıl kaybettiğini, mahsullerinin, yüksek tabakalara hitap ettiği vakit, naşı gittikçe daha mücerret olduğunu,,aşağı tabakalara hitap edince de nasıl gittikçe daha banal olduğunu, roman-tiznıa ile ondan iştikak eden devreler boyunca takip edebiliriz. Yükı -k seviyeli sanat eserleri günümüze kadar yaratılmaktadır, Fakat şu .sual gittikçe ısrarlı bir şekil ahy - ■; Kim için? Sanatın insandan ayrılması durmadan devam ediyor.
Nihayet, son 150 yılın en hâs sanat istikameti olun romantizmanın faaliyetini kısaca karakterlendirelim: Roraahtizma, hu-■'iınyetiııe uygun olarak, şahsa üstün üslûp yerine, yaratıcı muharrik olarak, bir defalık ferdî ilhamı kor. Bugüne kadar bu ir durumdur ki, sanatkârı tayin etmektedir. Ru telâkkinin büyümesile tedennisini musiki için verdiği neticelerle birlikte anlatmağa, maalesef yerimiz tnUsad değildir,
263.
Şiirlerime Nasihat
Sııııt TAŞEH
VI.
Hir giin
hayatın bu kahredici güzelliğine, sevgime, kinime ve yeminime rağmen bir gün ölebilirim.
Ey benim şiirlerim!
t'stüıııde biten bir mevsimlik cılız otlar gibi Kuruyup gitmenizi istemiyor»™.
Mezarımın başında göz yaşı dökmeyim, çırpınmayın etrafımda öksiiz kuşlar gibi..
İH-ll sizi
kendim için
kendi ölllınünı ve kendi yasım için değil, dostlarını ve düşmanlarım için yazdan; bir böcek gibi yaşayıp bir böcek gibi yok olamazdım!
lîliyafanın ve lahıınınıüliim beyhude değildir, "abım ıtolıennemine attık kendimizi..
bunu benden dalla iyi İlilirsiniz.
Fânilik, ikinci gölgemizdlr, btıgiin varsam, yarın ynkuııı!
.Anın siz,
lıenim alın - teri şiirlerim benden sora da yaşıyacııksınız ve verj-iiziindeki boşluğumu dostu ve düşmana ıluvurmıytıcalcsmız, sizden pişmanlık yerine bunu beklerim.
Güneşin toprağa diişttiğii her yerde vazifenizi ve borcunuzu hatırlayın: yetimlerin gözünde gözyaşı, ümitsizlerin kalbinde ümit, azabın karşısında teselli ve fâniliğin ötesinde ebedi olmanızı istiyorum!
Güneşin toprağa düştüğü yerde vazifenizi ve borcunuzu hatırlayın.
Bugünün Evlenmelerine Tesir Eden Sosyal Amiller ( )
Enis® APAK
Sosyal hayatta olayları muayyen kalıplara döken, onları muayyen şekillerde, muayyen hedeflere yönelten bîr takım mihrak noktaları var ki bunlara sosyal normlar diyoruz. Cemiyet hayatının her safhasında şu veya btı örfe uyarak, şu veya bu tarzda hareket ederken bunu sadece öyle âdet olduğu için yaptığımıza inanıyor, örf ve adetlerin menşedeki fonksiyonel değerlerine inmeği, düşünmüyoruz, çünkü sosyal hâdiselerin dinamizmine intibak ancak bu suretle miimkiin oluyor Fakat ilim kolayı değil, gerçeşi arar; bu itbarla sosyolojik bir araştırmada hâdiselerin ayni sathi, aldatıcı tefsiriyle iktifa etmek imkânsızda.'.13u gözle bakılınca normların realitesi, gerçek hayatla sıkı ilgisi açığa çıkar, tşte bu araştırmada ayni objektif görüşle normlar mcs’elesi etrafında toplanan problemlerden yalnız biri, evlenme normlarının sosyal tabaka lara. göre değişmesi - üzerinde durmağa çalışacağım.
İptidaî cemiyet müstesna - târihin her çağında inhan toplulukları içinde bir tabakalaşma hâdisesine tesadüf ediyoruz Sosyal tabakaların dayandığı temeli üzerinde burada durmadan. şuna işareti edelim ki her tabaka, tabakalaşmadaki yerini bir takım normlarla perçinlemeğe çalijir. ve ayni hâdiseye ait sosyal kıymetler her tabakanın karakterine göre şekil değiş
tirir. rf; te vuzı Dr. 8. S. Boran'. Şehir Sosyolojisi
Thorstein Vebleıı '"Tlie ' Theöry ”o'f "cîncmctrır-;., hozırfertes oonls bir biü-
Leisure Class" (aylak sınıf nazarlyesı) «un Hulâsasıdır, bu .itibarin, o'cu.'imsvı bir moke-nde bu mes'eleyı ele alıyor. Vcblenin. -Jdırob ilmek için mn-zuu. oerek -no-
"leisure elass” dediği aylakttuftf. istihlâk veı> çor fazla teksif e v l- mecburivSiinJe k için geniş mikyasta hoş Zarımın Ve parası
olan yüksek tabakadır Bu sebeple bil tabaka, bir sosyal sınıf halinde bilhassa tebellür ettiği feodal cemiyette kendisini a.-şağı tabakalardan başlıca iki bariz alâmetle ayırıyor:
I — Zamanın göze batar şekilde israfı, veya gösteriş istihlâki
II — Maddî eşyanın göze batar şekilde israfı veya gösteriş istihlâki
Bu suretle av, spor gibi ekonomik faydalar beklenmeden girişilen faaliyetler. aşın nezaket adabı, teşrifatçılık, muaşeret kaideleri v.s. bu suufın tabaka karakterini temsil eden değerler haline geliyor. Yine bu sebepten elle yapılan işler de hakir göriiIüy^ssasaB
Sınıflan kanunlarla kapanmış olmı-■yan modern emniyetlerde de. vaziyette kısmî bir değişiklik olmakla beraber, esas mekanizma aynidir. Yani İıer tabakalan-mış cemiyette olduğu gibi bu safhada da en li (t tabakanın vasfı olan faaliyet ve yaşayış tarzı servet ve zaman israfını ge-rektirŞB? faaliyet ve yaşama şartlarıdır (fazljggîyinıne, ihtiyaçtan, fazla eşya-lüks Mjya-editınıc. lisan öğrenme, muaşeret ka-ı n l> ri, spor v. s.'gibi).
Yalnız modem cemiyette bir ailenin tabakalaşmadaki yerini dedelerinden tevarüs ettiği asalet unvanı Ve servet değil de, sadece her ne suretle olursa elde ettiği
355
servet tayin ettiği için, servet edinerek sosyal mevki elde etme yarısı had bir şekil alıyor. Her tabaka kendi bulunduğu kademenin bir yükseğine tırmanabilmek arzusiyle çırpmıyor. Üst tabakalardan alt tabakalara doğru indikçe yaşama ve Bar-fetme faaliyeti artık yavaş yavaş ancak gerçek ihtiyacı karşılıyabilen seviyeye yaklaşıyor, nihayet en aşağı ihtiyaç seviyesine iniyor: tabakalar alçaldıkça gösteriş istihlâki normları zayıflıyor.
Şimdi, ayni hipotez evlenme hâdiselerine de tatbik edilebilir mi?
Bunu, Ankara şehri içindeki evlenmeler üzerinde yaptığım tarafsız ve mümkün olduğu kadar kemmi. objektif ölçülere dayanan bir araştırmada belirtmeğe çalıştım. Bu iş için Ankara Belediyesi Evlenme Memurluğu 1939 - 1942 evlenme kayıtlarını ve hayat seviyeleri farklı elli aile ile yaptığım konuşmaları materyal olarak kullandım. Evlenme defterlerindeki kayıtlardan ancak evlenenlerin mesleklerini, yaşlarını, oturdukları yeri ve medenî hallerini anlamak mümkün, oluyordu. Bu itibarla evlenenlerin mensup oldukları sosyal tabakayı tayin edebilmek için elimde mevcut tek imkândan, mesleklerinden istifade etmeğe mecbur oldum. Böylece ev-lenenleri-oturduklan yeri de nazarı ttiba ra alarak-mesleklerine göre ayırmak suretiyle umumiyetle kullandığımız .kaba tasnife uygun iiç sosyal tabaka elde ettim: yukarı tabaka, orta tabaka, -aşağı tabaka.
Bu üç tabakanın dört sene içindeki modal (en çokfttekerrür eden) yaşlan, şu suretle aynhyor:
Yukarı tabaka: (hayat yukarı)
evlenme 10.7
, İ0.6
Orta tabaka erkek kadın
1940 senesinde 31 22
1940 * 31 21
1941 30 22
1942 31 19
Aşağı tabaka (hayat seviyesi ortadan
aşağı) 1939 30 28
1940 > 20 19
1941 29 18
1942 > 29 18
Evlenen erkekle evlendiği kadın arasındaki yaş farkına gelince:
Yukarı tabaka
1939 senesinde ı yaş
1940 > 4 »
1941 » 3 >
1942 > 2 »
Orta tabaka Aşağı tabaka
5 yaş 9 yaş
7 10 >
7 » 8 »
7 > 8 >
Her üç tabakada kendüerinden küçük erkeklerle evlenen kadınlar da şöyle bir nispet gösteriyor:
Yukarı tabakt.
1939 da % 10.1
19-10 da % 6.2
1941 de 7i 10.1
1942 de hiç yok
Orta tabaka Aşağı tabaka
% 20.2
'I 20.7
% 10.2
% 10.6
1940 senesinde
1940
1941 »
1943 »
erkek
53
34
•(34
32
kadın Bu rakkamiaı- gösteriyor kİ evlenme
22 ^nevtenenler' arâsııMala yaş farkı, ka-
21 dınm veya erkeğin büyük olması gibi u-
23 mumiyetle tesadüfe hamlettiğimiz, bazen
21 de fitalıst bir inançla - Jfader - diyip ge-
356
çiverdiğimiz hususlar bile muayyen nüveler etrafımla şekilleniyor, muayyen hedeflere göre istikamet alıyor. Bu bell^hedefle-re normlar diyoruz. Filhakika üst tabakadan bir erkeğin şu. orta tabakadan bir diğerinin bu yaşta evlenmeleri, evlendikleri kadınla aralarında şu veya bu kadar yaş farkı olması v. s. bu tabakaların tabakalaşmadaki yerlerini takviye ve temsil eden normların mahsulüdür. Bu hakikat hususî hayatlarına girerek ailelerle yaptığını konuşmalarda daha kuvvetle tebarüz ediyor. Mülakatlarda bilhassa şu noktalar üzerinde durdum:
ideal erkek, ideal kadın anlamı, hayatta muvaffak olmuş adanı telâkkisi, evlenilecek adamda hangi meslekler tercih ediliyor; nihayet biraz daha hususî sualler: (evlenirken kocanızın size nasıl bir ev döşemesini istersiniz, kocanızın sizi nasıl giydirmesini beklersiniz, kaynananızla beraber oturmayı kabul eder misiniz, evleneceklerin birbirinin Jtiifvii olmasından ne aıılıırsmız v. s.). Bu konuşmaları her üç tabakadan elli aile ile'yaptım. Mülakatlar neticesinde lıayat seviyesi ortadan yukarı, orta, ve ortadan şağı ailderde-dııha vazıh olması için maddeler haline koydu-ğunı-şu evlenme normlarını tesbit ettim:
Yukarı tabakanın, evlenme normları:
I — Pek küçük yaşta evlenmeyi hoş görmüyor, evlenenler arasında fazla yaş farkı olmasını ddğnı bulmuyorlar.
29 yaşında, zengin bir müteahhidin karısı bunu şöyle!ifade ediyor: "on uygun evlenme yaşı kadın için 28. erkek jçın’ jiö^ Arada en fazla iki yaş fark bulunmalı. Erkek te, kadında evlenecek yaşa gelinceye kadar sosyeteye ahŞrinş. olğiınlnşmış o1-malıdırlar. Hatta kadınla erkek ayni yaşta. veya kadın erkekten biiyilk olsa da zarar yok; çünkü modem katjfc hiç Öıtijfear-lamamanın yolunu HBiyor.
n — İdeal erkek ve ideal kadın telâkkileri daha fazla sınıf karakterlerini tebarüz ettirecek zahirî, şeklî vasıflar etrafında toplanıyor: (güzel giyinmek, lisan bilmek, gilzel konuşmak, iyi danaetmek gibi ı.
Zengin, bir ailenin kızı ideal erkeği şöyle tarif ediyor:
(Çok zengin, genç, yakışıklı, lisan bilir. yüksek sosyeteye aşina, eski ve tanınmış bir aileye mensup -
Bir yüksek mühendis de ideal kadında şu vasıflan anyor:
“En aşağı 22 yaşında, zengin olması şart değildir, tahsilinin de ehemmiyeti yoktur; fakat hiç olmazsa biraz lisan bilmesi lâzımdır. Ailesi bu gün zengin olmasa bile vaktiyle giin görmüş bir aile olma-hdır. Kendisi pek güzel olmıyabilir; fakat çok güzel konuşmalı, güzel giyinmeli; misafirlerini ağırlamayı, oyalamayı bilmeli; hiç olmazsa biraz piyano çalmalı, giizel elişleri yapmalı, yemek pişirmesini bilmese bile nefis pastalar, tatlılar yapıp kendi eliyle misafirlerine ikram etmelidir”.
III — Hariciye memurluğu gibi parlak etiketli, veya serbest müteahhitlik gibi çabuk para getiren meslekleri tercih •.eliyorlar.
Y likanda sözü geçen bayan koca o-lartık seçebileceği adamın mesleğini şöyle tayiıı ediyor: "tercihan , bir hariciye memuru veya-pirinç çuvalları, yağ tenekeleri arasında yuvarlanmamak şartiyle-bir zengin' tüccar”.
TV - Talihin yardtmiyle bir çırpıda zengin oluvermiş, itibarlı, közü geçer a-danıiarı hayatta muvaffak olmuş addediyorlar
Aynı bayana-göre. hayatta muvaffak ulıuuş ajanı kendi kocasının dayısıdır. Bu dayı mühendis inek'febmilî son sınıfından kovulmuş, sokakta kalmışken zekâsı ve becerikliliği sayesinde milyoner olmuş. I herkes hatırını sayıyor, gözünü tutuyor* muş.l / % W /
351
Bir gene kıza göre de, hayatta muvaffak olmuş adam: “kendisine »yi bir servet remin edebilmiş, herkes tarafından sözü dinlenen, istediği bir işi yaptırabilecek derecede itibarı olan adam" dır.
V — Evleneceklerin birbirinin kiifvii olması mes’elesi üzerinde İsrarla duruyorlar. Bu hususta her şeyden önce eşlerin halde ve geçmişteki sosyal durumlarının birbirine denk obuasına, yani giin görmüş, eski, geçmişi belli ailelerden gelmelerine önem veriyorlar.
VI —- Ev döşemesi ve giyim halikındaki fikirlerinde servet ve zaman israfıy-la-gösteriş istihlâki-sosyal mevkilerini tebarüz ettirmek endişesi hâkim. Bu itibarla kendilerinin “aylak sınıl" tan olduklarını belli edecek eşyaya bilhassa önem veriyorlar: piyano, kürk gibi.
iyi döşenmiş bir ev şöyle tarif ediyor: “iç içe bir büyük, bir küçük salon. Şık kanepeler ve değeri i “aslılar. Güzel bir vitrin, içinde kıymetli tablolar v. s. Küçük salonda bir ' 'Vintergart(-n , Duvarlarda kıymetli halı! r. küçük bir kütüphane salonu: bir divan, şömine, akvaryum. Yemek odasında büyük bir büfe, ayaklı bir bar v. s. Büyük salonda bir piyano, küçük salonda güzel bir radyo. Bir çocuk odası erkek için bir .lışma odası, hizmetçi odaları v. s.”.
Bunları : Eyleyen bayanın, güzel bir lutr mantosu, ilç spor mantosu, dört tayyörü.' üç pardesüsü, 10-15 yazlık, İO-12 kışlık. 8-9 mevsimlik elbisesi. 8-0 ayakkabısı, olmasına rağmen bunları kabul edeceği cn aşağı giyim sayıyor. Giyinm-k hu susunda kocasının kendisini kafiyen tatmin etmediğinden şikâyetçidir.
VII — Kaynana ile oturmak-kaynana zengin ve tanınmış bir aüeden olmşk şar-tiyle-hoş görülüyor. İtibarlı ve zengin bir kaynana' tıpkı iyi bir piyaıîö. ‘pahalı bir kürk manto gijıi ailenin taftakâlaşmadııki mevkiini takviye fficcek. Sosyal Idurapnıı-nıı temsil edecek bir vasıta addolunuyor.
Hayat seviyesi ortanın üstünde olan tabakada tespit edebildiğim bu evlenme normlun orta tabakada şu şekilleri alıyorlar:
I — Kadının umumiyetle erkeklen çabuk yıpranacağına inanıyor ve erkekle kadın arasında büyücek bir yaş farkını lüzumlu buluyorlar.
Ailesinin ııylık geliri 200-250 lira olan bir bayan, kadın ve erkek için en uygun evlenme yaşını şu suretle tespit ediyor: "cn uygun evlenme yaşı kadın için 20, erkek için 28. Kadınla erkek arasında 7-8 yaş fark olmalı; çünkü kadın erkekten çabuk yıpranır. Ayni zamanda evde otoritenin. düzenin temin edilebilmesi için böyle bir fark lüzumludur".'
II — ideal erkek ve ideal kadın anlayışları görünüşten ziyade iç vasıflar üzerinde duruyor: (çalışkanlık: dürüstlük, evine bağlılık, ev kadınlığı gibi).
Yani orta tabaka evlenecek kadın veya erkeğin her şeyden evvel iyi bir aüe babası yahut anaSı olmasuıı istiyor. Çünkü orta sınıf cemiyetin sosyal değerler bakımından cn muhafazakâr sınıfı, yerleşmiş sosyal değerlerin taşıyıcısı, muhafızıdır ve aile orta tabakanın temel mües-sesestdir.
m — Doktorluk, miülıcndislik gibi cemiyet içinde durumu itibarlı, kazancı fazla meslekleri beyeniyor ve umumiyetle bilhassa evlenecek gencin yüksek tahsil yapmış olmasına ehemmiyet veriyorlar.
IV — Bir gaye uğrunda çarpışarak duvaklın kazanmış a damlan hayatta muvaffak olmuş addediyorlar Bu da orta tabakanın sosyal tabakalaşmadaki nazik durürnıîıiılan ileri geliyor. Orta tabaka bulunduğu basamağı kaybetmemek, aşağıya kaymamak için daimî mrmücadele halindedir. Bunun için kendisi gibi mevkilerini rnrpışarak kazanmış insanları beyenir.
bir ilk, mektep öğütmeni, hayatta nıuvkffak olmuş Adtffiıı söyle tarif ediyor:
358
"ideali uğrunda çarpışmış ve kazanmış adam”.
V — Küfüv meselesinde daha çok evlenecek kimsenin ferdi vasıflan özerinde duruyorlar: (yüksek tahsil, dürüst karakter v.s, gibi). Bununla beraber, "en aşağı karısına sıkıntı çcktirmiyccek kadar para sahibi” olmasını da şart koşuyorlar.
VI — Ev döşemelerinde ve giyimlerinde lüksten ve gösterişten çok rahatlık ve ihtiyacı karşılama vasıflarını arıyorlar.
Yukarıda közü geçen genç kızın annesi, “kirli ve yamalı olmamak şartile insanın ne olsa giyebileceğini ve kuru tahta üstünde kalmamak şartile evin nasıl olsa döşenebileceğin?' kabul ediyor. Bu husustaki bütün arzu ve düşünceleri kızma bıraktığım söylüyor.
Orta sınıfın nispeten geçkin neslindeki bu kanaatkâr tevekküle mukabil bu günkü sistemin daha rekabetçi havam içinde yetişen gı-nc neail mnemalann, romanların. moda mecmualarının yarattığı romantik hava içinde, daiıpa biraz yükseğe tırmanabilmek, münasebetlerin şeklî, zahirî olduğu modern cemiyette hiç olmazsa dış görünüşüyle kendisini üst tabu kadımmış gibi gösterebilmek kaygısında-dır. Bu tabakanın genç kızlarında “seve-rek evlenmek" te bir değer olarak beliriyor.
VII — Orta tabakada kaynana ile b" raber oturmaya karşı şiddetli menfî bir reaksiyon var.
Orta tabakanın kaynana davası karşısında aldığı bu menfî durumun kısmen ekonomik endişelerden ileri geldiğini zannediyorum. Kaynana, bütçesi mahdut olan ailede fazla bir istihlâk unsuru, ayni zamanda gelinin istediği gibi hareket etmesine daimî bir engeldir.
Evlenme normlarının fakir tabakada aldığı şekillere gelince:
I — Evleneceklerin yaşlan ve aralarındaki yaş farkı karşısında lakayt ve mütevekkil bir durumları var.
20 yaşında, resmî dairelerden birinde bir odacı: "paralı ve iyi bir adam olmak şartiyle erkeğin yaşının ehemmiyeti yoktur" diyor. 17 yaşındaki oğluna komşusunun 15 yaşındaki kızını alan 40 lira maaşlı bir odacının karısı da bu hareketi şöyle izah ediyor: “fena mı ikisi beraber büyürler: hem ben artık yoruldum, biraz da gelin bana hizmet etsin".
II — Gelin-kaynana geçimsizliği, ideal erkek-kadın, ideal meslek v.s. davaları karşısında ayni mütevekkil durumu muhafaza ediyorlar. Meselâ hangi meslekleri tercih ettiği sorulan bir-kadın: "hangisi kann doyurursa en çok onu beyenirim" diyor.
m — Ev döşemesi, giyim v. s. üzerinde ki fikirlerinde de hep en aşağı ihtiyaçlarını yerine getirebilme endişesi hâkim: “karnım tok, sırtım, pek, odam sıcak olsun da başka şey istemem' cevabını veriyorlar.
IV - Fakat istekleri asgari hayat seviyesi] etrafında toplanan bu sınıfta dahi biraz yüseğe tırmanabünı-k, hiç olmazsa kendisinin bir üstündeki tabaka gibi görünebilmek ihtirasının izleri yaşıyor.
Bir -odacı kadın evleneceği adamın kendisine: “muhakkak bir mantar ayakkabı ile bir kahverengi tayyör, eve de bir karyola ile bir radyo” al masun istiyor.
Tanınmış bir psikologun Çediği gibi “normlar cemiyet hayatuun başlıca iticileri". sosyal kaynaşmaların temel direği, mihveridir. Bu kısa ve eksik araştırma pek girift olan mes'eleyi yalnız bir taraftan çözmeğe çalıştı. Daha etraflı, daha dakik çalışmalar şüphesiz insan İlimleri için çok faydalı ve yol gösterici olacaktır.
359
Harp ve Fiyat Siyaseti Adlı Broşür Hakkında
A. Münir BELENİ
Yurdumuz bugün harp ekonomisi şartlarından doğan iktİBadî zorluklar karşısında bulunuyor. Bu zorlukların türlü türlü tesirleri yanında geçim darlıkları ve bir farklılaşma seyri her tarafta göze çarpmaktadır.
Harp ekonomisinin zaruri bir neticesi olarak artan tedavül hacminin, daha açık bir tâbirle enflâkşiyonun yapmış olduğu içtimai - iktisadi tesir ve yıpratmalar karşısında iktisat ilmini bilen, bilmeyen pek çok kimseler bu meselelere dair karma karışık fikirler ileri sürmektedirler. Bunların arasında, sayıları goıçheveskâr şairlerimizin yekûnunu aşan, .iktisatçı Con Ah-metlerimizin yazılarından tutun da. ortalığı süt liman şröstermek istiyen demagoglara, âlim geçinen bürokratlara, profesör-leremize kadar her çeşidi var. Almanya.:., yetişip, mahut «yeni nizam» m iktisadi telâkkisinden gayrisini idrak edemiyn «Herr Doktor şahadetnamemi bazı iktisatçılarımızı da bu arada hatırlamalıyız.
Bu kadar bol'yazı ve fikirler araaıııdn. iktisatçı Con Ahmetlcrimizin, memlı-kı-timizih iktisadi bünyesini tetkik edipjhnla madan, ileri sürdükleri acayip fikirler, hat ta bu yazıcıların kendi yazılarında bile birbirini tutmamaktadır. Böylelikle hugüıı yurdumuz mikyasında fikir tersflan İçerisinde bocalayan, oportünist bir harp ekonomisi edebiyatı'karşısında bulunuyoruz.
Bunlar arasında öyleleri var kî: sanki günlük meseleleri halletmişi® dr işleri sa-Uece dünya meselelerine Kalmış ğfbi.^ûrp sonrası İktisadî meselelerini ele alarak b-arada Türkiyenin Ekonomisini büyük
toprak sahibi - tüccar zihniyetile, teşkilât (andırmak isterler ve buna göre plânlar bile yaparlar. Meselâ her cuma gııniî ezan vaktinde çıkart «Demok-rasiya» adına mistik bir eda ile derebeylik fikirlerini ileri siiren derginin, iktisadı plânlar yapan âlim bir Maraşlı tüccarını zikredebiliriz.
Hu kabil yazılar vurguncuların menfaatine hizmet etmektedir. Fiyat, maliyet, kontrol ve Millî Korunma Kanunu tadili münakaşalarıyla, vakit göçmekte ateş bacayı büsbütün sarmaktadır.
Bu arada bu fikir münakaşalarının tesiriyle tatbik .-dilmekte olan Devletçi müdahaleci prensipler yerine serbest piyasaya avdet bugiinka'zararlı neticeleri hazırlayan bir yol açdi. '
liııgün yine Devlet müdahalesinin artması. tevzi, tahdit, ve tayınlama usullerine dönüş meselelerile Millî Korunma Kanununun esaslı tadilâtı gazetelerde mühim bir yer almaktadır.
Hülâsa türlü menfaatleri ve bunların telâkkilerini müdafaa eden iki harp eko-ıınınisi edebiyatı kampı bir mücadele ha-lindeW
Birinci grup: Teşkilâtı Esasiyemizde mühim yer alan Devletçilik prensibini kendi menfaatlerine göre ihmal ederek kendi ■vurgıtneıılııklarım takviye ve müdahaleden uzaklaşmak suretiyle serbest piyasa edebiyatı yapmaktadır?tjjj
İkinci grup ise: Millî K runma şiarlarının takviyesini istiyen ve âmme menfa-«ı terinin genişliğini kavravıs nisbetinde hakikî müdahaleden ileri Devletçiliğe kadar kadem.-!.şen bir Devlet harp ekonomisi e-apmal r,
Çok şükür ki; bu yazı ve fikir kalabalık lığı içinde ilim ışığı de realiteyi tesbit ve bunun tedavi çarelerini arayan eserlere de rastlıyoruz. Bunlar arasında geçen sene Doktor Feridun Ergin’in neşrettiği 400 sa-hifelik «Harp halinde Devletin İktisadî ve malî müdahalesi» adlı eseriyle Ekrem Rize’in en sonuncusu 5-6 şubat tarihli Tan gazetesinde çıkan makalelerini ve şimdi karilerimize sunacağımız Mustafa ElmalI’nın 1943 birincikânunun son aylarında çıkan broşürünü sayabiliriz. 38 salıifelik bir broşüre geniş memleket meselelerini sığdırmağa çalışan harp ve fiyat siyaseti adlı bu eserde bir çok illiyet münasebetlerini tamamen izahtan uzak olmasına rağmen hakikat bütün çıplaklığı ile ortaya konulmağa çalışılmıştır. Memleket sevgisinden gelen bir samimiyet ve ileri bir medenî cesaretle bugünkü ekonomimizin durumu ve ıslah çarelerini vuzuh ile ifadeye cehid etmiştir.
8 fasıldan ibaret olaıFjbu kitabın birinci faslı harpte liyathareketk-ri ve ekonomi tipleri başlığı altında, İktisadî lekâmil bakımından ileri - ve geri kapitalist jggmle-kctlerde fiyat meselelerinin ayrı birer mahiyet taşıyacaklarına işaret etmektedir.
İkinci fasılda harp zamanlarında fiyat sirayetlerinin mekanizması tetkik edŞmek-tedir.
Bu artıda enflasyon meselesini incelemektedir. Müellif kitabın 6 inci jshile-sîndc şunları söylemektedir. “Filhakika gıda. giyim maddeleri ve mesken kiralm-ı fiyat olarak münhasıran tedavüle tâbi tutulursa enflasyona düşülmüş demektir. Enflasyon kendirinden çok sebep olacağı spekülâsyonla korkulu barriıaLalu^* , yani ticareti, istihsalden daha çok arttır-• makla, fiyatlara gayri muayyen . ve,
- sıız denilebilecek tür yüksdime ' pSyf biiSİ- ’1 ' kır.» Bundan sonra müellif# bjına karşı i başka yerlerde alınası çarelere temaçuct» mekte bu peşin yergi piyasaya paı» Ç&ar ■
manın doğuracağı mahzurları tetkik etmekte :
4 Ecir ve memurların böyle zamanlarda gelirini arttırmak, tüccarın ve muhtekirin gelirini artmış görmekten ileri gelen hatalı bir telâfi siyasetidir. En kestirme yol istihsali arttırmaktır. Eğer bunda muvaffak olunmazsa tüccarın gelirine bir had koymak tedavülü arttırmaktan daha faydalıdır».
Bizde alınan tedbirleri ve ziraat saha-suıda bilhassa toprak mahsulleri üzerindeki bugünkü spekülasyonu anlattıktan sonra:
«Harp ekonomisi prensip itibariyle sulh ekonomisinin devamıdır» başlığı ile III üncü fasla girilmektedir.
Bu başlığın adı ile bu fasılda izah edilen fikirler arasında bir münasebet göremedik. Zannedersem burada müstehlikin kendi istihlâk zaruret ve iştiyakı ile müstahsilin kazanç hırslarının devamı meselesini anlatmak istiyor, ve tüccarlara ve fazla harp kazaııçlâfin'ride edenlere harp kazançları üzeriııdenüsermaye vergisi teklif etmekte ve istihsalin Devlet kontrolündü çalışmasını tavsiye etmektedir.
Bu' fikir Keynes’deıı gelmekte olan enflâkşiyona mukabil tedbir olarak zaman zaman ileri sürülmektedir.
Devlet müdahalesinin imanlı bir şekilde yapılması için istihsalin Devlet kon-troIunSş alınmasına temas etmekte ve türe li vurguncu müesseseleriıı faaliyetine bu suretle gem vurulabileceğini anlatmaktadır. Memurların oportünist hareketlerine karşı alınacak tedbirleri düşünmekte ve ileri Devletçilikten misaller vermektedir, yğakıiu.gelırla’inıazalması karşısında şunları söylemektedir: Bu dunun «hoşnutsuz-luk doğurmasa,da fakirlikle tevekkül do-“ğti'ffiV' İfr hiç bir -devlet tebaasının bu vasıfları ile iftihar etmese gerektir» (Sahife 121 ve fiyat şiyasefiınizin-. alman isabetsiz karsılarına işftrct etjpektedir.
361
IV üncü fasılda fiyatların tanziminde ziraî tedbirlerin sebep olduğu müşküller ve hal çareleri isabetli bir surette anlatılmakladır. Fiyatlar istihlâke göre doğduğuna nazaran istihlâkin tanzimi ve bilhassa zi-ratin durumu bahis mevzuu olmaktadır.
V inci fasılda ithalât sistemindeki insicamsızı ık tetkik edilmekte ve ithal edilen malların fiyatlarının tasnif edilebilme-mesi yüzünden takas, kliring ve kontenjandan beklenen faydaların hâsıl olamadığı izah olunuyor.
Alman dış ticaretinin 933 denberi zi-rımt memleketlerini istismar esasına kurulmuş olması keyfiyeti izah edilerek ziraat memleketlerine böylece yüksek fiyat ile ithal edilen malların doğuracağı İktisadî istismarın mahzurlarını gideren çareler aranmaktadır. Bu mallar üzerinde (11 menşede yapılan yükselmeler (2) münakalât ve depolama yüzünden ve (3) ithalden sonra kara borsa da mûnız kaldığı yükselişin sebepleri've âmilleri tetkik edilmekledir. İthalât birliklerinin bu husustaki faalijrotleri tetkik edilerek ithalât birliklerinin tatbik ettikleri ithalât ve ihracat emtiasındaki ayni nisbetteki yükselişin esasına göre tatbik edilen mal ithali yani geliri kadar gideri bulunma prensibinin bir terakki olmadığına işaret ediliyor ve bunun da sebep ve âmilleri izah olunuyor.
VI inci fasıl memleketteki güdülen fiyat siyaseti ne ve doğurduğu neticelere hasredilmiştir.
Burada takip edilen prensiplerin mahiyetini anlatmak için Elmalı şunları söylemektedir. Gelişi güzel bazan birbirine zıt karar ve mevzuatın birbirine eklenmiş olmasından husule geldiği hnlainbr» (Şa-hlfc 21).
Burada bu at kararların mahiyetini» muhtekirlerin zihniyetlerini anlattıktan sonra şu âmilleri ileri sürmektedir:
«1 — Müteşebbisin veya müstahsilin harp zamanında tetihsalflyani İrzı fazla-1 aştırmaktan çekinişi.
2 — Pahalı fiyatlar karşısında efkârı umumiyeyi tatmin etmek için iştira kuvvetinin itibari olarak yükseltilmeye çlışılma-sı yani enflâksiyon yapılması.
3 — Fiyatı inmesi beklenen maddelerin, diğer fiyatları zarurî olarak indirmediği ve bunda muhtekir ve spekülatörlerin rolleri izah olunmaktadır.
VH inci fasılda fiyat siyasetinde alınacak yeni kararların iktisat ilmi ve tatbikatı bakımından ne olabücceği meselesinin ve bu yapılmak istenen köy ve köycülük edebiyatının kökleri, aranmakta: «Ziraî istihsal yapmak İktisadî gelişime hız vermek demek değüdir. Köye dönmek de hani insanlığa dönmek hürriyete kavuşmak gibi ideallerden değildir, denilmekti' köylerimizin bugünkü durumları anlatılmakta. köylülerimizin arazisini eşrafa satmak suretiyle ırgatlaşmak temayülü ortaya açıkça konmaktadu-.
Bu meseleler,karşLanda Elmalı «Ya sanayileşmek vş iktisadi terakkiye kavuşmak veya muayyen aşağı hayat seviyesine katlanmak s zaruretine temas ediyor.
Diğer taraftan bütün fiyatların kontrolünü tevzi işinin ithalâı mallarının, diğer emtianın da şekilperest olmıyan bürolarsa tanzimi, ihtikârın nisbetine değil varlığına ceza verilmesini istemekte, VII inci fasılda harp sonunu göz önüne alarak şimdiden enflâksiyonu önleyici deflasyon tedbirlerini teklif etmektedir. Ve harp sonunda sanayileşmemiz zaruretine işaret etmekte ve sözlerini şöyle bitirmektedir: :Zaran doğuran hâdiseler devam ediyor. Alman tedbirler kifayetsiz ve kısa görüşlüdür. Munsif ve samimî olalım.»
Kitabın sonunda bir not var, burada bugün meydana çıkan vurguncu - münevver adam tipinin zihniyeti anlatılmak-' il-
ElmalI’nın tenkitleri samimî ve memleket bijnj’esuir tetkür ederek ortaya koAnuştur/* A /
Fakat kltab.-ı dah i sistemli bir izah
362
Hikâye:
Portakal
Sabahattin Ali
Vapur Doğu Akdeniz limanlarından birine yaklaştığı zaman ortalık kararmağa başlamıştı. Güneşin biraz evvel battığı, denizle bulutların birbirine karıştığı yerde katmer katmer turuncu yığınlar, bunun karşısında, Toroslann üzerinde ise. karlı tepeleri saran al al tüller vardı. Vapur kısa kaim bir şeydi. Kıçı pek suya batmış, burnu pek havaya kalkmış gibi yürüyordu. Elli beş yaşındaki makine, kendisile aynı yaşta olan tekneyi, sıtmaya tutulmuş gibi zangır zangır titretiyordu.
Yarım asırdanberi fırçalanıp silinmekten yan yarıya incelmiş ve aralarındaki zift dökülmüş olan ^güverte tahtaları, sıcakta yan yatıp hızlı hızlı soluk alan sıska bir köpeğin kaburgaları gibi, kımıldayıp duruyordu.
Bir saatten beri dümen vardiyası tu tan vinççi İsmail, bacakları bir arşın ke dar birbirinden ayrı, çıplak ayakları deve tabam gibi sim sıkı güverteye, elleri dti-mene, gözleri limana yapışmış, hiç kımıldaman duruyordu. Görenler onun sanki nefesi kesilmiş bir halde çok mühim bir hâdiseyi, meselâ karşıda taş evlerimi', camlan parlıyan şehrin bir infilâkla uçu-vermesiııi, yahut denizden büyiik bir canavar çıkıp gemiyi birden yutuvermesini beklediğini sanırlardı,
Halbuki hiç de böyle büyük şeyler düşündüğü yoktu. 0 Istanbulda, lâyıktasın arka mahallelerinden b’rinde bıraktığı mini mini bir şeyi, on beş gün ev yel. bu son sefere çıkacakları gün doğan oğlu
nu düşünüyordu. Ona, geçen sene Şile taraflarından İstanbula motorla mangal kömürü getirirken boğulan babası Musa kaptanın adını koymuştu.Şimdi kendi kendine, ağzını kımıldatmadan mırıldanıyordu:
«Musa Denizcrl... Musa Denizer!»
Çocuğunu hem adını, hem soy adım birlikte söyledikçe oğlan gözünde büyüyor du. I .imanın önünde yam yassı yatan ve üzerinde harap bir kale bulunan Adacığa yaklaşmışlardı, burada dümeni sancak tarafına kırarken:
«Okutacağım keratanın oğlunu !» diye söylendi.
Kendisi okumamıştı ama, tütünden aldığı kariBi -tahsillii'.idi. Hem bir kaç sene mektebe gitmiş, hem de öteki işçi kızlarla beraber okuyup yazmağa merak sar-dırmışh. İsmail her seferden dönüşte bir «Köroğlu» alır, eve gidip yıkandıktan sonra onu karışma uzatır, kendisi mindere kurularak, dinlerdi. Karısı Hayriye: hiç kekelemeden, hafızlar gibi başım sallıyarak, önce resim altlarını, sonra destanları, sonra makaleleri, haberleri, tefriki: romanları acaip. hattâ biraz yanık bir makamla okur, bu sırada İsmail de, dudaklarının kenarında mühim bir çizgi, anlasın, anlamasın, arada bir kahkaha atarak, dinler, hnrp vaziyetine ait yerleri tekrarlatır, vapurda güverte yolcularından yahut izin--deıif&tab ııgfarlerdcn dinlediği mütalâalar!, birbirine karıştırıp anlatır, «gidişat iyi değil gibi Hayriye!» der, susardı. Bu snkflt.'h'mk 'yemek yiyeîmî'iriâuaaına idi
ve vuzuh verilebilirdi İstikbalde yazacağı, mi ğa-buuda da muvaffak olursa memleke-eserlerinde Elmalı hüBıünlyıffl ve artan A- çok hizmet aileceğinle imanımız vardır.
363
ve karısı hemen yerinden fırlar, sofrayı hazırlamağa başlardı.
İsmail İliç kımıldamayan gözlerini artık iyice yaklaştıkları limana dikmiş dururken, arkasından ayak sesleri duydu. Kalın, cızırtılı bir ses:
cBen göremedim yahu!» diyordu. Bu gemi süvarisi idi.
İkinci kaptanın ince, titrek sesi:
-Dürbünle iyice bir bakın! bana var gibi geliyor!» dedi.
İkisi de kumanda köprüsünün ön tarafına geldiler, dürbünlerini gözlerine yerleştirerek limanı ve orada sıra sıra dizili duran kara mavnaları uzun uzadıya araştırdılar. Kısa boylu, kırmızı yüzlü, kır saçlı, küt burunlu biri olan süvari, tam kitapların tarif ettiği bir deniz kurdu idi. Sesi, ayazda kalmış gibi yırtık yırtık çıkıyor, gözlerinin uçlarından yanaklarına doğru yaşlar süzülüyordu. Gözlerinin altı da, içi su dolu kesecikler gibi şişmiş ve yanaklarına. doğru sarkmıştı. İkinci kaptan ise inadına uzun, sarı, sıska bir şeydi. Kasketini kulaklarına kadar geçirmiş, şubat ayında buralarda hava pek soğuk olmadığı halde kaputunun yakasım daldırmıştı.
Süvari:
«Göremiyorum be!» diye söylendi.
Biraz ' daha yaklaşalım,! görürsünüz/*
«Biz /yaklaştıkça da hava kararıyor...»
Sonra, somurtkan yüzünü !hiç değiştirmeden ^kesik kesik güldü, elile ikinci kaptanın böğrünü dürttü:
Pal lama yahu!... Tamana varınca anları::! Eğer bir şey varsa acentadaıı evvel gelirler!..»'
Konuşarak îsmailin önünden u-zakla -ıı r. Delikanlı arkalarından bir göz attısH* dnşaallah aradığınız çıkmaz ! diye söylendi. Bugün bu üçüncü vardiyası idi. Halbuki onun asıl işi vinççilik olduğu için, gemi bir limandan ayrılınca, öteki limana varıncaya kadar başaltı kamarasında yatıp uyumanyaı.
364
Ama bu sefer tayfalardan üçünü birden sıtma tutmuş, kaptan da İskenderunda başka tayfa almağa lüzum görmemişti. İsmail bunun suçunu süvaride buluyor. «Birazdan demir atınca geç vincin başına, artık gece yarsına kadar mı, sabaha kadar mı, Vira!.. Mayna'... Vira!.. Mayna!... Çek Allahın emrini...» diye homurdanıyordu. *
Ortalık adam akıllı kararmış, gemi de limana iyice yanaşmıştı. Rıhtımda tek tük ışıklar yanıyordu. İkinci kaptan tekrar kumanda köprüsünün ön tarafına gelerek demirin başında duran tayfalara emirler verdi. Demirin zinciri, istim seslerine karışan büyük bir gürültü ile, sıçraya sıçraya geminin burnuna doğru gidip, delikten geçerek sulara gömülüyordu.
Vapur makinelerini istop edip olduğu yerde, suların akışına kapılarak ağır ağır dönerken, bir sürü kayık, sanki bir anda peyda oluvermişler gibi, geminin etrafını sardı. Fakat aşağıya uzatılan iskeleye yanaşmıyorlar, biraz açıkta duruyorlardı. Yalnız içinde bir polisle bir sivilin ayakta durduğu Sahil sıhhiye idaresinin ksyığı ile, accn-tayı getiren kayık, küçücük bayrakla-rile kendilerine bir yol açmışlar, vapura yanaşmışlardı. Hemen bunların arkasından başka bir sandal daha geldi, pek şişman ve kırmızı yüzlü biri acele fakat alışkın hareketlerle iskelenin iplerine yapıştı, yuvarlanır gibi yukarı çıkmağa başladı. Kasketini gür kaşlaruun üstüne eğerek aşağıyı seyreden süvari kollie İkinciyi dürterek :
«Geldi!» dedi. «Sen burada kal... Buraya bırakılacak yirmi beş parça eşya var... Ben salona gi&vorum.»
Birinci mevki kamaraların kırmızı kn-âıfeti"' küçücük salonu bir sürü insanla dolmuştu. Acente önündeki dar masaya eğilmiş, yolculara bilet kesiyor, vapurun kâtibiyle konşumeııtoları, ordinoları, bir takım başka: (..Jistelcri elden geçiriyor: kamarota kahve söylüyordu. Vapura her
/ W W /
hangi bir iş için gelenler aradıklarile baş başa vermiş konuşuyorlar; yüzleri yolculuktan kirlenmiş kamara müşterisi şık hanımlarla arsız çocukları etrafa meraklı gözlerle bakıyorlardı.
Salonun daracık kapısında yan dönüp şunu bunu iteliyerek güç halle içeri girebilen şişman, kırmızı yüzlü adam, süvariyi bir köşede yalnız başına oturmuş, pencereden dışarıyı süzer görünce biraz durala* dı, demin onu kumanda köprüsünde görmüş, el sallamış, ama öteki görmemezlikten gelmişti. Kendisi daracık yerlerden, yatak denkleri, sandıklar, girip çıkarken bir aralıkta sıkışıp kalan yolcular arasından yol bulup gelinceye kadar, kaptanın salona inip köşeye yerleştiğini görünce:
Tuzağı kurmuş bekliyor, domuz herif!. diye homurdandı; sonra iri dudaklarını yalayıp ıslattı, yüzüne tatlı bir ifade yererSk o tarafa yürüdü:
'Nasılsın Süvari Bey?ı
Süvari lıiç beklemediği eski bir dostu ile karşılaşmış gibi:
«O . . . merhaba Osman Yiğit . . . Ne var ne yok? Geç otur bakalım! dedi.
Osman Yiğit Ikalbi hızla çarparak yaklaştı, kor üstüne oturuyormuş gibi, döner iskemleye şöyle bir ilişti, yutkundu, derin bir nefes aldıktan sonra:
Ocağına düştük kaptan» diye boşandı (üç bin sandık portakalım var: bir haftadır yolunu gözleriz!»
Kaptan altı sı gözlerini yarı kapıya-rak salondakileri süzdü, dudaklarının arasından «îskenderundâ fazla mal çıktı, iki gün bekledik . . .Ama gemi de yükünü aldı . . dedi.
Karşısındaki, cümlenin son kısmını duymamazlıktan geldi:
«Neyse, selâmetle geldiniz ya
«Öyle, inşaallah selâmetle de gideriz!»
«înşaallah. inşaallah ... Şu bizim ilç bin sandığı da . . .
Kaptan bu sözleri lıiç duymamış gibi:
«Hep de havaleli mallar yükledik...
Bakalım îstanbulu nasıl bulacağız .Denizlerin kötü zamanı . . .»• diye devam etti, sonra, daha ziyade kendi kendine mırılda-myormuş gibi:
«Gemi de gemi değil ki . . . Hacı Davut vapuru . . . Dört senedenberi havuzlanmadı . . . Allah soluğumuza çocuğumuza acıyor her halde . . .»
Osman Yiğit, yüzü büsbütün kızararak:
«Şu bizim portakallar . . .» diyecek oldu. Kaptan birden doğrularak:
«İnşaallah gelecek sefere ...» dedi.
«Aman Süvari Bey . . . Şaka etme Allahını seversen! portakallar sandığa gireli on beş gün oluyor. On gündür de rıhtımda bekliyor, bu sabah mavnaya yüklettim. nerdeyse gemiye yanaşmıştır!:
Süvari Bey gözlerinin kenarından süzülen yaşları elinin tersile sildi. yüzünü uzun uzun kaşıdı, sonra:
«Osman Yiğit dedi, (hâtırm için bir kaç yüz sandık alırım, ama sintineye (*) koyarım; başka yerim yok!»
Yapma be kaptan, aintinec=- portakal gider mi? Sabaha varmadan çürür S
«Orasına ben karışmam!»
Süvari, bunları söyliyeTek kalktı, salondan cıkti, yukarıya. kamaraâna gitti.
Osman Yiğit başını iki vana sallıya-rak biraz bekledi, sonra o da acele adımlarla, dışarı fırladı, kumanda köprüsünün merdivenini ıkına sıkına tırmandı Yukarı varınca ikinci kaptanı orada dol sır buldu Onu bir kenara çekerek mesele' i milattı:
Hadi kurbanın olayım, şu işi bîr düzenine koy . . . Beni yakmasın . .» diye
sırtını sıvazladı.
İkinci kaptan:
«Vallahi, " ne■‘bileyimBakalım bir kere... » diye süvarinin kamarasına girdi.
Öndan sonrabelki‘yarım saat, süren bir pazarlık başladı, ikinci kaptan bir
e?Sirfîhe, anbar: dibi ‘
365
içeri bir dışarı gidip gelerek bu hayırlı işi yoluna koymağa uğraştı, nihayet navlunu altı kuruş olan portakal sandıklarının yetmişer kuruştan gemiye alınması kararlaş-ti. Osman Yiğit aşağıya inip acente ve vapur kâtibi ile muameleyi tamamladıktan sonra, sandık başına navlun farkı olan altmış dört kuruştan üç bin sandığın tutarı bin dokuz yüz yirmi lirayı İkinciye teslim etti.
Bu aralık mavna yanaşıp portakal sandıklarını gemiye vermeğe başlamıştı. Vinç sabaha kadar işledi, tayfa İsmail Denizer. yorgunlukla, İstanbullu olan kan sından öğrendiği güzel konuşmayı bir yana bırakıp halis Rize şivesile etrafına küfürler ediyordu. Kumanda köprüsündeki genç mülâzim kaptan, ne yapacağım büe-miyor, denize yuvarlanan iki sandık portakal için aşağıda kıyametler koparan Osman Yiğit'e şaşkın gözle bakıyordu. Sabah1!* kırağısı üzerlerine yağan güverte yolcuları. ıslak paltolarının yahut yorganlarının alti‘'-ıt» kımıldıyorlar, öksürüyorlardı. Bir nefer, kaputunu omuzuna atmış. yağlı ■ htalar üzerine uzanmış yatan bu erkekli, kadınlı, çocuklu, kalabalığın üstünden aşarak ayak yoluna varabilmek için uğraşıyor, ak sakallı, sıska bir herif, yorganım sııiına sarmış cıgara içiyordu.
Ön taı. fta bir gidip gelme oldu. Bir kampana çaldı, gemi demir alıyordu. Bir az sonra makineler homurdana homurda-na işlemeğe, bütün tekneyi o garip sıtma nöbctile titretmeğe başladılar. Vapurun bir gün evvel pek havaya kalkmış gibi duran burnu, bu sefer iyiden iyiye sulara gömülerek, cenup batıya doğru yöneldi-Kısa kalın bacadan çıkan kara dumanlar, güneşin doğmak üzere olduğu ta r(ı f a d og^ ru kıvrım kıvrım uzanıyordu.
O gün öğleden sonra süvari 13e ikinci kaptan, ellerinde dürbünleri ile, ikide birde ufukları seyretmeğe başladılar. Bu hal ertesi gün. da ha ertesi g Ara sıra çarkçı başı da
fliıı de devam etti, geliyor, o da ce-
nup batıya, cenuba bakıyordu. Hep birden bir şey arıyor, bir şey bekliyor gibiydiler. îki üç kelimelik cümlelerle konuşuyorlardı :
«Bir şey var mı?>
«Görünmüyor!»
:Gün batısı karanlık, bir iııbat çıkacak gibi!»
«Zannetmem . . . Bugünlerde lodos beklenir!»
«Olsun da. ne olursa olsun!-
(Ya adam akıllı kötü bir deniz yaparsa?»
Eh. kısmette ne yazılı ise o olur!» rHadi hayırlısı !>
Ücıincü gün. ikindi vakti cenup tarafı karardı. Çarkçı başı yine üst güvertedeydi. Hemen kaptanın yanına koştu:
«Hele şükür, lodos geliyor . . . Allah vere de fazla sert olmasa!» dedi. Bunları söylerken gülümsüyor, yüzünün kalın derisi. kısa kesilmiş kır saçlarının dibine kadar kırışıyordu, t arım saat kadar sonra, deniz oynamağa, ılık fakaı şiddetli bir rüzgâr direklerde ıslık çalmağa başladı. Geminin iskele tarafına vuran dalgalar yükselip güverte yolcularını ıslatıyordu. Ellerinde yastıkları, kilimleri, sepetleri, bavulları1 ile kuytu bir yer bulmağa uğraşan kalabalık. şuraya buraya koşuyordu. Bütün aralıklar ve ambarlar portakal san-dıklarilc dolduğu için yolcuların üstü örtülü bir yer bulabilmeleri pek zordu. Herkes, rüzgârdan, dalgalardan korunu bilmek için aksi tarafa yığılıyor, bu yüzden gemi daha çok sancağa yatıyordu. Ortalık adam -.kıllı karanlıktı. Bir köşede kusan kadınlar. ağlayan çocuklar vardı. Kamara yolcuları da, yemeklerini sofrada bırakmışlar, köşelerine çekilmişlerdi. Ara sıra koridorlarda iki tarafa tutuna tutuna sarhoş gibi yürüyen dağınık saçlı kadınlar görülüyordu.
Çarkçı başı ile ikinci kaptan birinci mevki salonuna gelmişler, yolculara telâşla tavsiyelerde bulunuyorlar, gûya kendi kendilerine sövleniyorlarmış gibi:
366
«Vaziyet fena ... Ne halt edpceğiz bilmeni . . . Gemi, gemi değil ki!.. Yük de fazla . . . Hep havaleli şeyler ...» diyerek adeta panik havası yaratıyorlardı
İkinci kaptan bir aralık:
( Çarkçı Bey . . . avarya (*) yapmazsak vaziyet tehlikeli galiba!» dedi. Çarkçı başı:
«Vallahi bilmem, kaptan . . . Ama bizim makine dairesinde bile ay alda durulmuyor . . . Süvari Beyle avarya için konuşalım!»
Yolcuların yanında yapılan bu münakaşadan sonra ikisi beraber yukarıya, süvariye çıktılar. En havaleli mal olan portakalların denize atılmasına karar verildi İkinci kaptanın nezareti altında iki yüz elli sandık bordadan aşağıya fırlatıldı, sonra gemi kâtibi avarya evrakını usulü dairesinde tanzim etti. Tüccar Osman Yiğit’in sigortadan üç bin sandık portakalın parasını alabilmesi için bu evrakın düzgün olması lâzımdı.
Ertesi güıı öğleye doğru hava sertliğini kaybetti, akşam üstü büsbütün sa-kinledi. Bir kaç gün daha gürültüsüz, pa-tırdısız bir yolculuktan sonra, gece.şaat sekiz sularında, vapur îstanbula vardı. Sirkeci rıhtımına yanaştı. Boşalan yolcuların telâşlı gidip gelmeleri arasında, tayfalar koşuşuyorlar, ambarlan açıyorlardı. Bu aralık ufak tefek, çil yüzlü, İncecik burunlu, yakası kürklü paltolu bir a-dam, dar merdivenden inmeğe çalışanları itip arkalarına baktırarak, vapura girdi, süvarinin kamarasına çıktı. İkinci kaptanla vapur kâtibi de oradalardı.
Çil yüzlü adam:
«Geçmiş «Isun Süvari Bey!» diye söze başladı. «Aceatadaıı öğrendim,Osman Yiğit’in portakalları avarya olmuş. Neyse' sağlık olsun . . . Muamele tamam mı?»
«Bizimki tamam’ diyerek bir deste
' *1 Avarvu, cen..- .•c'oh doineHîr, burada oe-rcikferi denize "W- -y
kâğıt gösterdi. «Yarın acentaya gider, Üst tarafını tamamanz!»
Süvari, o kalın ve cızırtılı sesile:
«Halil Eğinli!» dedi, «Nasılsın? Senin malların ziyan olmasına canım sıkıldı doğrusu, ama ne yaparsın, başka tüccarın malını atamazdım, hin sonra Osman Yiğit’in portakallarım almıştım, en üstte onlar duruyordu. Şimdi sen portakalsız kaldın. Gelecek partiyi beklersin artık
Halil Eğinli:
«Gemide başka portakal da var mı?-diyo sordu.
«Bir kaç bin sandık da Dörtyol malı var. lakende rundan aldık ...»
Öteki, kurnaz kurnaz gülerek:
«Canım başka, başka ... Onu sormuyorum. Bizim için bir şey var mı diyorum!»
Kaptan, yine yüzü hiç değişmeden o kesik, kısa kahkahalarından birini attı
«Kolay canım, senin vasıtan hazır mı?>
«Yanaştı bile!»
Kamaranın kapısını iyicejkapattıktan sonra içeride esaslı bir pazarlık daha başladı. Denize atılmış göründüğü halde geminin deniz suyundan uzak yerlerinde rahat rahat bekliyen 2750 sandık portakal. Halil Eğinli’ye yeni baştan satıldı. İçinde seksen portakal bulunan sandıklardan her biri üç. liradan hesap edildi. Aslında, ambalaj masrafı ile beraber tanesi doksan paraya mal olan portakalların sandığı, yüklendiği iskelede yüz seksen kuruş, meşru olan ve olmıyan navlunla beraber İstanbul d a maliyeti iki yüz elli kuruştu. Ama böyle ufak farklar üzerinde, fazla durulmadı. İki bin yedi yüz elli sandığın tutarı oian sekiz bin iki yüz elli lira Halil Eğiııli’dcn peşin peşin alındı. Bir aya yakın süren bıı seferin bütün geliri Osman Yiğit’in navlun farkı olarak verdiği 1920 lira ile birlikte. on bin yüz yetmiş lira tutuyordu. Eh. lostromosuna, serdümenine, kadar pay verilecek olduktan
sonra, bu rakam pek gos kamaştıracak bir şey sayılmazdı.
Halil Eğinli gittikten sonra, ikinci kaptan, çarkçıbaşı, gemi k&tibi, baş kamarot, bir de bu aralık vapura gelmiş olan acenta memuru süvarinin kamarasında toplandılar.
t s mail Denizer, sefere çıkacakları gün çocuğıl olduğunu ileri sürerek, vapur limana girer girmez İkinciden izin almıştı. 0-nun için şimdi Osman Yiğit'in denize atılmış görünüp Halil Eğinli’ye satılan portakallarını o boşaltmıyordu. Vinçin başında daha çocuk denecek kadar küçük bir tayfa vardı.
Fakat İsmail Denizer de bir tiirlü gemiyi bırakıp gidemiyor, kâtibin yolunu gözlüyordu. Geçen sefer doğum masrafları için avans aldığından artık parg istemeğe ne hakkı, ne yüzü vardı ama. eve de böyle büsbütün eli boş dönemezdi. Hiç olmazsa bir iki buçuk liralık koparmalıydı.
Kâtip de nedense ortalıktı görünmi-yordu. Belki bir saate yatar bekledi, odasının kapısını açıp açıp içeri baktı, kimsecikler yoktu. Nihayet oradan geçen kamarotlardan birine sordu. Beyaz ceketli delikanlı:
«Süvarinin kamarasında, ama yanına giremezsin, isleri varlı dedi. İsmail y:ı nıa saat kadar daha bekledi. Sonra kork adımlarla yukarıya çıktı Her merdivende sonra beş on dakika bekliyor, daha ileri gitmeğe cesaret edemiyordu. Nihayet kuptan köprüsüne kadar çıktı. Hemen merdiven başında, telgrafın yanında kazık gibi durdu kaldı. Süvarinin beş alfa adım ilerideki kamarasından sesler geliyordu. İkinci kaptanın ince, titrek sesi, süvarinin bb*ııit? yırtık bağırışlarına karışıyordu; içeride oldukça ateşli bir müııuka Arasıra birisi masaya vuruvor. kapı aralanıyor. birisi duan çıkmak istiyor. sonra kolundan ya.
kalayıp içeri çekiliyordu, t:mp.il biraz ,hıı
duktan sonra, bir korkuya kapıldı, hemen geldiği gibi dönüp gitmek için merdivene ayağım attı. Fakat bu sırada kamaranın kapısı arkasına kadar açıldı. Arkadan vuran san ışıkta kaptanın kısa, tıknaz VÜeu-dü göründü. İsmail bir ayağı merdivende, korkudan taş kesilmiş gibi kaldı.. Kaptan ön tarafa . ona doğrıı yürüyordu. Bir kaç adım daha atınca yanına geldi. Hırsla soluyor, homurdanıyordu. Islak gözleri karanlıkta daha küçülmüş gibiydi. Orada birisinin dur duğunu görünce, kim olduğunu tanımadan koluna yapıştı. Boğulur gibi kısık bir sesle:
«Görüyor musun köpoğlulannı . . .beni kafeslemeğe bakıyorlar!» diye söylendi.
Bu aralık kapıda ikinci kaptanın sarı başı göründü:
«Süvari Bey. bir dakika teşrif buyurun!» diyordu.
Süvari o tarafa dönüp bağırdı:
«Bırak efendim, ne halt ederseniz e-din. ben yokum bu işte!.».
Sonra tekrar lamailc döndü, yumru-ğivle göğsünü döverek:
«Bütün mesuliyet benim . . Hapse ben gireceğim . .. Benim çoluğ m çocuğum .«iirüneciek . . . Benim şerefini mevzuuba-hia . gene de doyuramıyorum gözlerini pezevmklerin . . .»
İkinci kaptan o tarafa g« !di. süvariyi yumuşak bir hareketle kolundan tutarak: tsabüeşmc kaptanım, s-nin dediğin olsu, '' diyekamarava sürükle neye çalıştı Sonra orada duran İsmail! görerek:
Sen ne arıyorsun burada ulan!» dîye bağırtı. Tokatlamak için üstüne yürürken bîrden bire kendini topladı elini cebine sokup bir on liralık çıkardı, tavlanın eline sıkıştırdı;
«Haydi çek arabam!» diye payladı.
İsmail çabuk çabuk merdivenden aşa-’ği inerken. sfirâri tekrar knnıarasma girmiş. kapı kapanmıştı.
ÎSİail’ yolda birŞJıayli düşündü: Eve
368
AYIN İÇİNDEN
Yerdepremi Felâketimiz
Bir kaç yıldır ara ara yurdumuzu yoklayıp binlerce cana kıyan, ev bark yıkan yerdepremieri yine yurdumuzun yeşil bir köşesini bir harabeye çevirdi. Dilnya durumunun doğurduğu zor şartlar altında kalkınması esasen zorlaşan yurdumuzun insan kaynaklıırınuı ve milli servitimizin mühim bir kısmının zaman zaman yerdepremieri ile hasara uğraması, hepimizi ta içten yaralıyan, iizen meşum bir olaydır. Yerdepremlerüıin şüphesiz önüne geçilemez, fakat felâketli neticelerini önlemek. hiç değilse hafifletmek için çareler aranıp bulunabilip Bize öyle geliyor ki bu tedbirler, iki np'ıta etrafında toplanabilir. Biri, bina inşaatının depremin tesirleri göz önünde tutularak, gereken malzeuıe ile v tarzda yapılması; İkincisi, münakale' muhabere Bİstcmiilin genişletilmesi ve tim zimi, kısacası, yol yapma siyaseti ve telefon ve tegraf tesisatı. Bu son deprem bir hafta sonra.'-hâlâ altı köyden hSber alınamamış, yardımların orlara erişeme
miş olması, üzerinde ciddî surette düşünülecek bir meseledir.
Bu tedbirlerden birincisinin Nafia vekilliği tarafından ehemmiyette ele alındığım sevinçle öğreniyoruz. Vekillik, daha önce hazırlanmış deprem kanunu projesini tatbik mevkiine konulması ile ilgili yeni bir proje hazırlamıştır. Bu proje, yurdumuzun deprem mintakalannın tetkikini, tehlikeli mıntakalann tesbitini. resmî ve hususî yapı işlerinin deprem bakımından tanzimini, lüzumunda proje ve hesapların mütehassıslara yaptırılmasını derpiş etmektedir: bu işlerin .gerçekleşmesi için de Nafia Vekilliği Yapı ve imar işleri Reisliğine yeni iki müdiiriö^çBenmekte ve şehircilik Fen Heyetine de yeri ilâveler yapılmaktadır.
NaBıı Vekilliğinin yapı işlerinde gös-'..‘■niiği bu hassasiyetin, yol ve muhabere vasıtalarının temini hususunda da göste-rileceğuS ve gereken tedbirlerin alınacağım ümit ve temenni ediyoruz
ne götürebilirdi’’ Cebindeki on lira ona bir için bir- şey alamamıştı, hayli cesaret, cömertlik veriyordu. Bir-manavın önünde durdu, en irile-
Biraz daha yürüdükten sonra, Bahçe- rıntlen, tanesi yirmişer kuruşa on tane kapı taraflarındaki manavların önünde pyşhıkal aldı, mendiline koyup bağladı, o-yavaşladı. Portakallara usun uzjiııİ’fektı; rodan geçen bir gazeteciden de bir Köroğ-
Lohusa karısına, en iyi hediye portakal lu istedi, katlayıp cebine yerleştirdi, sonra olacaktı, bu mevsimde Akdeniz seferine biraz ilerideki bekiema; yerine giderek Be-çıkan gemilerin tayfaları uğradıkları li- şjktas tramvayını gözlemeğe başladı, inanlardan ucuz ucıız portakal alır geti-
rirlerdi. Fakat kendisi vinç baHnS 11. II. 1944
lamadığı, yanında
Sılhalıattin Ali
369
YAYINLAR
Gelenekçiler mi Haklı ?
Bedri Rahmi’yi şair ve ressam olarak tanırız. Bu iki sanat hüviyetini birini öbürüne tercih ettirmiyen bu genç arkadaşın şiirlerinde, ancak bir ressam elinden çıkabilecek çizgi ve renk güzelliklerine rastladığımız gibi, resimlerinde de yerli renkleri taşıyan veya masalların büyülü havasını aksettiren bir edâ vardır. Genç sanatkârın şahsiyetini bir bütün halinde görebilmek için Yukuleleye Mektuplarda dile getirdiği kendi zengin iç dünyasına bakmak gerektir. Kısacası: edebiyat ve resim, genç adamın muvaffakiyetle ve el ele yürüttüğü birer kardeş olmuştur.
Son günlerde hazırladığı Çorumdan Çizgiler de. kaybolmuş güzellikleri meydana çıkarma uğrunda sarfedflms bir emek mahsûlüdür. Ancak bu güzel yazıların daha ilk satırlarında, genç sanatkârın, meml,-l(, liınizdc bugünlerde bazı kimselerce pek rağbette olan sakat bir düşünce çıkmazına temayül ettiğini gör-meklo üzüldük.
Bedri Rahmi gençtir: yaşından u-mulmıyacıık olgunlukta eserler yaratmıştır. Bunun için de. yazılarında ve çizgilerinde yerli motiflere büyük bir önem vermiştir. Pazar yerlerinde çok renkli bir mozayık gibi gözlerimizin önüne serilen yün çoraplara, heybelere: henüz büyük şehirlere kadar ulaşamamış yerli, saf melodilere; ve darbir şenlik' veya, düğün çevresi içinde fttajidı »a ltfu.ş raŞsldra ü^i göstermesi herhangi bir. merak neticesi
değildir. Saygı ile karşılanması gereken güzel bir araştırma gayretidir.
Ancak, bu gibi şeylere duyulan hayranlığın sağlam bir düşünceye dayanması, daha doğrusu diri bir hareket noktasından işe başlanması lâzımdır. Bedri Rahmi’nin bu yazılarında, estetik endişenin başa alındığını, sosyal endişenin ise göz önünde tutulmadığını görerek üzüldük Çorum’un. geçen devirlerde yapılmış eski stil evlerini: sulan durmadan akan çeşmelerini; «güzel ile faydanın birbirine iki dam la su gibi karıştığı» havuzlan anlatıyor Geçmiş devirlerini solmaz gibi görünen bu güzelliklerini tatlı tatlı överken, yeni yapılan Çorum evlenilin de göz Jırmalayıcı bir görpnüşü_gJdıJ^WıU:«3ylü.'''>r. Acemi veya zevki bozuk bir yapı kalfa inin elinden çık-mışşuslûpsuz bir yapıyı, ke z olarak ileri sürecek değiliz. Ancak Bedri Rahmi’nin bu yerinde görüşlerini sağları değil çürük bir başlangıç noktasına getiniiğine işaret edeceğe? t t
Bakınız şair ne diyoı : «Havuz arıyorum. Yok. Bahçe arıyorum Yok.» Bu söz-leı-eshak vereceğimiz bir sırada devam ediyor: «Fakat hepsinin de ilamaşallah tepesinde bir radyo anteni var ... Bedri Rahmi bu sözleriyle, ister istemiz, gelenekçilerin Yirminci asrın nimetlerim- düşman olan hükümleri arasına katışmış oluyor, O a-damların ki düşünce ve sıoıat dünyamızı, tazminatçılartn ve Edebiyatı cedtdecilerin Avrupa hayranlığı gibinindi gelenekleri-mîii atanıl maskesi altında bir dalâlete sürüklemek ted i rl er.
370
V
Bedri Rahmi de onlar gibi düşüpmiye başladı ise memleket sanati için çok yazık ohır. Fakat o. bizim bu zannımızı zayıflatacak iddialara değil; tam zıttına baş vuruyor. Yazısının baş tarafmda güze! ile faydayı iki su damlası gibi birbirine kattığını bildirmesine rağmen tuhaf bir tezada düşmekten kendini alamıyor: «Bu evlerin içlerini görmedim. Belki daha kullanışlı, daha ışıklı, daha rahat. Fakat dışarıdan görünüşleri, maazallah» diyor.
Mimari eserinin bir unsuru hacim a-hengi ise bir başka unsuru da fayda ve konfor değil midir? Bu hakikati hatırlamaz görünen aziz şair’e sormalıyız: Kubbeyi ve kemeri yapan, onun güzeliği için mi yapmıştır? Biz böyle sanmıyoruz. Bunun sebebi olsa olsa, mimarın, tuğla ve taşla düz tavan olamıyacağını isabetle düşünmüş olmasıdır. Bundan dolayı Süleymaniye Camisi eşsiz bir şaheser olmuştur. Kubbeli bir apartıman yapılsaydı - belki de vardır - sadece gülünç olurdu. Beyazıt Medresesinin orta anıdaki şadırvana bakmakla doyum olmaz; fakat bu şadırvanı olduğu gibi kaldırıp Ünivcısitcııin büyük avlusuna. veya Morfoloji Enstitüsünün önüne getirmek tasavvuru bile insanın tüylerini ür-pertmiye yeter.
Son zamanlarda türeyen gelenekçilerle bazı detaylar üzerinde değil, esast a ayrılıyoruz. Onlar Maraş pabucu. Karacaoğ-lan tekniği, tek sesli halk melodileri, ortası havuzlu Osmaıılı evi veya üzeri nakışlı el dokuması derken eski devir ile bugünkü arasındaki muazzam İçtimaî değişikliği hiç göz önünde bulundurmuyorlar. Süleymaniye camisi veya Beyazıt Medresesi yapıldığı zaman Türk evi. Türk bahçesi, müİTak âletlerine kadar Türk eşyası, duvardaki kaşıklığa, köşedeki! dolaba kadar bütün dö
şemeler; giyim kuşam büyük ve asîl bir a-henk içinde idi. Bu iddia doğrudur. Fakat ne yapalım ki bu ahenk bugün istikrarını kaybetmiştir. Bir yandan eski düzenin .artıklan. bir yandan da yeni çağın kendi iç yapısına ve ihtiyaçlarına göre kurmuş olduğu ahenk karşı karşıya gelmiş ve çarpışmaya başlamıştır. Estetik güzellik Ölçülen üst yapıya ait bir meseledir: cemiyetin esas bünyesi, İçtimaî çehresi değiştikçe bunlar da ister istemez değişir veya yeni duruma ayak uydurabiliyorsa kalır, yaşar.
Gelenekçiler baba yadigârlarını yaşat-mıva çabalarken yeni nimetleri ret ve inkâr yoluna sapmaktan başka tutunur çare bulamıyorlar. Topkapı sarayının o meşhur sedirü salonu, ufuklan zarif bir şekilde kesen minareleri seyretmek için çok güzeldir; fakat fabrikaların bacalarım seyret-miye müsait değildir. Halbuki gelenekçiler mermer şöminelerin içine elektrik sobası yerleşttaniye «işliyorlar-
Radyo antenlerini çirkin bulan, buz dolabına, elektrik süpürgesine öfkeleneni: re rağmen hayat durmadan ilerliyor. Karabük ve Ergani’den yükselen fabrika dü dükleri onlara «Hayır ■ diye bağırıyor. Türkiyenin günden güne değişen ve yükselen İçtimaî çehresi onlarm sakat iddialarını bir kat daha çürütüyor üzerlerine titredikleri eskimiş, fonksiyonu kalmamış güzellikleri silip süpürüyor.
Fakat Bedri Rahmi şöyle yazıyor: Allaha çok şükür ki, Çorumlular. dededen kalma eylerini henüz tama iniyle eskitmemiş, ve bu yeni yapılar henüz şehirde de-veâe kulak gibi kalıyor.-
Âzız şair bu sözlerinin nerelere kadar dar götürülebileceğini aceba hiç düşünmüş müdür?
Hüsamettin Rozok
371
•J. Swift, Gîîlliver’in Seyahatin rı, çev. Doçent İrfan Şahinbaş, Maarif Vekilliği Klâsik Tercümeler Serisi, 1943.
Shakespeare, Othello. çev. Doçent Orhan Bıınan, Maarif Vekilliği Klâsik Tercümeler Serîsi, 1943.
Maarif Vekilliğinin çıkardığı klâsik tercümeler arasında Doçent irfan Şahinbaş tarafından Türkçeye çevrilen Gulli-ver’iıı Se.vahatlan hem muhteva, hem de tercümedeki büyük ustalık ve pürüsüzlük bakımından bilhassa tavsiye edilmeğe değer. Gejen sayımızda kısaca konusundan bahsedilen Dr. Faustus’un da mütercimi olan irfan Şahinbaş. titiz, asla hem üslûp, hem umumî eda ve atmosfer bakı-nuııdan gayet sadık kalarak tercüme yapan birinci sınıf mütercimlerim izden d ir. Gîîlliver’in Sevahatları belki ilk bakışta tercümesi kolay bir eser gibi görünür: çünkü aslı çok kolay okunur: âdeta çocuklar için yazılmış kitaplar kadar sade bir üslûp ve diliz kaleme alınmıştır. Fakat unutulmamalı ki Swift. 18 inci yüz yalın başında gelmiş edipler arasında yüce bir dağ gibi vükseliveren bu eşsiz hicivci, bu eseri kayalının olgunluk devresinde yazmağa başlamış (aşağı yukarı 1720) ve üzerinde altı yıl kadar çalıştıktan sonra 1726 da çıkarmıştır. Onun için ilk bakıştaki sadeliği tecrübesiz bir mütercim için bir tuzak olabilir, irfan Şahiıı-başın esere yazdığı veciz bir kaç sahih lik önsözden dr anlaşıldığı gibi, Swift bü
tün değer ve barşanlarına rağmen devrinde takdir edilmemiş bir müelliftir. Zamanının Ingİlteresİni. orada geçen bütün politika dalaverelerini, sefalet yuvası olan İrlanda'yı çok yakıtlıdan tanıyor vc yazılarında aksettiriyordu. Swift zamanının kalp kıymetlerine karşı tenkitçi bir vaziyet almış ve tenkitlerini acı hicivlerle ifade etmiştir. Gulliver’in Seyahatisin işte bu çeşit bir eserdir.
trfan Şahinbaş bu eserin bu yıl ancak ilk iki kitabını çevirmiştir: umarız ki gelecek yılın tercümeler serisinde eserin ikinci yansı, bilhassa dördüncü kitap, okuyuculara güzel bir tercüme daha okumak zevkini tattıracaktır.
İngilizceden bize çok güzel tercümeler veren değerli bir mütercim de doçent Orhan Burian’dır. Maarif Vekilliği Orhan Buri-an’ın Beğendiğimiz Gibi tercümesinden başka Othello tercümesini deltekrar neş-retmiştir. Othcllo’nun bu seferili tabı şaline dilimize eskisinden çok daha uygun, kulağa, munis gelmiyen tâbirleri ayıklanmış. daha mükemmelleştirilmiş bir şekilde okuyuculara sunulmuştu]-. Othello, Shakespcare’in bir bakıma on derli tophı en kusursuz bir tragedyası olduğu için ü-zeı-inde ne kadar emek sarfedilse değer. Muhakkak ki Othcllo’nun bu ikinci tabı Türk tercüme edebiyatı için iyi bir kazançtır.
M.S. ERCAN
372
E. Zola, Therâsı- Kııquin, çev: Sitare Sevin. Hilıni Kitapevi, 1948.
Aynı eser, Kâzını Naıııi Duru tercümesi, Kanaat Kitapevi, 1943.
XIX uncu asır Fransız romanının en azametli örneğim Gcrmîııal ile vermiş olan Zola Tiıereae icaquhı. La Bete Hunisine Doeteur Pascal gibi eserlerinde, şahıslan üçü, dördü aşmayan beşeri bir trajediyi kaleme almıştır, üernıinal’de, tıpkı Mont-sou daki maden kuyularının derinliklerinden gelen ıeryatlar gibi yürekler yaralayıcı olan sosyal manzara, İkincilerde insan ruhunun uçsuz bucaksızlığım dile getiren psikolojik bir mahiyet kazanmıştır.
Dıştan bir görüş, şahısları üç, beş kişiyi geçmiyen eserlerin, ister İBtcmez ferdi kalacağı zanıunı uyandırabilir. Fakat usta sanatkarların bu bir avuç insanın birbi-riylc olan münasebetlerine, iıısan oğlunun asırlardır süren meselelerini koydukları görülmüştür.
Bütün suçu mevzu» yüklemek acizden ileri gelir. Biiyük sanatkârlar, kahramanlarının iç diiıı,yasında oliKt bitmekte olan ferdî dramı tasvirden başka bir şey yapmasalar da yine c emiyetin mühim bir meselesine temas etmeye muvaffak olabilirler Zola. Therese lta(|ilin’i ile bu çeşit eserlerin güzel bir örneğini vermiştir.
Tlıirtee Ruquin, haftada bir. pcrşi’tn-be akşamı toplantılarına iştirak ed(*n birkaç misafir ve eserin bazı pasajlarında rol r.Ian tekir kedi bir yana, dört kişinin romanıdır. Bunlcır, günlük kaygılanın ikinci plâna atabilmiş tipik bir küçük burjua ailesi çerçevesi içinde - günah işlemiş veya masum - adım adım mahva doğru suruir-lenmişlerdir.
Şehvet fırtınalarıyle yuğurıılan ika genç vücut ne yapmaz ki... Delikanlı, hastalıklı arkadaşının gürbüz karısını elde etmek için kocayı yok etmek ister. “Kocayı Öldürmekle hiçbir rezalcBe^ebep olmıva-caktı. SadecıfyeAnr^fflKk için bir adamı
öteye itiverecekti”. Aşağılık maddî menfaat duygulariyle desteklenen bu niyet kadının da yardımı ile gerçekleşir; masum koca ortadan kalkar: fakat beklenen saadet bir türlü gelmek bilmez. Canüle. morgta göründüğü korkunç ve iğrenç şekliyle iki caniyi takip eder ve ikinci bir şahsiyet halinde her ikisinin içinde biitün heybetiyle yaşar.
Cinayet buhranlanyle dolu günler iki günahkâr vücudun birbirine olan sonsuz susuzluğunu vehim ve huzursuzlukla yoğurmuştur. Oğlunu ne şekilde öldürdüklerini gelininden ve yeni damadından öğrenmiş olan ana ise azapların en tahammül edilmezi ile karşı karşıyadır.
Tarihin en acı dramı, bümiyerek babasını öldürdükten sonra, yine bilmiyerek kendi öz anasiyle evlenen ve ondan zilrri-yet meydana getiren Kral Oidipus'un azabımdan doğmuştur. Fakat hiçbir acı, gözleri ve kulaklarından başka dış âlemle bağı olmıyan kötürüm Raquin Kadın’ınkln-deh daha derin nlmanjiştır Büyük kel ime-siyle vasi fici ndırılaMlaeek bir ana şefkatini veya evlât sevgisini yalandan tanımış olanlar Raquin Kadm'm; kimseye bildlre-mtyerek kendi kalbine gnmdüğil ıztırabı karşısında donup kalacaklardır. Oidipus' unjveya Ana Kraliçenin ellerinde, kendi acılarını yatıştıracak veya onlara son verecek silâhlan vardı. ki a dam Raquiıı‘in ise,i elleri, ayakları veya yüzünün hiçbir ..ılalesi arzularım yerine getirebüecek veya ^hislerini bildirmeye yetecek kudrette değildir. Onun,"semavî bü güzellikte olan" gözlerinde akacak iki damla göz yaşından başka bir şeyi yoktur.
Hayat anlayışı müsbıt esaslara bağlanmakta güçlük çekitaiyccck olan Zo-la’rnn izahlarında kaderci bir görüş aramak beyhudedir Zira Zola. dağılmakta ve yer yer yıkılmakta olan bir sosyal nizamın kötü neticelerini bizzat biribirlcri-ne imha ettirmekle bu sosyal çöküntünün manâşını kuvvetlendirmiştir.
373
Therese Raqıün'deki tipler müsbet tipler değildir; onları “mağdur" kelimesiyle anlatmak daha doğru olacaktır. Bizzat TherSse, dünyaya gözlerini açar açmaz. sınıflı cemiyetin ağır telâkkileriyle yüz yüze gelmiş, müsait olmıyan şartlar altında büyütülmüş ve kendisinden muktedir olamıyacağı bir şey istenmiştir: damarlarına hücum eden şehvet alevlerini tabiat bile susturamazken, basit aile bağlan ve ahlâk kaideleri, tatmin edilmeksizin. nasıl susturacaktır?...
Laurent’da. mayasındaki kötülüklerden ziyade, şehir hayatının avarelikleriyle mahva sürüklenen temiz bir taşra çocuğu hâli vardır. Mariz bünyesine, anasının
menfaatsiz şefkati ve ihtimamı eklenen Camile hayatta zavallı ve pasif bir unsur olmuştur. Raquin Kadın’ın suçu yok mu? O. ötekilerin hepsinden daha çok masumdur. Farkında olmadan teneffüs ettiği zehirli havanın tesirleri altında bütün ömrünce kalmış ve “yavrucağı” ile başbaşa bir refaha hasret yaşamıştır. Son günlerinde, sebeplere nüfuz edemiyerek ve neticenin ağır baskısından kurtulamayarak zavallı bir intikam hissi ile çırpınması da bundan üeri gelse gerektir.
Therese Raquin’de tipleı. münasebetleri ve hareket tarzlanyle sınıfı karakterlerini muhafaza etmişlerdir.
Hüsamettin BOZÛK
Gelecek Sayılarımızda Tahlil Edilecek Eserler :
I. Sloane, Fontamara, çev: S. Ali. J-Steinbeck - Kenar Mahalle, çev: R. Güran Rifat İlgaz, Sınıf (şiirler)
Odön voıı Horvath. Allahsız Gençlik,çev: Burhan Arpad Erich M. Remarque. İnsanları Seveceksin, çev: Bürhan Arpad
374
KÖYÜN İÇİNDEN:
Orfa Anadoluda Toprağını Kaybeden Köylüler
Geniş sahalar üzerine yayılmış olan Orta Anadolu köylerindeki toprak ve çiftçilik durumu umumiyetle diğer bölgelerin köylerine benzerse de toprağın verimi ve bereketi bakımından onlardan ayrılır. Uçsuz, bucaksız bozkırlarla, tuzlu çöllerden ibaret olan memleketin bu köşesinde top-rağuı feyiz ve bereketi gökten düşen yağmurlara bağlıdır. Ekseri yıllar, hava yağmursuz geçtiğinden memlekette sık, sık kıtlık ve darlık olur. Böyle senelerde toprak elden ele geçerek sahip ve efendi değiştirir. Birinci cihan harbi ve onu takip eden yıllarda bu bölgenin bir köyünde toprağın hangi sebep ve âmillerin tesiri altında zengin ve asil ellerde toplandığını Adımların bundan önceki sayısında belirtmeğe çalışmıştık. 927 - 928 senelerinde hüküm süren kıtlık yıllarında zor bir duruma düşen kiiçük müstahsil, canını kurtarmak için, malını, melâlını satmak zorunda kalarak birkaç şinik buğday ve arpaya gözü kadar s.vsdiği tarlaları değişmişti. Hattâ bu yıllar zarfında geçimden âciz kalan birçok köylü aileler. Adana ve havalisine göç etmişlerdi. Boşalan birçok .köyler birkaç ağanın çiftliği haline gelmişti. Bir de bunlar dışında muhtelif sebeplerle toprağını kaybeden köylülere, şehir ve kasa
baların koltuğunda rastgelinmektedir. Meselâ, Ankara’ya birkaç saat mesafede bulunan Ovacık, Saray ve Karaköy çiftliklerinde toprağın büyük bir kısmı şehirdeki tüccarların ve âsillerin elinde bulunmaktadır. Şartların tersine bir gelişme gösterdiği harp yıllarında buğdayın dolgun fiyatla satılmasından köylerde küçük bir zümre zengin olmuş, bu gibüer aralarında birleşerek bu çiftliklerden bazılarını satın alarak aralarında paylaşmışlardır. Köyün ekseriyetini teşkil eden fakir halk, bu satıştan bir santim bile istifade edememiştir.
Çorum, Yozgat. Kırşehir gibi ziraat bölgelerinden sayılan vilâyetlerimizin toprak durumuna bir göz atacak olursak vazi yetin buralar için de aynı olduğunu görürüz. Meselâ, Kırşehiriıı koltuğunda bu lunan Güzler ve Gölasar gibi kıymetli çiftliklerle, en zengin kavaklıklar, en güzel bağ ve bahçeler ağa ve eşraf takımının elindedir. Her birisi kan değerinde olan bu mülklerin sahipleri ömürlerinin sonlarına kadar ayaklarını uzatıp yatsalar bile elle-rinde bulundurdukları geniş çiftlikler sayesinde geçim zorluğu çekmeden asalet ve imtiyazlarını muhafaza edebilirler.
Halil Aytekin
KÖYDE KOOPERATİF
Sabahtan beri koperatifin kerpiç davarla. alçak damlı tek odasında oturuyordum.. Devrilivcrecekmiş hissini veren, yüksek. iki tekerlekli arabalarına üzümlerini yukliyen civar köylüler mahsulerini teslim etmek ve satıma mahsuben para almak için kooperatife âdeta akın ediyorlardı. Ağadan, tanıdığı tiic*-erdan. veya komşusundan, akrabasından şahsen borç almağa ve kayıtsız, senetsiz 1$ görmeğe ahşmış köylü için kooperatif teşkilâtı, bir şahıs olmıyan bir teşkilâttan borç almak, kredi muameleleri, ■müteselsil kefalet ilh. yabancı olduğu bir vaziyetti, iktisadı durumdaki bu değişme ile beraber vaziyetlere karşı alınan tavırlarda, zihniyette de bütün bir değişme olacaktı. Ve bu arada bocalamalar, .uyam’a-mazlıklıır da mukadderdi, işte bu düşüncelerle, köylülerin kooperatifle olan münasebetlerini müşahede, etmek için bir günümü kooperatifte geçirmeğe karar vermiştim.
«Bu köylerde kooperatif artık eskimiş, alışmışlar, Umduğum müşahedeler mimiktin olmıyacak galiba derken kapı, açıldı, içeriye bizim kaldığımız köyden Dursun oğlu Dursun girdi. Dursun koperatife yeni geliyordu, ortak olmak için elinde bir istida ile müracaat ediyordu. Kâ tipten «Olur, yaparız» cevabını alır almaz, ortaklığın şartlarını sormadan, öğrenci den Dursun hemen derdini döktü: Erine bir oda ilâve etmek, samanlığını tamir etmek, oğluna sünnet düğünü yapmak için kendisine ştl kadar para lâzımdı. Dursun belki daha devam edecekti ama, böyle va ziyetlere alışı): olduğu anlaşılan ihtiyarca kâtip, gayet sakin Dıırsıına kaç çı.tyol kurıı üzüm getirdiğini sordu, cevabı ahnea da hemen defterinin kenarına hgşap yapmağa' başladı. Teslim ettiği üzüme göre Dursun istediği parayı alamıyacaktı. .Dursun şaşırdı. Kendisine bujay İşatndı': bujmskj(Hn. dört yana başvururken komşuları koopeı a • tif para veriyor, oçava git'demişlerdfiiko-
operatite ortak olmak istemesinin yegâne '! sebebi bu idi; üzümlerini satmak için onun kooperatife ihtiyacı yoktu; şimdiye kadar kooperatif vasıtasiyle satmamıştı; parayı alamadıktan sonra ne diye ortak olsun? Borç aldığı şahıslarla yaptığı gibi. Dursun kooperatif kâtibi ile de pazarlığa kalktı; kâtibin para miktarım hiç değiştirmediğini görünce kızmağa başladı; pazarlıkta iki taraf da biraz fedakârlık yapamaz mı? Dursun istediği miktarı biraz indiriyordu, kâtip de biraz çoğaltsa idi anlaşacaklardı. Kâtip, parayı şahsen kendisinin vermediğini, miktarı değiştirmek elinde olmadığını Dur-suna yine sakin, hiç kızmadan anlatmağa çalışıyordu. (Bu kâtip senelerce bu işte pişmişti) . Fakat böyle şahıs olmıyan bil «şey» den para almayı Dursunun aklı kabul etmiyordu; şu karşısındaki adam istese pek âlâ biraz daha fazla verebilirdi. Nihayet Dursun adam akıllı kızdı, «Hepiniz birsiniz: hep mahsulü alıpp'en az parayı verirsiniz. Ver o kâğıdı, vazgeçtim ben dedi. Dursun son kozunu oynuyordu. Pazarlık ta öyle değil midir? Bir taraf razı olmaz, vazgeçer görüdür, kalkar gider, öbiir taraf fiyattan birtız daha ikr.am ederek arkasından bağırır. Dursun da istidayı geri aldı, kapıyı vurup çıktı gitti, ama arkasından çağman olmadı. Aradan bir saat, belki daha fazla bir zaman'geçti, yine kapı açıldı, bu sefer Dursun kabahatli bir gocuk gibi mahcup içeri girdi, tekrar kâğıdı kâtibe uzattı, «Hadi bakalım, senin dediğin olsun dedi. Kâtip yine hep sakin, sanki hiç bir şey olmamış gibi, kâğıdı aldı, muameleyi tamamladı, Dursunun iri ellerine paraları saydı. Dur-suniııi keyfi yerine gedi, ama, o hââ, isteseydi kâtibin daha fazla para verebileceğine ıfcSffl v kâtibin omuzunu ah-
pspca dürttü,’ «Bu sefer senin dediğin oldu ama gelecek sefer kanşmam ha! Pamukları ggtUjcegim, dççt„ yüzden aşağı bırakmana. dedi. A ıL 7
B. S. Borun
376
SAVAŞ KARDEŞLER İZMİR TİCARETHANESİ
Zeytin, zeytinyağı, sabun ve her nevi sâde yağlar, peynir vesaire satışevi Anafartalar Mevsim sokak No. 5
Tel. No. 2377 Ev. 6235
Sicil No. 3334, Kuruluş : 1930
HALİM ŞAPÇI
Zeytin, zeytinyağı, sabun ve her nevi sâde yağlar, peynir vesaire satı evi
Sebat İş hanı No. 40 Tel. No. 3752
ALİ PERÇİNEL VE KÂZIM PERÇİNER
Ticaret Evi
Zeytin, zeytinyağı, sabun ve hernevi sâd( yağlar, peynir vesaire toptan satış yeri Kooperatif arkası Ali Naznıi Ap. No. 1/2 Tel No. 3153, Telgraf: Alî Kâzım Sicil No. 1912, Kuruluş 1930
ALİ RIZA YEĞEN
Kayseri Pastırma Pazarı
Yeni Hal No. 21
Tel No. 3975, Sicil No. 2007 Kuruluş tarihi : 1930
OSMAN ÖZKAL
Kayseri Pazarı
Yumurta ve
hernevi Bakkaliye toptan l’ıeâretlıanı
Tahtakale O İdesi Susara Sokak No. 29
ANKARA
OSMAN ANTEBLİ VE İSMAİL BEKRİ
BAKKAL
Toptan ve Perakende Şen Tecimevi
Yeni Hal No. 20 - Ankara
Tel No. 1991 Telgraf: Yeni Hal OBman
Kuruluş ta. 1929, Sicil No. 3551
HtîBAMElTlN ÇAÖIAYAN
MANDIRACI
Toptan ve Perakende Beyaz ve Kaşer ve Edirne Peynirleri;
Halis Aksaray ve Urfa 1
Zeytin
tere yağları, saf Ayvalık, Edremit
l yağları Tecimevi
Yeni Hal No. 3 İnkara
raf: Hüsamettin • Yenihal
• •
Ankara
Türkiye İş Bankası
KÜÇÜK CARİ HESAPLAR
I 944 İKRAMİYE PLÂN»
28 Son kânun, 2 Mayıs, 25 Ağustos, 1 Son teşrin
tarihlerinde yapılır.
1 adof ARSA (Ânk«a'ro’dâ Ravak- 4 adet 500 liralık - 2000.— lira
hderede 1024 M2. 10 » 200 > « 2000.- >
• İmar ada No: 254 10 > 100 - 1000.- >
Parsel No. 3ı 100 > 50 > = 5000.- >
1 > 2000 liralık - 2000.-Ura 150 » 25 > - 3750.- >
3 > 1000 > - 3000.- > 300 » 10 = 3000.- >
Türkiye İş Bankasına para yatırmakla yalnız para biriktirmiş ve faiz almış olmaz, aynı zamanda failinizi de denemiş olursunuz.
9â
& -
£
L-J
S z o
o
p
3 z
S tzi
O o o
S
bir a o o o besler ö ö o ser İnletir o o o neşe verir
a
te
Meşhur âlimlerden Dr | Haber, Biranın tarihi hak fanda yazdığı bir eserde milâttan Ö-GOO sene kadar J
evvel başlayan Keldani medeniyetinde biranın büyük bir yeri olduğunu g söylemektedir, Bazan yalnız arpadan bozan da arpa ve baharattan imâl edilen biranın kadınlar ve işçileri tarafından çok içildiğini yine bu > âlim anlatmaktadır. Yapılan bir haf- ra riy-atta bulunan on mezarın, bira
hnalâtını güsteren kabartmalarla tezyin edildiği ye malar yanyana getirlincc imalâtın bariz bir surette düğü de ayni âlım tarafından nakledilmektedir.
7000 SEK E
EVVEL
kabart-
ğorül-
BİRA GO O BfeEfeR O O G SERİNLETİR,O O O NEŞE VERİR
S cn
O O O te
S
V) UJ co
O O O
k&eddin Ktf'ral, BasınÎBvi ^Ankara (5395)