Kaynak: TÜSTAV - Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı Arşivi

I Ç İNDEKİLER
Lozan Sulh ti
imiz
»a
iiiyiik Roı • ■ ı Malı-.
Ilımamama Anketi
S. Boran
Adımlar
leğişme Halinde Köy] tiloğlan (Şiir) rk PsikulojiBİ Tenkiti
iyin içinden : Radyc
Cevap
Prof. G. Ito
Doçe-ut Bel ı
Kifat İlgaz
Doynt 31 ıii f
E. İşık
iler Ş. Başogju tararı Kahra-
?emal Meriç, Altın Göz
man ı
Kız. (Y. Çöl) ı. Faruk Top-Baymur,
İmkânları — Treni K t
tın Terbiye jfüklâr
liiyün
er. Yeşim ı Y. Çöl) hiçe S. Boran)
tarihine
TUSTAV
canlı bir ö itendi hayatını sürdür gesine şığımıuıkta bııL
eylik hâkimiyetine mili ölüm fermanıysa, Innu ir milletin eşsiz bir ın kli bir destanıdır.
LOZAN SULHU
OsmanlI Türkiyesi emperyalist devletler arasmdald rt kabet ve zıddiyete mevzu teşkil eden nıendelıetlerdea olmasına rağmen bu zıddiyet ve rekabetin doğurduğu 1 numaralı dünya savaşma katılmış bulunuyordu.
Galipler Osmanlı İmparatorluğunu psırçalanuıkkı kai-ın-yıırak öz Türk vatanım da istilâya başlamış, Sevr Muahedesiyle Türk milletine tam bir esaret boyunduruğu vurmak istemişlerdi. Fakat bu muahede ve istilâ Tiirk milletinin sonsuz yaşamak azmiyle istiklâl aşkının köpîir-
'esile olmaktan başka hır şeye jııranuuü^hİikJâl hniz dünya millî kurtuluş lıareketleri ki er örneklerinden birini verdi.
istediği bir ıak isteyen i zaferin tası I
neği, memlekette
rın göl
Osmanlı saltanatına ve \.trı Jerebı tin boynuna
Muahedesi hür caddesi, zaferi ve
5
ît
Türk mîlletinin, ğü bugünkü 2 azim ve iradesinin
n ve ateş içinde yüzd savaşma karışmamı



ADIMLAR
Aylık Fikir ve Kültür Dergisi
YIL l J_______AĞUSTOS 1943________________Say11 4
154 yıl önco Franjız ihtilali dünyaya, artık eski dqvrin kapandığını, yeni bir hürriyet, kardeşlik ve müsavat devrinin açıldığını ilân etmişti. Ne hazin tecellidir ki bütün dünyaya hürriyet, kardeşlik ve müsavat ümitlerini yüksek sesle haykıran Fransız milleti, İhtilâl günü olan 14 Temmuz gününü o ihtilâlden daha büyük bir gcjçit safhası olan bu muazzam 1943 yılında düşmanlarının esaret çizmesi altında idrâk ediyor. Bu yazıda, 154 yıl önce dünyaya gür sesle hürriyet, kardeşlik, müsavat ilân eden Fransız İhtilâlinin içinde doğduğu şartlar ve vardığı akibet İncelenmektedir.
FRANSIZ
İnsan ve Vatandaş
Fransız inkılâbının şiannı ortaya atan, insan ve vatandaş hukuku beyannamesi, kendi zaman ve şartları içinde, müstesna ehemmiyeti haiz, bir hâdisedir. Kendi muasırlarınca. bu yeni prensiplerin. Fransız milletini ezen, ilerlemesine mâni olan ve XVIII. asrın son çeyreğinde bütün dünya çapında muhakkar ve güce giden bir duruma düşüren, feodal münasebetlerin, artık çürümüş, aşınmış, fakat o nisbette ağırlaşmış zincirlerinin kırılmasından başka birşey olmadığının iddia edilmesi hiç te mübalâğa değildir.
İlk ve çok sert darbe, mutlak monarşiye, «İtısuıı Hukuku» beyannamesini doğurtmadı. Ancak halk kitlelerinin^ 14 Temmuzda yada değer bir şekilde Bastil-le’i zaptetmeleriyle bu doğum kan içinde yapıldı. Halk’ın zaferi, Konstituan meclisinde büyük burjtıvaİRiin zaferi ile destek lendi: emniyete alındı. 14 Temmuz gühle-
İNKILABI
Hukuku Beyannamesi
Yazan : Dr. Ziya OYKUT rinden evvel burjuvazi, inkılâbın esas vazifesinin, memlekete yeni bir «Kanunu Esa-sî»getirmek olduğunu asla düşünmüyordu.
Tüccarlar, armatörler, çiftçiler ve bir kelime ile büyük burjuvazi, inkılâbın yegâne vazifesinin, siyası hâkimiyeti ele almakta. toplandığım, henüz kavrayamamıştı. Eskimiş, köhneleşmiş kanunları ilga ederek, basat bir fikir sistemi ile. monarşiyi burjuva menfaatlerine uygun olarak değiştirmek - reform, mutlak monarşiyi meşrutî bir monarşiye - İngiltere'de oldu ğu gibi - tebdil etmek, iktidar mevkiinde de - burjuva "menfaat ler i ne yanlımı kolaylaştıracak - küçük bir yer istemekle iktifa ediyorlardı.
1789 da burjuvazinin programı bundan ibaretti. Bu programı tahakkuk ettirmek için, efkârı umumiyeyi, burjuva haklarının meşruiyetine inandıracak kat'î ve umumî nazariyeİerin ilân|i lüzumlu idi.
113
Bundan başka bu yeni prensipler, bütün dünyaya yeni bir İçtimaî bünyenin kurulması lüzumunu da yayacaktı. İnsan ve vatandaş hukuku beyıuıamesi, esas itibariyle,, XVHI. asır Fransız burjuvazisinin si-siyasî hâkimiyetinin tecessüm etmesinden başka bir mâna ifade etmiyordu. Fransız rasyonalist felsefesinin avangard fikirleri, bu vesikanın temelini teşkil etmiştir. 17-89 dan az önce, bu fikirler, ayni devrin dikkate şayan bir diğer vesikasında, «Amerikan milletinin kurtuluş hukuku lıeyannamesi» nde de formülleştirilmiş bulunuyordu.
Konstitüan meclisi, Fransız inkılâbının beyannamesini kaleme almak suretiyle, yalnız Fransa’nın değil, hattâ bütün Av-rupanın efkârı umumiyesini diriltici bir nefes gibi canlandırmış, bir kuvvet halin de ortaya çıkarmıştı.
Fransız burjuvazisinin iddiası neydi? Ve niçin «İnsan ve vatandaş hukuku beyannamesi» bıı kadar büyük, bu kadar geniş bir tesir uyandırdı ?
«İnsanlar hür doğarlar ve kanun nazarında müsavidirler Cemiyetin insanlar arasına koyduğu farklar ancak müşterek fayda üzerine kurulabilir. Kanun, umumî arzunun bir ifadesidir: kanunların yapılmasına, biitün vatandaşlar şahsen veya mümessilleri vasıtasiyle iştirak hakkına sahiptirler.»
Beyannamenin esas noktaları bunlardı. Bu fikirler, zengin ve münevver burjuvazinin ilerdenberi tanıdığı fikirlerdi; ve mutlak monarşinin kudret ve otoritesini tahrip için zaman bekliyordu. Bu fikirler çoktan beri gerek asaletin devlet cihazı, gerek kili se tarafından, Fransayı bozan, /asalet ve ruhban sınıfının hâkimiyet ve imtiyazına son çekecek olan «Mücrim flkiı> ler olarak mahkûm edilmiş bulunuyordu. Ve nihayet bu fikirler uzun zamandan beri Fransa'da, Fransız halkı ile bütün temaslarını kaybetmiş, soysuzlaşmış bir avuç aristokratın hüküm sürmekte olduğunu gösteriyor, ilân ediyordu? O aristokrat sınıfı ki, 17>9 a kadm- olrı- siyâsî hayatında yalnız kendi parazit hukukunu düşünmüş,
halk menfaatlerine sırtını çevirmiş, ihmal etmişti.
1789 da, beyannamenin yayılmasından sonra, bu yeni fikirler bütün Avrupa ve Fransa'yı sardığı gibi, halk kitlelerine, zanaatkarlara ve fakir köylü tabakaları arasına da yayıldı. Ve halk beyannamenin ilk maddesinden, kendisi ile aristokrat ve zenginler arasında hukukça bir ayrılık olmadığını öğrendi; önünde yeni bir ümit ufku açıldı. «İnsanlar hukukça müsavi doğarlar» cümlesi, işçilere, köylülere, zanaat-kârlara şaşılacak bir cüret verdi; hariku-lâde ve emsalsiz göründü; şevkle alkışlandı. Binlerce insan şu sözleri tekrar ederek haykırıyordu: İnkılâp istiyoruz.
Fransız burjuvazisi «İnsan hukuku be-yanamesi» ile inkılâpçı avangard bir sınıf olarak ortaya çıkmış, mutlak monarşiye karşı olan mücadelesine, milyonlarca insanı çekmişti. Beyannamenin bilhassa şu noktaları. muasırlar üzerinde çok derin bir tesir bırakmıştı: «Bütün vatandaşlar, - kanun nazarında - müsavidirler; kendi şahsî fazilet ve meziyetlerinden başka diğer hiç bir fark - asalet gözetmeden, kabiliyetlerine göre, bütün rütbe, mevki ve halk hizmetlerine müsavi olarak kabul edilirler». Babaların beyannameyi okurken, artık ço cılklarının kendi temiz saadetlerini bizzat yapabilme haklarına mark olduklarını görerek, sevinçlerinden ağladıklarını anlatanlar mübalâğa çimiyorlar. Netice olarak beyanname, inkılâbın yaratıcı kuvvetlerine, yeni ve geniş inkişaf imkânları veriyordu; imtiyazlarla süregelen asırların hatasını düzeltiyordu. O.şartlar içinde alkışlanacak ileri hamle... y
Bütün bunlara rağmen beyanname, burjuvazinin, bütün vatandaşlara kabili yet ve meziyetlerine tam ve müsavi bir inkişaf temin için zarurî şartları yaratacağından bahsetmiyordu. Bu lüzumlu ve zarurî şartların bulunmamayı ve temin edilmemesi ise, bir çok parlak kabiliyet ve istidatların, kendi kendine sönmesinden başka bir işe yaramıyordu, yarayamazdı.
Beyanname, bütün insanların tahsil
114
hakkından da bahsetmiyordu. XVIII. asrın sonunda, lûtufkâr burjuazinin şahsında, soy farkları üzerine kurulan feodalizmin tahsil monopolü şeklinde tezahür eden müsavatsızlığı yerine, tesadüf ve talilerin ördüğü - liberal - şartlara dayanan bir di ğer müsavatsızlık geçiyordu. Ancak parası olan okuyabilecekti. Para kimdeydi? Asırlarca feodalizmin istismarı altında inlemiş köylüde mi? halkta mı? Dar münasebetlerin içinde kıvrılmış ve büzülmüş zanaatkar çırakta mı? İşçide mi? Ne gezer!..
XVIII. asır burjuva filozofları, insanın tabii haklarını ileri sürerek, mutlakiye-te üânı harp ediyorlardı. Onlardan mülhem olan « insan ve vatandaş hukuku beyaııa-mesiı ilân ediyordu ki, bu siyasî iş birliği nin gayesi insanın tabiî ve vaz geçilmez haklarının korunmasıdır. Bu haklar ise, «Hürriyet, mülkiyet, emniyet, zulme karşı mukavemet haklarıdır».
Fransız burjuvazisi 200 seneden beri hürriyetsizliğe katlanıyordu. .Memleket hudutları içindeki «gümrük setleri», emtianın serbest tedavülüne mani oluyordu. Col-bert’tenberi endüstrinin himaye vc tanzim işi itaat altına alınmış, kapitalizmin inkişafı kösteklenmiş, bukağılanmıştı. Feodal münasebetler dar bir sistem halinde. Tica-ret ve endüstri’nin inkişafına engel oluyor; memleketi kölecilik çağında tutmak istiyordu.
Enerjik burjuvazi için, hürriyet, bu sebeple - keskin bir zaruret kazanmıştı. Burjuvazinin zenginleştiğini hasetle «ey-den aristokrasi mensupları, bu «hürriyet aşkı» na söndürmek için, en iğrenç ve müstebit usullere, suikastlere baş vuruyordu. Böyle bir tazyik altında yetişmiş, inkılâbını yapmış olan burjuvazi, iktidara geçince. tabiîdir ki. mülkiyetin en tabiî bir «insan hukuku olduğu» nu ilân edecekti.
Beyanname, mülkiyetin en tabiî bir hak olduğunu ilân etmekle İktifa etmedi; «el sürülmez, mukaddes bir hak» olduğunu da ileri sürerek, bu hakkı bir emniyet; hem
de mukaddes bir emniyet altına almış oldu. Mülkiyet meselesi üzerinde ehemmiyetle durarak, gayet vazıh ve berrak bir şekle koyan beyaname, ayni zamanda burjuva menfaatlerinin çok hususî mevki ve haller de bile, emniyet ve himayesini her cihetten gelecek suikastlere karşı - kanunlarla temin etmiş bulunuyordu. Beyanname, feodal sistem ve feodal mülkiyetin müdafaasın) yapan köhne hukuk ve kaidelerin yerine, burjuvazinin yeni rejim, yeni hukuk, ve her şeyden önce yeni mülkiyetini getiriyordu.
Fakat bütün bunlar Fransız inkılâbının ve beyannamenin tarihî mânâsım küçültmez. XVIII inci asrın sonunda, feodal sistemin yerine, daha ileri ve müterakki olan kapitalist sistem geçmeli idi. Fransız burjuvazisi 1789 da inkılâpçı bir sınıftı; zulme karşı isyanın en tabiî «insan hakkı» olduğunu, cemiyetin çalışan insanların hakkını ödemeğe mecbur olduğunu, vc insanlar için -çok kıymetli olan FİKİR ve İMAN hürriyetinin, bir kelime ile vicdan hürriyetinin huduteuzluğunıı. debdebe ile ilân eden bir sınıftı.
Tarihin inkişaf seyrinde modern emtia istihsal sisteminin tekâmülü ve merkezileşmesi neticesinde, bütün insanlar için -en tabiî ve mukaddes bir hak» olarak kabul titilen «rçüikiyet hakkı», yalnız bir sınıf insanın hukkı haline girmiştir. Tama-miyle mülkiyetsizleşmiş geni halk kitlelerinin, yeni ve inkılâpçı bir nizamlanı.ş için ayaklanmaları, «îhgaıı ve vatandaş hukuku beyannamesininâ değerini azaltmış, daha halkçı bir beyannamenin zaruretini doğurmuştur. Halk kitlelerinin bu kımıldanışları. burjuazinin tarihî rolünün b’t.imini işaretliyor; inkılâpçı rolünden uzaklaşan bur-vuzf. bütün ileri ve progressif HOL-geçmia, bir çok mars!»
köprüleri «iıısa.n hukuku beyannamesinin lıû-krmranlık hakkı» m kaldırmış buluııııy >r.
Ve Fransız inkılâbı L!Î4 üncü yılını böy« idrak ediyor.
YA» d?) larından vaz memleketlerde «her sahada irlirn.it parolasına uyarak, ileri gnı(
itmiş,
115
Franıanın büyük evlâdı Andre Malraux bugün bütün dünyanın dav yapılı birkaç romancısından biridir. Hayatı ile büyük sanatı birbirine ahenktar bir surette örülmüş olan Malraux bütün insanlık için kahramanlık örneğidir. 1933 dq çıkan "İnsanlığın Hali,, romanı, Fransanın en büyük mükâfatlarından biri olan Concourt büyük mükâfatını kazanmış ve derhal birçok dillere çevrilmiştir. Nasuhi Baydor tarafından dilimize çevrilen bu eser Ulus (Hâkimiydi Milliye) gazetesinde 1934 de tefrika adildiklon sonra kitap halinde basılmıştır.
Büyük Fransız Romancısı Andre Malraux
Yazan : Nermin HENEMENCİOOIA!
1927 senesinde, daha yirmi beş yaşın da iken, Malraus Bir Avrupa Gençliğine Dair» adıyla neşrettiği küçük bir eserde şu satırları yazmıştı: Ve dünya muaz-
zam bir münasebetler manzumesine inhisar eder ki hiç bir zekâ onları sabitleştirmeğe artık uğraşmıyor; çünkü durmadan değişmek ve yenileşmek onların tabiatı iktizasıdır. Öyle görünüyor ki medeniyetimiz, tıpkı madde telâkkisinde olduğu gibi, metafizikte de sabit hiç bir şey kabul etmiyen bir görüş kurmağa çalışıyor. İnsan ve Benlik mefhumları birbiri ardınca yıkıldıktan sonra böyle bir metafizik ruhun ihtiyaçları karşısında ııc yapabilir? Hareket ve adet lerle gösterilmiyen her şeyin yabancı kal dığı bir hay t içinde, ruhun bu ihtiyaçla rını ortadan kaldırmıya teşebbüs /etmek hareketler, değişmeler, yeni münasebetler ve doğuşlar halinde bir fikir ve hassasiyet alanı kurmağa çalışmak... ötedenberi mevcut beşeri zaruretler yanında ne cılız hayallerdir!.. Bir türlü bağlanamadığı bir hr yatı küçümsemeyi bir büyüklük addetmek gibi aşağılık bir nahvefe kendini kaptırmamış, kendi kendinin düşmanı olarak iyice silâhlanmamış olan bu gazepli gençjli ğin mukadderatı ne olacak?»
Bu satırlarda kararsız bir neslin yeni bir felsefe km-. ısında duyduğu hem istek, hem korku Nşkripvar. M^lraıı^ iki dünya arasında doğ -.n gençlerdendir. Aynı sı
ralarda yazmağa başlıyan bir çok muharrirlerde de aynı buhran alâmetlerini görüyoruz. Bunlar, bir medeniyetin can çekişmesi ile yeni bir medeniyetin doğum sancılarım birlikte tanıyan intikal devrinin çocuklarıdır. Yeni medeniyetin nereden geldiğini, nereye doğru gittiğini görürler. Ayni zamanda bir takım zaruretler neticesi olarak kendilerinde eski ^medeniyetten de izler kalmıştır. Eski: düşünme. Yeni: hareket. Eski: benlik. Yeni İçtimaî şuur. Her memlekette bunlar arasında çırpman insanlar vardır. Bir kısmı, yenilerin safında mücadeleden yılarak acı bir hayal kırgınlığı ile eskiye sığınırlar: Andre Gide gibi. Bir kısmı ne eskiden hoşlanırlar, ne de yeniye bağlanabilirler, köksüz bir ağaç gibi kurumağa mahkûmdurlar. Bunlara misal olarak Auden ve Isherwood gibi bazı İngiliz şairlerinin adını sayabiliriz. Bir zamanlar gayet ileri olarak sayılan bu şairler, harp başlar başlamaz memleketlerinden Amerikaya kaçtılar. Büyük bir dava karşısında yalnız kendilerini korumağa baktılar. Aynı kelimeler i kullandıkları halde ifadelerinde artık bir kofluk var. Ame-rikada hiç bir kıymetli eser vermediler, bu istikamette devam ettikçe verecekleri de şüphelidir. Bir üçüncü kısım, maziden miras kalan ikilik endişesini inkâr etmeyip, gözleri açıkr udim adım yeni dünyaya doğru İlerliyenlerdir. Bunlar kendileri gibi iki
116
medeniyet arasında bulunan yüz binlerce in&anın alâka ile okuyacağı muharrirlerdir. Emst Toller gibi, Ramon Sender gibi, An-drâ Malraux gibi...
Malraus en büyük romanına «İnsanlığın Hali:- adını vermiştir. Bütün romanlarında esas mesele insan meselesidir, insan, nasıl insan olur? insanlığın en yüksek derecesine nasıl varılır? Varmak diyorum, çünkü Malraux için insan kelimesinde sabit bir mâna değil, bir olmak, varmak mânası vardır. Kitaplarındaki insanlar daima bir gaye peşindedirler - bu gayeye varabilmek için düşünce ile hareket arasında bir âhenk kurmağa çalışırlar, veya ikisinden birini inkâr ettiklerinden muvaffakıyetsiz-liğe uğrarlar. Meselâ «insanlığın Hali» romanında Çcng, ve «Ümit» romanında Puig. Çeng Çinli bir tethişçidir. Onda hareket hırsı mistik bir cezbe haline gelmiş; lüzumlu lüzumsuz öldürmek, yıkmak ihtiyacını hissediyor. O kadar ki Çang-Kay-Çek’i öldürmeğe karar verip iki genç arkadaşının yardımını istediği zaman onlar: «Eğer sana yardım edersek, davamız için değil, imanımız için değil, senin için yapmış olacağız, diyerek reddediyorlar. Çeng yalnız başına bombayı atıyor ve iki bacağı parçalanarak ölüyor. Otomobilin içinde.. Çang-Kay-Çek bulunmadığı için Çeng boş boşuna hayatını feda etmiş oluyor. «Ümit: romanındaki anarşist Puig de Çeng gibi büyük şahsî cesaret göstererek ölür; fakat (bu roman ötekinden sonra yazılmıştır ) ölmeden evvel ortada şahsî cesaretten çok daha büyük, daha mühim bir mesele olduğunu anlar. Ve i hayatını, anarşinin zaferi için değil, cumhuriyetçi ispanyanın âsilere karşı müdafaası için verir. Sırf hareket için yaşıyanların öteki ucunda da, Malra-ux’nun hemen her kitabmda rastladığımız bazı tipler vardır: para ve iktidar biriktirmek için yaşı yan insan tipleri. Mlaraux bunları ekseriya hayatlarının sonlarına doğru gösterir. Servete, iktidara varmışlardır. fakat içlerinde müthiş bir boşluk hissetmektedirler. Bu boşluğu doldurmak için mütemadiyen cinsi zaferler peşinde koşar
lar, halbuki kadınlar da onları tatmin etmez, çünkü kadında aradıkları bir insan değil, sadece kendi üstünlüklerinin belirmesine bir vasıtadır. Konsorsiyom müdürü Ferral bu tiplerin en iyi bir misalidir.
Bir eserinde Malraux diyor ki: «Bütün ruhî hayat bir mübadeledir ve müşahhas insanın esas meselesi hangi şeyden gıda almak niyetinde olduğunu bilmektir. » Aldığı gıdaya göre şahsiyet ya zenginleşir, ya fakirleşir. Büyük bir sosyal cereyana iştirâk edenler, onunla beraber büyürler. Neşrettiği son üç eserinde Malraus üç büyük cereyanı ele alıp o cereyanların etrafında ve içinde her türlü insanın nasıl inkişaf ettiğini gösterir. Birincisi 1927 Çin ihtilâli, İkincisi Almanyada Nazisme karşı yapılan gizli mücadele, üçüncüsü Ispanya dahilî harbi. Delikanlı iken «Bu gazepli gençliğin akıbeti ne olacak?» diye endişe eden adam, olgun bir insan olarak kendi sualine cevap veriyor: Tam bir insan olmak güçtür. Fakat bunu, başkaları ile bir olan tarafınızı inkişaf ettirerek yapmaya çalışmak, başkalarından farklı olan tarafımızı inkişaf ettirerek yapmaktan daha zor değildir. Bu birlik, hiç değilse, farklılık kadar, insanı insan yapan, kendi kendisini idrâk etmesine, kendim aşmasına, icat etmesine, yaratmasına sebep lan şeyi kuvvetlendirir.» işte yaşadığımız devirde insan olmanın şartlan; bugün insan kendini bulabilmek için kendini kaybetmeli, başkalığının inkişafından ziyade birliğinin inkişafına uğraşmalıdır. Çünkü yaşadığımız devir hareket devri, değişme devridir. Ancak bu harekete niçin iştirâk ettiğimizi bilerek iştirâk edince insanlığa varabiliriz. Başka devirlerde hakikat başka türlü olabilir. Bizim asrımızda hakikat budur. Mslraus-ntm üç kitabmda aynı muazzam mücadelenin üç safhasında rol oynıyar erkek ve kadınların her biri tekrar tekrar söyler: Ben insanlara niçin çalıştıklarını öğretmek için çalışıyorum. İnsan, haysiyetini yükseltmek için harbediyortım. Ezilmiş insaniyete büyüklüğünü iade etmek için, hayatımı veriyorum.
117
Bu yolu takip edenler nereye varır? İnsanlığın Hali romanında sona doğru Mal-raux öyle müthiş bir olay anlatıyor ki onu bir defa okuyanlar hiç bir zaman unutamazlar. Çang-Kay-Çek Kuomintang’m (çin millî fırkasının) sağ kanadına dayanarak ve Şanghay’daki Çinli ve ecnebî zenginlerden para yardımı görerek ihtilâli bastırıyor. Çarpışmanın bittiği akşam, yakalanan esirlerden iki yüz yarah bir mektebin kapalı avlusuna tıkılıyorlar. Pek yakında bir istasyon vardır, ara sıra lokomotifin düdüğü işitilir. Avlunun boyunca üç metre genişliğinde ayrılan yere işkence edilerek esirler yatırılmışlar. Onlan canlı olarak birer birer lokomotifin ocağına atıyorlar: her işitilen düdük sesi bir insanın cayır cayır yanması demektir, öteki esirler sadece kurşuna diziliyor.
Duvarın dibinde romanın iki mühim şahsı buluşuyor ihtilâl liderlerinden Kyo ve Katov. Kyonun babası Fransız, annesi Japondur. Katov da, Rustur. (Daha sonra İspanya harbinde olduğu gibi, Çin ihtilâlinde de her milletten insan iştirak etmiştir.) Yanlarında pek genç iki çinli de vardır. Çang-Kay-Çek’İn otomobiline bomba atarken ölen Çeng’in arkadaşları. Kyo ile Katov böyle bir âkıbete uğrayabileceklerini evvelden düşünerek kemerlerinin tokasına ikişer zehirli hap koymuşlardır. Kyo zehiri-ni yutarak öldükten sonra Katov, etrafında hep kendi tarafının yarakları olmasına rağmen, müthiş bir yalnızlık hisseder. Lokomotifin ıslığı tekrar işitilince yanındaki gençler se; liz sessiz ağlamağa başlıyorlar. Yanmak, cayır cayır yanmak, gözlerin parmakların, kamın yanması ne korkunç bir ölümdür diyorlar «Odadaki uğultuya, kendi gibi savaşmış olan bütün bu insanlara rağmen, Katov yalnızdır, ölmüş dostunun cesedi ile çılgın gibi korkan iki yoldaşı arasında, bu duvar ile karanlık geced-kaybolan bu ıslık arasında yapayalnız. Fa kat bir insan bu yalnızlıktan, ve hatla belki bu korkunç ıslıktan bile daha kuvvet!* olabiüi ’ . Hayatım o zaten Çinlilerin kurtuluşuna vermişti. Şimdi hayatından cok da
ha fazlasını bu iki genç çinliyc vermeye karar vererek kemerindeki zehirli haplar: onlara uzatıyor: zehir ancak iki kişiye yetecek kadardır. Çinlilerin titreyen elleri zehiri yere düşürüyor. O zaman karanlık ta üçü birden zehiri aramağa başlıyorlar. Üçü de yerlerinden kalkamıyacak kadar yaralıdır. Nöbetçi askerlerin de nazarı dikkatim celbetmemek lâzım. Ancak avuçlarını yere değdirerek etraflarım karış karış arayabiliyorlar. Her taraftan yükselen iniltiler ve ara sıra geceyi yırtan düdük sesi ile dolu olan bu bekleme odasında iki kişilik zehirli hapları arayan bu üç çift el okuyucuların kâbuslarına giriyor... Zehir bulunuyor, ve genç Çinliler işkence korkusundan kurtuluyorlar. Kendi kendine: ıFarzedelim ki bir yangında, yanarak öldüm» diyerek hayatından büyük bir hediye yapan Katov insanlığın en yüksek seviyesine yükselmiştir. Ve bu kahramanlığı kardeşi için değil, sevgilisi için değil, tanımadığı. karanlıkta iyi göremediği iki ülkü arkadaşı için gösteriyor.
NIalraux düşündüklerini tatbik eden bir insandır. Romanlarında yarattığı şahıslar gibi o da büyük cereyanlara iştirâk etmiştir. Çin ihtilâlini yakından görmüştür. Ispanya harbi esnasında gönüllü tayyareci olarak cumhuriyetçiler safında harbetmiş-tir. Asilerin elinde bulunan son model Alman ve İtalyan tayyarelerine karşı cumhuriyetçiler ancak bir kaç eski püskü tayyare çıkarabilmişti. Gönüllü bir bölüğün kumandanlığını yapan Malraux bu eski tayyarelerin biri ile en az altmış yetmiş uçuş yaptı. 1937 senesinde Ameri-kayal giderek İspanyol cumhuriyetçileri için maddî yardım toplamağa çalıştı. Aynı zamanda olaylardan ilham alarak «Ümit» adlı romanını yazdı. İspanya harbi bittikten sonra 1939 başında Fraıısaya döndü. Eylülde Fransa Almanyaya harp ilân edin ce Malrauxymc gönüllü olarak Fransız hava kuvvetlerine yazıldı. Ve orada izini kaybediyoruz: Harpte ölmediğini, bir yeni eser yazdığını biliyoruz. Fakat nerededir? Ofiaglium bii'inde esir midir? Bir rivayete
118
göre Fransanın cenubunda bulunduktan sonra Cezayire geçmeğe muvaffak olmuş. Eğer doğru ise. bu sevindirici bir haberdir. İnsanlığın Hali hiç şüphesiz gecen harp-tenberi yazılan en kuvvetli Fransız roma nıdır - halbuki muharrir MaJraux henüz henüz kırk bir yaşındadır. Kırk yaşında bir tayyareci ihtiyar sayılabilir, fakat
kırk yaşında bir muharririn en faal günlerini henüz yaşamamış-olması pek muhtemeldir. İnsanlığın Halı romanından daha büyük bir eser vermek mümkün değilse bile, Malraux onun kadur olgun, onun kadar mükemmel bir çok yeni eser verebilir. Ctoayirde, veya kurtarılmış Fransada neşredilecek bu romanları bekliyoruz.
FİKİR ASALETİ
Cemiyet içinde kendilerini seçkin aydın rolünde görenlerin; gerçeğin olanın bitenin önüne geçilmez çarpışı karşısında sinsice yaptıkları bir kaçamak var. Bu kaçamak, yarasalar gibi aydınlığa çıkmaktan korkmak ve gerçekte karşılığı olmayan kocaman klişe ıstılahlara, hayatlarında bir gün kendilerine tatbik etmedikleri büyük sıfatlara sığınmaktır
«Fikir asaleti» sözü bu sığmaklardan biridir. Eğer fikir için mutlaka bu tavsd kullanmakta ısrar etmek lâzımsa, fikir asaleti, olsa olsa, fikrin konusu olan gerçeği olduğu gibi göstermesi, ifade etmesi olabilir. Onun için, tabiata ait olsun, insanlara, cemiyete ait olsun, gerçeğin akışını olduğu gibi görenlerin ve bu görüşle dem
den heyecanlananların cilâsız, çıplak didinmeleri karşısında cilânın, riyanın sun’î kalesine çekilip fikir asaleti postuna bürünmek, kof kalıplarla zırhlanmak ne kadar beyhudedir? Çünkü çürük teneke cilâ-smm parlaklığı, kol kalıpların boşluğu gerçeğin şaşmayan akışı karşısında uzun müddet dayanamıyor. Tarih boyunca uyguncalar hiç bir zaman uslanmıyorlar, bir güıüük sultanlık sultanlık!ır» deyip günlerini gün etmeğe çalışıyorlar. Fikir asaletini; üstlerinde bir elbise gibi taşıyanlar. meşhur buluşunu bulduktan sonra suyun içinden çıplak fırlayan Arşimed'in bu hareketi karşısında fikir asaleti namına kimbllir ne kadar üzülmüşlerdir?
TUSTAV
119
Adımların Humanizma Anketi
Son «enderde kültür ve fikir havamızda en çok münakaşa edilen mevzulardan biri hunıanizma'dır. Geçiş halinde (transition) bulunduğumuz, dalla önce dayandığımız Arap ve Far» klâsiğinden ayrıldığımız için, bu hususta söz söyliycn herkesin, mevzuu ayrı durumlardan ele almasına rağmen humanizma etrafındaki bu ilgiyi tabiî buluyoruz. Bundan dolayı artık humanizmanın ne demek olduğunu daha derli toplu bir surette araştırmanın zamanı geldiğine kaniiz. Bu düşünce ile yakında bir humanizma sayısı çıkaracağız. Bu sayıda humanizmayı muhtelif cepheleri ile ele alacağız. Bunu yapmadan evvel,, memleketimizde bu sahada görüşleri olan aydınların fikirlerini dergimizin okuyucularına bildirmeyi faydalı bulduk. Kültür ve fikir adamlarımıza şu iki suali sorduk:
1. Humanizma nedir?
2. Bugünün fikir ve kültür gelişmesinde humanizmanın mânası ve rolü ne olabilir?
Bu ankete verile ncevapları olduğu gibi neşrediyoruz. Bunlar cevap vermek lûtfunda bulunanların fikirleridir. Onun için Adımlar, bunların fikri mesuliyetini hiç bir suretle üzerine almıyor. Biz bu husustaki fikirlerimizi humanizma sayımızda etraflı olarak yazacağız.
Bu sayıda Adımlar’m humanizma anketine Nurullah Ataç’ın verdiği cevabın ikinci kısmını ve Ankara Üniversitesi klâsik filoloji profesörü Rohde’nin cevabını neşrediyoruz.
Nurullah ATAÇ
Lise öğretmenlerinden
Madem ki «humanizma* dan asılbek-. (ediğimiz nisanı kendi toplumunıın, kendi zamanının dışında düşünmeğe alıştırmak tır, ciyle ise niçin yeni diller değil de illle eski diller, ille ölmüş diller?
Çünkii yaşayan dillerin en büyük şairleri, filosoflan son beş yüz yıl içinde gelmişlerdir, onların eserlerinde de gene kendi ihtiyaçlarımıza, kendi zevklerimize çok yakın mevzularla, sözlerle karşılaşırız; onlar bizi kendi kendimizden uzaklaştırmazlar. Onlar, ilk Çağ’ın eserlerde karşılaştırılınca • firenkçe bir böz kullanacağım için affınızı dilerim - «actuel» dîrler, halbuki humanizma:» nın bizi «actuel» den kurtarması gerektir, M
Yeni diller, yRşavan diller bugün ortada duran, büyüyen, kuvvetlenen, yahut kü-çülüp zayıflıyan rnilletierih bilidir; Villon
ile Montaigne'i, okurken bugünkü Fransa-yı. Shakespeare ile Bacon'u okurken bugünkü İngiltere'yi düşünmemeğe, onları düşününce de bugünkü davalar, meselelerle uğraşmamağa imkân yoktur. Fransızca, İngilizce gibi diller daha gelişimlerini bitirmemişlerdir: en eski eserler dahi bu bakımdan yenidir, zamanımızın malıdır, çür kü zamanımızda gelişmekte olan bir bütünün birer parçasıdır; bizi zamanımızdan ta-ınamile uzaklaştıramaz, çıkaramaz, ölmüş diller, ise, o dilleri konuşmuş, yazmış milletlerle beraber tarihe karışmışlardır, bize büsbütün Şabancı olmuşlardır. Bu yabancılıkları sayesinde kendilerinden umduğumuz iyiliği edebilirler.
Ölmüş dillerin bir fazileti de kendilerinden sonra gelmiş dillerin eserlerini de merak ettirmeleridir. Bugün yunancayı, lâ-
ıto
tinceyi öğrenmiş, eserleri ile uğraşmış hiç kimse yoktur ki Orta - Çağ’m, Yeni Zamanların edebiyatına, felsefesine az çok merak sarmış olmasın, halbuki sadece yaşayan dillerle uğraşanlar arasında ölmüş dillerin edebiyatını, felsefesini merak edenler,hattâ gülünç bir gurur ile onları hafif -semiyenler pek azdır. Demek ki yaşıyan diller gerçekten bir «humanisma» olamazlar. Çünkü insanı, insan oğlunu geçmişteki, gelecekteki kaderi ile, yani bütün insan oğlu ile uğraştırmak faziletinden mahrumdurlar.
Yaşayan dillerin bunun dışında büyük bir kusurları vardır ki o da madde bakımından «faydalı» olmalarıdır. Halbuki - humanisma» yı. gözümüzde «fayda» yı küçültmesi için istiyoruz, kendi toplumu-
muzun, kendi zamanımızın, kendi kendimizin dışında düşünebilmek derken anladığımız çalışmamızdan, düşüncemizden doğrudan doğruya bir fayda, bir kâr beklememektir.
Yaşıyan dillerin bir kusuru dalla: bilginin çoğalıp bölümlere ayrıldığı bir zamanda geliştikleri için kafaları «ihtisas» denilen körletiei, dar çerçeveye sürüklerler, ölü diller ise kafayı, her şeyi az çok kavramağa, hiç olmazsa merak etmeğe götürür. Bilginin bugünkü halinde ihtisastan büsbütün kurtulmağa imkân olabileceğini sanmıyoruz: uma eski diller bize ihtisasın bir iyilik değil, bir zaruret olduğunu hatırlatır, böylece de bizi, elimizden geldiği kadar bütünden haber almak sevdasına düşürür, ufkumuzu genişletir.
Klâsik, eski çağlar üzerinde İlmî araştırmaları kendine meslek" edinen kimseler için Humanizma meselesini şu veya bu şekilde kendi yönünden hükümlendirmc işi güçtür. Çünkü konusu yunan ve lâtin ve edebiyatı olan bu ilim, bugün eski çağlar ilmi olarak genişlemiş ve bahusus heı noktada klâsik antik bilginin hudutlarını aşmağa başlamış olduğundan, diğer her hangi tarihî - filolojik bir disiplin haline gelmiştir. Esasen bu ilim şubesinin anası. İlmî araştırma gerçekliği ve safiyeti bakımından, bundan başka da bir şey olamazdı. Her hangi bir üstünlük iddiası onl çok uzaktır.
Diğer taraftan eski çağlar âlemi ile İlmî çalışmanın dışında, bir de antik sanat, şiir, tarih ve felsefe eserlerine karşı duyulan heyecanlı sevgi bulunur. Nitekim filo ioglan bu mesleğe çeken kuvvetin aslını da bu istikamette «ramak icabeder. Bu alanda çalışmanın araştırma konusuna karşı olan sevgisi, araştırmanın İlmî değer-
Profesör Georg RO1I DE Ankara Üniversitesi
lcndirilnıesinde kendini göstermese bile, hiç değilse ilgisinin fazlalığında ve çalışmasının ağırlığında görülmelidir.
İşte bir şahısta bulunan hu iki ruh haletini, .yani ilmi ve humaniztik ruh haletini, birbirinden iyice ayırdedebilmok her zaman kolay bir şey değildir. Fakat filolog bilhassa bir şeyden emindir: Bu da, kendisine bilhassa humanizma unvanım verip. antik ilimle hakikî hiçbir ilgisi olmı-yan. idâsik eski zaman bilgilerine karşı duyulan «Konventionel» ve ananevi sevgi ye diişmektense;, sırf söz kalabalığından ibaret olan ve hakikate dayanmıyan sevgi ye karşı cephe alan hümanizm anın namus-kâr düşmanları araşma katılmayı daha yerinde bulur,
Filologun durumu bu yüzden güçleşir. Çünkü bir hümanist olmak bakımından şayet eski çağ bilginlerinin umumî bilgi hazînesi içine alınmasına taraftarlık gösterecek olursa, o zaman da ya onu ilminin çerçevesi içine itmek ıst ivecekler vc ya-
121
hutta kendisine karşı şu itirazda bulunarak : «Sen eski çağ ilimlerile uğraştığın için zengin heyecanlarla karşılaşmakta olduğuna hiç şüphe etmeden inanıyoruz. Fakat sen bunları, kendini eski çağ araştırmalarına hasretmiş olduğun için duyuyorsun. Şu halde, bütün insanların eski saman bilgileri âlimi mi olmasını istiyorsun acaba?.. diyeceklerdir. Diğer taraftan bugün bir çok filologların yaptığı gibi, humanis-tik tahsil ve terbiyenin lehine olmak üzere ileri sürülen mııtad iddiaların sakatlığını herkesten daha iyi bilen bir âlim sıfatım takınarak, humanizma meselesine karşı, bugün bir çok filologların yaptığı gibi, soğuk ve temkinli bir çekingenlikle hareket edecek olursa, o zaman da bu filologun hareketi, antik çağ ile meşgul olunan insanı insan yapan kıymetlere, veya muhakkak olarak, filoloğun kendisine, esas itibariyle fazla birşey katmadığım kabul eden bir itiraf gibi telâkki edilecektir.
Bütün bu söylediklerimize ilâveten bir de humanisma mefhumunu birçok mânalara gelişi vardır. Bu kelime evvelâ hümanistler devrini işaret etmek maksadiyle ortaya çıkmış, sonraları daha yüksek tahsil ve terbiyenin merkez noktasma Yunan ve Lâtin diliyle edebiyatım koymak istiyen temayüle alem olmuştur. Diğer taraftan humanisma tabiriyle «sırf İnsanî» veya buna benzer bir tabirle ifade edilen bir zihniyet kastedilir. Bu mânada kullanılan humanisma mefhumu ekseriya eski çağ bilgi -lerile olan olan ilgisini kaybeder. Sonu gel-miyen bir çıkmaza düşmemek için biz burada yalnız dar mânadaki humanisma dan bahsedeceğiz.
Humanisma’da örneklerin taklidiyle es kilerin yeniden canlandırılması fikri daha baştan itibaren bir rol oynar. Doğduğu şehri eski büyüklüğüne ve hürriyetine kavuşturacağım sanarak eski Roma teşkiîâ-tmı taklid eden’Tribün. Cola di Rienzo gibi Humanist’ler le klâsik lâtin üslûbunun büyük örneklerini taklit ederek manevi terbiyenin en yüksek noktasma varılacağını umarlar. Filhakika bu suretle orta za
manların, canlı olmakla beraber güzel ol-mıyan skolastik lâtincesini ölüme mahkûm etmişlerdir. Fakat bu taklit sonucunda ortaya çıkan tesirlerden de sarfuıazar edemeyiz. Bu taklit bizi, lâtin üslûbunun orijinal kaynaklarının aranılıp bulunarak incelenmesiyle, bir taraftan eski çağ bilgileri hakkında canlı bir tasavvurun yaratılmasına, diğer taraftan da modern filolojik - tarihî metodun ortaya çıkmasına götürür. Bu humanisma VVindelmann ile başlı-yan .Estetik» humanisma ile kuvvetli bir cûhlanma gösterir. Bu da bir taraftan rokoko üslûbunun ölüme yüz tutmasiyle klâ-sisizm'in doğmasını, diğer taraftan da sanat tarihinin bir İlmî disiplin olarak meydana çıkmasını neticelendirir. Ve yine lâ-tincenin pratik hayatta kullanılmadığı bir devre olan 19. uncu asrın humanismasında taklit mefhumu daha uzun zaman sürüklenir durur.
Bugün taklidi, tahsil ve terbiye içinde ana mefhum olarak telâkki edemeyiz. Bizim için mühim olan şey, her insanda mevcut olan ferdî kabiliyetlerin inkişafıdır. Humanistik tahsil ve terbiyeyi hiç nazarı itibara almıyan veya ondan bir parçasını muhafaza eden birçok mektep tipleri meydana gelmiştir. Esasen bizzat Huma-nismada programmda bir değişiklik yapmıştır. Artık taklitten bahsedilmez, bilâkis esas olan şey, genç insanda uyumakta olan kudretlerin eski çağlar âlemile temas ederek harekete geçmesidir. Meselâ Niçe, kendişinin söylediği gibi, kendi üslûbunu Sallust’ın eserlerini tanıdıktan sonra keşfederi îşte yeni zamanların lıumanismaaı-nın c-sas fikrini şöyle formüle edebiliriz: Kendi kuvvetlerini, kudretlerini şuurî bir şekilde tanımak ve benliğini bulabilmek için eski çağlar âlemile temas bir vasıtadan ibarettir. Eski çağlar san’at nazariyesinin ve Rhetorik taklidinin eski anlamı nasıl doğdu ise. eski çasrlar felsefesinin bu yeni anlamı da öyle doğmuştur.
Bu da nihayet plâstik tabloyu doğuran kıvılcım sıçramalarının, ruhlardaki bilgi ateşini tutuşturması ve bu ateşin kendi
122
içinde gelişerek yanmasına devam etmesidir.
Bugün humanisma’nın ne olduğu meselesine bu söylediklerimizle en umumî şe-kildecevap vermiş bulunuyoruz. Modern hu-manisma’nm programı ve vücut bulması sorularına gelince: buna cevap vermek ol dukça güçtür. İlk bakışta devrimiz huma-manisma’ya mümkün olduğu kadar uzak gibi görünür. Devrimizde humanisma’yı destekliyen unsurlar ne kadar az ise ona karşı aşikâr düşmanlıklar da o derecede fazladır. Fakat garip olan şurasıdır ki, devrimize kadar uzanıp yetişebilen büyük bir manevî kudret olarak antik çağların bizzat mâna ve ehemmiyetinde hiç sarsın tı olmadığı halde, mücadele yalnız humanis-niflnın eski programına karşıdır. Ferdin eski çağlarla olan bağını yeniden ve mümkün olduğu kadar şuurlu vc humanîsma ile ilgisiz olarak kurma yolunda gayretler sar-fedilmektedir. Nctekim bugünkü Alman -yada, Yunanlılarla Cermenler arasındaki kan karebeti fikri hakim bir rol oynar ve yine Romalılar siyasi örnek olarak öğül-dükleri zaman yine «örnel hunıanistik mefhumundan tamamen kurtulmuş olmuyoruz. Diğer taraftan bir çok da hum a niştik ideologiler meydana gelmektedir. Mü temadiyen yeni yeni ifade şekilleri, mâna vermeler tecrübe edilmektdir. Bunlardan biri siyasî - her ik bir humanisma olarak gösterilebilen (üçüncü humanisma» isimli cereyandır. Bunun için insan Niçe’nin şu sözlerini hatırlar: Ruhlarınızı Plutarak' la doyurunuz ve onun kahramanlarına inanarak, kendi kendinize güvenmeğe cesaret ediniz. Bunun gibi modern olmıva-rak terbiye görmüş daha doğrusu olgunlaşmış ve kahramanlık fheroik fikre) fikrine alışkın yüz kişi ile, bugün bu devrin. bütün bu gürültüsü, yarım yamalak tahsil ve tebriyesi, ebediyen susturulabilir.»
(Üçüncü llumanisma>- fikrinin pek fazla zamanına bağlı olduğu, binaenaleyh pek tutunamıyacağı aşikârdır. Fakat bu
nun işaret ettiği bir nokta vardır. O da: humanismanm eski ortaya getirilen şekil leri artık ölmüştür. O zamanki devrin cereyanlarından alınmış olan iddialarla bu eski şekilleri müdafaa etmenin mânası yoktur. Diğer taraftan şurası da aşikârdır ki. Antik çağlarla yeni bir anlaşmaya başla nılmıştır. Antik çağlar mektep humanis-masının en parlak devrindeki zamandan daha fazla ruhları cezbedip tahrik etmektedir. Belki yine öyle bir devir gelecektir ki, içinde humanistik tahsil ve terbiyenin de eksik olmıyacağı müşterek bir tahsil vc terbiye esası olacaktır. Hattâ belki de bunu Antik çağlara bütün isyankâr şekilleri ile yeni bir patlak vermenin takip edeceği ve bugünkü hayat üzerinde tazyik yapan ve onu çirkinleştiren bazı temayüllere karşı manevî bir kurtuluş mücadelesine girişecek yeni bir Humanisma’nın geleceği hatıra gelebilecektir.
Antik çağlarla yeni karşılaşmalardan ortaya çıkan ve gelişme yolunda gözüken bu yeni humanismanm kaybolmaz bir mata’ olarak muhafaza edeceği şey nedir? Biz bu hususun aydınlatılması için yalnız birkaç nokta ileri süreceğiz:
1) Ferdin manevî hürriyeti, devrin temayüllerine karşı müstakil Ve kritik bir vaziyet alma, günün değişen her modasına uymaktan vazgeçme.
2) Tahsil ve terbiyenin bir kıymet ol duğtınu. tahsil ve terbiyenin bir gaye için vasıta olmadığına, bilâkis başlı başına bir kıymet, bulunduğuna ve insanın buna en seçme kuvvetlerini ve en iyi zamanım hasredeceğine inanma.
3 ■ Manevi ananelere karşı saygı ve bu an «melerin zamanın değişen temayülleri sebebiyle ihtiyari değişmelere karşı himayesi.
4‘ Beşerin en kıymetli mülkü olarak kabul edilmesi lâzımgelcn «dil» e karşı mesuliyet hissi, dil İslahına karşı istek, vc dilin kıymetine zarar getiren devir temayüllerine karşı namuskârlık.
Çeviren ... Mebrure Osman TOSUN
123
Değişme Halinde Köylerimiz
Doçent Dr. Behice S. BORAN
Ankara Üniversitesi
Bütün dünya cemiyetlerinin, bu arada kendi cemiyetimizin de değişme halinde olduğu hepimizin bildiği, söylediği, tekrarladığı bir hakikattir. Bizim cemiyetimiz, daha yakın bir geçmişte bir şark feodalitesi olmak halinden Garp medeniyeti çevresinde bir millet olmağa doğru değişiyor. Bu değişmenin en hızlı olduğu yerler, îs tanbul, İzmir, Ankara gibi büyük şehirlerimiz ve Karabük, Zonguldak, Sivas gibi büyük endüstri müessese!erimizin yer alıp gelişmekte olduğu merkezlerdir. Yaşayış şartlarında ve tarzında, görüşlerde, fikirlerde, İçtimaî müesseselcrde hasıl olan değişmeler ve yenilikler evvelâ bu büyük merkezlerde belirip tutunurlar, sonra diğer küçük merkezlere, topluluklara yayılırlar. Köylerimiz, büyük şehirlerimizin ve endüstri merkezimizin öncülük ettiği bu değişme halinin dışında değildirler. Köyler daha ağır değişir; uzak mıntıkalardaki köylerimiz ilk bakışta değişmiyor, yerinde sayıyor gibi görünebilir, fakat inceden in ceyc tetkik edilirse onlarda da değişme alâmetleri, başlangıçlar görülür. Memleketimiz, bugünkü medeniyet çevresinde ileri bir millet olmak yolunda ilerledikçe,: İçtimaî değişmenin hızı artacak ve sahası genişli-yocektir; yani köylerimizin, cemiyet şekli ve hayatı da daha belirli, daha çabuk değişecektir.
Köylerimiz değişme halindedir ve bu hal artacaktır. Bunu böylece kabul etmeliyiz ve bazı geri düşünceli, cemiyetin gittiği seyri anlamıyan veya anlamak istemiyenle-rin yaptığı gibi bundan korkmak değil, bilakis buna sevinmek lâzımdır. Zira umumiyetle cemiyetlerin seyri kendi içlerine kapak, İktisadî sistemleri kendi kendine ye
ter. dışla münasebetleri az, «kapalı topluluklar» olmak halinden, dış topluluklarla münasebetleri fazla, onlarla iş bölümü yapan, «açık topluluklar» haline doğrudur. Bugünün ileri tekniği ve istihsal şartlan, toplulukların kendi kendine yeterliklerini, kapalılıklarını gittikçe kırıyor. Bazı memleketlerde, kapitalist sistemin doğurduğu şiddetli, İktisadî iç buhranlar ve dış rekabetler neticesinde beliren kendine kapamş, otarşi, cereyanları, cemiyetlerin seyrindeki bu esas gerçeğe uygun olmadığı için yapılan bütün cehitlere rağmen muvaffak ola mıyor ve olamıyacaktır.
Köylerimiz değişme halinde olmakla beraber, hepsi aynı derece ve süratte de ğişmiyor. Dünya piyasası için bir veya başlıca birkaç mahsul yetiştiren ziraî mın-takalard&ki köyler, meselâ kuru üzüm, tütün, pamuk istihsal eden köyler, hâlâ kendi yağıyla kendi kavrulmak halinde olan, dışla İktisadî bağı gevşek köylerden daha .buk ve belli bir surette değişiyorlar İkincisi, şehirlere yakın köylerle uzak köylerin vaziyeti aynı değildir büyük şehirlerin yanında olan köylerle küçük kasabaların civarında olan köylerin vaziyeti de aynı olamaz. Esas bir kaide olarak diyebiliri/ ki umumî İktisadî ve teknik .şartlar aynı olmak şartile, bir köy ne ^derece şehre yakınsa ve yakın olduğu şehir de ne derece büyük bir şehirse, o büyük cemiyet hayatı o derece şehirinkine benzer ve o derece süratle değişir. t
Fakat bu yakınlık, uzaklık konusu üzerinde biraz durmak gerekiyor. Köyün şehre uzaklık ve yakınlığı meselesi ile neden ilgileniyoruz? Köyün şehre uzaklık veya ya kinliği, şehirle olan münasebc-tine tesir edi
124
yor, şehirle münasebet şekli ve derecesi de köyün cemiyet hayatına tesir ediyor da ondan. Şu halde, bizim üzerinde durduğumuz mesele sadece coğrafî uzaklık, yakınlık değildir, fakat şehirle münasebet şekli ve derecesidir. Şimdi, mesele böyle cemiyet münasebeti bakımından konunca, sadece kilometre ile ölçülen uzaklık, yakınlık kendi başına fazla bir şey ifade etmez. Asıl mühim olan taşıma ve haberleşme vasıtalarının, demir yollarının ve otomobil ve kamyonların işlediği yolların vaziyetini dikkate almaktır. Bir nufus topluluğunun (yani bir köyün, bir kasabanın, bir şehrin) mevcut yollar sistemine, taşıt ve haberleşme vasıtalarının durumuna göre mevkii nedir ? Cevap verilmesi gereken soru budur. «A köyü ile köyü bir kasabaya aynı mesafede olabilir, fakat. A» köyünün düzgün bir yolu varsa ve otobüsle kasabaya yarını saatte gidiliyorsa, köyünden ise yolsuzluktan dolayı hayvanla üç saatte kasabaya gidiliyorsa, «A» köyü kasabaya köyünden daha yakındır diyebiliriz. Bunlar harita üzerinde kasabadan aynı uzaklıkta görünmekle beraber, sosyal münasebetler ve tesirler bakımından biri diğerinden çok daha fazla kasıt baya yakındır; ve bu hal iki köyün içtimai hayatında ve durumundu kendisini belli eder.
Yakın ve uzaklığa, yâni topluluklar arasındaki münasebetlerin az veya- çok oluşuna tesir eden diğer bir şart da yol masrafıdır. îki köy, zaman îtibarile kasabaya aynı yakınlıkta, diyelim dört saatlik mesafede olabilir, fakat birisinden gidildiği zaman yol masrafı 10 lira tutuyorsa, diğerinden gidilince de üç lira tutuyorsa, İkincisi birincisinden kasabaya daha yakındır. yol masrafı köyle kasaba arasındaki insanların ve - yanın, emtianın. gidiş gelişine tesir eder.
Toplulukların «-kapalı veya »açık» olma halinin ve derecesinin ölçüsü dışla olan münasebetlerdir. Herhangi bir topluluğun, sosyal hayatında ve müesseslerinde dışla münasebetlerin büyük, derin tesirleri vardır. Fakat dışla münasebetler, yollar, taşıt
ve haberleşme vasıtalarının durumu da mevcut teknik ve istihsal sistemine bağlıdır. Makine sanayiinin, eşya mübadelesinin (ticaretin), iş bölümünün ileri olmadığı yerlerde birbirine yakın toplulukların bile birbirlerile münasebeti azdır, kasabaya yakın köylerin bile kasaba ile fazla bağlılığı yoktur. El sanayiinin, gayet dar mahalli ticaretin ve ancak kasabaların - büyük şehirlerin değil - mevcut olduğu cemiyetlerde nüfus toplulukları (kasabalar, köyler) bugüne nisbetle daha kendi içlerine kapalı, daha kendi kendilerine yeter, dışla münasebetleri az bir durumda idiler. Makine, buhar ve elektrik enerjisi el âletinin ve kol kuvvetinin yerini alması ile sanayide, ticarette, taşıma ve haberleşme sisteminde büyük ilerlemeler meydana geldi ve topluluklar kapalılıklarını kaybederek geniş bir iş bölümü sistemi içinde, diğer topluluklara bağlı, dışla münasebette, «açık» bir hale geldiler. İşte bizim köylerimiz, cemiyetimizin teknik, iktisadi ve kültürel sahada değişmesine uygun olarak, birinci kapalı halden ikinci açık hale doğru, saydığımız şartlara bağlı olarak, derece derece değişme halindedirler. Her köyün durumu, o topluluğun İktisadî temeline ve yollar sisteminde aldığı mevkie ve büyük merkezlere olan yakın veya uzaklığına göre değişir. 1941 ve 1942 senelerinde batı vilâyetlerimizden birinde iki gurup köy seçtik. Birinci gurup köylerde daha ileri istihsal şartlan vardı; dünya piyasası için, para eder menkul yetiştiriyorlardı. Aynı zamanda bu köyler vilâyet merkezine yakın, ona günlük otobüs servisi ile bağlı idiler. İkinci gurup köyler merkezden sekiz saat uzakta, başlıca taşıt vasıtası merkep olan, ısLihsali geri ve verimsiz dağ köyleri idi. Bu iki köy gurubu arasında hem İktisadî temel, hem dışla münasebetler bakımından farklar vardı ; bu farklar iki gurubun bütün sosyal durumunda tesirlerini gösteriyordu.
Bu eses, umumî, tayin edici şartların çizdiği sınırlar içinde, diğer ikinci derecede amil olan şortlar da bir köyün dışla olan
125
münasebetlerine ve yemliklere uyma derecesine tesir edebilir. Meselâ, bahsettiğim araştırmalarda, birinci gurup köylerin yer aldığı mmtakada, başka bölgelerden gelip yerleşmiş olan bazı köylerin eski, yerli köylerden daha fazla şehirleşmiş olduğunu gördük. Bunun sebebi, bu köylerin kendilerine mahsus bazı şartlardan geliyordu. Bu köylerin kendi hususî örf ve âdetleri yerli köylerin örf ve âdetleri kadar mutaassıp, muhafazakâr değildi; onun için onlar, yeni şehir hayatı şartlarına ve tarzına, daha kolayca uyabiliyorlardı. Bu halin tam aksi de varit olabilir. Bir aşiretin yerleşmesi ile meydana gelen bir köy aşiret teşkile tından arta kalan şartları daha bir müddet devam ettirebilir ve aşiret birliğinin verdiği tesanüt ve mukavemetle, civardaki diğer köylerden daha az dış münasebetlerin tesirinde kalabilir. Fakat bu ikinci derecedeki âmiller, nihayet «daha az», «daha çok» farkları, nisbî farklar doğurur.
Topluluklar' arasında derece derece değişme farkları olduğu gibi, bir topluluğun içinde de ayrıca farklar mevcut olduğu görülür. Yani bir köy, veya şehir, bir bütün olarak, topluluğu teşkil eden kısımlar eşit olarak değişmez. Köyde mevcut istihsal münasebetleri, topluluğu sosyal tabakalara ayırır, servet farkları doğurur. Yaptığımız etüdler, zengin, hiç değilse hali vakti yerinde köylü ailelerinin toprağı olmıyan veya yetersiz olan fakir ailelerden daha fazla şe-hirleştiğini gösterdi. Zira, zengin köylü yakın kasabaya daha sık gider, hattâ, uzak, büyük şehirlere gitmek imkânına da maliktir. Yani onun münasebetler çevresi çok daha geniştir. Şehir eşyasını, âdetlerim ’oe-nimsemek için de İktisadî durumu müsaittir. Fakir köylü ise hem köyünden kolay kolay kıpırdayamaz, hem de şehir eşyası, şehir elbisesi almaya parası yoktur. İkincisi, vilâyet merkezine yakın, «açık» köylerde, şehirli gibi giyinmek, hareket etmek ilh.. sosyal mevki, şeref alâmetidir; köyün sosyal değerleri arasında yer almıştır. Onun için bu köylerde şehirleşmek, daha
ziyade üst tabakanın vasfı olarak beliriyor.
Tetkik ettiğimiz köylerde (bunu umumiyetle köylerimiz için de söyliyebiliriz) hâkim iş bölümü şekli cinsiyete, kadın ve erkeğe göre olan iş bölümüdür. Tetkik ettiğimiz köyler arasında şehirleşmiş olan ova köylerinde iş zümreleri hafiften belirmiş olmakla beraber en bariz iş bölümü yine kadınla erkek arasındadır. Mevcut iş bölümü sistemine göre, erkek hariçle münasebeti icap eden işleri görür: mahsulü kasabaya götürmek, ailenin kasabada alış verişini yapmak, resmî işleri takip etmek gibi. Kadının işleri ise eve ve tarlaya münhasırdır. Buna, dinî görüşün ve örf ve âdetlerin kadına verdiği mevki de ilâve edilince, kadının faaliyet ve münasebetler sahası erke-ğinkinden çok daha dar kalıyor. Bunun neticesinde. erkekler kadınlardan daha fazla şehirleşiyor. Bu fark bazı köylü ailelerde, aynı sofraya oturan kadınla erkeğin birinin elle, diğerinin çatalla yemesi şeklinde bile tecelli ediyor.
Bir topluluk içinde bu zümrelere göre olan farklardan maada, az adette ferdî farklara da tesadüf ediliyor. Bazı fertler kendi hayat şartlarından veya tecrübelerinden dolayı şehirleşmeğe daha mütemayil görünüoyrlar. veya kendileri de farkına varmadan daha şehirleşmiş oluyorlar. Buna sebep olan âmil şu veya bu olabilir, fakat bu fertlerde de yine müşterek ve sosyal mânası olan bir vasıf görülüyor: köy cemiyetinden kopmuş olmak, ona uymamak. Meselâ bir köyde rastladığımız tip, uzun seneler askerlik etmiş, memleketin bu sebepten bir çok yerlerini gezmiş, hattâ geçen harpte yabancı bir memlekette uzun seneler esir kalmış bir çavuştu. Bu suretle köyün dar muhitinden kopmuş bir insan. Bu çavuş süratle değişmekte olan köyünde, değişmelere ön ayak oluyordu. Bir ikinci misal de, babasının hasisliği ve sertliğinden dolayı ailesini terk edip genç yaşında, kendi hayatnu kurtarmak zorunda kalmış olaıı bir gençti: bir kadın vakasından dolayı
126
hapse girişi de köyden onu büsbütün uzaklaştırmıştı ; biz kendisiyle tanıştığımızda, ilk fırsatta köyden göçmeyi tasarlıyordu. Köy cemiyeti ile bağını gevşetmiş, veya o cemiyete intibak edemiyen tipler diğerlerinden daha ziyade değişikliğe, yeniliklere uyuyorlar veya uymağa ruhen müsait oluyorlar. Fakat değişikliğin fiilen gerçekleş
mesi yine reel şart ve imkânlara bağlı kalıyor.
Köylerimiz «kapalı» bir halden > açık bir hale gelirken, köy sosyal organizasyonunda, nüfusun tabakalaşmasında ne gibi değişmeler meydana geliyor? Daha sonraki yazılarında bu konuyu incelemeğe çalışacağım.
Şiir :
ÇİLOGLAN
Rıfat İLGAZ
Kim dinler Akyazı’da Topal Ömeri, kırkın çıkmadan unutuldu kulağına ezanla söylediği isim, sen köyün takdığına bak, Çiloğian. Ne geldiyse başına ezanla geldi, babam sabah ezanı çıkardılar yola, anam öğle namazına yetiştirdiler mesçit önüne...
Kendi kendine büyüdün ahlat gibi, fazla konuşmazdın,
Akyazı'nın sığırından gayrı kulak asan yoktu sözüne. Köyün ha tın sayılanları ne düşündülerse düşündüler, başgöz ettiler KumköyHi Hanife’yi, yatsıdan sonra girdin gerdeğe.
Yar mı olur elin yosması sığırtmaca, çok sürmeden arası «Ilanifeyi samanlıkta bastılar» Bu iş ezan vakti olmasa da başının altından çıktı İmamın.
Çok geçmeden yayıldı türküsü: «Şalvarını gül dalına astılar». Keyfini eller sürsün yosmanın tasası Ç’iloğlan’a.
Bu olsun. beş ölçek arpayla senin de payına düşen.. O başını aldı gitti selıire sen Hanife’nin türküsünü değil, dağda, hayırda yine kendi türkünü söyle: «İndim dere beklerim. Vay benim emeklerim.
127
Irk Psikolojisi münasebetiyle:
Ordinarius Profesör M Şekip Tunc'a
Doçent Muzaffer Şerif BASOĞLU Ankara Üniversitesi
Sayın hocam,
«Irk Psikolojisi? hakkında yazdığınız tenkidi çok geç okuyabildim. Çünkü îstan-bulda çıkan »Cumhuriyet» gazetesi benim okuduğum ve satın aldığım gazetelerden değildir. Şimdi önümde «İdare» damgalı ve 25 nisan tarihli bir Cumhuriyet gazetesi var. Tenkidinizi bir defa daha dikkatle okuduktan sonra bu cevabı yazıyorum.
Evvelâ, tenkidinizde talebeniz olduğumu hatırlattığınıza teşekkür ederim. Bu bana, size karşı olan talebelik teşekkürlerimi sunmak fırsatını veriyor. Ben 1925 -1928 yıllarında İstanbul Üniversitesinde talebe iken bir ruhiyatçı olarak yetişmem ve sonra tahsile gitmem hususunda yaptığınız teşviklere ve yardımlara karşı duyduğum teşekkül- duygularını bir defa daha açıkça arzederim.
Bundan sonra, müsaadenizle, bazı dar kafalı ve cahil insanların. iyice anlamadan, ellerinde bir silâh gibi kullandıkları tenkidinize geçeceğim. Üstün ırk yaygarası yapanların sizin tenkidinizden bu kadar kuvvet almaları, yazınızda üstün ırkların mevcut olduğunu ispat eden ilmi deliller bu lunduğu zanrunı uyandırıyor. Tenkidinizi bir kaç kere dikkatle okudum. İçinde üstün ırkların mevcut olduğu hakkında biı tek İlmî delil bulamadım. Hattâ siz üstün ırk vardır da demiyorsunuz, fakat ilimle zerre kadar ilgisi olmıyan propaganda he-vcskârlan, yabancı tesirler altında, sizin memleket içindeki şöhretinizi bu yolda is tismar etmeğe kalkışıyorlar. Yabancı te sirler altında dedim, çünkü Avmpada ırkçılık propagandası, zorla, ve yalanla, yayıl
madan evvel bizde bu türlü yaygaracı bir ırkçılık gürültüsü yoktu.
Şimdi tenkidinizde ileri sürdüğümü iki noktaya geçiyorum. Ben yazınızda, mü şahhas olarak, üzerinde durabilecek iki nokta bulabildim. Bunlan kısaca gözden geçirelim:
1 — Irk Psikolojisinde «ideal bir ümit ve müsavatçı bir tasavvura dayanarak? ırklar arasında her türlü üstünlük iddiasını reddettiğimi söylüyorsunuz, ideal biı ümitten ve müsavatçı bir tasavvurdan bahsetmek şöyle dursun bunu ima eden bir cümle bile yazmadım. Ben, ihsanların şimdiye kadar içine düşmüş oldukları sefaletlerden. barbarlıklardan, tezatlardan heı hangi ütopik bir insaniyetçi yumuşaklığıyla ve pembe yufka yüreklilikle kurtü-laırıyacaklanna, bunların aksine olarak tarihin gidişini objektif bir surette tahlil etmek ve buradan neticelere varmak yolu île kurtuluş yoluna girebileceklerine kuvvette'inananlardanım. Onun için beni boynu bükük bir hıristiyan insaniyeteisi yahut İslâm mütevekkili sıfatında göstermenizi hakikate uygun bulmadım. Hattâ ben; kafa mantığı ve kalp mantığı gibi ikilikleri de son derecede hatalı bulurum. Hakiki ahlâka ancak cemiyet içinde olanın bitenin ilmi bir kesinlikle ortaya serilmesiyle varı-Tabiîccegin-' kaniim. İnsan dergisinin geçen şubat sayısında Ahlâk Buhranı ve Psikoloji adlı yazımda bunun kısa bir ifadesini vermiştim.
2 — Bana, ideal bir ümit ve müşahitçi bir tasavvur?, dayanmak? safdilliğini îz .ft- ettikten sonra ırk üstünlüğü iddiasını reddede.şimin »ümit ve muhabbetle» karşı-
128
lanabileceğini söylüyorsunuz. Bundan (sonra da «yaşanan gerçekler âleminde madalyanın bir de tersine bakmak zarureti vardır» diyorsunuz. Bu cümlenizi okuyunca ırk üstünlüğü hakkında hocamdan, ispat olunmuş bir psikoloji hakikati öğreneceğimi umdum ve sevindim. Yazınızın arkasını okuyunca ümidim boşa çıktı. Bütün söylediklerinizin açık türkçesi bir cümle ile hulâsa edilebilir: İnsanlar arasında daima üstünlük iddiaları olmuştur ve şimdi de vardır.
Bu doğrudur. Fakat bunun objektif üstün ırk realitesiyle ne ilgisi var? İddia ile gerçek, iddia ile ispat ayni şeyler midir? İnsanlar bir kaç asır evvelisine kadar dün yanın düz olduğuna inanıyorlardı. Onların bu yanlış inançları dünyayı düz mü yaptı? İnsanlar şimdiye kadar ve şimdi de insanların belki büyük çoğunluğu musevî, lııris-tiyan ve İslâm olarak hayvanların ve insanların Allah tarafından ayrı ayrı yaratıldığına inanmışlardır ve körü körüne inanmakta devam ediyorlar. Bunun böyle olması, böyle yanlış ve zararlı bir vehmin hâlâ devam etmesi her gün yem delillerle beslenen tekâmül nazariyesini çürütür mü? İnsanların, bir çoğu kendilerinin öteki insanlardan daha akıllı olduğuna inanabilir. Bunun böyle olması onların mut? ka daha akıllı olduğunu ispat eder mi? Ben dünyada şimdiye kadar ırk üstünlüğü iddiaları yapıldığını inkâr ettim mi ki bu bir itiraz olarak kullanılıyor, ve madalyanın gerçek tarafı gibi gösteriliyor? Bilâkis İrk Psikolojisinin ikinci faslı başlıca üstün ırk avukatlıklarının bir hulâsasını veriyor.
Üstün ırk iddiaları hususunda hakikaten madalyanın öteki tarafına, yani ilmi gerçeklere bakalım, hocam. «Irk Psikolojisi» nde yazılı olan fikirler, ırkçıların kaba ran iğrenç iştihnlariyle yaptıkları cinsten, kuru iddialarda . ibaret -haldir. Bunlar bir çok ilim araşnrıcilarimu buldukları hakikatlerdir. îlmi hakikatler ırk üstünlüğü propagandalarını kuvvetlendirmiyor, ta-mamiyle reddediyor diye biz neve müteessir olalım? Bundan olsa Olsa, üstünlük id
diasını kudurmuş iştihalan için bir kalkan gibi kullanan politika eşkıyaları müteessir olurlar, yılan gibi kıvrılır, çöreklenirler.
İrk Psikolojisi benim Amenkada Co-lumbia üniversitesinde 1934 - 1935 yıllarında okuduğum ve imtihanına girdiğim derslerin yazılmasından başka bir şey değildir. Büyük bir dünya Üniversitesinde okutulan derslerdir. Sonra kitap halinde de çıkmıştır. Bibliyografiler de Columbia’daki hocamın verdiği bibliyografilerdir. Hoca mm eseri şimdi, siyasî tazyiklerin pençesinde olmıyan. serbest düşüncenin yer bulabildiği bir çok dünya üniversitelerinde hakikat olarak, madalyanın gerçek tarafı olarak okutulmaktadır. Memleketimizde, yabancı malı olan, ırk üstünlüğü yaygaraları bulunmadaydı Irk Psikolojisi*ni çıkarmak benim aklımdan bile geçmezdi. Benim asıl ihtisas sahamın bu olmadığını, Ameri-kada bir çok üniversitelerde okutulan kitabımın sosyal psikoloji sahasında olduğunu biliyorsunuz. Irk üstünlüğü avukatlığının hakikaten iğrenç olan menhus çehresini biraz olsun gösterebi idime e memleketimin fikir hayatına bir zerre olsun hizmet ettim demektir. Heri bir memleketin inson hak-kmdaki düşünceleri, kıymetler yalan üzerine kurulamaz.
Columbia Üniversitesinde ve başka yerlerde|serbest kalabilmiş üniversitelerde okutulan ve ırk üstünlüğü yayd ırasım ya-lanhyan bu neticeleri, yine har:, ve istilâcı yabancı tesirler altında, yahudi ilmi diye dam gali yanlar gibi hor göriniyeccğinize eminim Şimdi, her nedense, günlük gazetelerde günlük gazete mübalâğasiyle sizin hakkmı/zia çalakalem yazı yazarak sizin hakikî kıymetinizi bulandıran insanların yazdıklar bulanık şeyler unutulduktan çok zaman sonra, memleketin psikoloji âlemi sizi aslen bir Yahudi olan Frelıd’un tanıtıcısı olarak ta hatırlıvacaktır. Çünkü fikir barkaları tarafından istedikler kadar yakılsın ve -kovulsun. medenî dünyada psikoloji diye bir disiplin bulundukça (ihtimal bir gok tashihlerden_ .geçerekj Freud’un fesen daima okunacaktır.
129
Koç Yîöût Köroğlu hikâyesini genç bir talebe okuyucumuz gönderdi. Hikâye tekniği bakımından bu yazıda kuturlar bulunabilir, fakat biz bu genç yazıcının hikâyesinde taze bir hava, halis, öz bir oda bulduk: halk masallarının edasını, halk dilinin zengin, renkli tabirlerini hiç zorlamadan, yapmacğa kaçmadan hikâyesine mal etmiş: kendi üslûbuna örmû». Bizce Türk hikâye ve romanının dili, kökü halkla olan dilin islenmedi ile gelişecektir.
Koç Yiğit
Al alanın, sür sürenin, destursuz bağa girenin hali budur padişahım. Zamanında, Çamlı Bel'de Köroğlu adında bir yiğit vardı. Yanında kırk yiğit atlısı, kırk yiğit atlının da kırkar atılışı vardı. Dcmircioğlu, Han Eyvaz. Acemoğlu, Haylu Huylu bunlardandı. Bir gün Köroğlu, yiğitlerde çalıp çağırırken sazlarının teli kırıldı. Yiğitleri Köroğluna, «Efendimiz, gidin sazınıza tel getirin.» dediler. Köroğlu onların sözünü kırmadı. Atının kolanını yedi yerinden çekerek bindi, yola revan oldu. Az gitti, uz gitti, nihayet Halep diyarına vardı. Teli alıp dönerken, yol üstünde bir kulübeye indi. Çok geçmedi, kulübeye yağız atlı bir yiğit çıka geldi. Kapıdan girince, sanki Köroğlunu eskidenberi tanırmış gibi, «Sc-lâmün aleyküm, kötii çocuk» dedi Köroğ-lunun biı erkek damarı, bir de avrat dama n vardı. Her hafta bu damarın birisi Köroğlunu tutardı. İşte o hafta Klroğlunun avrat daman tutmuştu. Yeni gelen atlı Köroğlunu hep kötü çocuk diye çağırıyordu: Köroğlu ise hiç seslenmiyor, (yavuz at linin hizmetinde kusur etmiyordu Kulübede birlikte misafir kaldılar; konuştular, soruştular, birbirleriyle ahbap oldular. Gün batarken yine birlikte yola koyuldular. Gele gele, Çamlı Bele yakınır çâynra vardılar. Atlarım Çayıra saldılar. Heybelerinden çıkardıkları azığı da yedikten sonra yakışıklı delikanlı. «Kötü çocuk, ben biraz uyuyayım, aen de atlara bak boşanmasın •• dedi. II IIJILLIL. X. —
Delikanlı uykuca dalınca Kön.ğlâ$ulj
Köroğlu
E. IŞIK
cini çekti, elinde tartaladı, tartaladı ama vuramadı. Bu arada yavuz delikanlı uyandı, «Ne o, kötü çocuk, beni mi öldüreceksin? Senin kılıcını bilmem ama benim kılıcımı kafama indirseydin, ben şimdi ahiret-te olurdum», dedi. Köroğlu korkusundan hiç seslenmedi. Delikanlı Köroğluna nereye gidecen diye sordu. Çamlı Bele gideceğini öğrenince, «Ulan kötii çocuk, dedi, benden Köroğluna selâm söyle haftaya bu çayıra gelsin, kendisini* mertlik neymiş, göstereyim.»
Bu söz üzerine atım sürdü, tozu dumana katarak kayboldu gitti. Köroğlu da Çamlı Belin yolunu tuttu
Hafta tamam oldu; sıra Köroğlunun erkeklik damarına geldi. Köroğlu kılıcını kuşandı, kır atının kolanını yedi yerinden çekti, sözleştikleri yere kuş gibi gitti. Çok geçmedi, yağız atlı delikanlı da göründü. Köroğlu. dur bakalım, kötü çocuk sana ne oyunlar edecek bir gör, diye söylendi, hemen atını sürdü. Deli) inli, hiç atından ineyim deme. Beni istemişsin, işte geldim» deyip hücum eyledi. Öbürü de hemen kılıcını çekti, at üstünde Köroğluna saldırdı. Savaş uzunca sürdü, epey çarpıştılar. Köroğlu bir ara bir yolunu buldu, yağız atlı yiğidi belinden yakalayıp yere çaldı. Kendi de hemen atından atlayıp delikanlının döşünün üstüne oturdu. «Şimdi seni hak toklusu gibi bir keseyim de gör kötü çocuk nasıl olurmuş dediğinde delikanlı göğsünün düğmelerini çözüverdi. Köroğlu bir de ne görsün? L1 İn i olmamış bir kız.
130
Köroğlu hemen döşünün üstünden, çekildi. tYa kız, bu ne hal?» Kız cevap verdi, (Benim adım Şirin Dönedir. Aklımız başımıza geldi mi, biz kılığımızı değişir gezeriz; bizi kim yenerse ona varırız. İste ben de artık şeninim».
Bu sözleri işitince Köroğlunuıı yüreği sevinçten küt küt etti. İkisi de atlarına bindiler, Çamlı Belin yolunu tuttular. Kör-oğluna karşı çıkan yiğitler efendilerinin tek gidip çift geldiğini görünce pek sevindiler. Çamlı Bele vardıklarında çaldılar, çağırdılar, kırk gün kırk gece düğün bayram ettiler. Köroğlu ile Şirin Dönesi böylece ömür sürerken bir gün adamları Köroğlunun yanına varıp, «Efendimiz, siz Şirin döneyle zevkinize, safanıza bakın, bize de izin verin av edelim-, dediler. Köroğlu iznini esirgemedi, «Yolunuz acık, inanız bereketli olsun» dedi.
Atlılar sevinerek ava gittiler: şimdi Çamlı Belde Deli Dervişle Sefil Dervişten başka kimse kalmamıştı. Köroğlu da Şirin Dönesi ile cümbüşe dalmıştı. Sefil Derviş kardeşi Deli Dervişe, (Sen kal, ben Köroğlunun yanma varayım. Çamlı Belde kimse kalmadı, herkes ava gitti. Kendisini biraz eğlendireyim, belki beş on kuryş alırız. . dedi. Deli Derviş, Gel beni dinle, sen gil me. Ağzın sahip olman, bir lüzumsuz lâf söyleyiverin de Köroğlu ikimizi de öldürür dedi ise de Deli Dervişe söz geçirmedi. İkisi beraber sazlarını alıp Köroğlunun eyvanına vardılar. Köroğlu bunlara yer gösterdi, oturdular. Hoş beş. on beş konuştuktan sonra Köroğlu. sSöyle bakalım, sefil Der viş», dedi. Deli Derviş hemen ben söylevini diye atıldı. Köroğlu gazebe geldi. «Ben sana bir şey söylemedim. deyip kılıcının tersile Deli Dervişe vurdu, onu Vern serdi. Sefil Derviş ağlamıya başladı. Köroğlu kesesinden bir avuç altın çıkarıp/Şer fil Dervişe verdi, gönlünü boş etmek istedi ise de Sefil Derviş durmadı, gitti Bolu Beyine haber verdi, «Çamlı Belde Köroğlu ile Şirin Döne yalnız kaldılar; adamları hep ava gitti.,
Bolu Beyi, adamlarının ava gitmesin:
fırsat belleyip Köroğlunun yakalanıp getirilmesi için beş yüz atlı gönderdi. Atlıların geldiğini gören Köroğlu tavlaya indi, at fışkısına gömüldü. Az sonra Bolu Beyinin atlıları geldiler, aradılar, taradılar, köşe bucak komadılar, Şirin Döneden başka kimseyi bulamadılar. Tam geri gidecekleri sıra-rada atlılardan biri. Yahu. Köroğlunun tavlasını öğer dururlar, şunu da bir görelim», dedi. Tavlayı gezerken fışkının içinde bir adam gördü. Baktı ki alnının çatı iki karış, hemen arkadaşlarını çağırdı, «Uşak, hele gelin bakın, burada bir adam yatıyor». Arkadaşları ile Sefil Derviş geldiler, fışkının içinde yatan adamın Köroğlu olduğunu gördüler, hemen elini kolunu bağlayıp ata bindirdiler. Sevine sevine at oynatıp yürüdüler. Atlıların yolu üstünde bir köy vardı; bu köyde de Köroğlunun sevdiği bir kız vardı. Köroğlu, eli kolu bağlı köye girmek istemedi. Şu türküyü çağırıp kendisinin Köroğlu olmadığını anlatmak istedi:
Köroğiunu tuttuk diye atlar oynatman, Hançer alıp dertli sinemde ağlatman, Kolu bağlı dost köyüne İletmen, Vallah beyler ben Köroğlu değilim.
Sırt ma giyinmiş boz beden aba. Ağalar ederim blıı daha töl>(-. Eğer Köroğlu isem kellem de caba Yallah beyler ben Köroğlu değilim.
Bu türküyü işitince bazıları. «Köroğlu olsaydı bu kadar yalvarmazdı», dediler. Sefil Derviş. «Ağalar, vallah, billah Köroğlu budur. Ben kardeşimi öldüreni bilmez miyim? İsterseniz bir ekin tarlasına koyuverin, Köroğlunun ayağını kesseniz bir adını bile ekin çiğnemez:/, dedi. Bunun üzerine Köroğiunu ekin tarlasının içine koyuverdiler. bir adım bile atmadı. Böylece Köroğlu^olduğu meydana çıktı. Onu tekra r atma bindirdiler. Köroğlu artık kaderine riz3 edip gamlı bir türkü tutturdu
Süremedim kara güniin yazını. Çok adamlar çekemezdi nazını Tutmalıymış Han Eyvazuı sözünü Bu yıllık Tifüste İmim alıymış.
13]
Bu minval üzere, gide gide, nihayet Bolu Beyinin şehrine vardılar. Köroğlu-nun yakalandığı haberini alanlar hep seyrana çıkmışlardı. Şehrin meydanına varınca onu attan indirdiler, sorup sual etmeden zindana attılar.
Köroğlu zindanda yata dursun, biz gelelim Köroğlunun ava giden adamlarına. Adamları avdan dönerken Köroğlu her daim karşı çıkardı. Bu sefer çıkmayınca, adamları kızdılar. «Hem biz vurur getiririz, kendi yerinde oturur yer, sefa sürer; hem de üstelik kafa tutar, nankörlük eder. Hep dağılalım, bir daha yanma varmıya-lım>. dediler. Demircioğlu, «Hele durun, Köroğlunun başında bir iş olmasa gelirdi elbet. Ben bir yol varayım, size haber getireyim», dedi. Çamlı Bele çıktı. Bir de ne görsün? Şirin Döne oturmuş ağlıyor. Demircioğlu yanına vardı, yüreği yandı, köze döndü:
Noldıı, Şirin Dönem noldu.
Sarardı gül benzin soldu, Avcıların avdan geldi. Nere gitti efendimiz
Şirin Döne gözünün yaşını akıttı, cevap verdi:
Nolsun Demlreioğlum. nolsun.
Sararsın giH benzin Solsun,
Avcılarını avdan gelsin.
Hapis gitti efendiniz.
Demircioğlu bu habere inanmadı: Kör-oğlunu kin :ı hapis ettiğini öğrenmek istedi*
Gitti gide», kaldı kalan.
Has bahçeyi ettik talan,
K'unidi ağanını üstüne gelen.
Nere gitti efendimiz.
Şirin Döne de şu beyitle hapis edenin kim olduğunu belli etti:
Gitti giden, kaldı kalan,
Hı».s bahçeyi ettik talan, Bolu Beji ağanın üstüne «elen llapis git il rfendiniz.
Demircioğlu Öğreneceğini öğrenince, oralarda daha fazla oyalanmadı, hemen atını sürüp arkadaşlarının yanına ulaştı. Köroğlunun adamları bu haberi ailhea -at-
larrnın kolanım çektiler, dört ayaklarını yerden kestiler. Kimi dedi, .Gelin, Bolu Beyinin şehrini baştan başa yakalım»; kimi dedi, «Çoluk çocuk ahaliyi hep kılıçtan geçirelim». Demircioğlu her söyleneni dinledi, sonunda, «Ben bir gidip varayım, neler olmuş göreyim. Siz günümü sayın. Gün otuz dokuz, ben gelmedim mi, bilin ki başım boş değil» dedi. «O zaman siz dışından, ben içinden şehri çıra gibi yakarız.»
Demircioğlu evine geldi; esbabını değiştirdi. Köroğlunun atına bir palan, kendi atı-na da bir eğer vurup, birine bindi, öbürünü yedeğine aldı, sazı kucağında yola koyuldu. Az gitti, uz gitti, Bolu Beyinin şehrine vardı, ilk rastladığı hana indi. Hanı bir görsen, ipip allalı sivri külâlı, sıçan düşse başı yarılır. Duvarının bir tarafı yıkılmış, kap kacak desen, hiç bir şey yok. Kahveci oturmuş bir köşede uyukluyor. Demircîoğ-lu kahveciyi dürtüp hey diye seslendi. Kahveci aldırış bile etmedi: bunun üzerine Demircioğlu kesesinden bir avuç altın çıkarıp kahveciye uzattı. Adam altınları görünce gayrete geldi. Hemen Demircioğlunun atını bir tarafa bağlayıp, kendisine izzet, ikram eyledi. Demircioğlu kahveciye, «Ulan kahveci, her kime borcun varsa hesap eyle bana getir», dedi. Dem i ı ci oğlu kahvecinin bütün borçlarını ödeyip, hanın yıkık duvarlarını yeniden yaptırdı. Kendi de akşamlan kahveye çıkıp, saz çalıp türkü söylemeğe başladı. Demircioğlunun türkülerinin şöhreti bütün şehre yayıldı; halk baş-kı kahveleri bırakıp oraya sökün etmeğe bı ladı. Öbür kahveler kapanır gibi oldu. Bunun üzerine kahvecileri bir araya topla-
nıpİBolu Beyine şikâyete gittiler. «Efendimin, şehre yeni bir âşık derviş gelmiş; halk hep onun kahvesine doluyor: bizim kahveler hep boşaldı, böyle giderse çoluk çocuğumuz acından ölecek , dediler. Bolu Beyi bir adam gönderip Demircioğlunu çağırttı. Demircioğlu kahveciye, «İşte evlât. kahveni yaptırdım; şu heybedeki altınlar da anam südü gibi sana helal olsun. Senden yalnız bir dileğim var: ben ne zaman sıkışırsam, atımla silâhımı bana ulaş
132
tır. Senden istediğim yiğitlik bu kadar», deyip Bolu Beyinin huzuruna vardı. Bolu Beyi yer gösterdi, oturmasını emretti. «Ey âşık, nerelisin, necisin», dediğinde, Demir-cioğlu, «Şevketlim, üzümünü ye de bağını sorma.-, diye cevap verdi. Bolu beyi. .'Haydi bakalım, Köroğlunu katmadan bir türkü söyle», dedi. Demircioğlu da, «Gayri orasını da kaydası bilir», diyerek sazını eline aldı:
Dolambaçtan dolambaca göçümüz. Deli, Iîuylu, ba Mustafa üçümüz. Uğrun uğrun kavga ister içimiz, Üçütnüzedn nam sahibi Köroğlu.
Bolu Beyi kızdı. «Âşık, ben sana Köroğlunu katma demedim mi?» Demircioğlu hemen elindeki sazı yere koydu. Şevketlim, ak mecdiyelerin cebimi yırtmadı ya dedi. Bunun üzerine Bolu Beyinin yeğen-Haşan Paşa dayısına, Âşık dediğin senden yer, seni över, ondan yer onu över», dedi. Bu mecliste Bolu Beyinin kızı Dizdar Sultanın bir cariyesi de vardı. Bu cariye hemen Dizdar Sultan id yanma koştu, «Aman sultanım, babanın yanma bir âşık gelmiş, görsen, dünyaya böyle bir âşık daha gelmemiştir», dedi. Dizdar Sultan hemen babasına bir haber saldı, âşığı kendi huzuru na istedi. Bolu Beyi Demircioğluna bir türkü daha söylettikten sonra onu kızı Dizdarın yanma yolla iı. Dizdar Sultan âşığı görünce hemen ona vuruldu, oturmasını emretti. Hoş beş. oiı beş konuştuktan sonra Dizdar Sultan, : E âşık, adın ne?» d(-sordu. Demircioğlu bir türkü ile cevap verdi:
Benim adım İsabıılı,
Çoktur bizde dünya malı, Dosta yolladığım güliin, Vapracığı »olmasaydı.
Dereden tepeden konuşmağa başladılar: nihayet Dizdar Sultan dayanamadı, «îsabalı. beni alır mısın?- diye sordu. Öteki de cevap verdi. «Vallahi hatun, kurda demişler ki davarımızı güt: o da karşılık, yavrularım da kuzunuzu gütsün, demiş?. Bunun üzerine şeftalinin, çekirdeği göz çı-karmıya başladı. Uzunların dizinden, kısa
ların döşünde alıp vermeğe başladılar. Böylelikle geceyi uyumaksızın geçirdiler. Sabah olunca Demircioğlu, - Hatun, ben biraz gezeyim», dedi. Dizdar Sultan cariyesi Sapadoymaza. «İsabalını bahçede biraz gezdir, ama sakın ölümcül adamın yanına iletme», diye tenbih etti. îsabalı ile Sapa-doymaz bahçeyi baştan basa gezdiler. îsa-balı. ölümcül adamın yanına bir varalım, nolur? diye yalvarıp yakardı. Sapadoymaz önce olmaz dediyse de nihayet dayanamadı, razı oldu, lsabalına « kimseye söylemiyece-ğine yemin et», dedi. îsabalı sordu, «Sizde geçen yemini mi edeyim, bizde geçeni mi?» Sapadoymaz. «Sizde geçen yemini et» dediğinde îsabalı yemin etti: «Bir sahan kaymak, bir sahan kuvmak, on iki karaman saçının pişmiş çöreği nefsimi kör eylesin ki kimseye demem Bunun üzerine, Sapadoy-mazın Ölümcül adam dediği Köroğlunun yattığı zindanın önüne vardılar. Köroğlu Demircioğlunu sesinden tanıdı, tanıdığım belli etmek içiıı dc bir türkü söyleyip, »esini duyurdu:
Karşıki dağın artları,
Burası nanıerl yurtlan.
Beni bu hallere koyan,
Sefil Dervişin dertleri.
Demircioğlu Köroğlunun sesini duyunca kendini tutamadı, ağladı. Dizdar Sultanın yanma döndüklerinde Isabalmın, yani Dcmircioğlunun hali gamlı, suratı asıktı. Dizdin Sultan bu hali görünce Sapadoymaza kızdı, (Seni saçı piçik kahbe seni. Bu oğlanı azdırdın mı, tozdunrdun mu, ne ettin? diye çıkıştı. îsabalı Sapadoymaza ettiği yemini bozdu, olup biteni Dizdar Sultana anlattı. Dizdar Sultan, «»Sen hiç tasalanma ondan kolay bir şey yok. Bir çaresini buluruz», dedi. Akşam olunca bir içki sofra: ı hazırladılar: zindancı başını davet eltiler. Kindarım başı geyinip, kuşanıp Dizdar Sultanın yanma vardı. Zindancı başı, Îsabalı, Dizdar Sultan hep birlikte sofranın başına geçtiler. A! ha, ver h«, diyerek zindancı başım zil zurna sarhoş ettiler. Zindancı buşıyı kapı dı$arj attıktan sonra da gidip Köroğluutiizindandan çıkardılar. Kılı-
133
ğmı değiştirdiler, bir kuzu doldurtup önüne koydular. KÖfoğlu kulağının dibi çatırdayana kadar yedi. Bu işler olup biterken, zindancı başına kadar yattı ise yattı, nihayet. uyandı. Bir de ne görsün? vakit kuşluk dlmus. Hemen Bolu Beyinin yanına koşup başına gelenleri anlattı. Bolu Beyinin emri ile beş yüz atlı birden sarayı kuşattı. Dizdar Sultan, Isabalı diye bildiği Demircioğ-luna kalkıp gitmesi için yalvardı:
Seni beni bey babana satmışlar, Dolu dolu badelerden içmişler, Senin İçin beş yüz ııtlı seçmişler, Kalk git İsabıılım, dıırma İmi yerde.
Demircioğlu artık kendisinin kini olduğunu belli etmenin sırası geldiğim anladı:
ilaylasın, isbulaııı, İlaylasın,
Ensin ıışkm deryasmı boylasın, Beş yiiz karga bir şahine neylesin, öliir gitmez Demircioğlu bu yerden.
Dizdar Sultan karşısındakinin kim olduğunu öğrenince, -Sen Demircioğlu. öteki de Köroğlu ise. sizin yiğitliğini": nerede kaldı ?»dc(İi. Sanki bu sözü bekliyorlarmış gibi o sırada nal sesleri uzaktan uzağa duyuldu; çok geçmeden, sarayın önündeki meydana açılan sokakların başında Köroğ-
lumın yiğitleri göründü. Günler geçip te Demircioğlundan bir haber gelmeyince neler olup bittiğini öğrenmek, Köroğluna yardım etmek için Bolu Beyinin şehrine gelmişlerdi. O sırada kahveci de Demir eloğlunun silâhı ile atlarım getirdi, «Benim yiğitliğim işte bu kadar», deyip ayrıldı, gitti. Köroğlu, Demircioğlu, Dizdar Sultan üçü de ata binip sarayın önüne çıktılar. Köroğlu, ile Demircioğlunu gören yiğitleri, tuttukları sokaklardan meydana boşandılar. Bolu Beyinin askerlerine saldırmağa baslar. Al ha, vur ha, derken KÖroğlugil Bolu Beyinin askerlerinin çoğunu kırıp geçirdiler, ötekilerini de kaçırdılar. Sonra hep beraber, Köroğlu, Demircioğlu, Dizdar Sultan iiçü önde, öbürleri de arkada. Çamlı Belin yolunu tuttular. Yolları gözleyen Şirin Döne, yiğitlerinin başında Köroğlunun geldi ğıni görünce karaları çözdü; solgun yüzü güldü. Çamlı Bele varınca, Dizdar Hatunla Dcmircioğlunun nikâhları kıyıldı. Köroğlunun kırk yiğit atlısı, kırk yiğit atlının da kırkar atlısı hep birlikte çaldılar, çağırdılar, düğün bayram ettiler. Şenlikleri kırk gün kırk gece sürdü, dillere destan oldu, sağır sultan bile duydu, siz de duymadık demeyin.
Kuııt’un Tabak
Gelecek sayımızda Bekir Sıtkı luı okuyacaksınız.
Osman adlı güzel bir hikâyesini dar
Gelecek sayımızda Yayınlar kısmımızda Prof. Hilmi Ziya İJIkcn’in Şeytanla Ko-nuşmalnr'ı tahlil edilecektir. Geven sene çıkan bu eser yakın geçmişteki ve bugünkü kültür lıayalımızın bir patolojisini vermektedir.
134
AYIN İÇİNDEN:
Radyomuzun ilk ve orta okullar için terbiye imkânları:
Şehirleri, kasabaları, köyleri demir-yollarile, esaslı kamyon ve otomobil yolla-rile, telefonla birbirine yeni bağlanmış ve bağlanmakta olan bizim memleketimiz gibi bir memlekette bir erişme ve terbiye vasıtanı olarak radyonun hususî bir ehemmiyeti vardır. Herkesin bildiği gibi radyo o mükemmel erişme vasıtasıdır ki yolun bozuk olduğunu dinlemez, kışın bir bölgeyi muhasara etmesini, kuş uçurmaz, kervan geçirmez hale getirmesini hiçe sayar, gazeteleri, kitapları, öğretmenleri, aydınlan taşıyan trenlerin, otomobillerin, arabaların saatlerce, günlerce gide gide bitiremedikleri uzun mesafeleri bir anlık bir yakınlığa indirir. Onun için radyonun milli kalkınmamız, her türlü rejiyonalizmi kırmamız, kokmuş devirlerin yadigârları olan her türlü batıl itikatları silip süpürmemiz, bugünün hakiki kıymetlerini aşılamamız için olan terbiye imkânları başka erişme vasıtalarından çok daha büyüktür.
Tabiatı itibarile bir ses yayma cihazı olduğu için bilhassa kulağa hitap eden kültür gelişmelerinde radyodan ne kadar çok faydalansak yine azdır. Burada zaten şimdi de tatbik edilmekte olan bir imkâna yani musiki terbiyesine temas edeceğiz. Bir milletin ileri kültürlü bir millet olduğunu bira2 da insanlarının, halis halk türkülerin»len başka, büyük dünya bestekârlarının hiç olmazsa bütün medenî dünyaya mal olmuş olan büyük -eserlerini tanımasile. bundan zevk alnıasile. beş on kişi bir araya gelip eğlendiği zaman, kokmuş meyhane şarkılarına tenezzül etmeyip, biraz müzik kıymeti olan bir kaç küçük parçayla bir hava yara-tabilmelerile ölçülebilir. Radyomuzun or kestra konserleri, küçük salon orkestrası parçaları, opera takdimleri ılh gibi dünya müziğini memleketimize yaymak've
sevdirmek hususundaki faaliyetlerini şüphesiz herkes şükranla karşılar. Fakat bize öyle geliyor ki radyomuzun «alaturka» (buna Türk musikisi diyenler yanılıyorlar, yarının Türk müziği şüphesiz bu olmıya-caktır) programları sermest meyhane müziğini bütün memlekete yaymak hususunda çok müessir olmuştur. Radyoya gelen yığın yığın mektuplar bunu isbat etmeğe kâfi değilse radyo idaresinin bu hususta objektif bir araştırma yaparak hakikati meydana çıkarması çok faydalı bir iş olur. Meyhane müziğinin radyo programlarından büsbütün kaldırılmasının ciddi mahzurunu bu satırları yazarken göz önünden kaçırmış değiliz. Mademki meyhane müziğine yer vermekte bir zaruret var, o halde, hiç olmazsa, bugün bizim de bu yolda verim verir bir hale gelmemiz için medenî dünya müziğini olanca kuvvetilc yem yetişen nesle vermek yolunda‘radyomuzun büyük bir gayret göstermesi çok yerinde bir hareket olur.
Zaten Ayşe ablanın çocuk saati programının musiki kısmı bunu bir dereceye kadar yapmaktadır. Fakat bu kâfi değildir. Radyo idaresi salahiyetli maarif makamla-rile el ele vererek, bütün kültü - teşkilâtımız içinde nufusu en geniş olan ilk okul topluluğuna ve orta okul topluluğuna hitap eden sistemli bir program vücude getirebilir. Musiki öğretmenliği her öğretmenin lâ-yikiyle yapabileceği bir iş değildir. Bıınun ıçiu hususî bir kabiliyet ve hususî bir yetişme tarzı lâzımdır. (Fizik yahut psikoloji öğrenmek için hususi bir kabiliyet lâzım olmayabilir. Fakat gretmenlik yapabilecek derecede müzik öğrenmek için hususî bir kabiliyet lâzımdır.) Bütün orta okullara ve listelere müzik öğretmeni yetiştirecek durumda değilken ilk okullara -ayrıca iyi yc-
135
tişmiş müzik öğretmenleri gönderebilmek şüphesiz imkânsızdır. Bugün esas itîbarile ilk okullarda bütün dersler için bir Öğretmen ayrılmıştır. Bütün sınıfların bütün okul içinde musikiye meraklı bir öğretmen arkadaşın musiki derslerini üstüne alması kabul edilse bile her okulda böyle bir arkadaşın bulunması beklenemez.
Onun için her hafta muayyen bir saatte, herkesin evine dağıldığı akşam saatlerinde değil, öteki derslerin intizamını boz-mıyacak bir surette bir gündüz saatinde, meselâ son dersten sonra, talebe okulun, Halkevinin. şehir kulübünün yahut şehir veya kasabanın radyolu her hangi bir salonunda toplanabilir ve orada büyük fakat basit dünya melodileri, hakikaten kıymeti olan mektep şarkıları dinlerler. Merkezi it* Ankarada Mesut Cemil, Ulvi Cemal gibi mütehassıslardan mürekkep bir heyet bu suretle bütün okullara yayılacak bir dünya müziği ve halk müziği programı ve bunları söyliyecek bir çocuk korosu meydana getirebilirler. Biz eminiz ki bir milyonluk çocuk ve genç dinleyici grubu içinden, hususî ses kabiliyetlerinden dolayı, dinledikleri melodileri hattâ hocalarından iyi söyliyecek ve söyletecek kabiliyetler bulunabilir. Hem bu suretle Devlet Konservatuvannın müstakbel talebelerinin en kabiliyetli tohumlarının zahmetsiz bir surette seçimine doğru en zahmetsiz bir adım atılmış olur. Çünkü bu kabiliyetler eninde sonunda gelişmelerini sağlıyacak müzik merkezini arayacak lardır. Bu cinsten orta öğretim programları da yapmak bilhassa faydalı olur. Geçenlerde Ankarada gösterilen bir filimde Hei-fetz’i dinlemek fırsatını bulan bil* hırsız gencin yaratıcılığa doğru nasıl istihale ettiğini gördük. Müşahhas hayatta, bu gibi misallerin bir çok örnekleri vardır.
Müzik öğretiminde uğradıkları müşkülleri kendilerinden dinlediğimiz ilk okul öğretmen arkadaşlarımız bize bu husustaki fikirlerini yazarlarsa hem biz faydalanırız, hem bunları yaymaya çalışırız.
'ireni kurtaran luhraman çocuklar:
Geçen Haziran sonunun yağmurlu gününde sular sel naline geliyor. Ankaranın batısında SincankÖy.’ün biraz ilerisinde seller demiryolu köprüsünün ayaklarını alıp götürüyor. Ankara - İstanbul ekspresi tikim tıklım yolcularile var süratile ayaksız köprüye doğru yuvarlanıp gidiyor. Köprünün ayaklarının uçtuğunu gören iki çocuk, davar güden İsmail ve çoban yamağı Haşan, demiryolunun bir tarafına kırmızı işaretler koyuyorlar, öteki tarafına kendileri dinelip bağırıyorlar. Bütün hızile gelen treni durduruyorlar. Koca treni ve yolcuları kurtarıyorlar. Adapazarı acımızdan sonra yeni bir felâketin önüne geçiyorlar.
Yağan yağmur altında çocuklar adam sende...-, demiyorlar. Canla başla didiniyorlar, treni ve bu kadar insanın hayatım kurtarıyorlar. Bu bir kahramanlık olayıdır. Bizim gibi genç ve yapma, yaratma, endüstrileşme yoluna yönelmiş memleketlerin hakikî kahramanlığı, doğuşumuzun kökü olan İstiklâl Harbinde olduğu gibi, alev saçacak yüksek bacalarda, demiryollarında tehlikeli yarlarda, karanlık tünellerde ve maden ocaklarında ter dökmek, sıkıntılara katlanmak ve icabettiği zaman hayatlarını feda etmek tarzında tecelli ediyor.
Bize bu nimetleri yaratanları hürmetle ve minnetle selâmlarız. Bu çocuklara köyün okulunda böyle bir tehlike karşıanıda ne yapılacağını Öğreten fedakâr köy öğretmeni arkadaşımızın da d ol ay isiyle bu kahramanlıkta payı vardır. Bu gibi medeni . kahramanlık olaylarının çoğalması için bu ölmeklerin okul kitaplarımızda, edebiyatımızda yer bulmasını dileriz. Bilhassa devrimizde hakiki insan olana, bunlar gülden ve bülbülden daha çok içe hitap eden dokunuşlardır. Köy çocuklarımızın kahramanlığını zamanında yakalayıp radyo çocuk saatinde yaşatan Ayşe ablaya da (Neriman Hızır’a) teşekkürümüzü sunmak zevkli bir borcun edasıdır.
136
YAYINLAR ;
Homoru de Btılzac'dan çeviren: Cenıil Meriç, Altın Gözlü Kız, Üniversite Kitapevi. 1948, a. 184.
Tercüme yayınımın en bol olduğu bir zaman içindeyiz. Maarif Vekâletinin klâsiklere doğru yönelmiş neşriyatı ve bir iki kitabesinin ciddi, iyi niyetli gayreti dışında, asla hakikî sanat kaygısı gütmeden, gelişi güzel sermayelerinin ve kâğıt stoklarının elverdiği nisbette bütün kit&bevleri tercüme yarışma katıldılar. Okuma açlığına karşı, yabancı illerden ithal edilen kafa gıdaları çok aburcubıır şeylerdir. Çözülmesi kolay X. Y. li aşk problemleri. Yataklarda beklenen ve mihenk taşına sürülerek Ayarları 18 - 20 - 22 kıratlık diye numaralandırılan bakirelerin çılgmhklariyle, cepleri dolu beyinleri delik bir sürü çapkının dalavereli maceraları. Mütercimler, korkaklık veya acizlerinden ötürü dünyanın büyük çaptaki yazıcılarına yanaşmıyarak, realitelere yan çizen silik ve kalp yazıcıların peşine takılmayı kolay ve menfaatti buluyorlar her halde.
Üniversite kitabevinin bastığı ve Cemil Meric’in k-demiyle dilimize kazandırılan Balzac’ın Altın Gözlü Kız’ı günün (zlü tercümelerinden biridir.
Balzac hikâyesine başlamadan birden Parisin kucağına pikeyle dalar ve burjuva inkılâbı sonrası Parisini bütün tezadlariyle önümüze yayar. «Paris kucağında her lahza bınbir menfaatin kasırgalaştığı bir meydandır. İnsanlar bu kasırganın altmda başak yığınları gibi çırpınırlar . Bir endüstri ve ticaret şehri olan, kıyılarını Sen nehrinin yaladığı Paris bulvarlarında ölümün «tırpan» ı kuvvetlidir fakat «onlar bir anda ayni hız ve ayııi gürlükle fışkırırlar- Vıcık vıcık insan kaymyan bu şehirde «Aşk bir arzu, kin bir hevestir. Orada bin franklık banknottadan maada hakikî bir akraba, rehin erinden başka vefalı dost bulamazsınız». Mübadeleyi monopolize edecek bir mal olan para: bu ülkede asli vazifesinden uzak
laştırılarak azlığın çokluğu istismarı için bir vasıta olarak kullanılmaktadır.
Artık Paris «Kovan» ına girelim. Bu kovan Dante’nin cehennemine benzer. Dante’nin cehennemi var oJmıyan ve olmıyacak olan bir cehennemdir. Balzac’ınki ise hakikidir, ve inkılâplarla cennet olacak bir cehennemdir.
Bu cehennemin zemin katında her şeyden mahrum olanlar yaşar. -İşçi, proleter, yaşamak için ayaklarını, ellerini, sırtını, bazen yalnız bir elini, beş parmağını oyna tan adam. Hayat cevherini herkesten çok tasarruf mecburiyetinde olan bu adam, gü cü aşan işlere sarılır. Karısını bir makina-ya koşar. Çocuk bir fabrika çarkma takı lir». îş gücünü satmak veya kiralamak suretiyle geçimini temin eden bu çalışkan insanlar, cemiyetin içindeki en aydınlık, en karanlık, en ince, en kaba iş sahalarında görünürler. Zemin katın merdivenlerini tırmanarak yukarıya «Biraz bir şeyciği» olanlar âlemine girelim. «Küçük Burjuvazinin hareket eden, düşünen kılı kırk yaran, mu-rahabacılık yapan uzuvları . Bunlar da paran elinde tutanların boyunduruğunda-dır.
Üçüncü kat Paris'in «kar nı» dır. «Şehrin kazançları bu tabakada nizama konur». Bunların parolası Herşeyi kazanmak, soyulmamak» tır. Henüz soğumamış «cesetler üzerine kargalar gibi üşüşen bu adamlar bütün duygulara yabancıdır».
Dördüncü katta sanatkârlar yaşar. Borç içinde yüzen, bir türlü yetişemedikleri hülyaları peşinde koşan, «şöhretle lüksü», parayla sanatı birleştirmek emeliyle bocalayan sanatkârlar.
Balzac «Parıste yüksek mülkiyetin üzerine dayandığı bu dört tabakada» yaşayan insanların sürüklendikleri ihtirasları, zevkleri, gülünçlüklerini sert, merhametsiz, alaycı fırça darbeleriyle tasvir etmiştir.
Yukarıda kısaca gösterdiğimiz girişten sonra Balzac hikâyesine başlar.
-Vücudun zekâsı olan güzelliğe malik» bir aşk meyvası delikanlıyla, kaplanınkine benzeyen bakışları «yaldızlı» bir kız arasın
137
da, garip dekorlar içinde ve ölümle sona eren esrarlı bir aşk masalıdır. Bu masal okunurken hülyalara dalınır, gerçeğin ânı bir kanat darbesiyle hülya kaybolur, sonra gene hülya ve gene gerçek içinde masal sona erer. Müstesna yaratılışlı. on parmağı hünerli, cesur, paralı, bir insanda asla bir-leşemiyecek bir çok meziyetler bu delikanlıda toplanmıştır. Okuma yazma bilmiyen, çok kapalı bir muhitte yetişmiş Altın Gözlü Kız’sa kendinden umulmıyacak sözler sarfeder. Bundan tam 99 yıl evvel yazılmış hakikatla karışık bu masalı zevkle, bir çok şoyler de öğrenerek okunmasını tavsiye ederiz.
Balzac bir çok romanlarında paranın hâkimiyetini Avrupa burjuvazi âleminin i( yüzünü gayet parlak bir şekilde gösterdi. Onun ciltler dolusu (İnsanlık Komedyası» 18 inci yüz yıl sonu Burjuva inkılâbı sonrasının tarihidir. O. eserleri tarihî, ekonomik ve sosyal bakımdan etüd kaynağı olarak kullanılabilecek dehâdır. Kendini hayatın vitaminleriyle besleyen. Balzac'ın yaratıcılığı dünya kültüründe muazzam bir kıymet teşkil eder.
Kitabı dilimize çeviren Cemil Meriç’in kendi ifadesinden anhyoruz ki hayatının bir kaç yılı Balzac’ın eserlerine gömülüdür. Zaten 184 sayfalık kitabın 74 sayfalık etüd kısmı bu hakikati açığa vuruyor. Ayni etüd kısmı Cemil Meric'in Balzae ve eserleri sahasında bir otorite olabileceği kanaatini bizde uyandırdı. Mütercim kollarını sıvayarak Balzac’ın diğer eserlerini de memleketimize mal etmelidir. Hakiki kıymet ifade iden eserleri (gerek telif, gerekse tercüme) titizlikle basan İstanbul Üniversite Kitabevinc bundan sonrası için de başarılar dileriz.
Y Çöl
tab okuyucuyu etrafı buğularla çevrili, renkli ışıklı, ve mübalağalı afyonkeşler cennetine (?) götürür. Hayatın, çarpışmanın, gürültünün, topluluğun bulunduğu kıyılardan açılan şarpi pırıltılı denizin ortasına sizi bırakır. Oh! sessizlik ne çekici., çırpman sular., masmavi içkilerle dolu bir kafa tası gibi gök., uçuşan bulutlarla yarış eden ışık kanatlı melekler. Binlen sert bir dalga şarpinizin üzerinden aşar ve size mecburi bir soğuk duş yaptırırsa bu uyuşuk atmosferden kurtularak kendinize gelirsiniz. Bu anların yalan, toptan yalan olduğunu anlarsınız. Bu anlar düşüncenin, dimağın, benliğin, karakterin koma halidir. Hakikatten kaçan ondan tiksinen, ondaıı ürken, zayıf ve şahsiyetsiz insanların yalanın kucağına kendüerini fırlattıkları budalalık anları.
Fransanuı Tagor mukallidi muharrir size çekikgözlü, uzun saçları örgülü çini maçin delikanlılarının diyarından mistik havalar getirir.
Karnı tok, sırtı pek beleşçilerin mermerden bir sarayın mermer koltuklarına oturarak, güneşin doğmak iizere belirsiz kızıllıklarla dolu ham sabahlarında koklayacakları uyuşturucu bir kitap.
Çok genç olmasına rağmen lisana hâkimiyetini ve tercümedeki . kudretinin bu kitabeıkla gösteren kıymetli mütercimin Yeşim flütün nağmelerinden uzaklaşmasını isterken hâdiseleri tabiatı ve cemiyeti gü neşin ışıklarını çalan hırsız avın ışıklarına tutarak değil, bizzat güneşin yakıcı ışıklarına tutarak inceleyen büyük yazıcıların şaheserlerini dilimize çevirmenini bekleriz.
Y. Çöl
Ömer Faruk Toprak, limanlar (şiirler). İstanbul, 1943.
A. Kadir, Tebliğ, (şiirler). İstanbul 1943.
Franz Toussaint’den çeviren : Şinasi Bu kitapların birincisinde dokuz, ikin-
Nalılt Bcrkcr. Yeşim. 1943. s. 116. çişinde on sekiz şiir var, Ömer Faruk Top-
rak uzunca. Kadir ise kısa şiirler yazıyor.
Yeşim, hayalin önce tülbendinden süzül- İki genç şaiirimiziıı bu iki küçük kitabı bu-müş yalan şiirlerle dolu bir kitapçıktır. Ki- günkü şiirimizin aldığı istikâmeti, ilerledi-
138
ği yolu göstermesi bakımından manâlıdır. Bugün umumiyetle dünya şiirinde başlıca iki istikamet görülüyor: Biri, çökmekte olan, zamanını yaşamış bir devrin sıkıntısını, bedbinliğini ifade eden, mazi hasreti çeken, bugünün realitesinden kaçan şiir. Bu tarzda yazanlar ve bu çeşit şiirlerden hoş-lananlar, şiiri, hayattan, gerçeğin zorluklarından bir kaçınma vasıtası olarak kullanıyorlar ; bu çeşit şiir, bozguna uğramış bir ruh halinin ifadesidir, meselâ «Bu Harp Yıllarında Fransız şiiri» nde görüldüğü gibi (Adımlar, sayı 1)... Şiirin aldığı diğer bir istikamet, çökmekte olan bir devrin şartları içinde yeni ve ileri olan cereyanları, «gclece-ği»hazırlıyan «bugün» ü duymak, hayatla, halkla teması kesmeden, bugünün zorluklarından yılmadan şiiri bugünün sıkıntılarını, meselelerini, ümitlerini, gayelerini ifade etmek için kullanmak yoludur. Birinci çeşit şiir muvakkattir: ölmeğe mahkûmdur, hattâ büyük mikyasta şimdiden geçmişin malı olmuştur. İkincisi bu devrin hakikî şiiridir; muhtelif memleketlerde bu devrin büyük şairleri bu guruptandır.
Yukarıda ismi geçen iki şiir kitabı, memleketimizde de şiirin' realist, verimli, dünya sanatının gidişine uygun bil? yola girdiğinin iki yeni ifadesidir. Bu kitaplardaki şiirleri ve diğer bazı genç şairlerimizin şiirlerini, «Serveti Fünun» neslinin, hattâ bugün hâlâ yazmakta olan fakat artık eski nesil diyebileceğimiz şairlerin eserleri ile karşılaştırmak, ikisi arasındaki uçurum denilecek kadar büyük farkı, bugünün, gençlerin lehine olarak ne keskin gösteriyor! Şiirimiz bulutlardan yer yüzüne iniyor gerçek hayattan bir kaçınma vasıtası, ma razî bir meşgale olmaktan çıkarak bilâkis hayatın ta. kendisini ifade eden bir vasıta, canlı gürbüz bir faaliyet oluyor: kısacası çıkmaz yoldan kurtularak geniş sanal ufuklarına götürecek bir yola giriyor. Buna ne kadar sevinsek azdır. Bu genç şair terimizin yollarında devamlı bir surette ilerlemelerini temenni edelim. Zamanımızın büyük Türk şairi, millî şiirimiz bu realist, yaşamak şevkini ve nisana ve geleceğine
inancı ifade eden, hayattan, gerçekten korkmıyan istikamette çalışarak meydana gelecektir.
Şekil bakımından bu iki şiir kitabı bugünün şiirini vasıflandıran «serbest nazım» şeklindedir. Serbest nazım yazmak, vezinli ve kafiyeli yazmaktan çok daha zordur, zira şair yerleşmiş, muayyen kalıplardan faydalanamıyor, kendine has bir şekil ve ritim yaratmak, kelimelerle vezinlerle oynayarak değil, mevzuun ve fikirlerin akışı ite ritmini, şeklini bulmak zorundadır. Gerek Ömer Faruk Toprak’ta, gerek A. Kadir*de yer yer güzel parçalar, kendilerine has buluşlar bulunmakla beraber her iki kitaptaki şiirler umumiyetinde başka bir şair veya şairlerin kuvvetli tesirini taşıyor. Fakat bu iki kitap iki genç şairimizin ilk eserleridir, tik eserler hemen her zaman daha evvel yazanların tesirini, hattâ taklidini taşır; en büyük sanatkârlarda bite bunu görüyoruz Bu genç şairlerimizin de ileride daha olgun, daha orijinal eserler verebileceklerini bize umduran belirtiler bu ilk eserlerinde eksik değildir.
B. S. Boran
Fuat Bayımı r, Gazi Terbiye Enstitüsü öğretmenlerinden. İlkokullarda Türkçe öğretimi, birinci kitap, İstıuıhul, 1948, s. 123, fiyatı 100 kuruş.
Diğer alanlarla karşılaştırınca pedagojik yayın bizde oldukça büyük bir yer tutmaktadır. Bu yaym içinde de ıımumî ve nazari olanla»', öğretmenlerin çoğunun asıl susadığı teferruata ve inceliklere girişen amelî ve tatbikî olanalara nazaran çok fazladır. İşte saym hocam Ahn : Fuat Baymur bu önemli alanda tek başına en çok verimli olmuştur. denebilir. Çeşitli dergilerdeki makaleleri, bir çok konferansları ve yıllardan beri verdiği dersleri dışında yazdığı bu gibi amelî ve tatbiki beş değerli eserine ;İlk okullarda Türlıçe öğretimi» ki tabile bir yenisini daha kattı.
139
Diğerleri gibi bu eserde; tanınmak, para kazanmak gibi boş şeyler peşinde değildir ve uzun tecrübe, müşahede ve araştırmalar neticesinde sistematik bir tarzda hazırlanmıştır.
Kitap, mukaddemeainde de söylendiği gibi, «îlk okul programının benimsediği öğretim esaslarını aydınlatmak* ve şimdiye kadar bu istikamette çıkarmış olduğu diğer eserlerini tamamlamak üzere hazırlanmıştır. İki cilt olacak olan «Türkçe öğretimi» Din bu birinci cildi sadece Türkçe derslerinin bütünü ile ilgili esasları, sözle ifadeyi ve tahrir ile imlâyı içine almakta, okuma ile dil bilgisine ait bahisler ikinci cilde bırakılmaktadır.
Bu kitapta ele alınan Türkçe derslerinin, hem ilk okulun birinci devresinde top-luöğrctim çerçevesi içindeki yeri aydınlatılmış, hem de bu derslerden her birinin ikinci devrede kendi tabiatlarına uygun olarak alacakları şekiller belirtilmiştir.
Kitabın umumî esaslar kısmında, Türkçe derslerinin ilk okul içindeki yeri, hedefleri, dayanacakları ana prensipler gayet vazıh, özlü ve veciz olarak kısaca gözden geçirilmiştir. Sözle ifade kısmmda; umumi düşünceler, çocuk dilinin oluş devreleri, çocuklarda sözle İfadeyi geliştirme yollariyle söze karışmayan çocuklar hakkında tutula cak yollar ana hatlarile izah edilmiş, tahrir öğretimi kısmmda bu dersin değeri ve hedefleri çizilmiş, eski ile yeni tahrir misallerle ve mukayeseli olarak hulâsa edilmiş, tahrir öğretiminin garpta ve bizdeki tarihçesi üzerinde durulduktan sonra asıl tahrir öğretiminin tedris usulüne girişilerek sırasile etimle ve tahrir tekniği temrinleri, birlikte tahrirden münferit tahrire geçişi, ilk okullardaki tahrir çeşitleri ve bunlardan, bizzat yasanmış hâdiselerle ilgili tahrirle bunun toplu öğretim konularile münasebeti ve bu tahrirdeki gelişim basamakları, rüya ve muhayyile tahrirleri, re simlere bakarak ve dinlenen hikâyelerle ilgili serbest yazmalar, çeşitli mektuplar, makbuz, dilekçe, şenel vesaire kaleme, al; ma etrafında kısa özüi ve bol Örneklerle
malûmat verilmiş, bilâhara tahrirlerin düzeltilmesi tarzlarile tahrirle ilgili diğer müteferrik meseleler izah edilmiştir.
Kitabın son kısmı olan imlâ Öğretimi kısmında da. bu dersin önemi vc bugünkü imlâmız, imlâ öğretiminin hedefi, imlâ öğretme usullerinin tarihçesini birinci vc ikinci devrelerdeki imlâ konulan ile bunların işlenmesi yollan ve düzeltilmesi incelenmiştir.
Her bir kısmı ayrı birer kitap teşkil edecek önem ve genişlikte olan sözle ifade tahrir ve imlâ öğretimi bahisleri bu kitapta gayet veciz ve vazıh bir tarzda gözden geçirilmiş, verilen çeşitli örneklerle de söylenenler bir defa daha aydınlatılmış ve kuvvetlendirilmiştir. Bilhassa bizde toplu bir halde ilk defa ele alınan sözle ifade ile imlâ öğretimi bahisleri kitabın değerini bir kat daha artırmaktadır Gönül isterdi ki bizim için hususî bir ehemmiyeti de olan bu bahisler biraz daha geniş ve tafsilâtlı tutulsun hele hayatî önemi çok fazla olan ve fakat bizde aynca dinî ve aile terbiyesi icabı nıa-adesef hor görülmüş vc görülmekte bulunan sözle ifade bahsinde eğer ikinci kitabın dil bilgisi bahsindeki plânlı konuşma münıareselerinde bahsedilmiyecek ise, ma sal, efsane, bilmece ve tekerlemelerle, resim kıraetlcri, dramatizaaycnlar... gibi çeşitli yollar üzerinde bir parça durulsun. Her yerde sık sık rastlanan ve hattâ hoş görülen ı ocuklardaki peltek konuşmalarla ve vakit vakit rastlanan kekeme çocuklarla nasıl uğraşılacağı ve bir çok öğretmenlerin halledemedikleri çocuğun muhitine mahsus dilden nasıl hareket edilmesi lâzım geleceği hususlarında da bir mikdar tafsilât veril sin.
İsin içinde bulunanların hasretle beklediklerini ve fazlasile faydalanacaklarını umduğum İoüi değerli kitabı bütün müfettiş, öğretmen ve eğitmen arkadaşlarıma candan tavsiye eder, ikinci kitabın da bir an evvel bunu tamanılıyacağını müjdelerim.
Remzi ÖNCÜL
140
KÖYÜN İÇİNDEN: (Hikâye ile)
Köyün bolü başlı problemlerinden birini realist bir »urel-te akıotfiron "Adak Ali,, hikâyesi geçen sayıda verdiğimiz köy tahlilinin ne kadar doğru olduğunu gösteren örneklerden biridir. Hikayeci burada köy içinde belli tezahürünü gösteren bir tabakalaşma olayını insanların günlük sevgileri ve düşmanlıktan içinde yakalamıştır.
ADAK ALİ
Halil AYTEKİN
Bir çocuk eli kadar ufak, güneşte kavrulmuş ellerini Adak Alinin tırpan sallamaktan nasırlaşmış, sert ve geniş avuç içlerine bırakırken, bilerek bir tehlikeye koşan adamlar gibi titredi ve birden bir şey hatırlar gibi, ürpı-rerek kendini geri, geri çekti. Birkaç defa yutkundu, kızardı. Tatlı ve ürkek bakışlarını Ali’nin sert ve sabit bakışları üzerinde dolaştırdı. Günahlarını itiraf eden bir suçlu gibi, tereddüt ve heyecanla,
— Vallahi yiğitim, köşek gözlü Alim, korkuyorum, dedi. Onun hain, hain bakışları beni bir yılan görmüş kadar titretiyor.
Ali, itimat ve cesaret telkin eden açık vc duru bir sesle,
— Gine çocuk olma Şerife, dedi. Evel Allah, canım sağken kimse saçının bir teline bile dokunamaz.
Şerife bir çocuk gibi, içini çekerek ürkek. ürkek Alı nin gözünün içine baktı.
İşitmiyor musun canım? dedi, başına bir sürü z rba toplanmış, gece, gündüz çekiştiriyorlar Kimbilir. gine kime tuzak hazırlayorlar' Bu toplantılar pek te boşa değil, köyümüzün adamını bilmez gibi konuşuyorsun. Başına topladığı bu kopuklar bir pireye yorgan yakan soyundan. Baksana. topal Hüseyin'le, Kanherlerin Hnsnn’a. bir tarla yüzünden heriflere .ne oyunlar ettiler. Zavallıların ellerinden tarlalnn, tapanları gittiği gibi, üstelik bir de kızlarını rezil, rüsvay etmediler mi? En sonunda adamcağızı dağ. dağ aşırdılar.
Şerife’nin sözlerini sükûnet ve alâkayla dinleyen Adak Ali'nin oturduğu yerde birden yüz ifadesi değişti. Gözleri endişe ile parladı. Öfke ve hıramdan burun delikleri birkaç defa açılıp, kapandı. Silkinerek ayağa kalktı. Dişleri gıcırdıyarak, «yeter gayri Şerife, kes, dedi. Bir daha bu caninin lâfını ağzına alma», ve ilâve etti:
— Kalmaz ya, dedi. Bir gün de bizim borumuz öter. Güneş hep onlarm atının alnına çavacak değil ya?.. Artık yeter köyün senelerden beri bu Veliyullahlann ellerinden çektikleri. Canımıza tak dediler. Köyü haraca kestikleri yetmiyormuş gibi, bir de âlemin karısına, kızma göz dikerler. Şimdi de sıra bizde mi? Hele, o bir defa altındaki avrada sahip olsun, daha geçen giln, kapısındaki çobanla karıştırdıkları haltı duymadık kimse kalmadı. O gözelere basmak onuruna dokunur. Şu bizim budalalara da kızıyorum. Eşek herifler, bu kepazelikleri gözlerüe gördükleri halde bâlâ o kapmın kulu kurbanı olurlar. Böyle adamlardan bir da keramet umarlar.
Adak Ali’nin burada gözleri yerinden fırlayacakmış gibi, sabit bir noktaya dikildi. Hırçın bir sesle:
— Acık dur. dedi, onun halka yaptıklarını fitik, fitik burnundan getiriyor muyum. getirmiyor muyum?.
Şerife, içi intikamla dolup, gözlerinden ateş saçılan sevgilisini tehlikeden saklar gibi, yumuşak ve yatıştırıcı bir sesle:
141
— O kim, biz kim, dağman güreşilir mi hiç? Bize çerleri bulaşmasın da allahtan bulsunlar, dedi. Yavaş, yavaş Ali’ye doğru sokuldu.
— Bizi Allahtan başka kimse birbirimizden ayıramaz arslanım, dedi. Fakat, yüreğinde bir türlü yatışmıyan derin, gizli bir sızı dolaşıyordu. Bir hissi kablelvuku ona bir tehlikenin yaklaşmakta olduğunu haber veriyor, kafasının içinden korkunç hayaletler gelip geçiyordu...
— Yuh ulan! ervahınıza. Dinim, imanım hakkı için, hiç biriniz de adam olmazsınız. Yürek yok, efendim, yürek yok. İnsan şimdiye kadar çoktan bu it eniğini bir çalımına getirir ortadan kaynatırdı. Bu kadar adam koca bir köyü ateşe verir de gine kimsenin haberi olmaz. Ne olacak itin biri eksik olur. Yezit oğlu yezit şımardıkça şımardı. Domuz oğlunu köyün içinde gezerken görmüyor musunuz? Burnu bir karış havada. Sanki dünyayı ben yarattım diyor. Bu gidişle korkarım yakında avratlarımızı da elimizden alacak. Ben karşımda erkek isterim, erkek...
İkindiden beri devam eden toplantıda hiç fasılasız içilen ispirto, ve esrar kokusu odanın havasını ağırlaştırmış, sinirleri uyuşturmuş ve gevşetmişti. Dört yüz hane yi geçen bu köyden başka, daha bir çok irili, ufaklı çiftliklere, vakıflara sahip olan şeyh Veliyullahlann oğlu şeyh Abdullah, on sekiz yaşına ayak basalıdan beri, bir defa bile yanından ayırmadığı bu zevk ve eğlence arkadaşlarını daha doğrusu maiyetinde dolaştırdığı bu dört zorbayı, o gece de köyün ortasında hâkim bir tepeye kurulan yazlık camekânlı köşke çağırmış: onlara burunlarından gelinciye kadar, rakı, ve esrar içirmişti. Hepsi de zil, zuma saıhoş ve baygın bir halde halı minderlerin üzerlerine sızmışlardı.
Çocuk denebilecek bir yaştanberi vak tini zevk ve ; • fahatla geçiren şeyh Abdul lahın vücudu her türlü içkilere karşı muafiyet kesbettiği içindir ki yerde serili yatan delikanlıların birkaç misli alkol aldığı hal
de kendini kaybetmeden konuşabiliyordu. Yüz ifadesindeki asabi değişiklikler, sesindeki titremeler içindeki buhranı dışarı vuruoyr, kalbinden geçenleri belli ediyordu. Fakat, lıerşeye rağmen, bugün mutlak kararını vermişe benziyordu. Ne pahasına olursa olsun çiftliğinde iki senedir, kargısına rakip olarak dikilen en büyük hasını Adak Ali’nin varlığı, onun kimseye metelik vermiyen kabadayıca hareketleri, bizim şeyh Abdullah] kudurtuyor, bu küs-tah herifin vücudunu ortadan kaldırmak için, çareler arıyordu. Kendisile yaşıt olan bu köy delikanlısı, bütün köy halkı gibi, tâ küçük yaşta babasiyle birlikte Sivas köylüklerinden çiftliklerine Adak olarak gönderilmiş, o zamandanberi veliyullalnn hizmetine girmişti...
Lâkin Adak Ali büyüdükçe işi azıtmış, şeyh Abdullahı bile tanımaz olmuştu. O, küçük yaşta bile ele, avuca sığmaz zeki. alacan bir çocuktu, öyle kolay, kolay döğüşten, kavgadan gözü yılmaz kuru patırtıya papuç bırakmazdı. Bir defa kafası kızdı mı bütün köy çocuklarını önüne katarak çil yavrusu!; gibi dağıtır, babasından dahi bir haksızlık jgörse karşı koymaya çalışırdı...
Gözü pekliği, ve yiğitliği sayesindedir ki. yeni atılıp gelen Ali, gerek arkadasla-rınm.jgerek köy kızlarının yanında şeyh Abdullahm görmediği hürmet ve itibarı görüyordu.
Gün geçtikçe, köy kızlarının nazarında bir masal kahramanı kadar büyütülen Ali, yaşlandıkça oturaklaşıyor, daha cesur ve mert bir insan oluyordu. Malikânesinde böyle herkesin sevgi ve saygısını kazanmış bir delikanlının yetişmesi şeyh Abdullahm hır te işine gelmiyordu. Babasının nanu nimetilc büyüyen bilmem hangi dağın iti, şimdi başlarına belâ olmuştu. Bu kurt eniği üstesine bir de köyün hocasından okuma, yazma öğrenmiş, aklı hayıra, şere yeter olmuştu.
Adak Ali’nin varlığından bizim şeyh zade kendi istikbali için bir tehlike sezi-
142
yor, yoluna dikilen bu karaçalıyı söküp atmak çarelerini düşünüyordu.
O günlerde araya giren bir kadın meselesi, aradaki bu rekabet ve kıskançlığı son haddine çıkardı. Şeyh Abdullahın üç karı ve bir o kadar da odalıktan sonra göz. koyduğu köyün en yosma, en güzel kızı sürmeli Şerifc’ye Adak Ali’nin abayı yaktığı kulağına çalınmıştı. Buna dünyada tahammül edemezdi. Bu it oğlu koca bir hanedanın şerefilc oynuyordu. Bu kadar servet ve asalet sahibi iken, kapısına tuttuğu bir köleye, kendi on para etmeyen dağın itine mağlûp olmak ne demekti?. Buııu hiç bir zaman erkekliğin şerefine ycdiremiyordu. Düşündükçe. aklı basından gidiyor, deli olacağı geliyordu... Şu haydut, şu külhanbey herife haddini tanıtmalıydı. Çok olmuştu it oğlu, karşısındaki adamın veliyullahzade şeyh Abdullah olduğunu unutuyordu hergele...
Kararım çoktan vermişti Hem de bugün bu iş bitmeliydi. İkindiden beri içtikleri rakı ve esrar maiyet erkânını uyuz bir köpek gibi, solutup, uyuştururken, bilâkis, onun içinde uyuyan ihtiras, ve intikam yılanını ayaklandırmıştı. Günlerden beri pusudaki bir kurt gibi, beklediği fırsatın bugün geldiğine kani olduktan sonra, yerde salyaları akarak serili yatan adamlarını harekete getirmek için, kafasında çareler aradı. Akşamdan beri Adak Ali’nin sürmeli Şerife il« kapandığını biliyordu. Bu haberi adanı!: rından biri getirmişti.
Bizim Veuyullah zade kendini siper ederek insanları birbirinin aleyhinde kışkırtmakta ve aralarına nifak sokmakta pek mahirdi. Küçükten beri mesleki ve işi icabı bu sana’ta ihtisasını epeyce ileri götürmüş, insanları efkârına hizmet ettirmek yollarını öğrenmişti. Ne yapsın insanlara kolay hükmedilmiyor, bu çiflik te kolaj’ idare edilmiyordu...
Ara sıra çiftlik kâhyasının müstebit ve keyfî idaresinden, aldıkları ücretin azlığından şikâyet edip, hoşnutsuzluk gösteren ırgat, ve ı.şcnere bu usulü tatbik et
mek sayesinde sızıltıya meydan vermeden ihtilâf ve geçimsizliklerin önünü almış ve gene bu sayede bu kadar insanın dizginini elinde tutabilij'ordu. İnsanları sevk ve idare etmek için rahmetli babasının verdiği nasihatlar. uzun yıllann kazandırdığı tecrübeler burada da bir defa daha imdadına yetişti...
Biraz evvelki kısa hitabesinden beklediği neticeyi alamayınca, ağzı değiştirdi. Keskin ve hilekâr bakışlarını birer, birer odada kilerin üzerinde gezdirdikten sonra gür ve kat’î bir sesle:
— İçinizde bir tane erkek yok, dedi. Ağzınıza iki dirhem rakı kojonakla leş gibi yere serildiniz. Bakalım siz burada inek gibi yatın. Adak Ali de canınız için, sürmeli Şerife’nin koynunda keyf sürsün. Demin de dedim ya Adak Ali elimizden avratlarımızı da alsa ses çıkaracağımız yok. Bu son birkaç cümle ile, Şeyh Abdullah meramına nail olmuştu. Deminden beri sessiz, sadasız yatan dört sarhoş, bir taraftan devrildikleri köşelerden nöbete geç kalmış askerler gibi, birer, ikişer fırlarken diğer taraftan da tehdit ve küfür savurarak efendilerine karşı sadakatlannı göstermeğe çalışıyorlardı...
- Adak Ali mi T Adak Ali ha, sürmeli Şerife’nin evinde mi? Kaltağı yırmalı...
— Şeyhimiz yalnız emretsin. İstersen bir gecede köyün altını, üstüne çevirelim.
- Teres oğlu teres kabadajuhk yapmak nasıl olurmuş bir görsün.
— Kanına susamış dövyosun oğlu.
Oturduğu minderde Şeyh Abdullah muzaffer ve mağrur bir kumandan edasile, konuşuyor; sarı ve titrek kandilin donuk ve kör ziyası altında gözlerini kırpıştırarak hain ve hilekâr bakışlarile elleri göğsünde karşısında emrine âınâde bakliyen dört cellâdm vaziyetlerini süzüyor, onlara cesaret ve serinlik veriyordu...
Yarım saat sonra her hazırlık bitip te Veliyullahzade şeyh Abdullah’ın etekleri öpülürken cüppesini sürükliyerek ayağa kalktı. Şişman ve kıllı ellerile dördünün de ayrı, ayrı sırtlarını sıvazladıktan sonra.
143
ulumayı andıran çatlak bir sesle, «Bana ve yedi yüz senelik hanedanımıza karşı sadakatinizi burada isbat edeceksiniz. Görüyorsunuz ki ailemizin şeref ile oynanıyor.» Dört kişi, elleri göğüslerinde bükülerek geri, geri çekilirken Velîyullah zade cebine evvelden hazırladığı sırma ile işlemeli bir kesenin içindeki altınları, birkaç defa şıkırdatıp avucunun içinde okkaladıktan sonra, hâkim ve' ihtiraslı bir sesle:
— Bu işte, ben sonuna kadar arka-nızdayım. Elinize, yüzünüze bulaştırmadan başardığınız takdirde mükâfatınız büyük olacak, dedi. Sizi her hususta temin ederim. Bir saat içinde işinizi bitirip izlerinizi kaybetmelisiniz. Vazifelerinizi tekrar etmeğe lüzum yok. hepiniz de aklı başında adamlarsınız...
Paranın cazibesile kafaları bir kat daha dumanlanmış ihtirasları şahlanmış dört kafadar, efendisinin elindeki kemiğe gözü düşen birer av köpeği gibi, eğilerek ayrı, ayrı birer defa daha şeyhlerinin ayaklarını yaladıktan sonra, onun bir işaret? üzerine vakit kay İletmeden avlarını yatakta bastırmak için hızla kapıdan uzaklaştılar....
Ertesi gün, köy korkunç bir haberin dehşet verici sarsmtısiyle uyandı. Adak Ali, eli, kolu bağlı olduğu halde çırçıplak gece geç vakit evinin bacasından içeri bırakılmıştı. Evvelâ bacadan kerpiç ve taş
yuvarlandığım sanan ev halkı, koşarak tandırın başına vardıklarında oğullarının ağzı, yüzü kan içinde yere serili bulmuşlardı...
Adak Alinin elbiselerde birlikte, tenasül azalan da ortada yoktu...
Aynı gece, sürmeli Şerife’nin de köy uen kaldırılması katilin kim olduğunu ortaya çıkarıyor idise de kimse ağzını açıp bu mesele üzerinde bir şey konuşmağa cesaret edemiyordu.
Aradan yıllar geçtiği halde şu türkü söylenirken Adak Ali’nin köyünde kızların ağladıklannı görürsünüz...
Sıra, sıra höyükler
Çevresinde söğütler
Düşmanlar pusu kurmuş Anası Ali’sin bekler
Gökte uçan turnalar
Ali’den haber sorar
Kızlar Ali’siz kaldı
Ağlaşın dağlar, taşlar
Bacağında çizmesi
Başında var dal fesi Karşı çıkın ey kızlar.
Şu gelen Ali'nin sesi
Dereden akan sular
Ali’nin nıezarm yalar Öksüz kalmış. Şerife D inarda Ali’sin arar.
ADIMLAR
Sahibi Neşriyat Müdürü : Dr. Bellice Sadık Boran
Abone : Altı aylığı 150 krş. ; yıllığı 300 krş.
Adres : Adımlar, Posta Kutusu 61. Ankara
144
--j. .... ... .'C| t| |) 0 , ||
Ş SAVAŞ KARDEŞLER İZMİR
$ TİCARETHANESİ
£
> Zeytin, zeytinyağı, sabun ve her nevi sâde J yağlar, peynir vesaire satışevi
İAnafartalar Mevsim sokak No. 5
Tel. No. 2377 Ev. 6235
Sicil No. 3334. Kuruluş : 1930
ALİ PERÇİNEL VE KAZIM PERÇİNE»
Ticaret Evi
Zeytin, zeytinyağı, sabun ve lıernevi sâde yağlar, peynir vesaire toptan satış yeri
Kooperatif arkası Ali Nazmi Ap. No. 1/2 Tel No. 3153. Telgraf : Alî Kâzını Sicil No. 1912. Kuruluş 1930
HALİM ŞAPÇI
S Zeytin, zeytinyağı, sabun ve her nevi sâde ;i yağlar, peynir vesaire satı evi
Sebat iş hanı No. 40
Tel. No. 3752
ALİ RIZA YEĞEN
Kayseri Pastırma Pazarı
Yeni Hal No. 21
Tel No. 3975, Sicil No. 2007
Kuruluş tarihi : 1930
OSMAN ÖZKA1,
.s Yumurta ve
Tahtakale Ca
mı*/
diye toptan I
Toptun ve
Yeni Hal i 10; 20
Sokak No. 29 Tel No. 1991 Tel;
OSMAN ANTEBLİ VE İSMAİL BEKRİ
BAKKAL
'ecimevi
ı ara
;raf: Yeni lal Osman
29, Sicil : >. 3551
.'5
1;
ITÜSAME
MAN
ıptan ve Perakende Be; îalia Aksaray ve Urfa t Zeytin
■iN çaöi. Ayan
Laz ve Kaşer lere yağlan, J bağlan Tecuıl
e Edirne Peynirleri; f Ayvalık, Edremit svi
' - :■ ■: y ;
Ys
Tel. No.
enihal



|
; M İ L L î P i '
I '
;t Her çekilişte bir millî piyango bileti Ş Jilarak bütün yıl talih kapılarım ken-nize daima açık bulundurunuz. Her c an servete kavuşabilirsiniz.
A« :' -
I
I $

$
«■
s
Bu çekilişte talihiniz gülmedi ise ver-(İiğiııiz paın boşa gitmiş değildir. Bu ( sefer çelik kanatlarımız kazımmış de- s\ inektir. Belki de- sizin, kazanma sıra- J inz bu çekiliştedir.
• $
MİLLÎ PİYANGO

Comments (0)