Kaynak: TÜSTAV - Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı Arşivi

dımlar
1 (.’ İNDEKİ I. E K
Kalp Fikir. Gerçek Fikir
Hüseyin Rahmi Gürpınar
Hüseyin Rahminin Şahsiyetinde
Mm adete tâ^nı
Modern Fransız Romancılarından:
Paul Nizan
Meslek seçimi
Bugünün Şehircilik Meseleleri
Uyku ı hikâye)
Dr. Bellice S. Boran
Yaşar (
Hüsamet^n Bozuk
Prof, İletiri Halkın
V. Mühendis Hüsnlı Bakı
Orhan Kemal
Kenar Mahalle
Silone. Fontann
Menemcncioğlu Von Horyath, . Behice Boran.
Köyiin İsimlen: Toprak Mahsulleri Ofisi İşleri Sadeleştirilemez
Ayın kinden: Yayınlar:
ara. eev. Sabahattin Ali. — Nermin
Allahsız Gençlik, çev. Bürhan Arpa!
y ■
.d. —
9
Adımları Beğeniyorsanız
Abone olunuz, Abone bulunuz.
Abonelerimize:
Bu sayı ile aboneniz sona eriyor. Adımları beğendiğinizi, okuyucusu olmakta devanı edeceğinizi umuyoruz. Abone bedelini posta havalesi ile veya, posta pulu olarak «P. K. 61 Ankara.» adresine gönderiniz.
ADIMLAR
Sahibi ve Neşriyat Müdürü r Dr. Behice Sadık Boı an
Abone : Altı aylığı 150 krş. ; yıllığı 300 krş.
Adres : Adımlar, Posta Kutusu 61, Ankara L
Adını lora verilen yazılar basılsın basılmasın geri verilmez.
AMCARA PALAS
’ö
Telefon: 3480
• •
en YENİ en KONFORLU
R
Nisan 1944
Sayı: 12
Kolp Fikir. Gerçek Fikir
Dr. Kellice S. «ORAN
Ankara Üniversitesi
Her devrin, o devri vasıflandıran bazı hâkim değerleri vardır, meselâ bizim devrimizin hâkim değerleri de müsbet ilim, halkçılık, bilgide ve teknikLe ilerilik ilh. dir. Bazı fertler ve zümreler bu değerlere gerçekten inanırlar ve gerçekleşmeleri içir, çakışırlar; diğer bazı zümreler vardır ki bunlar. bu değerleri kendi hususi gaye:en ve menfaatleri uğrunda birer kalken Tibi kullanırlar. Bu suretle cemiyetin fikir hayatında gerçek fikirler yanında kalp fikirler de belirir. Fikir adamının vazifesi, fikirlerin kalbını hakikisinden ayırt etmek ve bu yolda umumî efkârı aydınlatmaktır
Adımlar ilk sayısından itibaren, fikir hayatımızın muhtelif sahalarında, ilimde, sanatta, edebiyatta, terbiyede, sosyal konular alanında daima kalp ile gerçek fikri ayırt etmeğe ve gerçek olanı belirtmeğe çalıştı. Bu yoldaki emeklerimizin boşa gitmemiş olduğu görülüyor. Yarasalar gibi karanlıktan hoşlanan, fikirleri gün ışığına çıkarıp umumi efkâr önünde incelpmekteıı, çekinen bazı yazar ve münevverler fikirlerinin kalp mahiyetinin meydana yıkmasından telâşlanarak gazete ve mecmualarda hummalı bir yazı faaliydim® giriştiler. Bu faaliyet üç koldan kendini gösterdin Birin
cisi. bizim müdafaa ettiğimiz ve kendilerinin alenen reddetmeğe cesaret edemedikleri fikirleri kendilerine maletmek teşebbüsü «biz de ilme inanırız; kıymetini inkâr etmeyiz: biz de halkçıyız? biz de fikir hürriyetine yer veririz: sanki biz ileri tekniğe ve refaha erişmeğe taraftar değil miyiz?» teraneleri.. İkincisi, fikir mesullüğü, fikrî disiplin. tesanüt ilh. namına kendilerinden farklı düşünenleri susturmak . Üçüncüsü, kendi kendilerine gelin güvey olup, kendilerim milletin ve devletin sözcüsü rolüne koyarak etrafa milliyet dersi vermeğe kalkmak.. (Bir dördüncü yola daha giriştiler ama bu fikirlerinden emin olmıyanların, alt olacaklarım anladıkları zaman daima yaptıkları bir şeydir: işi şahsî bir şekle dökmek.. Bu o kadar bayağı bir tarz ki bunun üzerinde durmak aynı seviyeye inmek olur.)
((Bîz’”clcTi.âIkçıjTZ, biz de ilim, ileri teknik taraftarıyız ilh.» diyen bu adamlar ger-çekten öyle midirler? Bu hususta mihenk nedir? Mihenk, bu değerlerin gerçekleşmesi için ileri sürülen vasıtaların, yolların ga-.yeycuvgun' olup olmadığıdır, d İme kıymet veriyoruz.» diyorlar, ama ileri sürdükleri ilim anlayışı memleketimizin ilim hayatının
gelşmesini sağhyacak mahiyette midir? Buna bakmak iâzım. «Millî ilim» diye adlandırdıkları her cemiyetin kendine mahsus bir «ilim» inden bahsediyorlar; şimdilik bu iddiayı yalnız «manevî ilimler» için ileri sürüyorlar; bu, insan âlemine ait bilgilerin İlmî karakterin reddetmektir, zira ilim, coğrafî sınırlara göre değişmeyen bir bilgi sistemidir; her cemiyetin kendine mahsus ayrı bir ilmi olamaz. Böyle bir ilim anlayışından hareket ederek bir adım daha ilerleyince «tabiat ilmi» denen fizik ve kimya da aynı akibete uğrayacaktır ve «yahudi fiziği, alman fiziği» tefrikini yapanlarla aynı kapıya çıkılacaktır, ilmin prensipleri ve metodu evrenseldir; memleketimizde ilmin gelişmesi bu prensiplerin ve metodun bizim gerçeklerimize tatbiki, bizim ilim adamlarımız tarafından bizim gerçeklerimizin araştırılması ile meydana gelebilir. Memleketimizde ilmin inkişafı, kendimize mahsus bir «millî ilim» yaratmağa kalkmakla değil, fakat dünya ilim,âleminde başka memleketlerin ilim adamları ileSve ilmî eserleri ile boy ölçüşebilecek ilim adamlarının yetişmesi ve ilim eserlerinin meydana gelmesi ile olacaktır.
«Millî, sanat» sözleri .bu adamların ağızlarından ve kalemlerinden hiç düşmüyor mu? Varsın düşmesin.. Bu bir Şey ifade etmez. Sanat anlayışları sanat hayatımızın gelişmesini sağlıyabilecek çeşitten midir? Bu nokta üzerinde durmak lâzım. Halk şiirlerinin kalıplarını taklit edip tekerlemeler düzmek: muhtevayı bir yana bırakıp, şekilde halk dilinin tabirlerini, üslûbunu taklit ederek hikâye yazmak, millî sanat, yaratmak değildir. Sanatı ve sanatkârı içtimai muhitinden .sanat eserinin şeklini muhtevasından ayırıp, kendi içine kapanmış temelsiz bir sanat âleminde muhteva-sız şekillerle uğraşmaVeılcmâz hır yol, kısır bir emektir.
«Biz de halkçıyız» mı diyorlar? Evet ama seçkin adam, seçkin zümre sözleri ağızlarından düşmüyor. Halkın terbiyesi ve yetiştirilmesi ileceği!, küçük, seçkin bir
zümrenin yetiştirilmesi ile kaygulanıyorlar. Halkçıdırlar! ama. halk kendi menfaatlerini bilmediğinden, kendi kendini idare edem i-yeceğinden, «zıt fikirler içinden doğruyu . -karamıyacağından» ötürü, seçkin zümre (yani kendileri) sırf halkın kendi iyiliği için sakın başka bir şey için sanmayın — haşa geçmeli ve dilediği gibi idare etmelidir. Halka inancı olmayan bir halkçılık! Faşizmin elit nazarivesi de bundan başka bil' şey değildir.
«İleri tekniği, refahı sanki biz istemi-j’ormuyuz?» diyorlar. Peki ama teklif ettikleri tedbirlere bakın: modem makine medeniyetinin yarattığı meseleleri halletmek yerine, geriye dönmek istiyorlar, za-manırn yaşamış bitirmiş şekiller, tedbirler teklif ediyorlar. Garbın dev sanayiine karşı el sanayii, ev sanayii, köy sanayii ile çıkmak istiyorlar. Küçük sanatardaıı medet umuyorlar. Ortaçağın loncalarını andıran korporasyonlavl-.ı samanımızın İktisadî meselelerini halletmeğe kalkıyorlar. (Faşist devlet anlayışı da korporasyoncu bir devlettir.) Büyük senayi, makine, şehir düşmanıdırlar. Sözde’ ileri teknik taraftandırlar ama, ziraat daha ileri bir tekniğe kavuşunca daha az emeğe ihtiyacı oacaktır; nüfusun bir kısmı topraktan ayrılıp şehirlere göçecektir; buna ise hiç te taraftar değildirler. Türk köyünü «bozmamak?» — bundan; ne kastederler, bir türlü anlaşılmaz — gerektir. Bu zihniyette onlarca ideal köylü, ihtiyaçları asgariye inmiş, istihsal edeceği maddeleri kendi istihsal eden, ortaçağın feodal ziraî iktisadı gibi kendi kendine yeter, kapalı birer birlik teşkil eden köylü ailesidir.
Bu adamlar fikir hürriyetine de taraftardırlar. ama «zararlı olmamak şartiyle..» İki taraflı kesen bir kılıç gibidirler: fikir hürriyeti namına kendilerinin istedikleri gibi söyleyip yazmalarına müsaade edilmesini isterler, «zararlı olmamak şartı ile» kaydını ileri sürüp kendilerinden farklı düşünenleri susturmak isterler. Fikir adamı nın gerçekten bir .mesullüğü vardır: o da.
378
Hüseyin Rahmi Gürpınar
Yaşar ÇÖL
Halk Romancısı Hüseyin Rahmi Gürpınar 8 mart 944 günü kısa bir hastalığı müteakip Heybelideki beyaz köşkünde 81 yaşında olduğa halde hayata gözlerini yumdu.
1864 de Aksarayda 3 yıl sonra ölecek bir ana ile sonra paşa rütbesiyle hünkâr yaverliği yapacak olan bir babam» evlâdı olarak doğdu.
Küçük yaşta büyük annesinin ve tey
zesinin elinde orta, halli bir Burjuva ailesinin terbiyesiyle büyüdü. Ninesinin, teyzesinin masallarını, bilmecelerini tekerlemelerini ve Hu. Hu komşu diye kapılarını çalan kadınların dedi kodularını dinledi. Tahsil çağma geldiğinde boynunda cüzü ile ilkokula sonra da Mahmudiye Rüştiyesine gitti. Mektepte bir şeyler öğreniyordu. Evde ayrıca hususî olarak Fransızca dersleri aldı. Yaşı ilerledikçe romanlar.
daima gerçeği, hakikati müdafaa etmek ve fikirlerini işler, neticeler çıkarırken daima memleketimizin ihtiyaçlarını, gelşimesi ve ilerlemesi şartlarını göz önünde bulundurmaktı'. Fikir birliği, evet! Ama sağlam, gerçek fikir birliği esas preıısiper üzerinde ve o prensiplerin gerçekleşmesi için gereken vasıtalar üzerinde anlaşmakla olur, yoksa meseleleri, dâvaları örtbas etışek, «zıt fikirleri» küllemckle değil.. Bu birleştirici prensipler ise inkılâbımızın ileri prensipleri ve gayeler ancak halkın ekseriyetinin menfaati olabilir. Teklif edilen her işin, her tedbirin yerinde olup olmadığının imi-hengi bit prensiplere ve gayelere uygun olup olmadığıdır. İstedikleri kadar «biz de halkçıyız, ileriyiz, ilme, sanata, tekniğe kıymet veriri?» desinler, bu sahalardaki anla yaşları ve teklif ettikleri işler ve tedbirler bu değerlerin gerçekleşmesine uygun değildir. Onların fikir Bıesullüğü ve birliği namına talep ettikleri şey. kanunlarımızın sağladığı hürriyeti daraltmak ve inandıkla--rını iddia ettikleri değerlerle" öhlıitj» 'gerçekleşmesi için ileri sürdükle# ^vasıtalar arasındaki bu uygıuısuzlıığununeydana çıkmasına mani olmsktjrs Gayelerle vâsıtalar arasındaki bu uygunsuzluk SılarınhıallSsŞ
I C70
lığının, iieriliğinin. ilim taraftarlığının hakiki değil, kalp olduğunun delilidir.
Bir yandan inkılâbımızın ileri prensiplerine aykırı fikirleri ve tedbirleri avaz avaz müdafaa ederken, öte yandan dönüp «biz hiç bir taraftan değiliz, sadece devletin ta-rafındayız» diyorlar ve kendilerine devletin ve milletin sözcüsü payesini veriyorlar; kendi kendilerine ihsan ettikleri bu mevkiden etrafa milliyet dersi vermeğe kalkıyor-lar. Fikirleriniz inkılâbını zın prensip ve gayelerine bu kadar aykırıyken, kiminiz nıillctseveriiği üstün ırk iddialarıyla, kiminiz şu veya bu bölgede doğmakla bil- tutarken. siz nasıl mületin sömüsü olabilirmişsiniz? Efkârı umumiyenin. okuyucuların «zıt fikirler içinden tam doğruyu çıkarabileceğine» inanmadığınız için bu çevirdiğiniz manevrayı kimse farketnıiyecek sanıyorsunuz. Ama aldanıyorsunuz. Bu memleketin okurları sizin sandığınız ve inandırmak istediğiniz gibi eğriyi doğruda», gerçeği yalandan, ileriyi geriden ayırt edemiyccek durıiinda değildir. Memleketimizde. ettiğiniz fikir caubazlıklarini ve dülttueliklerim ve’ bunlarin âmillerini far-kedim ve anlıvan şArlu bir okuyucu kitlesi var. /_jk % /
379
edebî kitaplar okuyordu. Nihayet, mülki-yeyc girdi. Oradan ayrılarak kalem efendisi oldu. Sürü sürü resmî kâğıtlar arasında canı sıkılıyordu. 1908 Meşrutiyete kadar memuriyetten ayrılmadı. Bir kere de ayrılınca Büyük Millet Meclisine Kütahya Mebusu olarak seçilmesi müstesna bir daha resmî bir vazifeye dönmedi.
Küçük yaşta okuma ve yazma iptilâ-sına tutuldu. Blilflğ çağında Ahmet Mi-tatı örnek tutarak romanlar karalamağa çalıştı ve nihayet 17 yaşında ilk romanı olıı Şık’ı neşredilmek üzere Tercümanı Hakikat gazetesine gönderdi. Ahmet Mitat. zamanına göre ustaca yazılmış olan bu eserin sahibini gazetesi vasıtasiyle idarehaneye çağırdı. Körpe bir delikanlı sıkılarak büzülerek Ahmet Mitatııı odasında boy gösterdi. Ahmet Mitat karşısındaki tüysüzün bu romanı yazanııyacağma kanaat getirmiş olduğundan delikanlıyı istintaka çekti. Gürledi. Parladı. Üstadına karşı korku ile karışık bir saygı duyan Hüseyin Rahmim.Ahmet Mjtatm neybetli vücudu karşısında daha çok ürktü ve ağladı. Hakikat belirince Ahmet Mitat küçük romancıya, gazetesinin lıer zaman için kendisine açık olduğu ve onu himayesi altına aklımı söyledi. Halk romancısının ilk zaferi böyle başladı. Böylece dik a-dımla yürüdü. Toroman, Miirebbiye. iffeti Metres, Muadelei Sevda.. Ve artık dizi dizi romanlar yazdı.
Romancılığı: Hüseyin Halimi Halk romancısıdır. O romanlarını oturduğu yer-’1 de hülyalar kurarak boğazın durgun sularında kendi akislerini seyreden Paul et Virginic kılıklı âşıkların sevişmelerini, ayrılmalarını, buluşmalarını aulatmakian ve Akşam Güneşinin ışıkları altında ihtiyar bir kalpten genç bir kalbe bir şose yapmağa uğraşanların kaprislerini terennüm etmekten daima çekinmiş ve her zaman halkın, hakikatin peşinden koşmuştur. Bir sürü romancı müsveddeleri batıdan adaptasyon ve intihallerle j dalarında gizli gizli bozuk ayarlı romanlar hazırlaj^a
rak Babıâli piyasasına sürmeğe çalışırken, Hüseyin Rahmi İstanbulun en kuytu köşelerini, mali bakımdan en sönük olan yerlerini seçmiş, urlarda, bütün konfor-suzluğa rağmen oturmuş, yakından görmüş. kocakarilariyle, moruklariyle, çingeneleriyle. dilencileriyle içli dışlı olmuş ve onların hayatını inikâs ettirmiştir. Önceleri pek tabii olarak Ahmet Mitatııı ve bazı Fransız romancılarının tesiri altında kalmış, bilahare kendi hüviyetini bulmuştur.
Romanlarmı İstanbul hemşehrisinin diliyle yazdı. Bir kalem efendisinin hol Iugatlı cümleleri. Bir Zıpçıktı, bir Züppe dili, Bir kıyımlık küllıanbcyin bıçkın delikanlının Argosu, Kuduran Kaynananın Dili. İstanbul Surlarının diplerinde, Tahta Kulübelerde Pinekliyen, Paryaların Dili. Bir biri üzerine fasıldaşır gibi eğilmiş ahşap evlerde oturanların dili. Bir kelime ile fakir ve orta hallilerin dili.
Romanlarında cemiyetin ve tabiatın bu insan kalabalıklarına yaptığı tazyik ve tesirler apaçıktır. Meşrutiyet inkılâbı, irticaî hareketer ve 1 numaralı emperyalist savaşın halk üzerindeki tepkileri bazan uzun u-zun, bazan da bir roman kahramanlarının konuşmalarında kıvılcım gibi parlar. Halk onun romanlarını tuttu. Şıkları, Gulyaba-nileri. Delileri, Kokotları, Şantajcıları hiç yadırgamadı. Romancı tuttuğu yolun mükâfatını gördü. En çok okunan romancı oldu. Her baskısı 5 binden az olmamak üzere kitapları S - 10 defa basılmak mazhariyetine erdiler ve kalemi onun geçim vâsıtası oldu.
Hüseyin Rahmi halk romancısıdır, fakat büyük romancı değildir. Ekseriyetle vakalar ve cemiyetin karşısında müşahit ve nâkil duranında kalır. Roman kah-imanlarının, figüranlarının hareketleri mübalâğalıdır. Gevezedirler. Konuşurlarken boylarından boslarından umulmayacak fikirler ortaya atarlar. Bir takım jestler yaparlar. Bu. okuyucunun mantığını gıcıklar. Muhavereler, bir orta oyunu
380
veya karagöz tekerlemeleri ile doludur. Zengin âlemin utanması lâzungeJen hareketlerini alaylı alaylı iğnelerler. Kahramanların ekserisi normalin üstünde veya altında ve bir çoklarının kafa tahtalarından bir veya bir kaçı eksiktir. Romanlarında öğretici bir rolü muharrir benimsemiştir. fırsatını getirir, muhtelif bilgiler verir. Halk romanının başlıca bir vasfı olması lâzım. gelen öğreticilik rolünü Hüseyin Rahmi hiç ihmal etmez. Fakat bâzan, hnyat. ıstırap, felsefecikleri inşad eder. Çok zaman zayıf temellere-dayanan tiratlar sıkıcı olur.
Hüseyin Rahminin roman imlâtbanc-sinin teknik kısımları eksik olduğundan ve mahalli temlerin beşeri, evrensel cephelerini belirtip îşliy enlediğinden eserlerinin yalnızca mahallî piyasaya sürümü vardır. Beynelmilel edebiyat horsasındy Kotc edilebilecek romanı maalesef yoktur.
Bıı kadar faaliyete rağmen romancılık Ki’ıtsanda verimli sonunca vâsıl olamamıştır. Bir romancının snh.jp olması el-zen. cırın sağları bir sosyolojik ve ekonomik bilginin r 1: »kliği oniin en büyük safıdır.
Bugünün gençleri arasında okuyucusu azdır. Edebi mulıfelJcrde otorite kıl t bürünenler dahi onun bütün külliyatın: kumamtşlardır. O halk tarafından okunur lıtdk tarafından sevilir- Tam mâna.-: halka satış yapan kitap sergilerinde Hüseyin Rahminin bir kaç romanına rastlamak her zaman için kabildir.
Büyük Şair Hâmit bir mısraile halk romancısı için Türklerin E. Zola'sı diye kabataslak bir lıüküm vermiş ve bundan sonra Hüseyin Rhlıminüı Türk Zıvlası o-
laraf. şöhreti ynyılnuşrir. Ufak benzerlik; ayşılmıyan romanları gelir.
lere dayanarak dünya çapındaki ırıiharrir- tÇerçk 3Wrn tB-rcninde. gerekse sonra-
lere benzetmek umumiyetle bizıie adcı dan yapılan törende Üniversite gençliğinin olmuştur. Meselâ bir kaç înuvaffa- olmuş c'-yroklıgıgozc çarpmış? Bunun için yay-hikâye yazanlara hemen GtflİO adını ta- gara basmağa lüzum yoktur. Şayet ikinci karlar. torçn tljiıivefeite muhitine yakın bir binada
Zola ihtilâlci vJ inkılAçı uldıığii yı®mış ..Isâydı muhııitkıık ki daha çok hakikat uğruna müthiş nıâiıadelebidiri Se- y üçler ba - calie iFsbıfiuııacak, bu büyük
faleti tam naânasiyle tatmıştır. Hüseyin Rahmi Giirpınarda ise bu vasıflar yok|ıır. 1908 dc çıkardığı Boşboğaz adındaki miza hi gazetede ittihatçıların iftirasiyle mahkemeye verilmiş, beraet etmiştir. 1924 de Ben Delim iyim adlı romaniylc yine mahkeme kapılarına sürüklenmişse de gene beraet etmiştir. Halbuki Zolanın bir Dreyfüs müdafaası bıım başka bir çarpışmadır. Zola’da güldürme yoktur. Gürpınar bizi ekseriyetle iç sızlamasiyle kariışık bir hinle güldürür: Müşterek olan noktalan halka eğilmeleri ve hakikati çirçıplfl-k ortaya koymalarıdır.
Örgü ören, resim yapan, piyano çalan bu ince zarif adam, bir imam veya medenî ııikâhlle İnç bir kadına kendini bağlamamış, fakat hayatını îs-tanbııla düğümlemiştir. Teknik bakımdan zayıf romancı olmasından yarın belki âz okunacaktır. Sosyolojik araştırmalar, örf ve âdetlerle muhtelif inkılapların halk tabakalarındaki akisler, üzerinde inceleme yapmak mevki indekiler muhakkak Hüseyin Rahminin bütünj eserlerini okumak mecburiyetinde kalacaklardır.
Küçük bunuvsjP jöleleri, Hüseyin r i iminin eserlerini müstehcen ve kaba hulcluklarmdan genç kızlarına ve oğullan-■ > klimayı ekseriya meneder. Bu körpe çocuklar kıyıda bucakta rotnanm İlâhî VC sözü® ona plâtonik aşk lan geveliyen, tutuşmuş gönüllere aşk yuvaları hakkında budalaca ve aktarmaca roman yazarlarının kitaplarını okurlar vei sanının daha bir
çok geri düşünccliler talebe çocuklara bu budalaca karalamaları tavsiye ederler. Tavsiye edilecek kitapların başında Hüseyin Rahminin mevziî, fakat gerçekten
381
Hüseyin Rahminin Şahsiyetinde Mücadele Unsuru
Havalı İle enerleri arasındaki büyük uçurum itibariyle Hüseyin Rahmi bir çok nûielli'icrden ayrılır. Büyük fırtınalar mahsûlü okluğu zannını uyandıran ve her birinde '.eşitli bir insan yığını kaynaşan elli kadar roman, basit ve mütevazi bir hayat çerçevesi içinde meydana getirtmiştir.
Günlük yaşayışında sükûnet ve sadelikten hemen hiç ayrılmamış olan muharririn mesek hayatı »sc. ileri görüşlü birçok sanatkârların başından geçmiş olan mü-delelerle doludur. Doğumundan ölümüne kadar seksen yıllık uzun bir ömür hep bu iki zıt unsur ile muvazi olarak yürümüştür. Sanatkârımızın hususî hayatı ne kadar ihtiras ve gürültüsüz geçmeye mütemayil İ3e yazıcılık hayatı da o kadar dalgalı ve mücadeleli olmuştur.
Hüseyin Rahmi’nin çocukluğunda karşılaştığı ilk ve en mühim vaka, üç yaşında iken annesini kaybetmesidir. Çocukluğu tipik bir İstanbul evinde ve devrin geleneklerine uygun bir hava içinde geçmiş: ihtiyar komşu kadınlardan masal dinliye-rek ve tentene örmesini öğrenerek büyümüştür,^ Kendi anlattıklarına göre, yoru-| lacak, hastalanacak diye üstüne tir tir tit titrerlermiş; arsız olacak, kötü huylar kazanacak diye sokağa bile bırakmaktan çekinirlermiş...
Hüseyin Rahmi’nin eski İstanbul’un iç yüzünü derinden derine teşrih ve tahlil eden romanlarında kullandığı malzemenin çoğu bu hayattan toçîâhrhTş olsa"ğerek't’İr.
tik önce Ağa yokuşundaki mahalle mektebine gitmiş; daha sonra Mahmudiye Rüştiyesinde. Mahreci Aklânı ve Mülkiye Mekteplerinde okumuştur. Zamanın mutad halk romancını v: kiııen tammış olacaklardı .Tabiâti insani ııdanIçoR seven HüsS
J „ Hüsamettin BOZOK
tahsil devresini bu suretle tamamlıyan Hüseyin Rahmi, ilk romanını ou iki yaşında iken yazmıştır. Aksaray yangınında yanan bu ilk kalem denemesinden sonra Rüştiyede iken «Giılbahar» adında bir piyes daha yazmıştır ki o da yanmıştır. İlk basılı romanı «Şık» tan sonra «İffet» ve «Mürebhiye» sanatkârın şöhretini sağlamlaştırmıştır.
«Bir zaman Bcşir Fuat. Nadir, Hüseyin Efendi, Besim Ömer Paşa ve biraderi Azıri Bey G ii ıı e ş namında bir risale çıkarıyorlardı. Ne güzel ve kıymetli mecmua itli o.. Bilmcın kaçıncı nüshasında Menemen lizade Tabir Beyle, Be.şir Fuat Bey arasında edebî bir miinnknşa açıldı. Beşir Fuat Zola’ııın tilmizi realist. Tabir Bey ise romantik lirik bir adanı Dâva hiiyiidü. O yazar bıı yazar, Muştula Reşit Beyle Beşir Fuat Bey benim de bu husustaki fikrimi sordular. Ben de >öyleılim. Bu düşündüklerini yaz, dediler. İstiğrakı Seheri» namıyla koınedia diye yazdığım yazı «Tercüman» tla neşrolundu. İlk İştiharıma vcsiyle teşkil eden bıı yazıdır (1).»
Hüseyin Rahmi’nin bütün ömrünce realist bir anlayışla eser vermiş olması tâ o zamanlarda başlamış ve o. elli yıllık yazı hayatında bir kutuptan ötekine mekik do-kumamıştır. Bu sanat anlayışı ona çok pahalıya mal olmuş, bir çok düşman temin etmiş; iki defa mahkemelik olmuştur.
Hüseyin Rahmi’ ;n .vazıh, sade bir sanat anlayışı vardır : yıllar geçtikçe aynı mehrek üzerinde gelişmiş ve kuvvetlen-
• Yaz-c un , ojemde ç (acok olun «Husevir Rahmi» ödl loser'mdom
I Mecdi Sadretfin: Sevdiklerimiz, sayfo: 8.
vin Raiımi'şimdi narin ince vücudunu tam
mânasiyie »opı-ağd'vermiştir.
382
mistir. Bu sanat anlayışı, kökleri halk tabakalarına ve onun ihtiyaçlarına dayanan realist bir anlayıştır:
«İffet» istisna edilirse — (;ûnlcü onu bir iddia üzerine Vecihi’yi tabiiden yazmıştım — «Mürebbiye» den «Cadı» ya kadar diğer âsarım üslûlıen hemen birikirinin aynıdır. Ne eskilere, ne yenilere benzemiyeıı kendime lıas, açık, sade bir üslûbum vardır. Muvaffakiyetimi temin eden de işte bu süs süz, şaşaası/. İfademdir. Eserlerimde aııla-şilaınıyan bir cümleye tesadüf edilemiye-ceği gibi aklımın ermediği mesaile de girişmem, karışmam (2)».
Bu satırların otuz yıl öııcc yazılmış olduğu göz önünde tutulursa üslûpça Hüseyin Rahmi’den farkı olan «eskiler» ve «yeniler» in kimler olduğu kolayca anlaşılır.
Elli yıl yazıcılık hayatında kalan ve sırf kalemiyle geçinen bir sanatkârın devrin geleneklerine bu şekilde açmış olduğu savaş çok yorucu. olmuştur. Ona karşı yapılan mukavemet, bir yandan yüksek sınıfın sanatını yapmıya eabalıyanlardan. bir yandan da tendi sosyal muhitindeki mürteci zümreden geliyor ve eserlerinin sayıcı arttıkça şiddetleniyordu.
Hüseyin K.üminin mücadeleli hayatından bir k istiyenler: onun Cadı Çarpıyor Ve Şet. «veli Edebiye adlı kitaplarına. bakmalıdır!»!. Otuz yıl önceki Babı âli hayatüUn roürâkaşa terbiyesine uygun bir şekilde küfür ve hakareterle dolu sayfaların arasına romancının sanat ve edebiyat hakkmdaki görülerinin sıkışıırımis olması bizim için 'ayrı bir değer taşır. M arızlarının sinsice veya açıktan açığa iftiralarla dolu olan hücumları karşısında çok hırçın görünen Hüseyin Rahmi, ğbVeV&c-H şahsiyeti, gerekse bizdeki realist sanat •.•erymvınm mazisi bakımından dikkate değer mütalâalar ileri sürmektedir. Bu polemiklerde, karşısında, devrin bir nevi sanat anlayışını müdafaa eden’Şebabetih. Süleyman ile Ali Naei^ vardı. Hüseyin
Rahmi, mua marnım düşünceerini bizzat onların ağzından şöyle hülâsa ediyordu:
«Şimdi usûl değişti. Artık her sözün nıhun(ia bir heyecanı bedii aranacaktır. Bir edip ifadatıııa bir hüsnü bediî vc vüs’ati ta-hastdis verdi ilmek için her cümlenin ince mina işler gibi sathı varaka itinayı nakşında bir saat düşünürse bu icazı sanatı, okuyanlar iki saat endişei tefehhümde kalmadıktan soııra anlı yama malıdırlar. Çünkü avam için edebiyat olamaz, sanat menfaat ııa en iliştir. Çüııkii onu küçük bir endişei menfaat öldürür. Çünkü bir millet edebiyatından, sanatı bedisiMndan zerre kadar bir menfaati terakki ve teali beklemeden ilerlemelidir.. (3).»
O. bu gülünç itirazlara,
«Edebiyattan, sanattan gaye her halde içtimai bir menfaattir (4).
diye cevap veriyor ve sanattan her hangi bir fayda beklemçâikkrini söyleyenlerin iç yüzlerini şöyle^ajığa vuruyordu:
«Hangi gazele parayı çok \erirse oraya gidersiniz, hangi halıis kolayınıza gelirse onu karalarsınız. llangi mevzuların intihal ihtimalleri genişse onları yazarsınız (ö)
Kendi orijinal eserlerini ve realist müşahede’metodlarının güçlüğünü gizlici* de olsa Övmiye kalkan Hüseyin Rahmi yi btf az mazur görmeliyiz. ecBarres’-varî sar taramayı bilenler ve göğüslerinde birer iıl çiçekle fotoğrafilerini çektirenler (6)»İle mücadeleye girişen sanatkârımız ııe gariptir ki yine onlar tarafından zevksiz ve harcıâlem şeyler peşinde koşar görülnıüştür. Onun zevk ölçüsünün yüksekliğini kavramamış görünen Şebabettin .Süleyman «gözlerinde her şeyi saklamak isüyen bir bulut . . . güzel Budaklarının
'2? Hüseyin Rahmi;Câdj Çarpıyor, sayfa: 46. ı3.‘ Hüseyin Rahmi: Sekaveli Edebiye: say. 54. (’4/ Hüseyin Rahmi: Sekavetl Edebiyat soy. 55. ■’5. Hüseyin Rahmi: Sekaveti Edebiye: say. 107
6* Hüscy n Rahrî $ckçıveti Edebiye: say. 134
383
ucunda zehirden bir tebessüm çiçeği var diye yapmacıklı bir üslûpla konuşurken Hüseyin Rahmi de bir alay fırsatını kaçırmıyordu.
Anlaşmamayı edebi bir hastalık» sayan Hüseyin Rahmi bir yandan da Rılıap** tâki «karagöz göstermeliğine benziyeıı kadın resimlerinin (7). zevksizliği karşısında hayretten kendini «ılıtmıyordu. Bu zavallılığa rağmen, muarızları, kendisine aynı hareket noktasından hücuma devam ediyorlardı:
«Kel llasan (!) Osman lı âlemi temaşasında ne kadar İktisabı marifet eylemiş ve ne kadar saaııttan behrevap olabilmiş ise siz de OsmanlI âleıni tahririnde ondan fazla bir şey kazanmamışsınız Beyefendi. O da güldürmüş, siz de güldürmüşsünüz, O da arkasına bir insan sürüsü takmış; siz de takmışsınız.. (8)»
Evet, Hüseyin Ralımi'nin sanatında Kel Hasan’a: Komik Naşit'e benziyen taraflar vardır. Fakat bir zül olarak değil bir meziyet olarak. Bu güzel buluşun. Hüseyin Rahmi hesabına ve muarızları aleyhine kullanmak fırsatı kaçırılmamalıdır, Hüseyin Rahmi de; Kel Haşan gibi. Na.şit buki onların gözünde bunların hiç bir dehâ; kendi ölçüsü içinde bir jantın bizdeki en mükemm. örneğidir. Bu benzetmenin, Hüseyin Rahmi Hesabına değerini takdir edebilmek için, tulûat tiyatromuzun estetik değerini, halk sanatinin sosyal fonksiyonunu. Kel Hasan’ın, Naşit’in, Kavuklu Ali’nin. Abdi Efendinin sanat kudretlerini iyice kavramış olmak lâzımdır. Halbuki onların gözünde bunların hiç bir değeri olamazdı. Geniş halk teHkasniı bir insan sürüsü itibar edenlerden halkçı bir sanat anlayışı beklemek de yei siz bir şey olur.
Halk gibi düşünen, halk için yazan Hüseyin Rahnüyc göıc sanat da, saualin maksadı da, ifad; ş kli de bam başka idq
«Bize «haute esteti que» ten. «syınbo-üşme» ilen evvel ekseriyetin ıııılıyabileceği, Vazıh, mâkul, ciddî bir lisanı ilmi edep lâzımdır. Lisaıı bu çoraklıktan, İûgazlikteıı, hıı rekâkrti cehaletten, bir sürü hoppaların bâziçei keyifleri olmak felâketinden kurtarılmalıdır. Af illete* talim ve tedris edilecek |M*k çok hnkuyıkı ilmiye, fenniye ve edebiye var. Bütün bu hakikatler bu kuş dili tarzı tebliğiyle anlatılamaz.. (9)».
Günümüze nazaran bir az çetrefil kaçan bu satırlar içinde çok ehemmiyetli bir davanın kuvvetle teşrih edildiğine şahit oluyoruz. Burada Hüseyin Rahmi nin ihmal edilen bir tarafına işaret etmeliyiz. Tâ Şinasi’nin Sair Evlenmesinden bu yana bazan hızlanan, hazan yavaşhyan öz Türkçe cereyanı, münhasıran 1908 İkinci .Meşrutiyetinden sonra doğmuş gibi gösterilerek malûm birkaç şahsa mal edilmiştir. Bu arada Ahmet Mithat gibi. Hüseyin Rahmi gibi, Ahmet Rasim gibi büyük Halk muharrirlerinin rolü hiçe indirilmiştir. Oysaki meselâ Hüseyin Rahmfnin romanlarında yerli halkın dili kad ’ temiz ve öz bir Türkçeye. gelmiş geçmiş bütün romanlarımızda ve tiyatro eserlerinde rastlama]! imkânı yoktur.
Eserlerindeki pürüzsüz halk dili endişesi makalelerinde oldukça sağ’am bir fikir disiplini göstermektedir. Bu sahada yapmış olduğu mücadeleler de onun şahsiyetinin kuvvetli bir unsurunu bir kere daha meydana vurur:
«Lisan drııileıı şeyi yaza uların, yalnız kendileri değil, okuyacakların ekseriyeti ile anlamak meşruttur. (10)».
«Lisanımızda sadeliğin rlzemiyet ve ehemmiyeti cidden bilindiği günü «»debiyat haşlamış olacaktır (11).»
1i Hüseyin Rahmi: öekaveti Edebiye say. 69. 9' Hûs’evînRahmi: Ş-ekaved Edebiye; say. 30.
9' Hüseyin Rahmi; Sekaveti Edebiye; say. 117. şeyin-Rahmi:..Şekavet].Edebiye; tay. 120.
II HöseyiıyRahmi; Cadı cprpıyor.
384
Modern Fransız Romancılarından Paul Nizan
Bazaıı karışık olmakla beraber çoğu zaman parlak bir manzara arzeden iki cihan harb arası devresinde daima canlı kalmış bir edebî nev’e şcrer vermiş olan Fransız romancıları arasında bundan önceki yazılarımızda muayjşen bir anda bi. tarafı tutmak ihtiyacını şiddetle duyanları, bir çok sanatçının yapmağa meylettiği gibi ideoloji çarpışmalarının üstünde değil, aksine, hayati görünen bu çarpışmaları! içinde kendi benliklerini gösterenleri ayırmıştık. Bu romancılar böylece sanatla faydalı olanın amel ile hasbi olanın, kabul ile istinkâfın arzeltiği ebedî meseley. yeniden ve yeni bir bir şekilde ortaya mış oluyorlardı
Romancıya insanlık malinin nüiııa. . şa edildiği sahaya inmek hakkını istemek hattâ ona bunu bir vazife olarak yüklemek tarzında meseleyi halletmiş olaııl-u arasında hiç biri faal durumunu, genç romancı Paul Nizan kadar acık bir tarzda meydana koymamıştır. Dı’rkate değer bir çıraklıktan bonen sonra gelen erken bir olgunluk ve üstatlığı ile bize şaheserler vadeden bu sanatçı ancak ölÜmiyle biz: bu eserlerden mahrum kılmıştır.
1905 de doğmuş olan Paul Nizan çocukluğunu. el işlerile meşgul, muh’t: pek yakın küçük memurlar muhiHndr Pfrrre Hamp’ın (.Lc Rail» de canlandırdığı demiryolu işçileri ve memurları muhitinde geçirmiştir. Paul Nizan halkçı yazarların formülüne sadık kalarak Guilloux gibi. Dabit gibi, çocukluk hâtıralarını romiuı halim koymuş ve bu lınf mal ırdaııdoğru ye cardı?
Prof. Jean Cam borde
Ankara Üniversitesi
süssüz ve samimî bir örf ve âdet etüdü yaratmıştı: Aııtoinc Bloyc>. Bu eser 1933 de tenkitçiler tarafından, halkın artık alışmağa başladığı bu nevin en muvaffak olmuş numunelerinden biri olarak telâkki olunmuştur. Kitabın, bir adamın ölümünü tasvir eden ve taşra muhitini, onun düşmanca kayıtsızlığını, dar endişelerini kuvvetli bir açıklık ve amansızlıkla gösteren ilk sa-hifclcrini. Fransız romanı an'anesinın en güzel sahnelerini hatırlatmaktadır. Bu münasebetle Eııgenie Graııdet’deki. Curc de Tours’daki, Ralznc'ı Mme Bovarydeki, Edu-cation Sentimentalo'dekı. Klauberfi Germi-nal’deki Zola’yı düşünüyoruz demekle mübalâğa elmiş olmayız. Üstatça yazılmış bu sayfalarda Nizan o meşhur seleflerinin hiç birinden aşağı kalmadığı gibi, çizdiği tablo ağır ve müstekreh kokusile. donuk ve pis rengi ile dumanlı ve ezici ha vasile, yaşandığı ve insanı (0rnans*da cenaze* adlı tabloda'(II olduğu gibi rahat bırakmıyan hayvani ve bayağı suratları ile. zihne naks Imaktadır. Fakat ne kadar dikkate lâyık olursa olsun, bu eser. Paul Nizan’ı roman hareketinde modern- in en gerçek bir mümessili olarak sınıflandırmağa .yetmezdi: Realistler v(- luıturalistlcrle olan benzerlikleri. (»nım hc-niiz an anevi sanat çekellerinden kati olarak uzaklaşmadığım göstermektedir. Fakat onun orijinalliği, ■modernliği - bu kelimeye hiç bir menfi mâna vermiyoruz - pek az sonrıı kendini gös-ti*recp ktft
I - G. Courbet'nin meşhur bir icıblosu Muler eprin Bolu^ A W İT
385
Halktan (,*ıkmış olan Nissan. Fransa’da terbiye rejiminin, en iyi kafalara açık tuttuğu bütün imkânlardan faydalanmıştır. Taşrayı • darlığını ve öldürücü iklimini o Kadar güzel tasvir edeceği taşradan - çıkıp Parise gelmiş, burada, eski ve meşhur bil* lisenin Hıralarında, yüksek muallim mektebi imtihanım hazırlamıştır. Bu lisede Voltaire’le Victor Hiigo’nuıı gölgeleri dolaşmakta, eski Jesvite'lcr müessese sinin eski kokuları ile birlikte, uzun zaman hâkim ve muzaffer kalmakla beraber yenileşmeğe muhtaç olan bir üniversite öğretiminin dogmatik âdetleri yaşamaktadır, Nizan, meclûp. fakat aldatılmamış olarak ve biarz, da istihza ile. A.ndre BelleHSort'-ıın. halka fazla dost yazarlara karşı gürültülü hücumlarını ve on yedinci asrın nizamını müdafaa ed-işini dinliyor. Daiıa o zamanda onu mektep muvaffakiyetlerine az bağlı görüyoruz, bu muvaffakiyetler, o ayrıca istemeden ayağına geliyor ve hafif bir şehlâ! ığııı dalgın kıldığı bakışı, aldanmadığını, kanmadığını ihsas ediyor, halbuki zevki onu, henüz mücerr-.-dat jimnastiği telâkki ettiği t kirlere götürüyor. Sonra, yüksek muallim mektebi geliyor ve felsefe tahsilinin ona bıraktığı boş zamanlan sosyal ve siyasî hayatı öğrenmek gayreti^ işçi muhitlerini ziyaret, Paristc zavallıların hayatı ile doğrudan doğruya temas, ayni zamanda da daha iyi bir dünyanın kurulması için kendince yardım etmek üzere savaşan zümrelere iştirak ile doluyor .Ha-yatının bu devresinde, onun gibi felsefe agregation . m hazırlayan mektep arka--daşı Jean Paul Ssrtre ile yakın dosttur. Sonradan parlak bir feylesof olmak ke’n dini göstermiş olan Sartre. aynı zamanda bıı neslin en derin ve en sağlam edebiyat tenkitçisi, hayret verici İr- dramyazâri. tarzı Nizanınkînden uzas oimyıan a-mannız ve keskin" üsİûplu bir 'hikayecidir, iki dost birbirinden hiç ;ıynlmıybrlar; onların hayallerini, biraz dafmelankoli ile. hatırlıyorsak, bûnu^jsebebjj hakkında top
386
tan fena bir hüküm vermekte belki biraz a-ccle edilmiş olan bir nesli temsil ettikleridir. 1928 ze doğru, talebe ve artistlerin işsiz sürüsü içinde Boulevard St. Michci inerken görüyoruz. Münakaşaları bitip tükenmiyor; etraflarında olup bitenleri görmeden, hızlı adımlarla yürüyorlar, sanki temizliyen ve ayıran ruhî bil* kalkan onları halka karşı muhafaza ediyormuş gibi ... Şüphesiz onlar ifadelerinde daha pek kes kindirler; kullandıkları ve kati «andıkları formüller delikanlılığın - amma olgun bir delikanlılığın - damgasını taşımaktadır. Katî halleri, bir çok mahcupluğu örten, bir cephedir, ve sözleri arasında için için sızan bir endişe sezilmektedir. Hırsımı açılmış büyük şehir karşısında egoistçe teshir ar zusu duyan Balzac’m Rastignac’ı île onla rın hiç benzer bir tarafı yoktur. Onlar, gittikçe şekil alan şahsiyetlerini beslemekten vaz geçmeksizin, daha ulvî gayeleri düşünüyorlar. zekâlarım, bir vasıta, keskin kılmak için biledikleri bir silâh telâkki edi yorlar; onların bencilikleri banklarını düşünen bir benciliktir;
Sonra, hayat •.»uları birbirinden ayırt yor. I
Fransanııı taşra ve Paris muhitlerinin bilgisi, her ne kadar, bir Mikrokosmos vazifesi görmüş, bir çok romancıya araştırma ve hikâye uydurma sahası olmuş ise de. kendini henüz aramakta ve imkânlarını bilne inekte olan biı* romancıya kifayet etmezdi Onun için Nizan da. dünyaya, arzu su boyunda ve sanatı ölçüsünde, daha geniş bir malzeme aramağa çıkmıştır. Fakat d- geri az ve sahte bir şekilde parlak bir tâkun selefleri gibi, bir Paul Morand'uı bir Dekobra’nm muvaffakiyetlerine sebep alan bozuk bir Kozmopolitlikle iktifa etmiyor. Nizan dtfıîyâyı' dolaşıyorsa, onun maksaoı. birincisi gibi imajlar duygusu cafıandırmak, yahıit da ikine isi gibi yataklı vagon intihalarını toplamak değildir.
Omrileri Atan kil .olard tu aldığı ter-1 biyeyi! tecrübe i.- lamamlaînak gibi. daha
ulvi bir kaygudur ve her ne kadar önceden tasarlanmış fikirleri yoksa da. ona hürmet etmeyi Öğretilen değerlerin iflâsı hakkında hissettiği vuzuhsuz duygu, onu, türlü memleketlerde bir anket yapmağa . e dünyaya karşı açacağı dâvada, kanaatlerim desteklemek üzere yorulmadan malzeme toplamağa zorluyor. Seyabatlarının her biri, ona böyle malzeme veriyor.
Nizan arka arkaya İtalyayı, ingiltc-reyi ve İspanyayı ziyaret etmiştir. Sonradan Yunanistaııa ve Mısıra da gitmiştir. İrlanda'da bir müddet kalmıştır. Arada, \rabistanda bir sene kalmak ve Eritre ile Somali sahillerini dolaşmak fırsatını (k bulmuştu. Sonra bütün bir yıl Rusyada kalmış ve Orta Asyaya seyahat etmiştir. Keidine daima sadık kaldığından, bu do-nlşmaların hiç biri onda egoistçe bir kaçış arzusunu beslememişti. Çünkü, ucuz ekzo-tizm derecesini aştığı gibi, birden Gide’in nokta! nazarını da aşmıştı. Az zaman sonra da yerleşti. Fakat ne gazetecilik mesleki,..ne de, düşüncesi ve faaliyeti ken-disininkine muvazi giden hayat arkadaşı, zihninin, bütün kuvvetleri ile bağlandığı faaliyete, amansz olmasını istediği savaşa hazır olmasına engel olmamışlardır.
Edebiyatta, şark hatıratını kullanan ve Adini Arabie adını taşıyan bir hikâye ile işe başlamıştır. Bu eser ve Chiens d(* Gardc (Bekçi köpekleri) başlıklı İkincisi, romandan ziyade birer hicviyedir, ve Paul Nizan. 1931 de emperyalizm ve sömürgecilik denen devlere hücum etmekle, yerleşmiş kuvvetlere karşı cephe alıyor, böylece isyana ve ruhi ( haçlı seferi ne başlıyordu 1932 de yazdığı ve dediğimiz gibi, (bekçi köpeği\ diye adlandırdığı ikinci c-serinde entelektüellere hücum etmektedir: o entelektüeller ki. aldıkları pasif ve kabul edici durumla, yerleşmiş nizama razi oluyorlar ve hata ve suiistimallerini tenkit edecekleri yerde, haksızlığın yerleşmesin.- muvafakat ediyorlar, az yahut çok ağır zulümlerin hizmetkârtkeşfliyorlan bile
bile kör davranarak basiretleri sayesinde görebildikleri, fakat cibanetleri yüzünde., haber vermedikleri bir kötü durumdu suç ortağı oluyorlar. Böylece entelektüeller, rahat arzulan ve tehlikeden korkuları yüzünden hücum etmeleri gereken şeyin muhafazası için başında bekliyen. hakarete lâyık birer bekçi köpeği oluyorlar.
Bu iki eser, henüz gençlik eseri idi: Bunlarda bir nevi tecrübesizlik, müthiş bir kuvvet israfı, iman ve heyecanı belli eden, hücumda ve üslûpta mübalâğa, delikanlı ve «partisan» acemilikleri görülebiliyordu. Ertesi yıl yazdığı ve yukarıda zikrettiğimiz kitapta Paul Nizan, gençliğinden, aynı zamanda son Cronformisme (uyguncu-luk) ndan sıyrılıyordu: 1933 de çıkmış o-lan Antoine Bloye, Burjuva cemiyetinin, Aragon’un verdiği yahut vereceği tenkitlere benzer bir tenkidi, fakat çocukluk hâtıralarının. elemli olsa da. bu gibi hatırlamalara getirdiği tathlkla yumuşamış bir tenkidi idi. 11) Fakat gün geçtikçe Nizan meslekinin başka yerde olduğunu, muvazi fakat başka bir yolda, fiile iştirakle beraber hayal sahasında kalan bir istikamette olduğunu anlıyordu. Böylece. yavaş yavaş zihninde, bir yardan İlmî hazırlığına, öte yandan bir dâva için savaşmak hususundaki insiyakı, arzusuna uyan yeni ve gerçekten modern bir tasavvur beliriyordu. Bu tasavvuru, gerçeğe ve faydalı hizmete tıpa tıp uygun, bir nevi bugünün tarihinde, cidalci kronikte gerçekleştirecek. Bundan böyle yazdığı şeylerde, tenkitçi hükümlerinde olduğu kadar kurucu eserlerinde, önce bir tek kıstasın değeri vardır. Fayda! O artık o zamanlarda sürrealiste Andre Breton'un yazdığı gibi, «yirmi yıldır karşımıza çıkan suallere il hamli, kat’î. yükseltici 'ttevaplari veren, kitaplar yazmak isti-
Bakınız: Guilloux’nun La ınaison du peuple'ö; E. Dabit'nin Train de Vie'si,- L'Araaon'urt les voya-geurs de l'lmpâriale'i ve bajka halkçı romanlar □' bı aynı, ilhamdan gelüiy-cscıier.
387
Ucunda zehirden bir tebessüm çiçeği var diye yapmacıklı bir üslûpla konuşurken Hüseydn Rahmi de bir alay fırsatını kaçırmıyordu.
( Anlatmamayı edebî bir hastalık; sayan Hüseyin Kalımı bir yandan da Rıbap*-tuki «karagöz göstermeliğine benzi yeıı kıulııı resimleriniu |7) zevksizliği karşısında hayretten kendini alamıyordu. Bu zavallılığa rağmen, muarızlan, kendisine aynı hareket noktasından hücuma devam ediyorlardı:
«Kel IIasan ( !) Osmaıılı âlemi temaşasında ne kadar İktisabı marifet eylemiş ve ne kadar mui uttan behreyap olabilmiş ise siz de Osmaıılı filemi tahririnde ondan fazla bir şey kazanmamışsınız Beyefendi. O da güldürmüş, siz de güldürmüşsünüz. O da arkasına bir insan siiriişü takmış; siz de takmışsınız.. (8)»
Evet. Hüseyin Rahmi’nin sanatında Kel Haşan’a: Komik Naşir e benziyen taraflar vardır. Takat bir zül olarak değil, bir meziyet olarak. Bu güzel buluşun, Hüseyin Rahmi hesabına ve muarızları ^aleyhine kullanmak fırsatı kaçırılmam silidir Hüseyin Rahmi de. Kel Haşan gibi. Kaşit buki onların gözünde bunların hiç bir dehâ: kendi ölçi; ni içinde bir janrın faizdeki en mükemmel örneğidir. Bu benzetmenin. Hüseyin Rahmi Hesabına değeni-i takdir edebilmek için, tuluat tiyatromuzun ‘estetik değerini, halk sanatinin sosyal fonksiyonunu. Kel Hasan’ın, Naşit’in, Kavuklu Ali’nin, Abdi Efendinin sanat kudretlerini iyice kavramış olmak lâzımdır. Halbuki onların gözünde bunların hiç biı- de-, geri olamazdı. Geniş halk tabakasını bir insan sürüsü itibar edenlerden halkçı bir sanat anlayışı beklemek (l( yersiz bîr şey
Halk gibi düşünen, halk
Hüseyin Rahıni’vc göre sanat jf|fl|(. çekinde bam
maksadı da,
düşünen, halk
«Bize, «hmıte esteti(|iıe» ten, «synılm-lisme» den evvel ekseriyetin anlıyabileceğî, vazıh, mâkul, ciddî bir lisanı ilmi edep lâzımdır. Lisan hu çoraklıktan, lfıgazlikten, bıı rekâketi cehaletten, bir sürü hoppaların bâziçei keyifleri olmak felâketinden kurtarılmalıdır. Millete talim ve tedris edilecek pek çok hakayıkı ilmiye, fenniye ve edebiye var. Bütün bu hakikatler bu kuş dili tarzı tebliğiyle anlatıhınmz.. (0)».
Günümüze nazaran bir az çetrefil kaçan bu Hatırlar içinde çok ehemmiyetli bir
davanın kuvvetle teşrih edildiğine şahit oluyoruz. Burada Hüseyin Rahmi nin ihmal edilen bir tarafına işaret etmeliyiz. Tâ Şinasi’nin Şair EvlenmPM’nclen bu yana bazan hızlanan, bazan yayaşlıyan öz Türkçe cereyanı, münhasıran 1908 İkinci Meşrutiyetinden sonra doğmuş gibi gösterilerek malûm birkaç şahsa mal edilmiştir. Bu arada Ahmet Mithat gibi, Hüseyin Rahmi gibi, Ahmet Reisim gibi büyük halk muharrirlerinin .elli hke indirilmiştir. Oysaki meselâ Hüseyin Rahnıfnin romanlarında yerli halkın dili kadar temiz ve öz bir Türkçevc. gelmiş geçmiş bütün romanlarımızda vc tiyatro eserlerinde rastlamak imkânı yoktur.
Eserlerindeki pürüzsüz halk dili lisesi makalelerinde oldukça sağlam bir »ıkir disiplini göstermektedir. Bu sahada yapmış olduğu mücadeleler? de onun şahsiyetinin kuvvetli bir unsurunu bir kere dahi; meydana vurur:
Lhan denilen şeyi yazanların, yalnız kendileri değil, okuyacakların ekseriyeti de aulumuk meşruttur. (10)».
«1 kanımızda sadeliğin elzemiyct vc ehemmiyeti « idden bilindiği günü *dehiya.l başlam.ş olacaktır (11).»
7.(;bü$ey :ı Rahmi: Şekavet! Edebiye; soy. 69
■ 8- Hüseyin Rahmi- Şekavet! Edebiye; say. 30.
■ 9-' Hüseyin Rahmi; Sekaveii Edebiye: say. 117.
384
Modern Fransız Romancılarından Paul Nizan
l’rof. Jean Canılıordc
Ankara Üniversitesi
Bazan karışık olmakla beraber çoğu zaman parlak bir manzara arzeden iki cihan harb arası devresinde daima canlı kalmış bir edebi nev’e şeref vermiş olan Fransız romancıları arasında bundan önceki yazılarımızda muayyen bir anda bir tarafı tutmak ihtiyacını şiddetle duyanları, bir çok sanatçının yapmağa meylettiği gibi ideoloji çarpışmalarının üstünde değil, aksine, hayati görünen bu çarpışmaları^ içinde kendi benliklerini gösterenleri ayırmıştık. Bu romancılar böylece sanatla faydalı olanın amel ile hasbi olanın, kabul ile istiııkâfm arzeltiği ebedî meşeler, yeniden ve yeni bir bir şekilde ortaya ;•! iniş oluyorlardı
Romancıya insanlık halinin ınüna. . şa edildiği sahaya inmek hakkını istemek hattâ ona bunu bir vazife olarak yüklemek tarzında meseleyi halletmiş olan i-arasında hiç biri faal durumunu, genç romancı Paul Nizan kadar açık bir tarzda meydana koymamıştır. Dikkate değer bir çıraklıktan hemen sonra gelen erken bir olgunluk ve üstatlığı ile bize şaheserler vadeden bu sanatçı ancak öliimiyle biz bu ; serlerden malınım kılmıştır.
1905 de doğmuş olan Paul Nizan çocukluğunu, el işlenle meşgul, muhit : pek-. yakın küçük memurlar muhitinde, PFerrc Hamp'ın Le Rail» de canlandırdığı demiryolu işçileri ve memurları muhitinde geçirmiştir. Paul Nizan halkçı yazarların formülüne sadık kalarak Guilloux gibi. Dabit gibi, çocukluk hâtıralarını roman haline koymuş ve bu hatıralardan doğru le canlı
süssiiz ve .samimî bir örf ve âdet etüdü yaratmıştı: Antaine Bloye: . Bu eser 1933 de tenkitçiler tarafından, halkın nrtık alışmağa başladığı bu nevin en muvaffak olmuş numunelerinden biri olarak telâkki olun muştur. Kitabın, bir adamın ölümünü tasvir eden ve taşra muhitini, onun düşmanca kayıtsızlığını, dar endişelerini kuvvetli bir açıklık ve a inansızlıkla gösteren ilk sa-hifelerini, Fransız romanı an’anesinin en güzel sahnelerini hatırlatmaktadır. Bu münasebetle Eugenic Gı andet’deki. Cure de Toıırs’daki. Balzac'ı Mme Bovarydeki. Edu-. cation Sentimentale’dekı. Kiaubert’i Gcrmi-nal’deki Zola’yı düşünüyoruz demekle mübalâğa etmiş olmayız. Üstatça yazılmış bu sayfalarda Nizan o meşhur seleflerinin hiç birinden aşağı kalmadığı gibi. çizdiği tablo ağır ve müstekreh kokuş ile, donuk ve pis rengi ile dumanlı ve ezici havasile, yaşandığı-ve insanı Ornans’da cenaze adlı tabloda (1) olduğu gibi rahat bırakmıyan hayvanî ve bayağı suratları ile. zihne nakşclmaktadır. Fakat ne kadar dikkate lâyık olursa oEsun. bu eser. Paul Nİzan’ı jomaiı hareketinde «modern» in en gerçek bir mümessili olara'z sınıf lan d ırmağa yetmezdi: Realistler ve natura! i stlcrle olan benzerlikleri, onun henüz aıı'aııevi sanat sökellerinden kati olarak uzaklaşmadığını . Fakat onu. orijinalliği, modernliği hu kelimeye hiç bir menfi mâna veiîîniyoruz pek az sonra kendini gösterecektir.
b G. Courb-el'nin rr.oshur bir tablosu Müter-cihiîn (tV’lu'İ!
383
Halktan çıkmış olan Nisan, Fransa'da terbiye rejiminin, en iyi kafalara açık tuttuğu bütün imkânlardan faydalanmıştır. Taşrayı • darlığını ve öldürücü iklimini o «adar güzel tasvir edeceği taşradan - çıkıp Parise gelmiş, burada, eski ve meşhur bir lisenin sıralarında, yüksek muallim mektebi imtihanını hazırlamıştır. Bu lisede Voltaire’le Vıctor Hiigo’nun gölgeleri dolaşmakta, eski Jesvite’ler müesseseshıin eski kokulan ile birlikte, uzun zaman hâkini ve muzaffer kalmakla beraber yenileşmeğe muhtaç olan bir üniversite öğretiminin dogmatik âdetleri yaşamaktadır. Nisan. ıncGİûp. fakat aldatılmamış olarak ve biarz da istihza ile. Andrc Bellessort’-un. halka fazla dost yazarlara karşı gürültülü hücumlarını ve on yedinci asrın nizamını müdafaa edişini dinliyor. Daha o zamanda onu mektep muvaffakiyetlerine az bağlı görüyoruz, bu muvaffakiyetler, o ayrıca istemeden ayağımı geliyor ve hafif bir şehlâlığın dalgın kıldığı bakışı, aldanmadığını, kanmadığını ihsas ediyor, halbuki zevki onu, henüz mücerred tt jimnastiği telâkki ettiği fikirlere götürüyor. Sonra, yüksek muallim mektebi geliyor ve felsefe tahsilinin ona bıraktığı boş zamanlar sos yal ve siyasî hayati Öğrenmek gayreti, işç muhitlerini ziyaret, Pâriste zavallıların hayatı ile doğrudan doğruya temas, ayn zamanda da daha iyi bir dünyanın kurul ması için kendince yardim etmek iizerc savaşan zümrelere iştirak ile doluyor. Hayatının bu devresinde, onun gibi felsefe agregation> ni hı.zırlayan mektep arka daşı Jean Paul Sartre ile yakın dosttur. Sonradan parlak bir feylesof olarak kendini göstermiş olan Sartre, aynı zamanda bu neslin en derin ve en sağlam edebiyat tenkitçisi, hayret, verici 2 bir dramyazan. tarzı Nizanmkin.l m uzak oimyı&tı a-mansız ve keskin iislûphı bir hikayecidir. İki dost birbirinden hi(: ayrılmıyorlar: onların hayallerini, biraz da melankoli ilef hatırlıyorsak, bunun sebebi, hakkında top
tan Tena bir hüküm vermekte belki biraz a-cele edilmiş olan bir nesli temsil ettikleridir. 1928 ze doğru, talebe ve artistlerin işsiz sürüsü içinde Boulevard St. Michel inerken görüyoruz. Münakaşaları bitip tükenmiyor; etraflarında olup bitenleri görmeden, hızlı adımlarla yürüyorlar, sanki tcmizliyen ve ayıran ruhî bir kalkan onları halka karşı muhâfaza ediyormuş gibi... Şüphesiz onlar ifadelerinde daha pek keskindirler: kullandıkları ve katî sandıklan formüller delikanlılığın - amma olgun bir delikanlılığın - damgasını taşımaktadır. Katı halleri, bir çok mahcupluğu örten, bir ■cephedir, ve sözleri «ırasında için için sızan bir endişe sezilmektedir. Hırsına açılmış büyük şehir karşısında egoistçe teshir arzusu duyan Balzac'ın Rastignac’ı ile onların hiç benzer bir tarafı yoktur. Onlar, gittikçe şekil alan şahsiyetlerini beslemekten vaz geçmeksizin, daha ulvî gayeleri düşünüyorlar. zekâlarını, bir vasıta, keskin kılmak için biledikleri bu silâh telâkki ediyorlar; onların bencilikleri başlılarını düşünen bir benciliktir.
Sonra, hayat onları birbirinden ayırt-yor.
Fraıısanın taşra ve Paris muhitlerinlı. bilgisi, heri ne kadar, bir Mikrokosnıos vazifesi görmüş, bir çok romancıya araştırma ve hikâye uydurma sahası olmuş ise de, kendini henüz aramakta ve imkânlarını bilmemekte olaıı bir romancıya kifayet etmezdi. Oııun için Nizan da. dünyaya. arzu su boyunda ve sanatı ölçüsünde, daha geniş bir malzeme aramağa çıkmışı r. Fakat 4), değeri az ve sahte bir şekilde parlak birtakım selefleri gibi, bir Paul Morand’ııı bir Dekobrn’nın muvaffakiyetlerin? sebep alan bozuk bir Kozmopolitlikle iktifa etmiyor. Nizan dünyayı dolaşıvoı s; l, onun maksadı, birincisi gibi imajlar duygusu canandırmak, yahut da İkincisi gibi yataklı vagon intibalamn toplamak değildir.
O’iır-ilori ataA kilapt da ı aldığı terbiyeyi, tecrübe ile tamaritfamak gibi, daha
ulvi bir kaygudur ve her ne kadar önceden tasarlanmış fikirleri yoksa da. ona hürmet etmeyi öğretilen değerlerin iflâsı hakkında hissettiği vuzuhsuz duygu, onu. türlü memleketlerde bir anket yapmağa ve dünyaya karşı uçacağı dâvada, kanaatlerini desteklemek üzere yorulmadan malzeme toplamağa zorluyor. Seyahatlannın her biri, ona böyle malzeme veriyor.
Nizan arka arkaya Italyayı. İngilte-reyi ve İspanyayı ziyaret etmiştir. Sonradan Yurıanistaııa ve Mısıra da gitmiştir. İrlanda'da bir müddet kalmıştır. Arada. Arabistanda bir sene kalmak ve Eritre ile Somali sahillerini dolaşmak fırsatım (1. bulmuştu. Sonra bütün bir yıl RuHvada kalmış ve Orta Asyava seyahat etmiştir. Keidine daima sadık kaldığından, bu (lo-alşmaların hiç biri onda egoistçe bir kaçış arzusunu beslemem işti. Çünkü, ucuz ekzo-tizm derecesini aştığı gibi, birden Gide’in nokta! nazarını da aşmıştı. Az zaman sonra da yerleşti. Fakat ne gazetecilik mesleki, ne de; düşüncesi ve faaliyeti kendisinin kine muvazi giden hayat arkadaşı, zihninin I biitiin kuvvetleri ile bağlaudığı faaliyete, amansz olmasını istediği savaşa hazır olmasına engel olmamışlardır.
Edebiyatta, şark hatıratım Kullanan ve Aden Arabi* adını taşıyan bir hikâye ile işe başlamıştır. Bu eser v- Clıiens ıh' Gürde (Bekçi köpekleri ı başlıklı İkincisi, romandan ziyade birer hicviyedir, ve Faul Nizan. 1931 de emperyalizm ve sömürge cilik denen devlere hücum etmekle, yerleşmiş kuvvetlere karşı cephe alıyor, böylece isyana ve ruhî «haçlı seferi nc başlıyordu. 1932 de yazdığı ve dediğimiz gibi, rbokçi köpeği diye adlandırdığı ikinci e-serinde entellcktüellerc hucurrT etnıekte^ dir; o entellektüelİer ki. aldıkları pasif ve kabul edici durumla, ycrlçşmiş nizama razı oluyorlar ve hata ve suiistimallerini tenkit edecekleri yerde, haksızlığın yerleşmesine muvafakat. ediyorlar, az yahut çuk ağır zulümlerin hn mrtkârıikeşfliyoıiar, bile
bile kör davranarak basiretleri sayesinde görebildikleri, fakat cibanetleri yüzünde.» haber vermedikleri bir kötü durumda suç ortağı oluyorlar. Böylece entellektüelİer, rahat arzuları ve tehlikeden korkuları yüzünden hücum etmeleri gereken şeyin muhafazası için başında bekliyen. hakarete lâyık birer bekçi köpeği oluyorlar.
Bu iki eser, henüz gençlik eseri idi: Bunlarda bir nevi tecrübesizlik, müthiş bir kuvvet israfı, iman ve heyecanı belli eden, hücumdu ve üslûpta mübalâğa, delikanlı ve (partisan> acemilikleri görülebiliyordu. Ertesi yıl yazdığı ve yukarıda zikrettiğimiz kitapta Paul Nizan, gençliğinden, aynı zamanda soıı Cronformisme (uygunluluk) ndan sıyrılıyordu: 1933 de çıkmış o-hin Antoine Bloyâ, Burjuva cemiyetinin. Aragon’un verdiği yahut vereceği tenkitlere benzer bir tenkidi, fakat çocukluk hâtıralarının. elemli olsa da, bu gibi hatırlamalara getirdiği tathlkla yumuşamış bir tenkidi idi. (1) Fakat gün geçtikçe Nizan meslekinin başka yerde olduğunu, muvazi fakat başka bir yolda, fiile iştirakle beraber hayal sahasında kalan bir istikamette olduğunu anlıyordu. Böylece, yavaş yavaş zihninde, bir yandan ilmi hazırlığına, öte yandan bir dâva için savaşmak hususundaki insiyakı, arzusuna uyan yeni ve gerçekten modern bir taaâyvui; beliriyordu. Bu tasavvuru, gerçeğe ve faydalı hizmete tıpa tip uygun, bir nevi bugünün tarihinde, cidalci kronikte gerçekleştirecek. Bundan böyle yazdığı şeylerel-*, tenkitçi hükümlerinde olduğu kadar kurucu eserlerinde, önce bir tek kıstasın değeri vardır: Fayda! O artık □ zamanlarda sürrealiste- Andre Breton’ıın yazdığı gibi, «yirmi yıldır karşımıza çıkarı suallere ilhandı, kat’î. yükseltici cevâplar veren kitaplar yazmak isti-
fi • Bakınız* Gu1lloux‘nun La maison du pe-uple'ü; E. Dabifnin Train dc Vie's-i; L'Aragon’un les voya-yeurs de rimp.eriçıle’i v" badca halkçı romanlar gî bî aynı ilhamdan gelc-rv eserler.
387
yor 11). O artık, aynı zamanda bir devrin şahidi, eerhedilcmez bir vesika. geleceğe mesaj olan eserler istiyor. Cahillere, uy-gtmculara, yorgunlara, cebinlere yasak o-lan eserler istiyor. P. Nizan Elan Trıolet'nin bir romanından bahsederken,, bu «eserde» Patisin gerçeğine, zamanımızın — o zaman ki merhametsiz kitaplar ister — gerçeğine derin surette giren bir kitap bulmakla, tercihlerini açıkça tarif etmiştir. (2).
Hakikaten, Nizan bundan böyle bu gibi kitaplar • hayatın daha müsaade edece" ği nadir kitaplar - yazmıştır. Hayatı tamamen faaliyetin gerçeği içine dalmış, bir ülkünün bir disiplinin hizmetine vakfol-muştu; şımu da kaydetmek gerektir ki. te fekkiir hürriyetine son derece bağlı böyle bir zihin için bu disiplin her halde ağır gelmekte idi. İşte o zamanlara doğru kendisini. bir teBadiif eseri. Akdeniz kıyılarında gördüm. Müteaddit seyahati arın dan birinden dönmüş, dinleniyordu. Yüzü, gem, •iğini muhafaza etmekle beraber sertleşmişti; Fakat bakışı uzaklarda ve tedaiı bulmaz bir gamla dolu idî: Belki ülkii pişinde koçanların ılın yazısı - >lan hayal sı ı-kutlaı-ını yolu ürerinde bulmuştu; b , ömrünün kısa ol ıeağım. arzularım g. r-çekleştirmeğc vakit btılamıyaeağını örn.--den hissediyordu Benimle, nezaket ve sükûnetle konuştu fakat bakışları, ne ju-zırlanmakta ol; ıı roman, ne de gele; k seyahat olan gizli bir hülyanın peşinde idi ve dalgınlığı, bil- ıç kayguvu mcydanal vuruyordu ki ben ima o zaman maziden çıkagelmiş bu dost -cht'eiıin karşısında | bir hayat tecrübesin in/kısa bilânçosu ve mu-
’l. Andre B«*lo. : Frontado -So- - jlûme. in en selâhîyeıli mümessili, ovnı reırmnde bu metle bin nazariyalcın. 6ı. çölleri. Nkclas Caloshın «Foyin «Tlncendieı adlı kîtobı /TOr üenoePniurıa-»betiyle yazmıştır.
(-1 Elıo Triolet'niı., modern hayçlla Vatğhın/bv kodderalı veyalmzlıaı oklSıda .80 İThereıe adlı romanı 1939. Dencıö )
tadına ermemiş bit- ümidi 11 şuuru diye tefsir ediyordum.
Kitaptan kötümserdir ve. götünüze göre, bir sevinç edebiyatının gelişmesine çalışmak iştiyen fakat «hâdise- den kendini sıyaramayıp ancak amelde sevinci bulan müellifin, iddiasına rağmen, tabiî olarak kötümserdir. 193S de. çok dikkati çeken ve Goncourt mükâfatım almak hususunda şansı büyük görünen bir roman yasmıştır. Banal ve o zamana kadar benzeri görülmüş bir eser yüzünden mükâfatı a-lan Joscph Peyre. rakipleri Gııil1oux ile Nizan’dan çok aşağı idi. Nizan’m kitabı «Le Chevale de Troie» başlığını taşıyordu. Bunda müellif, klâsik kaidelerden fazla uzaklaşmaksızın, ameleni» düşmum ve taşrada felsefe öğretmenliği ile hayata atıldığı sırada tanıdığı küçük şehre benzer bir küçük şehirde bir buhran ve taşkınlık anım, kargaşalık hâdiselerini, bir kaç günlük sosyal kavganın gergin havasını anlatıyordu; Lt- Clıeval de Troie yeniliklerle zengindi, üra. iıli-ılıtmayacak kadar uzak telâ İçki olunmağa alışılmış bir takım savaşlar! ekzotizın'den mahrum bir mŞhlte naklediyor, oriarı çok yakın ve müthiş surette aktürelBnr hale »okuyor v.- hakikaten yeni olan, örf ve âdet yahut karakter romanına ait bir sisteme artık tâbi lıulunmıyan bu edebiyatın bir hususiyetini meydana koyuyordu: Değerlerin aydınlanması bakımından karakterlerle muhitlerin-tasviri böylece. geleceğe n.liraca-, al ve haldeki fedakârlığın heyecanı ile W eklenen tablo, bu yeni . «tetiği bol bol meşru kılaeak bir kuvvet kazanıyordu. Hikâyenin ardında saklı fakat mevcut bulunma >4ulu fikri. esere hakikaten siyasî dl-‘ maHan “zıyaile'“şamany bir renk veriyor, böylece sanat da korunum: oluyor, Fransız kütlelerinin o zamanlar faşizme karşı giriştikleri biiyuk savaşı Nizan’ın heyecan •ifiirfttf’bfr sadelikle aniattşı kroııikin çer-çeveani aşmakta. çok İrer destana eriş* inekledir Bu eserdeitrfikaya dayananın
388
sının aşılmış: arızi olan beşerî büyük âmil: iüm, meselesinin basit ve çıplak bir şekilde vazedilmesi ile ve «belâgat» dan nefret ettiği için bu kadar kolay beliğ olan mübalâğasız ve kuvvetli bir üslûbun büyüklüğü sayesinde şiir olmuştur. Şüphesiz bir savaş kitabı, fakat aynı Zamanda büyük bir eser.
Onun için, üç yıl sonra Nizan, tenkit-çileınn, son zamanlarda çıkan eserlerin en ehemmiyetlilerinden biri olarak vasıflan dırdığı biı* romanı neşretmesi hayret u-yandırmamıştır. «La Conspiration» adını taşıyan bu romaıı, Antoine Boye’nin, müellifin, çocukluğuna rüeuu etmesi gibi, -gençliğine basiretli bir dönüşüdür. Bu, olgunluk çağı eseridir; kâfi mesafeyi elde ettikten sonra, bir bilanço yapmakta, artık uçup gitmiş bir gençliğin ümit ve gerçekleştirmeleri dâvasını ele almakta, bütün bir nesil üzerine kati bir hüküm yürütmektedir. Bunda değerlerine fazla itimatlı. siyaset, ve aşk.oyunlarını ciddiyetle oynayan. yirmi yaşında bir takını delikanlının yaşadığını, düşündüğünü ve hayal kurduğunu görüyoruz. Fakat bunlar, gerçekleri o kadar hakir görüyorlar ki. gerçekler öç alıyorlar ve iflâsın | en berbadı. teşebbüşlerine hatime çekiyor.
Nizan bu kitapta bütün kuvvetini gösteriyor: Üstatlığa erişiyor. Onunla hiç müşterek? fikri olmıyaıılar da eserin kuruluşundaki acı hakikati, bir çok müellifin, hatlarını çizmeğe yeltendiği bir devir hak-kındaki vesika değerini, aynı zamanda yalnız kendisine değil fakat tarihe karşı da samimî olmak vazifesini müdrik bir yazara şahit olduğumuzu gösteren vüksek tefekkür kalitesini teslim etmek zorundadırlar. Oheval de
men terkeden Nizan. propaganda eserini aşıyor ve örf ve âdet tarihçisi oluyor. Kitabı kâh Flanbcrt’in Education Scnti-mentale’ni, kâh Barres'in Deraeines’lerini hatırlatmaktadır: Nizan,-hiç kim«eyp mii-snmaha göstermemektedir: İliç binzaafaj.
Troie'd.eki, tekniğini kiş-
hiç bir gülünçlüğe göz yummamaktadırî yeniden kurduğu dünya üzerine, şüphe gö-türmiyen, bir ışık saçmaktadır. Bu. entrl-lcktüalizmin belki biraz tahrif ettiği bir ışıktır ve hasbî olana, tamamlanmamış olana gösterdiği meyli kötü bulduğu, bir gençliğin tecrübelerinin arka arkaya muvaffakiyetsizliğe uğramasına amansız surette işaret etmektedir. Bu ittiham pek serttir, fakat insan kalbinin büyük müşahitlerine çok kere nasip olan istihza ve lâti-fenin altında, romana o derin beşerî tannan lığını veren gizli merhamet sezilmektedir. Fakat, Jean - Paul Sartre’in işaret ettiği gibi şahıslar, istenerek natamam bırakılmıştır; derinlikleri yoktur, ancak iki buutları vardır; delikanlılıkları dolayısiyl yaşayamadıkları bir beşeriyetin henüz bir parçası değildirler. İşte belki bu bakımdan Nizan’ın kötümserliği mutlak değildir. Kuklalardan biri kendini öldürüyor, biri i-hanet ediyor, ötekileri büsbütün ret ve in kâr edemedikleri burjuvalıklarına geri dönüyorlar: bunlar, haddinden fazla veraset unsuru, fazla düşünüş itiyatları taşıdıklarından. kurtulma teşebbüslerinde muvaffak olamamışlardır; Mamafih, boyunduruktan kurtulmak teşebbüsüne girmiş olmak meziyetini taşımaktadırlar, ve her türlü ümitten vaz geçmeğe mahal yoktur. Fakat bu muvaffak ivetsizliğin dramı, mekni olarak bir tak un dram ve patetik değeri vermektedir k:. bu romana modern değerinde, bugünkü münakaşalara uygun genişliğini vermekte evvelki nesilleri r. roman kahramanlarının zevkle içine daldıkları hissi meseleleri çok geride bırakmaktadır.
Paul Nizan’ın meziyeti işte buradadır: o roman değerlerini yenileştirmekle, muasırlarından bir kaçının zaruretini hisse.t-
tikleri halde, tatbikatına geçemedikleri bir takım meseleleri genişletmekle, bugün modern romancı hakkmdaki telâkkimize en uygun düşmektedir.
Tarzına gelince? o da eski tekniklere
389
karşı isyan bayrağını açmamakla beraber üzerinde duracak kadar yenidir. Kompozisyon, devamlı hikâye şeklinde değildir: Parçalar, mektuplar, defter notları hikâyenin arasına girmekte ve onun ritmini kırmaktadır. Nisbeten biiyiik bir hürriyet hükiim sürmektedir. Bununla beraber, müellif, keskin bir portreci, hayret verici bir . pavsages ci olduğunu meydana vurmaktadır: Balzaç’m. Zola'nın. Baude-laire'ln. Jules Romains. Leon - Paul Fargue'iıı Perisinden sonra bir de Ni-zatı’uı Paris'i vardır ve gerçeği tararla aramak için sanatı reddeden bu sanatçı, sanatçı olmaktan fariğ olmamaktadır. Stendhal Balzac’a nazaran ne idi ise, bugünün yazar neslinde N'izaıı, Aragon'e o-dur. Yerleşmiş nizama karşı isyan eden kahramanlar yaratmış olan ve üslûp hakkında numune olarak Code Civil (Medenî kanun-. ıı almak istiyen Stcndiul'e benzer: edilen meth ve bıı yaklaştırma mübalâğalı görünebilir; ben Nizan'uı böyle bir «vaftiz babası na lâyık olmadığım sanmıyorum. Hakkında verilen en iyi hüküm, eski arkadaşı Jean - Paul Sartre'uı, hükmüdür; (La Cdnspiration» hakkında nefis bir tenkit ynzuîışolan Sartre’ın son kelimelerini buraya geçirmekten kendim: alamıyorum. «Bu gülünç şahsiyetlerin gerisinde. Nizan'ıı: acı ve muzlim şahsiyeti. gençliğini atıelnıiyen adamı, o güzel kuru vb ihmalkâr ııslılbnnu, kendilerini tu-tanuyacakmış gibi ortalarından düşüveren ve birdenbire fırlayıp havalarda sonâ. ereli o uzun karteziyen cümlelerini: birdenbire soluğu kesilen fasa ve buz gibi soğuk bir özdeyişle bitiveren o belâğatlı hiddetleri;
sinsi ve gizli bir romancı üslûbunu değil, bir savaş üslûbunu, bir silâhı keşfetmek insana zevk veriyor».
Dostlukla gözünün bürünmesine imkân ölmıyan bugünün eıı iyi tenkitçisinin kaleminden çıkan böyle bir medih, bil yazıya konu olarak aldığımız yazarın meziyetlerine bir burhandır.
«Müttefikler Arası: mükâfatını aldığı 1938 sonesinde -l..ı Soiree a Somasier-ra: adlı başka bir romanı hazırlamakta idi: bu eser. İspanya harbinden ilham a-lan vesika mahiyetindeki eserlere katılacaktı (1)
DostoievsJcy üzerine bir inceleme «La Mort et le Defi» başlıklı bir felsefî deneme yazmağı düşünüyordu. Rus romancısının kahramanları • ki kendi kahramanlarına benzemez değildi - onu çekiyordu. Paletığini eserinin birçok nefis sahnelerinde işlediği ölüm fikri onu hep yokluyordu.
Aceba bir kehanet mi idi? Paul Mizan. Dunkerquc’dc takımının başında ölmüştür. İnsanlık halininldüzelmesinden ibaret o-lan birdâvş. . hayatını hasretmişti; Bütün hayat, ve eserleri, tahakküm isteklerinin zorbalığı ile Mythcs’lerinin. enerjik surette mücessem bir reddinden ibarettir .Ölümünü seçmek serbestisi verilmiş olsaydı; başka bir ölümü seçeceğini sanmanı. Geı çliğinin vaidleri bizi olgunluğunun ' eleğe fırsat bulamadığı meyvalardan : yı, demlendiriyor. Fakat olduğu gibi, eseri hStttasuu yaşatmağa kâfidir.
■ I* J. kevıc. «I Hontme ac Choo — A. Mal--S^‘ «râapolro, — E. Heminovrao, (For whom İha Bellf T pil» — Itt Idil, Ramon Sandera. i loh.
Meslek Seçimi
Henri WAI.I.ON
Goliege de France’da profesör
Burada gayem, insanları birbirlerinden ayırıyor denilen şeyi, yani meslek seçimini incelemektir.
Gerçek olan bir şey varsa, o da, şimdiki halde, aynı ulusun muhtelif fertleri ve dünyanın bütün ulusları arasında yalnız bir müşterek temelin mevcut olduğudur. Bu müşterek temel de kültürdür. Bununla beraber, şimdiki halinde, bu kültürün üzerinde yapılacak incelemeler, onun ne aynı bir memleketin vatandaşlarını ve ne de muhtelif ulusları birleştirmeğe muktedir olmadığım gösterecektir. Diğer taraftan, mesleğin uzak ve belki de yakın bir gelecekte, iş ve işcil&r hâkim oldukları zaman, bütün insanları ve ulusları en kuvvetli ve sağlam bir şekilde birleştirecek bir kültürün hareket noktası olabileceği de görülecektir.
Uluslar aı âsı yeni terbiye kuruntunun (Ligue Internationale pour l’Education nouvelle) ferdin, muhiti ile olan münasebetlerini ruznamesine koyduğu tarih, ka-naatıma göre, önemli bir tarihtir. Bu tarihin önemli olması, önce, bu meselenin zamanımızın en müstacel meşguliyetlerini teşkil etmesinde, sonra da İlmî bakımdan, çocuğun har ket tarzında ve terbiyesinde bir az fazla utulmuş bazı hususları ilk haline irca •meşindedir. Yeni terbiye şimdiye kadın ne yapmıştır? Yeni terbiye yetişkine karşılçocugun haklarını ilân etmekle son derecede faydalı bir iş yapmıştır. Gerçi uzun zamanevvel .T. J. Roıısseatı tarafından, sonraları ihtilâlle gerçekleştirilen bir çok haklar gibi, çocuğa hakların da iade edilirleri istenmişti Fakat.
bundan ilk önce yetişkinin faydalandığı görülür. Yetişkin her şeyden evvel kendi hakkını tanımış ve bunları tanıttıktan sonra çocuğun haklarını tanımak için 100 küsur yıl - 150 yıl diyelim - beklemiştir. Bu da yetişmiyormuş gibi çocuğun haklarını tanıtmak için bizimkine benzer kuramların kurulmasına lüzum hâsıl olmuştur. Bu haklar nelerdir? Bu haklar çocuğun tabiatına, malik olduğu özel istidatlara hürmet ettirmek; onun, yetişkin bir varlık olmadığını. dolayısiyle ona yetişkine yapılan muamelenin yapılmaması lâzımgeldiğmi tanıtmak; yetişkinin, kendine has duyuş, düşünüş tarzlarını ve disiplinini çocuğa zorla kabul ettirmeye hakkı olmadığını anlatmaktır.
Yeni terbiyenin İsrarla istediği işte budur: ve. bunu yapmakla da yeni terbiye zarurî, çekinilmez, başka merhalelere yol açan ilk adımlarını atmış oluyor.
Fakat Frasız İhtilâli tarafından mücerret bir şekilde ilân edilen beşer hukuku beyannamesi halihazırda net haldedir? Yeni terbiye kurumu tarafından iadesi istemen çocuk haklarından ne gibi neticeler çıkarılabilir?
Bütün bunların yeter derecede olmadıkları ve olayları karşılayamadıkları görülmece başlanıyor. Çocuğun yaradılışına. kabiliyetlerine uygun olarak ve tam bir serbesti içinde gelişmesi istenmek su-tetıle çocuk, büyüdüğü zaman, tabir caizse. bir meslek kafesi içinde hapsedilmek için, hürriyetine uçuş kabiliyetinden başka bir-kudrebltanimıyan. bir kartal yavrusu haline getiriliyor^. Böyle yapılmakla., o
391
daha bedbaht bir hale getirilmiş olmuyor mu? Eğer çocuk, ilk senelerinden itibaren, büyüklerin nizamlarına tâbi olarak yetiş-şeydi çocukluk çağından yetişkin çağa geçiş, onun için son derece zor bir geçiş devri omak tehlikesini göstermezdi. Nihayet. her çocuğun ve her büyüğün hürriyetine fazla düşkün bulunmadığı, hepsinin de kartal'olmadığı, bunlar arasında daldan dala Konan, faaliyet kırıntılariyle. büyük iş adamlarından artan kırıntılarla kanaat edebilecek birçok küçük serçelerin mevcut olabileceği haklı olarak ileri sürülebilir. Binaenaleyh bir taraftan okuldan itibaren, zekâlariyle. faaliyetlerde ve irâdelerde iş görebileceklerle, diğer taraftan, hizmet etmeğe, büyük işleri başarmak için zarurî olan ufak tefek işlerde uğraşmağa elverişli olanları ayırmak için bir meslek seçimine, yani mesleki yöneltimin (orien-tation profeşsionelle) tespitine, lüzum vardır. Çünkü, netice itibarile. herkes için, esasen beşer tabiatında mevcut olmayan, bir müsavat şekli istenemez. Bundan dolayı çocukların terbiyeleri? ve gelişmeleri esnasında, çevirecekleri yönün tayin edilmesi ve her birinin kabiliyetlerinin tanınması kayıt ve şartile çocukların haklarını İsrarla istemenin çok yerinde olduğu söylenebilir. Ne yazık ki. bu işte bir güçlük vardır. Cemiyetimizde, ferdî farklara göre, herkese uygun bir yer bulmağa yardım edecek önceden hazırlanmış her hangi bir sistem mevcut değildir. Hemen hemen tasa vuruna imkân olmıyan. bu önceden hazırlanmış ahenk bir hayalden ibarettir. Teknik o kadar büyük bir sür’atle değişiyor ki, geçen ve gelecek zaman teknikleri ferdî mizaçların tenevvüüne cevap verdiler veya vereceklerse bile, zamaııımiz tekniğinin buna nasıl cevap vereceği tasavvur edilemiyor. Hâlen cemiyetlermıizde tekniğin ve şartların gayet süratli bir inkılâp geçirdiklerine şahit olunmaktadır, Halbuki tabiat aynı hızla değişmiyor. Ferdlerde müşahede edilen bu tenevvüün cemiyette zaruri olarak bir muadili bulunmaması yü
zünden daima güçlük ile karşılaşılıyor. Bundan dolayı, yanlış yola sapılmaması için, meslek seçimi çok faydalıdır. Ancak meslek seçimi bir taraftan fertlerle, bu fertlerin tabiatile, diğer taraftan bu fertlerin cemiyette yapacakları iş arasında mütekabil bir münasebet tesis edecek kudretten mahrumdur.
*
Şimdi meslek seçiminden ne kasdedildiğini. tarihi bakımdan bunun nereden geldiğini, yakından incelemek gerekiyor. Meslek seçimi, meslekî istifanın bir nevi küçük kız kardeşidir. Meslekî istifanın neden ibaret olduğu malûmdur: bu, her iş için en evi randıman verebilecek işçinin aranmasıdır.
ilk mesleki istifa denemeleri körü körüne yapılmıştır denebilir. Muayyen adette kimseler aynı işte çalıştırılmış, en kabiliyetliler alakonulmuş ve en az kabiliyetliler. yani en az randıman verenler çıkarılmıştır. Ne yazık ki. bu eleme her zaman ilk günlerde yapılmış değildir: iki. üç veya dört sene sonra, yanı ferde zorla verilen iş onu yıprattıktan sonra yapılmıştır. Bundan mada birbirlerine karşı rakip bir hale getiruen fertler aynı iş âhenğine de tâbi tutulmak ve hepsinden en iyi randıman verebilenler kadar iyi randıman elde edilmek istenmiştir. Bu ise, onları, verebileceklerinden fazlasına zorlamaktan başka bir şev değildi. Bir kaç sene sonra bizzat sanaiye ait bir zarar ziyan - ayrıca bu suretle hareket etmenin meydana getirdiği beşeı-î ve İçtimaî mağduriyetten bahsetmi-yevim - müşahede edildi. Bu da şöyle oldu: Ferdleri bazı işlerde zorlamakla, onları kendilerine uygun olmayan bir ahenge icbar etmekle,' iş kazaları adedinin arttırıldığı. yahut da çalışa uların içinde mesleklerini değiştirenlerin sayılarının arttırılmasına. meslek istikrarsızlığına 1 yol açıldığı müşahede edildi.
Fransada, îııgil terede ve başka memleketlerde sanayi işkille uğradan şirketler el c-meğiııin kararsızlığı ve/meslek kaza-
392
lanndan meydana gelen zararları rakamlarla gösteren istatistikler yapmışlardır. Bu şirketler her > -1 zararların milyarlara bağlı olduğunu görmüşlerdin*.
Meslek seçiminin iik kaynağı işte, bıı nokta idi. Bu. bir kâr veyai tabir caizse, zaman iktisadı meselesiydi. Fakat meslek seçiminin tatbikatı sonrları bizzat ferd için en önemli müşahedelere müncer oldu. Bir kaç »anilik bir randıman veya deneme müddetince değil de. haftalar, aylar ve senelerce aynı işte çalışabileceklerin kimler olabileceği araştırılır ve huniarııı mizaçlarının. pisikolojik InibU.HİyeÜerinm tayinine uğraşılırken, bir ferdin her hangi bir kabiliyetin diğerlerinden :t? rılmasının çok güç hatta imkânsız olduğu, ferdin her iş .vaziyetine bir bütün olarak, bütün uzviyetiyle tepkide bulunduğu meydana çıkmıştır. Bu müşahede Alman Piaİkologu W. Sterıı’in görüşlerine de uygundur Şu halde meslek seçiminin, size söylediğim gibi, her hangi bir iş karşısınca, ferdîn bütün tepkilerini hesaba katmak zarımda olduğu görülmektedir.
Fakat mes&e. daha larp bir mahiyet almaktadır. '•a, moderg jckıııkh» makinenin. insanın yerini tuttuğu söyleni-or Bu doğrudur. Lâkin bir fabrikayı ziy t ret ettikten sonra işçinin artık yapacak bir isi kalmadığın, söyliyen dar görifelüleı aldanın ak ladırlar. Bir çok fabrikalarda İlerde, sanayide. makinenin insanın fi kuvveti yerin, kaim olduğu itiraz gos in mez. Parmakların mahareti bileyen-, makineye terkedebiir. Meselâ, yalnu iki saniyede bir daima aynı hareketi yap;, t. ve bazen de h hareket yapmayan bir fert görülür; bu fe Un bütün işi kopan bir ipliği yeniden bas amaktan ibarettir. Fabrikanın içine gir- ıı bir kimse bu-isjJgiıı ger çekten büyük bir is yapmadan' harptim kn-
zandığmı düşünebilir'.'. ; kuvvetlerinde bulunan eski iş olmaktan
ll-:i;ikat ide *** -.-ğı’H-r o: : r'fır Vcdcrn frknik makineyi insanın
koloğlarır. ar.- (> j • «rıu. (> da tarn olmıyar.ık. ikame etmekle,
tiin işlerdin M ... iugu ubhiu vedek ku • '•♦iermıkn, faaliyetlerinin
nu gönlermiş le n ü. n iııkli ' ir. ü hini bir kromdan-v.» kendisinden istoni
san biitün varlığı ile, uzviyetinin, asap ve adale cümlesinin sebepsiz olmıyan hareketleriyle iş görmekte serbest bırakı-i.ıciiğı yerde tamamile suııi ve yeknasak bir teyakkuza mahkûm ediliyor, faaliyeti dağıltılıyor. İşi yapan insanın bütünü olduğu halde, bazı sanayiin onun yalnız bazı hareketlerini nasıl rasyonlize (Rati-unnalisation des gestes) ettiğini siz de bilirsiniz. İnsanın hareket serbestisini mümkün olduğu kadar tahdit edip, etüd ve kronometraj neticesinde varılan ve en kiiçiik bir harekete ve teşebbüse lüzum göatcnhiyen bir iş seçiliyor: çünkü, te-■bbiis ve hareket zamana ihtiyaç göster-ı.«.‘kirdir. İnsanı 8 - 10 saat devam eden .•alışmasında teşebbüsünden mahrum etin -k bir eşine daha rnstlıuımıyan bir yor-.-..n luğa. bitkinliğe ve faaliyetleri birbirlerinden ayıran bir evhte icbardan başka bir şey değildir.
Mesele n kadar mühimdir ki iş meseleleri ıh- hır,;ik bir mütehassıs olan İngiliz Pisiko-ııgn Meyers, bu çalışma metodundan doğan \ rgunluğa hususî bir ad takıp bu yorgunluğun ferdin telâfi edebi-diğer yorgunluklara benzemediğim miş ve buna endüstri yorgunluğu ,'uc industrielle) demi -lir. Bu yor-ı ferdin kuvvetlerini zayıflatmıyor, lak;:*, uvziyetîni bozuyor. Meyers bu re- :ııluğun doğurduğu neticelerin. uy-'••tınmf telâfi edebileceği adeti yorgunluk, c kat sizlik olmadığını fakat birbiri ardı-c elen asabi bozukluklar, ürkeklikler, eler, korkular ilâh olduğunu gös--! istir. Buna müphem bir kelime ile (Neurasthenie) denilip geçiliyor.
iç-ie bu -suretle endüstride iş, kayna-T ........' tc'mâjdilİerdc ve ferdin tabiî
393
Buğünün Şehircilik Meseleleri
Hüsnü BAKI
Yüksek Mühendis
Makine medeniyetinin doğurduğu yeni şartlara bir türlü uyamıyan OsmanlI İmparatorluğu fütuhat peşinde koşarken kendi öz vatanını ihmal etmiş ve diğer sahalarda olduğu gibi şehirlerim de yeni hayata intibak ettirememiştir. Hattâ böyle bir kaygu Meşrutiyete kadar bizde gayri varit bir vakıadır. Cumhuriyetle beraber memlekette garp tekniğine ayak uydurmak arzusu doğmuş, Cumhuriyet idaresinin tevarüs ettiği halledilmemiş, düşünülmemiş meseleler arasında bir de memleketin iman meselesi baş göstermiş, Ankara gibi yeni şehirler kurmak ihtiyacı, mevcutlan ıslah mecburiyeti şehirciliğe ehemmiyet verilmesi lüzumunu ortaya atmıştır. Herkes hissetmiştir ki şehirlerin tanzimi, tevsii, iman başıboş bırakılamaz \ • bu bir ilim ve ihtisas işidir.
Memleketin kendini entellektüel sayan bütün muhitlerinde, bütün monden salonlarda şehircilik meselceri bahis mevzuu olmaktadır ve bütün bu muhitlerde yapı-len hareketlerle bağlı diğer hareketlerden mahrum eden, bir bütün halindeki hareketlerini parçalamağa ferdi icbar eden bir dununa varmıştır. İnsan, devamlı bir ruhî mahrum eden, bir bütün halindeki hareketsizliğe mahkum ediliyor. Hareketlerle harcanmıyan bu gerginlik îse psikolojik karışıklıklara ve beşeri makineyi bozaıı şahsiyet - bölünmelerine sebebiyet veriyor. Bu suretle müstehliklere'temin ettiği refah bakımından faydası muhakkak olan teknik terakkiler müstahsili perişan edi-:
lan yenilikler, yeni imar hareketleri zevki selim namına münakaşa ve tenkit olunmaktadır. Dünyanın bu en buhranlı zamanlarında filânca meydanın basamaklarının şekli parmaklıklarının biçimi, filânca kubbeler üzerindeki âlemler günün en e-hcmmiyetli hâdiseleri olarak heyecanla münakaşa edilmektedir.
Zevki selimin tarifi olmadığı için bütün bu zevki selim üstatları Taksimde Fransız meydanları taklit ediliyor, millî şaheserler Frenk ve Bizans âşıkı bir ecnebinin elindr mahvoluyor diye yaygaralar basıyor. Bazı kimseler «Türk şehri» hakkında malûmat ve tarifler veriyor. Bu karışıklık içinde şehircilik hakkında fikirlerimizi toplamak «iyi şehir» dediğimiz zaman ııe kasdettiğimiri izah etmek lüzumunu hissediyoruz.
Şehircilik insanların cemiyet halinde yaşamasından doğan ilimlerdendir. Binaenaleyh her şeyden evvel sosyal bir ilimdir. Bu bakımdan da mevzuu bir cemiyetin
yor, ve ayın kimse hem müstahsil ve hem de müstehlik olduğu nispette istihsal, müstehliki tokattan düşürüyor, onu hem başkalarının emeğinin hem de bizzat kendi e-m eğinin veriminden faydalanamıyacak bir hale getiriyor.
Zahiren vaziyetin ne kadar ümitsiz olduğu görülmektedir. (1).
• I) Yazısının İkinci kısmında Prof. Wallon, «zahiren ümitsiz Görünen vaziyetin» gerçekte hic de öyle oimadıû'r»!, teknik '.artlarla insan hayalının nasıl alıenklejlirilobileceöinî anlatır.
301
en büyük kısmını teşkil eden insanların içinde yaşadıkları maddî zarfın şeklim ve bu insanların beraber yaşamalarından doğan maddi ihtiyaçları en iyi tatmin için çareler arayan, bulan bir ilimdir. Bundan da anlaşılıyor ki çalışan büyük kütleler cemiyetin çoğunluğunu ve esasım teşkil ettiğine göre şehircilik de işte çalışan büyük kütlelerin iş harici zamanlarda sıhhî bir şekilde konforlu, rahat ve hoş bir şekilde yaşamasını sağlayan ve bunun için en ileri tekniğe dayanan bir ilimdir. Bu radan şehirciliğin mimari, seyrüsefer ve sağlık şartlarıyla olan yakın alâkası belirir.
Şehirler ve şehircilik cereyanları hakkında kıymet hükümlerini işte hep yukarıdaki basit vr mantıkî tarife göre vereceğiz. Şunu hemen söyliyelim: Şehir, çalışan büyük kütlelerin ihtiyaçlarına iyi cevap verdiği nisbette güzel olur. Büyük kütleleri alakadar etmiyen yerde güzellik mevzuıı-balıis olamaz.
İnsanların en büyük kısmı susuz, lâ-ğımsız. elektriksiz yerlerde oturan bir topluluğun önünde bir seçkin zümresinin fikir spekülâsyonundan başka, bir. şey ol-mıyan estetik münakaşaları zamanımızda. artık hayasız bir istihzadan başka bir şey olamaz.
Bir noktanın tebarüz etmesini mühim sayıyoruz. Şelürcilik. zannedildiği, iddia o-lunduğu, inan hnlmak istendiği gibi sadece bir estetik meselesi değildir. O kadar ki en güzel şehrimizin en güzel yerlerine zenginlerimiz en güzel bir mimarî ile villâlar. parklar vaptırsalar, bıı güzel yerleri üzerlerinde üiirierce kilometre süratle gidilebilecek asfalt yollarla birleştirmeler ve böyle güzel yerlerin ve yolların dünyaıım hiç bir tarafında eşine tesadüf olunnmasa, yine ileri bir şehircilik harekeli vardır diyemeyiz. Zenginlerimiz rahat v(? iyi aşıyorlar deriz. Yeni şehirler kurarken, eski beldelerimizi imar ederken göz önünde tutulacak ilk ehemmiyetli esaslar tu şehir
lerin bugünün ve yarının yeni hayat şartlarına uygun olmasıdır. Durmadan değişen dünyada değismiyen kıymet hükümleri ile hiç biı- ileri hareket yapılamıyacağı gibi ileri ve makul bir şehircilik de yapılamaz, l’n müb.1^1 şey işte değişen dünyanın temposuna ayak uydurmaktır. Anlaşılıyor ki umşaıi 'emiyet şartlarının haricinde mü-cerret bir şehircilik meselesi yoktur ve onlar m halli düşünülemez. Tezatlarla dolu bir cemiyette milletin yani büyük kütlelerin menfaatini korumak için hususî mevzularda hal çaresi aramamalı, bizzat esaslı tezatları ortadan kaldırmlıdır. Çirkin bir mnzanı arzediyor diye Yedikule ile Sirkeci arasındaki teneke mahallelerim kaldırmak kâfi gelemez. Aynı teneke mahalleleri şehrin bir başka yerinde kurulur. Esas olan, bu sefalet mahallelerine imkân veren cemiyet şartlarını değiştirmektir. Ne Canterbııry peskoposunun duaları, ne cömert kimselerin ianeleri, ne de iyi kalpli fabrikatörlerin merhameti Londranın göbeğindeki sefalet mahallelerim ortadraıı kaldırmıştır. Bombalar altında harap olan Londrayı. belki, ufukta, beliren yeni hayat şartlan değiştirecektir.
Tarifimize göre iyi şehirleri zengini çok memleketlerde değil, insanın insanlık haklarım istirdat ettiği ileri demokrasilerde buluyoruz.
Şehir derken halk kütleiei'inin oturduğu yeri kastediyoruz. Binaenaleyh köy ve şehir anlamında ikilik yoktur. Nitekim köylil ve şehirli diye cemiyette bîr sınıf farkı da; bahis mevzuu olamaz. Aynı haklan haiz insanlardan işleri dolayısiyle nisbeten küçük veya büyük topluluklar halinde ya-sayrın vatandaşların maddî hayat seviyesinin daha biiyük veya daha küçük topluluklar halindi yaşıyanlarmkinden daha üstün veya daha düşük olacağı kabul edilemez.
Memleketimizi bîllis-sa alâkadar eden şehircilik mevzuları arasında yeni kurulan ve ileride kurulacak olan büyük sanayi şe-'hirferi meselesi vardır. Yeni şehirler yeni
395
sanayi bölgelerinde kurulacaktır. Son yirmi beş sene, zarfında sanayi memleketi olan yerlerde, bir sene içinde altı yüz yirmi beş bin. nüfuslu şehirler meydana geldiğini gördük. Bunlar işçi şehirleridir. En ileri teknikle teçhiz edilmişlerdir. Sakinleri neşeli, gürbüz ve çalışkandır. Zonguldak gibi maden istihsali yapılan yerlerde işçinin ailesinden uzakta bulunması bir yuvası bulunmaması. bu hususların işletmenin esasları dahilinde lâyık olduğu «hemmiyeti almamış olması istihsalde randıman düşüklüklerine sebep olduğu gibi işçilerin mühim bir kısmının da hasta olmasını intaç ediyor. Diğer taraftan memleketin diğer kısımlarından tecrit edilmiş, tek başına imar edilmiş şehirler kurmak yanlış bir şehircilik anlamı neticesidir. Muhtelif merkezler arasında muntazam ve seri bir münakale sistemi kurulmadan şu veya burada göze çarpan yerlerde imarcılık boşuna gitmiş çalışmadan başka bir şey teşkil edemez
Bir başka camiayı tetkik edelim. Harbe sahne teşkil etmiş memleketlerde baş-gösterecek yeni yeni zorluklar arasında yıkılan her tarafta mefeken buhranı olacaktır. Sebeplerini kısaca anlatalım. Zamanında cezri tedbirler alınmadığı takdirde en korkunç spekülâsyonun önüne geçmek imkânsızdır. Harp zenginleri, anonim yapı şirketleri. şehirleri güzelleştirme gruplan, hayırhah (1)1 imar komisyonları - şeklinde mevcut araziyi fakir düşmüş eski sahibinden çok ucuzu satın alacak, buralar la menfaatinin icabına göre ya fevkalâde sıkı.şn bir şekilde, fare deliği büyüklüğünde daire
li apartımanlar veya daha başka bir nevi müşteriye lıitap eden bahçe içinde iüks villâlar yapacak ve buralarını inauüıuıyaçak fiyata yahut hakkı sükût olarak kodamanlara verecektir. Bir tarafta şehrin bir kısmında korkunç bir izdiham içinde kıvra
nan halk kütlelerinin oturduğu kalabalık mahalleler, diğer tarafta nüfus kesafetinin sayfiyelerdeki kadar az-olduğu zengin ve mümt sınıfın «.Kibar mahaliOlcg meydana gelecektir. Harbin yakıp, yıktığı
396
bıı yerlerde kira bedellerini yüzde beş indirmemek için izdihamı fazlalaştıracak tedbirler alındığı sermayedar yapı şirketlerinin şehrin güzelliği, imarı, tanzimi namına yeni inşaatı tahdil eden, yeni inşaata imkân vermiyen. çalışan kütlelerin en iptidaî hakkı olan aile yuva sim erişilmez zorlukta bîr hedef yapan anonim şirketler halinde birleştiği görülecektir. Bankalarda krediyi ellerimle tutan bu .şirketler hiçbir yapı kooperatifine yardıma yanaşmıyacağı görülecektir. Bu spekülâsyonun önüne ancak tam mantisiyle bir halk hükümetinin cezri kanunları geçebilir. Spekülâsyonun hayasız elini ancak çalışan kütlelerin yani milletin dikkatli ve müsamaha tammıyan murakabesi kırabilir.
Gazetelerden öğrendiğimize göre, içinde bulunduğumuz bu müthiş harpte, şark cephesinde tahin taraf değiştirirken harabeye çevirdiği Stalingrad yeniden inşaata geçen iîk büyük şehirdir. İlk harpsonrası şehrim orada göreceğiz. Bu şehrin yeniden inşasındaki ana prensipleri görmek çok enteresan olacaktır. SırasiyJe, Lor.dranın. B' i litıin, Hamburgun yeniden kurulmasın-daki esas fikirler muhtelif memleketlerdeki şehircilik anlamının canlı misalleri ola-c şktır.
Harp birçok mesele! rle birlikte istimlâk ve imar işlerini yeni bir mecraya sokaktır. Filhakika istimlâk usuliyle mühim imar hareketleri yapılamıyacağı aşikârdır. Mevcut zihniyetle ve mevcut kanunlarla hiç kimsenin mülkiyeti elinden kolaylıkla alınıp «menafii umumiye» için sokağa tahvil «dilemez. Çünkü ferdin mülkiyet hakkı Bu mülkiyet ancak sahibinin
istiyececH yüksek fiyatla istimlâk edilebilir ki buna hiç. bir şehrin bütçesi müsait değildir. Diğer t.-: raftan elinden mülkü muayyen fiyatla istimlâk edilen vatandaş haksızlığa uğradığından müştekidir. Komşusunun arsası kıymetlenirken kendi malını düşük bir fiyatlı v^zorîa e İden çıkarmağa mecbur oluşuna. kızar. İm tır plÂıı birkaç açıkgözün
_ya rdır.
ve sermayedarın elinde bir spekülâsyon mevzuu olur.
Yazımızı bitirmeden önce bir noktaya daha temas etmek istiyoruz. Mütemadiyen Türk şehrinden Türk şehirciliğinden bahsediliyor. Bu fikrin hemen yanıbaşmda eskiyi değiştirmemek mümkün olduğu kadar eskiye dönmek, eskiye hayranlık geliyor. Bu memleketimize has bir vakıa değildir. Diinyanm her tarafında maziperestler aşağı yukarı böyle konuşurlar.
Onlara göre Türk şehri kurmak âlemden ayrı bambaşka bir şey yapmakla olacaktır. Bunun nasıl olacağını j>ek iyi kestiremiyorlar. Bazısı Türk şehrinde muhakkak han. hamam, kervansaray, şadırvan, sebil, cami istiyor. İdeal, bazılarına göre on beşinci asra, bazısına göre iki bin sene evveline dönmektir. Terakki ve inkişaf geriye dönmekle olacaktnvHavat onlar için ancak bir müze dahilinde mâmı alır. Şehrin yeni hayat şartları ile durmadan değiş-medeğe mecbur ola ıı bünyesini beyhude yere frenlemek isterler. Kendi öz memleketlerinde pitoresk arayan ecnebi seyyahı gibidirler. Mümkün olsa herkese şalvar, «çitari. kavuk, cübbe giydirip hiç sonu olmayan bir kıyafet balosu içinde yaşamak isterler. İdeal, şehri büyük bir mehterhane ye benzetmektir. Zamanımızın bu köhne Loti’leri için Halicin bir sanayi bölgesi oluşu tam bir felâkettir. Eyüp Aziyadc’niıı mezarlığı olarak i: almalıdır.
İrticaın her sahada kendine mahsus tezahürleri vardır. Şehircilikde geri fikir maziperestlik şeklinde gözükür.
Sanatımızda olduğu gibi şehirciliğimiz de de mazimizin ileri taraflarından ilham alabiliriz. Her şeyin iyisini geçmişten değil gelecekten bekliyoruz. Geçmişteki ilim ve sanat eserlerimiz gelecekte daha iyi yapabileceğimizin delilidir. Memleketin bütün dâvalarında olduğu gibi sanat ve şehircilik dâvalarında da Türk dehâsının menbal çalışan büyük kütlelerdedir. Türk ilim ve sanatının kökü bir seçkin grupunda değil, oradadır. Memleketin her sahada yükselişi o kütlelerin kalkınma dâvasına iştirâki ile ve iştirâki nisbetinde olacaktır.
Jurnalcilik
Fesli figüranların etek öptüğü ve jurnalciliğin kanser gibi yayıldığı bir devirde adamın biri arap satıcıdan hurma almak ister. Vıcık vıcık, tozlu hurmaları görünce, arab’a; «Bu hurmalar çok pis..> der. Hacı baba bu söze köpürü p yanm rtyürkçesiyle söylenir: rHurma pis?.. Arap pis?.. Peygamber pis?.. Peygamber vekili halife pis?. Padişah pis?..» Adamcağız bakar (i iş sar-pasaracak, «Yok Hacıbaba, hurmaların mis gibi tertemiz! Ver şuradan iki okka!» der.
Her devirde olduğu gibi bu gün de Hacı baba zihniyeti ve taktiğiyle iş görmek isteyenler bulunabilir: fakat bunlar, böyle bir taktiğe hedef olan her kimsenin hurma alıcısı gibi yüreksiz olacağını sanıyorlarsa yanılıyorlar.
397
Hikâye:
UYKU
Orhan KEMAL
Cumartesiydi.
«Madeni eşya> fabrikası hafta tatiline hasırlanıyordu. Fabrikanın yüz elli amelesinden sekseni on dörtle on altı yaşında erkek çocuklardı ki yirmi kadarı pres makinelerinde çalışıyordu. Üstleri başlan parça parça idi. Aşağı yukarı aynı boy ve aynı kalıpta olduklarından, hepsi birbirine benziyordu. İşlerini bitirenlerden bir kısmı sıra bekliyor, bir kısmı helalara girip çıkıyor, gömleklerinin yağlı kollariyle terlerini sildikçe vıcık vıcık makine yağı büsbütün sıvaşıyordu.
Fabrika usta başısı — kırk beş yaşlarında. kısa boylu, zayıf bir adam - başını kaşıyarak Baba Ferhad’m yanına geldi. Baba Ferhad büyül: mengenede preslerden birinin kamasını iğelıyor, ilerisindeki freze makinesinin sesine sesini uydurmuş, bir Anadolu havası mırıldanıyordu. Haşlannaı şa benziyen yüzünden sızan ter, yağ leke İvrıyle karışıp boynuna, göğsüne, oradan da aşağılara iniyordu.
Yanıbaşında kendisine bakmakta olan ıısiabaşıyı farkedince işi bıraktı, doğruldu, avurtlarını şişirerek «ooffî > dedi. Ustabaşı ona bir şeyler söyledikten sonra tamir odasının yanma .çeldi. Kapının sağ tarafındaki mermer- levhada şarteli indirdi. Atel-yenin çatısı altında dönen ana volan ağır ağır yavaşladı ve fabrika istop etti.
Herkes paydoş sanmıştı. Halbuki ustabaşı. tornalardan birinin üstiine sıçradı, düdük çaldı, ameleyi topladı. Tıpkı nutuk söyler gibi.
— Bana bakın! diye bağırdı, öğleden sonra iç yar! Sabaha kadar da çalışacağız..
isteyen kalır, çift yevmiye alır, istemiyen gider. Zorla değil..
At.elycye bir sessizlik çöktü. Sonra mırıltılar, fiskoslar başladı arkasından Baba Ferhadın iğe sesi.
Onuncu pres makinesinin işçisi çocuk Sami, etrafına bakındı, yutkundu, gözlerini ovaladı. Fena hılde içi sıkılmıştı. «Gitsem mi?:> diye aklından geçirdi, sonra cay-, dı.
Ustabaşı aksidir. Sami bugün işibıra-kıp giderse ustabaşı onu bir daha fabrikaya almaz. Çünkü fabrikanın önü kendi kadar çocuklarla dolu. Saat ücretlerinin düşmesine de sebep bu aylak çocuklar..
Ustabaşı kimsenin kımıldar indiğim görünce makineden atladı. Şarteli itti. Volanlar dönmeğe başladı, Baba Ferhadın i.ğe sesi silindi.
Mevsim yüzdü. Atölyenin arka pençere-lerlnden ıbütün hızıyla vuran güneş, üçer-den altı «tav ocağınınn kızıllığım alıyordu, îş k?'ununa göre cumartesi giinü öğleden sonra ı aydos etmiyen fabrikanın gürültüsü dışardan duyulur da iş dairesinin kulağına gider diye usta başının emriyle fahri-ka bel deri bütün pencerelerin tahta kapaklarını. tavandaki yuvarlakçdclikleri sıkı sıkıya örtünce atelye karardı, lav ocaklarının kızıllığı birden bire bütün kuşetiyle meydana çıktı. Çok geçmeden atelyenin 75 mumluk ampulleri yandı. Ocaklar tekrar sönükleştiler..
İnsanı htınaHan bîr sıcak başlamıştı. Baba Ferhat küfrederek gömleğini attı, paçaları düğmeli uzun donunu Jiz kapaklarından yukarı çemirledi. Vücudu terledikçe kaşıntı artıyordu.
398
Presçi çocuklar da gömleklerini soyundular. Kömür anbarına, helâya yalın ayaklarla gidip geldiklerinden, ayaklan bileklerine kadar simsiyahtı. Preslere çinko levha getiren, kalıplanan karavanaları anbara götüren, depolardan tav ocaklarına maden kömürü taşıyan bu yardımcı çocuklar)/, hepsi kısa pantolon giyiyordu.
Çocuk Sami dıvardaki saate iatemiye istemiye baktı: Biri çeyrek geçiyordu daha.. Paydosu düşündü. Aradaki zaman ona hiç bitmiyecek kadar uzun geldi. Başı arkaya devrildi, ağzı bir serçeninki gibi açıldı.
Tornalar alabildiğine dönüyor, kıvrım kıvrım yonga döküyorlardı. Çocuk Sami düşündü. Bugün öğleden sonra paydos ola caklannı bildiği için yiyecek getirmemişti. Karnı o kadar aç değildi ama, gece belki acıkır da para lâzım olur diye elli^uru.ş almağa karar verdi. Sonra vaz geçti. Annesi «Aman oğlum Samim. sakın borç etme.. Ay başmda taksitimizi ödeyemezsek evimizden atarlar bizi., diye tenbihlcmişti.
Makinesinin kolunu isteksizce çekti, bir karavana daha kalıpladı. Sonra vpEanı boşu itti ve helalara yürüdü. Muslukların başı kalabalıktı. Sıra bekledi.
Burası her zaman böyledir. Atelyenin içinden daha serin olduğu için çocukların hoşuna gider, fakat ustalar rahat vermez ki.. Sık srk kontrola gelirler. Çocuklar kaçar. ustalar kovalar. Yakalanan çocuk evvelâ. dayak yer, sonra ceza..
Çocuk Sami musluğun fışkıran ılık suyunda elini yüzlinü güzelce yıkadı, vücudu na su serpti, yaş gövdesini oğdu, serinlemiş-ti. Başım tekrardan musluğa götürüyordu ki düdük sesleri,. Bütün çocuklar kaçıştılar.. Sami de tav ocaklarının önünden usul lacık sıvıştı. Ocakların önü müthiş sıcak olduğundan az evvel ıslattığı vücudu kuru-yuvermişti. Makinesine geldiği zaman suçlarından başka yaş yeri kalmamıştı. Vücudu tekrar alev alev yanmağa başladı.
Celâl usta makinelere teker teker uğruyor, avans istiyenlerin adını bir kâğıda
yazıyordu. Sıra Samiye gelince o «İstemem usta» dedi.
Saat ikide bir saatlik yemek paydosu verildi. Çocuk Sami kömür anbarına indi. Aııbar karanlıktı, rutubetliydi ama toprak serindi. Sami iri bir maden kömürü parçasını başının altına koydu, yanan vücudunu toprağa bıraktı, hemen uyudu. Düdük sesleriyle uyandığı vakit kontrollar ellerinde elektrik fenerleri, küfrederek çocukları ı.ş basına kovalıyorlardı. Sami de aceleyle kalktı. Kaburga kemikleri rutubetli toprakta buz kesilmişti. Koşarak makinesine geldi.
Karşıda. Baba Ferhadm mengenesinin az ilerisinde demirci Şuaypla kalfası Dan-yal. kızıl bir demire balyoz sallıyorlar, büyük çekiçler örse inip kalktıkça etrafa kıvılcımlar saçılıyordu. Danyalıjn arkası Sar-miye dönüktü. Fakat «topense» kesilmiş saçlı ensesi onun yeni yetişme bir delikanlı olduğunu gösteriyordu.
Yüzü görünen Şunyp ustaysa ellilik bir adamdı. Balyozu kaldırırken boynunda parmak parmak damarlar şişiyor, boyun derisi yırtılacak gibi ger iliyordu.
Sami birden bire Danyalır kollarına dikkat etti, sonra kendininkileri düşündü, utandı. Onunkiler birer kuru dal gibi inceydiler.. Ah benimkiler de Danyal k&lfamn-fcıleı gibi kalın olsa..» diye akimdan geçirdi.
Saçlarının dibinden ılık bir ter sızıyor, alnındari göz kapaklarına, oradan gözlerine süzülüyor, gözlerini yakıyordu.
Tekrar hela aralığına geldi. Muslukta elini \üziinii yıkadı, vücudunu yaşarttı. Dönüşte, tornacıların alât ve edevat dolabının camında kendini gördü: İpinceydi, omuzları dardı, omuz başlarının kemikleri çıkıktı. Utandı. «Acaba bana mı bakıyorlar?» diye telâşlandı. Halbuki her şey yerli yerinde herkes kendi işine, kendi kafasındaki düşünceyc dalmıştı.
Baba Ferhad. yalnız o, iğe iğelerken arada gözü Samiye kayıyor. Snminin aklın-
399
elan geçenleri anlıyormuy gibi gülümsüyor ,
(lu. Sami birden ürktü. t
Omuz başlarını avuç içleriyle karcıya- , rak makinesine koştu. İçinde biı* his, ona • Amma da zayıfsın ha!» diye herkesin oiip. sezdirmeden birbirine fısıldadığını zannettiriyor, gittikçe büyüyen bir utanmayla ağlamaklı oluyordu.
Tam bu sırada, yanındaki preste çalı-şan çocuk Nuri:
Lan Sami, dedi, amınıı da zayıfsın ha!
Sami sarsıldı. Zayıflığım yüzüne karşı söyliyenlere oldu bitti kızardı.
— Sen zayıf değil misiıı? diye çabuk çabuk söylendi, kendi şişmanmış.
— Ben gene senden etliyim oğlum! diye çocuk Nuri, kabaran bir hindi azametiyle yan yan baktı.
Çocuk Sami sustu, fakat kahroldu.
Beriki, aceleyle kalıpladığı bir karnva nayı makineden çıkardıktan sonra-
— Kollara dikiz! dedi. Bak benimkilere...
PazüBunu şişirip Sami’ye gösterdi. Bu kol Sami'nin kolundan kâhndı,
Sami artık cevap vermiyordu. ,Ç Ömel-di. Makinesinin tozlu ayakları arasına min tortop sıkıştırdığı kirli, ıslak gÖimeği ni aldı, yüzünü buruşturarak giydi.
Çocuk Nuriye gelince, o, yandaşındaki yardımcı çocuk Hadiyc Samiyi .( rek bin şeyler fısıldadıktan sonra, birde.; sesini yükseltti:
— Allahını seversen bak! dedi, orl-lağa benzemiyor mu?
Sami gene cevap vermedi.
Şuayp u ta yeni bir demir almak için ocağa gidiyordu. Danyııl kalfa balyozunu yere bırakmıştı, avuçlarına tükürüyordu Baba Ferhad ise iğelediği demirin düzlüğü -nü muayene •■derken j^uii'i.diyor, biışııu sallıyor, karşısında birisi varmış da .onunla tuhaf bir şeydenLahseıliy-ırlat •/ ;:ş gibi haller takmıyordu.
Sami, çocak r- 'te
taraflara çekmek^onhinn a! I rıtn •
ıinden atmak için, kâh balyoz sallayan ustayla kalfaya, kâh Baba Ferbada bakıyordu. Bir ara başını kaldırdı, tepedeki mili çeviriri volanın ek yerinden sarkan bir parça kayış tavanın çürük tahtalarına çarptıkça tavan tozuyordu. Sami bunu gözleriyle Nu: riye işaret etti. Fakat Nuri oralı olmadı: .•Sen dediğimi (1ü ’• lâf kariHÛnrıu! diyen haliyle gevezeliğini büsbütün arttırdı.
Koca a te İye Saminin tepesinde fır dönüyor, başkııı bava gittikçe artan ve takati kesen ağırhğıyle onu büsbütün eritiyordu. Sanki bir el göz yuvarlaklarını çukurlarına itiyordu.
Onlara arkasını döndü. Fakat Nuri işi büsbütün azıtarak Samiyc sokuldu Elinde bir parça kınnap vardı:
- H.-ydi dedi, gelir kolunu.. Ölçelim.. Kimink: daha kalınmış..
Saminin sabrı tükenmişti. Huşla dön dü. onu. Nuriyi gırtlağından yakalamak, bir hamlede makinenin volanı araşma sokup gebertmek r.-unıdau geçti. Fakat Nuri-ııin sarı ı.uklı gözleri ve kalın kollarından ürktü. Hırsından -.ağlamağa başladı:
Vallahi stâya söyliyecegim, billahi .oy I iveceğim, söylemezsem namussuzum. Ban zayıfım. 6en şişmansın, senin (.•id ji da var, ben. öksüzüm kına bir diyc-(■■ ğm var mı?
Çocuk Nuri, bilhassa Ustaya söyli-y l gün» rktu Telâşla maki-
nesi $ kaçtı.
Saatler çok ağır yürüyordu. Gece ya-dan ı/. aonra, ••■'cuklu.im İliç birinde .t rak hal kalmamıştı. Yu İniz çocuklar dçğii, bütün atölye, ustaki > müthiş bir
>zünd
yaşlı işçiler yorgunluk ve riyle ölgün öl-
av andan. bir başladı. Kartında ezilmiş-dakundukça i acıyordu, ı - tahtalarının
iimeek atrı
40(1
tozlariylc bulayarak sırtını pudraladı. Yanma epiyce geçmişti.
Bu sırada arka makinelerde acı bir çığlık koptu. Herkes koşuştu.. On sekizinci presin işçisi çocuk Haydar düşmüş, makineye çarpan başı yarılmıştı. Bir taraftan gömleğinin koluyla kanım silmeğe çabalıyor. bir taraftan da etrafını alanlara çıkışıyordu :
— Yahu gidin be. toplanmayın be.. Ne var yahu, ne var be?.. Şimdi ustalar gelecek diyoruz yahu, öhlıüü...
Çovcuklarsa yaygarayı basıyorlardı.
Çok g«?enıedejı baş usta yetişti. İlk peşin kalabalığı dağıttı:
İt oğlu itler! Fırsat kollarsınız dalga geçmeğe.. Makineler tekmil boş dönüyor.. Geçin makinenize!
Herkes yerine geçti. Haydarsa ağlıyordu. Ca.ni yandığından değil — tabiî canı da yanıyorsa da.. ustanın döğiip ceza yazacağından korkuyordu.
Baş usta ellerim beline dayadı. Haydarın yanındaki makinede çalışan çocuk C-elâleddine öfkefl öfkeli baktı:
Nasıl kırdı bu eşek kafasını lan?
CelfUeddjn kekemeydi, Zorla konuştu:
Uyukluyordu, sonra düştü usta...
Ustabaşı ç etik Haydarı omuzundan çekti:
— Eşşogh leşsek! Paşa babanın evinde mi saııdmdı kendini.. Çek elini baka lım...
Yaraya şöyle bir baktı. Sonra Haydarı Önüne katıp odasına getirdi.
tekmil camekâ
lı bir merdivenle çıkılıyordu, kanatlı bir vaııl yordu.
ir«tnhası r-cza dtılnhmı seti, tentürdiyot, pamuk çıkardı, yarayı temizledi, sardı Haydar m .iki liçsüıe »erken yaranın iicisini duymuyor.'
Ustabaşınııl odası atelyenin solunda, ılı bir odaydı, on -bastunak-Tavehdö iri
Jlatör
ağır
ağır dönü-
Ustabaşı ecza dolabım açtı, oksijen.
şının ceza ysızmadığına seviniyordu.
Saat bire doğru çocuk Saminin duracak halı kalmamıştı. Uykusu dağılsın diye ellerini ısırıyor, kâh başını makinenin kenar demirlerine vuruyor, yahut göz kapaklarını çimdikliyordu. Ne yapsa nafile, vücudu lapaya dönmüştü, güçlükle nefes alıyordu. Atelyenin benzin, gazyağı kokan sıcak havası ise büsbütün başını ağrıtıyordu. Bir ara makinenin yan demirine yaslandı, uyumağa başladı. Birden bire öyle bir sendeledi ki. az kalsın yanında dö ııeıı volanın arasına yuvarlanıyordu. Toparlandı, etrafı telâşla gözden geçirdi.
Bütün atelye, tornalar, frezeler, tav ocakları, Baha Ferhd, Şuaypla Danyal, sarı sarı yanan 75 mumluklar, her şeyi, herkes. Sami kadar bitkindi. Ustaların düdükleri bile artık duyulmuyordu. Duyulsa bile arada cansız cansız ötüyor, sonra uzun zaman atölyenin şakırtılı sesinden başka bir şey işitilmiyordu.
Sami bir kere daha demire yaslanıp. \ uvarlanmak tehlikesi atlattıktan soıııı. kıpkırmızı gözleıik- a telveye baktı, gördü ki birçok prgs . boş d( nü,yor. O da makinesini bıraktı, helâlann oraya geldi
Usta başı, çocuk Haydarın v.k îihiiu • •irdıktan sonra odasının .elektriğini sön •ürdü. vantilatörü hızalndırm pencerenin kanatlarım artlarına kadar açtı. Onun da
fena halde uykusu gelmişti, jh orgn ’ıoVa-nnı çırptı, gövdesini ileri geri buktı:. S- n-r;ı oda kapısına çıktı, düdüğünü atelyeye* üst üste üfledi, tekrar pencereye döndü :ılnını demire dayadı.
üışanda aydınlık bir gece vardı, ü-zakiâidan bir gramofon sesi geliyor, civar mahalleler bunlar ışı.ı mahalleleriydi --geceye gömülmüş karanlık bir ev kalaba İlığı halinde alt alta ve üst liste duruyorlar-
dı.
sildi. Ustabaşı bunların hiç birine dikkat
dg- bile Ç't,nt‘d’ Yalnız g:\imofon sesini dinle-psta !>;' yerek; uykuya daidı. Çok geçmeden uzun
401
ve helezonlu nefes alışlar başladı, derken horultu.. Pencereye dayalı kollan gevşedi, bacakları çözüldü, müthiş bir yıkılışla beraber başı pencere demirine çarptı. Zaten evhamlı bir adamdı. Hemencecik toplanarak oda kapısına çıktı ve düdüğünü üst üste gücünün yettiği kadar üfledi. Bu sırada. tornalarla preslerden bir çoğunun boş döndüğü de gözünden kaçmamıştı. Bu sefer sahiden, fena halde içerliyerek tekrar düdüğüne sarıldı, öttürecekti, vazgeçti, aklına Celâl usta gelmişti. Atelyenin alt başındaki küçük tamir odasına yürüdü. Kapı açıktı. Celâl usta büyük mengeneye yaslanmış, ayakta uyuyordu..
Ustabaşı, dudaklarını büzen. gözlerini kısan bir hırsla odaya daldı. Onu. Celâl ustayı kolundan şiddetle çekti. Beriki sıçradı. Uyku sersemliğiyle şaşkın şaşkın bakınırken ustabaşı bağırıyordu:
- Aferin sana be! Bunun için mi getirdik seni amelenin başına? Sen böyle yaparsan seni gören amele ne yapmaz? Tornalar boş dönüyor, frezeler boş dönüyor, presler boş dönüyor.. Amelenin her biri bir tarafa dağılmış, kilovatlar su gibi akıyor! Yazık günah değilmi vicdansız herifler.. *
tki ustanın arası oldu bitti açıktı.
Celâl ustanın şaşkınlığı çabucak geçti.
— Fazla gürültü yapma! diye tehdit-li bir edayla konuştu. Senin karşında altmış paralık amele yok.. Ben..
— Sen ne boksun« Bu kapıya namuslu adam lâzım. Burası..
Celâl usta kıpkırmızı kesildi. Günleı-denberi içine ata ata dolduğu «zehir» leri kustu:
— Doğru konuş, bak.. Biz dünyada namus için yaşıyoruz. Buraya namuslu adam lâzım da ne demek? Biz namussuz muyuz?
Kinle baktı, bakıştılar.. Celâl usta devam etti:
—.......Çoluğtm çocuğun imanım gev-
retiyorsunuz. Hükümet ış kanunu yapar.
günde sekiz saat mesai kabul eder, siz fakir fukarayı on sekiz saat çalıştırırsınız. Bu mu namusunuz?
— O senden sorulmaz! diye usta başı sert biı- cevap verdi.
Celâl usta:
- Peki! dedi, benden sorulmazsa ben de bilirim yarın işimi.. Görürsünüz siz.. E-ğer bizzat iş dairesine gidip her şejû ihbar etmezsem şunlar - bıyıklarını gösterdi -ananım.........da bitsin!
Hırsla ayrıldılar.
Celâl usta bütün öfkesine rağmen gene de atelyenin içine yürüdü. Gördü ki sahiden. presler, plânya, freze ve öteki makineler boş dönüyor, hattâ tav ocaklarından ikisi kararmağa bile yüz tutmuş..
Çacuback döndü, ocakların arkasında serilmiş uyuyan iki çocuğu ayağıyla dürtüp uyandırdı. Çocuklar korkuyla kaçuılar.
Sonra helâlara geldi. Baştan birinci aptesanenin kapısını itti. İçerden bir çocuk öksürdü. Celâl Usta:
— Haydi, çabuk.* diye çıkıştı, çabuk işinizin basma! Muslukların başında da bir alay çocuk. Celâi ustayı görünce her biri bir tarafa dağıldı.
Celâl usta, geniş alnının altında kocaman duran burnunu baş pam.ağıyle karıştırarak ikinci, üçüncü aptesanenin kapılarına da ayağıyle vurup geçtikten sonra dördü ncününkü nü de ötekiler gibi tekmeledi. geeccekti, fakat cevap alamadı. Durdu, kapıyı tekrar ittî, gene cevap yok. Bu sefer eliyle itti, kanat aralandı, sonra bir şeye dayandı, kaldı. Kapıya iyice sokuldu, üstteki yuvarlak delikten içeriye baktı. Hela karanlıktı. Dikkat edince yenle bir karaltı farketti. Bunu bir çocuğa benzetmişti. İçi titredi: «Ölmüş olmasın!».. Kanadı az daha zorladı. Bir insan geçecek kadar aralanan kapıdan helâya sıyrıldı. Aptesane sıcaktan çok fena kokuyordu. El fenerini yerde yatana sıktı. Bu bir çocuktu. Avuç içleriyle sol yanağı aptesanenin sidikli tahtasında. uyuyordu.
402
Celâl ustanın midesi bulandı. Yüzünü istikrahla buruşturarak çocuğa eğildi. Çocuğun başını yana çevirdi. Bu, onuncu presin işçisi çocuk Samıydi. Celâl usta onu o-muzundan hafif hafif sarstı. Çocuk boğazlanmış bir koyun ağırlığıyle ılık ılık sallandı, fakat uyanmadı. Celâl usta tekrar sarstı, tekrar, tekrar.. Çocuk her sarsılışta kımıldadı. inledi, sayıkladı, fakat bir türlü kendine gelemedi. O zaman Celâl usta el fenerini söndürüp arka cebine soktu. Çocuğun sidik bulaşmamış yerlerinden tutaruk onu kaldırdı, zorla kıç üstü oturttu. Neden sonra kendine gelen Sami gözlerini açıp da karşısında Celâl ustayı görünce fena halde korktu, ağlamağa başladı.
— Vallahi usta, namussuzum..
Celâl usta temin etti:
— Sus haydi sus, korkma ’ Bak üstün başın berbat olmuş.. Bir soran olursa düştüm de bari.. Haydi makinene..
Sami gözlerini silerek makinesine geldi.
Celâl usta, tabnkamn uyunmağa müsait delik deşiğini yarım saatte kamilen dolaştı. Pres kanallarında, ambalaj sandıklarında, kömiir anbarmda. çuvalların arasında uyuyan ne kadar çocuk, büyük işçi ya-kaladıysa uyandırdı, işlerinn basma gönderdi. hiç birine ceza yazmadı.
Gecenin üçüne on vardı. Presçi çocuk Nuri, Celâl ustaya seslendi:
— Usta, benim kalıp körlenmiş, kesmiyor yine..
Ustabaşı camekânlı odasının kapısında, kollarım kavuşturmuş hain hain bakıyordu.
Celâl usta çocuk Nurinin makinesini istop etti. Körleşen kalıbı muayene ederken Nuri sıvıştı. Yandaki makinede çocuk Samiyse, Nurinin «ustayı kafese koyucuna» gülüyordu.
Celâl usta kalıbı muayene ederken gülümsedi. başını salladı, Adam sende, .diye aklından geçirdi, varsın iki dirhem uyusun fukara.. Geberecek değil yal»
Atelye sabaha kadar gittikçe artan ağır havasını kaybetmedi. 75 er mumlukların altında çalışan terli insanlar, zeytin yağına batırılmış gibi vıcık vıcıktılar. Tornaların altları kucak kucak yonga dolmuştu. Fabrika sahibi sabahleyin erkenden geldi: Kısa boylu fakat gayet biçimli adamdı. Atelyenin bitişiğindeki odasına çekildi. İlk önce ust.ıbaşıyle, sonra Celâl ustayla konuştu. Celâl ustaya ustaba.şmın şikâyetine dair hiçbir şey açmadı. Celâl usta çıkarken patron ona mavi bir zarf uzattı:
— Bütün gece uykusuz kt İdiniz..
Celâl usta zarfı teşekkür ederek aldı. Beriki ilâve etti:
— Usta başıyla barışın olmaz mı?
Zarfın içinde 25 lira vardı.
Adımlar bu sayısı ile bir vaşmı doldur d İçmelerini hatırlatırız.
lu. Sayın okurlarımıza ,al Mineler ini yeni-
403
Ayın İçinden
Ankarada son haftalar irinde seyrettiğimiz. Juarez, Martin Eden’in sergüzeştleri ve î.We are not alone - Yalnız değiliz. - yahut daha manalı tercümesiyle «Sade biz değiliz» gibi çok değerli filimler arasında dikkatimizi çeken bir filim de Kenar MalıaJllc Tortilla Elat olmuştur. Stcinbeck’in 1935 de yazdığı bir romandan alman bu filimle asıl eser arasında bir takım ayrılıklar var. Bunlar sade beyaz perdenin icaplarından ileri gelme ayrılıklar değil. Kitap; görüşleri, duyuşları, sevgileri mevki ve rütbe telâkkileri, gelenekler ve kalıplaşmış düşüncelerin hâkim olduğu cemiyetlerde yaşa-yanlarınkine aykırı olan bir takım insanların hayatını anlatır. Film, bu insanları değiştirip bizi alışageldiğimiz gibi düşünüp, seven insanlarla Ekarşılaştırır, bilimdeki Danny ile Dolorose'nin aşk münasebeti bil diğimiz giinlük romantik vakaIardan biridir. Heddy Lamnr’ın rolünü yaptığı bu kız güzeldir; blitiin öbür Tortilla Fiat mahalle sindeki kızlardan daha caziptir. O da Dan-ay de birbirlerini vefa gösterirler. Danny hiitün aıgellen rağmen bu ki2İa evlenir mesut olur. Halbuki kitapta bu kız öyle güzel değildir. Öyle derin bir aşk macerasına da hedef olmaz. Danny olur. Acaip bir huy-; uzluk ve melankoliye tutularak, günden güne feri sönerek, dermandan düşerek, arkadaşını mm. o kıy-melti aylaklıklarından vazgeçip çalışmakla elde ettikleri paranın temııı ettiği o biiyük ziyafet ve «lansa .rağmen bir türlü eski neşe ve canlılığını bulamadan ölür, t: tor. Danny vaktiyle büyük harpte bir orm nda adafî'terbiye'ederek askerlik etmişi. Ölümü vesilesiyle kenar mahalleye bir askeri k i’tagelı r.' Bando mu-' zıka gelir. Bütıin kenar mahalle halkı yıllardan beri sırtlarına almadıkları =ya barlıklarını sandıktan çıkarıp h: ıvalannır iftar.
Mahallenin çocukları büyücek bahçeli evlerden çiçek ister, demetler hazırlarlar. Bütün şehir bir hazırlık nöbeti içindedir. Herkes cenaze merasimine iştirak edebilecektir. herkes sade Danny'yi en candan seven vefalı dostları bu şereften mahrum kalacaklardır. Çünkü bu biiyük merasimde giyecek yabanlıkları yoktur. Başkalarından da hedef olmaz. Danny ölür. Acaip bir huyda ödünç alamazlar. Kimsenin bir kattan fazla yabanlığı yoktur, öyle ise, o hırpanî kıyafetle kiliseye şöyle dursun, mezarlığa bile gidemivecekleri için, sabahleyin erkenden. gece bahçelerden yolup topladıkları çiçekleri, gizlice Dannyhıin mezarına yığarlar. Cenaze merasimine de dışarıdan ancak dıvarın dibinde durup iştirak ederler. Danny’nin o gece ikinci evi de yandıktan sonra, bir daha buluşmamak üzer, birbirlerinden ayrılıp, mahzun ve boyunları bükük dağılır, giderler. j
Filimde, yine geleneğe ayak uydurularak, dinî bir kanaat, evliyalara, tanrıya iman diye bir şey belirtilmiştir; kitapta bu da yoktur; olsaydı, filimde olduğu gibi, gö liiş bütünlüğü bozulur; bütün esere hâkim telâkkilerde bir ahenksizlik kendini gösterirdi.
Bu çeşit ayrılıklara rağmen, filim, eserin, seyirciyi hem gülümseten, hem de yürek burkan mizahtı vakalarını perdeye ak-^ellirebilmişLir. Şarap ve rızk, tedarik ederken mahallenin meşhur tefecisinden, düzende. kurnazlıkta hiç te geri .kalmıyan bu Piton Kablo kafilesinin birbirlerine ve kendi ayarlarmatunrakıf insanlara hainlik et-mek. oyun oynamak akıllarından bile geçmez. Paraya o kadar ihtiyaçla rı olduğu halde. ellerine 100 den fazla altın dolar teslim ••• lılir (te bun im bir santimine bile dokunamazlar Aralarıâdaıı dökıın^ıak küstalu-
401
ğını göstereni parayı iade edinceye kadar iyice ıslatırlaıı*. Fasuiyesiz kalmış dokuz çocuklu tazeye yiyecek bulmak için ellerinden geleni geri kurnazlar; çıra satarak her-gün 25 santim kazanan köpekler dostu Pi-rate o günlerde daha çök çıra Loplar, genç anne hesabına 30 santim kazanır; lokantaların arka kapılarından daha çok yiyecek temin eder. Bu kafilenin, "bu türlü kahramanlık. namuskârhk menkıbeleri insanın içini sızlatıyor. İnsan hep söylemek istiyor.
Ama, Tortilla Fiat mizahı, hayatı .düzen, dalavere, yüksek kalbli vefa ve feragat hikâyeleri öyle, beyaz perdeye anlatılmay. gelebilecek bir eser değil. Daha ziyade üstünde düşündükçe biraz nemli gözlerle gü-lümsenilecek bir eser. Bu hali ile bile filim, yok yere vakit öldüren, his gıcıklayan, beyin oyalayan, veya Immensee gibi bayat romanslı filimlerden sanat değeri kat kat yüksek bir bayandır.
Yayınlar s
FONT. MARA, Yazım. iğinizin, Silo-ne Tercüme eden, S. Ali. Ankara. Akba Kitapevi, 1943»
En kuvvetli romancımız vc hikayecimiz olan Sabahattin Ali şimdi de bize Igna-zio Silone’nin büyük eserinin tercümesini vermiştir. Bu csrrin dilimize tercümesi son olayların Itayyaya karşı duyduğumuz alakayı arttırmış olduğu bir zamana tesadüf etmiş oluyor. Tercümenin bir kaç ay zarfında dördüncü bini basılmış! Demek ki her. tarafta çok okunan bu roman bizde ile çbk okunmaktadır. Esasen Sabahattin Ali tarafından o kadar eyi tercüme cdıhniş ki» okuyucuya tercüme- edilmiş değil, doğrudan doğruy (. Türkçe yazılmış hır eser oku yor hissini veriyor.
tgnazn- Silone. faşist rejiminin meni lekeline gej Mfti kHliifflfcl. 'irde® çok testi
duyan, ve bu tcsürli gizlemediği için lalyr -yı terketnıeye mecbur olarak senelerden beri İçviçrcde yaşayan vatansever bir İtalyan muharriridir. Bu uzun gurbet seneleri ..'anasında boş durmadı, memleketinin asıl realitesini anlatan romanlar yazdı. Foııta ına ra kara gömlekliler zamanında küçücük bir İtalyan köyünün mukadderatını üç köylünün dili ile anlatır Süslenmemiş. sade, adeta klasik bir hikâyedir. Şahıslar bilmem bize bilhassa yakın geliyor. Silone kitabında gösteriyor ki köylü ile şehirli arasında nice duvarlar var. halbuki her tarafta köylü köylünün derdini anlar, benimser. Cenup kalyanın Marsika havalisinde Abruz dağlarına tırmanan yüz kulübecik fakir bir köy: İçerde, doğru dürüst bir döşeme yok, duvarları ise rutubet içinde: burada insanlar oturur, uyur, yemek yerler erkekler nesil üretir, kadmlar çocuk doğururlar; burada domuzlar, eşekler. keçiler ve tavuklar hep birlikte yaşarlar. Böyle köyler bizim Atıadolumuzun da bir çok yerinde yok mudur? Ve içlerinde yaşayan böyle cahil fakat dürüst, yıpranmış fakat metin insanlar?..
Fçntgpnaranın civarında kurutulmuş Fucino gölünün münbit toprakları var; fakat bunlar Prens Porlonia adlı bir dere beye jıittir. Fontamaranın toprakları münbit değil. Bir küçücük gölcükle sulanıyor. Halbuki bir hile ile bu su ıehire doğru çe-iliyor. Fontamaralılar, «Suyun dörtte i size kalacak, dörtte üteli de şehire gide-
( deniyor. Bütün olay bu su melesinin etrafına dönüyor, çünki Fontamara için susuz kalmak ölmek ‘ dem ektir. Fontama-raiılar sap sade köylülerdir, siyasetle alâkalan yok - bağlanıra, bakmak, yetiştirdik leri cılız üzümlerle ekşi bir şarap yapabilmek onlar için hayatın biitiin pıâııasıdır. Çare bulmak için şehire indikleri zaman herkes onlarla alay eder, onlara hakaret • i-t, "Fontamaı .ıhlarım", diye bahseden "dost" avukat işlerini ...bite .bütün bozar. Zavallılar a: ianıadıkhupbu vaziyet karşı-
405
sinda şaşkına dönerler. Kimden yardım beklemeli? Birden bire kara gömleklilerin köye bir baskım olur. Gayet hoş anlatılmış bir sahne geçirir: köyün erkekleri "sorgudan" geçirilir. Herkes "Kim yaşasın?" sualine aklına göre bir cevap verir. (Lo-reto kilisesinin Meryemi yaşasın! Ekmekle şarap yaşasın! Kıraliçe Margherita yaşasın! Meşru hükümet yaşasın! Meşru ol-mıyaıı hükümet yaşasın!) Sorguyu idare eden "şişko" faşist, kimini serkeş, kimini liberal, kimini komiııist, kimini anarşist kaydederek bütün köylüleri hükümet düşmanı gösterir.
Herkesten ümidini kesen köylüler kendi dertlerine kendileri çare bulmağa karar vererek bir gazete neşretmeye başlarlar. Az zaman sonra faşist milisi köyü tekrar ziyaret eder, ve bu sefer Fontama-ra tamamiyle yok edilir.
Faşistler tarafından yok edilen bu köy, îsviçrede yaşıyan bir muharrir tarafından tekrar yaradılmış, yüz kulübesi ve şu kadar halkı ile dünya edebiyatı coğrafyasında sağlam kurulmuştur. Ve şimdi de bu güzel tercüme ile bizim hafızamıza yerleşmiş oluyor.
Mermin MENEMENOOGLU
Odöıı vou Horvath, Allahsız Gençlik çev. Bürhan Arpad. ölmez Eserler, İstanbul. 1943
"Allahsız Gençlik" bir romandan ziyade uzun bir hikâyedir. Konusu, Zamanımızın mühim sosyal olaylarından bin. 1933’ten sonraki Almanya dakî fikrî durum, bilhassa Nazi terbiyeye sisteminin yeni yetişen gençlerin üzerindeki tesirleridir. Fakat bu mühim konuyu muharrir, genişliğine ve derinliğine gerektiği şekilde işlemiyor. yüz elli sahife içinde esasen bu yapılamazdı da... Fakat eserde görd’ iğünliz
bu kusurun asıl sebebi, öyle anlaşılıyor ki. muharririn edebi hayatının kısa sürmesinde ve bilhassa onun şahsiyetinin vasıllarındadır. Kitaptaki çok aydınlatıcı "Başlangıç" tan öğrendiğimize göre, von Horvath'ın edebî hayatı 1930’tan 1938 e kadar sürmüş, onun da ilk kısmı tiyatro muharrirliği üe geçmiştir, bunun için muharrir olgun bir romancı olmadan ölmüştür. İkincisi, von Horvath "ilmi nücumla uğraşır, falcıları gezer, talihi kurcalar" mış Bu zihniyette bir insan elbette ele, aldığı bu mühim sosyal konuyu kökünden, doğru olarak aııhyamaz ve okuyucuya anlatamazdı. Bununla beraber, «lanı olduğu gibi tesbıt etmek işinde von Horvath dikkate değer bir muaffakîyete erişiyor. Bilhassa kitabın ilk yazısı kuvvetli bir tesir bırakıyor, keskin çizgili kıs.-ı tablolar halinde muharrir Nazi terbiye sistemindeki hâkim ruhu belirtiyor ve insan âdeta sırtının ürperdiğini hissediyor. Hikâye, küçük bir kasabadadd bir erkek lisesi öğretmem ile onun yirmi altı talebesi arasında geçer. İlk sahiflerde öğretmenle talebelerin coğrafya vazifelerini düzeltirken tanışıyoruz. Çocuklardan birisi. "Bütün zenciler hile-kâr korkar ve tembeldirler" diye yazmış. Öğretmen derhal "saçma' şeyler" mülâhazası ile düzeltmeğe kalkıyor, fakat sonra duraklıyor, bu cümleyi bir başka yerde işittiğini hatırlıyor, "Taman, diyor. Lokantadaki radyonun oparlöründea çıkmış ve hemen tamamiyle iştihamı tıka-yıvermişti. O halde bu cümle kalsın. Zira radyoda söylenen bir şeyi bir öğretmen vazife defterinden çizemez. Ve öğretmen vazifeleri düzeltirken hep radyoyu işitmekte devam ediyor: Ses fısıldayor. uluyor kı yametler koparıyor, cırlak sesler çıkarıyor tehdit ediyor ve gazeteler onun söylediklerini basıyor. Yavrucaklar da bu sesin söylediklerini aynen yazıyor.» Bu radyo temi kitapta hep ara ara beliriyor ve Al-manyaya hâkim, olan kuvvetin bir sembolü olarak beliriyor. Verilen emire ııya-
406
rak öğretmen hiç bir zaman vazifelerin muhtevasına dokunamıyor, ancak imlâ kaligrafi üzerinde duruyor, ama yukarıda sözü geçen vazifeyi talebeye verirken dayanamıyor. «Nihayet, zincilerde insandır.' diyor ve başına belâyı sanyor
Orta ve zengin burjuvaziden olan bu çocukları ana babaları yetiştirmekten acizdir: hayatiyetini kaybetmiş, totaliter bir rejim altında, istikbalden endişe ederek büzülüp kalmış, kıymetleri çökmüş bu sınıfın ana babalan çocuklarına rehberlik edemiyor, onlara bir hayat istikameti, bir inanç veremiyor, onları kendi başlarına avare bırakıyor. Mektep ise bu gençlerin verilen emirlere köriikörüne itaat eden birer otomat olmaları için, yalnız vücutlarının geliştiriyor, kafalarını ise sorgu münakaşa kaldırmayan bir takım kiliselerle dolduruyor; bu gençtik müthiş fikrî bir boşluk içinde yetişiyor: von Horvath’ın" Allahsız" sıfatı ile kastettiği bu manevî boşluktur.
Von Horvath kötümserliğe düşmek istemiyor, bu umumi çöküş içinde yeniden süren taze filizler görmek istiyor, fakat muharririn kendi zihniyeti müshet, kuvvetli bir hayat görüşü koymıya müsait değildir; gayet mütereddit, -çekingen bir tarzda "Hakikat” üe mücadeleyi ileri sürüyor, fakat bu mücerret hakikat nedir? İzah edemiyor, eserde beliren bu iyimser taraf çok zayıf kalıyor. Zira hakikat için mücadeleyi ileri sürerken diğer taraftan da muharrir kader, kısmet, mukn İdefât nevinden fatalist bir kuvvete inanıyor. İkinci kısmında eser fazla sembolik ve mistik bir havaya bürünüyor. Bu küsurlarıyla beraber, eser umumiyetinde kuvvetlidir ve her halde okunmaya değer. Esen» yazılışı dramatiktir, okuyucunun ilgisini aksatmadan sonuna kadar götürür.
Koyun içinden:
Toprak mahsulleri ofisi işleri sadeleştirilemez mi?
( Vallahi efendi, sorma halimizi... Sıtmayı ilk defa iskeleden (1) kaptım. İki sene öncesine gelinceye kadar .sıtmanın adını bilmezdik. Halbuki bu gün köyde bu pis hastalık, yatağa düşürmedik kimse bırakmadı... İki yüz elli evli köyümüz bir yıl içinde otuza yakın kurban verdik... Sen su iskele bel âsim göriiyormusun ?. Ne olduysa bize, o ören halamca yerden oldu... Geçen sene kağnım, öküzümle bu yıkılasıca da tam on gün nöbet bekledim. Kolay değildi, öküzler yenisiz, ben azıksız ayazın altında kırkır kıvrandık.. Daha on gün bekleşeni 'cimin tüyü kımıldar.. Bereket karşımıza bir tanıdık çıktı da canımıza yetişti... Sen işin aksine bak kı bu defa buğday aribara yattığı halde bir yanlışlık yüzünden param çıkmadı. Benim belâlı başım; parayı avucuma saymadan 300 kil buğdayda 25 kilo noksan geldiğini söylemesinler mi? Şimdi ayıkla bulgurun taşını; kime dert anlatın karda? bu yabancı yerde.. Sağa büküldük, sola büküldük mümkünümü var?.. Anbarcı gine helâl süt emmiş iyi bir adammış. Beni usulca yanma (.ağırdı,
(Hastasın baba ihtiyar haline acıdım. Biliyorum köyün de buraya bir senelik yol git bari hamal başına yöliyle söyle de eksiğini o yetirsin) dedi..
Hey allah razı olsun, biraz fazla para verdikse de herif üç günlük yolumu satın aldı.. İyilik unutulur mu hiç? ben de ona bir tavuk gönderdim.
Fakat gel gelelim buğdayın parasını sandık o gün gine vermedi... Anan aşağı bahân yukarı faydasız.. Baktım hayvanlar açlıktan geberecek ank öküzlerle edemedik köyün yolunu tuttuk. Senin anlıyaca-ğın efendi, bir hafta da böylece işimizden, gücümüzden avara kaldık.. Buna sen ne
407
dersin efendi insan demirden olsa erir.., üstelik bir de iskelenin pis köpüklü sula riyle karnımızı şişire, şişire torba kadar dalak sahibi olduk...
Böylece gel, gitle günümüz geçerken . toprağın tavı geldi geçti., yere bir avuç tohum saçamadık.. Zaten yazlık ekilen tohumun bayırını gör alla ha kalmış bir şey. Bu senede işler anlattığım düzüyle gidiyor, iki gün sonra kar bastıracak, de. bakalım rençber ne halt etsin... Bu yüzden iki yakamız bir araya gelmiyor...)
Bu Sözleri geçen sonbaharda Anka raya gelmek için, uğradığım orta Anadoluda bir iskelede yaşlıca bir köylünün ağzından dinledim. Ofis merkezi olan istasyon günlerden beri buğdayını yatırmak için, nöbet beki iyen köylülerle hınça hınç doluydu. Hanın kapısından ve civarlarındaki duvar t diblerinden esefi, öküz, kağnı, at araba yığınından savuşulmuyordu.. Çarşı. pazarı köyün meydanlığı pislik ve koku işerisin-deydi... Köyiin yakmınc istasyon civarını bir batak ve çamur yığını haline getirinişti.. Her taraf koku ve pislik içersi ildeydi...
Memleketin birinci derece dr bir ziraat bölgesinin ortasına açık’.i' buğday müba-yaasmda ikinci gelen bir of i» merkezi, mevsimi gelince yüzlerce köylünün aktığı bir panayır, bir ticaret merkezi haline gelmektedir...
Harpten önce çiftçiyi korumak ve istihsalini artırmak için ilk defa ziraat bankası tarafından satın alman toprak mahsulleri, o zaman köylüye inkâr edilmez hizmetlerde bulunarak buğday fiallarımn bir dereceye kadar düşmesini önlemiştir. Şimdi ise. devletin ve halkın karşılıklı men Tahtları olan bu iş. daha sıkı bir kontrol altına alınıp daha geniş bir teşkilât ve kadro içerisinde sadeleştirilerek işe başlanacak olursa, o zaman halkın şikâyet ve sızıltısı kısmen önleneceği gibi, istihsalde artacaktır. Diğer taraftan rençberin zararına olarak fazla kazanç birsiyle hareket eden kara borsacıların ve istif çilerin de canına okuyacaktır. Bundan edilen kazanç ta daha faydalı yerlere harcanmak için, hü-k fi metin kasabasına girecektir.
Ilalil Aytckn

« SAVAŞ KARDEŞLER İZMİR S TİCARETHANESİ S Zeytin, zeytinyağı, sabun ve her nevi sâde »î yağlar, peynir vesaire satışevi S Anafartalar Mevsim sokak No. 5 I Tel. No. 2377 Ev, 6235 f Sicil No. 3334, Kuruluş : 1930 ALİ PERÇlNEL VE KÂZIM PERÇİNER Ticaret Evi Zeytin, zeytinyağı, sabun ve hernevi sâd( yağlar, peynir vesaire toptan satış yeri Kooperatif arkası Ali Nazmi Ap. No. 1/2 Tel No. 3153, Telgraf: Alî Kâzım Sicil No. 1912, Kuruluş 1930
HALİM ŞAPÇI 3 Zeytin, zeytinyağı, sabun ve her nevi sâde 5 yağlar, peynir vesaire satı evi Ş Sebat iş hanı No. 40 Tel. No. 3752 ALI RIZA YEĞEN Kayseri Pastırma Pazarı Yeni Hal No. 21 Tel No. 3975, Sicil No. 2007 Kuruluş tarihi : 1930
OSMAN ÖZKAL İ Kayseri Pazarı g Yumurta ve hernevi Bakkaliye toptan OSMAN ANTEBLİ VE İSMAtL BEKRİ BAKKAL Toptan ve Perakende Şen Tecimevi
Ş Ticarethanesi ’i Tahtakale Caddesi Susam Sokak No. 29 $ ANKARA Tel No. 1991 Telgraf: Yeni Hal Osman Kuruluş: ta. 1929, Sicil No. 3551
HÜSAJIErrlN ÇAĞLAYAN
MANDIRACI
ytin yağlan Tecimevi
Yeııi Hal No. 3 Ankara
Tel. No. 2646, Telgraf: Hüsamettin - Yenihal
Ankara
Balık Ye
Hom Sağlık

Hem Varlık
• * Ankara Halk Sandığı T. A. Ş.
w ~y >*'K(>operatif ServisiA "y
x -L X X V




Türkiye İş Bankası
KUCOK CARI HESAPLAR
19 4 4 İK RAMİYE PLÂN.

28 Son kanun. 2 Mayıs. 25 Ağustos. 1 Son teşrin tarihlerinde yapılır.
1 odai ARSA |Ankûiu’dc Kayo1.-Iıderade 102-1 M2 . İmar odc No. 254 Pcırtel No. 3,.
I > 2000 liralık - 2000.-Ura 3 > 1000 > - 3000 >
4 adet 506 liralık
10
10
100
150
300
200
100
50
25
10
= 2000.— lira
- 2030.- > = 1000.- >
= 5000. >
= 3750.— >
= 2000. »
Terkiye İ5 Bankasına para yatırmakla yalnız para biriktirmiş ve faiz alını» olmaz, aynı zamanda failinizi de denemi» olursunuz.
* BİRA Ü(JÖ-BESLER 00O SERİNLETİR O0 0F
I
i JJ.’- Meşhur âlimlerden Dr
' jX. Haber, Biranın tarihi hak
'Z I kınau yandığı bir eserde milâttan 5-600 sene kadar
evvel başlayan Keldani mcdenivetinde biranın büyük bir ye: oldu-.unu s •. lemektedir.. Bazan yalnız arpadan bazan da arpa vc baharattan imu' edilen biranın kadınlar ve isçiler la afından çok içildiğin, yine i>u âlım anlatmaktadır. Yapılan I ir hal-r atta bulunan on *»""■ bira MB imalâtını gösteren kabarana. -la t zyin edildiği ve m dar yanyana getirlince imalâtın bariz bir suretle d ;;[ii de ayni âlim t nakledilmektedir.
7000 SENE EVVEL kabart-
BİRA O O 0 BESLER C O O SERİNLETİR O 0 Q NE$E VERİR lâ

Comments (0)