Kaynak: TÜSTAV - Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı Arşivi
İİya Ehrenburg’un son eserleri
EHRENBURG, şu sırada yeni bir roman hazırlamakla meşguldür. Fırtına adını verdiği bu roman* 1939 - 1945 arasındaki vakaları ele almakda ve mevziî, Sovyet Rusya Fransa, ve Almanya’da geçmektedir. Muharrir, bu hususta kendisiyle yapılan bir görüşmede şunları söylemiştir: (Ben, bu kitapta, basit'insanların, bu fırtına devresinde başından geçenleri göstermek istedim. Fakat sadece bu kadarla kalmayıp, onların iç âlemlerini de vermiye çalıştım.»
Ehrenburg, yeni bir eserini daha bitirmiş bulunuyor. Muhtelif makalelerini bir araya getiren ve “Avrupanın Yolu,, adını taşıyan bu kitap, harp sonrasına ait intibaları ihtiva .etmektedir.
1946 Nobel Edebiyat mükâfatı 1902 denberi, hemen her yıl bir. edebiyatçıya verilen bu mükâfat, en son olarak 1939 yılında Fin romancısı F.E. Sılanpaa’ya verilmişti Araya giren İkinci Dünya harbinin 7 yıllık fasılasından sonra 1946 da bu ananeye yeniden başlandı. 1945 Nobel Edebiyat mükâfatı, alman şair ve romancılarından Her-mann: Hesse’ye verilmiş bulunuyor. 1877 doğumlu olan Hesse, bir protestan papazının oğludur. Babası-, nın mesleğinde yetiştirilmek istenilmişse de, devam ettiği teoloji seminerini yanda bırakarak hayata atılmış ve saat fabrikasında teknisyenlik, Basel’de kitapçılık gibi birkaç mesleğe girip çıktıktan sonra nihayet serbest muharrirlikte karar kılmıştır. Almış olduğu aile ve mektep terbiyesinin, tesirleri ç-serle rinde hissedilen Hesse’nin bariz karekteri, yer yer romantik bir hava ile karışık bir mistik havaya malik olmasıdır. “ Peter Camen-zind”, “Demian” ve “Bozkırlar kurdu” gibi roman ve büyük hikâyeleriyle “Hintden” ismini taşıyan seyahat kitabı meşhurdur. Bugün devrini kapamış bulunan Hesse gibi birisine Nobel edebiyat mükâfatı verdiren âmillerin sadece ■ sanat endişesi veya edebi tercifı olmadığı kanaatindeyiz.
2
Federico Garcia Lorca
İspanyada faşist Franko rejimitıin binlerce kurbanlarından biri de Garda Lorca’dır.
1899 da Fuentevagueros (Granada) da doğan Lorca, geniş'araziye sahip bir aileye mensuptu. Granada ve Madrid üniversitelerinde hukuk, felsefe ve edebiyat tahsil eiti.
İspanyada bütün halk. onu tanır, çiinkii o, halk müziğine karşı olan derin bağlılığı ve bilgi sil e halka inmesini bilmiştir. Kendisinin de musikî çalışmaları vardır, onun edebî eserlerinin esas kaynaklarından biri de bu musikidir.
7 ahsilini bitirince, İspanyanın her tarafını gezen Lorca, sonraları Fransa, İngiltere 1929-1930 da da Birleşik Devletler > Kanada ve Küba’ya gitmiştir.
Güzel san’atların hemen her şube" sinde çalışan bu büyük şairi, 1933'34 te Buenas Aires ve Montevideo’da kendi eserleriuden ve İspanyol klâsiklerinden temsiller verirken gcirüyoruz. Bundan başka resime çalışmış ve sinema denemeleri yapmıştır.
1928 de Granadada Gallo mecmuasını kurda. İspanyol halk tiyatrosunu tanıtmak gayesile La Barraca Üniversite Tiyatrosunu da idare etti.
Müteaddit hünerleri arasında, piyanoda halk şarkılarına refakat etmek, kendi tercümelerini plâğa almak, mu-[sikili trajedilerin muharrirliğini yapmak da vardır.
17 yaşında iken, modern, klâsik ve romantik tesirler altında yazmıya başlamıştır. Gençliğine ait şiirlerinin bir kısmını ihtiva eden ilk kitabında Salvador Rueda, Juan Ramon, Jimenez ve Machadolarin tesiri görülmektedir.
Şiiri başlangıçta karışık şekiller arzederse de bazıları sonraki eserlerini doğuracak olan filizlerle doludur.
Şirini meydana getirirken daima estetiğin en ileri ve en zor imkânlarını denedi.
Çok dağınık şiirleri) burada
inala gıiç olan bir zenginlik çe çeşitîi-lik arzeder. Endülüs ruhunun yeni bir hayal mahsulü olan şarkıların, romansların dramatik’lirizminden, şuur altından gelen sürrealist ve kübik şiirlerin lirizmine kadar her şeyi onda bula^Ui-riz. Bîitün bunlarda bir emniyet, bir sükûnet ve genişlik vardır.
Lorca, her şey den önce, halkı çok iyi tanıyan ve seven, bütün faaliyetlerinde ondan ayrılmiyan bir şairdi. Bunun için halk da onu severdi. Nasıl sevmesin?
Onun şiirinde İspanyol halkının sıcak kanlılığı, kızgın İspanya güneşinin parıltıları, Endülüs hayatının hareketliliği vardır. Eserlerinde bazan bir çocuğun neş’eli sesi, bir annenin şefkati, Granada* lı çingene hayatının kıvraklığı duyulur.
Şiir, onun ellerinde tuttuğu bir a-teşdi. Kendisinin Allahın lûtju ile değil, tekniğin *ve gayretinin lûtfu ‘ ile şair olduğuna inanırdı.
Memleketimizde hemen hiç tanın-miyan Garcia Lorca, İspanyada halen hüküm siiren faşist rejimine ve kendisinin bu rejim tarafından öldürülmüş olmasına rağmen, bıigün bütün modern İspanyol şiirine örnek olmuştur. Bir çok şairler anun yolunda yürümekte ve onu taklit etmektedirler.
Garcia Lorca’mn 192? ilet 1931 arasinda basılmış beş şiir kitabı vardır. Bundan başka iki eseri ve otuzu geçen muhtelif etiidleri mevcuttur. Bir çok şiirleri İngilizceye ve Friınsızcaya çer-rilmiştir.
Ölümü anî olmuştur: Cumhuriyet devrinde, halk tarafından kat* iy yen sevilmiyen Falanj teşkilâtı kaldırılınca, ( Lorca onlarla alay eden bir şiir yazmıştı. Franko rejimi iktidarı ele ahp Falanjları yeniden tesis eder etmez aradan 5-6 ytl geçmiş olmasına rağmen, Lorca’nın bu şiirini eline geçiren bir f alanjist onu* kapısının önünde tabanca ile Öldürmüştür.* Bu geç kalmış, kahpece intikam İspanyol halkı ile beraber Lorca’yı tanıyan bütün diğer memleketlerde de büyük bir te-.essiir uyandırmıştır. Hürriyet a şıkı insanların bir bayrağı da Federico Gar-cin Lorca*dır.
___YI.ĞIN _________
Her ayın 1 inde ve 15 inde çıkar fikir ve sanat mecmuasıdır. Yıllık abonesi (600) kurnş, altı^ aylık ( 300) kuruştur, öğretmen ve Öğrenciler için bu fiyatlar 500 ve 250ku-ruştur. Basılmiyau yazılar geri Verilmez. Muhabere adresi; Posta kutusu ( 1600) Galata - İstanbul- Sahibi ve yazı işlerini fiilen idare eden Adil Yagfcı. Basıldığı yer: F. K. Basımevi
___* İstanbul —
Özlü ve plânlı neşriyata muhtacız
Kontrollü ve plânlı neşriyat halk hareketi için fayda* lıdır. Çünkü bu neşriyat herşeyden evvel halkın yetinmesini ve ileri bir neşriyatı kavrayabilecek bir hale gelmesini gaye edinmiştir. Söz ve yazı hürriyetinin devamı için de yegâne teminat budur. Yoksa muayyen bir kliği tatmin etmek için ve sırf yazı yaz* mak için yapılan tetkiksiz, özsüz ve gelini güzel neşriyat hem boş hem de zararlıdır.
Rasim GÜRHAN
SON zamanlarda neşriyat sahasında yeniden bir canlılık görülmeye başladı. Türkiyenin demokratik gelişmesini arzulayan her samimi vatansever bu hareketi bittabi memnuniyetle karşılayor ve maddî imkânları nisbetinde bu neşriyatı takip etmeye çalışıyor. Halbuki diğer taraftan demokrasiyi hususi ve mümtaz bir zümreye has zanneden ve demokrasinin böyle kalmasını arzulayan bir takım sözde demokratlar bu neşriyat gelişmesini ve halkın bu neşriyata karşı gösterdiği alâkayı huzursuzlukla seyretmekte ve çamur atmak için fırsat kollamaktadır. Hattâ bazı gazetelerde şimdiden bu kabilden yazılar başlamış bile!
Bu hâdise, maalesef, memleketimizde ilk defa olmuyor ve birkaç senelik fasılalarla tekerrür edip duruyor.
Biz burada, tekerrür edip gelen bu hâdisenin mürteci neşriyat tarafından ne gibi âmiller altında hazırlandığını ve bu hususta takip edilen siyasetin neden ibaret olduğunu araştıracak değiliz. Yalnız tekerrür edip duran bu hâdiselerden çıkarılması mümkün > olan ve bizce, düzeltilmesi lâzım gelen bir iki noktaya temas edeceğiz.
Türk halkının eline herhangi bir amilin tesiri altında ne zaman bir hürriyet geçse, ilim veya sanat hamulesine rağmen Senelerce susmak mecburiyetinde kalmış olan münevver hiçbir mes’uliyet düşünmeden ve fikirlerine şekil vere-eek olan maddî ve İçtimaî şartların tahakkuk edip etmediğini tetkik etmeden bu hürriyeti kendi isteği ve dilediği, gibi dolu dizgin kullanır ve nihayet pusuda ‘ bekleyen mürteci matbuatın tesiriyle harekete geçen hükümetten, bir darbe yiyerek siner.
O zaman, halkın arkasından yürüyeceğini zanneden münevver büyük bir sukutuhayale uğrar ve halkın vurdum duymamazlığından şikâyet eder. Hele münevverliği de pek mahdut ve sathi ise derhal marazi temayüller göstermeğe başlar, nihayet, soluğu önce küfrettiği tarafta alır. Matbuatımızda bunun yüzlerce misalini bulmak mümkündür.
Bu hareketi takip eden uzun tazyik devrinden sonra yine ayın plânsız ve mes’uliyetsiz neşriyat ve yine aynı şekilde bir tazyik devri.
Matbuat ve inkilâp tarihimiz âdeta bu hâdiselerin tekerrüründen ibarettir ve bunun için her inkilâp ve reform halk içinde hiçbir iz bırakmadan geçip gider.
Memleketimizin geçirdiği bir sürü Söz ve yazı hürriyeti devirle' rinde yazılan ve söylenenleri bugün okuduğumuz zaman hayret ediyoruz. Bunlar arasında otuz hatta yetmiş sene önce Söylenmiş bugünkünden çok daha ileri fikirlere rastlamak mümkündür. Fakat bütün bunlar neye yaramıştır? Bütün bunlar halkı bugün fal kitapları, şehvet romanları, ve nihayet en adi ve havai neşriyatı takip etmekten alakoymuşmudur ? Bilâkis her hareketin, daha halka irişmeden ve onun tarafından kavranıp benimsenmeden, kısa bir zamanda mağlubiyeti, halkı bu gibi neşriyata karşı mütereddit davranmıya şevketmiş ve onu, kafasını işletmeden oyalayacak veya en geri hislerini tahrik edecek neşriyatla baş-başa bırakmıştır.-
Peki o halde münevver, eline geçen fırsattan istifade etmemelimi, dir? Bilâkis. Yalnız münevver şunu da bilmelidir ki, halk, yılların
kafasma verdiği rehavetten kurtulmadıkça, fikirlere şekil verecek muayyen bir siyasi olgunluğa yetişmedikçe, yani fikirler kuvvet haline gelmedikçe, bütün yazılanlar yalnız kendisini ve etrafındakilerî tatmin etmeye ve kendisini oyalamaya yarâr.
Bugünkü mânâsındaki hakiki , münevver, kendisini her türlü kayıtlardan azade hisseden, cemiyet üstünde -veya altında- acayip ve anormal bir mahlilk değil, bilâkis bulunduğu muhitin iktisadi veya sosyal şartlarına uzun tazyik yıllarının ve bu şartların halkın üzerinde bıraktığı tesirleri ve nihayet kendi muhitinin yine kendi muhitiyle- olan beraberlik ve farkını me. todik ve objektif bir tarzda inceden inceye tetkik eden, hareketini bu tetkik sonunda veya bu tetkikle beraber edindiği fikirlere göre tanzim eden, nihayet hareketlerinden de netice çıkarmasını bilen bir âlimdir. Bu münevverin nazarî olduğu kadar pratik ve yol gösterici bir kıymeti de vardır. Kontrollü ve plânh neşriyat halk hareketi için faydalıdır. Çünkü bu neşriyat her şeyden evvel halkın yetişmesini ve ileri bir neşriyat! kavrıyabilecek bir hale gelmesini gaye edinmiştir. Söz ve yazı hür. riyetinin devamı için de yegâne teminat budur. Yoksa muayyen bir kliği tatmin etmek için ve sırf yazı yazmak için yapılan tetkiksiz özsüz ve gelişigüzel neşriyat hem boş hem de zararlıdır.
Bu münasebe tle neşriyatımızın iki noksamna temas etmek istiyorum: Birincisi neşriyatta keyfiyet yerine kemmiyete verdiğimiz, ehemmiyettir. Türkiyede, maalesef, okuyucu kitlesi mahduttur. Ve bu mahdut okuyucu kitlesinin ınaddî (Sonu sa; 14 te)
3
i İleri sanat, geri sanat ? t *4 *4 *4*44444 4444444444*444 4*44 4444 *4 4444 4 * *4 4444İ
İleri sanat realist ve inkılâpçı sanat olduğu için zamanının sosyal meselele* rine lakayt kalamaz. İleri olmak için sanatkârın mutlaka her eserinde istismardan, sefaletten, hürriyetten bahsetmesi gerekmez ama istismarın, hürriyet* sizliğin hüküm sürdüğü bir devirde ileri sanat bu meselelere sağır da kalamaz
AF SANAT taraftarlarına göre sanatta ilerilik ve gerilik diye bir şeyden bahsedilemez. Onlara söylenecek çok
sözvarsa da bu yazıda onlarla münakaşaya girişmek niyetinde değilim. Sanatın sosyal tabiatını kabul edenler arasında zaman zaman rastladığım, yenilikle ileri-liği birbirine karıştırmak temayülü dolayısiyle, sanatta ilerilik meselesi üzerinde durmak istiyorum.
Sanat eserleri için ilerilik, gerilik meselesi varittir, çünkü sanat eseri mutlaka bir şeyler söyler, bir mâna ifade eder. İkincisi, eser mutlaka onu yazan sanatkârdan başka, küçük veya büyük, bir grup insan için bir mâna taşır. “Sanatkâr kendi zevki için, kendini tâtmhı için eser verir„ gibi iddialar bu hakikati çürüte-mez, zira, sanatkârın böyle çalıştığı doğru bile olsa, yine eser, bir kere meydana geldikten sonra, sanatkârdan gayrı insanlara hitabeder. Okuyueusuz, seyircisiz veya dinleyicisiz sanat eseri dü’ şünülemez. Bunun için "Ne söylüyor ve kime söylüyor?,, sualinin eevâbına göre bir sanatkârın eserleri ileri veya geridir.
Pekir ilerinin ölçüsü nedir? İlerinin ölçüsü, sarat eseriyle, o eserin içinde meydana gelmiş cemiyet arasındaki münasebet e-dir. Bir cemiyetin bünyesinde onu daha ileri bir tekâmül safhasına . götürecek şartlar, ve aynı zamanda mevcut durumu devam ettirmiye amil olan şartlar vardır. Cemiyetin bu durumu nüfusun tabakalaşmasında ifadesini bulur; cemiyetin ilerlemesinde aktif rolü oynıyan ve oynıyacak otan sınıf ve zümreler vardır, mukadderatları mevcut nizama' bağlı ve bunun için de mevcut
l— Yazan : .ı»ı—«w
Behice BORAN
nizamın müdafii, değişmenin has, mı, olan sınıf ve zümreler vardır. Cemiyet bünyesinin ve sınıf nizamının durumu fikir ve sanatta, umumiyetle sosyal değerlerde, ifadesini bulur. Bir tarafta, ileri gelişmelerin yarattığı ve inkılâpçı sınıfın ideolojisine tekabül edeıı bir hayat ve dünya görüşü ve bu görüş noktasından bir tabiat, insan, aşk, güzellik, sanat ve fels; fe anlayışı vardır; diğer tarafta, mevcut nizamin müdafii olan sınıf ve zümrelerin kendi durumlarına uygun bir hayat ve dünya görüşü, insan, tabiat, aşk, güzellik, sanat ve felsefe anlayışı vardır. İleri sanat birincisinin, geri sanat İkincisinin sözcüsüdür.
İlerilik, gerilik, sanat eserinin mevzuunda değil, o mevzuu görüş nokta-ıııda ve yorumlama me-toduııdadır. Sosyal mevzular ka dar tab at güzellikleri ve aşk ta ileri sanat sahasında yer alabilir; hatta iddia edebiliriz ki ileri sanat bize, devrimizin insan-insaıı münasebetlerinin her cephesini yorumlamalldır, her çeşit insan tipini, insan tecrübelerini tahlil edip mânâlandırmalıdır. . İleri sanat olmak için mutlaka işçiden, istismardan, sefaletten bahsetme si gerekmez; işçiden, sefaletten bahseden geri sanat eserleri de olabilir, aşktan, sevgiliden, tabiattan bahseden ileri sanat eserleri olabildiği gibi...
İleri sanatın bir vasfı da, ele aldığı mevzuları gerçeklere uygun olarak, doğru olarak yorumlamasıdır. İleri sanat hakikatin ifadesidir. Sanatın mahiyeti, çeşitli vasıfları, üzerinde durulur
ken, onuıı, başlıca bilgi edinme yollarından biri olduğuna nadiren işaret edilir Halbuki sanatın başlıca bir fonksiyonu, realiteyi, çeşitli tezahürlerinde, daha iyi anlamamız a, öğrenmemize hizmet edişidir. Biz okuyucular, dinleyiciler veya seyirciler, sanatkârın eserleri yoliyle kendi dar ferdî hayatımızda yaşadığımızı dolayı-siyle yaşar, göremediğimizi görür, hissede madiğimizi hissederiz; veya birşeyler görüp, hissedip te mânalandîramadığımiz, aıılıyama-dığlmız tecrübeleri, anlar, mâna-landırlrız. Eserleri bu işi yapabildiği derecede, ve bu işi gerçeklere uygun olarak, hakikati ifade ederek yapabildiği derecede, bir sanatkâr büyüktür ve ileridir. Sanatkar bunu başarabilmek için zamanının ilim ve fel ■ şefe gelişmelerinden haberdar olmak zorundadır. Her devrin bir bilgi seviyesi, realiteyi en doğru olarak ifade eden bir fikir sistemi vardır. Büyük, ileri sanatkâr, devrinin ilim ve fikir seviyesini iyi bilen ve ele aldığı mevzuları, bu eıı gerçek fikir sistemi bakımından işleyip yoı-umlıyaıı sanatkârdır.
Şuna işaret edelim ki, ileri sanatın iki vasfı olarak ileri sürdüğümüz, inkılâpçı sınıfın ideolojisinin sözcüsü olmak ve gerçekleri doğru olarak ifade etmek, yani hakikatin sözcüsü olmak keyfiyetleri birbirinden ayrı şeyler değildir. İnkilâpçı sınıfın ideolojisine İlmî ve felsefî görüşler de dahildir. Bilgimizin gerçeklere en uygun, en doğru bir sentezini veren felsefî görüş, ilmî na" zariyeler inkilâpçı sınıfın ideolojisini teşkil eder. Tarihte iııkilâp-çı sınıflar daima, gerçekleri diğer sınıflardan daha doğru olarak görüp anlıyabilmişler ve bu anlayışı fikir sistemlerinde ifade etmişlerdir. Çünkü fikir hayatındaki, felsefe ve ilimdeki, gelişmeler sosyal gelinmelerle birlikte gider. İleri sanat, geri sanat tefriki ele alman mevzulara göre değil, görüş noktasına ve yo. ruınlama metoduna göredir dedik. Bu ifade doğrudur. Fakat meseleyi bu kadarla bırakmak yanlış neticelere götürebilir. Her şey sanata konu olabilir;- olabilir amma, sanat tarihine baktığımız zaman devir devir bazı konuların sanatı bilhassa meşgul ettiğini, bazı sanat cereyanlarının kuvvetlenip, diğer bazılarl'.ıln za-
4
yıf ve silik kaldığını görürüz. Sanat ya doğrudan doğruya veya dolayısıyla mutlaka sosyal şartları aksettirdiğinden, cemiyet :} "utları ve bunların doğurduğu ana daval ır zamanla değiştiğinden, sanat da görüş ve muhteva itibariyle devir devir farklı vazıyetler gösteriyor. Mevcut cemiyet şartlan altında sanat şu veya. bu istikamette gelişince, bir takım belli meseleler “sanat meseleleri,, halife gelince, sanatın bu durumu, bu sanat faaliyetleri, dönüp cemiyetin gidişine tesir ediyor Sanalın şu v.-ya bu görüşü belirtmesi, şu veya bu meselelerin üzerinde durması cemiyette o görüş ve meselelerle ilgili gelişmeleri kııvvetlendirmi-ye, diğerlerini zayıflatıcıya yardım ediyor.
Bn demektir ki, sanatın sosyal mahiyeti üzerinde dururken bunu sadece cemiyet bünyesinin sanat üzerine teüri şeklinde an-lamamalıdır; sanatın da Cemiyet şartları üzerinde az veya çok bir tesiri vardır. Cemiyet hayatının, insanların giriştikleri toplu faaliyetlerin, bütün sahaları birbirlerine karşılıklı tesirlerle bağlıdır, amma şüphesiz, her saha aynı ■ ehemmiyette, aynı ağırlıkta, değildir. Meselâ, cemiyet bünyesi sanata değil, sanat cemiyet bünyesine tabidir. . Fakat sanat,- diğer faaliyet sahalarından ayırde-dilebilir, kendine mahsus vasıf İarl olan bir insan faaliyetidir ve bir faaliyet olduğu için de, döner, diğer faaliyet sahaları üzerine tesir eder. Cemiyet-sanat münasebeti tek taraflı, mekanik, otomatik bir münasebet değil, diyalektik bir münasebettir. Sanatın cemiyet içinde oynadığı bir rol. vardır.
Tarih boynnea sanat cemiyette böyle bir rol oyıılya gelmiştir, fakat bugünün cemiyetlerinde bil* hassa faal bir rol oytııyacak durumdadır. İnsan cemiyetleri tekâmül halinde oldukları için, cemiyet hadiseleri hakkında hüküm verirken yalnız “şimdiye kadar olan,, a bakıp muhakeme yürütmek yanlıştır. Bugünün ce* miyetleri, daha önceki devirlerden farklı olarak, kendi varlıklarının ve gidişlerinin şuuruna varmışlardı -.- Dalıa önceki cemiyet nizamlarında insanlar mevcut sistemi, müesseseleri, kanunları, çeşidi sosyal değerleri teneffüs ettikleri hava gibi tabiî, ne ol-
İşsizlik
Akşam oldu yine işsiz kalana.
Gurupta kan renkli bulutlar.
Acemi kırlangıç yavruları havada pir pir. Bıı saatte fabrika yolları tıklım tıklımdlr.. Mahalle erkeklerinin çoğu terli birer kahraman gibi işten dönmüştür evlerine.
Sen şimdi yine kapıda, beyaz bir gölge gibi Iıekliyorsundur yolumu.
Halbuki ben
elleri' boş dönecek gölgemi saklamak için mahalleliden geceyi bekliyorum.
Baş vurmadığım yer mi kaldı:
Mensucat fabrikaları,
tütün recisi, mağazalar ..
Sarkıtıp iki kara somun gibi yumruklarını çatık kaşlı masaların önünde mahçup beklemek, kolay mı bir tanem mağlûp ve sakin ve âdeta bir alçak minnet edişle iş istemek !
Daha bir hayli zaman kapıda beyaz bir gölge gibi bekliyeceksin yolumu.
Bense sular karardıktan sonra geleceğim. Bununla beraber karıcığım, sabret.
Orhan KEMAL
duklarııım farkına varmadan kabul etmişlerdir. Zaman zaman mütefekkirler cemiyetin ne. olduğu ve re olması lâzım geldiği meselesiyle meşgul olmuşlarsa da gerçek bir bilgiye varamamışlar, nazarî spekülâsyonlardan ileri gidememişlerdir. Halbuki bugün cemiyet hadiselerinin kanuniyeti-ni biliyoruz, cemiyet hadiseleri sabasında gerçek, ilmi bilgiye sahibiz. Ve hu bilgi gittikçe yayılıyor. Bugünün insanları, artan bir derecede, içinde yaşadıkları cemiyet nizamının ve o nizamda kendi aldıkları mevkiin şuuruna varıyorlar. Bu şartlar altında sanat da cemiyette kendi durumunun, oynadığı ve oynıy.ıbileceği rolün şuuruna varıyor. İleri sanat bu şuura varmış sanattır. Sadece mevcut sosyal şartları aksettirmek, lablil ve tenkit etmek kafi gelmiyor, o şa.tları değiştirmek cemiyetin daha ileri safhalara gelişmesine hizmet etmek gerekiyor. İleri sanat, bu faal rolü Oy-nlvan sanattır, okuyucularında,
seyircilerinde, dinleyicilerinde bu değiştirme ve ilerletme şuurunu, şevkini kuvvetlendiren, ve gerçekleri doğru görüp doğru ' yorumlamasıyla müsbet faaliyet yollarını belirten sahaftır. Kısacası, ileri sanat, inkilâpçi ■■ sanattır.
BÖylçce, ileri sanat realist ve inkılâpçı sanat olduğu için, zamanının sosyal meselelerine ' lâkayt kalamaz. İleri olmak için sanatkârın mutlaka ber eserinde istismardan, sefaletten, hiiriyetten bahsetmrsi gerekmez ama, • istis* marın, barp ve işsizlik sefaletinin, hüriyetsizliğ’n hüküm sürdüğü bir devirde ileri.sanat bu meselelere, sağır kalamaz; ileri ise, mutlaka, ister istemez, bu meseleler başlıca meşguliyetini teşkil eder.
Sanatta ileriliğin ne" demek olduğunu belirttikten sonra, sanatta ber yeniliğin ilerilik, demek olmadığı ko'ayca. anlaşılır. Geçen asrın sonlarında ' Ve bu asrın ilk kısmında sanat âlemini alt üst
(Sonıı Sa. 15'te)
5
Halk Sağlığı ve Sosyal Tebabet
Hekimliğin serbest meslek olarak bir kazanç vasıtası haline sokulması tebabetin gayesine ve ruhuna aykırıdır. Kâr vasıtası olan her meslekte bir istismar vardır
Dr. Sabire DOSDOĞRU
Ferdlerin teker teker tedavi ve bakımım hedef tutan ferdi tebabet bu gün artık halk sağlığı bakımından temamile yetersizdir- Cemiyet içinde İn--san nasıl tek başına mütalea edilemezse, aynı şe* kilde sadece şahısları hedef tutan bir tebabet de bu gün için kitlenin sağlık ihtiyaçlarına cevap veremez. Cemiyet bir küldür ; diğer bütün problemleri gibi sağlığı da bir kül halinde ele alınmak gerektir. Bu sebepten yarınki hekimliğin esas “Sosyal tebabet” dir. Diğer ihtisas şubeleri isei sosyal hekimliğin birer yardımcı kolu olacaktır.
Tebabette esas “Halk sağlığını koruma” olunca bu yardımcı şubelerin de şimdi son derece yüklü olan işi .hafifleyecek ve istikbalde mahdut sayıda hastalıklarla meşgul olan tam mânasile bir ihtisas şubesi haline gelebilecektir.
Bu gün bütün dünyada sağlık ve sosyal yardım alanında sarfolunan gayeler “Halk sağlığı” meseleleri üzerine teksif edilmiş bulunmakta ve sosyal tebabetin hudutları genişletilmektedir. Klinisyen-lerce, nadir görülen ve binaenaleyh dikkate şayan olarak kabul edilip, neşri ile tıp âleminde büyük ilgi uyandıran vakaların “Halk sağlığı” bakımından hiç bir ehemmiyeti yoktur. Faraza on senede bir defa, yahut milyonda bir kişide görülen bilmem lıangi enteresan bir hastalık sosyal tebabeti hiç ilgilendirme z. Aksine olarak her gün yüzlercesi -görülen ve klinikcilerin (alelâde vaka) diyerek üzerinde durmaya hile lüzum görmedikleri hastalıklar ise “Halk sağlığı” bakımından son derece önemlidir. Çünki bütün çalışma gayretleri bunları önlemeye matuftur.
Sosyal tebabetin asıl gayesi mevcut halk hastalıklarını tedavi ile beraber, bundan daha önemli olarak, halka gelebilecek hastalıkları gelmeden evvel önlemektir. Binaenaleyh tedavici olmaktan ziyade koruyucudur. Bu sebepten bir defa organize edilip önleyici tedbirler tamamile alındıktan sonra balen mevcut bir çok. halk salgınları da ortadan kalkacak ve bugün pek mühim yekûınlara varan, fakat o derecede kifayetsiz olup halka büyük bir şey sağlamayan geniş tedavi masrafları halkın temamen rahatlık ve refahına sarfedilebile-cektir.
Meselâ, halkın en hüyük düşmanı olan verem bugün yeryi'züne o derece geniş bir surette yayılmış bulunmaktadır ki bu işe ayrılan ve sarfolunan paranın bir kaç yüz misli dahi harcanmış olsa bu korkunç afeti önlemek şöyle dursun, mevcut veremlilerin hepsine ihtimam göstermeğe yine de kâfi gelmez. Binaenaleyh namütenahi veremlinin tedavi, bakire veya tecridi için nâmütenabi imkân lâzımdır, halbuki bu nâmütenahi imkân mevcut ol
6
sa bile bu yoldan veremin kökü katiyen kazınamaz; gaye “veremliyi tedavi” olmakla beraber mücadele bakımından bundan daha önemli olan “insanı veremden koruma” dır. Bu misâl hemen bütün hastalıklara teşmil olunahilir.
Bir memlekette sosyal tebabetin gelişmesi için halli lâzım gelen iki önemli mesele mevcuttur. Bunlardan birisi hekimliği bugün münhasıran fer diyetçi ve ticarî şekilden kurtarlp devletleştirilmesi ; diğeri de halkın bu işi tamamen kavrayabilmesi ve yardimcl olabilmesi için sağlık konusunu iyice öğrenmesidir.
Hekimliğin serbest meslek olarak bir kazanç vasıtası haline sokulması tebahetin gayesine ve ruhuna aykırıdır. Kâr vasıtası olan her meslekte az çok bir istismar mevcuttur. Çeşitli karaktere sahip çeşitli ferdler elinde her meslek hakiki formunu kaybedip onu kullananın karakterine uydurulmaktadır. Esefle kaydetmemiz lâzımdır ki hiz-deki hekimlik de böyledlr. Bu gün hekimlere karşı halkımızın itimadı sarsılmıştır. Çaresiz olarak paraslz bakılan hastane polikliniklerine müracaat edenler arasında iyi olacağına, iyi bakılacağına inananlar pek azdır. Hekime verecek kadar parası olanlar ise yine bu itimatsızlıktan dolayıdır ki bir hekimle iktifa etmeyip ve kime inanacağını kes-tiremeyerek kapı kapı dolaşırlar. Bugün çeşitli şekillerde -halkın karşısına dikilmiş, bir derd olan “İnsan sağlığının istismarı» na bir son verilmek zamanı çoktan gelmiş ve geçmiş bulunmaktadır. Tebabetin serbest ticaret mataı olarak kullanilma-sına devam edildiği müddetçe yapılacak bütün çalınmalar halk sağlığı bakımından akıntıya kürek çekmek demek olacaktır. Hipokrat devrinde küret yoktu diye tebabetin âlemşümul namus yeminini okuyup arkasından küreti eline alarak doğacak nesilleri, ceplerine girecek beş on liraya karşılık imha edenlerin işlerine artık bir son verilmesi gerektir. ■
Hekimlik her şeyden evvel âmme hizmeti oldu-duğuna göre; bu mesieğe şerefie beraber fazla ka.-zanç temin etmek gayesile girecek olana kapılar kapatılmalıdır. Şerefle başkalarının zararına fazla kazanç temini hırsı yekdiğerile bağdaşması mümkün olmayan iki zıt yoldur. Bunları bir arada yürüterek bir taşla birkaç kuş birden vurmak istiyen-ler devletleştirilmiş bir tebabet mesleği içinde elbetteki buna imkân bulamazlar. Ancak kendilerini cemiyete ve ilme verebilecek olan şerefli kimseler elinde sosyal tebabet ve yarının tıp İlmî hiç bir ihtiras ve istismara alet olmadan süratle gelişebilir. Tehabetiu devletleştirilmesi burada üzerinde durmayacağımız ayrı ve geniş konudur. Yalnız
şu kadarını ilâve etmek lâzımdır ki böyle- bir gaye tahakkuk ettiği zaman hiçbir hekim, devlet hizmetinde bugün çalışanların yaptığı gibi, geçim zorlukları karsısında gündelik ihtiyaçlarını düşünmek durumunda olmayacaktır. Bir insanın kendisini mesleğine temamen verebilmesi ve âzami randımanla çalışabilmesi için lüks sayılmayan normal ihtiyaçlarını temin edecek kadar bir karşılık alması gerektir. İngilterede bu önemli konu ele alınmış ve önümüzdeki bir kaç yıl işinde tebabetin devletleştirilmesine karar verilmiştir.
Sosyal tebabetin faaliyet sahası halk kitleleri olduğundan halkın bizzat bu çalışmalara .iştirak etmesi çok lüzumludur. Bilhassa halkın arasında büyük salgınlar yapan bulaşıcı hastalıklarla mücadelede bunlar ortaya çıkmadan önce alınacak önleyici tedbirlerin tatbikinde halkın geniş ölçüde yardımına kati lüzum vardır. Bu da .ancak halkın bu sahada daha evvelden aydınlanmış olmasiyle mümkündür. Halkın bu şekilde terbiyesi de sosyal hekimliğin domenine giren ilk ve en önemli meselelerden birisidir.
Bilgisiz ve tamamiyle geri kalmış bir cemiyet içinde sosyal tebabet çalışmaları beklenildiği derecede müsbet bir netice veremez. Hattâ çok ker-re ha]k tarafından menfi bir mukavemetle de l ar-şıfatıabilir. Halkın, bilhassa, gelenek ve göreneklerinin tesiri altında cehalet bataklığına saplanıp kalmış olması her tünü sosyal hijyen kalkınmasına engel olur. Tamamen, bu vaziyette bulunan bizim köy halkımızın aydınlatılması ise pek o kadar kolay olmayan bir iştir. Bu gün en büyük şehirlerimizde dahi bu dava henüz halledilmemiştir. Şurada,, burada veriıen , beş on konferans, radyoda bir iki vaiz, istasyon, kahve ve mekteplerde asılan bir kaç afişle bu büyük sosyal davanın halline doğru gidilemez. Bıi suretle ancak kendi kendimizi aldatmış oluruz. Bu gün memleketimizin pek çok yerlerinde hâlâ sıtmayı okuyup bağlarlar, dalağı keser, vereme tütsü yakıp kabakulağı yazarlar ve yılancığa taş bağlayıp felçliyi binlik teşbihten geçirtirler. Halk bütün bu hastalıkların sebebini' bir takım mevhum kuvvetlerde arar ve lürlü gülünç uSullerle derdine çare bulmaya çabalar. Anadolumu ■ zun hâlâ yılancık ve kırı i çıkıkçı ocaklarının cehalet baskısı altında inliyen, yerleri vardır. Halkın uyandırılması için verilen konferanslar her ne kadar faydalı ise de, halk, anlayamıyacağı bir lisanla anlatılan mücerret sözlerden ibaret konferanslardan ziyade gözlerinin önünde cereyan eden hadiseıere inanır. Bu nokta göz önüne alınarak şimdi dünyanın bir çok yerlerinde olduğu gibi kül Jr ve propaganda filimlerinden faydalanmak ve-sosyal tebabet organizasyonu içine filimciliği de esas olarak almak düşünülmüş ve tatbik edilmiştir. Hâlen Atnerikada, İngiltere ve Sovyetler birliğinde kültür filimleri bu gün artık sosyal tababetin yardımcı bir şubesi haline girmiş bulunmaktadır. Bu maksatla bir çok hekimler, hijyen mütehassisları, belediyeciler, filim operatör ve teknisyenleri» kimyagerler, biyoloji mütehassısları ve sağlık mü hendisleri sıkı bir işbirliği yapmakta ve halka zahmetsizce, hattâ zevkle öğrelilebilecek kültür filim kütüphaneleri meydana getirmektedirler. Böyıe bir işbirliği ile hazırlanan kültür filimler! halk tara.
(Sonu sa
DEMOKRATİK VE ANTİDEMOKRATİK KAMPANYA
Bugün demokratik ve antidemokratik kampanya iktisadi sahada halkın pşitliği probleminin kabulü veya reddi prensibi üzerine açılmış bulunmaktadır
| Dr. M. Hulusi DOSDOĞRU |
ikinci dünya harbinin Sona erdiği ve sulhün bir türlü kurulmadığı bu kritik devrede “ Demokrasi ” bayrağı aıtmda açılan orijinal bir fikir ve ideoioji savaşı içinde bulunuyoruz. Bu devreyi karakterize eden tek şey “ Demokratik ve antidemokratik kampanya” dır.
Ekonomik hâkimiyeti avuçlarının içinde tutan zümre ve sınıfların “Demokrasi” mefhumunu kendi şahsi menfaatlerine göre değiştirerek deve kuşulaştırmak gayretkeşliği; halk kitlelerinin bu tabirin asıl manâsını kavrâmasma engd o'makta ve onlarin hakikat ile yalanı, dost ile düşmanı ayırma hassalarını körleştirmektedir. Vaktile sosyalizm tabirinin faşistlerce soysuzlaştırılıp tanınmaz bir hale sokulması gibi bıı gün de tepeden tırnağa kadar reaksiyoner, İstismarcı zümreler elinde “Demokrasi” aynı tahrif ve tahribe uğratılıyor.
İktisadî bakımdan hâkim ve* mahkûm iki kutup, yeryüzünde bulundukça yapılacak her türlü sosyal ve kültürel bağımsızlık yeltenişlerinin lâfta ve kâğıtta kalacağı ve pratik sahada hiç bir değeri olmıya-cağı tabiidir. İktisaden köleleştirilmiş halk yığınlarının hukukî ve lafzi demokratlığı kapitalizmin en son taktiğidir.
Bugün demokratik ve antidemokratik kampanya İktisadî sahada halkın eşitFği probleminin kabulü ve ya rjddi prensibi Üzerine açılmış bulunmaktadır'. Bugün iktisaden hâkim bulunan sınıf ve zümrelerin matbuatı; radyo, sinema.-ve her çeşit medeni propaganda vasıtaları ile gıda, giyim ve yakıt maddelerini monopolleri aıtma alarak hatk yığınlarına nefes aldırmadıkları göz önüne getirilecek olursa hakikî demokrasinin temelini İktisadî eşitliğin teşkil eylediği kolay anlaşılır. Bu Suretle ana davayı ortaya koyduktan sonra bütün İçtimaî demokratik ve antidemokratik şiarları sıralamak mümkündür.
Meselâ : Yer yüzündeki bütün milletlerin ekonomik, sosyal, ve politik mânada tam bağımsızlığını tenline savaşmak; manda, vesayet, naiplik, sömürgecilik gibi türlü kalıplar altmda hüriyetlerin tehdit ve tahdidine engel olmak demokratik ve bunun aksi antidemokratik bir harekettir.
Kezâ Faşizm kalıntılarım, krallıkları,1 din müesseslerini, hâkim istiemarcı zümre ve sınıfları kaldırmaya çalışmak demokratik ve bunun tam tersi yani her türlü faşizm kalıntılarını türlü kılık ve maskelere büründürüp kiliseyi siyasi oyunlara âlet etmek, hâkim zümre ve sınıfların menfaatini halk yığınlarının öz menfaatlerinden üstün tutmak tamamen antidemokra-, tik, reaksiyoner bir harekettir-
Dünya halklarının kendi öz kültürlerinin, Öz yapılarının gelişmesine yardım etmek demokratik Ve bilâkis medeniyet bakımından daha geri kalmış mem-(Sonu sa; 15 te).
7
/
Bir Dahinin Hayatı
Nefes almak için haykırdığı ilk andan itibaren daima haykırdı ; sefalete haykırdı, haksızlığa haykırdı, hürriyetsizliğe haykırdı ve geniş halk yığınlarının
hasretini çektiği saadetin
Bütün insanlığa mal olan büyük dehalardan L. V. Beethoven’ in doğumunun 176 ncı yıl dönümü münasebetile okuyucularımıza hu lıüyük insanın hayatı, dünya görüşü ve san’atı hakkında malûmat vermeğe çalışacağız.
L. v- Beethoven 16 aralık 1770 te fırtınalı hir gecede Bonn şehrinde doğdu. Hayata fakir hir evin sefil tavan arasında, gözlerini açan Beethoven’in bütün hayatı doğduğu gece gibi karanlık ve fırtınalarla geçti ve doğar doğmaz nefes almak için haykırdığı ilk andan itibaren daima haykırdı, Sefalete haykırdı, haksızlığa haykırdı, hürriyetsizliğe haykırdı ve geniş halk yığınlarının hasretini çektiği saadetin bütün engellerine haykırdı.
Kendisi aslen Flaman’dı. Babası karaktersiz, ayyaş bir adam ve alelade hir müzisyendi. Sonsuz sevgisine ve en büyük hürmetine muhatap olan annesi ise açlık ve sefaletle mücadele için zengin ailelere hizmetçilik yapan temiz ahlâklı hir kadındı, Beethoven gözlerini işte böyle bir aile kadrosu içine açmış ve simsiyah hir sefalet, aile şefkatinden mahrum, amansız hir hayat mücadeles'ıle karşılaşmıştı, Onda-ki hârikûlade istidadı pek çabuk sezen ayyaş baba, henüz dört yaşında iken onu piyanonun başına oturtup ve kapıyı üstüne kitleye-
BEETHOVEN’İN'DOĞDUĞU oda
hütiin engellerine haykırdı
rek korkunç bir terör altında çalışmağa zorluyor, bu suretle de hu küçük harikada gizli olan zengin hâzineyi, kendi içki ve ku-nıir iptilası hesabına azamî surette istismar etmeğe çalışıyordu. Bu yıldırıcı çalışma sistemi az kalsın çocukta müziğe karşı nefret uyandıracak ve ondaki zengin istidat kaynaklarını kurutacaktı. Böylece Beethoven 11 yaşına kadar zengin ailelerin yemek sa-> tonlarında piyano çalarak onların bir nevî lüks ihtiyacını gideren müthiş hir garibe olarak k tandı. Bundan elde ettiği paır doğru babasının cebine, o da hiç noksansız olarak m necinin kasasına akardı, 11 yaşında hu çalışmalarına ilâve olarak şehrin tiyatro orkestrasına girerek henüz gelişmemiş küçük omuzlarına ağlr bir yük daha aldı. Daha sonraları aileler nezdin-de piyano dersleri vermeğe de başladı. Bir çocuk için ne müthiş hayat mücadelesi .. on yedi yaşında iken akciğer veremi bütün sevgisini verdiği annesini elinden aldı. Bu en büyük manevî desteğinden mahrum olmak onu derin hir melânkoliye düşür; dü Şimdi kendisinden küçük iki kardeşine, kendini idareden aciz babasına bakmak mecburiyeti yine hu genç -omuzlara yüklendi. On yedi yaşındaki bu aile reisinin yeğâne desteği hayatı boyun
ca hürmetle andığı, sevimli kız* larına piyano dersi verdiği Breu-
ning ailesiydi.
Nihayet patlamış olan Fransız büyük ihtilâli Beethoven’i bütün mevctıdiyetile kavramıştı. Kendi-
si zamanının ileri ve inkilâpçı fi ■ kirlerinin ocağı olan Bonn Üniversitesine yazıldı. Bu suretle Beethoven bir yandan da kendi inkilâpçı fikirlerini besleyip geliştiriyordu. Yirmi iki yaşında çok sevdiği Bonn şehrini, en hisli ve isyankâr -anlarında ruhunu teskin eden coşkun ve lâtif, kendi tabiriyle “Bahamız Ren nehri» dediği Ren nehrini, artık sadece tatlı hatıralarına mal olmak üzere terkedere! zamanının müzik yiyan.aya gitti. Bu zlarla başlıyan det vatanî his* debütün Avru-Sıyan ihtilâl “hürriyeti
kral
onun için —
her fırsattan
cumhuriyetçi hislerini Fransızlarla, Cumhuriyetçi fikirlere sahip diplomatlarla, Generallerle konuşmak ve münakaşa etmekten büyük bir zevk duyu-yornu. Yirmîbeş yaşında artık kendi kudret ve dehasının farkına varmıştır. “Artık içimdeki gizli inşanın kendini ortaya atması lâzımdır.» diyordu. Dış görünüşüyle Beethoven çok sert ve hırçın hatlara malik oldnğundan ve en ufak hadiselerle köpüren büyük hassasiyeti yüzünden kendisini uzaktan tanıyanlar için çok kaba ve hırçın * bir adamdı. Lâ-
kin sayısı az »lan kıymetli dostları onun engin ruhunda köpüren, dalgalanan, haykıran sonsuz iyiliği ve şefkati biliyorlardı. “Daima elde olan- bütün iyiliği yapmak.» Bu onun kıymetli prensiplerinden biriydi. “San’atım fakirlere hayır işlemeğe inhisar etmelidir.» “Bir dostu yardıma muhtaç gördüğüm zaman eğer elimde bulunan pı»ram kâfi gelmiyorsa onun -imdadına koşmak için çalışma masasının başına geçmem kâfi geliyor.» demekten büyük bir zevk duyuyordu. Fakat ne yazık-ki dostlarının ve eserlerindeki derin inkilâpçı fikirlerle insan -lığın, yardımına koşan Beethö-ne’i dalga dalga gelen felâket-
8
insanlar ve san’atı için yaşarriak!» Artık kendi kudreti hakkında hiçbir hükme,- örf ve adete aldı rış etmiyor* coşkun mizacından kopup gelen bir ömür, sürüyordu. Asalete, unvana ehemmiyet vermiyor ve “ krallar, prensler bir çok insanlara, birçok unvanlar ve nişanlar ihsan edebilirler; fakat hiç bir zaman yüksek zekâları yaratamazlar,, diyordu.
Goethe ile beraberlerken karşılaştığı bir vak’a meşhur olduğu kadar Beethoven’in kendi kudret ve dahasına olan itimadını ve kendisinin tahakküm eden sınıfın koltuğu altında ve onlar hesabı na çalışan bir san’atkâr olmadığını göstermesi bakımından çok enteresandır:
İnkilâpçı bir sanatkâr olan Beethoven bir gün Goethe fle bir gezinti yapıyorlar. Bu esnada karşıdan, dükleriyle, prensleriyle, kraliçesiyle imparator ailesinin geldiğini görüyorlar. O anda e* fendilerine tazim ve onların önünde yerlere kadar daha kolay ve gösterişli bir tarzda eğitebilmek için Goethe’nin derhal şapkasını çıkarıp kenara çekildiğini gören Beelhoven onunla alay ederek bu hareketine maili olmak istiyor. Lâkin Goethe’nin kendi ^^^bu .Ztffi^ferini anlıyamıyacağım göre-endi haline blrakıyor.
SL^JfŞtlplç^S 1 iki eliyle başına iyice ,^yerleştirerek, dimdik kral ailesi-/JS®Mitî bütün haşmetiyle geldiği ka-H^Kİ^balığın en kesif gurubu arasına ^^dialîJtyfpçBüyük dahi karşısında dük- RodoTphe şapkasını çıkarıyor imkaratoriçe en önce Beethoven’e selâm vererek hürmet gösterisinde bulunuyor. Bütün bunlarl yerlere kadar iğilmiş olaıı Goethe görmektedir; fakat alayın kendi önünde hiç durmadan geçtiğini görünce Goethe’nin ne büyük bir bozguna uğrad'ğınl okuyucuların tasavvuruna blraklyorum. Goethe bu hadiseyi hiç unutamadı. İzdi-, rap çeken ve mücadele eden sınıfın sanatkârı olan Beethoven’i asla çekemiyordu.
Şan ye şeref artık Beethoven’in ayaklan altına serilmişti. Viyana Kongresinde Avrupanın iftihar edebileceği büyük bir insan olarak ' hürınet gördü. Ne yazık ki bütün bunların karın doyurmak hususunda hiç bir faydası yoktu. Eseı leri ancak tabileri zengin ediyor, Beethoven tacirliğin bin bir pislik dolu hiylelerine
ler altüst ediyordu. Yirmi yaşında hayatının en müthiş feiâketile karşılaştı. Bu sesler âlemi ilâhının en kıymetli uzvu, sağırlığın tahribatına maruz kalmıştı. Duygu ve düşünceleri seslerin diliyle anlayan ve anlatan bir insanı için bu ne büyük felâketti.. İnsanlarla anlaşmak ihtiyacından mahrum kalmak bu büyük insan sever için ne feci bir darbe idi... Bu hal onu koyu bir melânkoiiye yuvarladı- Gittikçe insanlardan kaçtı, inzivaya, kendi muazzam iç alemine kapanmağa başladı. O harikalar âleminin kaynaşma-larile yapyalnız kalmak ne müthiş şey! O kadar ki bu felâket azkalsln dahinin hayatına son verdirecekti. Bu niyetle 5 ekim 1802 de yürekler paralayicı meşhur Heiligenstadt vasiyetnamesini yazdı. Fakat ondaki san’at aşkı o korkunç iradeyi yaşamak hususunda kullanmağa şevketti. “Kaderin boğazına sarılmak,, azmiyle karar verdi. Tabiatın, nes.’e ve saadetin hasreti onu yeniden dünyaya ve in-gna sanlar
arasına dönmiye. zorladı, bu büyük insan sanki se-dünyaya gel-iffiİÎ?eke®ler’ bede-
İZİ
a:
fa JM&efe Sohiâan
ılı
1!h’,în1e Wrak;y°;-feahiptij onunki
ışüncele
ptîa be' mukad-
a.
insanlığa olan' bolü idi. Aşk denî ihtiraslardan uzak, des ihtiraslar doğuruyordu. Bu
masum düşünceler onu aşkın tuzağına kolaylıkla düşürüyor, netice sabit olarak sukutu hayaller ve derin acılarla bitiyordu. Mehtap sonatının ilham perisi Giu-lietta Guicciardi koketliği ve egoistliği yüzünden Beethoven’e müthiş ıztıraplar verdi. Nihayet bir kont’la evlendi. Kontes The-rese de Brunswick’i son nefesine kadar' sevmekle beraber onunla ancak dört sene mes’ut olabildi. Nihayet alelâde bir insan asil bir kadınla- evlenemiyeceğinden bu sevgiliyi de terk.etmek zorun • da -kaldı. Bü suretle* “üstünlük alâmeti olarak iyilikten başka hiç bir şey tanlmıyan» bu büyük insan aşağılık bir geleneğin darbesini yemişti. Bu son darbe artık onu kendi için hiçbir saadetin kalmadığlna inandırmıştı, “Yaşamak, artık kendisi için değil,
kurban gidiyordu. Diğer taraftan kendisine kompozisioır ısmarlayan kimselerden parasını alamıyordu. Bütün bu haris insanlarla uğraşmayı da iğrenç buluyordu. Aynı zamanda da bu hafif meşrep Ve sefib Viyana’dan artık nefret ediyor ve bu şehirden ayrılmak istiyordu. Beethoven’in dehasına hayran olan üç aristokrat Onu Viya* naya bağlamak için aralarında anlaşarak kendisine maddi sikin* tılarlnj gidermek üzere mühim bir meblâğ taahhüd ediyorlar. Lâkin bu taahhüde riayet uzun sürmüyor. Böylece Beethoven’in maddi sıkıntıları arttıkça arttı. 1816 da bir dostuna yazdığı bir mektupta artık dilenecek ha le geldiğini fakat bunu etrafa his-settirmemeğe çalıştığını yazıyor. Sefaletinin bu en koyu çağında sağırlık ve karnındaki ağrılar son haddini bulmuş Beethoven’i insanlardan büsbütün uzaklaştırmıştı. O şimdi tesellisini tabiatta buluyor, ruhunu ancak tabiat ana’ nın kucağında dinlendiriyordu. «Yer yüzünde hiç kimse, benim kada*', kırı sevemez» diyordu.
Diğer taraftan kardeşi. Carl’nı yetim bıraktığı yeğenini himayesine. aldı ve bütün sevgisini ona verdi. Bu müthiş maddi sıkıntılar arasında onu iyi bir 'insan olarak yetiştirmek içiıı çırpmıyor, onu mes’ut yaşatmak için müthiş fedakârlıklara katlanıyordu. Fakat nankör yeğen daima onun kalbini klrlyor, israflarına para yetiştir* mek için onu yeni yeni fedakârlıklara zorluyordu.
Bütün bu maddi ve manevî felâketler araslnda yeğeninin istikbalini alâkadar eden bir mesele
Ahmet Şaşıoğlu
(Sonu sa; 15 te)
9
İşçiye ve halk yığınlarına hitabeden yeni bir felsefe kitabı
Bütün dünyadaki lıalk yığınlarının olduğu kadar, memleketimizin de en kısa bir zamanda bu eserin tercümesine kavuşturulması elzemdir
Fransada bir yeni kitap neşredildi ... ■ Politzer’in Felsefe dersleri.. Bu kitap, harpden önce İşçi üniversitesinde verdiği derslerden bir talebesinin tuttuğu notların yenideri gözden geçirilmesiyle meydana getirilebilmiştir.
Böyle bir eserin neşrini günün en mühim meseleleri arasında saymak lâzım. Bu ehemmiyet sadece Georges Politzer’in illegal Lettres Française gazetesini kuran Jacques Dficour’la birlikte 1940 dan sonra Fransız münevverlerinin direnme hareketlerinin başında bulunmasından değildir. Muharririnin Vişi polisi tarafından sonsuz işkencelere maruz tutulması sonunda kahramanca ölmesi de bu ehemmiyetin biricik sebebini teşkil edemez. Bu kitabın neşri çok mühimdir çünki devam eden büyük bir boşluğu doldurmaktadır.
Georges Politzer bir markisist filozofdu ve neşredilen Felsefe dersleri marksist felsefeyi en açık ve en halkçı bir dille anlatmaktadır.
Sükût yoluyla ve bilmezlikten gelmekle marksist felsefe bir kenara atılmak istenmişti. Bir üniversiteli marksist felsefeyi bilmeksizin pek âlâ felsefe doktoru olabilirdi. Fakat bugün artık böyle birşey Fransada gülünç olarak karşılanıyor.
Bilgiççe felsefe tabirlerini, mücerret kelimeleri elden geldiği kadar kapı dışarı eden kitap, eğer naçar kalıp da böyle bir kelimeyi kullanırsa en bildik misallere başvuruyor. Her bahsin sonunda kontrol sualleri var. Kitap biterken bir tabirler ve isimler sözlüğünü buluyor, bitişte de çok kıymetli bibli-ografyasiyle karşılaşıyoruz.
Böyle bir kitabı okuduktan sonra, insan tertemiz bir tatmin havasına, büyük sanatkârların konserlerinden dönerken duyduğumuz bir psikolojiye kavuşuyor. Bütün
10
. m—u, Kazan : ■■
Arslan KAYNARDAĞ
dünyadaki halk yığınlarının olduğu kadar, bu hususda pek fakir kalmış memleketimizin de en kısa zamanda bu eserin tercümesini eline alması elzemdir.
Şimdi bu kitabın “Principes elementaires de Philosophie „ 242 nci sahifesinden çevirdiğimiz kısa bir pasajını okuyucularımıza sunuyoruz:
Doğru şuur ve yanlış şuur
İdeolojilerin, cemiyetteki maddi şartların bir neticesi olduğunu, sosyal şuuru sosyal varlığın tayin ettiğini söyledik. Buradan çırarılarak denilebilir ki, bir proletarya sınıfının proletercesine bir ideolojisi olması gerekir.
Fakat böyle bir farzediş realiteye uymuyor, zira kendilerinde işçi şuuru bulunmayan işçiler de var.
Öyleyse şöyle bir farkı gö. zetmek icap eder : insanlar muayyen şartlar içinde yaşıyabilir. ler, lâkin bu suretle sahip oldukları şuur realiteye uymayabilir. Engels bu iki şuuru birlirnden şu isimlerle ayırıyor : «Doğru şuur ve yanlış şuur».
Meselâ: bazı işçiler, ortaçağa zanaatkârlığa doğru, geriye bir dönüş demek olan lonca (corpara-tisme) doktrininin tesiri altındadırlar. Bu halde işçilerin sefale. tinin bir şuuru vardır, fakat bu doğru ve hakiki bir şuur değildir. Burada ideoloji sosyal hayat şartlarının bir neticesidir ama, sadık ve kati bir neticesi değil.
İnsan şuurlarındaki tesir ekse
riya aksine bir tesirdir. Sefaleti müşahede doğrudan doğruya sos yal şartların bir neticesidir, fakat meselenin halli olarak zanatkâr-lık devrine dönmek düşünülürse bu netice yanlış oluyor. Burada doğru ve yanlış kısımlariyle bir şuuru görmüş oluyoruz.
Kralcı olan işçi nin de doğru ve yanlış kısımlariyle bir şuuru vardır. Doğrudur çünki, görmekte olduğu sefaleti ortadan kal dır mak ister; yanlış tarafı bir kralın bunu yapabileceğini sanmasıdır* Yani bu işçi akilin fena kullan dığı, ideolojisini fena seçtiği için bizim sınıftan olduğu halde, bi zim için bir sınıf düşmanı olabilir. Böylece hatalı bir şuura sahip olmak kendi hakiki durumu bakımından aldanmak veya alda tılmaktır.
O halde diyeceğiz kî, ideöloj. mevcudiyet şartlarının neticesidir. Fakat bu MUKADDER bir netice değildir.
Zaten görmemiz lâzımdır ki bize yanlış bir şuur vermek ve hakim sınıfların ideolojisinin tesirini ezilen sınıflar üstünde çoğaltmak için herşey harekete geçirilmiştir. Edindiğimiz hayat telâkkisinin ilk unsurları, terbiyemiz, bilgi edinme tarzımız bize yanlış bir şuur verir. Hayattaki ilgilerimiz, bazılarında asıl olan köylülük, propaganda, basın, radyo da bazan bizim şuurumuzu ya-mltabilir.
O halde, netice olarak, i de o lojik çalışmanın marksistler için son derece ehemmiyeti vardı r Doğru şuur edinmek için yanlış şuuru yıkmak gerekir ve ideolojik çalışma olmadan bu değişiklik gerçekleşemiyecektir.
Madem ki, ideolojilerin cemi" yette büyük bir rol oynadığını ve marksizme tesirli bir alet ve silâh vazifesini vermek için Onu öğretmeyi ve öğrenmeyi düşünüyoruz, o halde bu felsefeyi kaderci bir doktrin olarak iddia eden ler geç kalmışlardır,
SÎZLER
Çocuklar, sîzler) kafalarınızın, gözlerinizin, burunlarınızın şekline; damarlarınızda dolaşan kanın nevine göre sınıf sınıf bölmek isteyenleri, sizlere daha beşikte düşman kesilenleri, hiç unutabilir misiniz?
t
Yazan : Nabl
S İZLER hasta cemiyetimizin, sadık aynaları.' Sîzler acılarım, sevinçlerim; sizler beşikleriyle havalara uçurulanlar, insan ağacının aziz meyvaları. Felâketlerim sizin yüzünüzden, sizin yüzünüzden bir kısım insanlarln düşmanı oldum, bir kısım insanlara düşman. En güzel düşüncelerimi, en temiz duygularımı sizlere sakladım.
Sen büyük bir ciddiyetle gazeteni satan müvezzi, sen ağır yükünün altmda ikikat olmuş soğuk günlerde bile buram buram ter döken küfeci, sen, korku üstünden eksik olmıyan simitçi, sen sattığı kestanelere bakıp bakıp içini çeken kestaneci, sen patronundan hergün dayak yiyen berber çırağı, sen yarı kalmış uykusunu gözlerinde taşıyan işçi çocuk, sen daha binlercesi. Dı-şarda bahar olur, kuşlar sizden habersiz öter, dışarda yaz olur meyvalar sizden habersiz pişer, sizden habersiz yere düşer, çü rür. Dört mevsimin dördünden, habersiz, güneşten habersiz, aydım habersiz, gündüzden haber siz, geceden habersiz çalışırsınız Çalış da kazan sözü sizin için biçilmiş kaftandır. Kazanamazsınız.
Günlerden bir gün, tavla ve bilardo oynanan kahvelerin birinde sîzlerden birini gördüm. Ufacık burnunu kahvenin vitrinine dayamıştır, dalgın dalgın dı-şarda top oynayan çocuklara bakmaktadır. Oyun çağladadır daha ve garsonluk etmektedir. Sîzlerden bir diğeri bir yılbaşı gecesi, şehrin büyük şekercilerinin do-ltıp dolup boşaldığı karlı ve fırtınalı bir kış gecesi mosmor olmuş elleriyle akşam haberleri satmaktadır.' İhtimal bir sahan kuru fasulyenin hatırı için...
♦♦♦* *++* +++*++*♦
DİNÇER
Sevinmektedir, çünkü elli tane satmıştır, sevinmektedir, çün* kü Alkazar sinemasına gidebilecektir. O akşam bu küçük satı-' cinin sevincine iştirak edemedim-Beyaz bir kar tabakasıyla örtülmüş radyolu otomobillerde rahat çocuk başları gördüm. Her halleriyle doymuştular. Ağızları, burunları, elleri ayakları yünlerle örtülmüştü. Hediyelerle dolu bir noel ağacını, yiyecekleri, çuku-lataları düşünüyorlardı. O akşam bir kısım insanlardan nefret ettim. O akşam beş parmağm niçin en küçüğü olduğumuzu düşündüm. Sizler hiç düşünmediniz mi dostlarım. Büluğa ermeden kurşun altına gönderilenleri, gençlik rüyalarını görmeden sabun olmak için kazanlara kaynamaya gidenleri hiç düşünmediniz mi? Belsen ve Dachau kamplarını hiç düşünmediniz mi ? Bu kampların modellerini sevgili Türkıyemizde inşa etmiye kalkanları, yani ebediyete kadar bütün çocuk nesillerinin esaretini devam ettirmek isteyenleri hiç düşünmediniz ini? Hasta büyük anne rolünü yapan bu kurtları hiç düşünmediniz mi? Çocuklar, sizler! kafalarınızın, gözlerinizin, burunlarınızın şekline ; damarlarınızda dolaşan kanın nevine göre sınıf sınıf bölmek isteyenleri, sizlere daha beşikte düşman kesilenleri, hiç unutabilir misiniz?
Nabi DİNÇER
— ABONELERİMİZE —
Mecmuamızın bazı sayılarının abonelerimize gitmediğini öğrendik. Her sayı tarafımızdan muntazaman gönderiliyor. P.T.T. den tahkikat yapabilmek için mecmuaları ellerine varmiyan abonelerimizin bize müracaatların! rica ederiz.
Vatan
Sen bizimsin; toprağın, suyun, taşın halkıma aittir.
Halkıma aittir bu dağlar, bu yolları o yaptı, bu surlar, bu köprüler, tren yolları, büyük binalar onun eseri.
Yaylanın ıssızlığında uzaktan bir türkü geıir halkıma ait.
Halkıma ait zaferler ızdırap halkıma ait. Karacaoğlan, Yunus, Tevfik Fikret, altı yüz yıllık tarih, demir parmaklıklar, çavdar ekmeği halkıma ait.
En güzel kitaplarl o yazdı, en büyük destanları o dizdi, en tatlı pekmez, en kahraman macera onun.
Ordular halinde galip, ordular halinde mağlûp, esir düşmüşler bölük halinde açlıktan susuzluktan-Tek başına cesur, tek başına gazi, düşmanın karşısında tek başına.
Hudutları o değiştirir, hürmeti, korkuyu o.
Köroğlu, Çakırcalı şeklinde, Pir Sultan Abdal adında at üstünde, dağ başında o.
Bakarsın şehirde garip* bakarsın duvar kenarında, bakarsın pazarda, köy kahvesinin önünde namaza durmuş, bakarsın. Kolunu kayışa vermiş, trende ayak altında hastadır-Adı bazan Haşan Usta, Tesviyeci Necati, saraç Ali, bazan halı dokur, tezgâhtadır.
Onun dumlipinar, onun Türkiye, onun istikbâl, ve ben keza...
Arif Barikat
4-1-946
—Max'me Gorki ■'
STRASTİ-MORDAST/ büyük edibin nefis eseri Taci Alaz'ın tercümesi, Hüsamettin Bozok’un bir gorki etüdiyle.
Fiatı 50 kuruş
---ARP AD YAYINEVı------
11
Sonsuz
H. W. KATZ
Çeviren: Burhan Arpad
I RKÇILIK, alınan faşizminin m en belli başlı vasıflarından biliydi. Gerçi buna, daha önce Çarlık Rusyadaki toplu Yahudi katliamlarında ve birleşik Ame-rikadaki zenci aleyhtarlığında da rastlıyorduk. Fakat, bir ideoloji* nin en mühim vasıflarından biri olarak sahneye çıkışı, alman fa-' şirini ile olmuştur. On küsur yıl içinde milyonlarca yalıudinüı hayatına mal olmuş bu korkunç hareketin, dünya edebiyatında akislerine son yıllar içinde sık sik rastlanmaktaydı. Fakat bu daha ziyade, bütün siyasî mültecileri ele almak -suretiyle oluyordu. Geniş mânâda yalnıdi muhaceretini, ebedî.serseri tipinin modern kahramanlarını yeniden ele alan ilk eseri, H. W. Katz isimli genç bir alman muharririnin “Fişmaıı’-lar„ isimli romanında buluyoruz. Roman, 1937 yılında, Paris’te He-ine edebiyat mükâfatını kazanmıştır. Vaka kahramanı olan bir yahudi gencinin hatırlayabildiği ilk çağı olan yedi yaşından, yirmi iki 'yaşma kadar sürüp giden macerasıdır. Fakat, bu basit hikâyenin atmosferi, koğulan, hakaret gören ve işkenceye maruz kalan fakir yahudilerin canlı hayat örnekleriyle doludur. Romanın ilk bendi “Bir muhacir arabasında,, adını taşımaktadır. Tercümesini veriyoruz.
ÇOCUKLUK hatıralarım araşmanda öyle birgün geldi, ki arlık etrafta olup bitenleri anlamağa başladım. O günün hatırası, insanın kulaklarının zailin patla tan bir davul şamatası gibi, bugün dahi hâlâ kalbiındedir. Arkada kalan o günleri düşündükçe, boğazım yanar; yutkunurum ve içimde, sebebini dahi pek kesdire-mediğim bir his, kendi kendimi suçlu bulan tuhaf bir duygu kımıldanır. Bu belki de, böyle birgii-nün, insandan, mutadın üstünde bir cesaret istediğinden, benimse, o tarihde, böyle şeylerin' farkında bulunmayışımdan, hattâ, cesaretin ne demek olduğunu bile anLıyaıın-yacak bir yaşta bulunmamdan ile-
ri geliyor. Zira o tarihte ben, henüz yedi yaşındaydım.
ilk çocukluğum bilip de hayatı tanıdığını ilk anda karşılaştığım hâdise şuydu: Kaçıyordum- aradan yirmi yıldan fazla bir zaman geçmiş olduğu halde, bu dikkate değer günün her safhasını şu anda bile aynen yaşarım.
Bir arabaya çömelip oturmuş-dum; lıer bir yanı ayrı ayrı oynı-yan ve bütün cıvataları gacırdayan bu muhacir arabası, çıkın ve çuvallarla ağız ağıza doluydu Ya-nıbaşımda annem, benden küçük olan oğlan kardeşim, Lüyiik annemle biiyük babam ve uzun sakallı, siyah kalpaklı iki adam oturmaktaydı. Adamları tanımıyordum. Ufaeık arabanın, içinde, birbirimize iyice sokularak- olurm.ıış-tuk. Hâki renk panlaloııunııu paçalarını kirli çizmelere sokmuş ve sırtına bir ceket geçirmiş bir köylü olan arabacı, yanımız sıra koşup dilini şaklatmakda ve DEEH diye bağırmaktaydı.
Sabahın çok erken saati olmalıydı. Zira hatırladığıma göre, etraf, ancak yeni yeni ve güçlükle seçilmeğe başlamıştı. Beni, uykudayken alıp arabaya getirmişlerdi. Etrafımızı kaplıyan kalın bir sis tabakasının yavaş yavaş açıl-nıa.kta olduğunu' henüz farkediyor-dıım. Arabanın tekerleklini, sanki yorgunmuşlar ve çok ii.şiiyorlar-ınış gibi, gacur gucur etmekteydi.
En son askerlerin de şehri o gece terk ettiklerini biliyordum. Sokaklar bomboş ve ölüydü. Biz, buradan uzaklaşıyor Ve arkamızda, tuzla buz olmuş pencere camları, havaya atılmış bir köprü ve yüzüstü terkedilmiş bir mâbet bırakıyorduk. Bizimle birlikte arabanın içine çöınelmiş bulunan ve kim olduklarını bilmediğim sakallı iki adam, akrabalarından bir kadını beraber gelmeğe hir tiirlü razı edemediklerini, yana yakıla anlatıyorlardı. Bu iki yabancının, hep o kadından, söylene söylene bahsettiklerini, flütün bu anlattıklarımı daha dün olup bitmiş gibi, ■ şimdi bile işitirim.
“deli kan, ayakları ağrıdığı jçin gelmedi. Ne diye kald-, ne diye kaldı, sanki? Korumak istediği kimi var? Muhafaza etmek istediği nesi var? Bbş şehri mi koruyacak? Mezarlığ ı mı?„
Bütiin bunları bir solukta söylemişlerdi. Hiddetten soluya solu-ya durup, tiz ve kızgın bir sesle, hemde yahudice konuşrnuşdular. Zira hepimiz de, en küçüğümüzden en büyüğ ümüze kadar, hepimiz de yahudiydik, kaçmakta olan yahu-dilerdik. Sadecç, arabanın sahibi olan köylü, yahudi değildi.
Büyük babam, Lehçe ve Ru-tence kelimeler de kullanarak ve hayli nazik bir tavurla: “P anje Bauer [*], dedi, nasıl, senin bey-
/* ] Köylü dayı.
12
girler bu i.şin altından kalkabilecek mi? Öteki şelıir çok uzakta,-değil mi? Söyle bakalım, Panje Batıer, arkamızdan, Allah saklasın yetişecek olurlarsa, başımıza neler gelir, Allah saklasın amma, kafamızı kopanı lar, ha ne dersin?,,
Köylü, cevap verecek y.erde, dilini şaklattı hem de, o ana kadar olduğundan daha şiddetli, daha alaylı daha hilekârca. Sonra da, kamçısını havada bir şaklattı Ve arabamın arkasında sallanan lambayı lifleyip söndürdü.
Biiyiik babam, .gittikle nazikleşerek ve gittikçe daha fazla endişe duyarak, hep ayni sualleri, tekrarlamaktaydı: 'Paııj'. Baııeı... ha, sen ne dersin? „•»
Büyük anam, hiç 'çekinmed/'n ve yalıudice olarak: ine çocukca sualler sormaktasın?» diyerek büyük babamın lâfını kesti “herifin ne mal olduğunu g örmüyor ;nıı , sun? Dili tutulsun, ellerinin ikisi de..., ve ihtiyatı elden bırakmıya-1 rak ilâve etti canıma hele, varacağımız yere bir varalım ila..»
İki yabancı, daha hâlâ ellerini ve başlarını sallamakda ve zehir ■ gibi bir sesle, hiddetli hiddetli söy-lenmekteydileı I
—Ayaklarında hastalık vâr diye bizimle gelmesin!... Deli karı 1 Böylesi duyulmuş şey değil.
Bunları yazarken, tungur tungur yol olan bu muhacir arabasında geçen saatleri yeni baştan yaşıyorum. Şu anda ben, örtüler vc çuvallar arasına konulmuş olaıı o çocuğum, yine. Bizim arabanın ö niinde de arkasında da daha bir sürü başka arabaların, gacur gucur yol aldıklarını, arabaların ekserisine de ihtiyar beygirler koşulmuş olduğunu, o andaki kadar vuzuhla göı inekleyim. Sisin yavaş yavaş açıldığını, yahııdilerin bir .şey, den kaçdıklarnu ve bir sonbahar rüzgârının bir türlü sonu gclemi-yen uçsuz bucaksız şoseyi, yaladığını titreye titreye görüyorum.
Muhacirim, hem de yedi yaşında!
İşte, benim asıl hayatım böyle başlar.
FİKİR SANAT VE TENKİT
DEKÇISİ
Yedinci Sayısını Okuyunuz.
Sanat Siyaset - Politika
Esas itibariyle, hugiin, sanatla politik :a ve siyasetin düşiiiam lıesiîenler; halis: yığınlarının ve bu yığınların menfaatini güden sanatçıların yürüttüğü siyasetin kendileri için tehlikeli olduğunu sezenlerdir
Nevzat HATKO
cmieketimizde de dünyalını gidişine ayak uydurmak ama-ciyle bazı demok
ratik hak ve hürriyetlerin tanınmasını ve bunlardan vatandaşların azamî derecede faydalan-ıııa:ari için zemin hazırlama te şebbiislerine girişilmesini raü-Ijalıede ettiğimiz ştı devrede, san at siyaset ve S:ı::atcı politika konuları üz.erinde dikkatle vc gereği veçhile duru İması bir zarurettir. Çünkü, biz.de aeaip bir hal, bir tezat, esas kaide halini almış ve eskiden beri süregelmiştir; Memleketin siyasetini yürütecek olan aydınlar ır.ümresi-niıı muayyen bazı topluluklarına siyasetle meşgul, olmak hakkı taıınımaımjtır. Biziuı gibi ajöıı-ı az bir milletin bıı yola sapması besbelli ki hiç de faydalı olamaz .. Biz bur-lda kanunî tahditler elen balısetmiyeceğiz, bu bizim j’etki-miz. dışına çıkar ve siyaset yapmak hakkından mahrum olan züm-elerm kurdukları v.e kuracakları “dernek,, leriıı çalışma programları çerçevesine girer. J.’urada biz sanatın siyasetle ve sanatçının politika ile olaıı münasebetlerini kısaca incelemeye çalışacağız:
Şaııat’ıa siyasetin tarifini yaparsak, bunların birbirinden t'yrı şeyler olduğunu görürüz: Siyaset yaşadığımız. sosyal topluluk içindeki tezahürlerimizin topııııu birden içine ailr. Halbuki sanat, hayat ifadesinin muayyen bir tezahürüdür ve ancak istidat sahibi kimseler tarafından yapı'ir. Demek oluyor ki bütiin insanlar siyaset yapmadıklarını sananlar da dahil olmak tiz ere - siyaset yapmaktadırlar. Halbuki lıer insan -smıat y aptıklarım sananlar da dahil olmak üzere - sanat yapamaz. Şii halde, madem ki. bütün insan-Iâr siyaset yapıyor, sanatkârlar da siyaset yapmaktan, isteseler bile, kaçnıamazlar. Nitekim bütün sanat eserlerinde, doğrudan doğruya yahut ta- bilvasıta, mutla
ka siyaset vardır. Fakat, tekrar edelim, bu demek değildir ki sanatla siyaset ayni şeydir, yahut ta bir sanat eserinin değeri ihtiva ettiği siyasî fikrin değeriyle ölçülür. Böyle bir hüküm gerçek bir gafletten başka bir şey olamaz.
Siyaset alanla' ma bakacak olursak, sanat değeri olmayan bir siiı-ü siyasî tezahürlere şahit oluruz; hatta bu genel bir kaidedir. Fakat ayni şeye. Sanat alanında şahit olmak mümkün değildir; çünkü bütün sanat eserlerinde, belirli veya belirsiz, siyaset vardır ve bu siyaset mutlaka aksiilamelter yaratır. Esasen sanatta siyaseti inkâr etmek de başhbaşına siyaset yapmak dç-ınektir. Gerçekten sanatkâr bü ■ tün tezahürleriyle siyaset yap-noktadır ve yapması da gerektir. Bir şartla: yeter ki yaptığı siyaseti bize sanat olarak kabul ettirmeye yeltenmesin !,„
Mehmet Akif’in, Tevfik Fikret’in, Nâzdın Hiknıct’in, Hasaıı İzz.ettiu’in, Calıit Sâffet’iıı 'şiirlerinin siyasî mahiyetle olduğu hertıesee kabul edilmektedirı Yahya Kemal’in, Cahit Sıtkı’nın, Orhan Veli’ııiıı, Oktay Rıfat’ın şiirlerinde ise siyaset olmadığı iddia edilir ve bu şiirler bir çok kimseler tarafından böyle olduk-larl zannedildiği için de beğenilir ve tutulurlar. Ama aslında bunların da eserlerinde siyaset vardır, fakat bu siyaset ilk dört şairin eserlerindeki siyaset kadar doğrudan doğruya yapılmış değil; dir. Ama şurası muhakkak ki, yukarıda adı geçen şairler, eserlerindeki siyasî muhteva sayesinde birbirinden iistün, birbirinden büyük olmuş değillerdir: Esasen hiç bir devirde- hiç bir sanat ese-ı-i sadece siyasî muhtevasının doğruluğu sayesinde muvaffak olmuş değildir ve böyle bir misal aramak da gülünç olur. Bu hal, yani bir sanat eserinde doğru bir siyasî muhtevanın bulunu-
(Sayjayı çevirtiriz)
Î3
şu, bu eseri meydana getiren sanatkârın sosyal alandaki üstünlüğüne ve canlılığına bir delildir ve bu delil eserin tetkikinde bilvasıta değil, doğrudan doğruya bir kriteryumdur. Çünkü bütün büyük sanatkârlar yaşadıkları devirlerin problemlerini, hareket istikametini, ahengini, bütün canlılığı ile ve var kuvvet, ihtiras ve iştiyaklariyle benimsemişlerdir; devirlerinin en karakteristik değerlerini eserlerine sokmuşlar, bunlara gereken önemi kusursuz olarak vermişlerdir. Bunun için bu sanatkârlar, estetik değerler yaratmak işinde, kendi çağlarında yaşayan diğer sanatkârlardan daha üstün bir vasıf taşımakta, klâsik olmak mazhariyetine nail olmuş bulunmaktadırlar.
Doğrudan doğruya siyaset yapmak, yani politika yapmak, işine gelince: Hiç bir zaman bir büyük sanatkâr sadece siyasetle, yani politika ile uğraştığı için büyük olmuş değildir. Bunun aksine olarak bazı büyük sanatkârlar büyük oldukları için politika ile uğraşmak ihtiyacını duymuşlardır. Ama bu iki şey sosyal hayatta birbirine karıştırılıyor; çünkü insanlar fikri faaliyetlerini çeşitli cephelere yöneltmek zorundadırlar. Birçok kimseler cemiyet içinde hem sanat, bem' politika yaparlar. Fakat bu iki şey, oniar için ayrı ayrı faali-liyet sahası teşkil etmektedir. Bu' gibi kimselerin bu iki alanda verdikleri eserlere muhatap oianlar, yani halk yığınları, prestij bakımından ikiye aynhr: Onların sanatlarını beğendikleri için siyasetlerini benimseyenler olduğu gibi, siyasetlerini beğendikleri için sanatlarına hayran olanlar da vardır.
Bundan başka insanda bir, tek taraflılık;' bir, tek cepbelik vardır. İnsan her şeyi, beğendiği, sevdiği ve tercih ettiği unsurlarla bağ-b görmek ister,- ber şeyi, daha doğrusu, menfaatlerine irca etmek ve amaçlarına bendetmek ister. Bunun için insanlık tarihinde, her zaman, mevcut oian iktidar ve hakim zümreler-iyilikleri, kötülükleri; doğrulukları, yanlışlıklan bahis mevzuu olmaksızin-sanatı kendi hizmetlerinde görmek istemişler, sanat ve sanatkârlar hakkında bu zaviyeden bükümler vermişlerdir. Nitekim bugün de ekseri iktidarlar
14
Özlü ve Plânlı Neşriyata Muhtacız
(Baş tarafı S a. 3 de)
imkânları da bu kitleden daha mahduttur. Yani ekmeğinden çocuğunun nafakasından ayırıp kitap alacaktır. Bunun bu zamanda he demek olduğunu hepimiz biliyoruz. Binaenaleyh okuyucuya özlü ve istifade edebileceği İlmî yazılar sunmak lıern bir vazife hem bir zarurettir. Halbuki bizde aksine neşriyatımızı mecmua ve yazı bolluğu iie ölçüyoruz. Okuyucudan, kendisine bir hayli paraya ve zamana mal olacak olan böyle bir neşriyatı takip etmesini beklemek biraz fazla idealistlik olur. Neşriyatımızdaki ikinci noksan da muayyen bir münevver kitlesine değil tnı kitle haricinde kalanlara hitap etmek ve ileri bir neşriyatı tamtmak balka sevdirmek yolunu bilmeyişimizdir. Birçoklarına böyle bir neşriyatın çok dar olan hududu içine girmek zor geliyor ve bunu fikrî hamuleleriyle mütenasip görmüyorlar. Bizce böyle bir neşriyatta öğretilecek şeylerden ziyade bu gibi neşriyattan abnacak bir çok dersler vardır. Ve bu dersler müstakbel halk kültürünün zengin hâzinesini lıazırlıyacaktır.
Binaenaleyh, halkın demokratik gelişmesine yardım eden ve bu hareketle tıeraber giden az ve öziü yazılara ve bunun yanında yetiştirici ve plânlı bir halk neşriyatına muhtacız.
Rasim GÜRHAN
kendi amaçlarına hizmet etmeyen sanat ve sanatkârlara hayat hakkı tanımamakta İsrar etmektedirler. Gene tıu sebepledir ki bazı sanatkârların * bunlar şanatı sanat için yapanlardır - bir sanat adamının nasıl olur da kalemi, fırçayı, mermeri, notayı ihmal (!) ederek siyasetle uğraşmağa karar vermesini havsalaları alamaz-
Ve lâkin, esas itibariyle, bugün sanatta politika ve siyasetin düşmanı kesilenler; halk yığınlarının ve bu yığınların .menfaatini güden sanatçıların yürüttüğü siyasetin, kendileri için tehlikeli olduğunu sezenlerdir.
Nevzat HATKO
İslâmiyette Sosyalizm
Genç ve değerli muharrir Faik Bercâvi, uzun senelerin yorucu tetkikleri mahsulü olan kitabını, nefis bir cild halinde yayın* ladı. Bu kitabı tereddütsüz ve cesaretle adım attığı bu zahmetli yolun ilk "merhalesi sayıyoruz. İlmî araştırmalar yolu ne kadar çetin ve muharririn seçtiği mev zu ne kadar ağır olursa olsun, bu küçük eser, bir büyük müjdedir. Tebrik ederiz.
Yine sabah oldu
Amerika’nın ileri muharrirlerin-, den, Ernest Hemingway’in bir eseri daha dilimize çevrijmiş bulunuyor. Eserin ismi “Yine sabah oldu», çeviren Vabdet Gül-tekin, yayınlayan Batı Yayınevidir.
Aşk ve Sümüklüböcek
F uat Hop ve Tuna Baltacloğlu yazdıkları hikâyelerini ortak bir kitapda toplamışlar ve kitaplarının admı da birisinin ilk, öteki ■ sinin son isimlerini birleştirerek koymuşlardır: »Aşk ve Sümük" üböcek,,
11 John Steinbeck — —
Sardalya Sokağı
(Canery Raw )
Büyük Amerikan edibinin bu sön romanını Behice. Boran'ın tercümesinden okuyunuz 125 kuruş '
BATI YAYINI
P. K. 18 Şişli —
Rüzgârlarım ko nuşuyor Kıymetli Şâirlerimizden Cahit Saffet Irgat’ın hu yeni eserini okuyunuz.
İleri sanat, geri sanat
(Baştarafı Sa 5 te)
eden cereyanlar ileri iniydi? Resimde kübizm, ekspresyonizm ve daha bir sürü izm’lerle hüküm sürüp şimdiden maziye karışmış bulunan sanat mezhepleri, şiirde “Mânası anlaşılmıyor, ama güzel» dîye ortaya sürülen sürrealist adaiplikler, «şuurun akışı» nı tasvir etmek iddiasıyla yazılıp, yazardan başkasının anlıyamadığı James Joce’vari romanlar, belki yeniydiler ama, ileri olmak şöyle dursun, bilâkis çökmekte olan bir cemiyetin sakattaki akisleriydi. Bu sanat hareketleri hem mevcut burjuva nizamına, burjuva estetik, ve ahlâk değerlerine bir isyanı, hem de artık cemiyetin değerlerine inancını kaybetmiş, hayatta bir gaye ve mâna bula-mıyan sanatkârın bayattan ve ce miyetten kaçışını, ifade ediyor. Sıhhatli, verimli bir sanat hayatı ancak, sanatkârın kendi işinin ciddiyetine, yani bayatın bir mâna ve gayesi olduğuna ve kendi sanat faaliyetlerinin bu mâna ve gayeye bir şeyler kattığına inanma-sıyle mümkündür. Hayata, insanlara inancım kaybeden sanatkâr kendi sanatının dar sınırları içine
kapanıyor, cemiyete ve hayata sırtını çeviriyor. Bu vaziyette, ya kendi ferdî ruh halleriyle haşır* neşir olup bunları insan münasebetlerinden, sosyal çevreden tee-rit ederek ifade etmiye çabalıyor; veya muhtevayı reddediyor, aııcak bir vasıta olan şekli gaye haline getiriyor, şekillerle, tekniklerle uğraşıp mücerret sanat, saf sanat yaptığına hem kendini, bem de âlemi inandırmıya çalışıyor. Sanatta bu sapıtmalar ve onun doğurduğu arayışlar, denemeler, teknik ve şekil bakımından sanat mirasına br şeyler vermiş olabilir, bu tekniklerden daha sonraki gerçek sanatkârlar faydalanabilirler, ama birer sanat hareketi olarak bu hareketler ve meydana koydukları eserler şimdiden sanat tarihi kitaplarının ve müzelerin matı olmuştur.
Sanatta ilerilik meselesi bu kadarla bitmiyor. İlerilik, gerilik bakımından eski sanat karşısında nasıl bir vaziyet alacağız? Muhtevanın ileriliği sanat eserini değerlendirmekte yegâne ölçü müdür ? Geri muhtevalı eserlerin sanat eseri olduklarını red mi edeceğiz ? Muhteva ve şeklin sanattaki yeri nedir? Bir sürü mesele ki birbirine zincirlenip gidi* yor. Bu mevzulara tekrar döneceğiz.
Bebıce BORAN
Bir Dahînin hayatı
(Başı sa; 9 da)
için, ayaklarında kar sularının kesici soğuğunu hissederek, yapmak mecburiyetinde olduğu' bir seyahat dönüşünde zatülcenpe yakalandı. Başka kimsesi olmadığı için sevgili yeğenini doktor aramağa gönderdi. Fakat bu aziz yeğen kendisine verilen vazifeyi eğlence arasında iki gün sonra hatırlayabildi.
Böylece doktorun geç gelmesi, fena tedavi, bu büyük insaiıı sağırlık, karın ağrıları ve zatül-cemp gibi üç hastalıkla pençeleştiriyordu. 3 ocak 1827 de vefakâr yeğenini kendine varis yaptı. Nihayet fırtınalı bir günde son nefesi korkunç bir gök gürültüsü arasına karışıyor. Gözleri yeğeni kimbilir nerede bulunduğu-için bir dost tarafından kapanıyor. (26 mart 1827)
Böylece beşeri sanatın büyük dehalarından biri olan L. v. Beethoven’in hayatından bahsetmiş olduk. Gelecek yazımızda, yaşadığı sosyal devreye kısa bir göz. ata" rak onun, dünya görüşü ve inki-lâpçı sanatından bahsedeceğiz.
Ahmet ŞAŞIOĞLU
Halk Sağlığı ve Sosyal tebabet
(Başı sa; 5 de)
flııdan büyük bir alâka ile karşılanmakta ve gözlerinin önünde cereyan eden hâdiseler verilecek bin bir öğüt ve mücerret konferanslardan daha ziyade faydalı olmaktadır. Bu filimlerde meselâ halk salgınlarının sebepleri, geçiş şekilleri = klinik tabloları, tedavi tarzları, alınacak korunma tedbirle ve tatbikleri, tedavi görmeyen vakaların neticeleri, demonstratif bir şekilde temsil edilmektedir. Bu son harp yıllarında bu gibi filimler Amerikan ordusunda öğretim programına konmuş ve çok istifade edilmiştir.
Hiilâsı: Halk, sağlığının gereği Üzere garanti altına alınabilmesi için herşeyden önce şu iki önemli meselenin halli lâzımdır:
1 — Tebabetin devle deştirilip bir ticaret vasıtası olmaktan ve dolayisiyle insan sağlığının dais-t işmardan kurtarılması..
2 — Halkın hayat standardının yükseltilmesi ve bunun için dte evvel emirde cehaletin ortadan kaldırılması
Dr. Sabire DOSDOĞRU
Demokratik ve antidemokratik kampanya
(Başı sa; 7 de)
leketlerin birer emtia pazarı batine getirmek, onların ham madde kaynaklarım monopolleri altına alıp insanlığı sömürmek antidemokratiktir.
Demokrasinin iktisadi mânada tahakkuku prensibi Öyle bir anahtardır ki yalmZ bununla, bütün sosyal, politik, kültürel, ekonomik meseleleri çözmek kabildir. İçinde bulunduğumuz şıl harp sonrası kritik devrede açılan kampanyanın da bedef ve gayesi budur.
M. Hulusi DOSDOĞRU
DOST
15 günde bir çıkar, ileri sanat ve aktüalite dergisi.
22 Aralıkda* ikinci sayısı olgun yazılarla çıkıyor.
15
jfStoayıfa
M(r
X
■ i
; - . ■ V '
' j;
Waltp\ .
Sı kumsaldan, l'orum,-Z™-
Sevdalı sulatma geHı^/Vpr\.b₺n
Uzanıp giden d;
Sarsak, derin
Hayatın görU
Kürekle açikhj
l£y deniz, sana terkediyorum kehdimi, Ne demek istediğini anlıyorum seııin, Seyrediyorum o efnj, bjşekici pa Bana ellerini siirym
Beraberce. &ÎU4
Yatır bir ya sdığ^
Gel geç göjnillü
Her şeyimle şendenim, " Bu hallerinin J^rİ^tyhâtjU Sellere akıntılara katpırı Öğerim dostları y Herşeye yakınlı Evde ne var ne Ben yalnız iyili fazilet ve fesa Beni kötülük d Gidişim, kusur bula Gelişen her köke su O derrpanı tükenmez c Göklerin, üzerinde işlenecek, Bir .yanda denkleşme varsa zıt Sabit bir felsefe kadar mülayim birmiş Şimdiki düşünce ve kanaatlerimize, iyfei
“Desilliyonlarca” yıldan bana aşıp geldir'şij^dedUküdan
Evet, ondan ve şimdi’den daba iyi ne var ?
Bu gün iyi, geçmişte iyi hareket eden o kadar hayj>.etytf(
Asil her zaman, evet her zaman hayret Veren şey, bir alçağın, biı|kâ/irin mevcut
b i r b i r in i
uyan^yfiyftfT ben, k
in» Mit
ç(/4rilatmadan .mı geçeyim ? Iklarin/âa^şa^i olmayı.
inedir ?
ldırflfffl^^ harekete geçjrı
İU gl t ortadan L_.
eddedenlJç’ji^jk^değildir,
bence hepsi
rfifâcâijt’ doğacak diye mi korkuyordun' konacak kanunları olduğunu kestjfdin İrafta dd* deniri
Ûnanı
fçıkmsmızdııf diBorum.
bilmesidir.
İbrahiiB^Sk^^ar
İİya Ehrenburg’un son eserleri
EHRENBURG, şu sırada yeni bir roman hazırlamakla meşguldür. Fırtına adını verdiği bu roman* 1939 - 1945 arasındaki vakaları ele almakda ve mevziî, Sovyet Rusya Fransa, ve Almanya’da geçmektedir. Muharrir, bu hususta kendisiyle yapılan bir görüşmede şunları söylemiştir: (Ben, bu kitapta, basit'insanların, bu fırtına devresinde başından geçenleri göstermek istedim. Fakat sadece bu kadarla kalmayıp, onların iç âlemlerini de vermiye çalıştım.»
Ehrenburg, yeni bir eserini daha bitirmiş bulunuyor. Muhtelif makalelerini bir araya getiren ve “Avrupanın Yolu,, adını taşıyan bu kitap, harp sonrasına ait intibaları ihtiva .etmektedir.
1946 Nobel Edebiyat mükâfatı 1902 denberi, hemen her yıl bir. edebiyatçıya verilen bu mükâfat, en son olarak 1939 yılında Fin romancısı F.E. Sılanpaa’ya verilmişti Araya giren İkinci Dünya harbinin 7 yıllık fasılasından sonra 1946 da bu ananeye yeniden başlandı. 1945 Nobel Edebiyat mükâfatı, alman şair ve romancılarından Her-mann: Hesse’ye verilmiş bulunuyor. 1877 doğumlu olan Hesse, bir protestan papazının oğludur. Babası-, nın mesleğinde yetiştirilmek istenilmişse de, devam ettiği teoloji seminerini yanda bırakarak hayata atılmış ve saat fabrikasında teknisyenlik, Basel’de kitapçılık gibi birkaç mesleğe girip çıktıktan sonra nihayet serbest muharrirlikte karar kılmıştır. Almış olduğu aile ve mektep terbiyesinin, tesirleri ç-serle rinde hissedilen Hesse’nin bariz karekteri, yer yer romantik bir hava ile karışık bir mistik havaya malik olmasıdır. “ Peter Camen-zind”, “Demian” ve “Bozkırlar kurdu” gibi roman ve büyük hikâyeleriyle “Hintden” ismini taşıyan seyahat kitabı meşhurdur. Bugün devrini kapamış bulunan Hesse gibi birisine Nobel edebiyat mükâfatı verdiren âmillerin sadece ■ sanat endişesi veya edebi tercifı olmadığı kanaatindeyiz.
2
Federico Garcia Lorca
İspanyada faşist Franko rejimitıin binlerce kurbanlarından biri de Garda Lorca’dır.
1899 da Fuentevagueros (Granada) da doğan Lorca, geniş'araziye sahip bir aileye mensuptu. Granada ve Madrid üniversitelerinde hukuk, felsefe ve edebiyat tahsil eiti.
İspanyada bütün halk. onu tanır, çiinkii o, halk müziğine karşı olan derin bağlılığı ve bilgi sil e halka inmesini bilmiştir. Kendisinin de musikî çalışmaları vardır, onun edebî eserlerinin esas kaynaklarından biri de bu musikidir.
7 ahsilini bitirince, İspanyanın her tarafını gezen Lorca, sonraları Fransa, İngiltere 1929-1930 da da Birleşik Devletler > Kanada ve Küba’ya gitmiştir.
Güzel san’atların hemen her şube" sinde çalışan bu büyük şairi, 1933'34 te Buenas Aires ve Montevideo’da kendi eserleriuden ve İspanyol klâsiklerinden temsiller verirken gcirüyoruz. Bundan başka resime çalışmış ve sinema denemeleri yapmıştır.
1928 de Granadada Gallo mecmuasını kurda. İspanyol halk tiyatrosunu tanıtmak gayesile La Barraca Üniversite Tiyatrosunu da idare etti.
Müteaddit hünerleri arasında, piyanoda halk şarkılarına refakat etmek, kendi tercümelerini plâğa almak, mu-[sikili trajedilerin muharrirliğini yapmak da vardır.
17 yaşında iken, modern, klâsik ve romantik tesirler altında yazmıya başlamıştır. Gençliğine ait şiirlerinin bir kısmını ihtiva eden ilk kitabında Salvador Rueda, Juan Ramon, Jimenez ve Machadolarin tesiri görülmektedir.
Şiiri başlangıçta karışık şekiller arzederse de bazıları sonraki eserlerini doğuracak olan filizlerle doludur.
Şirini meydana getirirken daima estetiğin en ileri ve en zor imkânlarını denedi.
Çok dağınık şiirleri) burada
inala gıiç olan bir zenginlik çe çeşitîi-lik arzeder. Endülüs ruhunun yeni bir hayal mahsulü olan şarkıların, romansların dramatik’lirizminden, şuur altından gelen sürrealist ve kübik şiirlerin lirizmine kadar her şeyi onda bula^Ui-riz. Bîitün bunlarda bir emniyet, bir sükûnet ve genişlik vardır.
Lorca, her şey den önce, halkı çok iyi tanıyan ve seven, bütün faaliyetlerinde ondan ayrılmiyan bir şairdi. Bunun için halk da onu severdi. Nasıl sevmesin?
Onun şiirinde İspanyol halkının sıcak kanlılığı, kızgın İspanya güneşinin parıltıları, Endülüs hayatının hareketliliği vardır. Eserlerinde bazan bir çocuğun neş’eli sesi, bir annenin şefkati, Granada* lı çingene hayatının kıvraklığı duyulur.
Şiir, onun ellerinde tuttuğu bir a-teşdi. Kendisinin Allahın lûtju ile değil, tekniğin *ve gayretinin lûtfu ‘ ile şair olduğuna inanırdı.
Memleketimizde hemen hiç tanın-miyan Garcia Lorca, İspanyada halen hüküm siiren faşist rejimine ve kendisinin bu rejim tarafından öldürülmüş olmasına rağmen, bıigün bütün modern İspanyol şiirine örnek olmuştur. Bir çok şairler anun yolunda yürümekte ve onu taklit etmektedirler.
Garcia Lorca’mn 192? ilet 1931 arasinda basılmış beş şiir kitabı vardır. Bundan başka iki eseri ve otuzu geçen muhtelif etiidleri mevcuttur. Bir çok şiirleri İngilizceye ve Friınsızcaya çer-rilmiştir.
Ölümü anî olmuştur: Cumhuriyet devrinde, halk tarafından kat* iy yen sevilmiyen Falanj teşkilâtı kaldırılınca, ( Lorca onlarla alay eden bir şiir yazmıştı. Franko rejimi iktidarı ele ahp Falanjları yeniden tesis eder etmez aradan 5-6 ytl geçmiş olmasına rağmen, Lorca’nın bu şiirini eline geçiren bir f alanjist onu* kapısının önünde tabanca ile Öldürmüştür.* Bu geç kalmış, kahpece intikam İspanyol halkı ile beraber Lorca’yı tanıyan bütün diğer memleketlerde de büyük bir te-.essiir uyandırmıştır. Hürriyet a şıkı insanların bir bayrağı da Federico Gar-cin Lorca*dır.
___YI.ĞIN _________
Her ayın 1 inde ve 15 inde çıkar fikir ve sanat mecmuasıdır. Yıllık abonesi (600) kurnş, altı^ aylık ( 300) kuruştur, öğretmen ve Öğrenciler için bu fiyatlar 500 ve 250ku-ruştur. Basılmiyau yazılar geri Verilmez. Muhabere adresi; Posta kutusu ( 1600) Galata - İstanbul- Sahibi ve yazı işlerini fiilen idare eden Adil Yagfcı. Basıldığı yer: F. K. Basımevi
___* İstanbul —
Özlü ve plânlı neşriyata muhtacız
Kontrollü ve plânlı neşriyat halk hareketi için fayda* lıdır. Çünkü bu neşriyat herşeyden evvel halkın yetinmesini ve ileri bir neşriyatı kavrayabilecek bir hale gelmesini gaye edinmiştir. Söz ve yazı hürriyetinin devamı için de yegâne teminat budur. Yoksa muayyen bir kliği tatmin etmek için ve sırf yazı yaz* mak için yapılan tetkiksiz, özsüz ve gelini güzel neşriyat hem boş hem de zararlıdır.
Rasim GÜRHAN
SON zamanlarda neşriyat sahasında yeniden bir canlılık görülmeye başladı. Türkiyenin demokratik gelişmesini arzulayan her samimi vatansever bu hareketi bittabi memnuniyetle karşılayor ve maddî imkânları nisbetinde bu neşriyatı takip etmeye çalışıyor. Halbuki diğer taraftan demokrasiyi hususi ve mümtaz bir zümreye has zanneden ve demokrasinin böyle kalmasını arzulayan bir takım sözde demokratlar bu neşriyat gelişmesini ve halkın bu neşriyata karşı gösterdiği alâkayı huzursuzlukla seyretmekte ve çamur atmak için fırsat kollamaktadır. Hattâ bazı gazetelerde şimdiden bu kabilden yazılar başlamış bile!
Bu hâdise, maalesef, memleketimizde ilk defa olmuyor ve birkaç senelik fasılalarla tekerrür edip duruyor.
Biz burada, tekerrür edip gelen bu hâdisenin mürteci neşriyat tarafından ne gibi âmiller altında hazırlandığını ve bu hususta takip edilen siyasetin neden ibaret olduğunu araştıracak değiliz. Yalnız tekerrür edip duran bu hâdiselerden çıkarılması mümkün > olan ve bizce, düzeltilmesi lâzım gelen bir iki noktaya temas edeceğiz.
Türk halkının eline herhangi bir amilin tesiri altında ne zaman bir hürriyet geçse, ilim veya sanat hamulesine rağmen Senelerce susmak mecburiyetinde kalmış olan münevver hiçbir mes’uliyet düşünmeden ve fikirlerine şekil vere-eek olan maddî ve İçtimaî şartların tahakkuk edip etmediğini tetkik etmeden bu hürriyeti kendi isteği ve dilediği, gibi dolu dizgin kullanır ve nihayet pusuda ‘ bekleyen mürteci matbuatın tesiriyle harekete geçen hükümetten, bir darbe yiyerek siner.
O zaman, halkın arkasından yürüyeceğini zanneden münevver büyük bir sukutuhayale uğrar ve halkın vurdum duymamazlığından şikâyet eder. Hele münevverliği de pek mahdut ve sathi ise derhal marazi temayüller göstermeğe başlar, nihayet, soluğu önce küfrettiği tarafta alır. Matbuatımızda bunun yüzlerce misalini bulmak mümkündür.
Bu hareketi takip eden uzun tazyik devrinden sonra yine ayın plânsız ve mes’uliyetsiz neşriyat ve yine aynı şekilde bir tazyik devri.
Matbuat ve inkilâp tarihimiz âdeta bu hâdiselerin tekerrüründen ibarettir ve bunun için her inkilâp ve reform halk içinde hiçbir iz bırakmadan geçip gider.
Memleketimizin geçirdiği bir sürü Söz ve yazı hürriyeti devirle' rinde yazılan ve söylenenleri bugün okuduğumuz zaman hayret ediyoruz. Bunlar arasında otuz hatta yetmiş sene önce Söylenmiş bugünkünden çok daha ileri fikirlere rastlamak mümkündür. Fakat bütün bunlar neye yaramıştır? Bütün bunlar halkı bugün fal kitapları, şehvet romanları, ve nihayet en adi ve havai neşriyatı takip etmekten alakoymuşmudur ? Bilâkis her hareketin, daha halka irişmeden ve onun tarafından kavranıp benimsenmeden, kısa bir zamanda mağlubiyeti, halkı bu gibi neşriyata karşı mütereddit davranmıya şevketmiş ve onu, kafasını işletmeden oyalayacak veya en geri hislerini tahrik edecek neşriyatla baş-başa bırakmıştır.-
Peki o halde münevver, eline geçen fırsattan istifade etmemelimi, dir? Bilâkis. Yalnız münevver şunu da bilmelidir ki, halk, yılların
kafasma verdiği rehavetten kurtulmadıkça, fikirlere şekil verecek muayyen bir siyasi olgunluğa yetişmedikçe, yani fikirler kuvvet haline gelmedikçe, bütün yazılanlar yalnız kendisini ve etrafındakilerî tatmin etmeye ve kendisini oyalamaya yarâr.
Bugünkü mânâsındaki hakiki , münevver, kendisini her türlü kayıtlardan azade hisseden, cemiyet üstünde -veya altında- acayip ve anormal bir mahlilk değil, bilâkis bulunduğu muhitin iktisadi veya sosyal şartlarına uzun tazyik yıllarının ve bu şartların halkın üzerinde bıraktığı tesirleri ve nihayet kendi muhitinin yine kendi muhitiyle- olan beraberlik ve farkını me. todik ve objektif bir tarzda inceden inceye tetkik eden, hareketini bu tetkik sonunda veya bu tetkikle beraber edindiği fikirlere göre tanzim eden, nihayet hareketlerinden de netice çıkarmasını bilen bir âlimdir. Bu münevverin nazarî olduğu kadar pratik ve yol gösterici bir kıymeti de vardır. Kontrollü ve plânh neşriyat halk hareketi için faydalıdır. Çünkü bu neşriyat her şeyden evvel halkın yetişmesini ve ileri bir neşriyat! kavrıyabilecek bir hale gelmesini gaye edinmiştir. Söz ve yazı hür. riyetinin devamı için de yegâne teminat budur. Yoksa muayyen bir kliği tatmin etmek için ve sırf yazı yazmak için yapılan tetkiksiz özsüz ve gelişigüzel neşriyat hem boş hem de zararlıdır.
Bu münasebe tle neşriyatımızın iki noksamna temas etmek istiyorum: Birincisi neşriyatta keyfiyet yerine kemmiyete verdiğimiz, ehemmiyettir. Türkiyede, maalesef, okuyucu kitlesi mahduttur. Ve bu mahdut okuyucu kitlesinin ınaddî (Sonu sa; 14 te)
3
i İleri sanat, geri sanat ? t *4 *4 *4*44444 4444444444*444 4*44 4444 *4 4444 4 * *4 4444İ
İleri sanat realist ve inkılâpçı sanat olduğu için zamanının sosyal meselele* rine lakayt kalamaz. İleri olmak için sanatkârın mutlaka her eserinde istismardan, sefaletten, hürriyetten bahsetmesi gerekmez ama istismarın, hürriyet* sizliğin hüküm sürdüğü bir devirde ileri sanat bu meselelere sağır da kalamaz
AF SANAT taraftarlarına göre sanatta ilerilik ve gerilik diye bir şeyden bahsedilemez. Onlara söylenecek çok
sözvarsa da bu yazıda onlarla münakaşaya girişmek niyetinde değilim. Sanatın sosyal tabiatını kabul edenler arasında zaman zaman rastladığım, yenilikle ileri-liği birbirine karıştırmak temayülü dolayısiyle, sanatta ilerilik meselesi üzerinde durmak istiyorum.
Sanat eserleri için ilerilik, gerilik meselesi varittir, çünkü sanat eseri mutlaka bir şeyler söyler, bir mâna ifade eder. İkincisi, eser mutlaka onu yazan sanatkârdan başka, küçük veya büyük, bir grup insan için bir mâna taşır. “Sanatkâr kendi zevki için, kendini tâtmhı için eser verir„ gibi iddialar bu hakikati çürüte-mez, zira, sanatkârın böyle çalıştığı doğru bile olsa, yine eser, bir kere meydana geldikten sonra, sanatkârdan gayrı insanlara hitabeder. Okuyueusuz, seyircisiz veya dinleyicisiz sanat eseri dü’ şünülemez. Bunun için "Ne söylüyor ve kime söylüyor?,, sualinin eevâbına göre bir sanatkârın eserleri ileri veya geridir.
Pekir ilerinin ölçüsü nedir? İlerinin ölçüsü, sarat eseriyle, o eserin içinde meydana gelmiş cemiyet arasındaki münasebet e-dir. Bir cemiyetin bünyesinde onu daha ileri bir tekâmül safhasına . götürecek şartlar, ve aynı zamanda mevcut durumu devam ettirmiye amil olan şartlar vardır. Cemiyetin bu durumu nüfusun tabakalaşmasında ifadesini bulur; cemiyetin ilerlemesinde aktif rolü oynıyan ve oynıyacak otan sınıf ve zümreler vardır, mukadderatları mevcut nizama' bağlı ve bunun için de mevcut
l— Yazan : .ı»ı—«w
Behice BORAN
nizamın müdafii, değişmenin has, mı, olan sınıf ve zümreler vardır. Cemiyet bünyesinin ve sınıf nizamının durumu fikir ve sanatta, umumiyetle sosyal değerlerde, ifadesini bulur. Bir tarafta, ileri gelişmelerin yarattığı ve inkılâpçı sınıfın ideolojisine tekabül edeıı bir hayat ve dünya görüşü ve bu görüş noktasından bir tabiat, insan, aşk, güzellik, sanat ve fels; fe anlayışı vardır; diğer tarafta, mevcut nizamin müdafii olan sınıf ve zümrelerin kendi durumlarına uygun bir hayat ve dünya görüşü, insan, tabiat, aşk, güzellik, sanat ve felsefe anlayışı vardır. İleri sanat birincisinin, geri sanat İkincisinin sözcüsüdür.
İlerilik, gerilik, sanat eserinin mevzuunda değil, o mevzuu görüş nokta-ıııda ve yorumlama me-toduııdadır. Sosyal mevzular ka dar tab at güzellikleri ve aşk ta ileri sanat sahasında yer alabilir; hatta iddia edebiliriz ki ileri sanat bize, devrimizin insan-insaıı münasebetlerinin her cephesini yorumlamalldır, her çeşit insan tipini, insan tecrübelerini tahlil edip mânâlandırmalıdır. . İleri sanat olmak için mutlaka işçiden, istismardan, sefaletten bahsetme si gerekmez; işçiden, sefaletten bahseden geri sanat eserleri de olabilir, aşktan, sevgiliden, tabiattan bahseden ileri sanat eserleri olabildiği gibi...
İleri sanatın bir vasfı da, ele aldığı mevzuları gerçeklere uygun olarak, doğru olarak yorumlamasıdır. İleri sanat hakikatin ifadesidir. Sanatın mahiyeti, çeşitli vasıfları, üzerinde durulur
ken, onuıı, başlıca bilgi edinme yollarından biri olduğuna nadiren işaret edilir Halbuki sanatın başlıca bir fonksiyonu, realiteyi, çeşitli tezahürlerinde, daha iyi anlamamız a, öğrenmemize hizmet edişidir. Biz okuyucular, dinleyiciler veya seyirciler, sanatkârın eserleri yoliyle kendi dar ferdî hayatımızda yaşadığımızı dolayı-siyle yaşar, göremediğimizi görür, hissede madiğimizi hissederiz; veya birşeyler görüp, hissedip te mânalandîramadığımiz, aıılıyama-dığlmız tecrübeleri, anlar, mâna-landırlrız. Eserleri bu işi yapabildiği derecede, ve bu işi gerçeklere uygun olarak, hakikati ifade ederek yapabildiği derecede, bir sanatkâr büyüktür ve ileridir. Sanatkar bunu başarabilmek için zamanının ilim ve fel ■ şefe gelişmelerinden haberdar olmak zorundadır. Her devrin bir bilgi seviyesi, realiteyi en doğru olarak ifade eden bir fikir sistemi vardır. Büyük, ileri sanatkâr, devrinin ilim ve fikir seviyesini iyi bilen ve ele aldığı mevzuları, bu eıı gerçek fikir sistemi bakımından işleyip yoı-umlıyaıı sanatkârdır.
Şuna işaret edelim ki, ileri sanatın iki vasfı olarak ileri sürdüğümüz, inkılâpçı sınıfın ideolojisinin sözcüsü olmak ve gerçekleri doğru olarak ifade etmek, yani hakikatin sözcüsü olmak keyfiyetleri birbirinden ayrı şeyler değildir. İnkilâpçı sınıfın ideolojisine İlmî ve felsefî görüşler de dahildir. Bilgimizin gerçeklere en uygun, en doğru bir sentezini veren felsefî görüş, ilmî na" zariyeler inkilâpçı sınıfın ideolojisini teşkil eder. Tarihte iııkilâp-çı sınıflar daima, gerçekleri diğer sınıflardan daha doğru olarak görüp anlıyabilmişler ve bu anlayışı fikir sistemlerinde ifade etmişlerdir. Çünkü fikir hayatındaki, felsefe ve ilimdeki, gelişmeler sosyal gelinmelerle birlikte gider. İleri sanat, geri sanat tefriki ele alman mevzulara göre değil, görüş noktasına ve yo. ruınlama metoduna göredir dedik. Bu ifade doğrudur. Fakat meseleyi bu kadarla bırakmak yanlış neticelere götürebilir. Her şey sanata konu olabilir;- olabilir amma, sanat tarihine baktığımız zaman devir devir bazı konuların sanatı bilhassa meşgul ettiğini, bazı sanat cereyanlarının kuvvetlenip, diğer bazılarl'.ıln za-
4
yıf ve silik kaldığını görürüz. Sanat ya doğrudan doğruya veya dolayısıyla mutlaka sosyal şartları aksettirdiğinden, cemiyet :} "utları ve bunların doğurduğu ana daval ır zamanla değiştiğinden, sanat da görüş ve muhteva itibariyle devir devir farklı vazıyetler gösteriyor. Mevcut cemiyet şartlan altında sanat şu veya. bu istikamette gelişince, bir takım belli meseleler “sanat meseleleri,, halife gelince, sanatın bu durumu, bu sanat faaliyetleri, dönüp cemiyetin gidişine tesir ediyor Sanalın şu v.-ya bu görüşü belirtmesi, şu veya bu meselelerin üzerinde durması cemiyette o görüş ve meselelerle ilgili gelişmeleri kııvvetlendirmi-ye, diğerlerini zayıflatıcıya yardım ediyor.
Bn demektir ki, sanatın sosyal mahiyeti üzerinde dururken bunu sadece cemiyet bünyesinin sanat üzerine teüri şeklinde an-lamamalıdır; sanatın da Cemiyet şartları üzerinde az veya çok bir tesiri vardır. Cemiyet hayatının, insanların giriştikleri toplu faaliyetlerin, bütün sahaları birbirlerine karşılıklı tesirlerle bağlıdır, amma şüphesiz, her saha aynı ■ ehemmiyette, aynı ağırlıkta, değildir. Meselâ, cemiyet bünyesi sanata değil, sanat cemiyet bünyesine tabidir. . Fakat sanat,- diğer faaliyet sahalarından ayırde-dilebilir, kendine mahsus vasıf İarl olan bir insan faaliyetidir ve bir faaliyet olduğu için de, döner, diğer faaliyet sahaları üzerine tesir eder. Cemiyet-sanat münasebeti tek taraflı, mekanik, otomatik bir münasebet değil, diyalektik bir münasebettir. Sanatın cemiyet içinde oynadığı bir rol. vardır.
Tarih boynnea sanat cemiyette böyle bir rol oyıılya gelmiştir, fakat bugünün cemiyetlerinde bil* hassa faal bir rol oytııyacak durumdadır. İnsan cemiyetleri tekâmül halinde oldukları için, cemiyet hadiseleri hakkında hüküm verirken yalnız “şimdiye kadar olan,, a bakıp muhakeme yürütmek yanlıştır. Bugünün ce* miyetleri, daha önceki devirlerden farklı olarak, kendi varlıklarının ve gidişlerinin şuuruna varmışlardı -.- Dalıa önceki cemiyet nizamlarında insanlar mevcut sistemi, müesseseleri, kanunları, çeşidi sosyal değerleri teneffüs ettikleri hava gibi tabiî, ne ol-
İşsizlik
Akşam oldu yine işsiz kalana.
Gurupta kan renkli bulutlar.
Acemi kırlangıç yavruları havada pir pir. Bıı saatte fabrika yolları tıklım tıklımdlr.. Mahalle erkeklerinin çoğu terli birer kahraman gibi işten dönmüştür evlerine.
Sen şimdi yine kapıda, beyaz bir gölge gibi Iıekliyorsundur yolumu.
Halbuki ben
elleri' boş dönecek gölgemi saklamak için mahalleliden geceyi bekliyorum.
Baş vurmadığım yer mi kaldı:
Mensucat fabrikaları,
tütün recisi, mağazalar ..
Sarkıtıp iki kara somun gibi yumruklarını çatık kaşlı masaların önünde mahçup beklemek, kolay mı bir tanem mağlûp ve sakin ve âdeta bir alçak minnet edişle iş istemek !
Daha bir hayli zaman kapıda beyaz bir gölge gibi bekliyeceksin yolumu.
Bense sular karardıktan sonra geleceğim. Bununla beraber karıcığım, sabret.
Orhan KEMAL
duklarııım farkına varmadan kabul etmişlerdir. Zaman zaman mütefekkirler cemiyetin ne. olduğu ve re olması lâzım geldiği meselesiyle meşgul olmuşlarsa da gerçek bir bilgiye varamamışlar, nazarî spekülâsyonlardan ileri gidememişlerdir. Halbuki bugün cemiyet hadiselerinin kanuniyeti-ni biliyoruz, cemiyet hadiseleri sabasında gerçek, ilmi bilgiye sahibiz. Ve hu bilgi gittikçe yayılıyor. Bugünün insanları, artan bir derecede, içinde yaşadıkları cemiyet nizamının ve o nizamda kendi aldıkları mevkiin şuuruna varıyorlar. Bu şartlar altında sanat da cemiyette kendi durumunun, oynadığı ve oynıy.ıbileceği rolün şuuruna varıyor. İleri sanat bu şuura varmış sanattır. Sadece mevcut sosyal şartları aksettirmek, lablil ve tenkit etmek kafi gelmiyor, o şa.tları değiştirmek cemiyetin daha ileri safhalara gelişmesine hizmet etmek gerekiyor. İleri sanat, bu faal rolü Oy-nlvan sanattır, okuyucularında,
seyircilerinde, dinleyicilerinde bu değiştirme ve ilerletme şuurunu, şevkini kuvvetlendiren, ve gerçekleri doğru görüp doğru ' yorumlamasıyla müsbet faaliyet yollarını belirten sahaftır. Kısacası, ileri sanat, inkilâpçi ■■ sanattır.
BÖylçce, ileri sanat realist ve inkılâpçı sanat olduğu için, zamanının sosyal meselelerine ' lâkayt kalamaz. İleri olmak için sanatkârın mutlaka ber eserinde istismardan, sefaletten, hiiriyetten bahsetmrsi gerekmez ama, • istis* marın, barp ve işsizlik sefaletinin, hüriyetsizliğ’n hüküm sürdüğü bir devirde ileri.sanat bu meselelere, sağır kalamaz; ileri ise, mutlaka, ister istemez, bu meseleler başlıca meşguliyetini teşkil eder.
Sanatta ileriliğin ne" demek olduğunu belirttikten sonra, sanatta ber yeniliğin ilerilik, demek olmadığı ko'ayca. anlaşılır. Geçen asrın sonlarında ' Ve bu asrın ilk kısmında sanat âlemini alt üst
(Sonıı Sa. 15'te)
5
Halk Sağlığı ve Sosyal Tebabet
Hekimliğin serbest meslek olarak bir kazanç vasıtası haline sokulması tebabetin gayesine ve ruhuna aykırıdır. Kâr vasıtası olan her meslekte bir istismar vardır
Dr. Sabire DOSDOĞRU
Ferdlerin teker teker tedavi ve bakımım hedef tutan ferdi tebabet bu gün artık halk sağlığı bakımından temamile yetersizdir- Cemiyet içinde İn--san nasıl tek başına mütalea edilemezse, aynı şe* kilde sadece şahısları hedef tutan bir tebabet de bu gün için kitlenin sağlık ihtiyaçlarına cevap veremez. Cemiyet bir küldür ; diğer bütün problemleri gibi sağlığı da bir kül halinde ele alınmak gerektir. Bu sebepten yarınki hekimliğin esas “Sosyal tebabet” dir. Diğer ihtisas şubeleri isei sosyal hekimliğin birer yardımcı kolu olacaktır.
Tebabette esas “Halk sağlığını koruma” olunca bu yardımcı şubelerin de şimdi son derece yüklü olan işi .hafifleyecek ve istikbalde mahdut sayıda hastalıklarla meşgul olan tam mânasile bir ihtisas şubesi haline gelebilecektir.
Bu gün bütün dünyada sağlık ve sosyal yardım alanında sarfolunan gayeler “Halk sağlığı” meseleleri üzerine teksif edilmiş bulunmakta ve sosyal tebabetin hudutları genişletilmektedir. Klinisyen-lerce, nadir görülen ve binaenaleyh dikkate şayan olarak kabul edilip, neşri ile tıp âleminde büyük ilgi uyandıran vakaların “Halk sağlığı” bakımından hiç bir ehemmiyeti yoktur. Faraza on senede bir defa, yahut milyonda bir kişide görülen bilmem lıangi enteresan bir hastalık sosyal tebabeti hiç ilgilendirme z. Aksine olarak her gün yüzlercesi -görülen ve klinikcilerin (alelâde vaka) diyerek üzerinde durmaya hile lüzum görmedikleri hastalıklar ise “Halk sağlığı” bakımından son derece önemlidir. Çünki bütün çalışma gayretleri bunları önlemeye matuftur.
Sosyal tebabetin asıl gayesi mevcut halk hastalıklarını tedavi ile beraber, bundan daha önemli olarak, halka gelebilecek hastalıkları gelmeden evvel önlemektir. Binaenaleyh tedavici olmaktan ziyade koruyucudur. Bu sebepten bir defa organize edilip önleyici tedbirler tamamile alındıktan sonra balen mevcut bir çok. halk salgınları da ortadan kalkacak ve bugün pek mühim yekûınlara varan, fakat o derecede kifayetsiz olup halka büyük bir şey sağlamayan geniş tedavi masrafları halkın temamen rahatlık ve refahına sarfedilebile-cektir.
Meselâ, halkın en hüyük düşmanı olan verem bugün yeryi'züne o derece geniş bir surette yayılmış bulunmaktadır ki bu işe ayrılan ve sarfolunan paranın bir kaç yüz misli dahi harcanmış olsa bu korkunç afeti önlemek şöyle dursun, mevcut veremlilerin hepsine ihtimam göstermeğe yine de kâfi gelmez. Binaenaleyh namütenahi veremlinin tedavi, bakire veya tecridi için nâmütenabi imkân lâzımdır, halbuki bu nâmütenahi imkân mevcut ol
6
sa bile bu yoldan veremin kökü katiyen kazınamaz; gaye “veremliyi tedavi” olmakla beraber mücadele bakımından bundan daha önemli olan “insanı veremden koruma” dır. Bu misâl hemen bütün hastalıklara teşmil olunahilir.
Bir memlekette sosyal tebabetin gelişmesi için halli lâzım gelen iki önemli mesele mevcuttur. Bunlardan birisi hekimliği bugün münhasıran fer diyetçi ve ticarî şekilden kurtarlp devletleştirilmesi ; diğeri de halkın bu işi tamamen kavrayabilmesi ve yardimcl olabilmesi için sağlık konusunu iyice öğrenmesidir.
Hekimliğin serbest meslek olarak bir kazanç vasıtası haline sokulması tebahetin gayesine ve ruhuna aykırıdır. Kâr vasıtası olan her meslekte az çok bir istismar mevcuttur. Çeşitli karaktere sahip çeşitli ferdler elinde her meslek hakiki formunu kaybedip onu kullananın karakterine uydurulmaktadır. Esefle kaydetmemiz lâzımdır ki hiz-deki hekimlik de böyledlr. Bu gün hekimlere karşı halkımızın itimadı sarsılmıştır. Çaresiz olarak paraslz bakılan hastane polikliniklerine müracaat edenler arasında iyi olacağına, iyi bakılacağına inananlar pek azdır. Hekime verecek kadar parası olanlar ise yine bu itimatsızlıktan dolayıdır ki bir hekimle iktifa etmeyip ve kime inanacağını kes-tiremeyerek kapı kapı dolaşırlar. Bugün çeşitli şekillerde -halkın karşısına dikilmiş, bir derd olan “İnsan sağlığının istismarı» na bir son verilmek zamanı çoktan gelmiş ve geçmiş bulunmaktadır. Tebabetin serbest ticaret mataı olarak kullanilma-sına devam edildiği müddetçe yapılacak bütün çalınmalar halk sağlığı bakımından akıntıya kürek çekmek demek olacaktır. Hipokrat devrinde küret yoktu diye tebabetin âlemşümul namus yeminini okuyup arkasından küreti eline alarak doğacak nesilleri, ceplerine girecek beş on liraya karşılık imha edenlerin işlerine artık bir son verilmesi gerektir. ■
Hekimlik her şeyden evvel âmme hizmeti oldu-duğuna göre; bu mesieğe şerefie beraber fazla ka.-zanç temin etmek gayesile girecek olana kapılar kapatılmalıdır. Şerefle başkalarının zararına fazla kazanç temini hırsı yekdiğerile bağdaşması mümkün olmayan iki zıt yoldur. Bunları bir arada yürüterek bir taşla birkaç kuş birden vurmak istiyen-ler devletleştirilmiş bir tebabet mesleği içinde elbetteki buna imkân bulamazlar. Ancak kendilerini cemiyete ve ilme verebilecek olan şerefli kimseler elinde sosyal tebabet ve yarının tıp İlmî hiç bir ihtiras ve istismara alet olmadan süratle gelişebilir. Tehabetiu devletleştirilmesi burada üzerinde durmayacağımız ayrı ve geniş konudur. Yalnız
şu kadarını ilâve etmek lâzımdır ki böyle- bir gaye tahakkuk ettiği zaman hiçbir hekim, devlet hizmetinde bugün çalışanların yaptığı gibi, geçim zorlukları karsısında gündelik ihtiyaçlarını düşünmek durumunda olmayacaktır. Bir insanın kendisini mesleğine temamen verebilmesi ve âzami randımanla çalışabilmesi için lüks sayılmayan normal ihtiyaçlarını temin edecek kadar bir karşılık alması gerektir. İngilterede bu önemli konu ele alınmış ve önümüzdeki bir kaç yıl işinde tebabetin devletleştirilmesine karar verilmiştir.
Sosyal tebabetin faaliyet sahası halk kitleleri olduğundan halkın bizzat bu çalışmalara .iştirak etmesi çok lüzumludur. Bilhassa halkın arasında büyük salgınlar yapan bulaşıcı hastalıklarla mücadelede bunlar ortaya çıkmadan önce alınacak önleyici tedbirlerin tatbikinde halkın geniş ölçüde yardımına kati lüzum vardır. Bu da .ancak halkın bu sahada daha evvelden aydınlanmış olmasiyle mümkündür. Halkın bu şekilde terbiyesi de sosyal hekimliğin domenine giren ilk ve en önemli meselelerden birisidir.
Bilgisiz ve tamamiyle geri kalmış bir cemiyet içinde sosyal tebabet çalışmaları beklenildiği derecede müsbet bir netice veremez. Hattâ çok ker-re ha]k tarafından menfi bir mukavemetle de l ar-şıfatıabilir. Halkın, bilhassa, gelenek ve göreneklerinin tesiri altında cehalet bataklığına saplanıp kalmış olması her tünü sosyal hijyen kalkınmasına engel olur. Tamamen, bu vaziyette bulunan bizim köy halkımızın aydınlatılması ise pek o kadar kolay olmayan bir iştir. Bu gün en büyük şehirlerimizde dahi bu dava henüz halledilmemiştir. Şurada,, burada veriıen , beş on konferans, radyoda bir iki vaiz, istasyon, kahve ve mekteplerde asılan bir kaç afişle bu büyük sosyal davanın halline doğru gidilemez. Bıi suretle ancak kendi kendimizi aldatmış oluruz. Bu gün memleketimizin pek çok yerlerinde hâlâ sıtmayı okuyup bağlarlar, dalağı keser, vereme tütsü yakıp kabakulağı yazarlar ve yılancığa taş bağlayıp felçliyi binlik teşbihten geçirtirler. Halk bütün bu hastalıkların sebebini' bir takım mevhum kuvvetlerde arar ve lürlü gülünç uSullerle derdine çare bulmaya çabalar. Anadolumu ■ zun hâlâ yılancık ve kırı i çıkıkçı ocaklarının cehalet baskısı altında inliyen, yerleri vardır. Halkın uyandırılması için verilen konferanslar her ne kadar faydalı ise de, halk, anlayamıyacağı bir lisanla anlatılan mücerret sözlerden ibaret konferanslardan ziyade gözlerinin önünde cereyan eden hadiseıere inanır. Bu nokta göz önüne alınarak şimdi dünyanın bir çok yerlerinde olduğu gibi kül Jr ve propaganda filimlerinden faydalanmak ve-sosyal tebabet organizasyonu içine filimciliği de esas olarak almak düşünülmüş ve tatbik edilmiştir. Hâlen Atnerikada, İngiltere ve Sovyetler birliğinde kültür filimleri bu gün artık sosyal tababetin yardımcı bir şubesi haline girmiş bulunmaktadır. Bu maksatla bir çok hekimler, hijyen mütehassisları, belediyeciler, filim operatör ve teknisyenleri» kimyagerler, biyoloji mütehassısları ve sağlık mü hendisleri sıkı bir işbirliği yapmakta ve halka zahmetsizce, hattâ zevkle öğrelilebilecek kültür filim kütüphaneleri meydana getirmektedirler. Böyıe bir işbirliği ile hazırlanan kültür filimler! halk tara.
(Sonu sa
DEMOKRATİK VE ANTİDEMOKRATİK KAMPANYA
Bugün demokratik ve antidemokratik kampanya iktisadi sahada halkın pşitliği probleminin kabulü veya reddi prensibi üzerine açılmış bulunmaktadır
| Dr. M. Hulusi DOSDOĞRU |
ikinci dünya harbinin Sona erdiği ve sulhün bir türlü kurulmadığı bu kritik devrede “ Demokrasi ” bayrağı aıtmda açılan orijinal bir fikir ve ideoioji savaşı içinde bulunuyoruz. Bu devreyi karakterize eden tek şey “ Demokratik ve antidemokratik kampanya” dır.
Ekonomik hâkimiyeti avuçlarının içinde tutan zümre ve sınıfların “Demokrasi” mefhumunu kendi şahsi menfaatlerine göre değiştirerek deve kuşulaştırmak gayretkeşliği; halk kitlelerinin bu tabirin asıl manâsını kavrâmasma engd o'makta ve onlarin hakikat ile yalanı, dost ile düşmanı ayırma hassalarını körleştirmektedir. Vaktile sosyalizm tabirinin faşistlerce soysuzlaştırılıp tanınmaz bir hale sokulması gibi bıı gün de tepeden tırnağa kadar reaksiyoner, İstismarcı zümreler elinde “Demokrasi” aynı tahrif ve tahribe uğratılıyor.
İktisadî bakımdan hâkim ve* mahkûm iki kutup, yeryüzünde bulundukça yapılacak her türlü sosyal ve kültürel bağımsızlık yeltenişlerinin lâfta ve kâğıtta kalacağı ve pratik sahada hiç bir değeri olmıya-cağı tabiidir. İktisaden köleleştirilmiş halk yığınlarının hukukî ve lafzi demokratlığı kapitalizmin en son taktiğidir.
Bugün demokratik ve antidemokratik kampanya İktisadî sahada halkın eşitFği probleminin kabulü ve ya rjddi prensibi Üzerine açılmış bulunmaktadır'. Bugün iktisaden hâkim bulunan sınıf ve zümrelerin matbuatı; radyo, sinema.-ve her çeşit medeni propaganda vasıtaları ile gıda, giyim ve yakıt maddelerini monopolleri aıtma alarak hatk yığınlarına nefes aldırmadıkları göz önüne getirilecek olursa hakikî demokrasinin temelini İktisadî eşitliğin teşkil eylediği kolay anlaşılır. Bu Suretle ana davayı ortaya koyduktan sonra bütün İçtimaî demokratik ve antidemokratik şiarları sıralamak mümkündür.
Meselâ : Yer yüzündeki bütün milletlerin ekonomik, sosyal, ve politik mânada tam bağımsızlığını tenline savaşmak; manda, vesayet, naiplik, sömürgecilik gibi türlü kalıplar altmda hüriyetlerin tehdit ve tahdidine engel olmak demokratik ve bunun aksi antidemokratik bir harekettir.
Kezâ Faşizm kalıntılarım, krallıkları,1 din müesseslerini, hâkim istiemarcı zümre ve sınıfları kaldırmaya çalışmak demokratik ve bunun tam tersi yani her türlü faşizm kalıntılarını türlü kılık ve maskelere büründürüp kiliseyi siyasi oyunlara âlet etmek, hâkim zümre ve sınıfların menfaatini halk yığınlarının öz menfaatlerinden üstün tutmak tamamen antidemokra-, tik, reaksiyoner bir harekettir-
Dünya halklarının kendi öz kültürlerinin, Öz yapılarının gelişmesine yardım etmek demokratik Ve bilâkis medeniyet bakımından daha geri kalmış mem-(Sonu sa; 15 te).
7
/
Bir Dahinin Hayatı
Nefes almak için haykırdığı ilk andan itibaren daima haykırdı ; sefalete haykırdı, haksızlığa haykırdı, hürriyetsizliğe haykırdı ve geniş halk yığınlarının
hasretini çektiği saadetin
Bütün insanlığa mal olan büyük dehalardan L. V. Beethoven’ in doğumunun 176 ncı yıl dönümü münasebetile okuyucularımıza hu lıüyük insanın hayatı, dünya görüşü ve san’atı hakkında malûmat vermeğe çalışacağız.
L. v- Beethoven 16 aralık 1770 te fırtınalı hir gecede Bonn şehrinde doğdu. Hayata fakir hir evin sefil tavan arasında, gözlerini açan Beethoven’in bütün hayatı doğduğu gece gibi karanlık ve fırtınalarla geçti ve doğar doğmaz nefes almak için haykırdığı ilk andan itibaren daima haykırdı, Sefalete haykırdı, haksızlığa haykırdı, hürriyetsizliğe haykırdı ve geniş halk yığınlarının hasretini çektiği saadetin bütün engellerine haykırdı.
Kendisi aslen Flaman’dı. Babası karaktersiz, ayyaş bir adam ve alelade hir müzisyendi. Sonsuz sevgisine ve en büyük hürmetine muhatap olan annesi ise açlık ve sefaletle mücadele için zengin ailelere hizmetçilik yapan temiz ahlâklı hir kadındı, Beethoven gözlerini işte böyle bir aile kadrosu içine açmış ve simsiyah hir sefalet, aile şefkatinden mahrum, amansız hir hayat mücadeles'ıle karşılaşmıştı, Onda-ki hârikûlade istidadı pek çabuk sezen ayyaş baba, henüz dört yaşında iken onu piyanonun başına oturtup ve kapıyı üstüne kitleye-
BEETHOVEN’İN'DOĞDUĞU oda
hütiin engellerine haykırdı
rek korkunç bir terör altında çalışmağa zorluyor, bu suretle de hu küçük harikada gizli olan zengin hâzineyi, kendi içki ve ku-nıir iptilası hesabına azamî surette istismar etmeğe çalışıyordu. Bu yıldırıcı çalışma sistemi az kalsın çocukta müziğe karşı nefret uyandıracak ve ondaki zengin istidat kaynaklarını kurutacaktı. Böylece Beethoven 11 yaşına kadar zengin ailelerin yemek sa-> tonlarında piyano çalarak onların bir nevî lüks ihtiyacını gideren müthiş hir garibe olarak k tandı. Bundan elde ettiği paır doğru babasının cebine, o da hiç noksansız olarak m necinin kasasına akardı, 11 yaşında hu çalışmalarına ilâve olarak şehrin tiyatro orkestrasına girerek henüz gelişmemiş küçük omuzlarına ağlr bir yük daha aldı. Daha sonraları aileler nezdin-de piyano dersleri vermeğe de başladı. Bir çocuk için ne müthiş hayat mücadelesi .. on yedi yaşında iken akciğer veremi bütün sevgisini verdiği annesini elinden aldı. Bu en büyük manevî desteğinden mahrum olmak onu derin hir melânkoliye düşür; dü Şimdi kendisinden küçük iki kardeşine, kendini idareden aciz babasına bakmak mecburiyeti yine hu genç -omuzlara yüklendi. On yedi yaşındaki bu aile reisinin yeğâne desteği hayatı boyun
ca hürmetle andığı, sevimli kız* larına piyano dersi verdiği Breu-
ning ailesiydi.
Nihayet patlamış olan Fransız büyük ihtilâli Beethoven’i bütün mevctıdiyetile kavramıştı. Kendi-
si zamanının ileri ve inkilâpçı fi ■ kirlerinin ocağı olan Bonn Üniversitesine yazıldı. Bu suretle Beethoven bir yandan da kendi inkilâpçı fikirlerini besleyip geliştiriyordu. Yirmi iki yaşında çok sevdiği Bonn şehrini, en hisli ve isyankâr -anlarında ruhunu teskin eden coşkun ve lâtif, kendi tabiriyle “Bahamız Ren nehri» dediği Ren nehrini, artık sadece tatlı hatıralarına mal olmak üzere terkedere! zamanının müzik yiyan.aya gitti. Bu zlarla başlıyan det vatanî his* debütün Avru-Sıyan ihtilâl “hürriyeti
kral
onun için —
her fırsattan
cumhuriyetçi hislerini Fransızlarla, Cumhuriyetçi fikirlere sahip diplomatlarla, Generallerle konuşmak ve münakaşa etmekten büyük bir zevk duyu-yornu. Yirmîbeş yaşında artık kendi kudret ve dehasının farkına varmıştır. “Artık içimdeki gizli inşanın kendini ortaya atması lâzımdır.» diyordu. Dış görünüşüyle Beethoven çok sert ve hırçın hatlara malik oldnğundan ve en ufak hadiselerle köpüren büyük hassasiyeti yüzünden kendisini uzaktan tanıyanlar için çok kaba ve hırçın * bir adamdı. Lâ-
kin sayısı az »lan kıymetli dostları onun engin ruhunda köpüren, dalgalanan, haykıran sonsuz iyiliği ve şefkati biliyorlardı. “Daima elde olan- bütün iyiliği yapmak.» Bu onun kıymetli prensiplerinden biriydi. “San’atım fakirlere hayır işlemeğe inhisar etmelidir.» “Bir dostu yardıma muhtaç gördüğüm zaman eğer elimde bulunan pı»ram kâfi gelmiyorsa onun -imdadına koşmak için çalışma masasının başına geçmem kâfi geliyor.» demekten büyük bir zevk duyuyordu. Fakat ne yazık-ki dostlarının ve eserlerindeki derin inkilâpçı fikirlerle insan -lığın, yardımına koşan Beethö-ne’i dalga dalga gelen felâket-
8
insanlar ve san’atı için yaşarriak!» Artık kendi kudreti hakkında hiçbir hükme,- örf ve adete aldı rış etmiyor* coşkun mizacından kopup gelen bir ömür, sürüyordu. Asalete, unvana ehemmiyet vermiyor ve “ krallar, prensler bir çok insanlara, birçok unvanlar ve nişanlar ihsan edebilirler; fakat hiç bir zaman yüksek zekâları yaratamazlar,, diyordu.
Goethe ile beraberlerken karşılaştığı bir vak’a meşhur olduğu kadar Beethoven’in kendi kudret ve dahasına olan itimadını ve kendisinin tahakküm eden sınıfın koltuğu altında ve onlar hesabı na çalışan bir san’atkâr olmadığını göstermesi bakımından çok enteresandır:
İnkilâpçı bir sanatkâr olan Beethoven bir gün Goethe fle bir gezinti yapıyorlar. Bu esnada karşıdan, dükleriyle, prensleriyle, kraliçesiyle imparator ailesinin geldiğini görüyorlar. O anda e* fendilerine tazim ve onların önünde yerlere kadar daha kolay ve gösterişli bir tarzda eğitebilmek için Goethe’nin derhal şapkasını çıkarıp kenara çekildiğini gören Beelhoven onunla alay ederek bu hareketine maili olmak istiyor. Lâkin Goethe’nin kendi ^^^bu .Ztffi^ferini anlıyamıyacağım göre-endi haline blrakıyor.
SL^JfŞtlplç^S 1 iki eliyle başına iyice ,^yerleştirerek, dimdik kral ailesi-/JS®Mitî bütün haşmetiyle geldiği ka-H^Kİ^balığın en kesif gurubu arasına ^^dialîJtyfpçBüyük dahi karşısında dük- RodoTphe şapkasını çıkarıyor imkaratoriçe en önce Beethoven’e selâm vererek hürmet gösterisinde bulunuyor. Bütün bunlarl yerlere kadar iğilmiş olaıı Goethe görmektedir; fakat alayın kendi önünde hiç durmadan geçtiğini görünce Goethe’nin ne büyük bir bozguna uğrad'ğınl okuyucuların tasavvuruna blraklyorum. Goethe bu hadiseyi hiç unutamadı. İzdi-, rap çeken ve mücadele eden sınıfın sanatkârı olan Beethoven’i asla çekemiyordu.
Şan ye şeref artık Beethoven’in ayaklan altına serilmişti. Viyana Kongresinde Avrupanın iftihar edebileceği büyük bir insan olarak ' hürınet gördü. Ne yazık ki bütün bunların karın doyurmak hususunda hiç bir faydası yoktu. Eseı leri ancak tabileri zengin ediyor, Beethoven tacirliğin bin bir pislik dolu hiylelerine
ler altüst ediyordu. Yirmi yaşında hayatının en müthiş feiâketile karşılaştı. Bu sesler âlemi ilâhının en kıymetli uzvu, sağırlığın tahribatına maruz kalmıştı. Duygu ve düşünceleri seslerin diliyle anlayan ve anlatan bir insanı için bu ne büyük felâketti.. İnsanlarla anlaşmak ihtiyacından mahrum kalmak bu büyük insan sever için ne feci bir darbe idi... Bu hal onu koyu bir melânkoiiye yuvarladı- Gittikçe insanlardan kaçtı, inzivaya, kendi muazzam iç alemine kapanmağa başladı. O harikalar âleminin kaynaşma-larile yapyalnız kalmak ne müthiş şey! O kadar ki bu felâket azkalsln dahinin hayatına son verdirecekti. Bu niyetle 5 ekim 1802 de yürekler paralayicı meşhur Heiligenstadt vasiyetnamesini yazdı. Fakat ondaki san’at aşkı o korkunç iradeyi yaşamak hususunda kullanmağa şevketti. “Kaderin boğazına sarılmak,, azmiyle karar verdi. Tabiatın, nes.’e ve saadetin hasreti onu yeniden dünyaya ve in-gna sanlar
arasına dönmiye. zorladı, bu büyük insan sanki se-dünyaya gel-iffiİÎ?eke®ler’ bede-
İZİ
a:
fa JM&efe Sohiâan
ılı
1!h’,în1e Wrak;y°;-feahiptij onunki
ışüncele
ptîa be' mukad-
a.
insanlığa olan' bolü idi. Aşk denî ihtiraslardan uzak, des ihtiraslar doğuruyordu. Bu
masum düşünceler onu aşkın tuzağına kolaylıkla düşürüyor, netice sabit olarak sukutu hayaller ve derin acılarla bitiyordu. Mehtap sonatının ilham perisi Giu-lietta Guicciardi koketliği ve egoistliği yüzünden Beethoven’e müthiş ıztıraplar verdi. Nihayet bir kont’la evlendi. Kontes The-rese de Brunswick’i son nefesine kadar' sevmekle beraber onunla ancak dört sene mes’ut olabildi. Nihayet alelâde bir insan asil bir kadınla- evlenemiyeceğinden bu sevgiliyi de terk.etmek zorun • da -kaldı. Bü suretle* “üstünlük alâmeti olarak iyilikten başka hiç bir şey tanlmıyan» bu büyük insan aşağılık bir geleneğin darbesini yemişti. Bu son darbe artık onu kendi için hiçbir saadetin kalmadığlna inandırmıştı, “Yaşamak, artık kendisi için değil,
kurban gidiyordu. Diğer taraftan kendisine kompozisioır ısmarlayan kimselerden parasını alamıyordu. Bütün bu haris insanlarla uğraşmayı da iğrenç buluyordu. Aynı zamanda da bu hafif meşrep Ve sefib Viyana’dan artık nefret ediyor ve bu şehirden ayrılmak istiyordu. Beethoven’in dehasına hayran olan üç aristokrat Onu Viya* naya bağlamak için aralarında anlaşarak kendisine maddi sikin* tılarlnj gidermek üzere mühim bir meblâğ taahhüd ediyorlar. Lâkin bu taahhüde riayet uzun sürmüyor. Böylece Beethoven’in maddi sıkıntıları arttıkça arttı. 1816 da bir dostuna yazdığı bir mektupta artık dilenecek ha le geldiğini fakat bunu etrafa his-settirmemeğe çalıştığını yazıyor. Sefaletinin bu en koyu çağında sağırlık ve karnındaki ağrılar son haddini bulmuş Beethoven’i insanlardan büsbütün uzaklaştırmıştı. O şimdi tesellisini tabiatta buluyor, ruhunu ancak tabiat ana’ nın kucağında dinlendiriyordu. «Yer yüzünde hiç kimse, benim kada*', kırı sevemez» diyordu.
Diğer taraftan kardeşi. Carl’nı yetim bıraktığı yeğenini himayesine. aldı ve bütün sevgisini ona verdi. Bu müthiş maddi sıkıntılar arasında onu iyi bir 'insan olarak yetiştirmek içiıı çırpmıyor, onu mes’ut yaşatmak için müthiş fedakârlıklara katlanıyordu. Fakat nankör yeğen daima onun kalbini klrlyor, israflarına para yetiştir* mek için onu yeni yeni fedakârlıklara zorluyordu.
Bütün bu maddi ve manevî felâketler araslnda yeğeninin istikbalini alâkadar eden bir mesele
Ahmet Şaşıoğlu
(Sonu sa; 15 te)
9
İşçiye ve halk yığınlarına hitabeden yeni bir felsefe kitabı
Bütün dünyadaki lıalk yığınlarının olduğu kadar, memleketimizin de en kısa bir zamanda bu eserin tercümesine kavuşturulması elzemdir
Fransada bir yeni kitap neşredildi ... ■ Politzer’in Felsefe dersleri.. Bu kitap, harpden önce İşçi üniversitesinde verdiği derslerden bir talebesinin tuttuğu notların yenideri gözden geçirilmesiyle meydana getirilebilmiştir.
Böyle bir eserin neşrini günün en mühim meseleleri arasında saymak lâzım. Bu ehemmiyet sadece Georges Politzer’in illegal Lettres Française gazetesini kuran Jacques Dficour’la birlikte 1940 dan sonra Fransız münevverlerinin direnme hareketlerinin başında bulunmasından değildir. Muharririnin Vişi polisi tarafından sonsuz işkencelere maruz tutulması sonunda kahramanca ölmesi de bu ehemmiyetin biricik sebebini teşkil edemez. Bu kitabın neşri çok mühimdir çünki devam eden büyük bir boşluğu doldurmaktadır.
Georges Politzer bir markisist filozofdu ve neşredilen Felsefe dersleri marksist felsefeyi en açık ve en halkçı bir dille anlatmaktadır.
Sükût yoluyla ve bilmezlikten gelmekle marksist felsefe bir kenara atılmak istenmişti. Bir üniversiteli marksist felsefeyi bilmeksizin pek âlâ felsefe doktoru olabilirdi. Fakat bugün artık böyle birşey Fransada gülünç olarak karşılanıyor.
Bilgiççe felsefe tabirlerini, mücerret kelimeleri elden geldiği kadar kapı dışarı eden kitap, eğer naçar kalıp da böyle bir kelimeyi kullanırsa en bildik misallere başvuruyor. Her bahsin sonunda kontrol sualleri var. Kitap biterken bir tabirler ve isimler sözlüğünü buluyor, bitişte de çok kıymetli bibli-ografyasiyle karşılaşıyoruz.
Böyle bir kitabı okuduktan sonra, insan tertemiz bir tatmin havasına, büyük sanatkârların konserlerinden dönerken duyduğumuz bir psikolojiye kavuşuyor. Bütün
10
. m—u, Kazan : ■■
Arslan KAYNARDAĞ
dünyadaki halk yığınlarının olduğu kadar, bu hususda pek fakir kalmış memleketimizin de en kısa zamanda bu eserin tercümesini eline alması elzemdir.
Şimdi bu kitabın “Principes elementaires de Philosophie „ 242 nci sahifesinden çevirdiğimiz kısa bir pasajını okuyucularımıza sunuyoruz:
Doğru şuur ve yanlış şuur
İdeolojilerin, cemiyetteki maddi şartların bir neticesi olduğunu, sosyal şuuru sosyal varlığın tayin ettiğini söyledik. Buradan çırarılarak denilebilir ki, bir proletarya sınıfının proletercesine bir ideolojisi olması gerekir.
Fakat böyle bir farzediş realiteye uymuyor, zira kendilerinde işçi şuuru bulunmayan işçiler de var.
Öyleyse şöyle bir farkı gö. zetmek icap eder : insanlar muayyen şartlar içinde yaşıyabilir. ler, lâkin bu suretle sahip oldukları şuur realiteye uymayabilir. Engels bu iki şuuru birlirnden şu isimlerle ayırıyor : «Doğru şuur ve yanlış şuur».
Meselâ: bazı işçiler, ortaçağa zanaatkârlığa doğru, geriye bir dönüş demek olan lonca (corpara-tisme) doktrininin tesiri altındadırlar. Bu halde işçilerin sefale. tinin bir şuuru vardır, fakat bu doğru ve hakiki bir şuur değildir. Burada ideoloji sosyal hayat şartlarının bir neticesidir ama, sadık ve kati bir neticesi değil.
İnsan şuurlarındaki tesir ekse
riya aksine bir tesirdir. Sefaleti müşahede doğrudan doğruya sos yal şartların bir neticesidir, fakat meselenin halli olarak zanatkâr-lık devrine dönmek düşünülürse bu netice yanlış oluyor. Burada doğru ve yanlış kısımlariyle bir şuuru görmüş oluyoruz.
Kralcı olan işçi nin de doğru ve yanlış kısımlariyle bir şuuru vardır. Doğrudur çünki, görmekte olduğu sefaleti ortadan kal dır mak ister; yanlış tarafı bir kralın bunu yapabileceğini sanmasıdır* Yani bu işçi akilin fena kullan dığı, ideolojisini fena seçtiği için bizim sınıftan olduğu halde, bi zim için bir sınıf düşmanı olabilir. Böylece hatalı bir şuura sahip olmak kendi hakiki durumu bakımından aldanmak veya alda tılmaktır.
O halde diyeceğiz kî, ideöloj. mevcudiyet şartlarının neticesidir. Fakat bu MUKADDER bir netice değildir.
Zaten görmemiz lâzımdır ki bize yanlış bir şuur vermek ve hakim sınıfların ideolojisinin tesirini ezilen sınıflar üstünde çoğaltmak için herşey harekete geçirilmiştir. Edindiğimiz hayat telâkkisinin ilk unsurları, terbiyemiz, bilgi edinme tarzımız bize yanlış bir şuur verir. Hayattaki ilgilerimiz, bazılarında asıl olan köylülük, propaganda, basın, radyo da bazan bizim şuurumuzu ya-mltabilir.
O halde, netice olarak, i de o lojik çalışmanın marksistler için son derece ehemmiyeti vardı r Doğru şuur edinmek için yanlış şuuru yıkmak gerekir ve ideolojik çalışma olmadan bu değişiklik gerçekleşemiyecektir.
Madem ki, ideolojilerin cemi" yette büyük bir rol oynadığını ve marksizme tesirli bir alet ve silâh vazifesini vermek için Onu öğretmeyi ve öğrenmeyi düşünüyoruz, o halde bu felsefeyi kaderci bir doktrin olarak iddia eden ler geç kalmışlardır,
SÎZLER
Çocuklar, sîzler) kafalarınızın, gözlerinizin, burunlarınızın şekline; damarlarınızda dolaşan kanın nevine göre sınıf sınıf bölmek isteyenleri, sizlere daha beşikte düşman kesilenleri, hiç unutabilir misiniz?
t
Yazan : Nabl
S İZLER hasta cemiyetimizin, sadık aynaları.' Sîzler acılarım, sevinçlerim; sizler beşikleriyle havalara uçurulanlar, insan ağacının aziz meyvaları. Felâketlerim sizin yüzünüzden, sizin yüzünüzden bir kısım insanlarln düşmanı oldum, bir kısım insanlara düşman. En güzel düşüncelerimi, en temiz duygularımı sizlere sakladım.
Sen büyük bir ciddiyetle gazeteni satan müvezzi, sen ağır yükünün altmda ikikat olmuş soğuk günlerde bile buram buram ter döken küfeci, sen, korku üstünden eksik olmıyan simitçi, sen sattığı kestanelere bakıp bakıp içini çeken kestaneci, sen patronundan hergün dayak yiyen berber çırağı, sen yarı kalmış uykusunu gözlerinde taşıyan işçi çocuk, sen daha binlercesi. Dı-şarda bahar olur, kuşlar sizden habersiz öter, dışarda yaz olur meyvalar sizden habersiz pişer, sizden habersiz yere düşer, çü rür. Dört mevsimin dördünden, habersiz, güneşten habersiz, aydım habersiz, gündüzden haber siz, geceden habersiz çalışırsınız Çalış da kazan sözü sizin için biçilmiş kaftandır. Kazanamazsınız.
Günlerden bir gün, tavla ve bilardo oynanan kahvelerin birinde sîzlerden birini gördüm. Ufacık burnunu kahvenin vitrinine dayamıştır, dalgın dalgın dı-şarda top oynayan çocuklara bakmaktadır. Oyun çağladadır daha ve garsonluk etmektedir. Sîzlerden bir diğeri bir yılbaşı gecesi, şehrin büyük şekercilerinin do-ltıp dolup boşaldığı karlı ve fırtınalı bir kış gecesi mosmor olmuş elleriyle akşam haberleri satmaktadır.' İhtimal bir sahan kuru fasulyenin hatırı için...
♦♦♦* *++* +++*++*♦
DİNÇER
Sevinmektedir, çünkü elli tane satmıştır, sevinmektedir, çün* kü Alkazar sinemasına gidebilecektir. O akşam bu küçük satı-' cinin sevincine iştirak edemedim-Beyaz bir kar tabakasıyla örtülmüş radyolu otomobillerde rahat çocuk başları gördüm. Her halleriyle doymuştular. Ağızları, burunları, elleri ayakları yünlerle örtülmüştü. Hediyelerle dolu bir noel ağacını, yiyecekleri, çuku-lataları düşünüyorlardı. O akşam bir kısım insanlardan nefret ettim. O akşam beş parmağm niçin en küçüğü olduğumuzu düşündüm. Sizler hiç düşünmediniz mi dostlarım. Büluğa ermeden kurşun altına gönderilenleri, gençlik rüyalarını görmeden sabun olmak için kazanlara kaynamaya gidenleri hiç düşünmediniz mi? Belsen ve Dachau kamplarını hiç düşünmediniz mi ? Bu kampların modellerini sevgili Türkıyemizde inşa etmiye kalkanları, yani ebediyete kadar bütün çocuk nesillerinin esaretini devam ettirmek isteyenleri hiç düşünmediniz ini? Hasta büyük anne rolünü yapan bu kurtları hiç düşünmediniz mi? Çocuklar, sizler! kafalarınızın, gözlerinizin, burunlarınızın şekline ; damarlarınızda dolaşan kanın nevine göre sınıf sınıf bölmek isteyenleri, sizlere daha beşikte düşman kesilenleri, hiç unutabilir misiniz?
Nabi DİNÇER
— ABONELERİMİZE —
Mecmuamızın bazı sayılarının abonelerimize gitmediğini öğrendik. Her sayı tarafımızdan muntazaman gönderiliyor. P.T.T. den tahkikat yapabilmek için mecmuaları ellerine varmiyan abonelerimizin bize müracaatların! rica ederiz.
Vatan
Sen bizimsin; toprağın, suyun, taşın halkıma aittir.
Halkıma aittir bu dağlar, bu yolları o yaptı, bu surlar, bu köprüler, tren yolları, büyük binalar onun eseri.
Yaylanın ıssızlığında uzaktan bir türkü geıir halkıma ait.
Halkıma ait zaferler ızdırap halkıma ait. Karacaoğlan, Yunus, Tevfik Fikret, altı yüz yıllık tarih, demir parmaklıklar, çavdar ekmeği halkıma ait.
En güzel kitaplarl o yazdı, en büyük destanları o dizdi, en tatlı pekmez, en kahraman macera onun.
Ordular halinde galip, ordular halinde mağlûp, esir düşmüşler bölük halinde açlıktan susuzluktan-Tek başına cesur, tek başına gazi, düşmanın karşısında tek başına.
Hudutları o değiştirir, hürmeti, korkuyu o.
Köroğlu, Çakırcalı şeklinde, Pir Sultan Abdal adında at üstünde, dağ başında o.
Bakarsın şehirde garip* bakarsın duvar kenarında, bakarsın pazarda, köy kahvesinin önünde namaza durmuş, bakarsın. Kolunu kayışa vermiş, trende ayak altında hastadır-Adı bazan Haşan Usta, Tesviyeci Necati, saraç Ali, bazan halı dokur, tezgâhtadır.
Onun dumlipinar, onun Türkiye, onun istikbâl, ve ben keza...
Arif Barikat
4-1-946
—Max'me Gorki ■'
STRASTİ-MORDAST/ büyük edibin nefis eseri Taci Alaz'ın tercümesi, Hüsamettin Bozok’un bir gorki etüdiyle.
Fiatı 50 kuruş
---ARP AD YAYINEVı------
11
Sonsuz
H. W. KATZ
Çeviren: Burhan Arpad
I RKÇILIK, alınan faşizminin m en belli başlı vasıflarından biliydi. Gerçi buna, daha önce Çarlık Rusyadaki toplu Yahudi katliamlarında ve birleşik Ame-rikadaki zenci aleyhtarlığında da rastlıyorduk. Fakat, bir ideoloji* nin en mühim vasıflarından biri olarak sahneye çıkışı, alman fa-' şirini ile olmuştur. On küsur yıl içinde milyonlarca yalıudinüı hayatına mal olmuş bu korkunç hareketin, dünya edebiyatında akislerine son yıllar içinde sık sik rastlanmaktaydı. Fakat bu daha ziyade, bütün siyasî mültecileri ele almak -suretiyle oluyordu. Geniş mânâda yalnıdi muhaceretini, ebedî.serseri tipinin modern kahramanlarını yeniden ele alan ilk eseri, H. W. Katz isimli genç bir alman muharririnin “Fişmaıı’-lar„ isimli romanında buluyoruz. Roman, 1937 yılında, Paris’te He-ine edebiyat mükâfatını kazanmıştır. Vaka kahramanı olan bir yahudi gencinin hatırlayabildiği ilk çağı olan yedi yaşından, yirmi iki 'yaşma kadar sürüp giden macerasıdır. Fakat, bu basit hikâyenin atmosferi, koğulan, hakaret gören ve işkenceye maruz kalan fakir yahudilerin canlı hayat örnekleriyle doludur. Romanın ilk bendi “Bir muhacir arabasında,, adını taşımaktadır. Tercümesini veriyoruz.
ÇOCUKLUK hatıralarım araşmanda öyle birgün geldi, ki arlık etrafta olup bitenleri anlamağa başladım. O günün hatırası, insanın kulaklarının zailin patla tan bir davul şamatası gibi, bugün dahi hâlâ kalbiındedir. Arkada kalan o günleri düşündükçe, boğazım yanar; yutkunurum ve içimde, sebebini dahi pek kesdire-mediğim bir his, kendi kendimi suçlu bulan tuhaf bir duygu kımıldanır. Bu belki de, böyle birgii-nün, insandan, mutadın üstünde bir cesaret istediğinden, benimse, o tarihde, böyle şeylerin' farkında bulunmayışımdan, hattâ, cesaretin ne demek olduğunu bile anLıyaıın-yacak bir yaşta bulunmamdan ile-
ri geliyor. Zira o tarihte ben, henüz yedi yaşındaydım.
ilk çocukluğum bilip de hayatı tanıdığını ilk anda karşılaştığım hâdise şuydu: Kaçıyordum- aradan yirmi yıldan fazla bir zaman geçmiş olduğu halde, bu dikkate değer günün her safhasını şu anda bile aynen yaşarım.
Bir arabaya çömelip oturmuş-dum; lıer bir yanı ayrı ayrı oynı-yan ve bütün cıvataları gacırdayan bu muhacir arabası, çıkın ve çuvallarla ağız ağıza doluydu Ya-nıbaşımda annem, benden küçük olan oğlan kardeşim, Lüyiik annemle biiyük babam ve uzun sakallı, siyah kalpaklı iki adam oturmaktaydı. Adamları tanımıyordum. Ufaeık arabanın, içinde, birbirimize iyice sokularak- olurm.ıış-tuk. Hâki renk panlaloııunııu paçalarını kirli çizmelere sokmuş ve sırtına bir ceket geçirmiş bir köylü olan arabacı, yanımız sıra koşup dilini şaklatmakda ve DEEH diye bağırmaktaydı.
Sabahın çok erken saati olmalıydı. Zira hatırladığıma göre, etraf, ancak yeni yeni ve güçlükle seçilmeğe başlamıştı. Beni, uykudayken alıp arabaya getirmişlerdi. Etrafımızı kaplıyan kalın bir sis tabakasının yavaş yavaş açıl-nıa.kta olduğunu' henüz farkediyor-dıım. Arabanın tekerleklini, sanki yorgunmuşlar ve çok ii.şiiyorlar-ınış gibi, gacur gucur etmekteydi.
En son askerlerin de şehri o gece terk ettiklerini biliyordum. Sokaklar bomboş ve ölüydü. Biz, buradan uzaklaşıyor Ve arkamızda, tuzla buz olmuş pencere camları, havaya atılmış bir köprü ve yüzüstü terkedilmiş bir mâbet bırakıyorduk. Bizimle birlikte arabanın içine çöınelmiş bulunan ve kim olduklarını bilmediğim sakallı iki adam, akrabalarından bir kadını beraber gelmeğe hir tiirlü razı edemediklerini, yana yakıla anlatıyorlardı. Bu iki yabancının, hep o kadından, söylene söylene bahsettiklerini, flütün bu anlattıklarımı daha dün olup bitmiş gibi, ■ şimdi bile işitirim.
“deli kan, ayakları ağrıdığı jçin gelmedi. Ne diye kald-, ne diye kaldı, sanki? Korumak istediği kimi var? Muhafaza etmek istediği nesi var? Bbş şehri mi koruyacak? Mezarlığ ı mı?„
Bütiin bunları bir solukta söylemişlerdi. Hiddetten soluya solu-ya durup, tiz ve kızgın bir sesle, hemde yahudice konuşrnuşdular. Zira hepimiz de, en küçüğümüzden en büyüğ ümüze kadar, hepimiz de yahudiydik, kaçmakta olan yahu-dilerdik. Sadecç, arabanın sahibi olan köylü, yahudi değildi.
Büyük babam, Lehçe ve Ru-tence kelimeler de kullanarak ve hayli nazik bir tavurla: “P anje Bauer [*], dedi, nasıl, senin bey-
/* ] Köylü dayı.
12
girler bu i.şin altından kalkabilecek mi? Öteki şelıir çok uzakta,-değil mi? Söyle bakalım, Panje Batıer, arkamızdan, Allah saklasın yetişecek olurlarsa, başımıza neler gelir, Allah saklasın amma, kafamızı kopanı lar, ha ne dersin?,,
Köylü, cevap verecek y.erde, dilini şaklattı hem de, o ana kadar olduğundan daha şiddetli, daha alaylı daha hilekârca. Sonra da, kamçısını havada bir şaklattı Ve arabamın arkasında sallanan lambayı lifleyip söndürdü.
Biiyiik babam, .gittikle nazikleşerek ve gittikçe daha fazla endişe duyarak, hep ayni sualleri, tekrarlamaktaydı: 'Paııj'. Baııeı... ha, sen ne dersin? „•»
Büyük anam, hiç 'çekinmed/'n ve yalıudice olarak: ine çocukca sualler sormaktasın?» diyerek büyük babamın lâfını kesti “herifin ne mal olduğunu g örmüyor ;nıı , sun? Dili tutulsun, ellerinin ikisi de..., ve ihtiyatı elden bırakmıya-1 rak ilâve etti canıma hele, varacağımız yere bir varalım ila..»
İki yabancı, daha hâlâ ellerini ve başlarını sallamakda ve zehir ■ gibi bir sesle, hiddetli hiddetli söy-lenmekteydileı I
—Ayaklarında hastalık vâr diye bizimle gelmesin!... Deli karı 1 Böylesi duyulmuş şey değil.
Bunları yazarken, tungur tungur yol olan bu muhacir arabasında geçen saatleri yeni baştan yaşıyorum. Şu anda ben, örtüler vc çuvallar arasına konulmuş olaıı o çocuğum, yine. Bizim arabanın ö niinde de arkasında da daha bir sürü başka arabaların, gacur gucur yol aldıklarını, arabaların ekserisine de ihtiyar beygirler koşulmuş olduğunu, o andaki kadar vuzuhla göı inekleyim. Sisin yavaş yavaş açıldığını, yahııdilerin bir .şey, den kaçdıklarnu ve bir sonbahar rüzgârının bir türlü sonu gclemi-yen uçsuz bucaksız şoseyi, yaladığını titreye titreye görüyorum.
Muhacirim, hem de yedi yaşında!
İşte, benim asıl hayatım böyle başlar.
FİKİR SANAT VE TENKİT
DEKÇISİ
Yedinci Sayısını Okuyunuz.
Sanat Siyaset - Politika
Esas itibariyle, hugiin, sanatla politik :a ve siyasetin düşiiiam lıesiîenler; halis: yığınlarının ve bu yığınların menfaatini güden sanatçıların yürüttüğü siyasetin kendileri için tehlikeli olduğunu sezenlerdir
Nevzat HATKO
cmieketimizde de dünyalını gidişine ayak uydurmak ama-ciyle bazı demok
ratik hak ve hürriyetlerin tanınmasını ve bunlardan vatandaşların azamî derecede faydalan-ıııa:ari için zemin hazırlama te şebbiislerine girişilmesini raü-Ijalıede ettiğimiz ştı devrede, san at siyaset ve S:ı::atcı politika konuları üz.erinde dikkatle vc gereği veçhile duru İması bir zarurettir. Çünkü, biz.de aeaip bir hal, bir tezat, esas kaide halini almış ve eskiden beri süregelmiştir; Memleketin siyasetini yürütecek olan aydınlar ır.ümresi-niıı muayyen bazı topluluklarına siyasetle meşgul, olmak hakkı taıınımaımjtır. Biziuı gibi ajöıı-ı az bir milletin bıı yola sapması besbelli ki hiç de faydalı olamaz .. Biz bur-lda kanunî tahditler elen balısetmiyeceğiz, bu bizim j’etki-miz. dışına çıkar ve siyaset yapmak hakkından mahrum olan züm-elerm kurdukları v.e kuracakları “dernek,, leriıı çalışma programları çerçevesine girer. J.’urada biz sanatın siyasetle ve sanatçının politika ile olaıı münasebetlerini kısaca incelemeye çalışacağız:
Şaııat’ıa siyasetin tarifini yaparsak, bunların birbirinden t'yrı şeyler olduğunu görürüz: Siyaset yaşadığımız. sosyal topluluk içindeki tezahürlerimizin topııııu birden içine ailr. Halbuki sanat, hayat ifadesinin muayyen bir tezahürüdür ve ancak istidat sahibi kimseler tarafından yapı'ir. Demek oluyor ki bütiin insanlar siyaset yapmadıklarını sananlar da dahil olmak tiz ere - siyaset yapmaktadırlar. Halbuki lıer insan -smıat y aptıklarım sananlar da dahil olmak üzere - sanat yapamaz. Şii halde, madem ki. bütün insan-Iâr siyaset yapıyor, sanatkârlar da siyaset yapmaktan, isteseler bile, kaçnıamazlar. Nitekim bütün sanat eserlerinde, doğrudan doğruya yahut ta- bilvasıta, mutla
ka siyaset vardır. Fakat, tekrar edelim, bu demek değildir ki sanatla siyaset ayni şeydir, yahut ta bir sanat eserinin değeri ihtiva ettiği siyasî fikrin değeriyle ölçülür. Böyle bir hüküm gerçek bir gafletten başka bir şey olamaz.
Siyaset alanla' ma bakacak olursak, sanat değeri olmayan bir siiı-ü siyasî tezahürlere şahit oluruz; hatta bu genel bir kaidedir. Fakat ayni şeye. Sanat alanında şahit olmak mümkün değildir; çünkü bütün sanat eserlerinde, belirli veya belirsiz, siyaset vardır ve bu siyaset mutlaka aksiilamelter yaratır. Esasen sanatta siyaseti inkâr etmek de başhbaşına siyaset yapmak dç-ınektir. Gerçekten sanatkâr bü ■ tün tezahürleriyle siyaset yap-noktadır ve yapması da gerektir. Bir şartla: yeter ki yaptığı siyaseti bize sanat olarak kabul ettirmeye yeltenmesin !,„
Mehmet Akif’in, Tevfik Fikret’in, Nâzdın Hiknıct’in, Hasaıı İzz.ettiu’in, Calıit Sâffet’iıı 'şiirlerinin siyasî mahiyetle olduğu hertıesee kabul edilmektedirı Yahya Kemal’in, Cahit Sıtkı’nın, Orhan Veli’ııiıı, Oktay Rıfat’ın şiirlerinde ise siyaset olmadığı iddia edilir ve bu şiirler bir çok kimseler tarafından böyle olduk-larl zannedildiği için de beğenilir ve tutulurlar. Ama aslında bunların da eserlerinde siyaset vardır, fakat bu siyaset ilk dört şairin eserlerindeki siyaset kadar doğrudan doğruya yapılmış değil; dir. Ama şurası muhakkak ki, yukarıda adı geçen şairler, eserlerindeki siyasî muhteva sayesinde birbirinden iistün, birbirinden büyük olmuş değillerdir: Esasen hiç bir devirde- hiç bir sanat ese-ı-i sadece siyasî muhtevasının doğruluğu sayesinde muvaffak olmuş değildir ve böyle bir misal aramak da gülünç olur. Bu hal, yani bir sanat eserinde doğru bir siyasî muhtevanın bulunu-
(Sayjayı çevirtiriz)
Î3
şu, bu eseri meydana getiren sanatkârın sosyal alandaki üstünlüğüne ve canlılığına bir delildir ve bu delil eserin tetkikinde bilvasıta değil, doğrudan doğruya bir kriteryumdur. Çünkü bütün büyük sanatkârlar yaşadıkları devirlerin problemlerini, hareket istikametini, ahengini, bütün canlılığı ile ve var kuvvet, ihtiras ve iştiyaklariyle benimsemişlerdir; devirlerinin en karakteristik değerlerini eserlerine sokmuşlar, bunlara gereken önemi kusursuz olarak vermişlerdir. Bunun için bu sanatkârlar, estetik değerler yaratmak işinde, kendi çağlarında yaşayan diğer sanatkârlardan daha üstün bir vasıf taşımakta, klâsik olmak mazhariyetine nail olmuş bulunmaktadırlar.
Doğrudan doğruya siyaset yapmak, yani politika yapmak, işine gelince: Hiç bir zaman bir büyük sanatkâr sadece siyasetle, yani politika ile uğraştığı için büyük olmuş değildir. Bunun aksine olarak bazı büyük sanatkârlar büyük oldukları için politika ile uğraşmak ihtiyacını duymuşlardır. Ama bu iki şey sosyal hayatta birbirine karıştırılıyor; çünkü insanlar fikri faaliyetlerini çeşitli cephelere yöneltmek zorundadırlar. Birçok kimseler cemiyet içinde hem sanat, bem' politika yaparlar. Fakat bu iki şey, oniar için ayrı ayrı faali-liyet sahası teşkil etmektedir. Bu' gibi kimselerin bu iki alanda verdikleri eserlere muhatap oianlar, yani halk yığınları, prestij bakımından ikiye aynhr: Onların sanatlarını beğendikleri için siyasetlerini benimseyenler olduğu gibi, siyasetlerini beğendikleri için sanatlarına hayran olanlar da vardır.
Bundan başka insanda bir, tek taraflılık;' bir, tek cepbelik vardır. İnsan her şeyi, beğendiği, sevdiği ve tercih ettiği unsurlarla bağ-b görmek ister,- ber şeyi, daha doğrusu, menfaatlerine irca etmek ve amaçlarına bendetmek ister. Bunun için insanlık tarihinde, her zaman, mevcut oian iktidar ve hakim zümreler-iyilikleri, kötülükleri; doğrulukları, yanlışlıklan bahis mevzuu olmaksızin-sanatı kendi hizmetlerinde görmek istemişler, sanat ve sanatkârlar hakkında bu zaviyeden bükümler vermişlerdir. Nitekim bugün de ekseri iktidarlar
14
Özlü ve Plânlı Neşriyata Muhtacız
(Baş tarafı S a. 3 de)
imkânları da bu kitleden daha mahduttur. Yani ekmeğinden çocuğunun nafakasından ayırıp kitap alacaktır. Bunun bu zamanda he demek olduğunu hepimiz biliyoruz. Binaenaleyh okuyucuya özlü ve istifade edebileceği İlmî yazılar sunmak lıern bir vazife hem bir zarurettir. Halbuki bizde aksine neşriyatımızı mecmua ve yazı bolluğu iie ölçüyoruz. Okuyucudan, kendisine bir hayli paraya ve zamana mal olacak olan böyle bir neşriyatı takip etmesini beklemek biraz fazla idealistlik olur. Neşriyatımızdaki ikinci noksan da muayyen bir münevver kitlesine değil tnı kitle haricinde kalanlara hitap etmek ve ileri bir neşriyatı tamtmak balka sevdirmek yolunu bilmeyişimizdir. Birçoklarına böyle bir neşriyatın çok dar olan hududu içine girmek zor geliyor ve bunu fikrî hamuleleriyle mütenasip görmüyorlar. Bizce böyle bir neşriyatta öğretilecek şeylerden ziyade bu gibi neşriyattan abnacak bir çok dersler vardır. Ve bu dersler müstakbel halk kültürünün zengin hâzinesini lıazırlıyacaktır.
Binaenaleyh, halkın demokratik gelişmesine yardım eden ve bu hareketle tıeraber giden az ve öziü yazılara ve bunun yanında yetiştirici ve plânlı bir halk neşriyatına muhtacız.
Rasim GÜRHAN
kendi amaçlarına hizmet etmeyen sanat ve sanatkârlara hayat hakkı tanımamakta İsrar etmektedirler. Gene tıu sebepledir ki bazı sanatkârların * bunlar şanatı sanat için yapanlardır - bir sanat adamının nasıl olur da kalemi, fırçayı, mermeri, notayı ihmal (!) ederek siyasetle uğraşmağa karar vermesini havsalaları alamaz-
Ve lâkin, esas itibariyle, bugün sanatta politika ve siyasetin düşmanı kesilenler; halk yığınlarının ve bu yığınların .menfaatini güden sanatçıların yürüttüğü siyasetin, kendileri için tehlikeli olduğunu sezenlerdir.
Nevzat HATKO
İslâmiyette Sosyalizm
Genç ve değerli muharrir Faik Bercâvi, uzun senelerin yorucu tetkikleri mahsulü olan kitabını, nefis bir cild halinde yayın* ladı. Bu kitabı tereddütsüz ve cesaretle adım attığı bu zahmetli yolun ilk "merhalesi sayıyoruz. İlmî araştırmalar yolu ne kadar çetin ve muharririn seçtiği mev zu ne kadar ağır olursa olsun, bu küçük eser, bir büyük müjdedir. Tebrik ederiz.
Yine sabah oldu
Amerika’nın ileri muharrirlerin-, den, Ernest Hemingway’in bir eseri daha dilimize çevrijmiş bulunuyor. Eserin ismi “Yine sabah oldu», çeviren Vabdet Gül-tekin, yayınlayan Batı Yayınevidir.
Aşk ve Sümüklüböcek
F uat Hop ve Tuna Baltacloğlu yazdıkları hikâyelerini ortak bir kitapda toplamışlar ve kitaplarının admı da birisinin ilk, öteki ■ sinin son isimlerini birleştirerek koymuşlardır: »Aşk ve Sümük" üböcek,,
11 John Steinbeck — —
Sardalya Sokağı
(Canery Raw )
Büyük Amerikan edibinin bu sön romanını Behice. Boran'ın tercümesinden okuyunuz 125 kuruş '
BATI YAYINI
P. K. 18 Şişli —
Rüzgârlarım ko nuşuyor Kıymetli Şâirlerimizden Cahit Saffet Irgat’ın hu yeni eserini okuyunuz.
İleri sanat, geri sanat
(Baştarafı Sa 5 te)
eden cereyanlar ileri iniydi? Resimde kübizm, ekspresyonizm ve daha bir sürü izm’lerle hüküm sürüp şimdiden maziye karışmış bulunan sanat mezhepleri, şiirde “Mânası anlaşılmıyor, ama güzel» dîye ortaya sürülen sürrealist adaiplikler, «şuurun akışı» nı tasvir etmek iddiasıyla yazılıp, yazardan başkasının anlıyamadığı James Joce’vari romanlar, belki yeniydiler ama, ileri olmak şöyle dursun, bilâkis çökmekte olan bir cemiyetin sakattaki akisleriydi. Bu sanat hareketleri hem mevcut burjuva nizamına, burjuva estetik, ve ahlâk değerlerine bir isyanı, hem de artık cemiyetin değerlerine inancını kaybetmiş, hayatta bir gaye ve mâna bula-mıyan sanatkârın bayattan ve ce miyetten kaçışını, ifade ediyor. Sıhhatli, verimli bir sanat hayatı ancak, sanatkârın kendi işinin ciddiyetine, yani bayatın bir mâna ve gayesi olduğuna ve kendi sanat faaliyetlerinin bu mâna ve gayeye bir şeyler kattığına inanma-sıyle mümkündür. Hayata, insanlara inancım kaybeden sanatkâr kendi sanatının dar sınırları içine
kapanıyor, cemiyete ve hayata sırtını çeviriyor. Bu vaziyette, ya kendi ferdî ruh halleriyle haşır* neşir olup bunları insan münasebetlerinden, sosyal çevreden tee-rit ederek ifade etmiye çabalıyor; veya muhtevayı reddediyor, aııcak bir vasıta olan şekli gaye haline getiriyor, şekillerle, tekniklerle uğraşıp mücerret sanat, saf sanat yaptığına hem kendini, bem de âlemi inandırmıya çalışıyor. Sanatta bu sapıtmalar ve onun doğurduğu arayışlar, denemeler, teknik ve şekil bakımından sanat mirasına br şeyler vermiş olabilir, bu tekniklerden daha sonraki gerçek sanatkârlar faydalanabilirler, ama birer sanat hareketi olarak bu hareketler ve meydana koydukları eserler şimdiden sanat tarihi kitaplarının ve müzelerin matı olmuştur.
Sanatta ilerilik meselesi bu kadarla bitmiyor. İlerilik, gerilik bakımından eski sanat karşısında nasıl bir vaziyet alacağız? Muhtevanın ileriliği sanat eserini değerlendirmekte yegâne ölçü müdür ? Geri muhtevalı eserlerin sanat eseri olduklarını red mi edeceğiz ? Muhteva ve şeklin sanattaki yeri nedir? Bir sürü mesele ki birbirine zincirlenip gidi* yor. Bu mevzulara tekrar döneceğiz.
Bebıce BORAN
Bir Dahînin hayatı
(Başı sa; 9 da)
için, ayaklarında kar sularının kesici soğuğunu hissederek, yapmak mecburiyetinde olduğu' bir seyahat dönüşünde zatülcenpe yakalandı. Başka kimsesi olmadığı için sevgili yeğenini doktor aramağa gönderdi. Fakat bu aziz yeğen kendisine verilen vazifeyi eğlence arasında iki gün sonra hatırlayabildi.
Böylece doktorun geç gelmesi, fena tedavi, bu büyük insaiıı sağırlık, karın ağrıları ve zatül-cemp gibi üç hastalıkla pençeleştiriyordu. 3 ocak 1827 de vefakâr yeğenini kendine varis yaptı. Nihayet fırtınalı bir günde son nefesi korkunç bir gök gürültüsü arasına karışıyor. Gözleri yeğeni kimbilir nerede bulunduğu-için bir dost tarafından kapanıyor. (26 mart 1827)
Böylece beşeri sanatın büyük dehalarından biri olan L. v. Beethoven’in hayatından bahsetmiş olduk. Gelecek yazımızda, yaşadığı sosyal devreye kısa bir göz. ata" rak onun, dünya görüşü ve inki-lâpçı sanatından bahsedeceğiz.
Ahmet ŞAŞIOĞLU
Halk Sağlığı ve Sosyal tebabet
(Başı sa; 5 de)
flııdan büyük bir alâka ile karşılanmakta ve gözlerinin önünde cereyan eden hâdiseler verilecek bin bir öğüt ve mücerret konferanslardan daha ziyade faydalı olmaktadır. Bu filimlerde meselâ halk salgınlarının sebepleri, geçiş şekilleri = klinik tabloları, tedavi tarzları, alınacak korunma tedbirle ve tatbikleri, tedavi görmeyen vakaların neticeleri, demonstratif bir şekilde temsil edilmektedir. Bu son harp yıllarında bu gibi filimler Amerikan ordusunda öğretim programına konmuş ve çok istifade edilmiştir.
Hiilâsı: Halk, sağlığının gereği Üzere garanti altına alınabilmesi için herşeyden önce şu iki önemli meselenin halli lâzımdır:
1 — Tebabetin devle deştirilip bir ticaret vasıtası olmaktan ve dolayisiyle insan sağlığının dais-t işmardan kurtarılması..
2 — Halkın hayat standardının yükseltilmesi ve bunun için dte evvel emirde cehaletin ortadan kaldırılması
Dr. Sabire DOSDOĞRU
Demokratik ve antidemokratik kampanya
(Başı sa; 7 de)
leketlerin birer emtia pazarı batine getirmek, onların ham madde kaynaklarım monopolleri altına alıp insanlığı sömürmek antidemokratiktir.
Demokrasinin iktisadi mânada tahakkuku prensibi Öyle bir anahtardır ki yalmZ bununla, bütün sosyal, politik, kültürel, ekonomik meseleleri çözmek kabildir. İçinde bulunduğumuz şıl harp sonrası kritik devrede açılan kampanyanın da bedef ve gayesi budur.
M. Hulusi DOSDOĞRU
DOST
15 günde bir çıkar, ileri sanat ve aktüalite dergisi.
22 Aralıkda* ikinci sayısı olgun yazılarla çıkıyor.
15
jfStoayıfa
M(r
X
■ i
; - . ■ V '
' j;
Waltp\ .
Sı kumsaldan, l'orum,-Z™-
Sevdalı sulatma geHı^/Vpr\.b₺n
Uzanıp giden d;
Sarsak, derin
Hayatın görU
Kürekle açikhj
l£y deniz, sana terkediyorum kehdimi, Ne demek istediğini anlıyorum seııin, Seyrediyorum o efnj, bjşekici pa Bana ellerini siirym
Beraberce. &ÎU4
Yatır bir ya sdığ^
Gel geç göjnillü
Her şeyimle şendenim, " Bu hallerinin J^rİ^tyhâtjU Sellere akıntılara katpırı Öğerim dostları y Herşeye yakınlı Evde ne var ne Ben yalnız iyili fazilet ve fesa Beni kötülük d Gidişim, kusur bula Gelişen her köke su O derrpanı tükenmez c Göklerin, üzerinde işlenecek, Bir .yanda denkleşme varsa zıt Sabit bir felsefe kadar mülayim birmiş Şimdiki düşünce ve kanaatlerimize, iyfei
“Desilliyonlarca” yıldan bana aşıp geldir'şij^dedUküdan
Evet, ondan ve şimdi’den daba iyi ne var ?
Bu gün iyi, geçmişte iyi hareket eden o kadar hayj>.etytf(
Asil her zaman, evet her zaman hayret Veren şey, bir alçağın, biı|kâ/irin mevcut
b i r b i r in i
uyan^yfiyftfT ben, k
in» Mit
ç(/4rilatmadan .mı geçeyim ? Iklarin/âa^şa^i olmayı.
inedir ?
ldırflfffl^^ harekete geçjrı
İU gl t ortadan L_.
eddedenlJç’ji^jk^değildir,
bence hepsi
rfifâcâijt’ doğacak diye mi korkuyordun' konacak kanunları olduğunu kestjfdin İrafta dd* deniri
Ûnanı
fçıkmsmızdııf diBorum.
bilmesidir.
İbrahiiB^Sk^^ar