1946 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1946 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kaynak: TÜSTAV - Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı Arşivi

İİya Ehrenburg’un son eserleri
EHRENBURG, şu sırada yeni bir roman hazırlamakla meşguldür. Fırtına adını verdiği bu roman* 1939 - 1945 arasındaki vakaları ele almakda ve mevziî, Sovyet Rusya Fransa, ve Almanya’da geçmektedir. Muharrir, bu hususta kendisiyle yapılan bir görüşmede şunları söylemiştir: (Ben, bu kitapta, basit'insanların, bu fırtına devresinde başından geçenleri göstermek istedim. Fakat sadece bu kadarla kalmayıp, onların iç âlemlerini de vermiye çalıştım.»
Ehrenburg, yeni bir eserini daha bitirmiş bulunuyor. Muhtelif makalelerini bir araya getiren ve “Avrupanın Yolu,, adını taşıyan bu kitap, harp sonrasına ait intibaları ihtiva .etmektedir.
1946 Nobel Edebiyat mükâfatı 1902 denberi, hemen her yıl bir. edebiyatçıya verilen bu mükâfat, en son olarak 1939 yılında Fin romancısı F.E. Sılanpaa’ya verilmişti Araya giren İkinci Dünya harbinin 7 yıllık fasılasından sonra 1946 da bu ananeye yeniden başlandı. 1945 Nobel Edebiyat mükâfatı, alman şair ve romancılarından Her-mann: Hesse’ye verilmiş bulunuyor. 1877 doğumlu olan Hesse, bir protestan papazının oğludur. Babası-, nın mesleğinde yetiştirilmek istenilmişse de, devam ettiği teoloji seminerini yanda bırakarak hayata atılmış ve saat fabrikasında teknisyenlik, Basel’de kitapçılık gibi birkaç mesleğe girip çıktıktan sonra nihayet serbest muharrirlikte karar kılmıştır. Almış olduğu aile ve mektep terbiyesinin, tesirleri ç-serle rinde hissedilen Hesse’nin bariz karekteri, yer yer romantik bir hava ile karışık bir mistik havaya malik olmasıdır. “ Peter Camen-zind”, “Demian” ve “Bozkırlar kurdu” gibi roman ve büyük hikâyeleriyle “Hintden” ismini taşıyan seyahat kitabı meşhurdur. Bugün devrini kapamış bulunan Hesse gibi birisine Nobel edebiyat mükâfatı verdiren âmillerin sadece ■ sanat endişesi veya edebi tercifı olmadığı kanaatindeyiz.
2
Federico Garcia Lorca
İspanyada faşist Franko rejimitıin binlerce kurbanlarından biri de Garda Lorca’dır.
1899 da Fuentevagueros (Granada) da doğan Lorca, geniş'araziye sahip bir aileye mensuptu. Granada ve Madrid üniversitelerinde hukuk, felsefe ve edebiyat tahsil eiti.
İspanyada bütün halk. onu tanır, çiinkii o, halk müziğine karşı olan derin bağlılığı ve bilgi sil e halka inmesini bilmiştir. Kendisinin de musikî çalışmaları vardır, onun edebî eserlerinin esas kaynaklarından biri de bu musikidir.
7 ahsilini bitirince, İspanyanın her tarafını gezen Lorca, sonraları Fransa, İngiltere 1929-1930 da da Birleşik Devletler > Kanada ve Küba’ya gitmiştir.
Güzel san’atların hemen her şube" sinde çalışan bu büyük şairi, 1933'34 te Buenas Aires ve Montevideo’da kendi eserleriuden ve İspanyol klâsiklerinden temsiller verirken gcirüyoruz. Bundan başka resime çalışmış ve sinema denemeleri yapmıştır.
1928 de Granadada Gallo mecmuasını kurda. İspanyol halk tiyatrosunu tanıtmak gayesile La Barraca Üniversite Tiyatrosunu da idare etti.
Müteaddit hünerleri arasında, piyanoda halk şarkılarına refakat etmek, kendi tercümelerini plâğa almak, mu-[sikili trajedilerin muharrirliğini yapmak da vardır.
17 yaşında iken, modern, klâsik ve romantik tesirler altında yazmıya başlamıştır. Gençliğine ait şiirlerinin bir kısmını ihtiva eden ilk kitabında Salvador Rueda, Juan Ramon, Jimenez ve Machadolarin tesiri görülmektedir.
Şiiri başlangıçta karışık şekiller arzederse de bazıları sonraki eserlerini doğuracak olan filizlerle doludur.
Şirini meydana getirirken daima estetiğin en ileri ve en zor imkânlarını denedi.
Çok dağınık şiirleri) burada
inala gıiç olan bir zenginlik çe çeşitîi-lik arzeder. Endülüs ruhunun yeni bir hayal mahsulü olan şarkıların, romansların dramatik’lirizminden, şuur altından gelen sürrealist ve kübik şiirlerin lirizmine kadar her şeyi onda bula^Ui-riz. Bîitün bunlarda bir emniyet, bir sükûnet ve genişlik vardır.
Lorca, her şey den önce, halkı çok iyi tanıyan ve seven, bütün faaliyetlerinde ondan ayrılmiyan bir şairdi. Bunun için halk da onu severdi. Nasıl sevmesin?
Onun şiirinde İspanyol halkının sıcak kanlılığı, kızgın İspanya güneşinin parıltıları, Endülüs hayatının hareketliliği vardır. Eserlerinde bazan bir çocuğun neş’eli sesi, bir annenin şefkati, Granada* lı çingene hayatının kıvraklığı duyulur.
Şiir, onun ellerinde tuttuğu bir a-teşdi. Kendisinin Allahın lûtju ile değil, tekniğin *ve gayretinin lûtfu ‘ ile şair olduğuna inanırdı.
Memleketimizde hemen hiç tanın-miyan Garcia Lorca, İspanyada halen hüküm siiren faşist rejimine ve kendisinin bu rejim tarafından öldürülmüş olmasına rağmen, bıigün bütün modern İspanyol şiirine örnek olmuştur. Bir çok şairler anun yolunda yürümekte ve onu taklit etmektedirler.
Garcia Lorca’mn 192? ilet 1931 arasinda basılmış beş şiir kitabı vardır. Bundan başka iki eseri ve otuzu geçen muhtelif etiidleri mevcuttur. Bir çok şiirleri İngilizceye ve Friınsızcaya çer-rilmiştir.
Ölümü anî olmuştur: Cumhuriyet devrinde, halk tarafından kat* iy yen sevilmiyen Falanj teşkilâtı kaldırılınca, ( Lorca onlarla alay eden bir şiir yazmıştı. Franko rejimi iktidarı ele ahp Falanjları yeniden tesis eder etmez aradan 5-6 ytl geçmiş olmasına rağmen, Lorca’nın bu şiirini eline geçiren bir f alanjist onu* kapısının önünde tabanca ile Öldürmüştür.* Bu geç kalmış, kahpece intikam İspanyol halkı ile beraber Lorca’yı tanıyan bütün diğer memleketlerde de büyük bir te-.essiir uyandırmıştır. Hürriyet a şıkı insanların bir bayrağı da Federico Gar-cin Lorca*dır.
___YI.ĞIN _________
Her ayın 1 inde ve 15 inde çıkar fikir ve sanat mecmuasıdır. Yıllık abonesi (600) kurnş, altı^ aylık ( 300) kuruştur, öğretmen ve Öğrenciler için bu fiyatlar 500 ve 250ku-ruştur. Basılmiyau yazılar geri Verilmez. Muhabere adresi; Posta kutusu ( 1600) Galata - İstanbul- Sahibi ve yazı işlerini fiilen idare eden Adil Yagfcı. Basıldığı yer: F. K. Basımevi
___* İstanbul —
Özlü ve plânlı neşriyata muhtacız
Kontrollü ve plânlı neşriyat halk hareketi için fayda* lıdır. Çünkü bu neşriyat herşeyden evvel halkın yetinmesini ve ileri bir neşriyatı kavrayabilecek bir hale gelmesini gaye edinmiştir. Söz ve yazı hürriyetinin devamı için de yegâne teminat budur. Yoksa muayyen bir kliği tatmin etmek için ve sırf yazı yaz* mak için yapılan tetkiksiz, özsüz ve gelini güzel neşriyat hem boş hem de zararlıdır.
Rasim GÜRHAN
SON zamanlarda neşriyat sahasında yeniden bir canlılık görülmeye başladı. Türkiyenin demokratik gelişmesini arzulayan her samimi vatansever bu hareketi bittabi memnuniyetle karşılayor ve maddî imkânları nisbetinde bu neşriyatı takip etmeye çalışıyor. Halbuki diğer taraftan demokrasiyi hususi ve mümtaz bir zümreye has zanneden ve demokrasinin böyle kalmasını arzulayan bir takım sözde demokratlar bu neşriyat gelişmesini ve halkın bu neşriyata karşı gösterdiği alâkayı huzursuzlukla seyretmekte ve çamur atmak için fırsat kollamaktadır. Hattâ bazı gazetelerde şimdiden bu kabilden yazılar başlamış bile!
Bu hâdise, maalesef, memleketimizde ilk defa olmuyor ve birkaç senelik fasılalarla tekerrür edip duruyor.
Biz burada, tekerrür edip gelen bu hâdisenin mürteci neşriyat tarafından ne gibi âmiller altında hazırlandığını ve bu hususta takip edilen siyasetin neden ibaret olduğunu araştıracak değiliz. Yalnız tekerrür edip duran bu hâdiselerden çıkarılması mümkün > olan ve bizce, düzeltilmesi lâzım gelen bir iki noktaya temas edeceğiz.
Türk halkının eline herhangi bir amilin tesiri altında ne zaman bir hürriyet geçse, ilim veya sanat hamulesine rağmen Senelerce susmak mecburiyetinde kalmış olan münevver hiçbir mes’uliyet düşünmeden ve fikirlerine şekil vere-eek olan maddî ve İçtimaî şartların tahakkuk edip etmediğini tetkik etmeden bu hürriyeti kendi isteği ve dilediği, gibi dolu dizgin kullanır ve nihayet pusuda ‘ bekleyen mürteci matbuatın tesiriyle harekete geçen hükümetten, bir darbe yiyerek siner.
O zaman, halkın arkasından yürüyeceğini zanneden münevver büyük bir sukutuhayale uğrar ve halkın vurdum duymamazlığından şikâyet eder. Hele münevverliği de pek mahdut ve sathi ise derhal marazi temayüller göstermeğe başlar, nihayet, soluğu önce küfrettiği tarafta alır. Matbuatımızda bunun yüzlerce misalini bulmak mümkündür.
Bu hareketi takip eden uzun tazyik devrinden sonra yine ayın plânsız ve mes’uliyetsiz neşriyat ve yine aynı şekilde bir tazyik devri.
Matbuat ve inkilâp tarihimiz âdeta bu hâdiselerin tekerrüründen ibarettir ve bunun için her inkilâp ve reform halk içinde hiçbir iz bırakmadan geçip gider.
Memleketimizin geçirdiği bir sürü Söz ve yazı hürriyeti devirle' rinde yazılan ve söylenenleri bugün okuduğumuz zaman hayret ediyoruz. Bunlar arasında otuz hatta yetmiş sene önce Söylenmiş bugünkünden çok daha ileri fikirlere rastlamak mümkündür. Fakat bütün bunlar neye yaramıştır? Bütün bunlar halkı bugün fal kitapları, şehvet romanları, ve nihayet en adi ve havai neşriyatı takip etmekten alakoymuşmudur ? Bilâkis her hareketin, daha halka irişmeden ve onun tarafından kavranıp benimsenmeden, kısa bir zamanda mağlubiyeti, halkı bu gibi neşriyata karşı mütereddit davranmıya şevketmiş ve onu, kafasını işletmeden oyalayacak veya en geri hislerini tahrik edecek neşriyatla baş-başa bırakmıştır.-
Peki o halde münevver, eline geçen fırsattan istifade etmemelimi, dir? Bilâkis. Yalnız münevver şunu da bilmelidir ki, halk, yılların
kafasma verdiği rehavetten kurtulmadıkça, fikirlere şekil verecek muayyen bir siyasi olgunluğa yetişmedikçe, yani fikirler kuvvet haline gelmedikçe, bütün yazılanlar yalnız kendisini ve etrafındakilerî tatmin etmeye ve kendisini oyalamaya yarâr.
Bugünkü mânâsındaki hakiki , münevver, kendisini her türlü kayıtlardan azade hisseden, cemiyet üstünde -veya altında- acayip ve anormal bir mahlilk değil, bilâkis bulunduğu muhitin iktisadi veya sosyal şartlarına uzun tazyik yıllarının ve bu şartların halkın üzerinde bıraktığı tesirleri ve nihayet kendi muhitinin yine kendi muhitiyle- olan beraberlik ve farkını me. todik ve objektif bir tarzda inceden inceye tetkik eden, hareketini bu tetkik sonunda veya bu tetkikle beraber edindiği fikirlere göre tanzim eden, nihayet hareketlerinden de netice çıkarmasını bilen bir âlimdir. Bu münevverin nazarî olduğu kadar pratik ve yol gösterici bir kıymeti de vardır. Kontrollü ve plânh neşriyat halk hareketi için faydalıdır. Çünkü bu neşriyat her şeyden evvel halkın yetişmesini ve ileri bir neşriyat! kavrıyabilecek bir hale gelmesini gaye edinmiştir. Söz ve yazı hür. riyetinin devamı için de yegâne teminat budur. Yoksa muayyen bir kliği tatmin etmek için ve sırf yazı yazmak için yapılan tetkiksiz özsüz ve gelişigüzel neşriyat hem boş hem de zararlıdır.
Bu münasebe tle neşriyatımızın iki noksamna temas etmek istiyorum: Birincisi neşriyatta keyfiyet yerine kemmiyete verdiğimiz, ehemmiyettir. Türkiyede, maalesef, okuyucu kitlesi mahduttur. Ve bu mahdut okuyucu kitlesinin ınaddî (Sonu sa; 14 te)
3
i İleri sanat, geri sanat ? t *4 *4 *4*44444 4444444444*444 4*44 4444 *4 4444 4 * *4 4444İ
İleri sanat realist ve inkılâpçı sanat olduğu için zamanının sosyal meselele* rine lakayt kalamaz. İleri olmak için sanatkârın mutlaka her eserinde istismardan, sefaletten, hürriyetten bahsetmesi gerekmez ama istismarın, hürriyet* sizliğin hüküm sürdüğü bir devirde ileri sanat bu meselelere sağır da kalamaz
AF SANAT taraftarlarına göre sanatta ilerilik ve gerilik diye bir şeyden bahsedilemez. Onlara söylenecek çok
sözvarsa da bu yazıda onlarla münakaşaya girişmek niyetinde değilim. Sanatın sosyal tabiatını kabul edenler arasında zaman zaman rastladığım, yenilikle ileri-liği birbirine karıştırmak temayülü dolayısiyle, sanatta ilerilik meselesi üzerinde durmak istiyorum.
Sanat eserleri için ilerilik, gerilik meselesi varittir, çünkü sanat eseri mutlaka bir şeyler söyler, bir mâna ifade eder. İkincisi, eser mutlaka onu yazan sanatkârdan başka, küçük veya büyük, bir grup insan için bir mâna taşır. “Sanatkâr kendi zevki için, kendini tâtmhı için eser verir„ gibi iddialar bu hakikati çürüte-mez, zira, sanatkârın böyle çalıştığı doğru bile olsa, yine eser, bir kere meydana geldikten sonra, sanatkârdan gayrı insanlara hitabeder. Okuyueusuz, seyircisiz veya dinleyicisiz sanat eseri dü’ şünülemez. Bunun için "Ne söylüyor ve kime söylüyor?,, sualinin eevâbına göre bir sanatkârın eserleri ileri veya geridir.
Pekir ilerinin ölçüsü nedir? İlerinin ölçüsü, sarat eseriyle, o eserin içinde meydana gelmiş cemiyet arasındaki münasebet e-dir. Bir cemiyetin bünyesinde onu daha ileri bir tekâmül safhasına . götürecek şartlar, ve aynı zamanda mevcut durumu devam ettirmiye amil olan şartlar vardır. Cemiyetin bu durumu nüfusun tabakalaşmasında ifadesini bulur; cemiyetin ilerlemesinde aktif rolü oynıyan ve oynıyacak otan sınıf ve zümreler vardır, mukadderatları mevcut nizama' bağlı ve bunun için de mevcut
l— Yazan : .ı»ı—«w
Behice BORAN
nizamın müdafii, değişmenin has, mı, olan sınıf ve zümreler vardır. Cemiyet bünyesinin ve sınıf nizamının durumu fikir ve sanatta, umumiyetle sosyal değerlerde, ifadesini bulur. Bir tarafta, ileri gelişmelerin yarattığı ve inkılâpçı sınıfın ideolojisine tekabül edeıı bir hayat ve dünya görüşü ve bu görüş noktasından bir tabiat, insan, aşk, güzellik, sanat ve fels; fe anlayışı vardır; diğer tarafta, mevcut nizamin müdafii olan sınıf ve zümrelerin kendi durumlarına uygun bir hayat ve dünya görüşü, insan, tabiat, aşk, güzellik, sanat ve felsefe anlayışı vardır. İleri sanat birincisinin, geri sanat İkincisinin sözcüsüdür.
İlerilik, gerilik, sanat eserinin mevzuunda değil, o mevzuu görüş nokta-ıııda ve yorumlama me-toduııdadır. Sosyal mevzular ka dar tab at güzellikleri ve aşk ta ileri sanat sahasında yer alabilir; hatta iddia edebiliriz ki ileri sanat bize, devrimizin insan-insaıı münasebetlerinin her cephesini yorumlamalldır, her çeşit insan tipini, insan tecrübelerini tahlil edip mânâlandırmalıdır. . İleri sanat olmak için mutlaka işçiden, istismardan, sefaletten bahsetme si gerekmez; işçiden, sefaletten bahseden geri sanat eserleri de olabilir, aşktan, sevgiliden, tabiattan bahseden ileri sanat eserleri olabildiği gibi...
İleri sanatın bir vasfı da, ele aldığı mevzuları gerçeklere uygun olarak, doğru olarak yorumlamasıdır. İleri sanat hakikatin ifadesidir. Sanatın mahiyeti, çeşitli vasıfları, üzerinde durulur
ken, onuıı, başlıca bilgi edinme yollarından biri olduğuna nadiren işaret edilir Halbuki sanatın başlıca bir fonksiyonu, realiteyi, çeşitli tezahürlerinde, daha iyi anlamamız a, öğrenmemize hizmet edişidir. Biz okuyucular, dinleyiciler veya seyirciler, sanatkârın eserleri yoliyle kendi dar ferdî hayatımızda yaşadığımızı dolayı-siyle yaşar, göremediğimizi görür, hissede madiğimizi hissederiz; veya birşeyler görüp, hissedip te mânalandîramadığımiz, aıılıyama-dığlmız tecrübeleri, anlar, mâna-landırlrız. Eserleri bu işi yapabildiği derecede, ve bu işi gerçeklere uygun olarak, hakikati ifade ederek yapabildiği derecede, bir sanatkâr büyüktür ve ileridir. Sanatkar bunu başarabilmek için zamanının ilim ve fel ■ şefe gelişmelerinden haberdar olmak zorundadır. Her devrin bir bilgi seviyesi, realiteyi en doğru olarak ifade eden bir fikir sistemi vardır. Büyük, ileri sanatkâr, devrinin ilim ve fikir seviyesini iyi bilen ve ele aldığı mevzuları, bu eıı gerçek fikir sistemi bakımından işleyip yoı-umlıyaıı sanatkârdır.
Şuna işaret edelim ki, ileri sanatın iki vasfı olarak ileri sürdüğümüz, inkılâpçı sınıfın ideolojisinin sözcüsü olmak ve gerçekleri doğru olarak ifade etmek, yani hakikatin sözcüsü olmak keyfiyetleri birbirinden ayrı şeyler değildir. İnkilâpçı sınıfın ideolojisine İlmî ve felsefî görüşler de dahildir. Bilgimizin gerçeklere en uygun, en doğru bir sentezini veren felsefî görüş, ilmî na" zariyeler inkilâpçı sınıfın ideolojisini teşkil eder. Tarihte iııkilâp-çı sınıflar daima, gerçekleri diğer sınıflardan daha doğru olarak görüp anlıyabilmişler ve bu anlayışı fikir sistemlerinde ifade etmişlerdir. Çünkü fikir hayatındaki, felsefe ve ilimdeki, gelişmeler sosyal gelinmelerle birlikte gider. İleri sanat, geri sanat tefriki ele alman mevzulara göre değil, görüş noktasına ve yo. ruınlama metoduna göredir dedik. Bu ifade doğrudur. Fakat meseleyi bu kadarla bırakmak yanlış neticelere götürebilir. Her şey sanata konu olabilir;- olabilir amma, sanat tarihine baktığımız zaman devir devir bazı konuların sanatı bilhassa meşgul ettiğini, bazı sanat cereyanlarının kuvvetlenip, diğer bazılarl'.ıln za-
4
yıf ve silik kaldığını görürüz. Sanat ya doğrudan doğruya veya dolayısıyla mutlaka sosyal şartları aksettirdiğinden, cemiyet :} "utları ve bunların doğurduğu ana daval ır zamanla değiştiğinden, sanat da görüş ve muhteva itibariyle devir devir farklı vazıyetler gösteriyor. Mevcut cemiyet şartlan altında sanat şu veya. bu istikamette gelişince, bir takım belli meseleler “sanat meseleleri,, halife gelince, sanatın bu durumu, bu sanat faaliyetleri, dönüp cemiyetin gidişine tesir ediyor Sanalın şu v.-ya bu görüşü belirtmesi, şu veya bu meselelerin üzerinde durması cemiyette o görüş ve meselelerle ilgili gelişmeleri kııvvetlendirmi-ye, diğerlerini zayıflatıcıya yardım ediyor.
Bn demektir ki, sanatın sosyal mahiyeti üzerinde dururken bunu sadece cemiyet bünyesinin sanat üzerine teüri şeklinde an-lamamalıdır; sanatın da Cemiyet şartları üzerinde az veya çok bir tesiri vardır. Cemiyet hayatının, insanların giriştikleri toplu faaliyetlerin, bütün sahaları birbirlerine karşılıklı tesirlerle bağlıdır, amma şüphesiz, her saha aynı ■ ehemmiyette, aynı ağırlıkta, değildir. Meselâ, cemiyet bünyesi sanata değil, sanat cemiyet bünyesine tabidir. . Fakat sanat,- diğer faaliyet sahalarından ayırde-dilebilir, kendine mahsus vasıf İarl olan bir insan faaliyetidir ve bir faaliyet olduğu için de, döner, diğer faaliyet sahaları üzerine tesir eder. Cemiyet-sanat münasebeti tek taraflı, mekanik, otomatik bir münasebet değil, diyalektik bir münasebettir. Sanatın cemiyet içinde oynadığı bir rol. vardır.
Tarih boynnea sanat cemiyette böyle bir rol oyıılya gelmiştir, fakat bugünün cemiyetlerinde bil* hassa faal bir rol oytııyacak durumdadır. İnsan cemiyetleri tekâmül halinde oldukları için, cemiyet hadiseleri hakkında hüküm verirken yalnız “şimdiye kadar olan,, a bakıp muhakeme yürütmek yanlıştır. Bugünün ce* miyetleri, daha önceki devirlerden farklı olarak, kendi varlıklarının ve gidişlerinin şuuruna varmışlardı -.- Dalıa önceki cemiyet nizamlarında insanlar mevcut sistemi, müesseseleri, kanunları, çeşidi sosyal değerleri teneffüs ettikleri hava gibi tabiî, ne ol-
İşsizlik
Akşam oldu yine işsiz kalana.
Gurupta kan renkli bulutlar.
Acemi kırlangıç yavruları havada pir pir. Bıı saatte fabrika yolları tıklım tıklımdlr.. Mahalle erkeklerinin çoğu terli birer kahraman gibi işten dönmüştür evlerine.
Sen şimdi yine kapıda, beyaz bir gölge gibi Iıekliyorsundur yolumu.
Halbuki ben
elleri' boş dönecek gölgemi saklamak için mahalleliden geceyi bekliyorum.
Baş vurmadığım yer mi kaldı:
Mensucat fabrikaları,
tütün recisi, mağazalar ..
Sarkıtıp iki kara somun gibi yumruklarını çatık kaşlı masaların önünde mahçup beklemek, kolay mı bir tanem mağlûp ve sakin ve âdeta bir alçak minnet edişle iş istemek !
Daha bir hayli zaman kapıda beyaz bir gölge gibi bekliyeceksin yolumu.
Bense sular karardıktan sonra geleceğim. Bununla beraber karıcığım, sabret.
Orhan KEMAL
duklarııım farkına varmadan kabul etmişlerdir. Zaman zaman mütefekkirler cemiyetin ne. olduğu ve re olması lâzım geldiği meselesiyle meşgul olmuşlarsa da gerçek bir bilgiye varamamışlar, nazarî spekülâsyonlardan ileri gidememişlerdir. Halbuki bugün cemiyet hadiselerinin kanuniyeti-ni biliyoruz, cemiyet hadiseleri sabasında gerçek, ilmi bilgiye sahibiz. Ve hu bilgi gittikçe yayılıyor. Bugünün insanları, artan bir derecede, içinde yaşadıkları cemiyet nizamının ve o nizamda kendi aldıkları mevkiin şuuruna varıyorlar. Bu şartlar altında sanat da cemiyette kendi durumunun, oynadığı ve oynıy.ıbileceği rolün şuuruna varıyor. İleri sanat bu şuura varmış sanattır. Sadece mevcut sosyal şartları aksettirmek, lablil ve tenkit etmek kafi gelmiyor, o şa.tları değiştirmek cemiyetin daha ileri safhalara gelişmesine hizmet etmek gerekiyor. İleri sanat, bu faal rolü Oy-nlvan sanattır, okuyucularında,
seyircilerinde, dinleyicilerinde bu değiştirme ve ilerletme şuurunu, şevkini kuvvetlendiren, ve gerçekleri doğru görüp doğru ' yorumlamasıyla müsbet faaliyet yollarını belirten sahaftır. Kısacası, ileri sanat, inkilâpçi ■■ sanattır.
BÖylçce, ileri sanat realist ve inkılâpçı sanat olduğu için, zamanının sosyal meselelerine ' lâkayt kalamaz. İleri olmak için sanatkârın mutlaka ber eserinde istismardan, sefaletten, hiiriyetten bahsetmrsi gerekmez ama, • istis* marın, barp ve işsizlik sefaletinin, hüriyetsizliğ’n hüküm sürdüğü bir devirde ileri.sanat bu meselelere, sağır kalamaz; ileri ise, mutlaka, ister istemez, bu meseleler başlıca meşguliyetini teşkil eder.
Sanatta ileriliğin ne" demek olduğunu belirttikten sonra, sanatta ber yeniliğin ilerilik, demek olmadığı ko'ayca. anlaşılır. Geçen asrın sonlarında ' Ve bu asrın ilk kısmında sanat âlemini alt üst
(Sonıı Sa. 15'te)
5
Halk Sağlığı ve Sosyal Tebabet
Hekimliğin serbest meslek olarak bir kazanç vasıtası haline sokulması tebabetin gayesine ve ruhuna aykırıdır. Kâr vasıtası olan her meslekte bir istismar vardır
Dr. Sabire DOSDOĞRU
Ferdlerin teker teker tedavi ve bakımım hedef tutan ferdi tebabet bu gün artık halk sağlığı bakımından temamile yetersizdir- Cemiyet içinde İn--san nasıl tek başına mütalea edilemezse, aynı şe* kilde sadece şahısları hedef tutan bir tebabet de bu gün için kitlenin sağlık ihtiyaçlarına cevap veremez. Cemiyet bir küldür ; diğer bütün problemleri gibi sağlığı da bir kül halinde ele alınmak gerektir. Bu sebepten yarınki hekimliğin esas “Sosyal tebabet” dir. Diğer ihtisas şubeleri isei sosyal hekimliğin birer yardımcı kolu olacaktır.
Tebabette esas “Halk sağlığını koruma” olunca bu yardımcı şubelerin de şimdi son derece yüklü olan işi .hafifleyecek ve istikbalde mahdut sayıda hastalıklarla meşgul olan tam mânasile bir ihtisas şubesi haline gelebilecektir.
Bu gün bütün dünyada sağlık ve sosyal yardım alanında sarfolunan gayeler “Halk sağlığı” meseleleri üzerine teksif edilmiş bulunmakta ve sosyal tebabetin hudutları genişletilmektedir. Klinisyen-lerce, nadir görülen ve binaenaleyh dikkate şayan olarak kabul edilip, neşri ile tıp âleminde büyük ilgi uyandıran vakaların “Halk sağlığı” bakımından hiç bir ehemmiyeti yoktur. Faraza on senede bir defa, yahut milyonda bir kişide görülen bilmem lıangi enteresan bir hastalık sosyal tebabeti hiç ilgilendirme z. Aksine olarak her gün yüzlercesi -görülen ve klinikcilerin (alelâde vaka) diyerek üzerinde durmaya hile lüzum görmedikleri hastalıklar ise “Halk sağlığı” bakımından son derece önemlidir. Çünki bütün çalışma gayretleri bunları önlemeye matuftur.
Sosyal tebabetin asıl gayesi mevcut halk hastalıklarını tedavi ile beraber, bundan daha önemli olarak, halka gelebilecek hastalıkları gelmeden evvel önlemektir. Binaenaleyh tedavici olmaktan ziyade koruyucudur. Bu sebepten bir defa organize edilip önleyici tedbirler tamamile alındıktan sonra balen mevcut bir çok. halk salgınları da ortadan kalkacak ve bugün pek mühim yekûınlara varan, fakat o derecede kifayetsiz olup halka büyük bir şey sağlamayan geniş tedavi masrafları halkın temamen rahatlık ve refahına sarfedilebile-cektir.
Meselâ, halkın en hüyük düşmanı olan verem bugün yeryi'züne o derece geniş bir surette yayılmış bulunmaktadır ki bu işe ayrılan ve sarfolunan paranın bir kaç yüz misli dahi harcanmış olsa bu korkunç afeti önlemek şöyle dursun, mevcut veremlilerin hepsine ihtimam göstermeğe yine de kâfi gelmez. Binaenaleyh namütenahi veremlinin tedavi, bakire veya tecridi için nâmütenabi imkân lâzımdır, halbuki bu nâmütenahi imkân mevcut ol
6
sa bile bu yoldan veremin kökü katiyen kazınamaz; gaye “veremliyi tedavi” olmakla beraber mücadele bakımından bundan daha önemli olan “insanı veremden koruma” dır. Bu misâl hemen bütün hastalıklara teşmil olunahilir.
Bir memlekette sosyal tebabetin gelişmesi için halli lâzım gelen iki önemli mesele mevcuttur. Bunlardan birisi hekimliği bugün münhasıran fer diyetçi ve ticarî şekilden kurtarlp devletleştirilmesi ; diğeri de halkın bu işi tamamen kavrayabilmesi ve yardimcl olabilmesi için sağlık konusunu iyice öğrenmesidir.
Hekimliğin serbest meslek olarak bir kazanç vasıtası haline sokulması tebahetin gayesine ve ruhuna aykırıdır. Kâr vasıtası olan her meslekte az çok bir istismar mevcuttur. Çeşitli karaktere sahip çeşitli ferdler elinde her meslek hakiki formunu kaybedip onu kullananın karakterine uydurulmaktadır. Esefle kaydetmemiz lâzımdır ki hiz-deki hekimlik de böyledlr. Bu gün hekimlere karşı halkımızın itimadı sarsılmıştır. Çaresiz olarak paraslz bakılan hastane polikliniklerine müracaat edenler arasında iyi olacağına, iyi bakılacağına inananlar pek azdır. Hekime verecek kadar parası olanlar ise yine bu itimatsızlıktan dolayıdır ki bir hekimle iktifa etmeyip ve kime inanacağını kes-tiremeyerek kapı kapı dolaşırlar. Bugün çeşitli şekillerde -halkın karşısına dikilmiş, bir derd olan “İnsan sağlığının istismarı» na bir son verilmek zamanı çoktan gelmiş ve geçmiş bulunmaktadır. Tebabetin serbest ticaret mataı olarak kullanilma-sına devam edildiği müddetçe yapılacak bütün çalınmalar halk sağlığı bakımından akıntıya kürek çekmek demek olacaktır. Hipokrat devrinde küret yoktu diye tebabetin âlemşümul namus yeminini okuyup arkasından küreti eline alarak doğacak nesilleri, ceplerine girecek beş on liraya karşılık imha edenlerin işlerine artık bir son verilmesi gerektir. ■
Hekimlik her şeyden evvel âmme hizmeti oldu-duğuna göre; bu mesieğe şerefie beraber fazla ka.-zanç temin etmek gayesile girecek olana kapılar kapatılmalıdır. Şerefle başkalarının zararına fazla kazanç temini hırsı yekdiğerile bağdaşması mümkün olmayan iki zıt yoldur. Bunları bir arada yürüterek bir taşla birkaç kuş birden vurmak istiyen-ler devletleştirilmiş bir tebabet mesleği içinde elbetteki buna imkân bulamazlar. Ancak kendilerini cemiyete ve ilme verebilecek olan şerefli kimseler elinde sosyal tebabet ve yarının tıp İlmî hiç bir ihtiras ve istismara alet olmadan süratle gelişebilir. Tehabetiu devletleştirilmesi burada üzerinde durmayacağımız ayrı ve geniş konudur. Yalnız
şu kadarını ilâve etmek lâzımdır ki böyle- bir gaye tahakkuk ettiği zaman hiçbir hekim, devlet hizmetinde bugün çalışanların yaptığı gibi, geçim zorlukları karsısında gündelik ihtiyaçlarını düşünmek durumunda olmayacaktır. Bir insanın kendisini mesleğine temamen verebilmesi ve âzami randımanla çalışabilmesi için lüks sayılmayan normal ihtiyaçlarını temin edecek kadar bir karşılık alması gerektir. İngilterede bu önemli konu ele alınmış ve önümüzdeki bir kaç yıl işinde tebabetin devletleştirilmesine karar verilmiştir.
Sosyal tebabetin faaliyet sahası halk kitleleri olduğundan halkın bizzat bu çalışmalara .iştirak etmesi çok lüzumludur. Bilhassa halkın arasında büyük salgınlar yapan bulaşıcı hastalıklarla mücadelede bunlar ortaya çıkmadan önce alınacak önleyici tedbirlerin tatbikinde halkın geniş ölçüde yardımına kati lüzum vardır. Bu da .ancak halkın bu sahada daha evvelden aydınlanmış olmasiyle mümkündür. Halkın bu şekilde terbiyesi de sosyal hekimliğin domenine giren ilk ve en önemli meselelerden birisidir.
Bilgisiz ve tamamiyle geri kalmış bir cemiyet içinde sosyal tebabet çalışmaları beklenildiği derecede müsbet bir netice veremez. Hattâ çok ker-re ha]k tarafından menfi bir mukavemetle de l ar-şıfatıabilir. Halkın, bilhassa, gelenek ve göreneklerinin tesiri altında cehalet bataklığına saplanıp kalmış olması her tünü sosyal hijyen kalkınmasına engel olur. Tamamen, bu vaziyette bulunan bizim köy halkımızın aydınlatılması ise pek o kadar kolay olmayan bir iştir. Bu gün en büyük şehirlerimizde dahi bu dava henüz halledilmemiştir. Şurada,, burada veriıen , beş on konferans, radyoda bir iki vaiz, istasyon, kahve ve mekteplerde asılan bir kaç afişle bu büyük sosyal davanın halline doğru gidilemez. Bıi suretle ancak kendi kendimizi aldatmış oluruz. Bu gün memleketimizin pek çok yerlerinde hâlâ sıtmayı okuyup bağlarlar, dalağı keser, vereme tütsü yakıp kabakulağı yazarlar ve yılancığa taş bağlayıp felçliyi binlik teşbihten geçirtirler. Halk bütün bu hastalıkların sebebini' bir takım mevhum kuvvetlerde arar ve lürlü gülünç uSullerle derdine çare bulmaya çabalar. Anadolumu ■ zun hâlâ yılancık ve kırı i çıkıkçı ocaklarının cehalet baskısı altında inliyen, yerleri vardır. Halkın uyandırılması için verilen konferanslar her ne kadar faydalı ise de, halk, anlayamıyacağı bir lisanla anlatılan mücerret sözlerden ibaret konferanslardan ziyade gözlerinin önünde cereyan eden hadiseıere inanır. Bu nokta göz önüne alınarak şimdi dünyanın bir çok yerlerinde olduğu gibi kül Jr ve propaganda filimlerinden faydalanmak ve-sosyal tebabet organizasyonu içine filimciliği de esas olarak almak düşünülmüş ve tatbik edilmiştir. Hâlen Atnerikada, İngiltere ve Sovyetler birliğinde kültür filimleri bu gün artık sosyal tababetin yardımcı bir şubesi haline girmiş bulunmaktadır. Bu maksatla bir çok hekimler, hijyen mütehassisları, belediyeciler, filim operatör ve teknisyenleri» kimyagerler, biyoloji mütehassısları ve sağlık mü hendisleri sıkı bir işbirliği yapmakta ve halka zahmetsizce, hattâ zevkle öğrelilebilecek kültür filim kütüphaneleri meydana getirmektedirler. Böyıe bir işbirliği ile hazırlanan kültür filimler! halk tara.
(Sonu sa
DEMOKRATİK VE ANTİDEMOKRATİK KAMPANYA
Bugün demokratik ve antidemokratik kampanya iktisadi sahada halkın pşitliği probleminin kabulü veya reddi prensibi üzerine açılmış bulunmaktadır
| Dr. M. Hulusi DOSDOĞRU |
ikinci dünya harbinin Sona erdiği ve sulhün bir türlü kurulmadığı bu kritik devrede “ Demokrasi ” bayrağı aıtmda açılan orijinal bir fikir ve ideoioji savaşı içinde bulunuyoruz. Bu devreyi karakterize eden tek şey “ Demokratik ve antidemokratik kampanya” dır.
Ekonomik hâkimiyeti avuçlarının içinde tutan zümre ve sınıfların “Demokrasi” mefhumunu kendi şahsi menfaatlerine göre değiştirerek deve kuşulaştırmak gayretkeşliği; halk kitlelerinin bu tabirin asıl manâsını kavrâmasma engd o'makta ve onlarin hakikat ile yalanı, dost ile düşmanı ayırma hassalarını körleştirmektedir. Vaktile sosyalizm tabirinin faşistlerce soysuzlaştırılıp tanınmaz bir hale sokulması gibi bıı gün de tepeden tırnağa kadar reaksiyoner, İstismarcı zümreler elinde “Demokrasi” aynı tahrif ve tahribe uğratılıyor.
İktisadî bakımdan hâkim ve* mahkûm iki kutup, yeryüzünde bulundukça yapılacak her türlü sosyal ve kültürel bağımsızlık yeltenişlerinin lâfta ve kâğıtta kalacağı ve pratik sahada hiç bir değeri olmıya-cağı tabiidir. İktisaden köleleştirilmiş halk yığınlarının hukukî ve lafzi demokratlığı kapitalizmin en son taktiğidir.
Bugün demokratik ve antidemokratik kampanya İktisadî sahada halkın eşitFği probleminin kabulü ve ya rjddi prensibi Üzerine açılmış bulunmaktadır'. Bugün iktisaden hâkim bulunan sınıf ve zümrelerin matbuatı; radyo, sinema.-ve her çeşit medeni propaganda vasıtaları ile gıda, giyim ve yakıt maddelerini monopolleri aıtma alarak hatk yığınlarına nefes aldırmadıkları göz önüne getirilecek olursa hakikî demokrasinin temelini İktisadî eşitliğin teşkil eylediği kolay anlaşılır. Bu Suretle ana davayı ortaya koyduktan sonra bütün İçtimaî demokratik ve antidemokratik şiarları sıralamak mümkündür.
Meselâ : Yer yüzündeki bütün milletlerin ekonomik, sosyal, ve politik mânada tam bağımsızlığını tenline savaşmak; manda, vesayet, naiplik, sömürgecilik gibi türlü kalıplar altmda hüriyetlerin tehdit ve tahdidine engel olmak demokratik ve bunun aksi antidemokratik bir harekettir.
Kezâ Faşizm kalıntılarım, krallıkları,1 din müesseslerini, hâkim istiemarcı zümre ve sınıfları kaldırmaya çalışmak demokratik ve bunun tam tersi yani her türlü faşizm kalıntılarını türlü kılık ve maskelere büründürüp kiliseyi siyasi oyunlara âlet etmek, hâkim zümre ve sınıfların menfaatini halk yığınlarının öz menfaatlerinden üstün tutmak tamamen antidemokra-, tik, reaksiyoner bir harekettir-
Dünya halklarının kendi öz kültürlerinin, Öz yapılarının gelişmesine yardım etmek demokratik Ve bilâkis medeniyet bakımından daha geri kalmış mem-(Sonu sa; 15 te).
7
/
Bir Dahinin Hayatı
Nefes almak için haykırdığı ilk andan itibaren daima haykırdı ; sefalete haykırdı, haksızlığa haykırdı, hürriyetsizliğe haykırdı ve geniş halk yığınlarının
hasretini çektiği saadetin
Bütün insanlığa mal olan büyük dehalardan L. V. Beethoven’ in doğumunun 176 ncı yıl dönümü münasebetile okuyucularımıza hu lıüyük insanın hayatı, dünya görüşü ve san’atı hakkında malûmat vermeğe çalışacağız.
L. v- Beethoven 16 aralık 1770 te fırtınalı hir gecede Bonn şehrinde doğdu. Hayata fakir hir evin sefil tavan arasında, gözlerini açan Beethoven’in bütün hayatı doğduğu gece gibi karanlık ve fırtınalarla geçti ve doğar doğmaz nefes almak için haykırdığı ilk andan itibaren daima haykırdı, Sefalete haykırdı, haksızlığa haykırdı, hürriyetsizliğe haykırdı ve geniş halk yığınlarının hasretini çektiği saadetin bütün engellerine haykırdı.
Kendisi aslen Flaman’dı. Babası karaktersiz, ayyaş bir adam ve alelade hir müzisyendi. Sonsuz sevgisine ve en büyük hürmetine muhatap olan annesi ise açlık ve sefaletle mücadele için zengin ailelere hizmetçilik yapan temiz ahlâklı hir kadındı, Beethoven gözlerini işte böyle bir aile kadrosu içine açmış ve simsiyah hir sefalet, aile şefkatinden mahrum, amansız hir hayat mücadeles'ıle karşılaşmıştı, Onda-ki hârikûlade istidadı pek çabuk sezen ayyaş baba, henüz dört yaşında iken onu piyanonun başına oturtup ve kapıyı üstüne kitleye-
BEETHOVEN’İN'DOĞDUĞU oda
hütiin engellerine haykırdı
rek korkunç bir terör altında çalışmağa zorluyor, bu suretle de hu küçük harikada gizli olan zengin hâzineyi, kendi içki ve ku-nıir iptilası hesabına azamî surette istismar etmeğe çalışıyordu. Bu yıldırıcı çalışma sistemi az kalsın çocukta müziğe karşı nefret uyandıracak ve ondaki zengin istidat kaynaklarını kurutacaktı. Böylece Beethoven 11 yaşına kadar zengin ailelerin yemek sa-> tonlarında piyano çalarak onların bir nevî lüks ihtiyacını gideren müthiş hir garibe olarak k tandı. Bundan elde ettiği paır doğru babasının cebine, o da hiç noksansız olarak m necinin kasasına akardı, 11 yaşında hu çalışmalarına ilâve olarak şehrin tiyatro orkestrasına girerek henüz gelişmemiş küçük omuzlarına ağlr bir yük daha aldı. Daha sonraları aileler nezdin-de piyano dersleri vermeğe de başladı. Bir çocuk için ne müthiş hayat mücadelesi .. on yedi yaşında iken akciğer veremi bütün sevgisini verdiği annesini elinden aldı. Bu en büyük manevî desteğinden mahrum olmak onu derin hir melânkoliye düşür; dü Şimdi kendisinden küçük iki kardeşine, kendini idareden aciz babasına bakmak mecburiyeti yine hu genç -omuzlara yüklendi. On yedi yaşındaki bu aile reisinin yeğâne desteği hayatı boyun
ca hürmetle andığı, sevimli kız* larına piyano dersi verdiği Breu-
ning ailesiydi.
Nihayet patlamış olan Fransız büyük ihtilâli Beethoven’i bütün mevctıdiyetile kavramıştı. Kendi-
si zamanının ileri ve inkilâpçı fi ■ kirlerinin ocağı olan Bonn Üniversitesine yazıldı. Bu suretle Beethoven bir yandan da kendi inkilâpçı fikirlerini besleyip geliştiriyordu. Yirmi iki yaşında çok sevdiği Bonn şehrini, en hisli ve isyankâr -anlarında ruhunu teskin eden coşkun ve lâtif, kendi tabiriyle “Bahamız Ren nehri» dediği Ren nehrini, artık sadece tatlı hatıralarına mal olmak üzere terkedere! zamanının müzik yiyan.aya gitti. Bu zlarla başlıyan det vatanî his* debütün Avru-Sıyan ihtilâl “hürriyeti
kral
onun için —
her fırsattan
cumhuriyetçi hislerini Fransızlarla, Cumhuriyetçi fikirlere sahip diplomatlarla, Generallerle konuşmak ve münakaşa etmekten büyük bir zevk duyu-yornu. Yirmîbeş yaşında artık kendi kudret ve dehasının farkına varmıştır. “Artık içimdeki gizli inşanın kendini ortaya atması lâzımdır.» diyordu. Dış görünüşüyle Beethoven çok sert ve hırçın hatlara malik oldnğundan ve en ufak hadiselerle köpüren büyük hassasiyeti yüzünden kendisini uzaktan tanıyanlar için çok kaba ve hırçın * bir adamdı. Lâ-
kin sayısı az »lan kıymetli dostları onun engin ruhunda köpüren, dalgalanan, haykıran sonsuz iyiliği ve şefkati biliyorlardı. “Daima elde olan- bütün iyiliği yapmak.» Bu onun kıymetli prensiplerinden biriydi. “San’atım fakirlere hayır işlemeğe inhisar etmelidir.» “Bir dostu yardıma muhtaç gördüğüm zaman eğer elimde bulunan pı»ram kâfi gelmiyorsa onun -imdadına koşmak için çalışma masasının başına geçmem kâfi geliyor.» demekten büyük bir zevk duyuyordu. Fakat ne yazık-ki dostlarının ve eserlerindeki derin inkilâpçı fikirlerle insan -lığın, yardımına koşan Beethö-ne’i dalga dalga gelen felâket-
8
insanlar ve san’atı için yaşarriak!» Artık kendi kudreti hakkında hiçbir hükme,- örf ve adete aldı rış etmiyor* coşkun mizacından kopup gelen bir ömür, sürüyordu. Asalete, unvana ehemmiyet vermiyor ve “ krallar, prensler bir çok insanlara, birçok unvanlar ve nişanlar ihsan edebilirler; fakat hiç bir zaman yüksek zekâları yaratamazlar,, diyordu.
Goethe ile beraberlerken karşılaştığı bir vak’a meşhur olduğu kadar Beethoven’in kendi kudret ve dahasına olan itimadını ve kendisinin tahakküm eden sınıfın koltuğu altında ve onlar hesabı na çalışan bir san’atkâr olmadığını göstermesi bakımından çok enteresandır:
İnkilâpçı bir sanatkâr olan Beethoven bir gün Goethe fle bir gezinti yapıyorlar. Bu esnada karşıdan, dükleriyle, prensleriyle, kraliçesiyle imparator ailesinin geldiğini görüyorlar. O anda e* fendilerine tazim ve onların önünde yerlere kadar daha kolay ve gösterişli bir tarzda eğitebilmek için Goethe’nin derhal şapkasını çıkarıp kenara çekildiğini gören Beelhoven onunla alay ederek bu hareketine maili olmak istiyor. Lâkin Goethe’nin kendi ^^^bu .Ztffi^ferini anlıyamıyacağım göre-endi haline blrakıyor.
SL^JfŞtlplç^S 1 iki eliyle başına iyice ,^yerleştirerek, dimdik kral ailesi-/JS®Mitî bütün haşmetiyle geldiği ka-H^Kİ^balığın en kesif gurubu arasına ^^dialîJtyfpçBüyük dahi karşısında dük- RodoTphe şapkasını çıkarıyor imkaratoriçe en önce Beethoven’e selâm vererek hürmet gösterisinde bulunuyor. Bütün bunlarl yerlere kadar iğilmiş olaıı Goethe görmektedir; fakat alayın kendi önünde hiç durmadan geçtiğini görünce Goethe’nin ne büyük bir bozguna uğrad'ğınl okuyucuların tasavvuruna blraklyorum. Goethe bu hadiseyi hiç unutamadı. İzdi-, rap çeken ve mücadele eden sınıfın sanatkârı olan Beethoven’i asla çekemiyordu.
Şan ye şeref artık Beethoven’in ayaklan altına serilmişti. Viyana Kongresinde Avrupanın iftihar edebileceği büyük bir insan olarak ' hürınet gördü. Ne yazık ki bütün bunların karın doyurmak hususunda hiç bir faydası yoktu. Eseı leri ancak tabileri zengin ediyor, Beethoven tacirliğin bin bir pislik dolu hiylelerine
ler altüst ediyordu. Yirmi yaşında hayatının en müthiş feiâketile karşılaştı. Bu sesler âlemi ilâhının en kıymetli uzvu, sağırlığın tahribatına maruz kalmıştı. Duygu ve düşünceleri seslerin diliyle anlayan ve anlatan bir insanı için bu ne büyük felâketti.. İnsanlarla anlaşmak ihtiyacından mahrum kalmak bu büyük insan sever için ne feci bir darbe idi... Bu hal onu koyu bir melânkoiiye yuvarladı- Gittikçe insanlardan kaçtı, inzivaya, kendi muazzam iç alemine kapanmağa başladı. O harikalar âleminin kaynaşma-larile yapyalnız kalmak ne müthiş şey! O kadar ki bu felâket azkalsln dahinin hayatına son verdirecekti. Bu niyetle 5 ekim 1802 de yürekler paralayicı meşhur Heiligenstadt vasiyetnamesini yazdı. Fakat ondaki san’at aşkı o korkunç iradeyi yaşamak hususunda kullanmağa şevketti. “Kaderin boğazına sarılmak,, azmiyle karar verdi. Tabiatın, nes.’e ve saadetin hasreti onu yeniden dünyaya ve in-gna sanlar
arasına dönmiye. zorladı, bu büyük insan sanki se-dünyaya gel-iffiİÎ?eke®ler’ bede-

İZİ
a:
fa JM&efe Sohiâan
ılı
1!h’,în1e Wrak;y°;-feahiptij onunki
ışüncele
ptîa be' mukad-
a.
insanlığa olan' bolü idi. Aşk denî ihtiraslardan uzak, des ihtiraslar doğuruyordu. Bu
masum düşünceler onu aşkın tuzağına kolaylıkla düşürüyor, netice sabit olarak sukutu hayaller ve derin acılarla bitiyordu. Mehtap sonatının ilham perisi Giu-lietta Guicciardi koketliği ve egoistliği yüzünden Beethoven’e müthiş ıztıraplar verdi. Nihayet bir kont’la evlendi. Kontes The-rese de Brunswick’i son nefesine kadar' sevmekle beraber onunla ancak dört sene mes’ut olabildi. Nihayet alelâde bir insan asil bir kadınla- evlenemiyeceğinden bu sevgiliyi de terk.etmek zorun • da -kaldı. Bü suretle* “üstünlük alâmeti olarak iyilikten başka hiç bir şey tanlmıyan» bu büyük insan aşağılık bir geleneğin darbesini yemişti. Bu son darbe artık onu kendi için hiçbir saadetin kalmadığlna inandırmıştı, “Yaşamak, artık kendisi için değil,
kurban gidiyordu. Diğer taraftan kendisine kompozisioır ısmarlayan kimselerden parasını alamıyordu. Bütün bu haris insanlarla uğraşmayı da iğrenç buluyordu. Aynı zamanda da bu hafif meşrep Ve sefib Viyana’dan artık nefret ediyor ve bu şehirden ayrılmak istiyordu. Beethoven’in dehasına hayran olan üç aristokrat Onu Viya* naya bağlamak için aralarında anlaşarak kendisine maddi sikin* tılarlnj gidermek üzere mühim bir meblâğ taahhüd ediyorlar. Lâkin bu taahhüde riayet uzun sürmüyor. Böylece Beethoven’in maddi sıkıntıları arttıkça arttı. 1816 da bir dostuna yazdığı bir mektupta artık dilenecek ha le geldiğini fakat bunu etrafa his-settirmemeğe çalıştığını yazıyor. Sefaletinin bu en koyu çağında sağırlık ve karnındaki ağrılar son haddini bulmuş Beethoven’i insanlardan büsbütün uzaklaştırmıştı. O şimdi tesellisini tabiatta buluyor, ruhunu ancak tabiat ana’ nın kucağında dinlendiriyordu. «Yer yüzünde hiç kimse, benim kada*', kırı sevemez» diyordu.
Diğer taraftan kardeşi. Carl’nı yetim bıraktığı yeğenini himayesine. aldı ve bütün sevgisini ona verdi. Bu müthiş maddi sıkıntılar arasında onu iyi bir 'insan olarak yetiştirmek içiıı çırpmıyor, onu mes’ut yaşatmak için müthiş fedakârlıklara katlanıyordu. Fakat nankör yeğen daima onun kalbini klrlyor, israflarına para yetiştir* mek için onu yeni yeni fedakârlıklara zorluyordu.
Bütün bu maddi ve manevî felâketler araslnda yeğeninin istikbalini alâkadar eden bir mesele
Ahmet Şaşıoğlu
(Sonu sa; 15 te)
9
İşçiye ve halk yığınlarına hitabeden yeni bir felsefe kitabı
Bütün dünyadaki lıalk yığınlarının olduğu kadar, memleketimizin de en kısa bir zamanda bu eserin tercümesine kavuşturulması elzemdir
Fransada bir yeni kitap neşredildi ... ■ Politzer’in Felsefe dersleri.. Bu kitap, harpden önce İşçi üniversitesinde verdiği derslerden bir talebesinin tuttuğu notların yenideri gözden geçirilmesiyle meydana getirilebilmiştir.
Böyle bir eserin neşrini günün en mühim meseleleri arasında saymak lâzım. Bu ehemmiyet sadece Georges Politzer’in illegal Lettres Française gazetesini kuran Jacques Dficour’la birlikte 1940 dan sonra Fransız münevverlerinin direnme hareketlerinin başında bulunmasından değildir. Muharririnin Vişi polisi tarafından sonsuz işkencelere maruz tutulması sonunda kahramanca ölmesi de bu ehemmiyetin biricik sebebini teşkil edemez. Bu kitabın neşri çok mühimdir çünki devam eden büyük bir boşluğu doldurmaktadır.
Georges Politzer bir markisist filozofdu ve neşredilen Felsefe dersleri marksist felsefeyi en açık ve en halkçı bir dille anlatmaktadır.
Sükût yoluyla ve bilmezlikten gelmekle marksist felsefe bir kenara atılmak istenmişti. Bir üniversiteli marksist felsefeyi bilmeksizin pek âlâ felsefe doktoru olabilirdi. Fakat bugün artık böyle birşey Fransada gülünç olarak karşılanıyor.
Bilgiççe felsefe tabirlerini, mücerret kelimeleri elden geldiği kadar kapı dışarı eden kitap, eğer naçar kalıp da böyle bir kelimeyi kullanırsa en bildik misallere başvuruyor. Her bahsin sonunda kontrol sualleri var. Kitap biterken bir tabirler ve isimler sözlüğünü buluyor, bitişte de çok kıymetli bibli-ografyasiyle karşılaşıyoruz.
Böyle bir kitabı okuduktan sonra, insan tertemiz bir tatmin havasına, büyük sanatkârların konserlerinden dönerken duyduğumuz bir psikolojiye kavuşuyor. Bütün
10
. m—u, Kazan : ■■
Arslan KAYNARDAĞ
dünyadaki halk yığınlarının olduğu kadar, bu hususda pek fakir kalmış memleketimizin de en kısa zamanda bu eserin tercümesini eline alması elzemdir.
Şimdi bu kitabın “Principes elementaires de Philosophie „ 242 nci sahifesinden çevirdiğimiz kısa bir pasajını okuyucularımıza sunuyoruz:
Doğru şuur ve yanlış şuur
İdeolojilerin, cemiyetteki maddi şartların bir neticesi olduğunu, sosyal şuuru sosyal varlığın tayin ettiğini söyledik. Buradan çırarılarak denilebilir ki, bir proletarya sınıfının proletercesine bir ideolojisi olması gerekir.
Fakat böyle bir farzediş realiteye uymuyor, zira kendilerinde işçi şuuru bulunmayan işçiler de var.
Öyleyse şöyle bir farkı gö. zetmek icap eder : insanlar muayyen şartlar içinde yaşıyabilir. ler, lâkin bu suretle sahip oldukları şuur realiteye uymayabilir. Engels bu iki şuuru birlirnden şu isimlerle ayırıyor : «Doğru şuur ve yanlış şuur».
Meselâ: bazı işçiler, ortaçağa zanaatkârlığa doğru, geriye bir dönüş demek olan lonca (corpara-tisme) doktrininin tesiri altındadırlar. Bu halde işçilerin sefale. tinin bir şuuru vardır, fakat bu doğru ve hakiki bir şuur değildir. Burada ideoloji sosyal hayat şartlarının bir neticesidir ama, sadık ve kati bir neticesi değil.
İnsan şuurlarındaki tesir ekse
riya aksine bir tesirdir. Sefaleti müşahede doğrudan doğruya sos yal şartların bir neticesidir, fakat meselenin halli olarak zanatkâr-lık devrine dönmek düşünülürse bu netice yanlış oluyor. Burada doğru ve yanlış kısımlariyle bir şuuru görmüş oluyoruz.
Kralcı olan işçi nin de doğru ve yanlış kısımlariyle bir şuuru vardır. Doğrudur çünki, görmekte olduğu sefaleti ortadan kal dır mak ister; yanlış tarafı bir kralın bunu yapabileceğini sanmasıdır* Yani bu işçi akilin fena kullan dığı, ideolojisini fena seçtiği için bizim sınıftan olduğu halde, bi zim için bir sınıf düşmanı olabilir. Böylece hatalı bir şuura sahip olmak kendi hakiki durumu bakımından aldanmak veya alda tılmaktır.
O halde diyeceğiz kî, ideöloj. mevcudiyet şartlarının neticesidir. Fakat bu MUKADDER bir netice değildir.
Zaten görmemiz lâzımdır ki bize yanlış bir şuur vermek ve hakim sınıfların ideolojisinin tesirini ezilen sınıflar üstünde çoğaltmak için herşey harekete geçirilmiştir. Edindiğimiz hayat telâkkisinin ilk unsurları, terbiyemiz, bilgi edinme tarzımız bize yanlış bir şuur verir. Hayattaki ilgilerimiz, bazılarında asıl olan köylülük, propaganda, basın, radyo da bazan bizim şuurumuzu ya-mltabilir.
O halde, netice olarak, i de o lojik çalışmanın marksistler için son derece ehemmiyeti vardı r Doğru şuur edinmek için yanlış şuuru yıkmak gerekir ve ideolojik çalışma olmadan bu değişiklik gerçekleşemiyecektir.
Madem ki, ideolojilerin cemi" yette büyük bir rol oynadığını ve marksizme tesirli bir alet ve silâh vazifesini vermek için Onu öğretmeyi ve öğrenmeyi düşünüyoruz, o halde bu felsefeyi kaderci bir doktrin olarak iddia eden ler geç kalmışlardır,
SÎZLER
Çocuklar, sîzler) kafalarınızın, gözlerinizin, burunlarınızın şekline; damarlarınızda dolaşan kanın nevine göre sınıf sınıf bölmek isteyenleri, sizlere daha beşikte düşman kesilenleri, hiç unutabilir misiniz?
t
Yazan : Nabl
S İZLER hasta cemiyetimizin, sadık aynaları.' Sîzler acılarım, sevinçlerim; sizler beşikleriyle havalara uçurulanlar, insan ağacının aziz meyvaları. Felâketlerim sizin yüzünüzden, sizin yüzünüzden bir kısım insanlarln düşmanı oldum, bir kısım insanlara düşman. En güzel düşüncelerimi, en temiz duygularımı sizlere sakladım.
Sen büyük bir ciddiyetle gazeteni satan müvezzi, sen ağır yükünün altmda ikikat olmuş soğuk günlerde bile buram buram ter döken küfeci, sen, korku üstünden eksik olmıyan simitçi, sen sattığı kestanelere bakıp bakıp içini çeken kestaneci, sen patronundan hergün dayak yiyen berber çırağı, sen yarı kalmış uykusunu gözlerinde taşıyan işçi çocuk, sen daha binlercesi. Dı-şarda bahar olur, kuşlar sizden habersiz öter, dışarda yaz olur meyvalar sizden habersiz pişer, sizden habersiz yere düşer, çü rür. Dört mevsimin dördünden, habersiz, güneşten habersiz, aydım habersiz, gündüzden haber siz, geceden habersiz çalışırsınız Çalış da kazan sözü sizin için biçilmiş kaftandır. Kazanamazsınız.
Günlerden bir gün, tavla ve bilardo oynanan kahvelerin birinde sîzlerden birini gördüm. Ufacık burnunu kahvenin vitrinine dayamıştır, dalgın dalgın dı-şarda top oynayan çocuklara bakmaktadır. Oyun çağladadır daha ve garsonluk etmektedir. Sîzlerden bir diğeri bir yılbaşı gecesi, şehrin büyük şekercilerinin do-ltıp dolup boşaldığı karlı ve fırtınalı bir kış gecesi mosmor olmuş elleriyle akşam haberleri satmaktadır.' İhtimal bir sahan kuru fasulyenin hatırı için...
♦♦♦* *++* +++*++*♦
DİNÇER
Sevinmektedir, çünkü elli tane satmıştır, sevinmektedir, çün* kü Alkazar sinemasına gidebilecektir. O akşam bu küçük satı-' cinin sevincine iştirak edemedim-Beyaz bir kar tabakasıyla örtülmüş radyolu otomobillerde rahat çocuk başları gördüm. Her halleriyle doymuştular. Ağızları, burunları, elleri ayakları yünlerle örtülmüştü. Hediyelerle dolu bir noel ağacını, yiyecekleri, çuku-lataları düşünüyorlardı. O akşam bir kısım insanlardan nefret ettim. O akşam beş parmağm niçin en küçüğü olduğumuzu düşündüm. Sizler hiç düşünmediniz mi dostlarım. Büluğa ermeden kurşun altına gönderilenleri, gençlik rüyalarını görmeden sabun olmak için kazanlara kaynamaya gidenleri hiç düşünmediniz mi? Belsen ve Dachau kamplarını hiç düşünmediniz mi ? Bu kampların modellerini sevgili Türkıyemizde inşa etmiye kalkanları, yani ebediyete kadar bütün çocuk nesillerinin esaretini devam ettirmek isteyenleri hiç düşünmediniz ini? Hasta büyük anne rolünü yapan bu kurtları hiç düşünmediniz mi? Çocuklar, sizler! kafalarınızın, gözlerinizin, burunlarınızın şekline ; damarlarınızda dolaşan kanın nevine göre sınıf sınıf bölmek isteyenleri, sizlere daha beşikte düşman kesilenleri, hiç unutabilir misiniz?
Nabi DİNÇER
— ABONELERİMİZE —
Mecmuamızın bazı sayılarının abonelerimize gitmediğini öğrendik. Her sayı tarafımızdan muntazaman gönderiliyor. P.T.T. den tahkikat yapabilmek için mecmuaları ellerine varmiyan abonelerimizin bize müracaatların! rica ederiz.
Vatan
Sen bizimsin; toprağın, suyun, taşın halkıma aittir.
Halkıma aittir bu dağlar, bu yolları o yaptı, bu surlar, bu köprüler, tren yolları, büyük binalar onun eseri.
Yaylanın ıssızlığında uzaktan bir türkü geıir halkıma ait.
Halkıma ait zaferler ızdırap halkıma ait. Karacaoğlan, Yunus, Tevfik Fikret, altı yüz yıllık tarih, demir parmaklıklar, çavdar ekmeği halkıma ait.
En güzel kitaplarl o yazdı, en büyük destanları o dizdi, en tatlı pekmez, en kahraman macera onun.
Ordular halinde galip, ordular halinde mağlûp, esir düşmüşler bölük halinde açlıktan susuzluktan-Tek başına cesur, tek başına gazi, düşmanın karşısında tek başına.
Hudutları o değiştirir, hürmeti, korkuyu o.
Köroğlu, Çakırcalı şeklinde, Pir Sultan Abdal adında at üstünde, dağ başında o.
Bakarsın şehirde garip* bakarsın duvar kenarında, bakarsın pazarda, köy kahvesinin önünde namaza durmuş, bakarsın. Kolunu kayışa vermiş, trende ayak altında hastadır-Adı bazan Haşan Usta, Tesviyeci Necati, saraç Ali, bazan halı dokur, tezgâhtadır.
Onun dumlipinar, onun Türkiye, onun istikbâl, ve ben keza...
Arif Barikat
4-1-946
—Max'me Gorki ■'
STRASTİ-MORDAST/ büyük edibin nefis eseri Taci Alaz'ın tercümesi, Hüsamettin Bozok’un bir gorki etüdiyle.
Fiatı 50 kuruş
---ARP AD YAYINEVı------
11
Sonsuz
H. W. KATZ
Çeviren: Burhan Arpad
I RKÇILIK, alınan faşizminin m en belli başlı vasıflarından biliydi. Gerçi buna, daha önce Çarlık Rusyadaki toplu Yahudi katliamlarında ve birleşik Ame-rikadaki zenci aleyhtarlığında da rastlıyorduk. Fakat, bir ideoloji* nin en mühim vasıflarından biri olarak sahneye çıkışı, alman fa-' şirini ile olmuştur. On küsur yıl içinde milyonlarca yalıudinüı hayatına mal olmuş bu korkunç hareketin, dünya edebiyatında akislerine son yıllar içinde sık sik rastlanmaktaydı. Fakat bu daha ziyade, bütün siyasî mültecileri ele almak -suretiyle oluyordu. Geniş mânâda yalnıdi muhaceretini, ebedî.serseri tipinin modern kahramanlarını yeniden ele alan ilk eseri, H. W. Katz isimli genç bir alman muharririnin “Fişmaıı’-lar„ isimli romanında buluyoruz. Roman, 1937 yılında, Paris’te He-ine edebiyat mükâfatını kazanmıştır. Vaka kahramanı olan bir yahudi gencinin hatırlayabildiği ilk çağı olan yedi yaşından, yirmi iki 'yaşma kadar sürüp giden macerasıdır. Fakat, bu basit hikâyenin atmosferi, koğulan, hakaret gören ve işkenceye maruz kalan fakir yahudilerin canlı hayat örnekleriyle doludur. Romanın ilk bendi “Bir muhacir arabasında,, adını taşımaktadır. Tercümesini veriyoruz.
ÇOCUKLUK hatıralarım araşmanda öyle birgün geldi, ki arlık etrafta olup bitenleri anlamağa başladım. O günün hatırası, insanın kulaklarının zailin patla tan bir davul şamatası gibi, bugün dahi hâlâ kalbiındedir. Arkada kalan o günleri düşündükçe, boğazım yanar; yutkunurum ve içimde, sebebini dahi pek kesdire-mediğim bir his, kendi kendimi suçlu bulan tuhaf bir duygu kımıldanır. Bu belki de, böyle birgii-nün, insandan, mutadın üstünde bir cesaret istediğinden, benimse, o tarihde, böyle şeylerin' farkında bulunmayışımdan, hattâ, cesaretin ne demek olduğunu bile anLıyaıın-yacak bir yaşta bulunmamdan ile-
ri geliyor. Zira o tarihte ben, henüz yedi yaşındaydım.
ilk çocukluğum bilip de hayatı tanıdığını ilk anda karşılaştığım hâdise şuydu: Kaçıyordum- aradan yirmi yıldan fazla bir zaman geçmiş olduğu halde, bu dikkate değer günün her safhasını şu anda bile aynen yaşarım.
Bir arabaya çömelip oturmuş-dum; lıer bir yanı ayrı ayrı oynı-yan ve bütün cıvataları gacırdayan bu muhacir arabası, çıkın ve çuvallarla ağız ağıza doluydu Ya-nıbaşımda annem, benden küçük olan oğlan kardeşim, Lüyiik annemle biiyük babam ve uzun sakallı, siyah kalpaklı iki adam oturmaktaydı. Adamları tanımıyordum. Ufaeık arabanın, içinde, birbirimize iyice sokularak- olurm.ıış-tuk. Hâki renk panlaloııunııu paçalarını kirli çizmelere sokmuş ve sırtına bir ceket geçirmiş bir köylü olan arabacı, yanımız sıra koşup dilini şaklatmakda ve DEEH diye bağırmaktaydı.
Sabahın çok erken saati olmalıydı. Zira hatırladığıma göre, etraf, ancak yeni yeni ve güçlükle seçilmeğe başlamıştı. Beni, uykudayken alıp arabaya getirmişlerdi. Etrafımızı kaplıyan kalın bir sis tabakasının yavaş yavaş açıl-nıa.kta olduğunu' henüz farkediyor-dıım. Arabanın tekerleklini, sanki yorgunmuşlar ve çok ii.şiiyorlar-ınış gibi, gacur gucur etmekteydi.
En son askerlerin de şehri o gece terk ettiklerini biliyordum. Sokaklar bomboş ve ölüydü. Biz, buradan uzaklaşıyor Ve arkamızda, tuzla buz olmuş pencere camları, havaya atılmış bir köprü ve yüzüstü terkedilmiş bir mâbet bırakıyorduk. Bizimle birlikte arabanın içine çöınelmiş bulunan ve kim olduklarını bilmediğim sakallı iki adam, akrabalarından bir kadını beraber gelmeğe hir tiirlü razı edemediklerini, yana yakıla anlatıyorlardı. Bu iki yabancının, hep o kadından, söylene söylene bahsettiklerini, flütün bu anlattıklarımı daha dün olup bitmiş gibi, ■ şimdi bile işitirim.
“deli kan, ayakları ağrıdığı jçin gelmedi. Ne diye kald-, ne diye kaldı, sanki? Korumak istediği kimi var? Muhafaza etmek istediği nesi var? Bbş şehri mi koruyacak? Mezarlığ ı mı?„
Bütiin bunları bir solukta söylemişlerdi. Hiddetten soluya solu-ya durup, tiz ve kızgın bir sesle, hemde yahudice konuşrnuşdular. Zira hepimiz de, en küçüğümüzden en büyüğ ümüze kadar, hepimiz de yahudiydik, kaçmakta olan yahu-dilerdik. Sadecç, arabanın sahibi olan köylü, yahudi değildi.
Büyük babam, Lehçe ve Ru-tence kelimeler de kullanarak ve hayli nazik bir tavurla: “P anje Bauer [*], dedi, nasıl, senin bey-
/* ] Köylü dayı.
12
girler bu i.şin altından kalkabilecek mi? Öteki şelıir çok uzakta,-değil mi? Söyle bakalım, Panje Batıer, arkamızdan, Allah saklasın yetişecek olurlarsa, başımıza neler gelir, Allah saklasın amma, kafamızı kopanı lar, ha ne dersin?,,
Köylü, cevap verecek y.erde, dilini şaklattı hem de, o ana kadar olduğundan daha şiddetli, daha alaylı daha hilekârca. Sonra da, kamçısını havada bir şaklattı Ve arabamın arkasında sallanan lambayı lifleyip söndürdü.
Biiyiik babam, .gittikle nazikleşerek ve gittikçe daha fazla endişe duyarak, hep ayni sualleri, tekrarlamaktaydı: 'Paııj'. Baııeı... ha, sen ne dersin? „•»
Büyük anam, hiç 'çekinmed/'n ve yalıudice olarak: ine çocukca sualler sormaktasın?» diyerek büyük babamın lâfını kesti “herifin ne mal olduğunu g örmüyor ;nıı , sun? Dili tutulsun, ellerinin ikisi de..., ve ihtiyatı elden bırakmıya-1 rak ilâve etti canıma hele, varacağımız yere bir varalım ila..»
İki yabancı, daha hâlâ ellerini ve başlarını sallamakda ve zehir ■ gibi bir sesle, hiddetli hiddetli söy-lenmekteydileı I
—Ayaklarında hastalık vâr diye bizimle gelmesin!... Deli karı 1 Böylesi duyulmuş şey değil.
Bunları yazarken, tungur tungur yol olan bu muhacir arabasında geçen saatleri yeni baştan yaşıyorum. Şu anda ben, örtüler vc çuvallar arasına konulmuş olaıı o çocuğum, yine. Bizim arabanın ö niinde de arkasında da daha bir sürü başka arabaların, gacur gucur yol aldıklarını, arabaların ekserisine de ihtiyar beygirler koşulmuş olduğunu, o andaki kadar vuzuhla göı inekleyim. Sisin yavaş yavaş açıldığını, yahııdilerin bir .şey, den kaçdıklarnu ve bir sonbahar rüzgârının bir türlü sonu gclemi-yen uçsuz bucaksız şoseyi, yaladığını titreye titreye görüyorum.
Muhacirim, hem de yedi yaşında!
İşte, benim asıl hayatım böyle başlar.
FİKİR SANAT VE TENKİT
DEKÇISİ
Yedinci Sayısını Okuyunuz.
Sanat Siyaset - Politika
Esas itibariyle, hugiin, sanatla politik :a ve siyasetin düşiiiam lıesiîenler; halis: yığınlarının ve bu yığınların menfaatini güden sanatçıların yürüttüğü siyasetin kendileri için tehlikeli olduğunu sezenlerdir
Nevzat HATKO
cmieketimizde de dünyalını gidişine ayak uydurmak ama-ciyle bazı demok
ratik hak ve hürriyetlerin tanınmasını ve bunlardan vatandaşların azamî derecede faydalan-ıııa:ari için zemin hazırlama te şebbiislerine girişilmesini raü-Ijalıede ettiğimiz ştı devrede, san at siyaset ve S:ı::atcı politika konuları üz.erinde dikkatle vc gereği veçhile duru İması bir zarurettir. Çünkü, biz.de aeaip bir hal, bir tezat, esas kaide halini almış ve eskiden beri süregelmiştir; Memleketin siyasetini yürütecek olan aydınlar ır.ümresi-niıı muayyen bazı topluluklarına siyasetle meşgul, olmak hakkı taıınımaımjtır. Biziuı gibi ajöıı-ı az bir milletin bıı yola sapması besbelli ki hiç de faydalı olamaz .. Biz bur-lda kanunî tahditler elen balısetmiyeceğiz, bu bizim j’etki-miz. dışına çıkar ve siyaset yapmak hakkından mahrum olan züm-elerm kurdukları v.e kuracakları “dernek,, leriıı çalışma programları çerçevesine girer. J.’urada biz sanatın siyasetle ve sanatçının politika ile olaıı münasebetlerini kısaca incelemeye çalışacağız:
Şaııat’ıa siyasetin tarifini yaparsak, bunların birbirinden t'yrı şeyler olduğunu görürüz: Siyaset yaşadığımız. sosyal topluluk içindeki tezahürlerimizin topııııu birden içine ailr. Halbuki sanat, hayat ifadesinin muayyen bir tezahürüdür ve ancak istidat sahibi kimseler tarafından yapı'ir. Demek oluyor ki bütiin insanlar siyaset yapmadıklarını sananlar da dahil olmak tiz ere - siyaset yapmaktadırlar. Halbuki lıer insan -smıat y aptıklarım sananlar da dahil olmak üzere - sanat yapamaz. Şii halde, madem ki. bütün insan-Iâr siyaset yapıyor, sanatkârlar da siyaset yapmaktan, isteseler bile, kaçnıamazlar. Nitekim bütün sanat eserlerinde, doğrudan doğruya yahut ta- bilvasıta, mutla
ka siyaset vardır. Fakat, tekrar edelim, bu demek değildir ki sanatla siyaset ayni şeydir, yahut ta bir sanat eserinin değeri ihtiva ettiği siyasî fikrin değeriyle ölçülür. Böyle bir hüküm gerçek bir gafletten başka bir şey olamaz.
Siyaset alanla' ma bakacak olursak, sanat değeri olmayan bir siiı-ü siyasî tezahürlere şahit oluruz; hatta bu genel bir kaidedir. Fakat ayni şeye. Sanat alanında şahit olmak mümkün değildir; çünkü bütün sanat eserlerinde, belirli veya belirsiz, siyaset vardır ve bu siyaset mutlaka aksiilamelter yaratır. Esasen sanatta siyaseti inkâr etmek de başhbaşına siyaset yapmak dç-ınektir. Gerçekten sanatkâr bü ■ tün tezahürleriyle siyaset yap-noktadır ve yapması da gerektir. Bir şartla: yeter ki yaptığı siyaseti bize sanat olarak kabul ettirmeye yeltenmesin !,„
Mehmet Akif’in, Tevfik Fikret’in, Nâzdın Hiknıct’in, Hasaıı İzz.ettiu’in, Calıit Sâffet’iıı 'şiirlerinin siyasî mahiyetle olduğu hertıesee kabul edilmektedirı Yahya Kemal’in, Cahit Sıtkı’nın, Orhan Veli’ııiıı, Oktay Rıfat’ın şiirlerinde ise siyaset olmadığı iddia edilir ve bu şiirler bir çok kimseler tarafından böyle olduk-larl zannedildiği için de beğenilir ve tutulurlar. Ama aslında bunların da eserlerinde siyaset vardır, fakat bu siyaset ilk dört şairin eserlerindeki siyaset kadar doğrudan doğruya yapılmış değil; dir. Ama şurası muhakkak ki, yukarıda adı geçen şairler, eserlerindeki siyasî muhteva sayesinde birbirinden iistün, birbirinden büyük olmuş değillerdir: Esasen hiç bir devirde- hiç bir sanat ese-ı-i sadece siyasî muhtevasının doğruluğu sayesinde muvaffak olmuş değildir ve böyle bir misal aramak da gülünç olur. Bu hal, yani bir sanat eserinde doğru bir siyasî muhtevanın bulunu-
(Sayjayı çevirtiriz)
Î3
şu, bu eseri meydana getiren sanatkârın sosyal alandaki üstünlüğüne ve canlılığına bir delildir ve bu delil eserin tetkikinde bilvasıta değil, doğrudan doğruya bir kriteryumdur. Çünkü bütün büyük sanatkârlar yaşadıkları devirlerin problemlerini, hareket istikametini, ahengini, bütün canlılığı ile ve var kuvvet, ihtiras ve iştiyaklariyle benimsemişlerdir; devirlerinin en karakteristik değerlerini eserlerine sokmuşlar, bunlara gereken önemi kusursuz olarak vermişlerdir. Bunun için bu sanatkârlar, estetik değerler yaratmak işinde, kendi çağlarında yaşayan diğer sanatkârlardan daha üstün bir vasıf taşımakta, klâsik olmak mazhariyetine nail olmuş bulunmaktadırlar.
Doğrudan doğruya siyaset yapmak, yani politika yapmak, işine gelince: Hiç bir zaman bir büyük sanatkâr sadece siyasetle, yani politika ile uğraştığı için büyük olmuş değildir. Bunun aksine olarak bazı büyük sanatkârlar büyük oldukları için politika ile uğraşmak ihtiyacını duymuşlardır. Ama bu iki şey sosyal hayatta birbirine karıştırılıyor; çünkü insanlar fikri faaliyetlerini çeşitli cephelere yöneltmek zorundadırlar. Birçok kimseler cemiyet içinde hem sanat, bem' politika yaparlar. Fakat bu iki şey, oniar için ayrı ayrı faali-liyet sahası teşkil etmektedir. Bu' gibi kimselerin bu iki alanda verdikleri eserlere muhatap oianlar, yani halk yığınları, prestij bakımından ikiye aynhr: Onların sanatlarını beğendikleri için siyasetlerini benimseyenler olduğu gibi, siyasetlerini beğendikleri için sanatlarına hayran olanlar da vardır.
Bundan başka insanda bir, tek taraflılık;' bir, tek cepbelik vardır. İnsan her şeyi, beğendiği, sevdiği ve tercih ettiği unsurlarla bağ-b görmek ister,- ber şeyi, daha doğrusu, menfaatlerine irca etmek ve amaçlarına bendetmek ister. Bunun için insanlık tarihinde, her zaman, mevcut oian iktidar ve hakim zümreler-iyilikleri, kötülükleri; doğrulukları, yanlışlıklan bahis mevzuu olmaksızin-sanatı kendi hizmetlerinde görmek istemişler, sanat ve sanatkârlar hakkında bu zaviyeden bükümler vermişlerdir. Nitekim bugün de ekseri iktidarlar
14
Özlü ve Plânlı Neşriyata Muhtacız
(Baş tarafı S a. 3 de)
imkânları da bu kitleden daha mahduttur. Yani ekmeğinden çocuğunun nafakasından ayırıp kitap alacaktır. Bunun bu zamanda he demek olduğunu hepimiz biliyoruz. Binaenaleyh okuyucuya özlü ve istifade edebileceği İlmî yazılar sunmak lıern bir vazife hem bir zarurettir. Halbuki bizde aksine neşriyatımızı mecmua ve yazı bolluğu iie ölçüyoruz. Okuyucudan, kendisine bir hayli paraya ve zamana mal olacak olan böyle bir neşriyatı takip etmesini beklemek biraz fazla idealistlik olur. Neşriyatımızdaki ikinci noksan da muayyen bir münevver kitlesine değil tnı kitle haricinde kalanlara hitap etmek ve ileri bir neşriyatı tamtmak balka sevdirmek yolunu bilmeyişimizdir. Birçoklarına böyle bir neşriyatın çok dar olan hududu içine girmek zor geliyor ve bunu fikrî hamuleleriyle mütenasip görmüyorlar. Bizce böyle bir neşriyatta öğretilecek şeylerden ziyade bu gibi neşriyattan abnacak bir çok dersler vardır. Ve bu dersler müstakbel halk kültürünün zengin hâzinesini lıazırlıyacaktır.
Binaenaleyh, halkın demokratik gelişmesine yardım eden ve bu hareketle tıeraber giden az ve öziü yazılara ve bunun yanında yetiştirici ve plânlı bir halk neşriyatına muhtacız.
Rasim GÜRHAN
kendi amaçlarına hizmet etmeyen sanat ve sanatkârlara hayat hakkı tanımamakta İsrar etmektedirler. Gene tıu sebepledir ki bazı sanatkârların * bunlar şanatı sanat için yapanlardır - bir sanat adamının nasıl olur da kalemi, fırçayı, mermeri, notayı ihmal (!) ederek siyasetle uğraşmağa karar vermesini havsalaları alamaz-
Ve lâkin, esas itibariyle, bugün sanatta politika ve siyasetin düşmanı kesilenler; halk yığınlarının ve bu yığınların .menfaatini güden sanatçıların yürüttüğü siyasetin, kendileri için tehlikeli olduğunu sezenlerdir.
Nevzat HATKO
İslâmiyette Sosyalizm
Genç ve değerli muharrir Faik Bercâvi, uzun senelerin yorucu tetkikleri mahsulü olan kitabını, nefis bir cild halinde yayın* ladı. Bu kitabı tereddütsüz ve cesaretle adım attığı bu zahmetli yolun ilk "merhalesi sayıyoruz. İlmî araştırmalar yolu ne kadar çetin ve muharririn seçtiği mev zu ne kadar ağır olursa olsun, bu küçük eser, bir büyük müjdedir. Tebrik ederiz.
Yine sabah oldu
Amerika’nın ileri muharrirlerin-, den, Ernest Hemingway’in bir eseri daha dilimize çevrijmiş bulunuyor. Eserin ismi “Yine sabah oldu», çeviren Vabdet Gül-tekin, yayınlayan Batı Yayınevidir.
Aşk ve Sümüklüböcek
F uat Hop ve Tuna Baltacloğlu yazdıkları hikâyelerini ortak bir kitapda toplamışlar ve kitaplarının admı da birisinin ilk, öteki ■ sinin son isimlerini birleştirerek koymuşlardır: »Aşk ve Sümük" üböcek,,
11 John Steinbeck — —
Sardalya Sokağı
(Canery Raw )
Büyük Amerikan edibinin bu sön romanını Behice. Boran'ın tercümesinden okuyunuz 125 kuruş '
BATI YAYINI
P. K. 18 Şişli —
Rüzgârlarım ko nuşuyor Kıymetli Şâirlerimizden Cahit Saffet Irgat’ın hu yeni eserini okuyunuz.
İleri sanat, geri sanat
(Baştarafı Sa 5 te)
eden cereyanlar ileri iniydi? Resimde kübizm, ekspresyonizm ve daha bir sürü izm’lerle hüküm sürüp şimdiden maziye karışmış bulunan sanat mezhepleri, şiirde “Mânası anlaşılmıyor, ama güzel» dîye ortaya sürülen sürrealist adaiplikler, «şuurun akışı» nı tasvir etmek iddiasıyla yazılıp, yazardan başkasının anlıyamadığı James Joce’vari romanlar, belki yeniydiler ama, ileri olmak şöyle dursun, bilâkis çökmekte olan bir cemiyetin sakattaki akisleriydi. Bu sanat hareketleri hem mevcut burjuva nizamına, burjuva estetik, ve ahlâk değerlerine bir isyanı, hem de artık cemiyetin değerlerine inancını kaybetmiş, hayatta bir gaye ve mâna bula-mıyan sanatkârın bayattan ve ce miyetten kaçışını, ifade ediyor. Sıhhatli, verimli bir sanat hayatı ancak, sanatkârın kendi işinin ciddiyetine, yani bayatın bir mâna ve gayesi olduğuna ve kendi sanat faaliyetlerinin bu mâna ve gayeye bir şeyler kattığına inanma-sıyle mümkündür. Hayata, insanlara inancım kaybeden sanatkâr kendi sanatının dar sınırları içine
kapanıyor, cemiyete ve hayata sırtını çeviriyor. Bu vaziyette, ya kendi ferdî ruh halleriyle haşır* neşir olup bunları insan münasebetlerinden, sosyal çevreden tee-rit ederek ifade etmiye çabalıyor; veya muhtevayı reddediyor, aııcak bir vasıta olan şekli gaye haline getiriyor, şekillerle, tekniklerle uğraşıp mücerret sanat, saf sanat yaptığına hem kendini, bem de âlemi inandırmıya çalışıyor. Sanatta bu sapıtmalar ve onun doğurduğu arayışlar, denemeler, teknik ve şekil bakımından sanat mirasına br şeyler vermiş olabilir, bu tekniklerden daha sonraki gerçek sanatkârlar faydalanabilirler, ama birer sanat hareketi olarak bu hareketler ve meydana koydukları eserler şimdiden sanat tarihi kitaplarının ve müzelerin matı olmuştur.
Sanatta ilerilik meselesi bu kadarla bitmiyor. İlerilik, gerilik bakımından eski sanat karşısında nasıl bir vaziyet alacağız? Muhtevanın ileriliği sanat eserini değerlendirmekte yegâne ölçü müdür ? Geri muhtevalı eserlerin sanat eseri olduklarını red mi edeceğiz ? Muhteva ve şeklin sanattaki yeri nedir? Bir sürü mesele ki birbirine zincirlenip gidi* yor. Bu mevzulara tekrar döneceğiz.
Bebıce BORAN
Bir Dahînin hayatı
(Başı sa; 9 da)
için, ayaklarında kar sularının kesici soğuğunu hissederek, yapmak mecburiyetinde olduğu' bir seyahat dönüşünde zatülcenpe yakalandı. Başka kimsesi olmadığı için sevgili yeğenini doktor aramağa gönderdi. Fakat bu aziz yeğen kendisine verilen vazifeyi eğlence arasında iki gün sonra hatırlayabildi.
Böylece doktorun geç gelmesi, fena tedavi, bu büyük insaiıı sağırlık, karın ağrıları ve zatül-cemp gibi üç hastalıkla pençeleştiriyordu. 3 ocak 1827 de vefakâr yeğenini kendine varis yaptı. Nihayet fırtınalı bir günde son nefesi korkunç bir gök gürültüsü arasına karışıyor. Gözleri yeğeni kimbilir nerede bulunduğu-için bir dost tarafından kapanıyor. (26 mart 1827)
Böylece beşeri sanatın büyük dehalarından biri olan L. v. Beethoven’in hayatından bahsetmiş olduk. Gelecek yazımızda, yaşadığı sosyal devreye kısa bir göz. ata" rak onun, dünya görüşü ve inki-lâpçı sanatından bahsedeceğiz.
Ahmet ŞAŞIOĞLU
Halk Sağlığı ve Sosyal tebabet
(Başı sa; 5 de)
flııdan büyük bir alâka ile karşılanmakta ve gözlerinin önünde cereyan eden hâdiseler verilecek bin bir öğüt ve mücerret konferanslardan daha ziyade faydalı olmaktadır. Bu filimlerde meselâ halk salgınlarının sebepleri, geçiş şekilleri = klinik tabloları, tedavi tarzları, alınacak korunma tedbirle ve tatbikleri, tedavi görmeyen vakaların neticeleri, demonstratif bir şekilde temsil edilmektedir. Bu son harp yıllarında bu gibi filimler Amerikan ordusunda öğretim programına konmuş ve çok istifade edilmiştir.
Hiilâsı: Halk, sağlığının gereği Üzere garanti altına alınabilmesi için herşeyden önce şu iki önemli meselenin halli lâzımdır:
1 — Tebabetin devle deştirilip bir ticaret vasıtası olmaktan ve dolayisiyle insan sağlığının dais-t işmardan kurtarılması..
2 — Halkın hayat standardının yükseltilmesi ve bunun için dte evvel emirde cehaletin ortadan kaldırılması
Dr. Sabire DOSDOĞRU
Demokratik ve antidemokratik kampanya
(Başı sa; 7 de)
leketlerin birer emtia pazarı batine getirmek, onların ham madde kaynaklarım monopolleri altına alıp insanlığı sömürmek antidemokratiktir.
Demokrasinin iktisadi mânada tahakkuku prensibi Öyle bir anahtardır ki yalmZ bununla, bütün sosyal, politik, kültürel, ekonomik meseleleri çözmek kabildir. İçinde bulunduğumuz şıl harp sonrası kritik devrede açılan kampanyanın da bedef ve gayesi budur.
M. Hulusi DOSDOĞRU
DOST
15 günde bir çıkar, ileri sanat ve aktüalite dergisi.
22 Aralıkda* ikinci sayısı olgun yazılarla çıkıyor.
15
jfStoayıfa
M(r
X
■ i
; - . ■ V '
' j;
Waltp\ .
Sı kumsaldan, l'orum,-Z™-
Sevdalı sulatma geHı^/Vpr\.b₺n
Uzanıp giden d;
Sarsak, derin
Hayatın görU
Kürekle açikhj
l£y deniz, sana terkediyorum kehdimi, Ne demek istediğini anlıyorum seııin, Seyrediyorum o efnj, bjşekici pa Bana ellerini siirym
Beraberce. &ÎU4
Yatır bir ya sdığ^



Gel geç göjnillü
Her şeyimle şendenim, " Bu hallerinin J^rİ^tyhâtjU Sellere akıntılara katpırı Öğerim dostları y Herşeye yakınlı Evde ne var ne Ben yalnız iyili fazilet ve fesa Beni kötülük d Gidişim, kusur bula Gelişen her köke su O derrpanı tükenmez c Göklerin, üzerinde işlenecek, Bir .yanda denkleşme varsa zıt Sabit bir felsefe kadar mülayim birmiş Şimdiki düşünce ve kanaatlerimize, iyfei
“Desilliyonlarca” yıldan bana aşıp geldir'şij^dedUküdan
Evet, ondan ve şimdi’den daba iyi ne var ?
Bu gün iyi, geçmişte iyi hareket eden o kadar hayj>.etytf(
Asil her zaman, evet her zaman hayret Veren şey, bir alçağın, biı|kâ/irin mevcut

b i r b i r in i
uyan^yfiyftfT ben, k
in» Mit
ç(/4rilatmadan .mı geçeyim ? Iklarin/âa^şa^i olmayı.
inedir ?
ldırflfffl^^ harekete geçjrı
İU gl t ortadan L_.

eddedenlJç’ji^jk^değildir,
bence hepsi
rfifâcâijt’ doğacak diye mi korkuyordun' konacak kanunları olduğunu kestjfdin İrafta dd* deniri
Ûnanı
fçıkmsmızdııf diBorum.
bilmesidir.
İbrahiiB^Sk^^ar

Kaynak: TÜSTAV - Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı Arşivi

KADIN MESELESİ
BU SAYIDA
Dünya Demokrat Gençlik federas* yönün yıldönümü
Geçsn ytl 10 Kasımda^ Londrada toplanan', Dünya Antifaşist gençliğinin delegeleri. *Diinya Demokrat Gençlik Federasyonu,,, nu kurdular. Bıi teşekkül, 19 Kastm 1915te kurulduğu halde Dünya antifaşisi gem It ri Sarasındaki bağlılık vs k'irdeşçe işbcraberliği di eği yeni bir şey d ğildir. Ispanya sivil harbinde . başlayan diinya anti faşist gençli rî arasnda, faşist tecuvize k-r-şt müşterek sıvaş azmi, ,so i ha*p içinde daha'da kuvvetlenip gelişerek ö C3 Balkan Antifaşist gençl r kor gresi, sonra Dünya Demokrat Gençlik Fede-rasyopiyle gelişmeye başladı Bütün antifaşist dünya genç'iği arasındaki bağların, hiç bir zaman Londrada toplanan dünya Domekrat ger.çl-ri kong» resindeki kadar sağlam olduğu görül-' memıştir. Unutulmamalı ki bu bağlar, aynı gâye 'uğru tda akıtılan milyonlarca gencin kant pahasına kuvvetlenmiş? tir. Dikkat î d’ğer' başka bir nokta da kongrede biitü ı reıksiyçn r ve faşist unsurlara karşı kesin bir savaş için verilen kararlardır. Zamanımızda millî ve beşerî hürriyetin baş duşmani, her yerde faşizm olmuştur. Memleketleri* nin bağımsızlığı ve özgenliği uğ.ru ıa mütecavizlere karşı mücadele eden dün", ya gençliğinin- Kurduğu ve Kuracağı teşekküllerin a:;tifaşist ve antireaksi-yor.kr bir karakter taşiması da tabiidir. Bu u ı içindir ki demokrat gençlik fe-, depasyonu, dünyadaki faşizmin siyasî, iktisadi ve mânevi alanlardaki 1 biıtün kalıntılarının silinip süpiiralmesine, u-laslararası -reaksiyona;ve emperyalist tezahiirlerg karşı bütüp dan ya antifaşist unsurları it işbç ‘aberliğine davet ediyor. Dikkat edilirse görülür k'i Dünya Gençlik federasyonunun, umdeleriyle bizim kurtuluş savaşımızın »gayeli ri arası ıda gerçik bir yakınlık bulunmakta l-r. Kurtuluş »at aşımızda dışardan gelen emperyalistlerle yapılan mücadele, içerdeki reaksiyona karşı yapılan savaşla sıkı * sıkıya bağlıdır^ Zaten biı iki şiarjıiç bir Zaman birbirinden ayrt' lamazF iki - harpte de bunun pek
canlı örneklerini gördük. Bütün dünya d*mokriaf‘gşnçlerinin büyük bir şevkle kutladıklar^ Dünya Demokrat Gençlik Federasyonunun liuruluş ,yıl dönümünde Türki^hi^demvİcrat gençlik, heıiüz kendisinf -tefn&il ettirememekle' bera* ber şüphe ffok: kt günden güne gelişe* cek ve dünyâdaki şerefli yerini ala* çaktır *
Romain Rolland kulübü
Dolanda da Romain Rolland*tta‘ tutmak, eserlerini yaymak için -bir-ka* lüp kufulthuşitir. MeşhAir muharririn haşatını ak e ettiren tutan döküm anlar toplan maktâdtff
2
DimitrijŞostakoviç
Devrimizin rriüzik üstadı Şostakoviç beşinci senfonisine Faust da olduğu gibi hayatın jnaııâsını ar. lamak meselesile başlar. İnsanla kâinat arasındaki münasebeti araştırır. Fakat neticede, Goethe’den farklı olarak, kozmozun ■ hudutsuz âleminde cevelân ett.ikt n sonra, bu sonsuz mücadeleyi aklin zaferiyle bitirir. Beşinci senfoninin bi; tişini Betheven’ın “Zroic?„ sının fi nali ile mukayese etmek yerinde, dedir. Dimttri Şoıtkoviç’in altıncı s-nfonisinin başında da başka kalplar altındı aynı temayı buluruz. Dâhi bestekâr burada da insanın dünyadaki rolünü ine Her. -Fakat daima bir nikbinlik havası melodilerinin özünü teşkil eder. Yedinci senfonisi Leningrad senfonisidir. Şostakoviç asıl dehasını bu tarz harp senfonilerinde göst-rmiştir. Kompozitör şimdiye kadar görülmemiş br kudret ve kabiliyetle ikinci dünya harbinin o müthiş şahnelerini portenin çizgileri arasına s'ğdırabilmiştir. Leningrad senfoni’; zaptölunmâz Leningrad’ı ve onun kahraman evlâtlarını bütün azametiyle Canlandırmakta, dünyanın âzami ümitsizliğe düşdüğü o kara günlerde yakın bir geleceğin zafer pırıltılarını müjdelemektedir. Beşinci1 ve altıncı" senfonilerinde Şostakoviç' 18 inci yüzyılın romantizminin tesiri altında kalmış ve. Baçh gibi ' romantizm devlerinin yolundan yürümüştür. - Yedinci senfoniyi takip eden sekizinci-senfonideki fikir ve seziş kuvveti; büyük sosyal vakaların, mühim ta
rihî sahnel erin senfo.üleştirilin' ka biliyeti Şosl ıkoviç’iu gelmiş geçmiş bütün dünya -müzik dehalaı^ arasındaki hu nispetlerini iyice belirtmektedir. O harp sıralarında ceryan halindeki vak’alann bı.ş döndürücü seyrini en ön saflardan takip ederek s’cağı s cağına meydana getirdiği harp senfonileriyle GFnka’dan beri devam edegeleiı ve dünya klâsik inüziğinin önemli bi- kısmı olan Rus müziğinde bir çığır açmıştır. Yurdunun kendine has motiflerini bir Glinka, bir Bo-radin, bir Mussö-gsky ustahğiyle iş-liyen Ş ıstakoviç onları harp sahneleri il ı ' mezcedebilmiştir. S( ki-zi ıci senfoni istiliçilirin memleket topraklının n ısıl yağma ettikleri-1ı, irtica '.sürülerinin yaptığı kilometrelerce utanan yanghları, haberleri ve işkenceleri ve nihayet halklaiın mücadelelerini adım adım aksett rmektedir. Dimitri Şostakoviç sekizinci harp senfonisinin ü" çüncü kısmında dünyayı iki.kate-, goride mütalâa eder! 1 — İyiler, 2 — Fenalar. İyilerle 'fenaların tarih boyunca kaydedilen mücadele lerini bir müzik panoıoması halinde canlandırdıktan sonra 'iyiliğin ergeç nasıl muzaffer olacağını anlatır. Şostaköviç’in harp senfonile* rinin üçüncüsü olan dokuzuncu senfoni, dâhi kompozitörün bu a-landaki kemalini gösterir. İyinin fenaya mutlak galebe çalacağını harbin en kıranlık günlerinde melodi tufanları halinde dünyaya miijdeliyen dokuzuncu senfoni hür insanlığın ve bağımsız dünya halklarının zafer senfonisidir.
Bir zenci aktör, mükâfaat kazandı
Dünya tiyatro tarihinde ilk ola-, rak siyah1 ırktan bir aktör, şimdiye kadar beyazlara verilen bir mükâfaatı kazandı. Bu zencinin ismi Canada Lee’ dir. Geçirdiği uzun ve1- meşakkatli ’bır •hayattan sonra '. herkese kendisini . b,ir değer olarak tanıtmış ve Amerikada giiniiz mevzuu olmuştur. Canada Lee şimdi, John Steinbetk’in Lifeboat piyesini temsile haaırlanıyor. ______YIĞIN
Her ayın 1 inde ve 15 ind|e çı- , kar fikir ve sanat, mecmuasıdır. Yıllık abonen , ( 600 ) kurnş, altı aylık ( 300) kuruttur, öğretmen veöğren-çiler için bıi fiyatlar 500 ve 250’tin ruştur. Basılmıyan yazılar geri verilmez, Muhabere adresi; ,Posta kutusu f 1600 ) Galata - İstanbul - Sahibi ve yazı işlerini fiilen idare eden Adil Yağcı. Basıldığı yer: F. K. Basımevi,
—.İstanbul__________________
Dünya Demokrat Gençlik federas-yonun yıldönümü
Geçsn yıl-10 Kasımda^ Londrada toplanan Diinya Ar.ti faşist .gençliğinin delegeleri. * Dünya Demokrat Gençlik Federasyonu,,, nu kuldular. Bu teşekkül, 19 Kasım 1915te kurulduğu halde Dünya anti faşist geni Itri . arasındaki bağlılık v.t kardeşçe işberaberliği di'eği yeni bir şey d ğildir. Ispanya sivil harbinde . .başlayan diint/a antifaşist gençli ri arasnda, faşist tecavize k(.r‘-şt müşterek sıvaş azmi, ,$oı ha-p içinde daha da kuvvetlenip 'gelişerek ö cs Balkan Antifaşist gençl r kongresi, sonra Dünya Demokrat Gençlik Fede-rasyopiyle gelişmeye başladı Bütün antifaşist dünya gençliği arasındaki bağların, hiç bir zaman Londrada toplanan dünya Domekrat, gençl-ri kongresindeki kadar sağlam olduğu görül-’ menü şiir. Unutulmamalı ki bu bağlar, aynı gâye ıığru ıda akıtılan milyonlarca gencin kant pahasına kuvvetlenmiş? tir. Dikkat: d‘ger'başka bir nokta da kongrede biitiiı reaksiyon r ve .faşist unsurlara karşı kesin bir savaş için verilen kararlardır. Zamanımızda millî ve beşerî hürriyetin baş düşmanı; her yerde faşizm olmuştur. Memleketlerinin bağımstzltğı ve özgenliği uğru.ıa mütecavizlere karşı mücadele eden dün' ya gençliğinin kurduğu ve kuracağt teşekküllerin a:; t ifaşist ve ar.tircaksi-yonttr bir karakter taşlmastda tabiidir. Bu u ı içindir, ki demokrat gençlik fe-, depasyonu, dünyadaki faşizmin siyasî, iktisadi ve mânevi alanla-daki 1 bütün kalıntılarının silinip süpürülmesin?, u-laslarara8t reaksiyona ;ve emperyalist tezahürler# karşı-bütüp dünya antifa'-şist unsurları n işbemberliğine davet ediyor. Dikkat edilirse görülür k'i Dünya Gençlik federasyonunun umdeleriyle bizim kurtuluş savaşımızın •gayeli ri arasnda gerçik bir yakınlık bulunmakta Lr. Kurtuluş salaşımızda dışardan gelen emperyalistlerle yapılan mücadele, içerdeki reaksiyona karşı yapılan savaşla sıkıJ' sıkıya bağlıdır. Zaten biı iki şiar(hiç bir zaman birbirinden ayrılamazı' £0*1 iki harpte dc bunun pek canlı ornçklerini gördük. Bütün dünya d:mokrafx gençlerinin büyük bir şevkle kutladıkları Dünya Demçkrat Gençlik Federasyonunun kuruluş , yıl dönümünde Türkiyk^detnokrat gençlik, henüz kendisini" temiil ettirememekle' beraber şüphe yok ki günden güne gelişecek ve dünyadaki şerefli yerini alacaktır 4.
Romain Rolland kulübü
Dolanda da Romain Rolland'ı- ta’ tutmak, eseflerini yaymak için bir kulüp kurul rhuşi dr. Meşhur muharririn hayatını aksettiren, bütün dokümanlar t e plan maktadır v
DimitrijŞostakoviç
Devrimizin müzik üstadı Şosta-koviç beşinci senfonisine Faust da olduğu giui hayatın jnanâsını ar. lamak meselesile başlar. İnsanla kâinat arasındaki münase eti araştırır. Fakat neticede, Goethe’deıı farklı olarak, kozmozun ■ hudutsuz âleminde cevelân ett.ikt n sonra, bu sonsuz mücadeleyi aklın zafe-riyh bitirir. Beşinci senfoninin bi. fişini Betheven’ın “£roica„ sının f> nali ile mukayese etmek yerinde, dedir. Dimıtri Şortkoviç’in altıncı s-nfonisinin başında da başka kalplar altında aynı temayı buluruz. Dâhi bestekâr burada da ihsanın dünyadaki rolünü inceler. -Fakat daima bir nikbinlik havası melodilerinin özünü teşkil eder. Yedinci senfonisi “i.eningrad senfonisidir. Şostakoviç asıl dehasını bu tarz harp senfonilerinde göst-rmiştir. Kompozitör şimdiye kadar görülmemiş br kudret ve kabiliyetle ikinci dünya harbinin o müthiş sahnelerini portenin çizgileri arasına s'ğdırabilmiştir. Leningrad senfo-rfs:; zaptolunmaz Leningrad’ı ve onun kahraman evlâtlarını bütün azametiyle canlandırmakta, dünyanın âzami 'ümitsizliğe düşdüğü o kara günlerde yakın bir geleceğin zafer pırıltılarını müjdelemektedir. Beşinci • ve altıncı' senfonilerinde Şostakoviç'18 inci yüzyılın romantizminin tesiri altında kalmış ve Bach gibi romantizm devlerinin yolundan yürümüştür. Yedinci senfoniyi takip eden sekizinci senfonideki fikir ve seziş kuvveti; büyük sosyal vakaların, mühim ta'
rilıî sahııel irin seııfo.ıile.ştiı ilm' ks -biliydi Şosl ıkoviç’iıı gelmiş geçmiş bütün dünya -müzik dehalart arasındaki hunıs:yellerini iyice be. lirlmektedir. O harp sıralarında ceryan halindeki vak’aiarın b:.ş döndürücü s.-yrini en ön saflardan takip ederek s'cağı s cağına meydana getirdiği harp senfonileriyle GFnka’dan beri devam edegeleiı ve dünya klâsik müziğinin' önemli bi- kısmı olan Rus müziğinde bir çığır açmıştır. Yurdunun kendine has motiflerini bir Glinka, bir Bo-radin, bir Mıısso-gsky ustalığı, le iş-liyen Ş ıstakoviç onları harp salı neleri il ı ’ mezcedebilmiştir. Sı ki-zi ıci senfoni istil ıcıl irin memleket t rprakl irini n ısıl yağma ettikleri-n', irtica -sürülerinin yaptığı kilometrelerce uzanan yatıg hlart, haberleri ve işkenceleri ve nihayet halkların mücadelelerini adım adım aksett rmektedir. Dimitri Şostakoviç sekizinci harp senfonisinin ü* çüncü kısmında dünyayı iki.kategoride mütalâa eder: 1 —* İyiler, 2 — Fenalar. İyilerle 'fenaların tarih boyunca kaydedilen mücadele lerini bir müzik panoıomast halinde canlandırdıktan sonra 'iyiliğin ergeç nasıl muzaffer olacağını anlatır. Şostaköviç’in harp senfonilerinin üçüncüsü olan dokuzuncu senfoni, dâhi kompozitörün bu a-landaki kemalini gösterir. İyinin fenaya mutlak galebe çalacağını harbin en kıranlık günlerinde melodi tufanları halinde . dünyaya müjdeliyen dokuzuncu senfoni hür insanlığın ve bağımsız dünya halklarının zafer senfonisidir.
Bir zenci aktör, mükâfaat kazandı
Dünya tiyatro tarihinde ilk olarak siyah' irkian bir aktör, şimdiye kadar beyazlara verilen bir mükâfaatı kazandı. Bu zencinin ismi Canadal.ee' dir. Geçirdiği uzun ve' meşakkatli bir ■ hayattan sonra herkese kendisini ■ b.ir değer olarak tanıtmış ve Amerikada giiniiz mevzuu olmuştur. Canada l.ee şimdi, John Steinbetk’in Life boa t piyesini temsile hasırlanıyor.
____ YIĞIN _
Her ayın 1 inde ve 15 inde çı* . kar fikir ve sanat mecmuasıdır. Yıllık abonen . ( 600 ) kurnş, altı aylık (.300) kuruştur, öğretmen veögren-ciler için bıi fiyatlar 500 ve 250’tin ruştur. Basılmıyan yazılar geri verilmez. Muhabere adresi; .Posta kutusu ( 1600 ) Galata - İstanbul - Sahibi ve yazı işlerini fiilen idare eden Adil Yağcı. Basıldığı yeri. F. K. Basıme/ı.
____İstanbul —
Kadın Çalışıyor
Bir avuç zengin kadının çalınması sadece bir lüks olduğu için, bu kadınların çalışması veya çalışmaması için yapılan münâkaşalar da sadece bir lükstür.
Eminönü Halkeviııde üniversiteli gençlerin yaptığı bir müııa-zarıda, kadının çalışmaması fikri ekseriyet kazanmış. Böyle bir fikrin galebesi mürteci bir zihniyetin ifadesi inidir, değ'ılmi dir, bunu dahi münakaşaya lüzum yoktur. Çünkü kadının çalışması me seles', ne bir takım mütefekkirlerin buıia lüzum görmesi ne de diğer bir takımın lüzum görmemesi me selesidir. Kadının çalışması doğrudan doğruya İçtimaî bir ihtiyacın ve zaruretin neticesidir.
Köylerde kadının bir istihsal, ci unsur olması, köy ailesinin is tihsal yekûnunu arttırmak esasına dayandığı gibi, şehirlerde, bilhassa büyük sanayi şehirlerinde kadınların fabrikalarda veya diğer müesseselerde çalışması ailenin varidat yekûnunu arttırmak esasına dayanır. Üniversiteli gençlerin yaptığı münazarada kadın ların çalışmaması fikri galebe çal dığt için ne köy kadını ne de di* ğerleri evlerine dönecek değildir. Hattâ meclis bu hususta bir kanun dahi çıkarsa, içtimî zar ur. t kadın! saçlarından yakalayıp bu istihsal mekanizmasını içine sü-rüküyecektir. Buna kadının umumî istihsalde sadece bir müstehlik olmasının zararları ı da ilâve e-dersek, çalışmasındaki İçtimaî faydayı da unutmamış oluruz.
Kadın çalışmalıdır, fakat bir istismar unsuru olarak değil. Bugüne kadar, en medenî memleketlerde dahi, kadını istihsale çektikleri halde, kadına ne içtimai, ne İktisadî, ne siyasî hakları verilmiş değildir. Kadınların seçimlerde siyasî reye sahip ol-misi, derebeylik devrinden kalma tagallüp ve tahakkümün kalkıp kadının bazı İçtimaî faaliyetlerde rol oynaması, kadının istismardan kurtulmadı demek değii-ğildir.
Çalışan kadının büyük ekseriyetini köylü ve işçi kadın teşkil eder. İçtimaî istihsalde büyük bir rol oynayan bu kütle her .bakımdan himayeden mahrumdur. İşe giden kadın çocuklarını ya evde cahil bir ihtiyar annenin himayesine veya sokakta bırakmağa mahkûmdur. Büyük sanayi şehirlerinde amele kadınların çocuk
larını himaye için açılan bakını evleri ihtiyaca nisbelle devede kulak olduğu gibi, her iktisadi buhranda en evvel kupatılan müesseseler bu bakıın evleri olur. İşe giden kadın, s iyine karşılık o kadar az bir ücret alır ki, “kadına verilen ücret, aynı iş için erkeğe ve’ilen ücretin yarısıdır» evinin işi, çocukların ve erkeğinin işi de bu çalışan k-dinin sırtına yüklenir. Kazandığı para ile ne evine ııe de çocu’ laılııa ba-kact’( bir yardı-ıu-l tedarik edemiz. İşte -istismar edilen erkek arkadaşından iki iiç ınis'i istiş nar edilen işçi , kadın işçidir. Bunun içindir ki işçinin patrona karşı yaptığı iktisadi ve İçtimaî uıüca delede kadın işçi de ayın saftadır. Bu, süfrajetlerin z inlettikleri gibi bir kadı - erkek davası değil, kadın ve erkek bir istismardan kurtulma davasıdır.
Ev ve çocuklar, kadın çalıştığı için değil, cemiyetin mekanizması kadının çalışmasını kolaylaştıracak İktisadî ve içtimai te d birleri almadığı için ihmal edilmektedir. Bu zarar çalışan kadının ailesi için ne kadar büyükse, cemiyetin istihsal seviyesini yükseltmek, İçtimaî yükselişini temin etmek bakımından da o ka. dar büyüktür.
Bilhassa köylerde, cehalet, bakımsızlık, ve köylü kadının insafsızca istismarı yüzünden kaybolan çocuklar, telâfisi mümkün olmıyan zararlardır. İçtimaî bir zaruret ve fayda olarak iş haya* tına giren kadının cemiyete daha faydalı olabilmesi için, kadının iş hayatında, cemiyet hayatında, siyasî hayatda bir köle olarak de-ğil, erkek arkadaşiyle müsavi vazife ve haklara sahip olarak çalışması lâzımdır.
Bir avuç zengin kadının çalışması sadece bir lüks olduğu için, bu kadınların çalışması ve ya çalışmaması için yapılan münakaşalar da sadece bir lüksdür. Kadın artık istihsal mekanizmasında cemiyetin ihmal edemiye-ceği bir istihsal unsurudur. Bunun içindir ki sosyalist lııgiltere-de kadınların erkekle müsavi ücret alması, ev şartlarının, İçtimaî (Sonıı Sa. 11 te)
Stefan Zweig’ın bîr eseri
Eski Yunan destancısı Homi-ros llyâda adındaki eserini “Bütün bu savaşlar, dökülen kanlar, ölen insanlar, hep benim bu güzel eseri yazabilmem için geldi geçti „ diye bitirir. Böylece, tarihi bir estetik gaye uğrunda tekâmül ediyormuş gibi göstermek bizce hatadır. Bize göre tarihin hareke'e getiren kuvveti' “sınıf kavgası „ dır. Her geç mi gün akla daha uygun bir cem-y. tç bizi götürmektedir. Tarihi roman mahiyetindeki e erlerde de bu görüş muhafaza edilmelidir^
Stefan Zweig’in “ Sternstun-den der Menschheit „ eseri 1943 ilâveli tabının birinci cildi “Yıldızın parladığı anlar» .ismi verilerek Burhan Arpad’ın temiz üslûbu ile tercüme edilmiştir. Eser bir roman değil fakat heyecanlı. Klâsik bir tarih kitabı değil lâkin öğretiçi. Muharrire hakim o-.lan antifaşizm ve ilerilik taşıyan insan sevgisi, Homiros'un hükmünü kaldırmış, fakat güzel bir e-serin yaratılmasına da. mâni olmamıştır. Bizce tarihin ne olduğunu yukarda kaydetmiştik. Eserde bu havayı bulamamakla beraber, “ileri bir eser değildir» de diyemiyoruz.
Birinci kısımda Fatih’in Bizans’ı nasıl zaptettiği hikâye ediliyor. İkinci kısımda Aıne-likanın keşfini ve AvrupalI muhacirlerin Amerikaya gelip nasıl yerleştiklerini buluyoruz Üçüncü kısım “Yeniden hayata geliş» ismini taşıyor. Yani musikişinas Haendel’in “Mesih» ismindeki e-serini yaratışı. Dördüncü kısım, Fransız millî marşı Marseillais’in meydana çıkışının hikâyesidir. Haendel’de mistikleşen hava, son kısımda daha realistleşiyor. Kitabın başından öğrendiğimize göre, eserin ikinci cildinde daha alâka verici bahisler vBr. Bir an evvel o da çevrilip okuyucuya sunulursa eserin bütünü hakkında daha iyi bir bilgi edinilebilecek-’ tir.
Aralan KAYNARDAĞ
3
Kadın Çalışıyor
Bir avuç zengin kadının çalınması sadece bir lüks olduğu için, bu kadınların çalışması veya çalışmaması için yapılan münâkaşalar da sadece bir lükstür.
Eminönü Halkeviııde üniversiteli gençlerin yaptığı bir müna-zarıda, kadının çalışmaması fikri ekseriyet kazanmış. Böyle bir fikrin galebesi mürteci bir zihniyetin ifadesi inidir, değilmi dir, bunu dahi münakaşaya lüzum yoktur. Çünkü kadının çalışması me seles(, ne bir takım mütefekkirlerin buıia lüzum görmesi ne de diğer bir takımın lüzum görmemesi me selesidir. Kadının çalışması doğrudan doğruya İçtimaî bir ihtiyacın ve zaruretin neticesidir.
Köylerde kadının bir istihsal, ci unsur olınasl, köy ailesinin is tihsal yekûnunu arttırmak esasına dayandığı gibi, şehirlerde, bilhassa büyük sanayi şehirlerinde kadınların fabrikalarda veya diğer müesseselerde çalışması ailenin varidat yekûnunu arttırmak esasına dayanır. Üniversiteli gençlerin yaptığı münazarada kadın ların çalışmaması fikri galebe çal dığt için ne köy kadını ne de di* ğerleri evlerine dönecek değildir. Hattâ meclis bu hususta bir kanun dahi çıkarsa, içtimî zarunt kadını saçlarından yakalayıp bu istihsal mekanizmasını içine sü-rükliyecektir. Buna kadının umumî istihsalde sadece bir müstehlik olmasının zararları::ı da ilâve e-dersek, çalışmasındaki İçtimaî faydayı da unutmamış oluruz.
Kadın çalışmalıdır, fakat bir istismar unsuru olarak değil. Bugüne kadar, en medenî memleketlerde dahi, kadını istihsale çektikleri halde, kadına ne İçtimaî, ne İktisadî, ne siyasî hakları verilmiş değildir. Kadınların seçimlerde siyasî reye sahip ol-misi, derebeylik devrinden kalma tagallüp ve tahakkümün kalkıp kadının bazı İçtimaî faaliyetlerde rol oynaması, kadının istismardan kurtulmadı demek değil-ğildir.
Çalışan kadının büyük ekseriyetini köylü ve işçi kadın teşkil eder. İçtimaî istihsalde büyük bir rol oynayan bu kütle her .bakımdan himayeden mahrumdur. İşe giden kadın çocuklarını ya evde cahil bir ihtiyar annenin himayesine veya sokakta bırakmağa mahkûmdur. Büyük sanayi şehirlerinde amele kadınların çocuk
larını himaye için açılan bakım evleri ihtiyaca nisbelle devede kulak olduğu gibi, her iktisadi buhranda en evvel kupatılan müesseseler bu bakım evleri olur. İşe giden kadın, s iyine karşılık o kadar az bir ücret alır ki, “kadına verilen ücret, aynı iş için erkeğe ve-ilen ücretin yarısıdır» evinin işi, çocukların ve erkeğinin işi de bu çalışan k-dıııın sırtına yüklenir. Kazandığı para ile ne evine ııe de çocu’ laılııa ba-kact’( bir yardımcı tedarik edemiz. İşti 'istismar edilen erkek arkadaşından iki iiç ınis'i istiş nur edilen işçi , kadın işçidir. Bunun içindir ki işçinin patrona karşı yaptığı İktisadî ve İçtimaî uıüca delede kadın işçi de aynı saftadır. Bu, süfrajetlerin z inlettikleri gibi bir kadı - erkek davası değil, kadın ve erkek bir istismardan kurtulma davasıdır.
Ev ve çocuklar, kadın çalıştığı için değil, cemiyetin mekanizması kadının çalışmasını kolaylaştıracak İktisadî ve İçtimaî ted birleri almadığı için ihmal edilmektedir. Bu zarar çalışan kadının ailesi için ne kadar büyükse, cemiyetin istihsal seviyesini yükseltmek, İçtimaî yükselişini temin etmek bakımından da o kadar büyüktür.
Bilhassa köylerde, cehalet, bakımsızlık, ve köylü kadının insafsızca istismarı yüzünden kay-bolan çocuklar, telâfisi mümkün oimıyan zararlardır. İçtimaî bir zaruret ve fayda olarak iş haya* tına giren kadının cemiyete daha faydalı olabilmesi için, kadının iş hayatında, cemiyet hayatında, siyasî hayatda bir köle olarak de-ğil, erkek arkadaşiyle müsavi vazife ve haklara sahip olarak çalışması lâzımdır.
Bir avuç zengin kadının çalışması sadece bir lüks olduğu için, bu kadınların çalışması ve ya çalışmaması için yapılan münakaşalar da sadece bir lüksdür. Kadın artık istihsal mekanizmasında cemiyetin ihmal edemiye-ceği bir istihsal unsurudur. Bunun içindir ki sosyalist lııgiltere-de kadınların erkekle müsavi ücret alması, ev şartlarının, İçtimaî (Sonıı 5a. 11 tc)
Stefan Zweig’ın bîr eseri
Eski Yunan destancısı Homi-ros İlyâda adındaki eserini “Bütün bu savaşlar, dökülen kanlar, ölen insanlar, hep benim bu güzel eseri yazabilmem için geldi geçti „ diye bitirir. Böylece, tarihi bir estetik gaye uğrunda tekâmül ediyormuş gibi göstermek bizce hatadır. Bize göre tarihin hareke'e getiren kuvveti’ “sınıf kavgası „ dır. Her geç mi gün akla daha uygun bir cemiy. tç bizi götür.ıırktedir. Tarihi roman mahiyetindeki e erlerde de bu görüş muhafaza edilmelidir^
Stefan Zweig’in “ Sternstun-den der Menschheit „ eseri 1943 ilâveli tabının birinci cildi “Yıldızın parladığı anlar» ismi verilerek Burhan Arpad’ın temiz üslûbu ile tercüme edilmiştir. Eser bir roman değil fakat heyecanlı. Klâsik bir tarih kitabı değil lâkin öğretiçi. Muharrire hakim o-.lan antifaşizm ve ilerilik taşıyan insan sevgisi, Homiros'un hükmünü kaldırmış, fakat güzel bir e-serin yaratılmasına da. mâni olmamıştır. Bizce tarihin ne olduğunu yukarda kaydetmiştik. Eserde bu havayı bulamamakla beraber, “ileri bir eser değildir» de diyemiyoruz.
Birinci kısımda Fatih’in Bizans’ı nasıl zaptettiği hikâye ediliyor. İkinci kısımda Aıne-likanın keşfini ve AvrupalI muhacirlerin Amerikaya gelip nasıl yerleştiklerini buluyoruz Üçüncü kısım “Yeniden hayata geliş» ismini taşıyor. Yani musikişinas Haendel’in “Mesih» ismindeki e. serini yaratışı. Dördüncü kısım, Fransız millî marşı Marseillais’in meydana çıkışının hikâyesidir. Haendel’de mistikleşen hava, son kısımda daha realistleşiyor. Kitabın başından öğrendiğimize göre, eserin ikinci cildinde daha alâka verici bahisler vBr. Bir an evvel o da çevrilip okuyucuya sunulursa eserin bütünü hakkında daha iyi bir bilgi edinilebilecek-1 tir.
Aralan KAYNARDAĞ
3
■ Yazan ; ■■■.
Rüştü ŞARDAG
O
ÜNYAMIZIN geleceği ne dair haberler veren Wells'iıı • ölümünü, ba sıııımız yaprak kımılda-
il az bir durgunluk ve alâkasızlık içinde karşıladı. Son asrın en büyük zekâlarından* biri olr.ır İngiliz romaııcısıV?- lls’ın, zateıı eserleri türkçeye çevrilmek bal imin dan da şaıısı az bir romancıdır Fakat asıl talihsiz Türk okuyucuları ol a gerek! ' Bir burjuva evinde işçilik yapan bir kadınla bir bahçtvaudan dünyaya gelen Wells’iıı mağaza ııı (nurluğundan başlıyarak gitgide nasıl dünyanın eti büjük dehalarından biri oldu ğuuu öğrenmek bile bizim içiıı bir öııem taşırdı.
Eserini düşündüm: Elli yıl içinde Wells yüz kadar kitap yaz di. Bu arada yüzlerce makale
Konserler
İstanbul konser mevsimine girmiş bulunuyor. Kasım ayinin 12 ve. 14 ünde iki orkestra konseri-oldıı. Fakat ancak bir tanesinden zevk aldık, öbüründen yalnız bozuk nefesli saz seslerine ve tam bir herçüme,çe şahit olduk.
12 Kasımdaki konser, şef Cema* Reşit Rey idaresindeki Şehir sı fonik orkestrasının, 14 kasımdaki, Seyfettin Asal idaresindeki Beyoğlu Halkevi büyük Senfonik Orkestrasınlndı. Şehir orkest asında her şekilde tam bir disiplin vardı, Halkevi orkestrasında bir lâkaydi; Şehir orkestrasında iyi bir çalışma, öbüründe oluruna bağlama.' Şehir orkestrasında fevkalâde bir en-terpretasyon, öbüründe .tahammül edilmez bir monotoni ve nihayet Şehir orkestrasının başında muktedir bir müzisyen, öbüründe büyük işler başarmak hülyasında bir şef vardı.
Hemen herkese bu intihayı veren iki orkestra arasında acaba neden bu kadar tezatlrr var? Zannımızca bunun izahı kabildir :
1 — Şehir orkestrası, sanatkârlarını maddi bakımdan tatmin-edebiliyor ve bunun sonucu, haftada dört kere üçer saatlik çalışmalar yapıyor; buna karşılık Halkevi, amatör orkestra yapmak gayretiyle, daima istismar ettiği müzisyenlere, yol parası Hamiyle gülünç derecede az bir para vererek bu şekilde. haftada ancak bir prova yapabiliyor.
2 — iki orkestranın elemanları hemen hemen aynıdir. Belediye tarafından kısmen olsun tatmin edilen ve bütün hafta çalışarak yorulan sanatkâr, Halkevi prova ve konserinde yorgun, dur ve aldığı para nisbetınde çalmaktı da haklıdır.
(Sonu Sa. lOdnJ
broşür ve filim mevzularını kaleme aldı. Ronuıılârı varki siyaset-de yeniliğin müdafiidir. Eserleri varki gelecek zanıaı ıa çehresini müsbet ilme dayanan bir kcfentıı ve engin bir riıuhayyiknin yardı-miyle bize tarıtır. İıısaıı oğlunun ve hayatın gelişmesi üzerinde ki leme aldığı .Öyle romanları görülür ki bize onun terbiyeci tara' litıdaıı haber verir “Wells Clhaıı h#rb*„ ve “Mucizeler yaratan in’ saıı„ gibi hâlâ zevkle.okunan eserlerinde bilimsel rom incidir. “Za man makinesi-, “Kristal yumurta,, (Körler diyarı) adındaki kitabında insanı ürperten bir hakikat habercisi halinde esrar, hakikat ve ilimle yoğrulmuş olarak karşımıza çıkar. “Misler Follinin hayatı,,
nda kahırla ve boğuşarak günlük ekmeğini kazanmaya çalışan namuslu ve emekçi insanların macerasını anlatır. Bu nevi' esefleri Ingiliz r.omaııcılığının- güzel eserleridir.
Ve daha bir hayli kitap: Ni-lı'yet İkinci Dünya Harbi içindeki faşist barbarlığına karşı demokrat cephedeki büyük faaliyeti... Yaptıklarının hepsini ve kitaplarının tamamını saymakta ne mâna var? Marseillaise sütunlarında, bir kısmını takip edebildiğim “Kurtulan dünya adlı„ son eseri hâlâ gözlerimin önünde: Gelecek yılların ötesinde yeni bir çağ, atom çağı. Wells bu çağdan, br. tün yeni ren ler:, bütün fecaatile müspet olduğu sanısını uzandıran haberler veriyordu. Huxley ite biri kte İngiliz edebiyatında açtıkları ilim- romancılığı Çığırında büyük bir inanla hayatının sonuna kadar yürümekte - devam etti. İkinci Dünya Harbinin sonunda görülen “İnsaıı hakları beyannamesin nde onun büyük emek payı vardır . '
Sanat'ına doğru: Dünyamızı gönüllerin sıcak ateşile sarmak isteyen her büyük ülkücü gibi o da yalnız İngiliz insafının değil, fakat insan oğlunun saadetini özlüyordu.
Bu siadeti yıllarca. . önce sos, yalist bir dünyanın kurulmasında hayal etmesi boşuna değildi. Fakat o, bu arz' sunu ütopik bir görüş ve tatlı bir rüya halinde »şarladı Sosyalizme hayal gücüyle ve fikrî tekâmülle varışına bakıp oııu antimateryalist olarak düşünenler yanılmışlardır. Haki, kat odur ki Wells büyük tekâ-, mül felsefesine kendisine malı sus yollardan yürüyerek varıyor--dıı; mes:le budur. Bu yüce ha yalperestin o nisbette ilmi tecrübeye ve müsbet zihniyete, hayran olduğunu unutmamalıyız. O* Kipliııg’e de benzemez. İngiliz karakter ve ihtiraslarını şairane bir dille nakleden İngiliz romancısının Wells’e benzeyen tek tarafı olgun ve eşsiz İngilizcesidir.
Ne istiyordu, onu ondokuzutı-cu yüz yılın hayalî sosyalistlerine benzetirler. Fakat o sosyalizmi siyasî bir dava olarak .değil, ânsan saadeti için ulaşılması .gere* ken bir konak kalinde düşünmüştü. (Zaman Makinesi) eserile Jules Verne’e benzettiler fıelki ikisi de beşerî idiler. Fakat, Wejls tefek-.
(Sonu Sa. 15 tt)
4
■ ,ı —.. — Yazan : , mn»
Rüştü ŞARDAG
D
ÜNYAMIZIN geleceğine dair haberler veren Wells*iıı • ölümünü, ba sinimiz yaprak kımılda-
ıı az bir durgunluk ve alâkasızlık içinde karşıladı. Son asrın en büyük zekâlarından* biri olr.tr İngiliz romancısı W- lls’ın, zateıı eserleri türkçeye çevrilmek bal imin dan da şaıısı az bir romancıdır Fakat asıl talihsiz Türk okuyucuları ol a gerek! ' Bir burjuva evinde işçilik yapan bir kadınla bir bahçtvaudan dünyaya gelen Wells'in mağaza ııı murluğundaıı başlıyarak gitgide nasıl dünyanın eti büjük dehalarından biri oldu ğuuu öğrenmek bile bizim için bir önem taşırdı.
Eserini düşündüm: Elli yıl içinde Wells yüz kadar kitap yazdı. Bu arada yüzlerce makale
Konserler
İstanbul konser mevsimine girmiş bulunuyor. Kaslın ayinin 12 ve. 14 ünde iki orkestra konseri-oldıı. Fakat ancak bir tanesinden zevk aldık, öbüründen yalnız bozuk nefesli saz seslerine ve tam bir herçüme,çe şahit olduk.
12 Kasımdaki konser, şef Cema* Reşit Rey idaresindeki Şehir s t foııik orkestrasının, 14 kasımdaki, Seyfettin Asal idaresindeki Beyoğlu Halkevi büyük Senfonik Orkestrasınlndı. Şehir orkest asında her şekilde tam bir disiplin vardı, Halkevi orkestrasında bir lâkaydi; Şehir orkestrasında iyi bir çalışma, öbüründe oluruna bağlama.' Şehir orkestrasında fevkalâde bir en-terpretasyon, öbüründe .tahammül edilmez bir monotoni ve nihayet Şehir orkestrasının başında muktedir bir müzisyen, öbüründe büyük işler başarmak hülyasında bir şef vardı.
Hemen herkese bu intihayı veren iki orkestra arasında acaba neden bu kadar tezatlrr var? Zannımızca bunun izahı kabildir :
1 — Şehir orkestrası, sanatkârlarını maddi bakımdan tatmin, edebiliyor ve bunun sonucu, haftada dört kere üçer saatlik çalışmalar yapıyor; buna karşılık Halkevi, amatör orkestra yapmak gayretiyle, daima istismar ettiği müzisyenlere, yol parası Hamiyle gülünç derecede az bir para vererek bu şekilde. haftada ancak bir prova yapabiliyor.
2 — İki orkestranın elemanları hemen hemen aynıdir. Belediye tarafıııdap kısmen olsun tatmin edilen ve bütün hafta çalışarak yorulan sanatkâr, Halkevi prova ve konserinde yorgun, dur ve aldığı para nisbetinde çalmaktı da haklıdır.
(Sonu Sa. 10 da)
broşür ve filim mevzularını kaleme aldı. Ronuıılârı varM siyaset-de yeniliğin m'idafiidir. Eserleri varki gelecek zanıaı ıı çehresini ıııjsbet ilme dayanan bir kcfennı ve engin bir rtıuhayyiknin yardı-miyle bize taı ıtır. İnsaıı oğlunun ve hayatın gelişmesi üzerinde ki leme aldığı .Öyle romanları görülür ki bize onun terbiyeci tara* tından haber verir “Wells Clhaıı harb*„ ve “Mucizeler yaratan in’ saıı„ gibi hâlâ zevkle.okunan eserlerinde bilimsel rom incidir. “Za man makinesi-, “Kristal yumurta,, (Körler diyarı) adındaki kitabında insanı ürperten bir hakikat habercisi halinde esrar, hakikat ve ilimle yoğrulmuş olarak karşımıza çıkar. “Misler Follinin hayatı,,
nda kahırla ve boğuşarak günlük ekmeğini kazanmaya çalışan namuslu ve emekçi insanların macerasını anlatır. Bu nevi' eşeyleri Ingiliz r.omaııcılığının- güzel eserleridir.
Ve daha bir hayli kitap: Ni-Iı'yet İkinci Dünya Harbi içindeki faşist barbarlığına karşı demokrat cephedeki büyük faaliyeti... Yaptıklarının hepsini ve kitaplarının tamamını saymakta ne mâna var? Marseillaise sütunlarında, bir kısmını takip edebildiğim “Kurtulan dünya adlı„ son eseri hâlâ gözlerimin önünde: Gelecek yılların ötesinde yeni bir çağ, atom çağı. Wells bu çağdan, bütün yeni ren 1er:, bütün fecaatile müspet olduğu-sınısıf.l uzandıran haberler veriyordu. Huxley ite biri kte İngiliz edebiyatında açtıkları ilim- romancılığı Çığırında büyük bir inanla hayatının sonuna kadar yürümekte - devam etti. İkinci Dünya Harbinin sonunda görülen “İnsan hakları beyannamesin nde onun büyük emek payı vardır . ’
Sanat’ına doğru: Dünyamızı gönüllerin sıcak ateşile sarmak isteyeli her büyük ülkücü gibi o da yalnız İngiliz insapmın değil, fakat insan oğlunun saadetini özlüyordu.
Bu siadeti yıllarca. . önce sos, yalist bir dünyanın kurulmasında hayal etmesi boşuna değildi. Fakat o, bu arz1 sunu ütopik bir görüş ve tatlı bir rüya halinde asarladı Sosyalizme hayal gücüyle ve fikrî tekâmülle varışına bakıp onu antimateryalist olarak düşünenler yanılmışlardır. Hakikat odur ki Wells büyük tekâ-, mül felsefesine kendisine malı sus yollardan yürüyerek varıyor--du; mes:le budur. Bu yüce ha yalperestin o nisbette ilm i tecrübeye ve miisbet zihniyete, hayran olduğunu unutmamalıyız. O* Kipling’e de benzemez. İngiliz karakter ve ihtiraslarını şairane bir dille nakleden İngiliz romancısının Wells’e benzeyen tek tarafı olgun ve eşsiz İngilizcesidir.
Ne istiyordu, onu ondokuzutı-cu yüz yılın hayalî sosyalistlerine benzetirler. Fakat o sosyalizmi siyasî bir dava olarak .değil, ânsan saadeti için -ulaşılması .gere* ken bir konak kalinde düşünmüş, tü. (Zaman Makinesi) eserile Jules Verne’e benzettiler jıelki ikisi de beşerî idiler. Fakat, Wejls tefek,-
(Sonu Sa. 15 te)
4
Sanat ve Politika
Tip, karakter, ihtiras, insanlar arasında paylaşılmış duyguların çerçevesi içinde, yani İçtimaî ve siyasî şartların ışığında ve yalnız bu yoldan ebediliğe yol alır.
E N Ç romancıl arla lı i k â y e c i 1 : r i n, politikadan vazgeçmelerini isteyen Sınıf Kemal Yetkin, Ulus'ta “Politika ve Edebi
yat» adlı bir yazı ya ı"ladı
Sayın estetikçinin politika hayatından vazgeçtiği şu sırada iste,i anlayışla karşılanmalıdır. Suut Kemal Yetkin, genç sa natkârlarııı kitlelerle ve bunların dertleriyle ilgilenmelerine o kadar kızmış ki ;onları, “sonsuz insanlığı ifade,, edememek, “.çti-mıi ve siyasî fikirlerin isterlerinden “kurtulmaı ak„ insanlar arasında paylaşılmış duygular' “can aııdirm.ımakla töhmetlendirr yo-, zira diyor, (Suııt Kemal Yetkin) “Sanat bütün değişikliklerin üstünde yaşar.„ Estetikçinin yazısına taç olarak seçtiği satırlar, Unamunonun bir tekerlemesi' “Yeniliklerden sakın Miguel, ebedi olan şeylerden daha yeni olan bir şey olmadığını bir gerçek bil-Homiros la Shak speare, bugün en yeni sayılan yazarlaıln çoğundan daha yenidir,,. Unamııno’nun zikrettiği iki isimden başka Suut Kemal Yetkin, ondokuzuncu asırdan isimler sıralamış ; Balzac, Stendhal, Flaııbert, Tolstoy, Dos-toyevski, Dickens. Ayrıca da Go gol.
Yenilik olarak bazı kimselerin ortaya attığı estet oyunlarını, Homiros’dan daha yeni telâki • etmek için el e te ki sebep yok, Unamııno’nun veya sayın es'etik-çiıı n öğütlerine lüzum kaim dan bu belli, fakat bununla estetikçinin diğer iddiaları arasında münasebet yok.
Sanatın “b"tün değişikliklerin üstünde., yaşadığını isbat etmek için rastgele söylenmiş isimler, işe bakın ki, estetikçinin tezini sıfıra indirir. Bunlar, “sanatın bü tün değişikliklerin üstünde,, değil, fakat tam İÇıNDE olduğunu isbat ederler. Bu sanatkârların hiçbiri, politikadan kaçmamış, e-serleriı.i politikanın içinde düşünmüş, yaratmışlardır. İhtirasları mücerret bir insanlık mefhumu ııa bığlı değil, tam tersine en müşahhası, siyasîyi, sosyali, hattâ askeriyi düşünerek, ve eser lerini bütün bunların içinde yoğurarak yaratmışlardır. Sayın este, tikçinin zikrettiği isimleri en ba
sit muhtevâ ana hatla ına icra e-derek sayaîlm :
Homiros: Trua’ya k rşı Yunan istilâcı, harbinin destanı.
Shakespeare : İngiliz tarihinin ınuhtel.f s-flıaları, Ortaçağ zihniyetinden Rönesans’a geçiş devresinin psikolojik dramları.
Balzac ; İnsanlık Komedyası, (baıtan aşağı politika), b ırjua nizamının kuruluş safhası, intikal devrinin dran ı.
Stendlıal: Napoleoıı harpleri ve bunları takibeden devrede fertlerin, insanların muka ideratı.
........ Yazarı : ■-■■■ ■. , ....
Abidin DİNO !
Flaubert: Burjuazinin tenkidi, 43 ihtilâlinin e-veliya'l ve sonrası
Tolstoy : Harp ve sulh, köy lüniin ve hâ im zümrenin toprak problemi, sosyal dertleri.
Dostoyevski : Hercümerce ve acze varan bir cemiyetin bııh raııları.
Dickens : Küçük burjuaziııin hikâyesi (bunlallıı Ingiliz rornı-nlna girişi).
Ve nihıyet Gogol, o Gogol ki, (Ölü Canlar' veya «Müfettiş'te, sanat eseriyle bir cemiyete indirilecek en ağır darbeyi, siyasi dar ;eyi indirmiş ve bu yüzden türlü hücumlara tığ amıştır.
Meraka değer, bizde bir piyes yazıcısı çıkın ta, bir valinin hırsızlığını, müfettişi yumuşatmak için ona kızlıı başgöz edişini, müfettişin bir de karısına iltifatı' nı yazsa, ilgili makamlar bunu politika telâkki ederler mi etmezler mi ? Genç yazıcının piy si, Basın Yayın, Emniyet, İç Bakan' lığı ile Vekiller Heyeiiıin elbir liği ile s n nüshasına kadar toplattırılır mİ, toplat ı.ılııaz mı ? Ve yeni Basın kanununa dayanılarak, devleti, veya devlet önde gelenlerini, madde zikretme! siz.iıı
mânevi - töhmet altında, bulundur inaktan ötürü, yazıcı sigaya çe’ti lir mi, çekilmez mi ? Buna verile cek cevap, Gogol’un politika yapıp yapmadığını far.lasi/le aydr.ı lattr Sayın estetikçinin zikretti^ i-misalde is?, «Kaput» isimli hikâ yesinde Gogol, Akakiy Akakiye. viç tipiyle, son derecede m'.işahj h ıs bir zümrenin inini yaratmış, Çarlı c Rusyasıııda ufak memurun bürokrasinin çarkları içindeki ü mitsizliğini, hiçliğini, başkomi serinden Büyük Adan ım\ kadar bütün içtimai unsurları ile çizmiştir “Fetersburg ons z, kadı. Saı.' ki bu şehirde hiç yaşamamıştı K imsetıin koruyup gözetmediği, yakın say radığı, yabancı bir si' neğı bile iğneleyip mikraskopla-incelemeği ihmal etmeyen bir ta' biat bilgininin bile ilgilenmedi ği bir varlık kaybolup gitmişti.„ Görül lüğü gibi, pek e “içtimai ve siyesi fikirlerinin isterleri,, dışında bir hi (âye değildir bu.
Tip, karakter, ihtiras, “insanlar {,rasıııda paylaşılmış duyguları",, Çerçevesi içinde, yani içtim i ve siyasi şartlarının ışığında ve yalnız bu yoldan ebed liğe yol alır. Genç sanatkârların eserleri ile politika yapmaları, onları sanatkârlıktan ayırmaz, tam te sine bu onların insan olmalarının icabıdır.
Felsefeci-! stetikçi Suut Kemal Yetkin, Yunan felsefesinin bütün kudretini taşıyan şu cümleyi hatırlar : “İNSAN SİYASİ BİR MAHLÛKTUR.» Genç yazarlar, Suut Ken al Yetkiıı’in zikrettiği bütün büyak sanatkârların insan, lık kaçağı olmadıklarını, olmayınca da, en geniş mânâda “İçtimaî ve siyasî is erlerinden» elbette ki tecrid edıKmiyeceklerini ve bu sayede insanlar arasıııda paylaşılmış duyguları aksettirdiklerini birliler.
5
Sanat ve Politika
Tip, karakter, ihtiras, insanlar arasında paylaşılmış duyguların çerçevesi içinde, yani İçtimaî ve siyasî şartların ışığında ve yalnız bu yoldan ebediliğe yol alır.
E N Ç romatıcıl arla lı i k â y e c i l : r i n, politikadan vazgeçmelerini isteyen Sınıf Kemal Yetkin, Ulus’ta “Politika ve Edebi
yat» adlı bir yazı ya ı"ladı
Sayın estetikçinin politika hayatından vazgeçtiği şu sırada iste,i anlayışla karşılanmalıdır. Sınıf Kemal Yetkin, genç sa natkârlarııı kitlelerle ve bunların dertleriyle ilgilenmelerine o kadar kızmış ki ;onları, “sonsuz insanlığı ifade» edememek, “.çti-mıi ve siyasî fikirlerin isterlerinden “kurtulmaı ak» insanlar arasında paylaşılmış duygular' “can aııdirm.ımakla töhmetleodiri-yo-, zira diyor, (Suut Kemal Yetkin) “Sanat bütün değişikliklerin üstünde yaşar.„ Estetikçinin yazısına taç olarak seçtiği satırlar, Unamunonun bir tekerlemesi! “Yeniliklerden sakın Miguel, ebedi olan şeylerden daha yeni olan bir şey olmadığını bir gerçek bil-Homiros la Shak speare, bugün en yeni sayılan yazarlaıın çoğundan daha yenidir,,. Unamtıno’ııun zikrettiği iki isimden başka Suut Kemal Yetkin, ondokuzuncu asırdan isimler sıralamış ; Balzac, Stendhal, Flaııbert, Tolstoy, Dos-toyevski, Dickens. Ayrıca da Go gol.
Yenilik olarak bazı kimselerin ortaya attığı estet oyunlarını, Homiros’dan daha yeni telâki • etmek için el e te ki sebep yok, Unamuno’ııun veya sayın es'etik-çin n öğütlerine lüzum kaim dan bu belli, fakat bununla estetikçinin diğer iddiaları arasında münasebet yok.
Sanatın “b"tün değişikliklerin üstünde., yaşadığını isbat etmek için rastgele söylenmiş isimler, işe bakın ki, estetikçinin tezini sıfıra indirir. Bunlar, “sanatın bü tün değişikliklerin üstünde» değil, fakat tam İÇıNDE olduğunu isbat ederler. Bu sanatkârların hiçbiri, politikadan kaçmamış, e-serlerini politikanın içinde düşünmüş, yaratmışlardır. İhtirasları mücerret bir insanlık mefhumu na bığlı değil, tam tersine en müşahhası, siyasîyi, sosyali, hattâ askeriyi düşünerek, ve eser lerini bütün bunların içinde yoğurarak yaratmışlardır. Sayın este, tikçinin zikrettiği isimleri en ba
sit muhtevâ ana hatla ma icra e-derek sayalım :
Homiros: Trua’ya k rşı Yunan istilâcı harbinin destanı.
Shalcespeare : Ingiliz tarihinin muhtel.f s-flıaları, Ortaçağ zihniyetinden Rönesans’a geçiş devresinin psikolojik dramları.
Balzac ; İnsanlık Komedyası, (baıtan aşağı politika), b trjua nizamının kuruluş safhası, intikal devrinin dranı.
Stendlıal: Napoleoıı harpleri ve bunları takibeden devrede fertlerin, insanların muka iderall.
...........Kazarı .* .
Abidin DİNO
Flaubert: Burjuazinin tenkidi, 48 ihtilâlinin e-veliya'l ve sonrası
Tolstoy : Harp ve sulh, köy lüniin ve hâ im zümrenin toprak problemi, sosyal dertleri.
Dostoyevski : Hercümerce ve acze varan bir cemiyetin buh ranları.
Dickens : Küçük burjuazinin hikâyesi (bunlaıın Ingiliz romanına girişi).
Ve nihıyet Gogol, o Gogol ki, (Olü Canlar' veya «Müfettiş'te, sanat eseriyle bir cemiyete indirilecek en ağır darbeyi, siyasi dar :eyi indirmiş ve bu yüzden türlü hücumlara tığ amıştır.
Meraka değer, bizde bir piyes yazıcısı çıkın ta, bir valinin hırsızlığını, müfettişi yumuşatmak için ona kızlıı başgöz edişini, müfettişin bir de kartsuıa iltifatı' nı yazsa, ilgili makamlar bunu politika telâkki ederler mi etmezler mi ? Genç yazıcının piy si, Basın Yayın, Emniyet, İç Bakan' lığı ile Vekiller Heyeiiıiıı elbir liği ile s n nüshasına kadar toplattırılır mı, toplat.ı.ıln.az mı ? Ve yeni Basın kanununa dayanılarak, devleti, veya devlet önde gelenlerini, madde zikretme! sizin
mânevi ■ töhmet altında, bulundur inaktan ötürü, yazıcı sigaya çeki lir mi, çekilmez m: ? Buna verile cek cevap, Gogol’un politika yapıp yapmadığını far.lasi/le aydr.ı latır Sayın estetikçinin zikrettik i-misalde is?, «Kaput» isimli hikâ yesiııde Gogol, Akakiy Akakiye. viç tipiyle, son derecede mişıhj h >s bir zümrenin inini yaratmış, Çarh r Rusyasıııda ufak memurun bürokrasinin çarkları içindeki ü mitsizliğini, hiçliğini, başkomi serinden Büyük Adan ıni| kadar bütün içtimai unsurları ile çizmiştir “Fetersburg ons z , kadı. Saı/ ki bu şehirde hiç yaşamamıştı Kimsenin koruyup gözetmediği, yakın say radığı, yabancı bir si' neğı bile iğneleyip mikraskopla* iııcelemeği ihmal etmeyen bir ta' biat bilgininin bile ilgilenmedi ği bir varlık kaybolup gitmişti.„ Görül lüğü gibi, pek e “İçtimaî ve siyesi fikirlerinin isterleri,, dışında bir hi (âye değildir bu.
Tip, karakter, ilıtir-s, “insanlar flrasıııda paylaşılmış duyguları",, Çerçevesi içinde, yani içtim i ve siyasi şartlarının ışığında ve yalnız bu yoldan ebed liğe yol alır. Genç sanatkârların eserleri ile politika yapmaları, onları sanatkârlıktan ayırmaz, tam te sine bu onların insan olmalarının icabıdır.
Felsefeci-! stetikçi Suut Kemal Yetkin, Yunan felsefesinin bütün kudretini taşıyan şu cümleyi hatırlar : “İNSAN SİYASİ BİR MAHLÛKTUR.» Genç yazarlar, Smıt Ken al Yetkin’in zikrettiği bütün büy.lk sanatkârların insan, lık kaçağı olmadıklarım, olmayınca da, en geniş mânâda “İçtimaî ve siyasî is erlerinden» elbette ki tecrid edıKmiyeceklerini ve bu sayede insanlar arasıııda paylaşılmış duyguları aksettirdiklerini birliler.
5
Hüseyin Rahmi Gürpınar
Bîr halk romancısının sanatından bir yaprak
HÜSEYİN RAHMİ romanlarında, bir yandan imparatorluk bünyesinde yüksek' tabakanın dağılrnıya ve çökmiye doğ ru giden sosyal durumunu ye ahlâk buhranlarını anlatırken, bir yandan da aşağı tabakaların fakir ve yoksul ’ hayatını tesbit etmiştir. Bu tabakaların görünüşte basit, fakat motifleri itibariyle zengin jıayat safhalarını tasvir ederken santimantalizme düşmi-yen yazıcı, bu insanların ağır hayat şartlarını,' geçim endişelerini ve yoksulluklarını anlatırken de rtel duygusundan ayrılmış değildir.
Hüseyin Rahminin romanlarında yer yer, halkın , sefaletini tesbit eden pasajlara rastlıyoruz. Bunlar bazı eserlerinde sayfalarca devam etmekte ve hattâ Hakka sığındık’ta, Hayattan sayfaları da tövbeler tövbesi, Na-muşla Açlık Meselesi gibi hikâyelerde esas teraiayı teşkil etmektedir. Yazıcı bu bahislerde bazan müstehzi, bazan atılgandır.
Tutuşmuş Gönüller'de oto-n obillerin adam çiğneyişleri kor nuşulurken şoför Raif: “Ahalinin çoğunda açlıktan kaçacak derman yok» der. Yine aynı eserde beşerî sefaletimizi tashih edecek bir filozofun geleceğinden bahsolunurken aynı şoför:
“ — Bu, parasızların daima sayıkladıkları bir malî hülyadır. Böyle bir peygamberin zuhurunu bekler dururlar. Artık dünyaya ne peygamber, ne İskender,’ Ne Na-poleon gelemiyeceğini ne kadar ilân etsek nafile... Yine herkesin kulağı kirişte,.. Çünkü halk bu sıkıntılardan mucizeden başka bir suretle kurtulamıyacağını biliyor»— Sayfa: 188.
Der. Bu sözlerde yazıcının bedbinliği ile birlikte hayatın acı gerçekleri bütün şiddeti ile gizlidir, Nietzsche’den ve Schopeıı-hauer’den sık sık söz açar. Hüseyin Rahmi’niıı hayat felsefesinde bedbinliğin yeri pek yoktur. Onda, pasif kaim ktan başka bir şey Lyapamlyacağı durumlarda ironi ve istihza acılaşlr, keskinleşir. Geri bir c.miyet içinde, tek başına ve eli kolu bağlı bir adamdan daha ilerisini beklemek de mucize istemek gibi bir şey olur.
6
“Allahım, ya bu zaif sefillere kuvvet ver »yahut kavilere merhamet».
■ I .. ' Yaztlfl i (11 .. '■■■!■
Hüsamettin BOZOK
Hüseyin Rahmi’niıı eserlerinde dikkati çeken bir nokta da, sosyalizm, bolşevizm gibi, devri için pek aktüel olan terimlerin gazete havadislerinden roman sayfalarına atlamış olmasıdır. Fakat henüz fikir hayatında lâyık olduğu değeri kazanmadan roman sayfalarında görünen bu sosyoloji terimlerinin solanlarını, kullananların çoğu hep ters tarafından anlamış gibidirler. Meselâ Tutuşmuş gönüller’de Süleyman'ın, yer yüzündeki mevcut nakit parayı paylaşmak şeklinde ahladığı bir müsavatın da sosyalizm esaslariyle ne derecede bağdaşacağını en cüzî bir sosyoloji kültürü olan herkes anlıyabilir.
Bunlar da gösteriyor ki, Hüseyin Rahmi’de balkın sefaletine, hâkim smıfln haksızlıklarına ve kurulu nizamın bozuklaıına olan isyan ideolojik birtakım esaslara kolay kolay bağlanamıyacaktlıl Eğer yazıcının fikrî şahsiyetini belirten bir hareket noktasının tesbiti isteniyorsa şunlar yazı bilir: Bozuk bir cemiyet düzeni içinde namuslu aydının durumu ne ise Hüseyin Rahmi’nin durumu da odur. Ancak o, bütün kö-
Desen ı fathi KARAKAŞ
tülükleri silip süpürmek istemesine rağmen radikal bir şekilde hareket edemiyeceğine aklı yat mış gibidir. Bunda, hastalığın sebepleri değil neticeleri üzerinde kafa yormasının da bir rolü olsa gerektir. Bu çaresizlikler içinde kapanıp kalması, onun büyüklüğünün önemini bir yana atmamıştır. Hayatın müsavatsızlığı, insanların yoksullukları ve hele harp zenginlerinin kudurmuş ihtiras ları karşısında yılmadan, bıkmadan konuşur. Bazan, kendisinden beklenmiyecek bir şiddette sesini yükselttiği de olur;
Halkın parasını arabiyülibare vakfiyelerle dolaba koyan çapulcu siyasîler şimdi neredesiniz? Bazılarınız milletin göz yaşı imbiğinden çektiğiniz servetlerle kasalarınız dolu, suratlarınız ter temiz, lortlar gibi menfâlarınızdan avdet ettiniz. Kanına ekmek doğradığınız Türklerin arasına yine katıştınız.
“İktidarınız, hamiyetiniz bir küçük memuriyeti hüsnü idareye kâfi değilken her birinizin devletin meramı umurundan sekiz on büyük dolabınız vardı. Çevirdiniz. Dünyanın altını üstüne getirdiniz. Türkü ezdiniz. Ezdirdiniz. Soydunuz. Soydurdunuz. Astınız. Kestiniz. Sürdünüz. Süründünüz. Şimdi di hayran hayran mazlumlar arasında dolaşıyorsunuz. Söyleyiniz geçen kanlı devrin mesulleri kimlerdir? Bunları yerde mi, gökte mi arıyacağız? Hokkabaz değnekleri sizin ellsrinizde idi. Bütün vukuata siz kumanda ediyordunuz. Bir işaretinizle kanlar sel gibi akıyor, alaylar, ordular takımıyla batıyordu.
İtalya’da Cote d’Azur’de, İsviçre’de gezip tozduğunuz kâfi... Şimdi de bir az hudutları' dolaşınız. Çöl külhanları içinde kanları tüterek can vermiş, buzlar arasında kemikleri donmuş, Şehit yığınları görünüz. Memleketin bağrındaki harabeleri, viraneleri dolaşınız»— Kaynanam Nasıl Kudurdu, sayfa : 104—105.
Yazıcı müstebitleri ve âciz idareciler tarafından en kötü şartlar içinde harabeye döndürü-
rülen memleket manzarasını, eserlerindeki kahramanla a da gösteriyordu. Aynı eserdeki gelin ve damat, Hırkai Şerifteki bir bakıcıya giderken Fatih yangın yerlerinden geçerler:
(Sol tarafımız alabildiği kadar uzanan bir virane idi. Şehrin bağrı tüte tüle yanmış, sekenesi dağılmış. . Medenî bir memleket or-las nda aman Alh-hım o ne hazin bir l.’cşlük, insanı beyaban h;ssini veren o ne vahşi bir sükûttu İnsani r arasında gezinirken gözle tinizin önünde birdenbire bir çöl serabı peyda oldu sanıyorsunuz... Tçmel duvarları, ş k İsiz künbetler, taş yığınları, üzerlerindi esen tahripkâr her felâkete karşı dinî bir ısrarla ayakta duran ş-refesiz, kü. lâhsız mescit minareler1, yine çÖ| ortasında birer vaha manzarasrı andıran orada, bur; da ağaç kümeleri, nermin endamlarım sallıyan serviler. Bu tenhalığın içerisine doğru ilerleyince bir kapı iki ufak pencereli, taştan örülmüş sıvasız insan inleri görüyorsunuz. Gaz tenekelerinden yapılmış bir bacadan hafif bir duman çıkıyor. Kulübe* den bir az açıkta ısırganların, ballı babaların ortasında iki üç çocuk oynayor .. Bir kadın arad ı bir kapıyı açarak dışarıya çirkef döküyor Süprüntü atıyor.
"Bir kibar lâhti en ve boyundaki bu meskende her şey var... Oda, sofa, mutfak, helâ, aşk ve izdivaç, karı, koca, çocuk... Hayat, müreffeh kâşanelerdeki gibi bütün emirlerini burada da insanlara icra ettiriyor. Taş kovuklarında ço. galan-börtü böçek gibi tekessür kanunu bu dört duvarcığın arasında da aynı biaman şiddetle hüküm sürüyor,, — Kaynanam nasıl kudurdu S: 101 — 10?.
Aynı manzara ile Muhabbet Tılsımlında da karşılaşıyoruz-İhtiyar esrarkeş Derviş Okyanus önde, "dalgası,, körpe Ali Bekir arkada, bu yangın yerlerinde meçhul bir semte doğru yürürlerken hep o sefalet manzarası ile karşılaşırlar. Yazıcının elinde yapacak bir şey yoktur, sırf hıçkıra hıçkıra ağlamaktan başka :
“Sokaklar kirli, sefil, camiler harap, me/arhr küskün, endij^nâk, şehrin bütün yanık bağrına hâkim bir noktada durduk. İnsan binada memleketi bir gurbet ve kendisini bir garip bularak hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyor... M İletinin uğradığı zara i; ç- ktiği s fal ti., düşürüldüğü uçurumu tüllü musi-
betlerle kınla kınla azaldığıni görüyor,,.— Kaynanam nasıl kudurdu, S: 102
Yalnız içinde yaşadığımız dekor değil, bizzat yaş mı şeklimiz, maişet tarzımız da yürekler p ralıjlcıdır. İnsan önce maymun mu idi’de mütevazı aile babsı altmış beşlik Nalbur. Yusuf, bir akşam fazla dolgun bir zenbille evine döner. Ortaya bir kadavra kokusu yayılır. Kadın en üstten bir but çeker. Kocası-“—Bir az bayatça amma etin böy-leşi makbuldür» diye kendiı.i te s İli etmiye kalkar Kadın butu burnuna götürüp k kl( r:„ — A bir şeyciği yok, misk gibi. Pi* şince tap taze olur» der ve etin 11e şet ilde pişeceği, nekadarının kavurma yapılıp saklanacağı evde bir mesele olur ,.
Utanmaz Adam’daki Avmış-salâh’ın açlık içinde kıvranan ev halkına komşunun kedisini kesip tavşan diye yedirmesi de gülünç olduğu kadar acıUiJır Namusla açlık mec£İesl’..de yine bu vüç yaşıma .şartları, altlıda mahva doğru sürüklenen bir küç k memur ailesinden bahsedilmiştir. Tövbeler tövbesi adlı hikâyenin komik manzarası vakanın temi üzerinde bir yaldız gibidir. Ufak bir tırnak kazıması ile altın ta tüyler ürpertici tir lıay t
■ ■
s o z
FİKİR SANAT VE TENKİT
■DERGKİ
Yedinci Sayısını Okuyunuz
£>c«h.- Fçili KARAKAS trajedisi meydana çl’ıarl İhtiyar bir nine toplanmış bir kalabalık görür, vesika dağıtıldığını öğre nir, en yukarı kata kadar soku* lu”, ötekiyle berikiyle sra kavgaları y >par, içerj girer. Bina Belediyenin sağlık işlerine bakan dairesidir ve müracaat eden ka dialara serbest fuhuş vesikası verilmektedir. İhtiyar nine bundan habersizdir, ve herkesin kendisi ile eğlenmesine, o yaşta müracaat edişiyle alaylarına kulak asmaz, fakat meşum hakikatle yü yüze gelir...
Insmlar açtır, insanlar bakımsızdır ve tutunacak bir dallan yoktur. Can Pazarımda geçim derdiyle mânevi meziyetlerinden fedakârlık yapmak zorunda kalmış delikanlılarla karşılaşıyoruz. Veyşi, ihtiyar Eaba Enis’in genç karısının koynuııa girerek bir kaç kuruşunu sızdırmiya çabalar; fakat kapıda, beklîyen arkadaş yaptığı gürültülerle, üst katta her şeyden habersiz uyuyan ihtiyar kocayı uyandırır... Mâşuk Ahmet, bu iki arkaşına, bir kuyumcu dükkânı önünde, parasızlıktan ve açlıktan betleri benizleri ’ toprak rengi bağlan iş bunca zavallılar varken binlerce liralık mücevher' lerin sırf zengin bir herifin göz leriııi parlatmak için bir kadirin gerdanına asılacağını söyler, sos yal mesele dallı budaklı bir şekilde ortalığı kavramıştır. Parolayı Muhsin’in ağzından dinliye-İim; “Akıllarımızı başlarınıza toplayıp zekâca kendimizden bir gömlek aşağısı ı vurmalıyız». Bu hayat felsefesi Utanmaz Adan.’da
(Sorıu Sii\ 11 de
7
KADIN çalışmalı mı? Bu sua|i ikide bir Orta'ya atanların kadının çalışmasını istemiydiler olduğunu hep biliyoruz. Eminönü Hal-evinin bir teşebbüsü bu temcit pi* lâvını .yine ortaya sürdü ve mukadder ajkibet, tertiplenen münazarada, kadın çalışmamalıdır,,diyenler kazandı. Münazara jürisinde dahil bulunan.' muhterem Halide Edip de. tehlike işaretini vermekde gecikmedi. 14 kasım tarihli .akşamdaki ma. kalesini şu sözlerle bitiriyor: «her gün uğrunda mücadele edilip, yeniden kazamlmıyan herhangi hak, bilhassa iş hürriyeti, kadınlar için tehlikeli olmasa bile, buhranlı bir an geçirmektedir. Bu hak ve hür; riyeti kadının sırf kanunda yer* var diye masun telâkki caiz olmamasına Em'nönü Halkevinde kanaat getirdim. Kadın her zamandan fâzla şimdi müteyakkız olmaya, yurdun ve insaniyetin selâmetine inanan erkek arkadaşlarıyla elele bu mukaddes hakkı müdafaa ve muhafazaya mecburdur.»
Muhterem profesörü telaşa düşüren sebep, evvelâ 1946 yılında, medenî ve kadına her türlü hakkı tanıyan bir memlekette böyle bir mevzuun münakaşaya değerli, görülmesi, sonra da aksi tezi yani kadın çalışmamalıdır tarafını tutanların bol bol alkışlanmalarıdır. Bu* nu kendi yazısından anl(yoruz.
Biz, kadirim da pek âlâ erkek gibi çalışabileceğini, ispata muhtaç görmüyoruz. Bu eskimiş mevzua karşı zaman zaman gösterileli taze alâkayı, bu alâkayı gösterenle-
KADINLAR
Ve kadınlar bizim kadınlarımız korkunç ve mübarek elleri ince küçük çeneleri, kocaman gözleriyle anamız, avradımız, yarimiz, ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen ve soframızdaki yeri öküzünden sonra gelen, ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız, ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki, ve kara sapan* koşulan ve ağıllarda
Işıltısında yere saplı bıçakların oynak ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar bizim kadınlarımız.
İstiklal iahasıtitn namasbâr ve mu ğitte izdtrapları ■baş inde, t62 nenin arkasıu
isi sessiz, ir göndeii* ederek, işinin ür.de'Ve- sapıt'
mağa devam ede'
Meselesi
BİR MUAMMA Mİ
YOZOn • MMMiaMMMM—
Müntekim ÖÇMEN
rin ekseriya sabıkalı faşistler ve kafas'nın dışından kânun zoruyla çıkarttığı sarığı kafasının içine dc. layan geri fikirliler arasından çıkması izah eder. Nitekim bu münazaranın kadın çalışmamalıdır, tezinin müdafilerini galip çıkaran jürisinde bu kıdemli faşist eskilerine rastlıyoruz. Medrese köşelerinin müteaffin havasına yaraşan bu saygısız mevzuun halkevlerine kadar sokulabilrniş plmas-, bizzat C. Halk partisinin inkılâpçılık vasıflarından ne derece uzaklaşmış olduğunun örneğidir. Muhterem Profesörün
işaret ettiği asıl tehlike, bizce bu gün bunu yarın da buna muvazi olarak diğer bir reaksiyoner fikri ileri sürerek zihinleri bulandırmak isteyenlerin buna imkân bulabilmeleridir.
Kadın, var olduğu tarihten beri istihsal sahasının faal unsurudur. Buna karşı esastan itiraz iki yok dan gelmiştir ; 1) Bazı şark din1 leri. 2) Hitler ve Musolini rejimleri.
D‘n yolundan gelen itiraz, kadını, para ile alınıp satılır mükey-yifattan bir meta sayan telâkki ile beraberdir. Faşizfnin itirazı ise işsizliğe acele bir çare bulmak isteğinden doğmuş ve neticede onu bir kuluçka makinesi saymak şeklinde haysiyetsiz bir iddiaya kadar sürüklemiştir. Her iki itiraz da kadının insanlığını’inkâr hareketinde beraberdir. İnsanın ilk hakkı çalışma hürriyetidir. Böyle geri bir fikir hamlesi ile kadının elinden a-lınmak istenilen şey ise doğrudan doğruya onun insanlığıdır.
Bir de realiteye,- dünya yüzünde olmakta olana bakalım. Bir-yanda, “çalışsın m», çalışmasın mı?„ münakaşası vapılırken öbür yanda bu münakaşayı yapanların burunlarının dibinde kadin çalışıyor. Hele bugün hayranı geçindiğimiz Ingiliz ve Amerikan demokrasilerinde kadının en umulmadık işjerde çalıştığını ve mükemmel başarılar elde ettiğini hep görüyoruz. Bizde kadın ziraatta faal bir unsur olduğu gibi şehirlerde de yalnız memur olarak değil sanayide de işçi olarak (alışmaktadır.. Çalışma müdürlüklerinin, ve vergi ; dairelerinin, büyükbir hüsnüniyetle, imalâtha ne, fabrika gibi isimler taktıklarıbod-rumlarda, karanlık izbelerde, tütün depolarında, çöpçülükte ve akla gelebilecek en. sefil şartlar al. tında çalışıyor. Sabah akşam, yağmurda çamurda saatlerce yol yürüyerek gittiği işinin başında her saat gençliğini ve sıhhatini damla damla kaybederek, titrek ve zayıf ışık altında gözlerinin nurunu tüketerek çalıştığı izbede hergün in-sanlığinın bir parçasını daha gömerek çalışıyor. Patronlarının, ırzına uzanan sarsak ve sarhoş ellerini de üç buçuk kuruş yövmiye, uğruna rededememek felâketine katlanarak çalışıyor. Katmerli ve şiddetli istismara maruz kalan insanlığının. sükûn dolu feryadıyle çalışıyor.
(Devamı 15 üncü sayfada)
8
Türk kadınının ezelî hakkı
Kadın Çalışacaktır
KADIN çalışmamak ; fakat önce apartımanların yıkıl-
ması, fabrikaların kapanması, tezgâhların durması gerek! Atelyeler kalkmalı, üniversite ye orta öğretimde kıza yer vermemeli, ilk öğretimde yep yeni değişiklikler yapılmalı. Geniş ve loş odalı, dönme dolaptı, harem ve selamlık daireli saray, yavrusu konaklar, konak yavrusu evler lâzım. Cep" hesi şahnişini!, pencereleri kafes' li, bahçe divarları beş adam bo yıllıdan yüksek, araba dairesi bir memur evinden büyük evler. Kayıkhaneli yalılar... Keflıüdalı, kalfalı konaklar. Süzgün yüzlü odalıklar ve pençikli-halayıklar..-Kızlar gergef b ışına oturmalı» taşradaki el tezgâhlan şehirlere klaptanlı işlemeler ” yollamal», namaz bezleriyle sırmalı havluları, kanaviçeli yatak çarşaflariyle hareli cenfesleri bohçacı kadınlar getirmeli. Esirciler gelip gitmeli, harem ağalarının incecik sesleri, dalga, dalga duyulmalı . Sıbyan mektebinde namaz surelerini belledikten sonra kız: ne diye okur? Namemi yazaca oynaşına?... Dişi ehlinin sokakta işi ne? Ramazanlarda kupa arabasiyle kız hâfızlarını dinlemiye gidiş, yazlarda ehyanede bir beş çifte kayıkla Kâğıthane safası yeter de artar bile. Kız dediğin kadın kadıncık olmalı, anasının dizi dibinde büyümeli, alnı ak, yüzü pak telli duvaklı, gelin olup gittiği evden ölüsü çıkmalı .,
Bunları mı istiyor ■ kadının çalışmasına itiraz edenler? Fakat o devirde bile çallşmıyan kadınlar, saray ve konaklardaki sözde gözdelerdi ancak. Oralarda bile çalışırlardı, fakat halayık olarak, haysiyetlerinden soyunarak ve
Çünkü emek her insan için bir realitedir
“Demokraside baş ve daim hayatiyetini muhafaza edecek kanun her ferde müsavi hak, daha doğrusu hizmet fırsatı vermektir. Ondan ötesini ihtiyaç ve umumî efkâr ayarlar»»
1 KİR hayatımızda haklı bir aksülamel-ile karşılaşan "kadiri çalışmalı mı, çalışmamak mı münazarasının Jüri âzasından Profesör HAL.1DE EDİP ADIVAR, "Akşam» gazete sinde bıı k onuyu, ilgilendiren mühim g bir yazı,yayınladı. Eizbu yazıyı iki bakımdan önemli bulduk» Bir
B kere inkılâpçı bir çevre içinde en • ileri haklarına kavuşan' Türk'kadt-
nının İçtimaî durumur.u müdafaa, etmesi bakımından;, bir kerl'de, Ji-kir hayatımızdaki tartışmalardan sonra jüri âzasından beklediğimiz açıklamayı yalnız başına vermiş olmasından... Mahut karardan sonra. aydınlatıl-. ması, gereken bir nokta.. vardı ye bunu da' jürinin raporu yapacaktı; fakat.her nedense ne münazarayı tertip edenler, ne de jüriye iştirak edenler biınıTyapmadılar. Biz bu .sütunlarda sayın Profesörün yazısından bir, iki pârçâyı'-niemn^ı-hi yet duy dr ak alıyoruz. YIĞIN
Kadının erkekten akıllı veya ahmak, geveze veya az konuşur olması artık esas dâvaya ye realiteye uymuyordu. Otuz küsur senedenberi katkın her sahada çalışıyor. Artık kimse yeni medeniyetin ihtiyâcından doğan bu realiteyi münakaşa edemez. Hattâ mevzu kıtlığında, arz düz mü veya yuvarlak mı diye münazara yap labilir, fakat kadın çalışmalı mı diye münazara yapılamaz. İşte bunun için bir taraftan bizdeki bu münazaranın sırf lâf olsun diye değil .mutlak şuur-altı veyahut üstü bir takım sebeplerin tesiri-altında yapıldığını tahmin ettim.
Bizde münazara yeni.teessüs ettiği için bu esas noktaların şu veya bu şekilde tefsirin 'bizi geı iye götürecek bir mahiyet alabileceğini talebe arkadaşlarıma söylemek isterim.
(Sonu Sa. 70 da,
Kadından dünya güreş şampiyonu olmaması meselesi de.kadın Ça lışmalı mı mevzuu ile hic amma hiç münasebeti olmayan bir konu idi. Çünkü çalışmak bugün artık bu nevi kuvvet tezahürüne dayanmıyor. Kadın veya erkek herhangi ferdin sııtına yüz kilo yükletmek bugün insaniyete de medeniyete de mugayir bir vakıadır. Büyük yükleri artık makinalar faşır, insanlar ancak makine ve daha iptidai durumda bu işlerde hayvan veyahut el arabası kullanırlar... Bütün mesele erkeği hamallıktan kurtaracak' vasıtaları temindir.

Kadın veya erkek insanı insan yapan başkalarının sfrtında yaşamamak, içinde yaşadığı cemiydin en küçük topluluğundan (aile gibi) en büyüğüne kadar, verdiği emek mukabilinde hak ve maddi unuka-bele beklemektir.
(Sonu >a. 10 da)
9
Kadın çalışmalıdır
Baştarafı sa. 9 da
Kaim emeğini sadece ev- sahasına inhisar ettirmek imkânı kalmamıştır, Çünkü küçük bir ekalliyet müstesn-,. ailenin karnını' doyurmak, baş-nın üstünde bir dam, sırtına bir' esvap tedarik etmek içm bııgün erkek, kadın hattâ yaş) ları vc çocukları bile çal şmak mecbtı ı iyetindedir.
d.yen alkışlamasında, bana ve benim gibi ister kafası, ister eliyle çalış’n kadınlara bir ders verdiniz .t Cu nhuriyetin kadına verdiği müsavi ve yüksek hak, istidat ve kabiliyetine göre her hangi bir sahada 'çalşnak hürriyeti hiç olmazsa şehirlerde biraz tehlikeli'durumda olduğunu hissettim... Her gün uğrunda mücadele edilip, yeniden kazanılmayan her hangi hak bilhassa iş hürriyeti, kadınlar, için tehlikeli olmtsa bile buhranlı bir
an geçirmektedir. Bu h ik vc hiir riyeti kadının .sırf kanunda yeri var diye masum telâkki etmesi caiz olmadığına, Eminönü Halkevin-de kanaıt getird’m. Kadın her za mandan fazla şimdi müteyakkız olmıya, yurdun ve insaniyetin selâmetine inanan erkek arkadaşla-riyle el ele bu mukaddes, hakk, müdafaa ve muhafazaya mecburdur.
Halide Edip AD1VAR
Bürolarda ç ıbşan kadınların t o yanması, yahut fazla konuşmaları (bu her yerde vaki değildir) kısmen alışmamazhktan, kısmen de erkek âmirlerin kadın munurlara karşı erkek memurlara karşı aldıkları ciddi tavrı almamalarından ileri gelmiş olsa gerektir. Fakat ne de olsa, hayatlarını bir emik mukabilinde kazanmalarında dolayı hürmete şayandırlar.
Ömrü kumar masalsımda geçmiş, halk açlıktan kıvranırken her mev sme gör’, her modaya göre el mas istiyen kadınların eı kekleri soktukları felâket durumuna, çalışan kadınlar kocıUrını sokmuyorlar.
Çocıölarını bakmak meselesine gelince, çal şırsı gece uyanıp ço cuğa bakamaz demek biraz traj -komedi mevzuu oluyor, Çünküı çocuğunu, fabrika kapısının önün . diki ağaca bağlayıp on saat ça lışıp onun sütünü, ekmeğini teda rıke çalışan gayyur anaya, çocuğunu gece ağlatıyor demek çok gülünç olab lir.

Çocuk doğurmak meselesine gelince, . Bu hususta da nesli çoğaltan kadının iş kadınları arasında olduğuna işaret edeceğim. Refah arttıkça, lüks ihtiyacı ve tembellik çoğaldıkça kadınlar çocuk doğurmak istemiyor. On bir çocuklu anaları ancak Topkapı Fıkarapcr-ver merkezine bayramlık almaya gelen aziz ve gayyur analar arasında gördüm
Aziz üniversite arkadaşları, siz bu münazarada, bilhassa münazarayı dinleyenlerin kadının çalışması mevzuunda aykırı tezi nıiitcma-
Kadının Ezeli Hakkı
neş’elerinden kaybederek çalışırlardı. O devirde bile taşrada el tezgâhlarında, İstanbul’da gergef başlarında çalışanlar, kizlırdl. Balıkçının ağını ören işçinin işine ortak olan eşiydi. Konaklara ipekli halılar, bürümcük kumaşlar dokuyanlar kadınlardı. B İnliyorlar mı bunları kadiri cemiyetten ayırmak istiyen baylar? Ve bugün çalışmıya mecbur oluşu söz gö-türmiyen kadın, alnının teriyle çalışıp yaşarsa tasaları mı artıyor bu bayların? Kadına seçimde >ey verdiren cumhuriyet rejiminde kadın aleyhinde söz söyliyenlerin* Demosten kadir hatip bile olsalar, talâkatlann ı nasıl rey. verilebilir ve bu mevzu, nasıl münazara mevzçu, olur?
Yıllardı sırık hamallığını yasak eden bir ülkede ve makine devrinde kadının ham ıllık yapa-mtyacağiııi söytiyenleri duyunca dıiıııp kaldı’,-. Her devirde köy-(’e çift sür.n analar tabanı yarık eli' nasırlı, yüzü boyasız, bağrı
Konserler
[Baf tarafı sa : 4 ılc)
3 — Şehir orkestrasının başında Avrupanin dahi tak'dir ettiği bir müzisyen var. Bunu bize, iki senelik mazisi .olan orkestra konserleri, ötedenberi verdiği piyano resitalleriyle ve kompozisyonlariyl: ispat etti.
Garp müziğiyle yeni yeni tanışan bir cemiyet için bu türlü orkestraların ehemmiyeti büyüktür. Halk, bu konserlerden edineceği intibaa göre garp müziği hakkındaki hükmünü verecektir. Şu halde, konserlerin bu bakımdan mukayesesini ya pars ık, hangisinin gayeye uygun bir şekilde olduğunu görebiliriz. Müzik, Halkevlerinin senelik faaliyet raporlarını doldurmak gayesiyle ele alınırsa, inkılâp dâvasında yeri mühim olan bu sanat şubesinde, hiç de inkilâp gayelerinin tahakkuku yoluna girilemi-yecektir.
Eğer bu konserlerden maksat halka garp müziğini' benimsetmek ise, bu şekil Halkevi faa’iyetler fayda yerine z-"rar vermektedir; kaldı ki verilen konserleri halkin ancak pek az bir kısmı dinliyebiliyor, halbuki maksat büyük halk kitlelerine müzik anlayışını verebilmek ve millî kabiliyetlerimizin geniş ölçüde ortaya çıkmasına imkân hazırlamaktır. — E.
başlı, gözü yaşlı Anadolu ve Rumeli’nin mübarek kadını... Yedi yüz altı yıl önce Baba İshak ordusunda zulme isyan eden ve çarpışan, dört yüz : on sekiz yıl önce Kalender Çelebi ile varlığını haykıran ve döğüşeyek ölen -Bektaşi nefesinde : “Ey erenler, erler, nice eı siniz? — Bizlerin sizinle davamız vardır. Erler, kadınlardan üstün dersiniz. — Bizim de Hazreti Zehramız vardır;, diye erkekten hak istiyen, dün, daha dün, İstiklâl Savaşında emzikteki yavrusunu sırtına bağlıyarak yalınayak yürüyen, .beş yaşındaki çocu unun yırtık ■; sabosunu, cep hane ıslanmasın diye kağnıya ör ten, sırtıyla gülle taşıyan) Ankal ra’da Ulus meydanında Atatürk’ün dizi dibinde ve erkeğinin ya-nıbaşlnda heykelleşen, her devirde ve her an çalışan Türk kadını bilinmiyor miı, unutuldu mu?
Abdülbâki
GÖLPINARLI
10
“Unutulmaz Şarkı,,
Amerikan sinemacılığının dünyayı toz pembe gösteren filimleri yıllardır sinema pazarlarını istilâ etmiş bulunuyor. Aklen yedi yaşını aşmamış insanları büyülüyen santimantal ve romantik filimler-den bıkmış usanmış olanlar bile günlük dertlerden iki saat olsun uzaklaşmak niyetiyle biletini alıp herhangi bir sinemaya giriveriyor. Bizde yine bir peri masalı ile karşılaşacağımızı sanarak, fakat sadece Chopin’in müziğini dinlemi-ye ve hangi rolde olursa olsun büyüklüğünü devam ettiren Paul Mani’yi seyretmiye gittik. Fakat haftalardır, İpek ve Melek sinemalarında gösterilen Unutulmaz Şarkı bizler için hakikaten büyük bir sürpriz oldu. Filimin esas mevzuu George Sand ile Chopin’in aşkları teşkil edecek sanmıştık, yanılmışız. Bu filimin mevzuundaki esas mesele sanatkârın cemiyete karşı olan vazifesidir, Chopin bir müddet için George Sandın tesirine kapılarak Polonyada istiklâlleri uğruna mücadele eden kar. deşlerini unutuyor. Daha doğrusu unutmak istiyor. Ve unuttuğu müddetçe de sade şahsî hoş olmakla beraber dehasının bütün büyüklüğünü ispat etmiyor esir Polonya insanlarını hiç de alâkalandırmıyan eserler vücuda getiriyor. Hayatda mücadeleden kaçarak ya bir ser çiçeği gibi kendi sırça köşkü içinde yaşamakta ömrünü bir iki s?ne daha uzatacak. Yahut da memleketi için derhal mücadeleye atılacak. Ve ihtilâlcilere memleketin kurtulmasında elzem olan parayı temin gayesiyle bütün Avrııpada turneye çıkarak kardeşleri için canını verecek. Hâlâ «sanat sanat içindir» diyen nâme sanatkârları gi bi o zamanlarda George Sand’-da sadtce kendini düşünerek bir köşeye çekilir. Hayatla münasebetini keserek kendi iç âleminde ya-şnr. Halbuki Chopin’in hocasına göre bir dâhi dünyaya gelebilmek için milyonlarca insanın kabiliyetlerini alarak onları fakir bırakır. Vc bu dâhi manen fakir kalan milyonl ırca insana olan borcunun dehâsile ödemek mecburiyetindedir. Ve Chopin Polonyanın hürriyete kavuşması için bitkin . bir halde şehir şehir dolaşıp konserler vererek istibdada karşı isyan eden
ŞİİR
Yele verdi ömrümüzü
kara yurdun cefasından dâim n ..
Yata öküz iş tutmaz, sapan kıraca batmaz, gücümüz bir şjye yetmez Rahmet düşmez, tane bilmez Ter yerine kan döksen gene kıraç göğermez Zalim, göğermeyince kız, kızan yabana göç etmez d nelıncz?
Flâman ak yazının ayazının ayazından güzünden* bıkdık gayrı öküzünün, k ığnısının nazından.
Gel geçelim boz dağların yoktışund -n düzünden kulluğa gidelim yayan, yapıldal.
Ak yazının dişli motor gelir h ıkkmdan Dişli motor dişli elde bulunur.
Dişlilerin ( linde
biz garipler tüylerimiz yolunur. Kara yurdun cıfasuıdan elânıan, salmaz bizi gün batırırdan taıladan, ağaların ortakçısı ağalar.
Neyliydim hamutunuz mihnet ile yuğıulmıış. Canımızı devlet yakar, deprem yakar, sel yakar.
Ercüment Bchzat LAV
Polonya ruhunun bir timsali olan “Polonalse„ lcrini yazar 1810 -1819 arasında yaşıyan bıı dâhi hakiki ve ölmez sanatkârlığım cemiyete olan borcunu bu suretle öde yerek kazanır.
Filimin diğer iki mühim nokta sı da sanatkârın sanatkârı teşviki ne hocanın talebe üzerine iyilişi meselesidir. Eğer her sanatkâr List gibi bir arkadaş ve büyük aktör Paul Munl gibi bir hoca bulsaydı bu dünya daha birçok dâhiler kazanırdı. Rejisör Charles widor dünyada, İpekçiler de bize renk, tez, mizansen, ışık, montaj, lıerşey bakımından bu kadar değerli bir filim seyrettikleri için büyük bir iş yapmış oldular. "Unutulmaz Şarkı„ bizler için unutulmaz bir filim olarak ka-acaktır.
Cahit Saffet
İRGAT
Kadın Çalışıyor
(Jltinci sayfadan devam) şartların düzeltilmesi birinci derecede mühim meseleler arasına girmiştir. Belçikada, Fransada diğer memleketlerde de çalışan erkekle çalışan kadın arasındaki farkların kaldırılması sosyal davaların başına geçmiştir. Sovyet Rusyada ise bu mesele çoktan halledilmiştir.
Bugün bizde hâlâ kadının çalışması sanki birkaç münevverin vereceği karara bağlı in iş gibi, münazara ve münakaşa mevzuu olması sadece gülünçtür. Bugün ıztırap içinde yaşıyan, istismar e-dilen kadının başındaki efendilerden sadece bir isteği vardır. İnsan gibi yaşamak. . Üniversiteli gençler bunun ne şekilde başarı labileceğini münakaşa ederlerse-geri kafaları aydınlatmak için çok daha ileri bir i$ görmüş olurlar. Yoksa faşist Almanyada• olduğu gibi “kadın çalışmamalıdır,, şeklinde verilen bir hüküm kadınla, herşeyden evvel ana olan, vatan-, daş olan, insan olan kadınla ve onun mensup olduğu cemiyetle alaydır.
YIĞIN
11
..imin Yazan s „
uhaf bir Karadeniz || şivesiyle konuşan keli mer burunlu adam, fırının kapağını açtı ve içerisini yokladı. Kıpkırmızı olmuş taşın .üstünde- uslu uslu dizilmiş ekmeklerde hafif bir kızartı başlıyordu. ~ Adamın elindeki kürek, ekmeklerin arasında şöyle bir dola.tl ve tezgâhın arkasından tâ tramvay yoluna kadar her tarafı dolduran ahalinin suratına doğru tatlı bit koku yayıldı. Tezgâhın yanı başına kadar sokulan insafların yüzlerinde, evvelâ bir ümit, sonra bir tereddüt, daha sonra da bir büzün belirdi. Burun delikleri geniş geniş açılıp, kapandı ve pişmeğe başlayan taze hamurdan yayılan kokuyu, anason kokusunu alan sarho şun ihtirasiyle, içlerine çektiler. Daha arkada-kalanlar, önlerinde* kileri itip kakarak, birbirlerine tutunup- boyunlarını uzatarak, fırının ağzını, şöyle bir dünya gö-züy'e seçmeğe* üğrâşdılar. Arkaya sıkişan çocukların ve çocuk lıı kadınların feryatlarına aldıran bile olmadı, Tezgâhtan tramvay yoluna, kadar, taşan kadınlı erkekli, çocuklu ihtiyarlı yüzlerde; midelerden gelen bir endişe, bir huzursuzluk başlamıştı. Açık fırın kapağının arkasında, tatlı ve kirmizımtrak bir loşluğun içinde sıra sıra duran ekmeklerin manzarası, bütün mideleri faaliyete getirmiş, saatlerdenberi bekleşen bu çeşit çeşit yüzlere; ümit, tereddüt ve hüznün - karmakarışık şekillerini çizmişdi, Kemikli ve kemer burunlu adam, elindeki uzun Saplı tahta küreği, lâkayit lakayit geri çekti ve fırının kapağını örttükten sonra, fevkalâde mütehakkim ve dünyaya - metelik vermez' bir tavırla, adamlarına birkaç emir verdi.
Bu kemikli yüzdeki sert ve vahşi ifade, bu kemerli burundaki ve çatık kara kaşlardaki tahakküm arzusu, kalın ve etli dudaklardaki ihtirasın şiddeti, değil birkaç yüz kişinin, fakat binlerce ve onbinlercerın, klvrana kıvrana can vermesini hazla seyredecek kadar korkunç, kaya kadar sert ve kanlıydı.
Burhan ARPAD
Tezgâhın arkasından tramvay, yoluna kadar bütün köşe bucaktan salkım salkım sarkank adınla-rın, hasta ve sarsakların, çocukla rın, pejmürde kılıklı insanların yüzündeki perişanlık; kemil li surattaki ihtiras ve tahakkümün tek bir çizgisini yumuşatmağa, bir tek kılını oynatmağa bile yetmezd i-
Fi inci, kapağı tekrar açtı ve dışarıya vuran sıcak kızıllığın akisleri altındaki yüz, büsbütün korkunçlaştı.
Elindeki tahta küreği, büyük’ bir huzur içinde, ekmek dizilerinin arasında dolaştıan adam ve, tezgâhın arkasından tranvay yoluna kadar bütün köşebucağı dolduran, birbirinin üstüne tırmanan, heryandan şalkım silkim taşan bu insanların çizdiği dekor, bir ortaçağ işkencesini hatırla maktadır.
Fırının kapağı hâlâ açık du-ruyor, adattın elindeki tahta kürek, ekmek dizileri arasında yavaş yavaş'dolaşıyordu. Bir eski zaman yeı’altı mâbedinde işkenceye* mahkûm edilmiş günahkârları hatırlatan yüzlerde, yeniden bir ümit başlamış, boyunlar, biraz daha ileriye uzanmışdı. Çıt çıkmıyordu. -Aralara sıkışan çocuklar bile susmuş ve tertemiz bakışları işıklanmıştl. Sâdece, gizli ve sessiz bir mücadele cer-yan etmekteydi. Herkes, yanın' dakini bir karış geri atabilmek, tezgâha bir adım daha yakın olabilmek, ağzı ardına kadar açık duran bu kızıl alevli mâbeddeki nimetlere, ötekinden önce kavuşabilmek için, olduğu yerde kımıldanmaktaydı. Gerçi, kımıldanmak için tek santimlik bir aralık yoktu a-rma, y ğın, z man zaman dalgalanıyor ve uğulduyordu*
Sıra sıra duran nar gibi ek' inekleriyle bu dar ve ensiz fırın ağzı, kurban kabulüne hazırlanan bir eski zamaı; mâbedinden, kemer burunlu adam ve tuhaf kılıklı maiyyeti de, bu mâbedin zâlim ve asık suratlı rahiplerinden farksızdı.
Ve adam, nihayet konuştu. Yarındakilerden biri, küreği fırının içinde bir daha dolaştırdı ve ilk ağız ekmeği, büyük bir azam tle Zçekti.
Yüzlerdeki binbir çizgi, bir-tek oluverdi. Gözl r, sonuna ka" , dar açıldı. Dudaklar gerildi ve bütün soluklar tutuldu. Çocuk yüzlerindeki sevinç, ihtiyarların ümidi, kadın'arın sabursızlığı ve hepsinin içiııi dolduran bin bir çeşit ’ his, şu anda durulmuş ve yerini, bir tek hisse, ekmeksiz kalmak endişesine blrakmışdı.
Bu çoluk çocuk, bu -ihtiyarlar ve hastalar, bıı kadınlar ve bu zavallılar; Sabahın yedisiriden-beri hep bu anı beklemişlerdi. , Dışardaki yağmura, havanın soğuğuna rağmen hep bekleşmişler, ayak üstünde, itişe kakışa, bir birleriyle çekişip küfürler ederek, beklemişler ve hep, sadece şıı anı şu m's gibi, şu buram buram taze ekmek kokan dakikayı tahayyül etmişlerdi.
Saat onbiri geçiyordu.
Kemer burunlu herifin suratındaki tahakküm ve istihfafın altında ezile büzüle, tezgâhın öte. sindeki acayip kılıklı adamların bir iltifatını koparabilirmiyiz diye yaltaklanıp şakalaşmışlar ve gözlerini biran bile fırının ağzııı-dana yırmadan, beklemişlerdi. Ka pak, bazı bazı açılmış, ko-kunç suratlı adam, kemerli bununu zaman zaman karışdirmış ve ye' re, okkalı bir tükürük fırlatmışdı* Kalabalığın arasında sıkışıp kalan bir çocuk ağlamış, nasırına basılan birisi küfretmiş, dizlerinin bağı kesil’n ihtiyar, lâtıet okumuşdu.
Ve, hep beklemişler, bekle-mişdiler.
Uzun saplı kürek, fırının ağzına dalıyor, içerde şöyle bir dolaşıyor ve nar gibi ekmeklerle görünüyor. Fakat, ileti doğru uzanmış boyunlar, hep aynı vaziyette, sonuna kadar açılmış gözler hâlâ endişeli ve bütün yüzlerdeki o umumî, o içe sinmiş huzur suzluğıın tek çizgisi bile silinmiş değil: - E mek, ekmeklerini alacaklar mı, alabilecekler mi?
Uzun saplı kürek, fırının içi.ı-de dolaşıyor ve nar gibi ekmek dizilerini dışarıya çekiyor. Git
12
tikçe keskinleşen, midelere ezJ giıılik veteıı mayhoş bir koku, et rafa, gittikçe daha fazla, daha fazla, 'yayılıyor.
Mırıltılar, homuttular ve bağ-rışınalar oluyor, amma, kemer burunlu fırıncının tek yüz çizgisi bile kıpırdamıyor. Zaman zaman, adamlarına emirler dağıtıyor, yere bir tükürük atıyor veya, burnunu keyifli keyifli karışdirlyor,
Mırıltılar, homurtular ve bağ-rlşnıalar, keskinleşiyorlar, vazıhlaşıyorlar:
—-Daha ne diye bekliyoruz?
—Niye bekletiliyoruz? ,
—-Ekmek.. Ekmeklerimizi...
—Bacaklarımızda hal kalmadı.. Sizde insaf..
—Ekmek... Ekmeklerimiz....
Ve, fırının ağzından çıkan kürelideki nar £T'bi ekmekler, yaıı tarafa doğru iti ip kayboluyorlar. . Ke ner burunlu herifin kılı, lıâlâ kıpırdamıyor; Adamlara emir veriyor, yere bir tükürük atıyor ve burnunu zaman zaman, keyifle, hırsla tatlı tatlı, karışdırıyor.
—Ekmekler nereye gidiyor? diye soran seslrre şu sesler cevap veriyor:
—Çacuk hastanesine gidiyor muş..
—Yalan, vallahi de billâhi de yalan... kendi adamlarıyla dışarda sattıracaklar... tanesini atmışdan satacaklar..
—Emir varmış, bayatlamadan verilmeyecekmiş...
—Kontrol gelecekmiş ekmekler muayeneden geçecekmiş .
Tezgâhın arkasından, ta tram-vav yoluna kadar bütün köşe bucağı, girinti çıkıntıları, tıklım tık-llu dolduran, birbirini çiğneyip çolıığu çocuğu ezerek her yerden salkım salkım taşan kalabalıktaki kaynaşma ve uğultu, müthiş bir homurtu şeklini alıyor.
Ve uzun saplı fırın küreği işliyor.
Nar gibi ekmek dizileri, mütemadiyen taşmmakda ve çocuk hastanesine, bayatlatılmağa, ya. hut da koııtrola veya, palıalı pc. halı satılmak üzere kara borsaya sevkolıınmaktadır. Keyifli keyifli burnunu karışdıran fırıncının yanına yaklaşan çantalı iki adam, herifin kulağına birşey er fasılda-yor. Fırıncının suratındaki o her-şeyleri hor ve küçük gören ifadenin tek bir çizgisi bile değişmiyor. Eli, bâlâ burun deliklerinde olduğu halde, adamlarına bir baş işareti yapıyor ve üçer ekm -ği çantalarına acele acele sıkış", dıran iki adam, kalabalık arasında bir yol açmağa çabalıyorlar.
— Daha ne kader bekliyecçğiz?
—Yeter, yeter be... İnsan olan düşmanına bu eziyeti yapmaz..
—Ekmek., ekmeklerimizi ver-
Grtılıiir; Franz MASEREEE
—Amanın çocuğum eziliyor.
■—Ay, ölüyorum, nefes alamıyorum..
—Ekmek, ekmeklerimizi verin Paralarını ve karnelerini dü-şürm mek için sımsıkı kenetlenmiş eller, ileriye doğru uzanıyor. Eller, durmadan ve daha fazla uzanıyor, istiyor ve tehdit ediyor. Kemer burunlu herif, bu durmadan daha fazla yaklaşan, isteyen ve tehdit eden ellerin hücumu karşısında, duralıyor. Burun deliğini tatlı tatlı karışdıran parmağı, gevşiyor ve boşlukda kalıyor.
Saatlerdenberi be kİ iyen bu yorgun, bu bezgin insanlar, birden . canlanıyorlar ve tahammülün son çizgisini bir hamlede aşan bir gayretle, ellerini uzatıyorlar. Sabah karanlığından beri, boyunları bükük, mahzun ve endişeli bekleşen bu fevkalâde mütehammil yüzler, birdenbire sertleşiyor ve bir el yağmuru, sayı-lamıyacak kadar çok ellerin uzanmasından meydana gelen muaz-
zam bir tehdit karşısında, fırıncı, geriliyor. , •
Eller zayıf, etli, iri, küçük, esmer, beyaz, kıllı yüzlerce el, durmadan uzanıyor, hareket ediyor,-konuşuyor ve tehdit ediyor.
Sabahın a-lacakaranlığındanberi herşeyini unutarak bekliyen sonsuz bir tahammül, bir anda, boşanıyor: ■ ‘
—Ekmek.. Ekmeğimizi verini —Haydi, ne bekliyorsun., ekmeklerimizi?
Kıpkırmızı b;r ışık içindeki' sıra sıra ekmekleriyle açık duran fırın ağzı bile, manzaradaki değişiklik karşısında dehşete düşmüş gibi.
—Ekmek, ekmeğimizi ver..
—Haydi . ekmekleri.
Una bulunmış hamurkâriarın suratında, kemer burunlu herifin kalın kaşlarında, açık., kalmış fırın ağzından görünen birkaç sıra ekmekde; bu uzanan, isteyen ve tehdit ede.i yüzlerce eldeki azameti kavrayamayan bir şaşkınlık var.
13
Hüseyin Rahmi Gürpınar
(Yedi..ci tayfadan devamj
Avnııssslâh’ı “Yaralı Gönüllere Teselli Yurdu’nu açmıya kadar götürmüştür. Onun meşru yollardan ve kanunî formalitelere uyarak yaptığı bu geçim dolabı Can Pazarı’tndaki çü delikanlıda zorba bir mıhiyet alır: İhtiyar bir taşralıyı dolandıran bir dolandırıcı kumpanyasına musallat olarak, onlardan vurdukları, paranın yarasını almıya kalkarlar..,
Cemiyet içinde sınıf tezatları keskin bir halde kaldıkça bir tarafta çok tokların azlığı yanında çok açların çokluğu-kolay kolay gözden kaçmamaktadır. Bu durum karşısında deklâs .der her türlü çareye baş vurarak ve her yaptıkları kötü hareketi kendilerine' meşru sayarak cemiyetin ahlâkını kemirirlerken, bir yandan da ıstıraplar,’ her şeye rağmen namuslu kalan halkın dudaklarında acı bir feryat hâlinde donmakt dır. Türk cemiyetinin seferberlik yıllarında çektiği maddî sıkıntıları, yine yazın menşurundan bir göz atalım:
Bu acı y-ıllarin zorlnklarını ve halkın en aşağı bir hayat se-viyesindin de altında nasıl kıvrandığını yine Halka sığındık’ ta buluyoruz. Şehrin kenar mahallelerini, fakir semtlerini bir yandan salgın halinde yapılan İspanyol nezlesi, bir yandan açlık ve sefalet kasup kavurmaktadır. “Açlıktan sı Jetlerinin hemen yarısını kaybetmiş, bir takımları insan şel ünden- çıkmış bu sefalet-zedeler samanlı, kepekli kerpiç
gibi bir dilim ekmeği bulab'lme'c için saatlerce itile kakıla furuıı önlerinde beklerken (S : 17)„ Harp zenginlerinin konakları ıa teneke-le.le yağ, çuvallarla has un ve şeker, gazevilerle pirinç taşmıyordu (S : 15).,. Aynı kitapta, ihtiyar mahalle kadınları cumbadan cumbaya konuşurlar. Komşu Ha-cı’nın mutfağından mis gibi bir yemek kokusu bütün mahalleyi sarmıştır. Kadın'ardan biri revan* koktuğunu sanır, öbürü sütlü ir. mik helvası olduğunu söyler, ü. çüncüsü bağdemli fıstıklı şaıu baklavası der.
Raika Hanımın bir sözü beşeri bir trajed nin. hazin bir levhasını çizmektedir. İhtiyar kadın, bakla va lakırdısını duyunca “Acaba ölmeden bana baklava yemek kısmet olacak mı? (S : 20) der.,,
Ötede, serseri ve kimsesiz ço-çuklar cami avlularında, viranelerde, mahzen diplerinde, çeşme yalaklarında, nemli toprak üzerinde yorgansız ve yastıksız, kemikleri sızlayarak' yatarlar ve gecenin ayazı arttıkça birbirlerine daha çok sokulmak ihtiyacını duyarak büluğa ermemiş kızlar, yine o yaştaki oğlanlara metres olurlar...
Bu acı hayat sahne'eri yazıcıyı tâ kalbinden yaralamıştır. Sesinin bütün kuvvetiyle bağırır: “Yıkık evler, diriler mezarlariyle dolmuş olan şehrin fakir semtleri karşısıdda bu mahalle halklarının hayat haklarını çalanlar kimlerdir ?„ (S: 74). Fakat sesine cevap verecek kimse yoktur.
Hüseyin Rahmi’ye göre, hayatın ağır şartları, yaşamanın göç
ükleri halkın deyimiyle “ekine-, ğin arslan ağzında oluşu,, bütün manevi sefaletimizin mayasını teş kil etmektedir. Billur kalp’tet Semih Atıf ın, genç kadınlara bi-tuzaktan ibaret olan yazıhanesi önünde iş istiyen bir yığın kadın bunun en canlı delili değil midir? Kokotlar Mektebi’nde lı r renk ve fer biçimde bir alay g’nç kız, Ulviye Melek’in beyaz k dm ticarethınes'ıne boşuna toplanmamışlardır... Yazıcıya göre iş bukadarla da olmaz Cinayetlerin, intiharla ın, her türlü ahlâksız-ıhların mayası da yin? bu aç -tok tezadı ile yuğrulmuştur. Ö-lüm bir kurtuluş mudur ? adlı romanında intiharların çeşitlerini incelerken açlık ve yoksulluk sebebiyle kendile-ini ölümün kucağına atan kinısJerden bahseder. Eserdeki kahramanlardan biri,Dr. Nusret Hulki’ye, kendilerini öldüren memurdan, tüccardan, kibardan birkaç kişinin ve "kapitalist bir museviııin„ şakaklarına kurşıiıı sıkarak intihar etmesine karşılık, işleri iyi gitmeyen esnafın, gündelikçilerin, sefil ailelerin, yani hep melenkolikleriıı kendilerini iple bir hevenk gibi sallandırdıklarını söyler (S ! 129).
Nihayet mânevi bir sukut sah. nes yle karşılaşıyoruz. Yalnız Hüseyin Rahmi’nin değil, bütün yerli sosyal roman nev’imizin en kuvvetli örneklerinden biri: Hakka Sığındık’ta “on bir yaşında bikri izale edilmiş bir kızın, kendinden küçük iki yetim kardeşi ni beslemek fedakârlığıyle, bir lezzeti cinsiye duymaksızın fuhşa hasrı vücut ettiği» anlatırlar.
«...Yine Fatih camiine döndük Bu sefer helalar tarafına gittik. Helâ dıvartarınm haricî bir kıvrımında Huriye’ye rast geldik. Kâş-ki gelmeseydik. On altı on yedi yaşında, gözlerinden yeni bulûğu-ntın ateşleri saçılan bir küfeci oğ-1 ını kızı köşeye sıkıştırmış, tecrübe! cinsiyeye yeni başlamış- pek genç bir horoz çırpınmaları ve yılmaz, yorulmaz hamlelerle üzerine saldırıyor. Huriye bu âşıkane savletleri defe uğraşarak:— Olmaz... olmaz... geçen defa da beni aldattın. Para vermedin! Peşin isterim... (S: 204).
Yazıcının cesareti ancak, kahramanlarından bazılarına îsyaıı tohumları serpetmekten ileri ge-feınez. Bu fikirler Can P*zarı' ndaki serseri delikanlı Mâşuk’un dilinde şöyle dökülür;
14
“Kanunların birçok lastikli yerleri v.ırdır. B.ı, öyle bir kuvvettir ki o ııı ellerinde kullananUr icabında istedikleri gibi eğip bükmek nüfuzuna mal:ktirleı(Tefrika:9)
Hakka Sığındık’ta da, fikir, terine ve hareketlerine hak ver. dıği kahra nam Niizhet Ulvi’ye, isyan dolu şu sözleri söyletir:.
Kanuni ır bir kısmı kaillin saa detlerini timin noktaî nazarın* dan tanzim ediliyor. Çünkü umu* mmı birden refahına ihtimal görii_ leıniyor. insanların kısmı kesirinj hemen hayvanlara yakın ağır, uzun rhesai içinde çalıştırıp bunaltmak suretiyle kısmı kulil ve güzidesine rahat, refah ve türlü sefa-hatlar temin ediliyor (3: 198)
Yine aynı kahrama göre kanunların, insanlığın bu refahtan nasibini alamaınş /cefakâr kısmı* ı.ın meşakkatini tadile uğraşır gibi görünmesi ustalıklı bir düzendir. Fenalığın en önemli kısmi daima bırakılmak ' suretiyle kanun tanzimine çalışıldığı, yani “hâkim sınıflar samimi, olmadıkları için» mesele düzelememek* tedir.
Hüsamettin BOZOK
Kadın Meselesi
(Baş iarafı Sa. 8 de)
Evet, kadın çalışıyoıl
Ve ne makale muharrirleri ne münazara müdafileri ve ne de kadın çalışmamalıdır tezine rey ve? renler tirpit ederim ki, neden çalışıyor diye solmayacak kadar iz’an sahibidirler.Erkek ne için çalışıyor sa o da onun için çalışıyor bütün bu münakaşacıların, münazaracıla-rın ve sairenin topuna birden en canlı cevap olarak kadın ekmek parası için çalışmaktadır. Ne kadını sadece bir yatak oyuncağı sayan ırz düşkünü, namussuz telâkki ne de onu bir kuluçka ma-makinesi sayan mürted demagoji, efendilerinin kendilerinden beklediği vazifeyi yapabilmek iktidarında değildirler.
İstihsal sahasının kadın işçisi, sessiz, namuskâr ve mütevazî, hakir gündeliğine ıstıraplarını katık ederek, işinin taşıuda tezgâhının önünde ve sapanının arkasında çalışmağa devam edecektir.
Müntekim ÖÇMEN
£
♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦•♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦«♦•♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦
Atom Enerjisi
DÖRT BİLGİN
Dr. C Ber “*iim kovuklara , . . . ve labartuvarla-
nard, Londra- ...
ra hapsedilemez. Ancak ve ancak, bütün dünya bilginlerinin yapacağı işbirliği ve fikir teatisi, ilinin tam olarak gelişmesi için gereken karşılıklı imkânları yaratabilir. .„
* *
Kari Hirs • Waşington
“Bilginler kesiıı o-
1 ,rak inanmaktadırlar k:, dıiny ıda
en öldürücü ve en mahvedici kuvvetler bile insanların iyiliği için kullanılabilirler Siyasi liderlerlerin hareket tarzını,-işte bu istikamete
yöneltmek vazifesi Amerikan hal
kına düşer. „
9 * *
«♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦»•♦♦♦««♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦«♦eseeeeeeeeeeeeeeeeeee
Wells’in Arkasından
fUaf tarafı Sa. 4 de,
kür adamı olmaktan gelen bir hamle ile ondan tamamen ayrılır. İlim romanının yararcısı olmayı onun için gaye diye, gösterdiler. Fakat dünyaya bir roman nevi getirmek san’at için mutlaka bir deha değil san’at tarihi için bir şereftir. İhtilâlci halk dostu olarak gösterenler oldu. Wells’iıı hal'ıa sevgisi muhakkak olmakla beraber, onların sömürülmesine isyan ettiği bilinmekle beraber, hattâ dünyanın dört bir bucağına dağılan İngiliz emperyalizmine düşman olduğu da eserlerinde görülmekle beraber in an esirliğinin ve istismarının köklü ıstıraplarına ve acıklı çevrelerine inmediği de muhakkaktır.
Şu halde Wells kinidir? Yer yuvarlağında dolaşan sevimli hayali neyi temsil ediyor, neye ulaşmak istiyordu? İlimle hayalı tecrübe ve tecessüsle şiiri birleştirip hayat içinde konak konak ilerlerken neyi istiyordu? Kısaca hareket noktası ne idi?
İnsan İstikbaline Güven :
KONUŞUYOR
Rubinslein, “Bir kiil halinde Moskova Ce"'İyet hi>e‘ine geçmiş İktisadî sistemlerde, atom enerjsi gibi olağanüstü keş flerin kullanılması, ileri g ilişmeler için geniş zeminler hazırlamaktadır..»
«'
* ♦
Jolio Curie “Atom sırrının in-_ hisar altında tutul-
Paris . .
ması, kararı kar* şısında, Amerikan halkım ı, nasıl oluyor da isyan etm^d ğ ne şaşıyorum. B:z!, krovaz îrierjı nasıl battığ nı, onbinlerc ; insan emeğinin nasıl h^ba olduğunu seyretmeğe davet edeceklerine, atom enerjisinin barış alanında tatbikini seyretmeğe davet etseydiler daha iyi ederlerdi Meselâ: bir. kayalığın, bir bozkırın, insanlara, 'o bedbaht insanlara gıda ve tebdsmm bahşeden birer münbit ovaya inkilâp edişini...» Derleyen:
Nevzat HATKO
Bütün ■ ölmez dehalar gibi o da bu güvenini bir lâhza olsan kaybetmedi bizi tarihten önceki ve tarihten sonra gelecek zamanların korkuları, sevgileri, girdapları güneş ve bulutları arasından geçirerek ta oraya kardeş ve mes’ut insanlık hayalinin doruğuna çıkardı. Kırk yıl önce hayal ettiği hakikatler, bugün gerçi pek yokları için tabiileşmiş şeylerdir. İnsanlık onun arzu ettiği hür eşitçi ve müsbet dünyaya doğru yola çıkmış bulunuyor. Bu hal Wells’in unutulmasına sebep olabilir mi?
/Hiç sanmayınız. O, dünyanın inkılâpçı hamuruna cömert elile avuç avuç hayal suretinde . hakikat serpti. Gerçi bugün insan oğ1 lu için artık bu hamur pişmiştir ve tekneden çıkmıştır. Ama, böyle diye . Wells’in bu hamurun yoğrulmasına kattığı emeği unutamayız. Bugünkü devir, teknedeki hamur kadar onu yuğuran-ların devridir.
Rüştü ŞARDAĞ
15
Bir kayısı ağacı
Ben bir kayısı ağacıyım Kırşehir’in D'nek Bağı’ndan, küçücük bir ev önünde yaşarım yapyalnız; yılda bir defa çiçek açar, Yılda bir defa kayısı veririm, avuciçi kadar.
Yaz olur,
bir kadın silkeler dallarımı, bir çocuk yerde bağrlr, güler; bense memnun olurum. Esasen benim, ne söğütler gibi nezâketim vardır, ne kavaklar gibi gururum. Ben bir kayısı ağacıyım, Kırşehir’in Di,nek Bağl’ııda. Diııek Bağında üç insan severim: bir çpcuk, bir genç kadı"', bir gençradaır, benim kadar sessiz sedasız, benim kadar halim selim.
En güzel ay Nisan ayı: ' toprak yumuçak yumuşak. En güzel ay Nisan ayı. Yağmur yağdı, güneş açtı, bir hoş' oldu içerim.
En güzel ay Nisan ayı Kavaklar uzakta upuzun, bir -sağfh bir sola.., Başı döner kavakların. Ben j? başımda çiçoklt Ben' bir kayış üç insan
kadın adanın Ahme Fat
Bir tek toprak, oi toprak odanın bir'fek penceresi..
Ben bir kayısı ağacı, bazan eğilir, bakarım odaya: bir eski yatakla yorgan görürüm, duvarda bir eski.-kırık ayna, yerde’ bir ’eskı( kilim,' ve bir .eski hasır,
Bir kayısı ağacı, eğilir,'bakar Odaya : ; • çiçeklerinden utanır.
Dün gece gaz yakmadılar ; ay ıgığnıda gördüm üçünü : üçünün suratı' asık.
Evvelâ oturup,
' zeytin ekmek, tazeşovan yediler^ sonra baktılar birbirlerinin gözüne, sonra esnediler.
Gökyüzü bembeyazdı,
-’4 , ‘

gö tyîizü çîç
i
TfmKi^yaıııııa;
sa&a döndü._
*r»iŞjAeTİgad.&la c a k 11 r.
narım
---.......... ........
Beıı bir 1 ayısı ağacıyım, Haıiran gelecek, avuciçi kadar.kayısılarım
Ahmedin ekmeğine katık olacaktır Ren b ir kayısı ağacıyım, kötü bir düşüncedir alınış beni: geçti bağla’’!, b’jdaını zamanı, dedim, dedim, İbrahim yine boşta. 1 . .
Kesildi, dedim, İbrahimin yevmiye iki lirası, dedim, çarşıda dört döneri İbrahim : dedim; ekmîk parası, zeytin parası, gaz parası!/
Dedim, insanlar neden, yaşatılmıyor ağaçlar kadar olsıiir?
Ben bir kayısı ağacı, ’ı
— yani,
İbrahim'in,- Fatmaııin, Ahmedin yumurtası, şekeri, eti “ gittikçe artmakta • kederim. / Güiılerden'’pâzattesJ Yiiıe geldi, '..elinde.
(Şiş mancadaki ■ b|r beıı şişman ad Durmıışlbıaîı yüzü, dalgın bakıyor
Şişman' ada n pencereden- ko bük
Ben bir kapısı gövdemde sarı
"Yol par verilini Yapmayın,dde'd Yılda bîrTçjçekı^ Etmeyiu,' d ekmeğe I
t
u
ALİ KARASU
iuı.
f
tüşmaıı gibi seyrederim.)
ıştnaı
övdenle'. el,ini,“r
kuzular gibi baktı Ahmet, ııı kuzular gibi-»
■-V'-'M
Vç- bir ogd, kavaklar uz^ktar bir sağa,
Ben kışlık odun allılira