1946 Mart etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1946 Mart etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kaynak: TÜSTAV - Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı Arşivi

TÜRK SENDİKALİZMİ
■I
İyi işçi yetiştiren en mükemmel mektep, yine işçinin kendi meslekî teşkilât yuvasıdır

Hiç şüphe yok ki, devlet, sermayedar vatandaş ile emekçi vatandaş arasında hiç bir fark gözetmiyecek kadar ileri bir adalet ve sosyal bir şuur ölçüsüne sahiptir
_________________________J
27 Mart 1946
i
BU SAYIDA :
Çarşamba
ESAT ADİL
i
T
■,
i
Sabahattin Ali
Bir aşk masalı
Adiloğlu
Musiki beyanındadır
Haşan Tanrıkut
Bedreddin böyle söylüyo
Sait Faik
Sevgilime mektuplar
Aziz Nesin
(G) harfinin macerası Dr. Ziya Oykut
İleri sanat
Rasih Nuri İleri
Ingiliz Demokrasisi
Helvacıoğlu
S.S.C.B. nde Milli Eğitim
Doğan Ruşenay
Elden gidiyor..
Şiir : Bahri Göranlar Şiir : Rıfat İlgaz Şiir : Ahmet Fedai VE
Büyük demokratlar
Lûgatçeî Âdil

j

SAYI

I

20 Kuruş ;
Geçen yıl tzmirde bir işçi hastanesi kurulmuş ve bir çoklarımız bu mes'ut hâdiseyi büyük bir sevinçle karşılamıştık. Şüphesiz ki, böyle bir haber, bir müjde kılığıma kendiliğinden girmemişti. Onu böyle eden bir çok sebepler vardı. Hepimiz pek âlâ biliriz ki, Türk işçisinin başka mem-leketlerdekiiter gibi geniş çapta sosyal sigortaları, bankaları, teknik okulları, hastahaneleri, yardım sandıkları, hususi mahkemeleri ve nihayet bütün bunların meydbna' gelmesinde rol oymya'bilecek sendikaları yoktur. Biziın isçilerimiz, itiraf edelim ki, oldukça başıboş ve kendi bahtlarile yapayalnız bırakılmış gibidir. Gerçi son gürlerde devletin yardımile bazı sosyal ve mesleki kalkınmalar olmada, bu müdahalen zamefı zaman müsbet neticeleri de sezilmektedir. Fakat yine itiraf etmeliyiz ki, bu âlicenap ve peıerane koruma, gözetme hareketleri, asıl meselenin kotarılmasına yarayacak kadar köklü ve yaygın değildir. Çünkü işçinin derdi bir değil bindir. Düş in ün. bir vMandajş jki, kendisinin, ailesinin ve çocuklarının mukadderatı kollarma, bu kolların bütühı ömrünce dervam etmesi gereken faaliyetine bağlıdır. Onun muhtaç colduğu umumî kültürü, teknik bilgiyi, kendisinin ve ailesinin sağlık düzenini, hep bu başkası hesabınız çalışalı kollardan beklemek yalnız büyük bir haksızhk değil, ayni zamanda boş ve neticesiz bir dilektir. Ote yönden işçinin vicdanını, ahlâkını tertemiz tutması da hem onun hem millî istihsalin selâmeti için lâzımdır.
Cemiyetli işççiden beklediği bütün bu mânevi ve maddi savaş ca onu kendi babına yalnız bzmkmdk, millî dâvalarımızın bir çrğurun başa-rılmş.smda büyük zcriuklarâ yol açmak olur. Hiç bir zaman unutmamalıyız ki, Cumhuriyetin bütün nimetlerinde, maddi ve mânevi bütün yapılarında her türlü sosyal ve ekonomik gelişmele-riride en büyük pay elbette ki, işçi vatandaşın dır. İsçisi kültü: ce eksik, lekrZkçe geri, ahlâkça bozuk, refah ve mesleki hürriyet bakımından düzensiz ve bünyece zayıf, Icılız olan nerhangi bir memleketin; istihsal seviyesi daima düşük ve istihsal faaliyeti daima aksaktır. /Çünkü her iktisadi verim teknik bilgiye ve meslekî ahlâka, nhlâl. ise refah ve hürriyete’ dayanır.
iyi işçi yetiştiren en mükemmel mektep,
yine işçisin kendi meslek yuvasıdır. Onun seviyesi anc(i bu gibi teşekküllerin çatıları altında gelişir ve yükselir. Tekrfk bilgi seviyesi geliştikçe de, onun refahı artar, maddi sıtaidet ise arza ahlâk ve yeni verim gay.ietleri getirir.
İşçi sendikalain devletin de yükünü azaltır. Her sendik^ kem di işçilerinin bilgi, sağlık imkânlarını, karşılıklı yardur. iyi arkadaşlık duygularını daha çaçbuk geliştirir.
Hiç şüphe yok ki, devlet, sermayedar vatandaş ile .emeki vatan da(ş arasında hiç bir fark gözetmiyecek kadar ileri bir adalet ve sosyal bir şuur ölçüçsüne sahiptir. Bu, böyle olunca sermayedar kadar işçinin de kendi meslekî bünyesinin serbestçe gelişmesini eağlaznaJk ve onu milli istihsal hesabımı?; driha faydalı ve gayretli bir eleman he/öne getirmek her bakımdan büyük bir başarı sayılabilir.
Türk aendikalizmin Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirlerinde birbirine benziyep aksak akışını ve sık sık uğradığı sarsıntıları dikkatle gözden geçirecek olursak bunun sebeblerini bulmakta hiç de zorluk çekmeyiz.
Bu sebeblerin birincisi, işçi kütlesinin kendi kendini ne siyası, ne de mesleki bakımdan organize etmek fırsatını bulamamış olmasıdır. Ssbablerclen (İkincisi ise devlet müdahale ve himayesinin ilmi o İni .yan görüşlere ve işçi hayatının iç yüzünün bilinmeyişinden doğan sakat ö( ötere (dayanmasıdır.
işte bıfslıca bu iki sebebledir ki Türk sen-dikalizmi diğer demokrat memleketler sendi-kalizminfcı vardığı merhalelere ulaşmamış v« çok defa da gelişmeler değil, gerilemeler yapmıştır.
‘ İşçi sınıfı, Türk sendikaAizminin gelişmesini destekliyecek bir siyasi parti kuruncaya kadar, hiç olmazsa
İşçinin meslek teşekküllerine bağlanmasını ve bu gibi teşekküllere serbest gelişme imkânları verilmesini, iş ve işçi mevzuatının koruyucu ve kurtarıcı mahiyette düzenlenmesini, devlet himayesinin işçiçnin refah, kültür ve sağbğuu gözeten ve artıran bir karakter taşımasını istemek; öyle sanıyorum ki, isteklerin ve dileklerin en güzeli ve en hayırlısıdır.
t
ANTOLOJİ: Arkadaşımız Fahir On-ger tarafından yayınlanan ve «bu günkü şiirimiz» i vermeğe çalışan bu antoloji, bitaraf bir hal taşımak istiyor. Ancak (bitaraflık» çok söz götürür bir meseledir. Prensipleri ve dünya görüşü itibarile hiç bir münevver bitaraf olamaz. Bitaraflık prensiplerde değil; o prensiplerden hareketle ulaşılan sanat ve cemiyet görüşleri içerisinde takınılabilir. Mücerret bir bitaraflık mümkün değildir. ( Ben bitarafım» diyen adam “benim cemiyet ve sanat görüşüm yoktur,, demiş olmaz. Belki kendi sosyal ve estetik anlayışımla kin, sevgi peşin hüküm v. s. dışında kalmağa çalışarak sanat eseri hakkında hüküm veriyorum,, demiş olur. Aksi takdirde sanat eseri hakkında hüküm verenlerin hepsini dünya ve sanat görüşlerinden mahrum şahsiyete ulaşmamış kimseler olarak kabul etmek gerek.. Farkında olarak veya olmayarak her münevver metodik bir cemiyet görüşü içinde bulunur. Bitaraflık umumiyetle içinde bulunduğu görüşün farkında olmayan veya farkında olup ta onu kabul etmek istemeyen, fakat kendinde onu aşmak cesaretini de bulamayan kimsenin içine düştüğü en kâzip metodtur. Bitaraflık; şahsiyet metod ve dünya görüşü (yani prensipler) üzerinde değil fakat onların bir esere, bir fikre tatbik edilişleri bakımındandır.» Âlimin bitaraflığı» müspet ilim metodlarını her türlü his ve peşin hüküm dışında tatbik etmekten ibaret olduğu gibi sanat ve fikir münekkidinin bitaraflığı da mensup olduğu sanat görüşünü hisler ve peşin hükümler dışında kalarak elindeki esere tatbik edebilmesi demektir. Yoksa münekkit dünyanın en şahsiyetsiz mahlûku olurdu.
Fahir Onger’in bitaraflığı da küçük burjuva dediğimiz, burjuvadan çok halka yakın, fakat daima karar verememez-lik haleti ruhiyesi içinde bulunan münevver tipinin bitaraflığıdır. Böylece bu ruh haleti bitaraflık olmaktan ziyade prensiplerde bir kararsızlık olup “bitaraflık,, la karışmaktadır. Bu kararsızlık F. On-gerin bir taraftan sanatla büyük ekonomik kriz arasında münasebeti kaydeder, Tevfik Fikreti medhederken; diğer taraftan şuuraltını, saf şiiri tutar ve cemiyetti sanatkârları sathi geçerken açık olarak görünüyor... Bugünkü şiiri vermek isteyen bir antolojinin büyük şair Nazım Hikmeti, H. 1. Dinamoyu v. s. ihtiva etmemesi anlaşılamaz. Genç şair Sabahattin Batur da maalesef unutulmuştur. H. T.
Destan gibi: Eseri R. N. İlerinin elinde görünce arkadaşım: »Aleyhinde yazmak yok hal» dedi. «Destan gibi»yi daha o da okumamıştı ama Orhan Veliyi çok seviyordu. Okuyalım dedim.
“Çatanalar, mavnalar, kayıklar.
Limanda sıra bekleyen gemilerin arasında
İnsanlar hayat mücadelesinde,
Adamlar, kadınlar, çocuklar;
Ellerinde yemek çıkınları,
Rejiye giden işçi kızlar,,
Orhan Veli memleket adamının, yaralı Anadolu çocuğunun ülkesini dolaşmış. Orhan Veli gerçek ve büyük sanatın yolunda büyük işler yapabilir. Yeter ki bu eser «hayatında bir ilerlemenin habercisi olsun».

BÜYÜK DEMOKRATLAR
FRANKLİN D. ROOSEVELT
1882 - 1945
Hayatı herkesçe bilinen Ruzveltin biz burada demokratik hüviyetini belirten fikirlerini yayınlamakla iktifa ediyoruz.
£ Hükümetini seçmek her millet için kelimenin bütün manasiyle serbest olmalıdır. Seçim hürriyeti verilince dünyada hiç bir millet yoktur ki faşist veya derebeyci, harpçi bir hükümet edinsin.
£ Atlantik yasasında yazılı olan, milletleriu kendi mukadderatlarına hakim olmak hakkı, kim olursa olsun, hiç bir hükümete toptan cinayetler işlemek hakkın-., kendi milletini veya başka milletleri esarete sürüklemek hakkını vermez.
$ Milletler camiası için tok ve yüksek istikbal kaygımız bir kelimede hülâsa edilebilir : GÜVENLİK.
Bıı kelimeden sadece tecavüze karşı koyan maddi güvenlik değil, aynı zamandu milletler ailesi dahilinde ekonomik güvenlik, sosyal güvenlik, ahlâki güvenlik anlaşılmalıdır.
W Amerikalıların ekseriyeti büyük vazifesini şikayetsizce ifa ederken gürültücü bir azınlık durmadan bağırarak hususi zümreler için hususi imtiyazlar istemekte. Parlamentonun koridorları ve Washiııgton kahveleri bu zümre menfaatlarinı, bütün memleketin esas menfaatlarına karşı temsil edenlerin uğultusuyla dolu. Bunlar gerek nakit olarak, gerek siyasi ve sosyal olarak, komşularının sırtından imtiyazlar elde etmek için harbi bir vasıta ve fırsat talekki etmek derecesine vardırdılar.
0 Cumhuriyetimiz söz, basın ve din hürriyeti bir jüri tarafından yargılanma hakkı, keyfi araştırma ve tevkife karşı garanti gibi bazı geri alınmaz sosyal hakların manevi benliğinin himayesinde doğup şimdiki kudretine erişmiştir. Bunlar bizim hayat ve hürriyet haklanmızdır.
Fakat memleketimiz boyca ve itibarca büyüdükçe, endüstrici ekonomimiz geliştikçe, bu siyasi
“Geredenin yolu
Reşadiye gölü
Bir göl ki
İnsanın şair olup şiir söyleyeceği geliyor.,.
Büyük Nâzım açtığın destan çığırının tesirleri sonsuzdur. Her destanın altından senin feyyaz dehân fışkırıyor.
Bu dağlar koru dağlar t değil
Bu köy Adilhan köyü değil
Ne şu değirmen Ferhat ağanın
Ne de bu türkü hazin..,,
Orhan Veli’yi asırların ihmal ettiği, ağaların, derebeylerin sömürdüğü daima asıl ruhlu ve daima haklı, mübarek Ana-dolunun şairi olarak görmek ne sürpriz! ‘Destan gibi,, yi okuyucularımıza sağlık verebiliriz. H. T.
haklar herkese refalı ve saadet yolunda eş bir imkân vermekten aciz bulundular.
Hakiki şahıs hürriyetinin ekonomik güvenlik vc hürriyet olmaksızın imkânsızlığı gözle görünür bir vaziyete geldi. «Yoksullar hakikati halde hür insanlar değildir. «Açlık, işsizlik., işte diktatörlükler bu kumaştan biçilir.
0 Zamanımızda bu ekonomik hakikatlar a»’tik apaçık olarak kabul edilmektedir. Böylelikle yeni bir «Hukuku beşer beyannamesi'» kabul etınîfbu-lunuyoruz denebilir, bu temeliu üzerindeki. - sosyal durumu, ırkı, insancı ne olursa olsun her insanın güvenliği ve refahı inşa edilebilir. Bu ana haklardan bazılarını sayalım :
— Her ferdin, memleketin fabrikalarında» dükkânlarında, çiftliklerinde veya madenlerinde faydalı ve ücretli bir iş bulması hakkı.
— İyi beslenmek, giyinmek ve eğlenmek için yeter bir gündeliğe sahip olmak hakkı.
Her köylünün kendisine ve ailesine memnun edici bir hayat saglıyacak bir fiata mahsullerini istihsal edip satmak hakkı.
— Her insanın küçük veya büyük işlerinde muamelelerini memleketin veya haricin büyük tröstlerinin haksız ve ezici rekabetiyle çarpışmadan yürütebilmesi hakkı.
— Her ailenin elverişli bir ikametkâha sahip olma hakkı. >
— Gereken tedaviyi ve iyi sihatte olmak imkânını elde etmek hakkı.
— İhtiyarlığın, hastalığın, kazaların veya işsizliğin ekonomik tehlikesine karşı sigorta olmak hakkı.
— İyi bir eğitime nail olmak hakkı.
Bütün bu hakların toplamı güvenliği teşkil eder. Biz zaferden sonra bütün insanlar için yeni refah ve saadet gayelerine doğru, bu hakların gerçekleşmesi için, istikbal istikametinde yürümeğe hazır bulunmalıyız.
2
DEMOKRAT MİLLETLER : 2
- III -
O eçen iki yazımızda Ingiliz deınok-
u rasisinde kırallığ’in, hükümetin ve parlamentonun işgal ettiği yeri ve anayasayı incelemiştik. Bu iki yazıyı hulasa edelim: ( Ingilterede krallığın günlük hayatta büyük bir ödevi yoktur, hükümet devleti idare eder, meclis ise ancak bir kontrol aletidir? Bünyevî değişiklikler icap edince ise krallığın rolü artar, hükümet ağır basabilir, Lordlar kamarası ise kanunları iki yıl sonraya atabilir. Yani bu üç kuvvet birlik olmadıktan sonra demokratik bir inkilâp imkânsız gibidir.
Her inkilâpçı fırsatın psikolojik anının çok kısa olduğu sosyolojik kanunu bilinince bu olay önem kazanır, inkilâkçı bir hareket bütün halk zümre ve sınıflarının aynı zamanda harekete geçmek istemesi ile olur, yoksa meselâ sade maden işçisinin arzusu ile değil, ayrıca inkilâpçı bir hareket için irtica kuvvetleri sinmiş olmalıdır. Böylelikle İngiliz demokrasi sisteminin fren vazifesi kriz zamanlarında sade geciktirme değil, yıkıcılık bile edebilir.
Ingiliz demokrasisinin tekâmül tarihini inceleyelim:
Kromwel ihtilâli ve ondan sonraki burjuazinin toprak asilzadeleriyle uyuşma devrinden bugüne kadar İngiliz demokrasisinin tekâmülü krallık imtiyazlarının aleyhinde bir mücadele şeklinde gösterilebilir.
1815 den 1914’e kadar orta sınıflar gitgide önem kazanmış, amele sınıfı da doğup şuurlanmaya başlamıştır. 1815 de 13 milyon nüfustan ancak 400.000 i seçmendi. İşçilerin aleyhinde kanunlar mevcuttu.
1832 de uzun mücadelelerden sonra Lord Grey ( reform bili > i kabul ettirince seçmenler 800.000 e çıkmıştır, fakat bu mücadeleyi filen yapmış olan işçiler yine en tabii haklarını kazanmamışlardı. 1833 de kölelik kalktı, küçük çocukların fabı ikalarda çalışması kısmen önlendi. Tecrübesiz ve hazırlıksızca yapılan ( chartist » işçi hareketi 1848de kendiliğinden söndü ise de halkın demokratik istekleri tasarlanmış oldu.
1860 da ingiltereyi ihya edecek olan liberal ticaret sistemi kat’i olarak kuruldu. 1867 de ikinci ( reform bili > ile küçük burjuazi ve esnaflar da seçim hakkı kazandı, fakat emekçilerin, yani nüfusun onda dokuzunun hiç bir hakkı yoktu. 1875 de sendikaların inkişafını sağlayan kanun ve 1878 de iş kanunu kabul edildi.
1884 de demokrasiye doğru daha bir adım atılıp ev sahiplerine seçmenlik
©HM©» IORASİH NURİ İLERİ»
hakkı verildi.
1889 da sosyalist fikirler sendikalara girmeye başladı ve kısmen buna mani olmak için enperializme. yani başka ülkeleri sömürmeye gidildi. Cecil Rho-des’ın dediği gibi: ( enperializm kapitalist memleketlerde iç harbi önliyecek tek çaredir.»
1897 de iş kazalarında patronların mesuliyeti kabul edildi.
1868 de birleşen sendikalar 1889 da iyice teşkilâtlanıp 1906 da 51 mebusla parlamentoya girdiler ve aynı yıl iş kazası tazminatları kanunu kabul edildi, demoratik inkilâplar devri artık açılmıştı.
1909 dan 1911’e kadar Lordlar Kamarası ile demokrasiye doğru yol alan Avam Kamarası arasında, büdce mes’-elesinde çok şiddetli mücadeleler olmuştur. Buna karşı gelmek için 1910 da teklif edilen kanunla: 1 - Lordlar Kamarasının mali kanunlarda sözü geçmemesi, 2 - Lordlar Kamarasının Avam Kamarasında üç oturumda üç defa okunup kabul edilen kanunları en çok iki yıl geciktirebilmesi; 3 - Meclisin süresinin yedi yıldan beşe indirilmesi, istendi, Lordların muhaleleti karşısında Başbakan Kraldan, kanunun kabul edilmesi için, gereken miktarda yeni Lord yapmasını isteyeceğini bildirince Lordlar « 1911 cinayeti > dedikleri bu kanunu kabule mecbur kaldılar.
İşçiler ise ancak 1914 savaşının nıu-vakaten durduduğu bir mücadeleye giriştiler, onlar enperıahzrmn, büyük İngiltere; siyasetinin ne biçim demagojik bir tuzak olduğunu anlamaya başlamışlardı, çünkü bir türlü sefaletten kurulamıyorlardı.
1912 de kadınlar seçmenlik hakkı için çarpıştılar, yuzlercesı tevkii edildi ve hareket bastırıldı. Mücadeleleri durduran Birinci Genel Savaştan sonra 1917 de Parlâmentoya sunulan seçim tasarısı 1918 de kabul edildi.
Bu kanuna göre:
1 - Bir feraın en çok iki oyu olabilecek (I); 2 - Otuz yaşını geçen kadınlar oy sahibi olacak; 3 - memlekete hariçte hizmet edenler oylarını kullanabilecekler; 4 - seçim daireleri yeniden tanzim edilecekti. Artık bu kanunla 13 milyon vatandaşa seçmenlik hakkı verilmiş oldu.
1918'de hükümet harp sonrası meselelerinde bocaladı, muaaiıaıecıiık yapudı, az sonra birden tam kontrolsuzıuga geçildi, vâadlar tutulmadı ve nihayet muhafazakârlar Çekilip 1923 te işçi - libe-ral bloku ekseriyet kazandı. 1924 de
Mac Donald yeniden seçim yaptırınca korkan muhafazakârlar yalandan, gûya Zinovyev'in Ingilterede ihtilâl kopması için yolladığı bir mektubu neşrettiler. Sahtekârlık anlaşılmaya kadar, korkan halk muhafazakârlara oy vermişti. Fakat iç mücadele git gide artırıyordu, 1926 da muazzam grevler yapıldı, işçilerin aleyhine halk kışkırtılınca bunlar eskisinden de kötü bir duruma girdiler ve hattâ 1927 de sosyal gayeli grevler yasak edildi, şomaj arttı. Nihayet 1928 de yirmi bir yaşını geçen kadın, erkek her vatandaş seçmenlik hakkı kazandı, yani şekil demokrasisi kuruldu. Burada kısaca tekâmülünü gösterdiğimiz İngiliz demekrasisi için Gordon mükâfatı kazanan A. Noblet’nin bu isimdeki kitabından faydalandım.
Yukarda gösterilen gelişme okunduktan sonra akla -ya İngiliz demokrasisi nerede kaldı • suali geliyor.
Bu suale cevap vermeğe uğraşalım. Ingilterede, hele bazı zümreler, enperia-İzm sayesinde büyük bir refaha kavuştular, hükümet bunların elinde idi ve halk türlü çarelerle avutuldu, bazı da kâra uzaktan iştirak ettirildi. İhtilâlleri frenlemeğe çalışan Ingiliz sosyal bünyesinde ancak ana sınıf muvazenesine dokunmamak şartiyle tanı biı şekli tenkit hürriyeti halka verilmişti. Kapitalist çevre dahilinde, meselâ tüccarlar mı fabrikacılar mı başa geçecek, gibi meselelerde demokrasi oyunları oynanabiliyordu. B. Russell dinsiz olduğundan kazandığı mebusluk elinden alınmış ve üniversitede hakkettiği kürsüden mahrum edilmişti, ( Sceptical essay-s ) de kendisi: İşte bukadar bahsedilen Ingiliz hürriyeti, diyerek daha birçok misal veriyor.
Hürriyet ise Hayd Park’ta istediğini söylemekten, bir iki gazetede hükümetin aleyhine yazmaktan ibaret kalıyordu, bu tenkitleri gören halkın bir kısmı ve hele ecnebiler aslı görmeyip şekle bakıyor ve demokrasi var sanıyordu, Maurois'nın dediği gibi İngiliz güzel bulduğu bir nutku alkışlar, fakat aleyhinde oy verir. Dünyada ilk kapitalist memleket olmanın ingiltreye verdiği imtiyaz, bu nıemlekete ananeye bağlı güzel b,r adliye, vezinli bir teşkilât kurmak imkânını verdi, bu durum memleket 194j da iflâs edinceye kadar devam etti.
bon seçimlerden önce bütün bunları gören «Labour» parti başkani Pr. Fİ. Lasky şöyle yazmaktaydı:
«Her bünye inkılâbında olduğu gibi Ingilterede ekonomik, yani hakiki demokrasinin gelişmesi ıçııı de bir ihtilâlci durum gerekir. İnkılâp Sovyetlerdc (Devamı 10 uncu sahifede)
3

İleri kültür ve ileri sanatın sosyal kökleri
y ıllardanberi, fikir ve sanat adamlarımız arasında, ileri bir kültür, ileri bir edebiyat ve sanata ihtiyacımız olduğu halde, niçin ve neden onu elde edemediğimiz hakkında tartışmaları olur, durur. Biz bu münasebetle, bir tartışmaya girmekten ziyade, ileri kültür ve ileri sanatın sosyal köklerini araştırmayı daha uygun bulduk.
Yüz yıllar boyunca geri ve karanlık bir ümmet hayatı yaşıyan ve bağımsız siyasî ve İktisadî bir bütünlük kuramı-yan Osmanlı Türkiyesinde, yeni fikir ve yeni sanat cereyanlarının doğmasına zaten imkân yoktu. Tanzimat İslâhatı ile, memleketin İktisadî temelinde köklü değişikler olmadığı için, siyasî müesseselerde olduğu gibi kültür ve sanatımızda da özlü değişiklikler yapılamamış, kültür sahasında yapılmak istenen (garplılaşma> cereyanı da taklitçilikten ileri gidememişti. Bu kötü taklitçilik Cumhuriyet inkilâbına kadar şu veya bu şekillerde devam etti, durdu... Din ve taassubun tefekkürümüz üzerindeki, baskısının yükünü kaldıran Cumhuriyetin kuruluşu, İktisadî sahada olduğu kadar, kültür ve sanat sahasında da bize geniş ufuklar açtı. Taassup ve geriliğin maddî kaynakları - Saltanat ve Derebeylik - ile birlikte, onun manevî destekçisi Medrese ve Tekkeler ortadan kaldırıldı. Derebeylik artıklarının izalesine girişildi. Fakat bütün bu esaslı ve mühim reformlara rağmen, modern tefekkür sistemini hâlâ istenilen kudret ve genişlikte kurmuş değiliz; mühtaç olduğumuz Millî - İnsanî kültür ve edebiyatı yaratamamış bulunuyoruz.
Biz de insanlık kültürünün bugün dünya ölçüsündeki seviyesine ulaşmak istiyorsak, insanlığın muazzam ve en değerli âbidesini kendi ihtiyaçlarımıza uygun şekilde işliyebilecek kadar, ona hâkim olmamız icap eder. Bu temel de ifunan - Lâtin kültürü ve bu kültürü ıalkm yaratma kabiliyeti ile kay-laştırarak, beynelmilel tefekkür âlemine 'eni ilerleme hamleleri yaptıran Hüma-lizm’dir. Biz bu makaleler serisinde ümanizm’in ilk şeklini, Rönesansla idığı mânayı, garpta hâkim sosyal lünasebetlere uygun olarak tereddi sbeplerini, geniş halk kütlelerine gidiş jyri içinde aldığı halkçı hümanizma iklini tedkik edeceğiz.
İnsanlığın bütün tarihi gözden geçilince, kültür ve sanatın durmadan ikselen bir çizgi üzerinde, daimî bir Pişmeyi devamlı olarak göstermediği-tesbit edebiliriz; onda düşüşler, kınlılar, eski değerlerden faydalanabil-
ir. ZİYA OYKUT
mesi için süreksiz gerilemeler de görülebilir. Fakat bütünlüğüyle gözönüne alınınca, karanlıktan aydınlığa, zaruretten hürriyete, darlıktan genişliğe, dar ve mütaassıp bir mıntakacılıktan beşe-rîliğe doğru müsbet bir yükseliş, kendini kuvvet ve keskinlikle hissettirir.
İnsan kalabalıkları eski fikir ve karanlık müesseseleri silüp süpürürlerken, bu karanlıkların çamurundan yeni ve daha ileri fikir ve müesseseler kurmasını da unutmazlar... Bu şekilde kültürün, yürüyen, değişerek ilerliyen insan düşüncesinin ve sanatın - Cemiyetin maddî gelişmesine muvazi olarak - bir zincirin halkaları halinde ezeliyete geçişi bir adım daha kazanmış olur. Medeniyetler bazan - idareci zümrenin reaksiyonuna uyarak - kötü sapıklıklar gösterir, geçici vahşi düşüşlerin batağına saplanabilir; yüz yıllarca süregelen koskoca bir insan tefekkürünü, bir batak içinde boğmak, insanlığın ileri giden gelişme köprülerini parçalamak istediğini de gösterebilir. Fakat insanlık tarihi daimî bir oluş halindedir; irtica daima yıkılmaktadır. İnsan oğullan kafasına ve fikrine - daha doğrusu sosyal inkişafına - vurulan bukağıları kıra kıra, devirlerden devirlere atlamaktadır. Ho-mer’i, eski Yunan dünyasında, yerden mantar gibi biten, teklikte bir varlık saymak hatalıdır. Homer her ne kadar eski * Yunanda yetişmiş ise de, iptidaî günlerin şafağında yıkanmış olan bu ihtiyar, daha eski bir Ege medeniyetinin hakikî mirasçısıdır. Yalnız bu mirası iyi kullanmasını, zamanın keskin ve parlak şartları içinde ustaca yoğurmasını bilen, zengin şahsiyetli dâhi bir mirasçı..
Rönesans denilen ve bir üniversalite ile vasıflandırılan bu şaşılacak ferahlık geçmiş kültür kıymetlerinin temsilinden ve yeni muhteva ile yeniden dirilişinden başka bir mana taştrmıki? 15-16 yüzyıllarda dünya üzerinde yeni bir gelişme kendini göstermeğe başlamıştı. Amerikanın keşfi, Afrikanın çepeçevre denizden dolaşılması, Hint ve Çin dünyasına nüfuz, o zamana kadar bilinen düyamı-zın sınır taşlarını çok gerilere atmış; insanoğlu’nun “hayat sahası,, nı genişletmişti... Müstemleke yağması, değerli madenlerin birikmesi, Mekanik, Fizik ve Astronomi’de görülen yeni keşifler, eski natürel iktisadın dar pazar setlerini parçalamıştı. Doğduğu, büyüdüğü siteden bir Âlem bilmeden ve tanımadan ölen İNSANOĞLU’na, geniş bir cihanın yolu
açıldı; dar bir’Site’niıı, dar iktisat münasebetlerinin kırılması zarureti belirdi. Site için değil, dünya için istihsal çağı başlıyordu artık... Dar Site’cilik fikri yerine, geniş bir dünyacı görüş ve dünya hemşehriliği fikri doğdu. Bu iktisadi temel üzerinde doğan Ticaret - Modern Endüstri istihsali, katolik kilisesinin takdisinden ve desteğinden kuvvet alan Derebeylik sistemi tarafından kösteklen-mişti. Bu suretle o zamanki derebeyliğe açılan mücadele, nihayet kiliseye karşı da bir mücadele manasını alıyordu.
O zamana kadar kilisenin bir uşağı olan ilim, bu pörsümüş, eskimiş müesse-seye ve bu müessese içinde buğulanan sihirli ve dokunulmaz «iman» a saldırdı. Luther’ci reform, gökten inen İncili, za-naatkâr ve çalışan insanların anlayacağı hale çevirdi; Toprak insanının inkâr edilmiş değerini iade etti. Katolik dikta-toryasını, orta sınıfların iyiliğine kaldırdı. Calwin, yeni türeyen ticarete ve serbest rekabete dinî bir ifade verdi. Hulâsa bugünkü avrupa medeniyetinin ve kültürünün temelini kuran bu yeni zümre, burjuvazi, mistik bir kisve içinde, derebeylik kalıplarını kırmak için, ilk mücadelelerini açmış bulunuyorlardı. İktisadî temeller üzerinde sap sağlam oturan bu yeni sınıf ilimde arap felsefesinde ve bilhassa eski Yunan - Latin’de kendi işine yarayacak kuvvetli silahlar arıyordu. Karanlık dehliz ve bodrumlar-^wir—— dan geçerken, ilmin ve aydınlık günlerin nuru ile yıkanmış insancı görüşün o gür ışığına ihtiyacı vardı. Dante ve Petrarkin elinde bu nurlu meşaleler yanıyordu.
Ortaçağ’ın mücrim delalet mezheplerinin, anber kokulu tütsüsünden yayılan karanlığı, ancak Yunan - iskenderye filo zoflannın kafasından miras kalmış, fakat yüzyılların külü ile örtülmüş olan nurlu ışıklar boğabilirdi. tslanbulun sukutunu takip eden girdaplar, Bizansın enkazını tabii ki yalnız İtalya kıyılarına atmayacaktı. O girdaplar Yunan fikrinin muzaffer güneşini parlak bir şekilde kıtalara götürüyordu. Yangından ve tahripten kurtulan manastırlarda gömülü elyazmaları, küf kokmakla birlikte, parlak bir geçmişi aksettiriyordu. Forum harabelerinde meydana çıkarılan heykeller, soğuk birer mermerdi; fakat o mermerlere sinen eski günlerin ateşli dehalarının insan sevgisi, esir ve donmuş yürekleri ısıtıyordu. O çok eski geçmiş çok sonra gelen ortaçağ’a göre nekadar aydınlıkmış meğer... INSANOĞLU’nun fikri, bazan yüzyıllarca süreıı sapıklıklar
4
Geçuıiff ola
Kucakta bağlama, bozuk diizen, "Çırdak„ ta karar kıldı
Sarı telde gezinen tazene.
Göniil şen olmayınca. Recebim.
Sağu olur oyun havası.
Bu sazdı oynatan
Kayaaltmda Kırkçeşmeliyi
Haceri değirmen önünde.
Sepetçi oğlu kıvrak havadır;
" Yaman olur Kastonıoni uşağı..
Recebin çevresi Dörtkeni işi
Bilekte hurma çekirdeği ^teşbih.
Öfkesi vurmuş başına:
Köküne kıran mı girmiş karının Bulamışım ellerimi et uşağının kanına., Bu bağlama koğuşta mı çalınır
Böyle ziyaret günü I 5
Boydanboya silinmiş mattalar
Köşe bucak dayalı döşeli,
Esrar zulada kabze kabze.
Tütmüyor çifte kâğıtlılar,
Kumar postu dürülü.
"Ellerin mektubu gelir okunur,.
Dost gelmez, akraba gelmez.
Selâm gelmez uzaktan.
Dışarda torbalar, çıkınlar
Bahar dal dal ziyarete hazır.
Kim tararsa tarasın saçlarını,
Kim sabahlarsa sabahlasın koynunda
Gayri geçmiş °^a ■
Kurumuş dilinde türküsü
Odun olmuş bağlaması elinde
Kıymışım diyor, eloğluna,
Genç yaşımda mahpusa düşmüşüm
Bok yoluna/
Rıfat İLGAZ
Demokrat Milletlerde Millî Eğitim : 3
S. S. C. B. nde orta öğretim
İhtilâlden önceki Rusyada, 1914’de orta okullarda, liselerde ve muadil meslek okullarında 764.000 öğrenci vardı. Sovyetler birliğinde ise 1938 - 39 ders yılında 12.237.000 orta eğitim öğrencisi, yani eskisinin 16 misli bulunuyordu.
Sovyetler birliğinde hem çalışan kütlelerin hayat seviyesi eskisine nazaran gitgide yükseliyor, hem de gençler (nasıl geçiniriz» kaygusundan azat olarak tahsillerini sağlayabiliyorlar. Memleketin her tarafında, şehirlerde ve köylerde orta eğitim güç tasavvur edilir bir derecede gelişmiştir, böylece halkın ! umumi ve teknik eğitimi sağlanmış ve yüksek okullara giden yol herkese açılmıştır. Beş yıllık plânlarda bütün memlekete süratla yayılan orta öğretim ilk öğretimin gelişme süratini bile kat kat aşmıştır.
Her Cumhuriyet için eski ve yeni durumu karşılaştıralım:
öğrenci sayısı Artma
Cumhuriyetler (1.000 ’er olarak)
1914 1938-39 ora'”
1 - Rusya Federatif S. S. Cumhuriyeti 436,4 6.558.7 15,0 kere
2 - Ükranya S. S. C. 140,7 2.100,3 14,9 •
3 • Beyaz Rusya S. S. C. 19.1 356,2 18,6 .
4 • Azcrbeycan S. S. C. 7.2 193,5 26,9 -
5 - Gürcistan S. S. C. 19.1 246.1 12,9 .
6 - Ermenistan S. S. C. 3.0 100,0 33,3 .»
7 - Türkmenistan S. S. C. 13 38,9 27,8 »
8 - Özbekistan S. S. C. 4.6 207,4 45,1 »
9 - Tacikistan S. S. C. 0,0 16,4 — »
10 - Kazakistan S. S. C. 4,0 305,7 76,4 •
11- Kırgızistan S. S. C, 0,1 60,7 607,0 »
Orta eğitim öğrencilerinin bu derede fazlalaşması Sovyet Cumhuriyetinde geniş halk kütlelerinin muazzam kültür gelişmesini göstermek için kâfidir. Orta eğitim sadece şehirlerde değil, köylerde de her vatandaş için erişilir bir hale gelmiştir. 1939-40 ders yılında I meslek mektepleri hariç, ilk ve orta ı eğitimde 32.057.800 öğrenci vardı, bun
ların 11.585. 800 ü beşinciden onuncu sınıfa kadar, yani liselerde bulunuyordu. Şehirlerde 4.681,600 lise öğrencisi bulunup köylerde de bir ordu yeni Sovyet münevveri meydana geliyordu.
Bu gelişmenin vüsati göz önüne alınırsa her tarafa yetiştirilmesi gereken uzman öğretmenlerin miktarı anlaşılır, Stalin beş yıllık plânlarında pek çok öğretmen okulu açılmış, Üniversiteler ve yüksek okullar büyük bir gayret sarfetmişlerdir, 1939 - 40 da orta eğitim öğretmenleri 457.800 ü buluyordu, bunların 173.800 ü şehirlerde, 284.000 ü köylerde idi. Bu muazzam orta eğitim kadrosunun köylerin kültürce gelişmesindeki yeri pek büyüktür, hattâ çok defa köylerde bütün kültür hayatını bunlar tanzim eder.
Bu gelişme ancak Sovyet hükümetinin büyük gayreti ve hududsuz maddî yardımiyle elde edilebilmiştir. Sade 1933 den 1938 e kadar 20.992 yeni okul binası inşa edilip her bakımdan hazırlanmıştır, bunların 4.356 sı şehirlerde ve 16.636 sı köylerde bulunyorur.
Çeviren: HELVACIOĞLU
ULUS : Matbuat maçlarının baş hekimi
VATAN : Diyarı gurbete düştün yardan ayrıldın yar gözünde değil ah «VATAN* dan ayrıldın TANİN : Yirminci asrın hacı yatmazı.
TASVİRİ EFKÂR : Vatat ne Türkîyedir »sîzlere* ne Türkistan «vatan büyük ve mübbet hür ülkedir Turan» SON DAKİKA : Yarın işlenecek cinayetleri bu günden haber veren bir kahin CÜMHURİYET : Kimdir sizi meneyleyecek bağı cihandan Mevrusu pederdir, giriniz hane sîzindir. GECE POSTASI: Hapisane arabası, yahut kurt dereliyi yere seren arap üzengi
içinde, eski parlaklığını hergün bir parça kaybede ede, nihayet katran karanlığında bir ortaçağ: dalaleti içinde boğulmağı terk ediyordu.
Ortaçağ bir bitişdir. Derebeylik ve onun manevi destekçisi kilise saltanatının bir bitişi... Derebeylik soııu yaklaştıkça, ileriye giden yolları kesmek için eşsiz ve amansız bir engizisyon devri ile, insanlığı koyu bir delâletin dar ve sisli duvarları içine hapsetti.
Rönesansla başlayan yeni uyanış yolları açıyordu işte.., Her şey bu devrin içinde canlanıyor, hakikaten yeni hayat buluyor; bu büyük her.çümerc içinde ruh ve his uyanıyordu. Karanlıklar kalkıyor
Thomism - Thomas da quin’in bu delalet mezhebi - geliyor, Zulmün kölesi kör ve gaddar (iman>, kıvrandıraıı muzaffer aklın darbeleri altında sendeliyordu. Fakat o elinde iktidarın kuvveti ile cevap veriyor: Engizisyon ve işkence...
Rabelais'nin gülüşü, Moııtaigne’nin alaycı şüphesi, skolastiğin son tereddüdünü de kırdı. Campanella zindanının hücresinde, kendi dayanılmaz ıstırapları arasında bile teslip olmuyordu: ( Bilgisiz, mistik, barbar Ortaçağ çökecektir» diye haykırıyokdu. Giordano Bruno, hür fikrin bu yaman şövalyesi yeniden canlanan antikitenin ışıklı neş'esi içinde
theocrasie’ye karşı mücadele ediyordu. Vanini allahsız epicurism’i canlandırıyordu.
Bütün bu dev cüsseli mütefekkirler, feodal kuvvetlerin zulmüne, yaman veya amansız bir mücadele açmışlar; feodal cihan’ın çözülüşünü aydınlatıyorlardı... Mikel Angelo, Leonardo da Vinci Boccacio, Dante Alligri, yeni bir do-ğuş’u renk, hiciv, ve şarkılarla hazırlıyorlardı: İNSAN yeniden DOĞUYOR’du Makiavel doğan bu yeni insana, yavaş yavaş hakimiyet mevkiine çıkmayı da öğretecek, çok geçmeden 1789 da yeri-yerini alacaktı...
5



Musiki beyanındadır!
Adiloğlu
Mükellef bir rakı sofrasının başında “İç bade, güzel sev var ise aklı şuûrun-Diinya varimiş ya ki yokolmuş ne ıtmû-rıın!.. diyen alaturkacılar, ve yine, graııd tuvaletile kavalyesi kolunda dansa kalkan alafrangacılar arasındaki münakaşa ve mücadelelerden bize ne ? Onların paylaşamadıkları musiki değil, kendilerini avutacak, eğlendirecek herhangi mevzun bir gürültüdür.
İster davuldan, ister saksifondan gelsin, halktan gelen her ses, her duygu ve her motif bizim öz musikimizdlr. Onun benimsediğini biz yadırgayamayiz. Ben kralların, konteslerin l'ag ilerinden hiçbir şey anlamam, fakat halkın Bethofenini Severim. Tek motifli bir kaval, bir bağlama veya bir yörük ağıtı halkın duygularını bana, benim duygularımı ona getirir, götürür ve beni çileden çıkarır. Ben o seslerde Anndohlnıın bütün ıztıra-bını, öksüzlüğünü, tarihin bütün haksızlıklarını canlanmış görürüm.
Fakat yine öteyandan, Sultan. Şehzade. Vezir konaklarının ücretli bestelerinden, semailerinden tiksinir, kaçarım.
Mesele, musikinin ne yüksek tekniğinde, ne garblı, nede şarklı oluşumladır. Bütün mesele, bestekârın, kompozitörün dâhinin, halkın ruhundan bizim ruhumuza. onıın duygularından bizim duygularımıza bir şeyler aktarıp aktaramadığın-dadır. Tiirk musikisini sevmez görünmek veya garp musikisine karşı husumet cephesi açmak ne demek? Onların her biri kendi başına bir sistem, bir teknik ve sosyal bir vakıadır. Bizim için miihim olan keyfiyet, halkçı olan bir sistem ve tekniği kendi halkımıza da sevdirmek ve kendi halkımızın sevdiğini de sevmektir. Bütün dünya halklarının melodilerinde b'lr çok benzeyişler bulunuşunun sosyal sebeplerini nasıl olurda unuturuz? Bahtı ve mukadderatı yer yüzünün neresinde olursa olsun bütün tarih boyunca aynı olan halk kütlelerinin musikî motifleri ve ekserisi halk çocuğu olan musikî dehalarının eserleri elbette hepimizin müşterek malıdır.
Eğer musikimizi soysuzlaştıran sebepler varsa mücadeleyi ona karsı yürütme-liyiz. Bu sebeplerin başında gelen sayalın bazirgânlar eline düştüğü ve halk zevkinin kepaze edildiğidir. Hüner, Türk musikisini kapı dışarı etmek değil, onun soysuzlaşmasını önlemektir.
Halkın kendi eserini ve onun sevdiğini sevmek bizim birinci vazifemizdir. Halkımızın henüz anlayamadığım fakat anlaması. sevmesi lâzım geleni de ona tanıtmak ve sevdirmek ikinci vazifemizdir.
zamanlar bir kadın hükümdar tarafından idare edilen bir memleket varmîş. Halk burada malikesinden son derece memnunmuş. Çünki bu genç ve çok güzel kadının, yurdunun insanlarını bahtiyar etmekten başka bir düşüncesi yokmuş. Sarayında kapanıp oturacağı ve kendine eş olmak isteyecek yakışıklı şehzadeler bekleyeceği yerde kış demez yaz demez, memleketin dört bucaüını dolaşır, vfiziinde keder, halinde durgunluk ( ör'i'cü her vatandaşın gamına ortak, derdine derman olurmuş. Çalışamıyacak halde oldukları için zarurete düşenlere hâzinesi, dermansız illetlere tutulanlara yüreği her zaman acıkmış. Yurdun her yanına darılmış olan memurların başlıca vazifesi, bulun-' dukları yerde hayatından hoşnut olmı-yan kimse bırakmamakmış. Buna kendi güçleri yetmezse, hiç vakit geçirmeden I melîkeye bildirirler, o da her işini bırakıp oraya yetişirmiş. Bunun için o memlekette yüzü giilmiyen insan yokmuş.
Ama günün birinde melikenin sarayının tam karşısında genç bir derviş peydalı olmuş. Sabahdan akşama kadar orada hiç ağzını açmadan bekler, ortalık kararınca çekilir gidermiş. Kumral, hafif dalgalı bir sakalın çevrelediği soluk yüzünde öyle dokunaklı bir ifade derin, kara gözlerinde öyle içe işleyen bir hal varmış ki, yoldan geçenler onun önüne bakır, hatta gümüş paralar atmaktan çekinirler, yere sessizce birer altın bırakıp giderlermiş.
Her zamanki seyahatlerinden birinden dönen melike sarayının önünde bu garip dervişi görgüce yüzüne şöyle bir bakmış, gözleri onun gözlerine ilişmiş, I sarayına girerken baş mabeyincisine :
■ Bu adamın bir derdi var, sorun bakalım nedir! demiş.
. Baş mabeyinci hemen dervişin yanına sokulmuş, o memlekette insanları bir
İMERtKAN ZİRAATI
Amvrlkada muazzam çiftliklerde Avrupan*- .
I aksine ık..U;k.. mahsule doğru gidilmiştir; yâ-
I hi kora mıntâkalarda meselâ (ade pamuk yet»..#-
I tlr,Hypr(iu.|jJMünhasn,an satış ve ihraç için ya*-| pjlan jbu trırz/sSûpıat hele kriz 4ftn*ıunlarmda rikatt köyi istînÇ çok pahalıya oturmuştur. çt>-
I kü ahcı olmayınca veja pek uzun olan yollard-üti | nckUyat o fiyatlardan fazl&yu gelince çifçjlcr bir yerde ; âçlıktaıv-^lnıek tehlikesini geçirdiler, çünkü verimi artrimak ve en kârlı ürünleri ve-! tlrmek hırsı herkesi bir tek ürün üzerinde çalı*-
maya sevk ediyordu Dünyanın en zengin köylüsü olması gereken Amerikan çiftçileri böylelikl dünya ticaretine, politika durumuna ve hele borsacıların oyunlarına batlı kaldılar. Steinbeek'ir. romanlarınla gösterdiği gibi Amerikan köylü V» i bankaların elinde bir oyuncak haline girmiştir.
sözle bile incitıniye
izin olmadığı için SABAHA]
tatlı bir sesle :___________________________________
“ Derviş, duruşun, bakışın gamlı, içinde sakladığın bir kederin mi var? diye sormuş.
Derviş gözlerini yere çevirmiş:
"Hayır!,, diye mırıldanmış.
"Peki, öyleyse niçin yüzün gülmüyor, neden burada bütün gün bekliyorsun ? Bilirsin ki melikemiz yurdunda dertli insan bulundukça kendi de dertlenir, içi rahat etmez, istediğin neyse söyle, çaresini ararız! „
Derviş başını kaldırıp hafifçe gülümsemiş :
“Hiç bir derdim, hiç bir isteğim yoktur. Melikemiz üzülmesin! demiş.
Baş mabeyinci saraya dönüp bunları hanımına anlatmış, sonra:
"Bilmem ama efendimiz,,, demiş, “sesi hafif ve gamlı, gülümsemesi acıydı. „
Melike:
“ Olmaz, „ demiş, “onun bir derdi olduğu her halinden belli. Ne kadar acı güldüğünü ben sarayımın pencerelerinden gördüm. Belki derdinin büyüklüğü onun nutkunu tutuyor. Ama ben hiç bir vatandaşımın rahatsız edildiğini istemem bırakın durduğu yerde dursun, yalnız bu akşam arkasından gidin, bakın unul-maz illetlere tutulmuş bir hastası mı var, para yetiştirenıedigi bir sevgilisi mi?„
Derviş o akşam da önüne bir yığın halinde biriken altınları toplayıp, alaca karanlığa gömülen sokaklara dalmış, yürümüş, yürümüş, şehrin kenar semtlerine gelince, altınları avuç avuç torbasından çıkararak, buralarda oturan ve halleri vakitleri başka hemşerilerinden biraz daha düşük olan kimselere dağıtmış, sonra şehrin kenarındaki küçük, taş bir kulübeye girerek çorbasını pişirmiş, sırtını duvara verip kalmış. Kulübenin penceresinde gün ağarmaya kadar onu gözetliyen baş mabeyinci, uyuyor mu.
Kültür i
köylunvn faydası He bankacının konbinezönu aynı Iştlkamı-vte ise ne âlâ; aksi halde binlerce kö> • lü sollara çökülüp, is vadedilen bölgelere dofct u gitmekte, orada da fâzlâ İrgat olunca yeni İlânlar .ırkastıtfia koşmaktadır. 1930 da Nev-York’da ççıkan «Kuz rehberi (Çiftlik: Alacaklı ile çevri-'!Jı. rehinle, Örtülü ekilebilir toprak, üstünde y-?di kişilik blf&fiiie gülçüklv yaşamaya ve benzin mu hafazast ‘çinde oturanların midesi kadar boş oln»t
dördüncü elden alın otomobillerin! muhabaz ■ va uftraşir) yazılı Her kriz geçince de yine büyük bir bolluk baslar.
ROO8EVELTİN EN «.OK HKTM
GÖREN ESERİ
Ekonomik krize Nev Deal'i ile çare arayan
İM
Do
İN ALİ
yoksa uyumayıp düşünüyor mu, anlayamamış.
duyunca büsbütün ke-
Melîke bunları derlenmiş. ( Memleketimde dertli bir insan var da ben ona derman olamıyorum.»
düşüncesi içini bir kurt gibi kemirmiye başlamış. Kimseyi zorlamak, kimsenin yaptığına ettiğine karışıp tedirgin etmek şanından olmadığı için dervişin sarayın karşısında durmasına ses çıkarmamış, ama onun günden güne sararıp solduğunu, gözlerininin daha derine kaçtığını gördükçe kendisi de eriyip süzülmüş. Kendisi de artık sarayının penceresinden ayrılmaz, tül perdelerin ardında bütün gün dervişi seyreder, ( Onun içini kemiren dert nedir acaba ? > diye kendini yermiş.
Bir gün gene böyle perdelerin arkasından bakarken, dervişin siyah, derin gözleri pencereye çevrilmiş. Bu gözlerdeki bitip tükenmez hasreti farkeden melike, dervişin içini yakan derdi sezer gibi olmuş, yerinden fırlayıp baş mabeyincisini çağırtarak:
( Bu dervişi sarayıma getirin, derdini kendim soracağım 1 » demiş.
Derviş melikenin huzuruna çıkınca büsbütün sararmış. Gözlerini yerden kaldıramamış. Derdi sorulunca duyulmaz bir sesle:
- Hiç bir derdin, hiç bir dileğim yoktur I deyip susmuş.
Ama melike bu kısa cevapla yetinme-,.ıiş. Yumuşak, tatlı, âdeta yalvarır gibi:
«Nasıl olur derviş? »demiş, • İnsanın içini bir dert kemirmeyince yüzü böyle solar, gözleri böyle dalar mı? Belki gönlündeki dilek sana pek büyük, pek erişilmez göründüğü için söylemekten kaçıyorsun. Ama bilirsin ki benim yurdumdaki insanları bahtiyar görmekten başka hiçbir arzum yoktur. Haydi, çekinmeden ne istediğini söyle. Dilediğin, fakat elde edilmez sandığın şey, uçsuz
ünyası
Roosevelt öevamlı muhalefetle karşılaşmışın. Filhakika Devletin ekonomiye, a/ da olsâ. kanaması, Amerikan sermayedarlar mı \e kandırdıkları halkı çileden çıkarıyordu Uooseveltin en biivük eseri Tennosse vadisinin ihyasıdır, bulada ftkır^ 1 erini tatbikle Ingiltcrenin beşte ucü-j kadar t>lrf araziyi zira-i te elverişli bir hûle sokmak istiyordu; Ohlo’nun Idr kolu olan Tennesse çdş hızlı ak:,.' feyezanları boldu Yedi devletin arazisinden ge.‘( a hu nehrin ehlileştirilmesi için dokuz baraj y • Dilip, nehri nakliyata açmak ve götürdüğü toprakları, ziraat yapmak niyetiyle, muhafaza etmek gibi devasa İşler İçin Roosevelt bir teşkil/ t kurdu ve .’ (K) milyon dolar ayırdı Her şeye rağmen plânlar tatbik edilince 19.37 de bir milyon

•----------------
bucaksız bir zenginlik midir? Her gün önüne yığılan altınları arzularına göre çok küçük bulduğun için mi azımsayıp dağıtıyorsun ? Eğer böyleyse söyle, sana bitip tükenmez hâzinelerimin yarısını, hayır hepsini vereyim.»
Derviş başını kaldırmadan sallayıp cevap vermiş:
( Hayır melikem, hayır, benim böyle bir derdim, böyle bir dileğim yoktur. -
Melike soluk yüzünde dolaşıp koyu kahve rengi gözlerinde biriken bir kederle tekrar sormuş:
( Yoksa bir kadının idare ettiği bir memlekette yaşamak sana ağır geliyor da kendin mi bir devletin başına geçmek istiyorsun? Eğer böyleyse, başına geç
tiğin devleti benim kadar, belki benden | daha fazla şefkatle, dirayetle idare ede- 1 ceğini biliyorum. Söyle, memâlikimin yarısı, hayır, hepsi senin olsun!»
Derviş başını kaldırmış, ama gözleri hep yeıde cevap vermiş:
«Hayır melikem, hayır, benim böyle bir derdim, böyle bir dileğim de yoktur.»
Melike al dudakları solup titreyerek yerinden kalkmış, bir adım yürümüş:
«Peki, nedir istediğin derviş?» Demiş, «Gençsin, güzelsin, gözlerinde doymamış bir hasretin ateşli bulutları dolaşıyor. Kendine lâyık gördüğün bir eş mi bulamadın? Memleketin en güzel kızları benim sarayımdadır. Söyle, bütün cari-yelerimi karşına dizeyim, en sevimlisini hayır hepsini al 1
Bunun üzerine derviş gözlerini kaldırıp sonsuz bir hüzün içinde melikeye bakmış, bakmış, sonra sesi titreyerek:
«Hayır melikem hayır... >| diyebilmiş ama sesi boğazında düyiimlenip kalmış.
O zaman melike dervişin yüzüne uzun uzun bakmış, baktıkça soluk yanakları al al, renksiz dudakları nar gibi olmuş. Koyu kahve rengi gözlerini bir ışık-sar-( Devamı 8 inci sah if ede ) ) — --—~:-kilovat saat elektrik satıldı, yemiş ağaçlan ormanlar : etUdrlldi, sun’l gollerin etrafına sevn-|iıia4 İçin sayfiye yerleri inşa ed’.Jdi. 35 milyoı: ağaçlçık ormanların ortasında bir sun’i güb e I fiıbMkast j ıPiUP, Oi*»d« bulunan fosfat m,«de »• leri bu Isdı^lkullanıldı stf? çlftçiyğ bed&a gıltrc verildi.--------------------»a(
Bti baş.»uları gören büyük a»rmayedariaı»J'ktt.'j' | kulandılar, hele her ’.yıl orasını gezmeye üçlen bir mflyondin fazla vatandaşın bu ieraalMlarnf- | tatKeşlini»«tylen Korktular. uUckinde bulun n i matbuatla balkr (hususl teşebbüse yapılan bu baltalamaya) karşı körüklediler. Sefalet, sıtma ve hastalık içinde cahil olarak yaşayan halkın iiıya edildiğini akıllûrınû bile getirmediler. Rooseveltin ölümünden sonra (sermayedartyft hürriyeti namına) bütün bu İcraatı bir köşeye konulmakta dır- H. N, t.
B
Elden gidiyor
Doğan Ruşenay
üyükler büyüğü Atatürkün laikliği ortaya attığı, softalığa karşı cephe aldığı günlerde idi.
Koyu dindarlardan Sümbül efendi «camiler kapanacak, mahvolduk, Deccal geldi, din elden gidi-| yor» diye feryadı basmıştı, önce sarıklı iken, sonra koyu Avrııpalık taslamağa başlamış olan birisi, okur yazarlardan öğrendiği şu sözlerle ' Sümbül efendiyi teskine çalıştı :
“Kardeşim layıklık demek camilerin kapanması demek değildir. Sen istersen yine camiye gidebilir. orada arzu ettiğin kadar oturabilirsin, hattâ canın isterse bütün ömrünü camide geçirebilir, bir daha oradan çıkmayabilirsin, seni hiç bir kuvvet oradan çıkaramaz, ibadetinde hürsün.
Bu sözler üzerine Sümbül efendi derin bir 1 nefes aldı karsısındaki « Koyu Avrupalı» nın : sözlerindeki budalaca alayı sezemedi.. Kalktı
abdest aldı, ailesile helâllaştı, en biivük sosval cesaretle hayatını fedaya hazırlanmış bir miic.ahit hali takınarak evinin kapısına doğru ilerledi. Sokağa çıkar çıkmaz tecavüze uğrayacağını, basındaki sarığa hücum edileceğini, belki de linç edileceğini düşünerek doksan besmeleden sonra kapıyı açtı, camii şerifin yolunu tuttu. Tramvayların, otomobillerin anî fren yapışı mübarek kafasında ( bomba ) imajını uyandırıyor; Türküden gayrı lisan konuşan iki ecnebi vanından geçtikçe: « Bunlar dini mübin tarafdarlarını ortadan kaldırmak için Kemal Paşa tarafından Avrupadan getirilmiş kâfirlerdir» diye düşünerek, adamlara korkunç ve nefret dolu bakışlarla bakıyordu.
Beyazıt camiine geldi. Kapıdan girmesile kendini halifenin, tekke ve medresenin «İcrayı saltanat » ettikleri ve talebei ülûınun sokaklarda pala salladığı hnva içinde bulması bir oldu. Cami boşdu. İçi sızladı, ve Sakalışerif çıkarılan günlerin korkunç kalabalığını düşünerek ağladı, kararı camide istediği kadar oturmasına yeni hükümetin mani olup olmayacağını anlamaktı.
öğle oldu oturdu, vaz dinledi, 868 rikkat fazla namaz kıldı; ikindi oldu oturdu, mevlüt dinledi. Buluğ yaşından önce kılmamış olduğu bütün namazları tamamladı. Akşam oldu oturdu. Baba ve büyük babasının kaçırmış olmaları muhtemel namazlarını kıldı. Cenabı Hak Talâ ve Takaddes Hazretlerine dua ederek cedlerinin bütün günahlarının afvetmesini niyaz eyledi. Yatsı oldu oturdu, aua ve büyük anasının mazur oldukları günlerde kılamadıkları namazlarını eda etti. Arada uyukluyor Kemal Paşanın din düşmanlığından vazgeçerek Topkapı Sarayında taç giydiğini Halifeliğini ilân ettiğini görerek sevinçler içinde uçuyordu. Derken omuzuna bir el dokundu. Elinde süpürge olduğu halde kayvum başına dikilmisdi. ödü koptu, dehşetle yerinden fırladı
Bu eli tüfekli adam mutlaka Kemalin adamıdı kay yum; hoca efendi cami kapanacak dışarı buyurun..deyine*- kayyıımun Kemal Paşaya biat etmiş olduğuna hiç şüphesi kalmadı. Böyle
satılmış adamlarla münakaşa etmenin tehlikesini biliyordu. Hiç bir şey söylemeden çıktı. Yürüdü dişlererini sıkmaktan dermanı tükendi dualar okuyarak sağa sola liflemeğe başladı « Yarabbi sen bana sabır ver » diye yalvarıyordu. Ama kanı öyle kaynamış, tepesi öyle atmıştı ki daha fazla dayanamadı Eminönüne gelmiş bulunuyordu. Yenicaminin merdivenlerine çıkarak patlak verdi:
— İşte camiler kapanıyor; Kayyumlarımız Kemale satıldı. “Kalkın ey ehil vatan,. Efendiyi yakaladılar ve Avrupadan dönerek Bakırkö) Biınarhanesine tayin edilen doktor Mnzhar Osman beye teslim ettiler;.
(G) harfinin macerası
AZİZ NESİN
Ij âfı ağzından gümrüksüz çıkaranların, aklına geleni söyliyenlerin iftira ve küfür günlük sermayeleridir. Doğrunun ve iyinin arkasından kitleyi sürüklemek kolay olmadığı halde yalan ve iftiranın arkasına topluluğun gayrışuurunu toplamak daha kolay olur.
(G» harfinin meşhur bir masalı vardır. öyle bir masal ki, uyduranlar inanmamış ve dinleyenimden bir kışını gafil avlanmıştır. Bu masalı bir kerede ben tekrar edeyim.
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde deve tellal iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngıı sallarken bir G harfi varmış. Her nasılsa bir yanlışlık yapıp, bu G harfini alfabenin (...) ncı harfi olarak kabul etmişler. Bugünkü âkıbetin, G harfinin başına geleceğini bilselerdi kim alırdı alfabeye. G yi kul-lanmasalardı ne olurdu? Olsa olsa genel yerine kenel derdik, gün yerine kün derdik. Âşık sevgilisinin dizi dibinde Külüm şöyle, külüm böyle demektir yâre mutadım, Seni ey kül sever canım ki, canana
hitabımsın, diye hıçkırırdı. Okadar ehemmiyetli birşey değil., değil amma bir kere almış bulunmuşuz.
Kel zaman kit zaman bu G harfi bir dergi isminin baş harfi olmuş. İftiracılar, yalancılar, çatacak birşey aramışlar ve bula bula bu G harfini bulmuşlar. İşe harftan başlamak lâzım. Sonra kelimelere, cümlelere, makalelere gelecekler. Bu zavalli G, eğriböğrıidür, deveye benzer. Onun başına gelenler, pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. Neyse efendim, bu G yi bir şeye benzetmek lâzım. Amma neye benzetsinler? fnsan neye, hangi gözle bakarsa, onu öyle görürmüş. G yede kendi közleri ile bakmışlar ve şöyle demişler.
Madde 1 : G harfini önünüze alın. Madde 2 : Sağ elinizin baş parmağının!
birinci boğumunu ileri doğru uzatın.
Madde 3 : Uzattınız mı uzattınız. Sonra-bu parmağınızı hafifçe G harfinin alt kısmına kapatın.
Madde 4 : Sol elinizin şahadet parmağınızı G nin üst tarafına kapalın.
Madde 5 : Olduğu gibi masanın ters tarafına geçin. Sakın ellerinizi olduğu yerden kıpırdıtma/ın.
(Türk Hicvi Tarihinden örnekler
örnekler
Kabasakal Mehmet
(Onsekizinci yüzyıl)
DESTAN
Fukarâ kulların arz-ı hâl kıldı Ahvâller (i) ziyâde oerişân oldu Mâsumlar mektepte okumaz oldu Mâsumlar duâsın alın efendim
Mektebin önünde ahır yapıldı Hep okuyan sübyan geri çekildi
Etme diyenlerin evi yıkıldı Bunun ilâcını görün efendim
Yiyiciler akçe ister zaleme Verilen malimiz gelmez kaleme
Perişanlık şâyı oldu âleme Kullarına imdat kılın efendim
Akşam olur yiyiciler derilür
Fukarâ kulların kusurun bulur Haftada hem .üçyüz kuruşun alır Keyfiyet- (i) hâlimiz bilin efendim
Yetmiş kadar adam mahbus bulundu Nice bigünahlar zahimdâr oldu Mütevelli imam sebebi oldu
Kulların ahvâlin bilin efendim
Yetmiş âdem ile ihzâr olundu Reâyâ kulların- hâli bilindi Üç kimse üstüne hüccet olundu Hâlimize merhamet kılın efendim
Kara-molla oğlu araya girdi Aid kese akçeye halâs buldu
Reâyaya cebren salyâne oldu
Bize olan zülmü bilin efendim
Otuz kese akçe fecrim olundu Beş çiftçi alanın ikisi kaldı
Akıbet Deveci Osman belâsın buldu Sairin hakkından gelin efendim
Reâyâ kulların çektiler gücün
İmam adam gönderdi töhmet içün Devletli Beyefendimizin başıyçün Tezkiye edin de sorun efendim
Madde 6 : Ellerinizin üzerinde, masada amuda kalkın. Ve dünyayı ters görmeğe aynayı Konya görmeğe başladınız mı. iş tamamdır.
Madde 7 ; G nin alt ucunu kalemle aşağı doğru uzatın.
jk --r-.Şimdi söyleyin bakalım, ne gördünüz ?
Anlamadınız mı? Aşk o’surt size.. Dikkatli bakın. Ahcı gözile bakın hele.. W. y
Birşey yok mu
Baksanıza.. Btı Orak değil mi?
L —Yay Orak vay.I.
Elbette.. Teyzemîıı sakalları olsaydı. Amcam olurdu be birader. G ye de böyle bakarsan orak olur işte..
İşte zavallı G nin macerası budur dostlar. Onlar ermiş muradına biz çıkalım tahtaboşa.
İstihsal kuvveti: İnsan cemiyetinin temelini teşkil eden hayat kaynağı, İnsanlar, tabiatten kopardıkları parçaları yani her türlü ham ve başı boş şeyleri kendilerine favdah ve yeni istihsal işlerine elverişli hale getirirler.
İstihsal kuvveti, insan emeğindeki hareket sistemine ve kullanılan âletlerin vaziyetine göre şekiller alır.
İstihsal münasebetleri: insanlar cemiyet halinde yaşamıya başladıkları gündenberi istihsal münasebetleri devam etmektedir. Bu münasebetler durmadan gelişmiş ve daima kalıp ve karakter değiştirmiştir. Çünkü istihsal münasebetlerini tanzim eden ve onu şekillendiren âmiller tabiat kuvvetlerinde kullanılan âletlerdir.
Meselâ, derebeylik devrinde yel değirmenleri, el tezgâhlan gibi âletler kullanılmıştır. Halbuki, buhar kuvvetinin keşfi ve istihsal âletlerinin makineleşmesi, derebeylikten, sermayedar cemiyet nizamına geçilmesini zaruri kılmış ve bu seretle kapitalist cemiyet yeni istihsal münasebetlerinin bir eseri olmuştur.
Tarihte merhale, devir, inkılâp diye adlandırılan hâdiselerin kaynağı istihsal âletlerinin ve istihsal münasebetlerinin değişme ve gelişmesinden ibarettir.
Bir aşk masalı
(Baş tarafı 6ıncı sahifede) iniş. Dervişinde yüzü kızardıkça kızarır, gözleri yandıkça yanarmış. Bu sefer genç kadın gözlerini yere çevirmiş, hafif titrek bir sesle:
(Anladım derviş de miş,(içini yakan derdi, yüreğini saran hasreti anladım. Ne istediğini biliyorum. Söyle oda senin olacak !>
Derviş bunu duyunca yeniden sapsarı kesilmiş, sonra gene kıpkırmızı olmuş, bir kaç kere bir şey söylemek ister gibi dudaklarını titretmiş en sonunda tâ yüreğinin içinden derin, uzun bir Aaahl çekerek olduğu yere düşüp kalmış.
Etraftan koşan mabeyinciler eğilip bakınca onun ölmüş olduğunu görmüşler. Dervişin yüzünde, dille tarifi imkânsız, baktıkça gün ışığı gibi insanın yüzüne vuran bir saadet varmış.
Baş mabeyinci esefle başını sallayıp:
Ne talihsiz adanıl demiş, Tam muradına ereceği anda öldü I*
Gözlerini dervişin yüzünden ayırmı-van melike
■ Sus!» demiş, Ondan daha talihli insan var mı ? Asıl bahtiyar, bir ömür boyunca hasretini çektiği şeye kavuşan değil, ona erişeceğini anladığı anda, saadetinin en yüksek noktosında bir Ahl> diyerek düşüp ölebilendir >.
8
boyük hikâye TALEBE KAHVESİ
Hukuk Doktoru Faruk anlattı:
• Brüksel) şehri ahalisi İçinde, hattâ Üniversite talebeleri arasında birinci büyük harbi görenler eksik deftildi. Binaenaleyh İçinde yasadığımız harple (hikâye ikinci dünya harbi devam ederken anlatılmıştır) eski harbi ve bunların Belçika’da uyandırdığı dehşeti mukayese imkânlarına malik sayılabilirdik. Ama mukay*-«eye vakit kalmadı; düşman birden bire şehrin basına çöktü.
Brüksel he güzel bir şehirdir, bilir misin? Oradaki havayı Avrupa’nın hiç bir yerinde bulamadım. Canlı mahlûklar içinde (İnsan) diye bir cins vardır. Bu cinsin (Heyecan» diye tamamen kendisine hâs, diğer mahlûklarla kendi arasında aşağı yukarı vn keskin çizgiyi teşkil eden, harikûlâde bir vasfı vardır. İşle bu vasıl. (Brüksel) de milyonların üstüne serilmiş bir yorgan gibi, esner, durur. Hele Üniversite ma hailesinde, oralarda, talebe kahvelerinde, bu yorgan, koyu cıgaia dumanının \e nefes buharının altında, yeni bir milletin bayrağı gibi, renk renk, dalgalanır, üniversite mahallesi bir sürü deri renklerinin, bir sürü ırkların, bir sûru zihniyet ve ruh haletlerinin çalkandıftı bir denizdir. O denize kenarından ilişen bir genç ç(-cuk, artık kendini kurtaramaz, dalgalaı-a kapılır, derinliklere doğru kayar. Bu derinliklerde (Konfüçyüs) den (Krişna Alortij ye; • Muhammedi den (.Marx» a kadar bütün dinlerin, mezheplerin, ekollerin; birbirine Tkarısmış. birbiri içinde kaynaşıp perçin olmuş, donmuş selleri n-kar. Bunlardan hangisi daha evvel önüne çıkarsa o genç, arjik o selin damlasıdır. O selle beraber çağlıyanlar, şelâleler vücuda getirir ve gerekirse, o selle beraber kurur, gider.
Bu denizin ortalık yerinde (Tourelle) adil bir kahvehane vardır. En tenha zamanında içinde İki bin kişi oturur. Uzaktan (Tourelle) kıh-vesL tepesinden gökyüzüne doğru kaim bir dtı-nThrr bulutu fışkıran (500) t raman 11 antik bacası nacminde, devasa bir kule gibi görünür. Yaklaşırsınız: Deniz gibi uğuldar. Yüzünüze vuran hava her adımda bir santigrad daha ısınır. Sıra sıra genç kafalar mermer masaların kenarında, sallanır, dururlar. İki koltuğunuzun altında İki sıcak rüzgâr, kahveye girersiniz. Tam karşınızda, pencereler arasındaki öldürücü hava cereyanının göbeğinde bir sarı saçlı Alman (Hukuk düvel) e çalışır. Onunla dirsek dirseğe getiri» > bir Hollanda müstemlekelisi, sağ elindeki mendille ensesinin terini silerken sol elinin avuclle kıvırcık saçlarını düzeltir. Karsısında, erik gibi gözlerini kapıya dikmiş, durmadan dudakl .rint ısıran, esmer, parlak tenli bir İtalyan kızı- elli
» santim dipte tek başına satranç temrinleri yapan upuzun burunlu bir İngiliz delikanlısı vardır. Kademe, kademe safta, sola, ileriye, geriye açılırsınız. Birer Çin feneri halinde dizi, dizi baslar, camlı kapılara, geniş pencerelere 'doğru açılırlar, genişlerler, uzaklaşırlar Bu nehir, yüz metre ötede (Tourelle) in dört duvarını yıkarak, meydana vurur ve merkezden muhite doftru durmadan fışkırarak, kabararak, gürüldlye-rek, akar...
(Tourelle) e girdinizse çıkmayınız. Orada oturunuz, yiyiniz, içiniz, konuşunuz, kavga »»diniz. yumruk yumruğa geliniz, uyuyunuz ve sevişiniz- avucunu tavana doftru açmış ve bu avucun içine üst üste dört kat »rpsi dikmiş, bu tepsilerin her birine yirmişer aded bardak sıralamış olan beyaz ceketli garson yanınızdan tebessümle geçer ve ta ilerde bir İskambil kâftıdı
İLHAN TARUS
demetinin üzerine ^yanağını day.yarak uyu .»-kalmış bir Japon İktlsad talebesinin önünde, büfeye doğru nağra atar:
- Bir Apsent!!!..
O civarda oturanlar garson un nüktesine, biraz gerideki ler sesine, daha uzaktukller yüzündeki çizgilere. kahkahalarla gülerler Bu kahkaha bir kaç saniyede bir kaç yüz kişinin hançereslnde oynamağa başlar. Garı yanı artık gülenlere gülmektedirler::
Ders saatini, (Tourelle) de nadiren garsonlar, bazı durgun havalarda cins»,aklar, fakat ekseriya talebelerden biri ilân eder. O zaman bina, bir orta - zaman kervansarayı gibi inlemeğe başlar Bardak, tabak dağları devrilir; masalar birbirinin üstüne yıftılıı; birbirinin »»-muzlarına fırlıyan. önündeklnin bacaklarının a-rakından geçen, gerideklnln kasığına yumruk a-tan, döşemeye dayanmış birinci kal insanların omuzlarında, omuz hizasından ‘•ibaren tavan a yükselmiş ikinci kat İnsanlar.. Canbazhane ih-ramlarr, atlı karıncalar, kadın çığlıklân ve birbirine dolaşan bacaklar,,,
«
* *
Biz dört arkadaş ayni masada otururduk. Hepimiz Hukuk Fakültesinde idik ve bütün günlerimizi, aşağı yukarı, beraber geçiriyorduk.
Bunlardan biri, bir Alman ^shudisi idi. Çok kısft boylu, beyaz denilecek derecede âçık, mavi gözlü, saçları elbise fırçası ;,ibi tepesinden vo şakaklarından fışkırmış, bir kelime 11e çirkin mi çirkin bir delikanlı.. Ağzı daima yarı açık durur ve şapsan dişlerinin arasından kravatına İkide bir. bir sa^ya ipi sarkardı. Bu sebebden kırımızı kravatının düğüm noktasından biraz aşağıda siyah bir leke hasıl olmuştu.
Fakat bu herif bir kere konuşmağa başladı mı. artık ne kravatının lekesi, ne salyasının ipi, ne de sarı dişleri görünürdü Onun k.ı-f&sınm içinde acayip bir makine Kurul muştu ki. makinelerin bütün faydalarını haizdi ve bütün zararlarından, kusurlarından münezzehti, sr-kmtı çekmeden, bilhassa durmadan söylerdi. .Sözünün başlangıcında orada bulunan biri, artık sözün sonunda da orada bulunmuşa mahkûm.İti. Müthiş bir Inandla (Marks»a inanıyordu. Zaten konuştuğu mevzuların, bekledlfti fırsatların, kafasının fevkalâde makinesini döndüren meselelerin kaffesi de, (Marks)a alt olanlardı. Hemen hemen grupumuzun riyaset makamını İşgal ediyordu. Biz ona, inandığımız için değil, onu sevdiğimiz İçin tâbi oluyorduk. Başkan epeyce mukavemet göstermemiş değildik Bilhassa ben on’iıv fikirlerine karsı çok evvelden edinilmiş bir ka-naato belimi dayayarak, vakit vakit nefrete v. hiddete kadar yükselen bir aksıüftmel gösteriyordum. Sonraları yani bir yıl kadar sonra, tavrıma bir istihza ve istihfaf maskesi Eğdirdim ve onu sükût içinde dlnlemlye razı olmamı, yorulmadan usanmadan, onunla meşgul olmamak ve ona ehemmiyet vermemek şeklinde tevil ettim, durdum. Ama hem ben, hem de o, zorla tâbi ve metbu vaziyetine düştüğümüzü, o kendisinin A-mlr, ben kendimin memur olduğumuzu pekâlâ biliyorduk. Bu karşılıklı riya oyunu, birbirinizden müthiş bir şekilde ayrıldığımız son güne kadar, zerrece bozgun vermeden, devam etti.
ikinci arkadaş, Alman yan udisinin sevgili
si olan ve dört yıldanberi onun peşinden giden, çok güzel bir PolonyalI kızdı, (Tourelle)i ve üniversite salonlarını sıcak bir koku ile dolduran binlerce genç kızın içinde, oasındun sonunu kadar, dalma bir prenses gibi dolaşmıştı. Her köşede merak uyandırırdı ve bir masaya doğru yüı ürken, yalnız eteklerlle dokunduğu insanların değil, yalnız gözlerile dokunduğu insanların da değil, fakat bütün köşenin ve elli metre kare içindeki bütün muhitin kalbine çarpıntı verirdi.
Bir zamanlar onunla beraber gezdiğimiz İçin biz bile âlemin dedikodu .ntvzuu olmuştuk. Türk arkadaşlar talebe cemiyvû toplantılarında yanıma oturmak İçin itişip kakısırlardı. Raisin •yüksek sesle okuduğu rapor, benim fısıltı şeklinde anlatmağa çalıştığım hikayenin İçinde kaynayıp giderdi. Bu hikâye belki yüz defa anla -t ilmiş, fakat kimseyi inandıramomıştır. Onlar inanmasa da ben bu şüp ejye hayret etmekten asla kendimi alamazdım. Bu arkadaşlar (îzftbeDi yiikmdân tânımıyorlftrdı. Tabii olarak benim hayretimi de anlıyamazlardı. (İzabe!) İle yahudi (Gang) arasındaki «münasebetin şeklini mahiyetini bilmeden de, doğrusu, inanmamakta haklı İdiler.
» ’*■“
Bu münasebeti anlatmak da pek kolay iş değildi hani.. Bizim buralarda, «ki İnsanı birbirine bağlıyan sebeblerln daima gözle görülür şeyler olmasını istemek âdettir, hakikate u, gun olduğu için en doftru hareket tarzının da bu olduğu inkâr olunamaz. Dünyı-t n neresinde o-lursa olsun çirkin bir erkeğe âşik olan güzel bir kadının sevgisini hakiki .uymazlar. (Ya pahası içindir, yahut da başka bir çıkan vardır» derler. Ne kadar doğru değil mi? Değil mİ söyle, doftru değil -mi?)
Hayır dostum, bayır.., Doğ-tı değil, yanlıştır; Köküne kadar yanlış: İşte GanD İle (îzabel) arasındaki münasebet buna güzel bir mîsnl olabilir. Gang fakirdir. O kadar fakirdir k’ ekmeğini. bir şapka mağazasında modellik eden îzabel temin eder. Gang çirkindir. O kadar çirkindir kİ, iğrenmeden suratına bakmak imkânsızdır. Fakat (Gang,- (zeki) dJr. Gang, (idealisttir: Gang, (konuşmağa başladığı zaman) herkes susar, (onu) dinler. îzabel de uu dinleyiciler n-rasmdadır. Onu dinlemekten bıkmaz, usanmaz, bilâkis.,, Bilâkis o, mavi gözlerini parlattı ak çenesini oynatmağa »taşlayınca, Gang için ördüğü ^ün yelek uzun san şişlerle '.eraber dizlerine doftru kayar. Gözlerini ona tJker, alâkadan ziyade İhtirasa benzlyen bir inadla, şehvete ben-zlyen bir yarı baygınlık içinde, Gan&*«* dinle-. Gang, sözünü, ya kısık bir kanksha veya bir buzlu kahve ile bitirir, O zaman I?abel de uyanmış bir medlum gibi örgüsünü tekrar kaldırıp işine koyulur.
Bir tavan arasında otururlar. Kızın kazancının yarısı ev kirasına, yemeklerine, giyeceklerine ve kitaplarına gider. Bakiye yarısı da (Tou-1 elle te verilir. Çünkü Gang konuşurken mütemadiyen kahve içer. Bu o kadar şekûn tutar ki kazançlarının yarısını götürür. îzabel bu hail sükûnet ve memnuniyetle kara;)ar. En son kahve ziyaretinden ekseriya gece yansı eve döneklerken kocasını tekrar masaya oturtur ve bir cocuk gibi alnındaki terleri tenteneli mendiliyle silerek:
— Ne olur, Gangcıftım, der. r.ıı bu21u kahve iç de öyle gidelim.
(Sonu gelecek nüshadaJ
Suçlar üzerinde incelemeler
— 5 —
Bu anket 1937-1942 yılları arasında Edirne ve tmralı yeni cezaevlerin-deki 1678 adam öldürme suçlusu üzerinde yapılmış olan krıminolojik bir araştırmadır. Bu suçluların hepsi köylüdür, bu anket kendi şahsi ve metodik nezaretim altında yine mahkûmlardan müteşekkil bir heyetçe ve senelerce devam eden samimi, müşterek bir çalışmanın mahsulüdür.
1) Adiyen öldürmek 1378
Taammütle öldürmek 370
2) Erkek „ 1531
Kadın „ 147
3) Karısını „ 120
Metresini „ 10
Yakın akrabasını öldürmek 210
Birden fazla insan „ 76
Anasım „ 18
Babasını „ 8
Çocuğunu „ 4
Memuru „ 39
4) Zehirlemek suı etile „ 1
İşkence ile „ 5
6) Katle iştirak „ 28
öldürmeye muzaheret 38
Faili gayri malûm 120
7) Takdiri tahrikden istifade eden 464
Kanunî „ „ 320
„ ağır „ „ 74
8) Suçu işlediği zaman 15-18 yaşında olan 85
„ 18-21 „ 431
„ 21 den yukarı 1162
9) Evli ve çocuklu 1005
Evli çocuksuz 172
Bekâr 501
10) Suçu kendi köyünde işleyen-
ler 1585
Köyü haricinde işleyenler 130
11) Fakir 928
Orta halli 729
Zengin 21
12) Garbi anadolıı bölgesinden 980
Orta „ „ 182
İngiliz de mokrasisi
[Baş tarafı 3 üncü sahifede] olduğu gibi şiddetli bir iç savaştan sonra yapılırsa, şekil hürriyet uzun müddet gelişemez, sefalet artar, bir dikta-tür mecburidir. Bütün bunlar kanlı bir ihtilâlin kaçınılmaz ve geçici zararlarıdır,,.
«İhtilâlci devrim rolünü bu ikinci genel savaş oynıyabilir, yani millî birlik bozulmadan, harbi kazanan halk işçi partisi eliyle derhal harekete geçip demokrasi yoluyla bünyevî inkılâplar yapabilir irtica ise bu kuvvet karşısında birşey yapamaz. O vakit hem hakikî demokrasi, yani ekonomik âdalet, hem de şekil demokrasisi, yani çok partili muhalefet aynı zamanda devam edebilir, her nevi hürriyet birden saflanmış olur».
Şimali Anadolu bölgesinden 230
Şarki „ „ 45
Cenubi „ „ 241
13) Hiç okuma yazma bilmeyen 741
Ceza evlerinde okuma öğrenen 892
Okur yazar 45
14) Aynı cinsden olmayan suçlardan
mükerrir 37
Evvelce adam öldürmüş olan 26
15) Sarhoşluktan öldüren 152
Kavga ve münakaşa sırasında tehevvürle öldüren 475
Kumar yüzünden tehevvürle 8
Kan gütme sebebile „ 18
Kin ve intikam „ „ 186
Mal ve mülk ihtilâfile „ 357
Para hırsile „ 124
Müdafaai nefs zaruretile „ 66
Karısının zinası sebebile „ 63
Aile ihtilâfları „ „ 83
Kıskançlık, şüphe, aşk, iptilâ 145
16) Tabanca ile öldüren 695
Mavzer ile öldüren 307
Çifte „ 181
Biçtik ve balta gibi aletlerle 302
Sair ezici aletlerle 174
Boğmak suretiie „ 13
’ I Zehirlemek „ „ 1
Türlü işkence ile „ 5
17) Öldürme suçunu ilk baharda işleyenler 511
„ yazın işleyenler 629
„ son baharda 430
„ kışın „ 108
E. A. Miistecaplıoğlu
(Bu inkılâpları yapabilmek için anayasamızı değiştirmek ve acele etmek gerekir. Her geçen gün irtica kuvvetlerinin toplanıp kuvvetlenmesine, halk kitlelerinin heyecan, gayret ve ümitlerinin azalmasına, haricî kapitalizmin müdahalelerine yardım eder. Savaşsız olarak, demokratça bir inkılâp yapmak firsatını bu harp doğurmuştur, bunu kaçırırsak hiçbir parti kârlı çıkmıyacak-tır; ancak halk kütlelerinin gözünde demokrasi mefhumu kaybedecekti'. Halk seçtiği mebusların ve oy verdiği programın tatbik edilmediğini görünce demokrasiden yüz çevirerek sağ veya sol ihtilâlci fikirlerin arkasından sürüklenecektir». SON
—.—_____#----
Bizim Sanatımız
Yaşamayanlar sanatının yaşamayan s matı. Yere inmeyen sanat.
Diin de yoktu bizce bu sanat.
Biz yaşayan halk, biz çalışan halk, Biz alnı terliler ve avucu nasırlılar. Duymamıştık o nağmeleri, Sarayı hümayun kapalıydı bize. Üstat!
Bir puttu tapanlara o, Tapmadık ona ve anlamadık bile Üstat!
Göbeğinin azametinden başın dönmemekte. Ufkun dar
Ve yarının yok bizce.
Biz, yarma bakanlar,yarının çocukları. Buğun yaşayan bizler.
Biz yarını kuranlar
Kudretli enkaz aramadayız.
Sense**gemiler geçmeyen bir ummanda Besteler «duymadasın.
Yok,yok.
Yok ki duyalım o besteleri, Geçtik o ummandan hayat gemisile, Kıyı görünmede artık.
“Kandilli uyurken uykularda» Sürükleyeıniyoruz mehtabı, Mehtap ağl-ra dolaşıyor. Oralarda.
“Sine surah besurah"
Balıkçılar ısınmak için v Muntazam bir tempo ile ellerini açıp koltuklarına vurmudalar*
Sen anlamazsın bu musikiden üstat, Sultanı yegâh istersin!
Hazan ki durmadan evrakı sııbestı dökülür» Her yanda
Ve yuprak dökümü umumî bir mevsim!
Kan ve sefalet rengini görenler.
Tıpkı senin gibi diyorlar: “Hazinosinden eteklerle renk-ü-bûdökülür,. Cem sofrasında sen
' Zenginler (’ cennette fakirlerle müsavi» Diye vuslat ublayı kandıradur.
Muhakkak olan bir şey var. Kafandaki müsavat bile dünyada yok. Bizim sevgilimiz orospu olmuş.
Bizim sevgilimiz sırtındaki küfe ile kömii-tozu taşımada Kuruçeşmeden..
Bizim sevgilimiz yüz paraya hayat satmada. Bazan tütün işlerken görüyoruz, Herğün bira?, daha sararmada
Ve geçen gün duyduk Üsküdar yolunda kan kusınus, Kan kusmu; ve «ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde • Diyememiş
Artık biz nasıl olurda onu övmek için 'Tavsifini musikiye bırakmak diler* de Yüzüne karşı utanmadan
«Hüsnün
Bîr saltanatın güzelliğiydi» diyebiliriz. Onun ne kürkü var, ne yeldirmesi, Ne de ahirette bile
'Vıdeî teşrifine alkış» tutanları! Sen de bilirsin ki «ehli akl anlamaz
■Piri mııgana her gece damad» olanların dilinden
Onlar, «dehrin bu hay-u-huyuna» Gülerler,
Yıldızlar o yanda, ben bu yandda» ömrüm «iç Erenköyünde geçsin» derler. Diyemiyoruz biz aziz üstad, diyemiyoruz.. «Açan şu kırmızı gülden esen riyaha kadar» ne varsa bizim do Yine dikenli ağacımız yok şu dünyada. Sen istediğin kadar «ey gül» de, «Sükûta varmayı emreyle bülbüle, Uyanmasın gülşende mest zevk olan ehbap» da, Biz uyuyamıyoruz, uyuyamıyacağız, Yere indi şan’at,
San at yerin, yerdekilerin, Bizim ve bizde! Bahri GÖR ANL Afi
ıo
SEVGıLimE mEkIUPLâm: 2
nsanlığın Haline Doğru
sızın.
Yol sizin, dâva sizin,
Sait Faik ABAS1YAN1K
Zafer şarkıları söylemek sizin hakkınız.
Biz;
Kahveden çıktığım zurnan sokak tenha idi. Herkes isine gitmişti. Ben de fabrikalara doğru yürüdüm. Bir tanesinden içeriye girdim.
İşe veren imalâthaneyi gezdiriyor.
Görüyorsun ya sevgilim, bu sefer sözümü tuttum, zekâmı külhandım: Ne dedim? Söylenmem, İstemem kendimi sana medhe^mek, öyle lâf ettim ki. adamcağız gezdirmeğe mecbur baldı.
Ben neyim, gördün a, sana kullanamadığı n Uekâmı adama kullandım. İş veren imalâthare-Si gezdiriyor: Sağımda dört beş tane lûhit var. Başlaıında adamlar, Bu lâhitlerln içi kireç ve taş dolu. İçinde vıcık vıcık deriler. İşçilerin yal-hız birinin ayağında çizme var. Ötekiler yılın byak. üstlerinde başlarında çuval gibi bir ca-beiten kıllı göğüsleri gözüküyor, Hepsi iç gömleksiz bir takım adamlar, önlerinde bir dert önlük bile yok. Yırtık bir çuvalın yarısı pis sular Hinde,
İ« verene:
— Yemek verir «misiniz, işçilerinize? d’yo-n»m.
— Veriyoruz.
— Fazla mesai yaparlar mı?
—* Onları korumak İçin ^yaparız,
— Fazla mesai İçin ne öd e rainiz?
— Gündeliğin saat başına isabet edeninin bir buçuk mislini.
— Ya»... Amelelerin yalnız, yani siz olmadan, görüşmeme müsaade eder misiniz?
-O neye iyi o?
— Bakalım onlar ne düşlnüyor.diye. ■Öyllyemlyecek bir şikâyetleri varsa, diye.
— Peki ama, çok rica ederim, isim yazmamak şartlle... Mücssesem pek veridir, efendim, İstemem, reklâm istemem.
düşenini.
Akmayan dolmuş bir deri lâğımını ayıklamakta olun bir genç adama doğru yürürken üstünden başından, çizmesinden iyi bir İşçi olduğu belli blı* adam yanıma geldi. Artık soracaklarımı bu genç adama da soramadım. Sorduklarımın hepsine, bu yeni gelen çizmeli ce-Vap verdt Is (kanununu ezberlemiş gibi idi. Hangi suale hangi cevabın verileceğini biliyordu.
Sevgilim, ayaklarına, aldığın her yeni kundurayı, giyerken sana yukarıdaki deri imalâthanesinin reklâm etsem,,,
istemeyişini ’.atırlamanı rica
size
İmalâthanedcn Tenha sokaklarda tan alıştığım koku. Birden gözüm açık bir kapıya «isti, şöyle İçeriye baktım. Bir makinenijn başmda yedi adam vardı, üçü makinenin bir tarafında; ötekiler de karşı tarafında sırala artış Çalışıyorlardı Bir kısmı deriyi bu makinenin bir tarafından sokuyor, öbür taraftakiler bu deriyi kirlerinden, yağlarından, fazlalıklarına an temizlenmiş bir halde çıkarıyorlardı. O kadar he dalmış çalışıyorlardı ki. bir müddet sessizce, onlar da farkında olmadan, işçileri seyrettim Bir tanesi hafif hafif «Cevrlye>yi mırıldanıyor; bir çok gencin dudağında «gaz koydum fenerlere» türküsü vardı.
Beni gördüler, şöyle bir baktılar, konuştular. Buna yarma makinesi derlermiş. Bir çok imalâthanelerde iptidai bir şekilde satırlarla yapılan bu ameliyeyl buradaki -makine çarçabuk yapıyordu. Yedi kişi, görülmemiş bir süratle, muki-he ile hemâhenk çalışıyorlardı. Temiz kıyafetli birisini iş veren sanıp:
dışarıya çıktım. Yürüyorum, lodos. Burnumda artık çok-
Sizin saflarınızda birer müsafiriz Varsa kavga payımız eğer Karşılık tutun onu
Bize yedirdiğiniz emeklere..
Ahmet Fedai
Gûya veriyor Birliğin yemeği. Adama yel-ne2 kİ, doyulmaz kİ
Amele mümessili gösteriyor:
• — Efendi, d-yor.
Lir de orayı git gör.
Açık kapıdıuj içeriye bir zehirli hava ve asid kokusu içine dalıyorum. Gözlerim yanıyor, Burada İki üç adamın müthiş bir süratle bir lâhidln İçinde larla çıkarıp rnm. Bunlar yortar. Çıplak konuşuyorlar:
— Mal sahibi ne çizme, ne eldiven verir. Vermesi lâzım. Bu kireçli su eli ayağı çatır çıtır yakar. Ama alıştık, ne yapalım. Haydi elimizi bir yana bırakalım: O artık nasırlandı
Ama ay akl armuz... Vermiyor Çizme... Ne desen boş. Bu gün yarın, bu gün yarın!
— Burası kimin malı?
— Bohor Mevda deri fabrikası, onlar lâkırdıyı bitirmeden daha iki .emiz genç adam arkamda bitiyor.
— Ne istiyorsunuz siz?
— Hiç, gazeteciyim de.. görmeğe tim:
onunla.
dayanamıyor, bl- kapıyı
a3il mümessiller içerde,
öküz derilerini çıo’.nk el ve ayak* bir tarafa götürdüklerini görüyo-klreç «kuyularından deri çıkarı-el ve ayaklarla, Bir taraftan da
bu giyinmiş
gelmiş*
Yaamyacağıma «öz veriyorum. Ama tutmı-yacagım sözümü ki, — Yani Triyandaflles deri İmalâthanesi —
Dolabın hasındakilere yanaayorum:
— fiize yemek veriyor mu?
— Hayır.
— Nasıl hayır?
— Vermiyor. Yemek yerine «30» kuruş para Veriyor.
— Gündeliğiniz ne kadar?
330 kuruş
—« SHaln ayakkabılarınız yok mu?
— Usulen çizme verenesi 'âzım,
Mtdi.
— Amelelerle görüşebilir mıyinı? dedim
1 — Siz kimsiniz?
— Gazetecfytm... Sfz İmali.hunenln sahibi misiniz?
— Hayır, Ben makinistim,
— Ne alırsmız siz?
-— 200 lira maaş.
— Ya bunlar?
— Ameleyi is zamanında meşgul doğru mu?
— İki dakikalarını çaldım. Affedersiniz
— Doğru değil ama.
Kızarım a, sevgilim. Ben de Allah kuluyum: —• Cizmesiz eldlvensiz isçi çalıştırmak, doğ-
etmek.
ru mu?
— Çizmeleri var onlarm ama giyinmezler. Böyle çıplak çalışmak kolaylarına geliyor.
deha veı -
— Verir mi?
— Veree ay agımızdu ol unlu, vcnttee. — Kaç saat çalışısınız?
— Sekizden beş buçuğa kadar. We tatili.
— Fazla mesai yaptığın» oiur
— Olur.
—- Onlar yevmiye alır, öğrenmek İstediğiniz bir şey varsa şuna sorun. Amele mümessilidir (x
Zayıf, şen yüzlü birine yanaşıyorum. Soracağım bir şeyler vardı, sordum.
— Ben amele mümessiliyim ama İşçiyim «e. Şimdi site cevap vermeğe dalarsam panuağı-»u kaptırırım. Anladın mı beyim? Soracağını ■en şu kargıkilem sor.
1
iki adama dönüyorum:
— Bakın, diyorum, ne muşsunuz,,,
diyor: Siz istemiyor*
ayağını çatır baıa İslerine
çatır hızla
bana.
Bir saat
mu?
— Meselâ kaftan teaga kadar?
— ö,0t dam S,30 kadar. B^an teadar.
— Ne verir bİm, laala jneoaj M*nî
— He Y(m*b?„ «öo'fetttinhdB mat bama
da 1£ ye
Karşıdaki adamlardan birine soruyorum;
— Kaç yaşındasın hemşerim,
İM berrak göe yüaüıne çocukça bakıyor.
— On beş.
— Kaç saat çalışırsın?
— Sekle saat.
— Fada mesai »pat buu*?
İnsan elini, İnsan yakan kireçli sulara basa «aldıran isçiler bir şey söylemiyorlar. Bir
bir is verene bakıyorlar. Birisinin vazifesi ateş tutmak olsa da ona masa istemiyor, elile ateşi tutmaktan zevk alıyor, dese birisi. Ancak böyle bakılırdı ama.
Şaşırdım kuldun. İnsan ahmakça aldatmak için İnsanın malıdır sevgilim? Akima ne gelirsem zararı
— Yapmasam no halt öderim. 6 yevmiye ycrioe haftada 1Q, lft yevmiye yapıyorum.
— Fabrika ««MM yamek veriyor mu?
oğlunu bu kadar kendisi ne oi-gelirse söyle. B*q
yok: Sersem olmalı değil nü? de yalın ayak, dirseklerine ka-kollarile kireç, kan, asit, İçinde patron vekilleri mi, oğuUan mı
Na benv ne dar çırü çıplak ♦alışan İsçi, bu
okluğunu kasdlremedlğim adamların bu iharkvnç yakınma inandık. Bir birimize bakışa hakMk
REŞAT ENİS
FAİK BAYSAL
Toprak Kokusu
Irgadın Romanı
GLJNJ
Haftalık Kültür ve Aktüalite Dergisi
Sarduvan
Köylünün Romanı
Bedreddin böyle söylüyor
İnsan şahsiyetinin inkişafına coğrafi hudutlar çarptığı zaman faşizm, ferdin benliğinde doğar. Şahsiyetin inkişafında normal ve moral merhaleler vatan ve insaniyettir. Faşizm, bir bütün hâlinde ve kendiliğinden ceryan eden bu inkişafın zoraki olarak parçalanması teşebbüsüdür.
Bir aile içinde gözlerini dünyaya açan insan aileden mektebe, mektepten hayata geçmek suretile normal tekâmülünü yaparken muhitinin 'Ve mizacının şartlarına göre ya coğrafî hudutlara kadar gidebilecek veya tekâmülü devam ederek kendini sadece bir vatandaş olarak değil fakat bir «Dünya insanı-olarak duyacaktır. Faşizm, tekâmülün yolunu kesmek ve şahsiyeti coğrafî hudutlarla tahdit etmek suretile insanı bir nevi milliyetçi egoizm içine hapsetmektir. Bir kere dünya ve insanlık inkâr edil-dimiydi onun yerine faşist mantık kaim olur. Normal olarak parça bütünün içinde bulunduğuna göre dünya da vatanı ihtiva eder. Faşizm bu mantığı tepe taklak eder ve : Vatan dünyayı ihtiva eder 1 Demek ister. Bu hal onun egoist ve emperyalist bünyesini gösterir.
İnsanlık ideali, vatan realitesi üzerinde yükselir. Maddenin üzerinde ruhun yükselmesi gibi... Faşizm maddesiz bir ruh olmak istediği için tuzlabuz oldu. Vatandan en çok o bahsetti fakat hiç bir zaman böyle bir vatan var olamTya-cağı için yarattığı zihniyet yaşayamazdı.
Vatanı inkâr eden kim? Halk içinde ıztırap çekmiş olduğu, yine içinde güleceğini ümid ettiği topraklan inkâr edecek kadar gafil değildir. Biz Faşizmin vatanım, insan şahsiyetini coğrafî hudutlarla çevirip boğmak isteyen aslâ var olmamış vatanı inkâr ediyoruz! Vatan duygularının insanlık duygularına kadar inkişafına meydan vermeyen ve buna tahammül edemiyeıı çevreler yeni bir faşizmin korkunç başlangıcı içinde bulunurlar.
Milletler insanlık bayrağını dalgalandırmak yolundaki cehdleri nisbetinde büyük millettirler. İnsanlık idealinden mahrum olmak ve aynı zamanda (Büyük
Haşan Tanrı kut
millet) unvanını kazanmayı işemek boş 1 bir hayaldir.
insanlık bayrağını dalgalandırmak hakkı her milletin en geniş kütlesine, , halka ve yalnız halka aittir. Yalnız odur ki, şahsî menfaatten, ma) mülk kaygısından uzak bulunur ve bunun için in- , sanlık bayrağına ihanet etmez.
Burjuvazi aristokrat rejimler içinde doğdu ve aristokrasinin yerine geçti. Sosyalizm, burjuva rejimler içinde doğdu | bugün onların yerine geçmek üzeredir. İnsanlık idealleri vatan içinde doğdu, bir ideal olarak vatan realitesinin (Mü- ! şahhasın) üzerinde yükseldi! Fakat bur- 1 juvazinin aristokrasiyi; sosyalizmin bur- ' juvaziyi yıkması gibi insanlık, vatanı ■ yıkmıyacaktır. İnsanlık milletlerden mey- ' dana gelecek bir ehramdır. Her millet insanlık ehramının bir taşıdır. Taşları kaldırırsanız ehram kalır mı?. İnsanlık ideali faşizm değildir ki, milletleri kültürlerinden, dillerinden, mahallî âdetlerinden etmek istesin., insanlık idealinin ortadan kaldırmak istediği ne vatandır, ne milletlerdir. Fakat vatan ve milletleri zararlı bir hale sokan irtica, faşizm ve hertürlü skolâstik görüştür.
Her tarafta insanlık ideali üstün gele- I çektir. Her tarafta milletler aynı havuza f su taşıyan idealistler olarak insanlık ] kaynağını besliyeceklerdir... Dünyanın ( neresinde olursa olsun insanlık idealinin | bayrağı kafa ve kol işçilerinin elinde dalgalanacaktır! Yeni bir irtica bekle- , yenler ve ıstiyenleı bilsinler ki, ona 1 imkân kalmamıştır. Çünkü halklar dün- i yanın her tarafında anlaşmış bulunu yorlar. İnsanlık idealinin zaferi önündeyiz. Heı yerde ve her tarafta fikrî ekonomik, irticaın yıkılışını gözlere ayan kılmak için ebedi güıieş haşmetle yükseliyor.
Abone şartları:
Müessisi; Esad Adil Müste'caplıoğlu İmtiyaz Sahibi ve Neşriyat Müd. Haşan Tanrıkut.
Muhabere ve adresi P. K. 519 İstanbul. I
Altı aylığı 400, iiç aylığı 200 Krş.
BASK! : Stat Basımevi
£ Yelkenliler ve motorlar da dahil olmaküzere 1939 yılında yani harpten önceki en kuvvetli ticaret Filosuna sahip olan memleketler şunlardır:
Memleketler
Gayri safi Tonaj
İngiltere
Birleşik Amerika
Japonya
Norveç
Almanya
İtalya
Hollanda
Fransa
17 891000
11 362 000
5 630 000
4 834 000
4 483 000
3 425 000
2 969 000
2 934 000
0 Yine harpten önce, 1938 yılında kamyon vc otomobil bakımında en zengin olan memleketler.
Memleket Kamyon ve otomobil Kaç kişiye bir otomobil düşmekteydi
Birleşik Amerika 29 485 684 4
İngiltere 2 542 294 20
Fransa 2 251000 18
Almanya 1 707 496 39
Kanada 1 381103 8
Avustralya 799 750 9
Sovyetler birliği 677 997 217
İtalya 469 400 93
Cenubi Afrika 350 281 24
Arjantin 279 267 46
Yeni Zelanda 265 025 6
Belçika 226 907 37
• Devlet demir yollarımızda taşınan eşya tonajı:
Ton
1938 376 601
1939 415 285
1940 519 932
1941 675 406
1942 768 179
1943 737 050
• Türkiyedeki şimendûfer kazaları:
Raydan ölen’ Yaralanan
Çarpışma çıkma
1938 43 38 41
1939 8 35 54 50
-J940 15 31 69 55
M 941 19 48 126 83
1942 ."26 82 112 / 71
1943 ' 24 56 126 138
• 1942 yılında Bankalara yatırılan paralar
Türk Lirası
Milli Bankalara 386 205 710
Ostnanlı ve Selanik bankasına 63 378 728
Ecnebi bankalara 20664 835
Emniyet sandığı ve Halk
Bankasına 4 205 447
YEKÛN 474 454 720

Kaynak: TÜSTAV - Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı Arşivi

Kaldırım Çocukları,.

Bu masum yavruların perişanlığı, şehirlerimizin yüzkarasıdır.
Her cemiyet, fertlerile, mevzuatiyle, İçtimaî, İktisadî ve siyasi bütün müesseseleriler zincirleme olarak kendine ait olan her kusur ve eksiklikden mes’uldür, suçludur.
20 Mart 1046
Çarşamba
BU SAYIDA :
b
Lal
E S A T ADİL
{
AİR Abdülhâk Hâmid, açlığın ve soğuğun ıztırabuna (daha fazla katlanamıyan s fil kadının isyanını ru sözlerle _ ifadelendirm>şti: «Ah. bir yangın olsa da ısınsam!» Son elli yılın 1 şairleri arasında tdâ 'açlık ve sefalet şiirleri yazmış 1 olanlar pek çoktur. Fakat hayat, ihiç bîr zaman bir şairin mısralarile ifade edilebilecek basitlikte de-
I
(
i
»şairin
( »ğildir.
K'ş mevsiminin ten soğuk gecelerinde, ka-2 ranlık bir köşeye şığınmış, yan çıplak bir çoçcuğun ( titreye titreye, öksüre öksüre Sabah laynsini İhiç bir (kalem veya fırça en Realist bir dehânın elinde de Jolsa (onu bize old'uğu gibi tasvir edemez.
S Bu tablonun (hakikî intibaını, ancak namus-
J lu bir insanın vicdanında bulabiliriz. Kendi ççocu-ı ğunu sıcak bir odada ve rahat bir yatakta uyuturken bile endişeden kurtıılamıyan namuslu bir ananın veya milletinin her ferdini refaha (kavuşmuş görmekle şahsî saadetinin tamamlanacağına izta-
SABAHATTlN ALÎ
Devlerin ölümü
.OĞLU
Düşünce serbestliği
HAŞAN TANRI KUT
Vatan sevgisi
AZİZ NESİN
Kuşa çevirdiler
Dr. ZİYA OYKUT
Edebiyatımızda halkçı Üşmeler
RASÎH. N. İLERİ
İngiliz Demokrasisi
SAİT FAİK
İnsan oğlunun haline doğru
RIFAT İLGAZ: Şiir SABRI SORAN: Şiir B. GÖRANLAR: Şiir
ASIK Ali: Şiir
BEHÇET AT1LKAN
Partilerin Sosyolojik tahlili HELVACIOGLU
S. S. C. B. inde Millî Eğitim / FEHMİ YAZICI
Gençlerin sergisi
ESAT ADİL
Suçlar üzerine incelemeler
VE
Lugatçı Adil
Bakkamlar - Gerçekler Küçük Ansiklopedi
( naîn namuslu bir vatandaşın vicdanıdır (ki, böyle ı bir kaldırım çocuğunun ıztırabuni olduğu gibi kav-, rayabilir. '
ı Fakat biz, bu sefalet tabloları karşısında, daha çek millî ve maşerî vicdanın (duyacağı ıztıralba bel bağlayanlardanız. Şehirlerimizin ve medeniyeti-
çok millî ve maşerî vicdanın (duyacağı ıztıraba bel
t
SAYI
mizin yüz karası olan bu otnjbinlerce kaldırım çocuğunun mukadderatı ancak millî vicdanın kararma » bağlıdır. Bu vicdandır ki, /neşredeceği teessür ve V "«n dalgalarile devlet ımüesseseleriıni harekete » getirebilir ve,ancak devletin alacağı radikal tedbir ( lerdir ki, şehir kaldırımlarının bu İçtimaî sefalet ( manzarasına nihayet verebilir.
■ «Ben milletimi severim (ve onunla iftihar
ederim (sözü, hiç şüphe yok ki, vatandaşlık gu-; rurunutn en asîl ve heyecanlı bir tezahürüdür. Fa-’ kat bu cümleyi telâffuz 'ederken samimiyet ve na-muskârbğımızı tekzip edici, içimizde ve dışımızda bir zerre şüphemiz ve kusurumuz bulunma-( malıdv. .
Kaldırım çocukları, sevdiğimiz ve uğrunda '■ her mihnete katlanabileceğirriz milletten bir parçadır. (Fakat, soruyorum, hangimiz bu masum vav-rujaırın sefil varlığile lövÜRıebilîriz? Görülüyor ki, yurt ve milletseverligimizin ciddiyet ve samimiye-( tini karartan, şimhe altında buh’Md”*''n splıenler 1 bertaraf edilmedikçe «sevmek ve övünmek» dn-j ima sahte bir eda takınmamızdan ibaret kala-/ çaktır.
2 Günün ve gecenin her saatinde, hemen her yerde, ayaklarımızın arasına takılan !bu aç. çıplak
lemi, bilmiyorum, daha ne kadar millî ve maşerî vicdanın kapkara lekesi olarak kalacaktır!
Bu çocukları kaldırımlara düşüren İktisadî ve İçtimaî sebepler herkesçe (olduğu kadar devletçe de malûmdur. Onları kaldırımlardan kurtarıp mes’ut ve faydalı vatandaşlar haline getirmenin yolunu bilmemezlikten gelmek veya hakikaten bilmemek ve öğrenmemek bağışlanır kusurlardan değildir.
Türk milletinin kendi sosyal . mücadelesi «beşik» ten başlıyarak İçtimaî hayatımızın her safhasında tesirini göstermelidir ki, bu mücadele «sosyal (kurtuluş» la neticelenebilsin. İş ve mecburî ilk öğretim ' kanunlarımızla diğer İçtimaî mevzuatımız, çocuklarını kaldırımlara salıveren aileleri bel,ki sorgu altına almava elverişlidir. Fakat asıl jnesele, cemiyetin müşterek malı olası bu çocukların mukadderatı üzerinde devleti sorgu altında bulunduracak bir kuvvet ve kanunun mevcut olmamasındadır. ' 1
Kaldırım üstünde sürünen ve nihayet ölen bir cocuğutn elbette bir mes’ulü, (bir suçlusu vardır. Cemiyet bunun muhakemesini nasıl yapacak vesuçlu olarak karşısına kimi çıkartacaktır! Bizce ailenin suç ortaklarından biri ve baş-lıcası bizzat cemiyetin kendisidir. O cemiyet ki, fer»dlerile, mevzuatile, İktisadî, İçtimaî ve siyasî bütün müesseselerile zincirleme olarak (kendine ait olan (her kusuır ve eksiğin mes’ulüdür, suçlusudur.
İçtimaî ve İktisadî sınıflaşmanın zarurî Neticesi olarak elbette bir kısım çocuklar aç ve perişan kaldmmlarîfa sürünecek, bir kısım çocuklar da mektenlerde okuyup kuştüyü yataklarda uyuyacaktır. Bu realitenin karşısında hayret ve teessüre düşmek bir «metod» eksikliği, bir «basit görüşlülük» dur.
ı Bımuüla beraber İçtimaî tahlil ve lenkidlec-yapan /bir muharririn neticelere hiç çbir «duygu» kanşbrmaksızm onlsn kaskatı olarak umumî efkâra sunması dfa büyük bir taktik hatası sayila-bilir.
B»n de, kaldırım cocukkm meselesini yalnız «akli selim»lere değil, vicdanlara da hitan ederek teshir etmeve mecburum. ' Bu çocuk sefaletinin İçtimaî ve İktisadî (sınıflaşman»™ zarurî b*r neticesi »olduğunu söylemek metodumun ve fakat bu sefaleti v’îtanda.şlar’mm vicdanlarıma aksettirtmek de insanbtnmm icabıdır.
Su halde «kaldırım cocuklan» problemini çözmek, önlemek hepimiz İçin yalnız bir metod
20 İCllYU Ş ve hasta çocuklar, millî istikbalimizin temel tasla-1 işi değil, ayni zamanda bir medeniyet ve insanlık £ rından olan bu beş, altı yaş arası yavrular prob- meselesidir.
Gölgeler
Dostoievskynin Aptal ve K. Çapek'in Yaşadığımız devir adlı eserleri müterci-A. Muhip Dranas’ın ilk telif eseri olan (Gölgeler>in şehir tiyatrosunda temsiline 12 mart salı günü başlanmıştır.
Eserin mevzuu bir insanın ölümüne kadar geçen hayatıdır bununla “Gölgeler’-in sadece sübjektif ve psikolojik bir eser olduğu sanılmamalıdır.
Ferdlerin sübjektif ve psikolojik durumlarını tayin eden sosyal sebebler değil midir? Orada senin, benim, bizim hayatımızın müşterek dramı vardır. Öyle kı şehir tiyatrosunda oynanan “Gölgeler,, dramı hakikaten gölgelerdir. Hakikisi, insanlık cemiyeti boyunca oynanan bu oyuna, şimdi de devam olunmaktadır. Şöyle ki: karşılıklı tam bir gönül münasebetine dayanamadan kurulan bir ailenin bütünündeki anarşiyi müellif eserinde ustalıkla bize aksettirebilmiştir. Anlıyoruz ki bu şekil bir aile müessesinde hiç bir şey tam olarak, ne erkeğe, ne kadına ve ne de çocuklara aittir. Erkek vaktiyle geçirdiği sevgi macerasını hayalinde yaşarken, kadın da maceralarına devam etmektedir.
Hülasa Dranas, insanoğlunun, gençliğinde, hayali bir gelincik tarlasının sonunda kaybolan idealini, farfareliğın dalkavukluklarını, riyakârlıklarını, bir kelime ile bütün çirkinliklerini parça parça göstermiye çmışmışiir. Eser sahı-bi butun_ bunları bizim için yem^oian garplı bir tekmK içerisinde öreüumıştır/ Noksan olan taraf, müellifin p.yeste bir merkezi sıkiet kurmamış ve parça parça güzel oıan fikirlerdi bir ana fıkır etrafında toplamamış onnasıdır. Eserdeki hareketsizlik de nkrımızce buradan gelmektedir.
Realitelere bu kadar objektif bir gözle bakmasını bilen A. Muhip Dranas kendisini bir takım tereddütlerden kurtaracak olursa, ’i ürk tiyatrosuna kıy- ( metli büyük eserler kazandırabıiecekdırT*
Fehmi Yazıcı
Sanat Hayatımız: Türk resamları birliğinin güzel sanatlar Akademesinde-ki son sergisinde bir “Salata,, hali vardı, seyirci iyi kötü, yeni eski bir sürü birbirini tutmayan resimlerle karşılaşıyordu.
Bu sergide hakikaten ileri ve kuvvetli görünen resamlar İsmail Oygar’da 16 Mart Cuma günü bir sergi açmışlardır. Bu serginin davetiyelerinde Haşmet
Akal ve Nejat Melih isimlerini de görmek isterdik, bu iki kıymetli resamımızın teknik sebeplerden sergiye iştirak etmediği sanılmaktadır.
Halkçı, demokrat ve ileri Türk resmini hakkiyle temsil eden bu gençlerin sergisine gidenler kârlı çıkacaklardır.
Serginin İlânı: Galerimizde 16 Mart 1946 cumartesi günü saat 15 de açılacak olan Avni Arbaş, Ferruh Başağa, Fethi Karakaş, Fuat İzer, Mümtaz Ye-ner, Nuri İyem, Selim Turan ve Turgut Atalayın eserlerinden mürekkep resim
ulusuz.
-------İmdat.. [Dükkânımda adam öldürmemiş, eline tabanca bıçak almamış, namuslu birisi vaaar!!.. t
--- Dünyadaki deli miktarı artıyormuş..
--------- Tabiî; harp bitince, nüfus çoğalmağa başladı!...
sergisine şeref vermenizi saygılarla rica ederiz.
Sergi 30 Marta kadar açıktır.
35 Yıl: Tekaütlük müddetinin 35 yıla çıkarılması teklifi üzerine bütün memurlar, aylıklarından yapılacak yeni bir kesintiyle seri halinde tabut imal edecek bir fabrikanın inşasını başbakanlığa teklif etmişlerdir. Dileklerinin kabul edilmesi kuvvetle muhtemeldir.
Kervan Yürür: Türkiyenin yegâne inkilâpçı dergisi olan “Gün„ekuyu kazmak için bayı adını alan mezarcılar seferber edilmişmtir. “Gün„ün yakında bizzat muharrirleri tarafından sokaklarda satıldığını görmeniz mümkündür.
Şark Nezaketi: “Nezaketsizlik doğuştan mıdır, tecrübeyle mi kazanılır?,, diye bir sual sorulsa ben doğuştan olduğuna delil teşkil etmek üzere bizim basını gösteririm.. Şairin biri “biz şarap yaradılmadan önce sarhoştuk,, der, bizim basın da “biz vehim yaradılmadan önce vehhamdık,, diyor. Bir Atasözü-susmak altındır der, bizim basın altına son derece düşkün olacak ki “Gün,, ün adı geçtikçe susuyor.
Basın Birliği Konseri: Halk faida-lansın diye T. B. B. tarafından bir konser tertip edilmiş ve bir hizmet olmak üzere tek kişilik biletler 10, loca biletleri 100 liraya satılmıştır, (kıvayet)
Mescidi Cedid: Birbuçuk milyon mektepsiz köylü çocuğu, 10 bin serseri sokak çocuğu hallerinden dolayı toplu
olarak Allaha şükretsinler diye üç aded
yeni cami inşasına karar verilmiştir.
Keramet: Her hafta mübarek Cuma günleri sabah ezanından sonra yayınlanan “Büyük Doğu,, dergisinde Necip Fazıl - Allah sırrını takdis etsin- bir üfürükçülük kürsüsü ihdas ve bu kürsü-
ye zatini inha ederek evrakı Cenabıhak tealâ ve jekaddes hazretlerine bir füze ile sarkıtmıştır.
® Tenzilâtlı Abone: Yıllığı 800.
& Altı aylığı 400 üç aylığı 200 Krş.
II DİZGİ : Çukurova Basımevi
] BASKI: Berksoy Basımevi
i Muhabere adresi P.K. 519 İstanbul
' Müessisi : Esat Adil Müstecaplıoğlu W İmtiyaz Sahibi ve Neşriyat Müd. r*( Haşan Tanrıkut.
I
Ç>(Z>>C>(O o
= 2 —
• V
Demokrat Milletler: 2
ÖN
öLö
i
' II
PARLAMENTO
Gecen yazımızda Krallığın ve hükümetin ödev ve • yetkilerini incelemiş ve bunların Parlamentoya nazaran üstün durumunu belirtmiştik.
Parlamentonun üç ödevi vardır: a) Devletin idaresi için Hükümetin istediği tahsisat kabul etmek ; b ) Yasala-mak; c) Hükümetin icratını kontrol etmek.
Lodlar Kamarasını, Kralın şahsen davet ettiği 700 kadar eski veya yeni asilzade, 25 kadar klişe büyüğü ve tanınmış birkaç hukukçu teşkil eder. Seçilmeleri Kralın şahsı bir ödevi olduğu halde , meselâ 1945’de ”Labour„ parti seçimde kazanınca Lodlar kama rasında da sesleri işidilsin diye Kral bir miktar parti üyesine bu payeyi vermiştir. Böylece hem arada sırada Lord-'l' lar arasına genç kan karışıyor, hem de eski Lordların ancak büyük oğulları Lord olabildiğinden miktarları sınırlanıyor.
Lord’lar Kralla istedikleri zaman konuşmak imtiyazına malik olmakla beraber faal rolleri ancak bir (geciktirme) den ibarettir. Lordlar kamarası mali olmayan her kanunu iki yıl sonraya atmak hakkına malikdir. Tatbikatta böyle bir yetki herhangi bir demokratik inkılâbı akamete uğratabilir. Hatta, Pr. Las-ky’nin dediği gibi, bu gibi frenler oldukça Ingilterede bünyevi hiç bir demok-ratik inkılâp yapılamaz. Lordlar bir de toplanıp aralarından birini muhakeme etmek hakkına sahiptirler. Ancak sonradan d a göreceğimiz gibi Parlamantcnun yetkileri kolaylıkla değiştirilebilir.
Parlamentonun cbür yarısını teşkil eden Avam Kamarasına gelince genel oyla seçilir. İntihap fermanı (writ), dairelerindeki üyelerin seçimini sağlayacak olan ( sheriff) lere veya belediye reislerine yollanılır, bunlar 600 tanedir.
Namzet olmak için bir seçmen tarafından teklif, ve başkaları tarafından da desteklenmek gerekir, bütün namzetler bir günde teklif edilirler ve her biri nakit olarak 150 İngiliz lirası depozito bırakır. Seçim arasında seçmen başına 5;6 (pens) den fazla masraf etmek yasaktır, ayrıca tekmil oyların sekizde birini alamıyan namzetlerin depozitosu yanar.
Bir seçim dairesinde ■ tek bir namzet varsa[dcğredan ■ dcğrıya saylav [sayı-• lir. Fakat tatbikatta namzetleri yazdı”
tan partiler, yani merkezdir. Namzet ilânından seçime kadar geçen onbeş günde mücadele devam eder. Namzetlerin seçim ( ajan) lan ve kendileri hatta ev ev dolaşırlar. Seçim günü seçmen nemzet listesinde istediği ismin sağına bir put işareti yapıp listeyi sandığa atar. Sandıklar mühürlenip daire merkezine gider ve (sheriff) veya belediye reisi huzurunda açılırlar, netice belli olunca balkondan halka ilan edilir. En çok oy alan seçilmiş sayılır.
RASİH NURİ İLERİ
Seçim tahrif edildi diye şikayet olursa, ispatında mahkeme bir yıla kadar hapis cezası verir. Namzetin seçim memurundan başkası meselâ ahpapları propagandasını yapmak için para sarfet-mişse seçim tahrif edilmiş sayılır. Mahkeme kararını bir de parlamento tastik eder.
Yeni parlamentonun açılışı Lordlar kamarasında olur, Kral tahtından yeni parlamento üyelerinin (M.P.) girmesini emreder ve (Speaker), yani meclis reisi ende olmak üzere Avam kamarası üyeleri salona girerler, Kralın açış nutkundan sonra ise kendi salonlarına giderler.
Tartışmalara her üye yerinden kalkarak iştirak eder, birkaç kişi birden ayağa kalkınca (speaker) ilk gördüğüne söz verir ve tartışma uzarsa sözü geri alabilir. Ananeye bağlı bir iş olan (spe-aker)Iik çok zor olup intihabında kralın kabulu şarttır.
Politikayı parlamento tain etmediğinden, onun cdevi ancak Hükümetin politikasını tasvip edip etmemektir. Halkın nazarında da mesul olacak Hükümettir.
M.P. 1er parti dişiplinine bağlıdır, mühim bir karar alınırken parti umumi kâtipleri kendilerini şahsen meclise çağırabilir, hatta meclise yakın oturanların evlerine bu maksatla bir zil konulmuştur.
Haftada dört defa celsenin ilk saa-tında M.P. 1er önceden yazı ile haber vermek şartıyla bakanlardan sual sorabilirler, bakan kısaca cevap verir, münakaşa yasaktır. Kanun tartışmalarında da kralın veya bir M.P. nin ismi geçemez.
Seçim 1911 den beri 5 yılda bir’yapılır; ancak meclis kendi kendini uzatabilir; iki Genel .savaşda seçimler böylece geri bırakılmıştır.
Vergi üç türlüdür: a) Vasıtasız (Gelir veraset, harç); b) Vasıtalı vergiler, gümrük zamları; c) Evin kirasına göre hesaplanan belediye masrafları, meselâ cn, lira
veren her vatandaş ne kadar su sarfe» derse etsin aynı su parsını verir.
Kralın mülkünü Devlet idare eder, ona karşılık kraliyete 4;5 yüzbin liralık bir irat verilir.
İNGİLİZ ANAYASASI
Anayasa (Constitution) hükümlerini ihtiva eden bir çok kanun oldu halde hepsini bir araya toplayan bir metin yoktur. Anayasa bir sürü kararnamede dağalmış bir haldedir. Hatta mütehasıs-l’1 ların dediğine göre (constitution)u tamg olarak bilen insan yoktur.
Anayasanın tam bir metini ve nihai bir şekli yazılmadığı için, hiç bir zaman maziden tam bir ayrlma, istikbal için kati bir nizam görülmemiştir.
Parlamento arada bir Anayasada değişiklikler yapar, bazan da eski şekle dönülür. Bundandır ki Ingilterede istikbal için teminatlı, kati ve kanunca kaçınılmaz kontratolar yapılamaz. Bir Fransız mukavelesi ile bir Ingiliz mukavelesi arasında bu cihetten esaslı farklar vardır. O derecedeki Lord Bryce “İngiliz Anayasası diye bir şey yoktur,, diyebilmiştir.
Vatandaşların Anayasaca tanınmış haklan ise yukardan verilmiş emirler, kararlar olmayıp aksine hususi ve şahsi meseleler için mahkemelerin verdiği yararların umumileştirilmiş şeklidir. Meselâ bir vatandaş Hükümet aleyhine bir konferans veriyor; zabıtaca yakalanıp mahkemeye sevkediliyor; yargıç “Adalet,, namına, böyle bir şeyin yasak olamayacağına karar verince, bu, aynı cins davalar için, esas sayılıyor ve böylece doğan anane bir kararname ile tes-bit edilince Anayasaya konferans serbes tisi giımiş bulunuyor. Yani özelden genele g.’diş var.
Sir John Sirn.on 1935 de bir konferansında: “Anayasamızda bir mantık eksiği bir şekil düşmanlığı, maziye büyük bir hüımet, kuvvetli bir realizm ve l,er-şeyin üstünde büyük bir itidal görülür, öyleki aklı selime aykırı olunca hiç kimse kanuni kaklarının tam olarak tatbikini isteyemez... Anayasamızı anlatmak bakımından büyük bir zorluk vardır, o-‘ da hakikati halde bir anayasamız olmayışıdır, diyor.
W. Churchillin işaret ettiği gibi Ana yasada en hayati değişiklikleri yapn ak için iki mecliste en küçük bir çoğunluk ve kralın kabulu kâfidir.
Parlamento ise hiç bir insan tarafından kurulmuş değildir. Kendi kendine gelişip anane, realizm ve itidal esalarıra dayanarak bugünkü şekline girmiştir.
—3—
Partilerin Sosyolojik Tahlili
Bugüne kadar kurulan partilerin si- 1 yasî cephesinden ziyade sosyoloji ilimi ı bakımından incelemek faydalı olacaktır.
Sosyoloji ilmine göre parti (bir İçtimaî sınıfın diğer sınıflar karşısında menfaatlarını korumak ve iktidarı eline almak için kurduğu teşkilâtır», demek oluyor ki, partinin vücudu; bir İçtimaî sınıfın menafiini diğer sınıflara karşı korumak ve bunun için de iktidarı eline almak veyahut iktidarını devam ettirmek için sosyal bir zarurettir. Fakat partilerin kuruluşu; son asırlara ait olduğuna göre, partilerin mevcut olmadığı devirlerde sosyal sınıflar menfaatlarını ne şekilde koruyor, ve iktidarlarını nasıl devam ettiriyorlardı?
İlk ve orta çağlarda dinî ve İçtimaî müesseseler - Delfi kâhinleri, mabetler idarecileri, olimpiyat oyunları tertip heyetleri ilh... - bu işi görüyordu. Daha sonraki devirlerde, bugünkü partilerin rüşeymi olan kulüpler baş gösterdi. Ezcümle İngiliz self goveı nement inkılâbında inkılâpçı parti rolünü İngiliz kulüpleri gördü. Fransız inkılâbında parti vazifesini kulüpler yaptı, ve Fransız inkılâbını jakobenler kulübü yürüttü. Rebespier diktatörlüğünü bu kulüplere dayanarak yaptı.
Bu kulüplerin itimadını kaybetmesi de, iktidardan uzaklaştırılmasına ve ha-yateaa mal oldu.
Tükkiye millî kurtuluş çıkışı müdafai hukuk teşkilâtına (yani partisine) dayanarak oldu. Bu misalleri daha çoğaltmakta pratik fayda yoktur.
Bir sınıfın idame ve bekası, partisinin kuvvetine ve idaresine bağlıdır. Paris komününün fecî akibetini, Fransız komünarlarınm sağlam bir plat-formda partilerini kurmamaları doğurmuştur. Keza Belakün komininin sukutu, partinin yanlış bir temele oturtulmasının-yani partinin mes’ul yerlerine sosyal demokratların getirilmesinin-eseridir.
Parti mademki bir sınıfın eseridir o halde, daima onun malı olarak kalması lâzımdır. Fazla kalabalık temini için gelişi güzel sempatizan sınıflara kapıları açmak hatalıdır.
Her sınıfın şuur derecesi ayni olma-’ dığı için, şuuru teşekkül etmemiş sınıflar-’grupların iktidarı ele almak için müş-beka ve inkişaflarını iktidarı ele almada , terek faaliyete geçme devresi:
O halde’partinin»kurulması bir İçtimaî zümrenin iktidarı ele almak için mücadelesini keskin bir hale getirmesi ve
görmezler; bu sebepten her içtimai zümrenin mutlaka partisi olmaz ve yine, her sınıftan her şahıs ayni şuur olgunluğuna malik olmadığı için, ayni sınıfa iktidara yaklaşması demektir, Osmanlı hattâ ayni sınıfın İçtimaî tabakalarına-dayanan muhtelif partiler de olabilir. Mesela İkinci dünya harbinden evvel
Bulgaristanda ve Yunanistanda muhtelif çiftçi partilerinin olması gibi..
Hukuk bakımından bunlar birer parti olmakla beraber içtimaiyat bakımından bunlar muhtelif "partiler değildir. Ayni sınıfın muhtelif devirlerde kurduğu partiler, hukukan müstakil ve ayrı birer teşekküldür; fakat, içtimaiyat ilmi bakımından bunlar'ayni- partinin devamından başka bir şey değildir. Meselâ bizde genç Osmanlılar, ittihat Terakki, Serbest Cumhuriyet partisi, ayni sınıfın yani tüccar sınıfının partisidir ve bir teakuptan, isim değiştirmekten başka bir şey değildir.
Bir kaç adamın bir araya gelip bir nizamname yapması ile parti hukukan teşekül etmiş olur, fakat ilmi bakımından asla!..
içtimaiyat
Yazan:
| Behçet ATILKAN |


İçtimaiyat; ilmine göre parti, bir İçtimaî zümrenin en son teşkilâtıdır. Partinin teessüsü, şirketler, cemiyetler., ilh, yo-lile idare etme terbiyesini; tezahürler, nümayişler, neşriyat ve matbuat münakaşaları.. ilh, yolile de mücadele terbiyesini alan bir İçtimaî zümrenin, tek kurtuluş yolu bulunan iktidarı ele alması keyfiyetinin gerekdiğini idrak ettiği 1 anda hakim sınıfın durumuna göre legaln veya illegal olarak vukua gelir.
Demek oluyor ki, içtimaiyat ilmine göre partinin teşekkülü şu üç merhaleden geçer.
I — Kapalı guruplar devresi: İçtimaî hayatın tenakusları, fabrikalarda, mekteplerde, mahallelerde... ilh, mevcut düzeni yer yer tenkide; bunları ıslıahı etrafında küçük ve müşterek çalışmayı kabul eden kapalı grupların doğması..
II — Kapalı grupların birleşmesi devresi: Bu esnasında tanışmaları birleşmeleri
grup içinde diğerlerinin erimeleri.
III — Parti devresi: Muhtelif birleşik
muhtelif gurupların faaliyeti birbirlerile karşılaşmaları, ve nihayet bir “zemin,, de veya en kuvvetli kapalı
muhalefet gurupları 1905 de Pariste birleşti. İttihat Terakki doğdu. 1908 de ihtilâlini yaptı. Bununla beraber partinin
kurulması için'-bu merhaleleri beklemek ve bu yolu takip etmek zaruri değildir. Zira parti, inkilâpçı hayatın eseri olduğu kadar ayni zamanda inki-lâpçı hayatın da müessiridir. Parti ve inkilâpçı hayatın arasında tara bir diyalektik mevcuttur.
I
Sosyoloji ilminin aydınlığı altında parti meselesini açıkladıktan sonra bu ilmin verdiği malzeme ile Türkiye realitesine bir göz atalım;
Bugün Hukukan teşekkül etmiş dör parti mevcuttur. Mevzuumuzu içtimaiyat ilmi bakımından ele aldığımız için, hukukî durum bizi ilgilendirmez. İçtimaî durumu tespit için, içtimaiyat ilmine göre şu noktaları tespit etmemiz lâzımdır. Bu partiler hangi içtimai zümrelerin menafiini temsi ediyorlar ? Bu içtimai zümrelerin « Şuur » ve « hareki-yel > dereceleri ne kadardır?
Dikkat edilirse, bu partilerin hemen hepsi sınıfların dışında, fakat sınıflı bir cemiyette sınıfsız Demokrasi zeminihde yükselmektedir. Bu itibarla bunlar hukukan ayrı birer parti olmakla beraber, içtimaiyat ilmi bakımındah âyhi sınıfın partisidirler. Aralarındaki fark, esasta ve zeminde değil teferruattadır ve bilhassa, bürokratik kadronuh kuruluşundadır. Şu hâlde bunlar, ayrı ayrı partiler değil; ancak iktidarı ele geçirmek hususunda birbirile mücadele eden ayni partinin bürokratik kadrosundan gelme ( Fraction ) lardır.
Hakikî parti, ancak Türkiye’nin ge niş « çalışan > sınıflarına, yani ülkemizin ekseriyetini teşkil eden çiftçi ve işçisine dayanan bir parti olabilir.
Bu içtimaiyat ilmine göre sınıflar üstü bir Demokrasi zemini üzerinde yükselen bir parti değil halk ekseriyetini kucaklayan ( köylü ve işçi partisi > olabilir.
Böyle bir parti’nin vücüdü, içtimaiyat ilmine nazaran zaruridir ve elzemdir. Zira Türkiye’de; 1848 de Panteon üzerine bu ideal bayrağı diken Şinasi ile « Çırağan Sarayı ihtilâli » adı ile anılan ilk işçi ihtilâlini idare eden Ali Suavinin temelini attıkları ve birinci Dünya harbinde Nüzhet Sabit tarafından geliştirilmiş olan bu parti anlayışının inkilâpçı mücahitler tarafından bugünkü Dünya şartları istikametinde yeni bir hayat sahasına ulaştırılarak resmi bir teşekkül halinde kuvveden fiile çıkarılmasını sosyolojik ve- hayati bir zaruret olarak görmekteyiz.
4
Kuşa Çevirdiler
Hürriyet ve Müsavat üzerine kısa paragraflar
Haşan TANRIKUT
Aziz Nesin
Amerikan gazeten yazılardaki mü-rettip, müsahhih, makine ve sair hataları, binde sekize kadar, ^tecvizi hata dahilinde kabul ederlermiş. Yani bin kelimenin IJiçinde^sekiz kelime hatalı çıkarsa okuyucu afveder. Bundan fazlasına okuyucunun tahammülü yok.
Avrupa gazeteleri biraz daha müsamaha ile, yüzde bire kadar hatayı kabul ediyorlar.
Kitaplara gelince;'; bunda hataya ne şekilde olursa olsun müsamaha edilmiyor. Altı yüz sayfalık bir kitapta tek yanlış bulunmuyor. Gazete ve mecmualar, mevkut olduğu için, aceleye gelip gözden kaçan'^hatalar - olabiliyor. Halbuki kitap, rahat rahat tashih edilip hatalardan temizlenebiliyor.
Bize gelince; eğer bir gazetenin içinde bin kelimeden sekiz tanesi doğru çıkarsa ne mutlu...
Eski kitaplarda, meselâ üç formalık kitabın arkasında bir forma da hata, sevap cetveli vardı. Bu yirmi beş sene evvelki itiyadın değişen tek tarafı “hata -sevap„ yerine, “doğru - yanlış,, lafının kullanılması. Yirmi beş yıllık bütün ilerleyişimizi bununla kıyas edebiliriz, işin laf tarafı.
Bunu da kabul edeceğiz ama, bu düzeltme formasında olsun yanlış olmasa. Okuyucu ile alay eder gibi, bu düzeltme formasında da, yine bir formalık yanlış.
Bir kitapta, yanlış bulunması kimin Suçudur? Sırasile, muharririn, tabi’in mürettibin, müsahhibin, makinistin ve dairenin.
Binaenaleyh bu suçun cezasını da Sırasile bunların çekmesi lâzım gelirken, okuyucuya çektirirler. Çünkü, kitabın sonuna konan düzeltme cetvelimin de dizgi, baskı ve kâğıt parası yi-nU Okuyucunun cebinden çıkar.
Meşhurdur, bir gazetenin birinci sayfasına iki resim koyarlar. Resmin biri, büyük adamlardan birine ait, biti de Karacabey harasında damızlık inekleri gösteriyor.
Büyük adamın resminin altında şu yazı:
Karacabey harasında damızlık bir inek.
İnek resminin altmada da meşhur adamın ismi. BuDİar gibi affedilmez gaflar yapılagelmekte. İşin komik tarafı olduğu gibi, acıklı tarafı da var.
Muharrir yazısını verir. Evvelâ sekreter bir budar, mürettib de vazifesini büyük ihtimamla yaparak yazıyı içinden çıkılmaz bir halde müsahhihe ve-
Din müessesesi dünya saltanatını hükmedenlere bırakarak ahiret saltanatını
yoksullara, fakirlere ve ezilenlere vaad ediyor. Dünyada eşitliğe ne lüzum var? Allah nazarında fakir, zengin herkes eşittir ya bu yeter... Çünki asıl olan e-şitlik budur, öteki hiçtir. Bu kadar kuvvetli, bu derece işe yarar bir propagan-l daya her devrin hükmeden sınıfı nasıl I başı üstünde yer vermesin? Prudhon E din müessesesini “ahlâka en aykırı mü- ,ı essese,, olarak ilân ederken elbette kök-} lü bir hakikate temas^ediyordu. “Servet ve Fazilet,, adlı tezimde ayni meseleye başka bir cepheden dokunmuştum. Din re-el olan eşitsizliği olduğu gibi kabul e-diyor, bundan yüzü kızarmış olacak ki hemen “Tanrı nazarında eşitlik„i ortaya atıyor. İşte devrin hakim sınıflarına hizmet eden de yüz kızarmasına dayanamayarak ortaya attığı bu sonuncu fikirdir. Böylece ezilenleri teskin ezenlere dünya nimetlerini garanti etmiş oluyorl
P — Hürriyet verilince müsavat; müsa vat verilince hürriyet elden gidiyor, dü-J şüncesi zamanımızda bir çok kimselercg son derece parlak bir fikir olarak görünüyor. 1789 hürriyetten yola çıkarak müsavatı sağlamağa teşebbüs elti. 157 yıl-danberi müsavat hürr.yete çiğnetiliyor. 1789 tecrübesi tarihi kadro içinde büyük bir ilerlemedir. Fakat bugünün sosyal kadrosu 1789 u çok, pek çok aşmış bulunuyor 1789 u tam tersine çevirerek hürriyeti müsavattan çıkarmak demesini 1917 denberi yapılıyor. Hüriye-tin, müsavatı bozan bir vasıta olarak kullanılmasına elbette meydan verilmemelidir. Müsavat, hürriyeti bilkuvve ihtiva eder, hürriyetin, müsavatsızlığı bil* kuvve ihtiva etmesi gibi.. Dikkat edilsin ki hürriyetten söz edenler daima «ekonomik hürriyet» demek isterler. Bu hürriyeti vermezseniz, öbür hürriyetin onların gözünde hiçbir değeri kalmaz. Bütün bu hürriyetlerle hep bir ve aynı şe.
rir. Musahhih de meharetini gösterir, yazıyı arap saçına çevirdikten sonra iade eder, Makinist de ihmal etmez, satırları birbirine karıştırır, makineye sürer. Bilmece gibi yazı, okuyucuya sunulur. Anlıyan beri gelsin... Sonra u sata münekkitlere mevzu çıkar.
Bu yazıları hiçbir zaman, muharrir yazmamıştır. Yahut muharririn yazısını kepaze etmek için hep birden söz vermişlerdir. O kadar ki, bu yazılarını muharrirleri bile tanımaz.
“Uçtu, Uçtu„ diye geçen hafta bu şutunda yazdığım yazıyı kuşa çevirmişler. Bu yazının akıbetini de Allah korusun okuyucularım.
yi, çok para kazanmayı kastederler.. Yine dikkat ed.niz ki müsavattan söz
edenler daima «ekonomik müsavat» demek isterler. Ekonomik hürriyetle birlikte yürütülmesine çalışılmış olan hukukî müsavat ne kadar acıklı ve çirkin neticeler doğurmuşsa; ekonomik müsavatla beraber yürüyen hukukî hürriyet de o kadar sevinçli ve güzel neticeler doğurmuştur.
«Sosyalizmin müsavat dediği şey sınıf imtiyazlarının kalmasıdır. Bunlardan fazlasını yani fertler arasında müsavat istemek, saçmalıktır» sözü Engels’indir.
P — Ekonomik eşitlik içinde bulunan insanların kendilerini hür hissetmeleri imkânı, ekonomik eşitsizlik içinde
(»bulunan insanların kendilerini hür hissetmeleri imkânındanjdaha manalıdır, ikinci şıkta insanın hal ’ve istikbali, tahsil ve sıhhati eline geçen paranın miktarile kayıtlıdır. Böylece insanlar kendilerim «sosyal kaderin oyuncağı» olarak sayarlar. Birinci şıkta insan eline geçen para
ile kayıtlı olmayıp hal ve istikbali garanti altına alınmıştır. İnsan, kendini ka-zancile hudutlanmış olarak his ettiği nis-bette hürriyetten (yapabilmekten) mahrum bir köle; aksine, hayatını kazancile hudutlanmış h i s etmediği nisbette de efendidir. Sosyalizmde yapabilmek hürriyeti, liberalizmde mütemadıyan yapamamak ve mütemadiyen bundan şikâyet edebilmek hürriyeti vardır. İnsanlık 157 sene «hür» dür ve 157 senedir bu hürriyeti şikâyetlerini dökmek için kul* tanıyor. Hürriyetin tekâmülünden doğan müsavat^(l) bundan başka bir,şey yapa- j mamış olduğuna göre; müsavattan do*u ğan hürriyete bel bağlayabiliriz..
P — Hürriyet bugününden ve yarınından emin olan insanın duygusudur. Bu duygudan mahrum olan liberal sisteminin insanı hür! dür, çünki sonsuz tatmin edilmemiş duygularla dolu olan benliğini boşaltmak suretile daha az-tehlıkeli bir hale gelmesi liberal sistemin menfaati iktizasıdır. Aksı taktirde o sosyal b.r maraz halini alacak, ihtilâl denilen tufanla liberal sistemi boğuvere-cektir. Böylece liberal hürriyetçilik, hem efendilerin cebini dolduJmak; hem sefiller kitlesini ruhan tedavi etmek gibi çift kıymetli bir hüner, benzersiz bir deva ve efsunudır..
P — Liberal sistemin insanı bugün e yarınından daima şüphede, şasyal kaderin elinde oyuncak, daima yapamayan fakat daima «yapamıyorum» diye bağırabılen bir ihtibaslar mahlûku, sosyal bir marazdır.. Böylece reel hürriyet artık hangi taraftadır bulabilirsiniz. Hürriyetten gelen müsavat ne kadar sahteyse; müsavattan gelen hürriyet de o kadar hakikidir.

DÜŞÜNCE SERBESTLİĞİ
ÂDİLOĞLU
“İnsan düşünen bir hayvandır* sözü ile şüphesiz ki Sokrat tam bir tarif yapamamıştır. Eğer “insan yumruk al-“tında düşünmeden hoşianmıyan hayvandır* deseydi tarifi doğrultmuş ve temam etmiş olurdu.
Dünyanın neresinde olursa olsun fikri gömmeye ve zincirlemeye heveslenen gafiller unutmasınlar ki, vicdanlarla beyinler, tabiat yapısının insan e-liyle fetholunamaz iki muhkem kalesidir. Bu kalelerin kurduğu paha biçilmez hâzinelerin adı ise: İstediği gibi inanma ve düşünme hakkıdır.
- Yeryüzünde mukaddes saydığım hiç bir mefhum yoktur ki, benim gözümde ^bu haktan daha mukaddes olabilsin! Harcanması en zor sandığımız hayat bile onun uğruna pek kolayca harcanabilir. Bunda tereddüde düşenler olsa olsa alçaklar ve soysuzlardır. İnsan ne kendisinin, ne de başkalarının inanç ve düşünüş haklarına el sürülmesini istemediği müddetçe hür ve namusludur. Çünki haysiyet ve şerefimizin varlığı ancak onun varlığıyle mümkündür.
Zincir şakırtılariyle, hürriyet şarkılarından birini tercih etmek mecburiyetinde kalmış olanlardan şarkıları dinleyip, şakırtılara kulak asmayanlardır ki bütün unsurların gözünde mabutlar ve ilahlar mertebesine yükselmişlerdir.
Başkalarının inanma ve düşünce hürriyetine saldırmak isteyenler her şeyden önce kendi hürriyetlerini inkâr etmiş olurlar. Çünki her tecavüz yeni bir tecavüzün örnek ve göreneğidir. Fikir hürriyetinin akış ve yapılışını bugüne kadar hangi set durdurabilmiş ve hangi zincir onu mıhlayabilmiştir? Ve kim buna muktedirim iddiasiyle ortaya çıkmıştır da hüsran ve hacaletten başka bir netice olabilmiştir.
Namık Kemalin:
(Çalış idraki kaldır muktedirsen âde-miyetten) mısraındaki uçsuz, bucaksız hürriyet felsefesi tek taraflı hürriyet müptelâlarını düştükleri dalâletten kurtarabilir sanırım.
Dilediği gibi düşünme ve inanma serbestliği bütün ömrünce vatandaşlarına öğretmeğe çalışmış olan en büyük Amerikan demokratı Abraham Linkoln’e “hür olan her memleket benim vatanimdir* dediği zaman, hiç bir vatandaş gücenmemiş, aksine olarak herkes derin bir saygı duymuştur.
Aklın ve vicdanın köleliğinden hoşlanan vobazlığı ve her çeşit softalığı paçasından tutup sınırlarımız dışına fırlatmadıkça Türk demokrasisinin
o o- o-o -o o
DE
V L E R i I


Çok, çok eski zamanlada bundan yüz milyonlarca yıl evvel, dünyamız henüz bilginlerin “İkinci Devir,, adını verdikleri çağlarda iken, yer yüzünde bir takım kocaman,korkunç devler yaşamakta idi. Bugün bildiğimiz hayvanların çoğu o zamanlar daha ortada yoktu. Canlı yaratık olarak denizlerdeki balıklar, bir çok kuşlar, pek küçük bazı memeli hayvanlar ve kurbağalar vardı. Bir de bu söylediğimiz devler. Bunlarda çeşit çeşitti. Boyları sekiz on metreden tut da, yirmi beş metreye kadar olurdu. Kimisinin kalın, pul'pul, sırtı dikenli derileri, küçük bir oda büyüklüğünde başları, bir adam’boyu dişleri ve boynuzları, kimisinin dört beş metre uzunluğunda bir boynun ucunda küçücük başları vardı. Hemen hepsinin kuyrukları uzun, pençeleri tırnaklı idi. Sürüngen hayvanlar soyundan olan ve damarlarında sıcak kan dolaşmıyan bu devler loş ormanlarda sulak, bataklık yerlerde yaşarlar, ot, et ne bulurlarsa yerlerdi. Tembel oldukları için çok kere karınlarını ormanlarda, sularda, su kenarlarında ölüp kalmış olan hayvanların leşlerde doyururlardı. O zamanlar çoğu ağaçlarda yaşayan memelileri ya-kalıyabilmek için arka ayaklarının üzerinde doğrulurlar, uyun boyunlarını dalların arasına uzatırlardı. Onlara kay-gusuz ve ralıat yaşamak imkânını veren ne cesaretleri, ne de zekâları idi. Sadece dev yaratışlarına dayanarak etraflarını kasıp kavuruyorlardı. Bir yerde göründükleri zaman bütün canlılar
ordan kaçışır, balıklar suyun derinlerine kuşlar göğün maviliklerine, öteki hayvanlar ağaç kovuklarına, inlere dalarlardı. İlk bakışta yer yüzünün bu ten-bel fakat zalim, bu aptal fakat kuvvetli, bu korkak fakat doymak bilmez devlerden kurtulacağı akla bile gelmezdi. Su-
lar onların, karalar onlarındı. İlerde zekâ ve bilgisiyle bütün varlıklara hükmünü yürütecek olan insan, henüz, yapraklar arasında ürkek ürkek dolaşan ve yere çekine çekine inen avuç içi kadar bir memelinin cevherinde saklıydı, gelişme ve yayılmasını asla sağlayamayız.
Türk gençliğinin ve her Türk vatandaşının göğsünü kabarta kabarta bütün cihana söyliyebileceği en güzel söz şu olmalıdır: Benim memleketimde akıl ve vicdan hürdür. Ben, dilediğim gibi düşünmek ve inanmakla övünürüm! Düşünüş ve inancı benimkine uymayanlara da saygı gösterdim. Çünkü hürriyet. Türk milletinin müşterek malıdır ve o, kimsenin has bağçesi değildir!
BİR T A B İ A
İşte böylece, bir zamanlar k görünen, yeryüzünden silinip git bu devlerin şimdi sadece bataklı zelerde iskeletleri ve masallard tıraları kaldı. Çünki hayatın d istiyordu.
SABAH Al
Rakipsiz ve kaygusuz sahip oldukları bu dünya üzerinde battal vücutlarıyla ağır ağır dolaşan, ara sıra bir leşi paylaşmak yüzünden birbirleriyle boğuşan, yirmi tonluk gövdelerini doyurup beslemekten gayri dertleri olmıyan bu mahlûkların ne günlerinden, ne geleceklerinden korkuları vardı. Dünya onları beslemek, onların rahat ömür sürmelerini sağlamak için kurulmuştu.
Ama yer yüzünde hiç bir şey, ne kadar uzun ömürlü olursa olsun, sonsuz değildir. Milyonlarca sene ortalığı ka-
Küçük An
PABI.AMICNTAK1ZM: İngiltere, Fransa ve daha bazı memlekeüerdc hükümetin hâkimiyetini temin etmek üzere kurulmuş, bir sistemdir.
Görünüşte, hükümet, parlâmentonun karsısında mes’uldür. Mesela: Herhangi bir mesele karsısında, hükümeUn İleri sürdüğü tekilli kabul etmeyip itiraz ederse, başka bir hükümetin, yeniden İntihap edilmesi lâzımdır.
Halbuki, hakikatten, hükümet, parlâmentonun,, emrinde değil, parlâmento onun emrindedir. Parlâmentonun ilk mücadelesi, mutlakıyete, yani krallığa karsı İdi ve bu hal on dokuzuncu
asra kadar devam etmiştir. Ondan sonra vaziyet tamamen değişmiştir 1914 - 1918 emperyalist muharebesinin arifesinde parlâmento kriz geçirmeğe başlamıştır. Kendi kuvvetinden emin olmıyan bu İstismarcı sınıf, teröre .seçerek, bir cok memlek». lerde İsçi sınıfının teşkliâUarını dağıtmaya koyulmuştur. İste faşizm adını taşıyan sistem de büduf. ' ,
REFORMASYON: Islahat, «lyast veya dini İleri hareketler, lı> mcı asırda katollk birliğini kıran ve kilisenin görenekliklere dayanan İnanışlarına karşı Itaatsızlığa başlayan katollk ve Protestan hareketleri. >
Ingiltecenin secim reformları. Türklyedekl Tanzimat, Bazı siyasi partilerin bugünkü İçtimai rejim üzerinde yanmak istedikleri köklü ıslahat.
SOSYAl İZM: içtimai servetlerin ve büyük İstihsal vartalarının halkın müşterek ve içtimai mülkiyeti haline konması gayesini'atiden içtimai ıslahat sistemi. Zıddı İndlvlduallsmo, yani fel elliktir
Mülkiyet meselesi karşısında sosyalizmin aldığı sekiUer »unlardır: 1) Her tiirlü lstihs-al Vî-»italarının derhal veya derece, derece arzu veya zorla halkm müşterek malı haline getirilmesi, yani içtimaileştirilmesi, yeni tâbirle millileştirilmesi, millet malı haline konması, 2) Bütün mal larda ortaklık usulüne dönülmesi, yâni istihlâk mevzuu olan her şeyin sosyal İze edilmesi, 3)
r MASALI
ÖL ÛMÛ\
/Q(OOO>Ox0(>0D0>
dretlerine son yokmuş gibi acaklari akla bila galmiyen darda tek tük kemikleri, mü-korkunç, fakat zararsız ha-rdurulmaz akışı bunu böyle
TİN ALİ
sıp kavuran, uçsuz bucaksız dünyaya kayıtsız hükmeden bu devlerin de sonu göründü. Tabiat ve hayat şartları, önüne geçilmez sebeplerle değişmeğe başladı. Bu birden bire olmadı. Belli belirsiz kendini gösteren bir kuraklık, insan aklının zor kavrayacağı kadar uzun yıllarda, bu devlerin rahat, yumuşak yurtları olan bataklıkları, sulak yerleri kuruttu. Bol yaprakları loş ormanları seyrekleşti. Yeni şartlara uymasını bilen, yaradışları buna müsait olan mahlûklar yeni yeni gelişmelerle çeşitlenirler, üzer-
B 3 k II © p @ dİ i
Hem lstlhs il, hem istihlâk vasıtaları üzerinde hususi mülkiyetin kaldırılması, yani emekllk ve istihlâk eşyasının herkesin kabiliyetine ve herkesin İhtiyacına «öre paylaşılması.
Bu sistemlerden birincisi ihtilâlci veya ıslahatçı koljektlvlzm’dfcr. İkincisi, İpUdal hıristl-yanlıkta ve bazı İslâm tarlkatlerlnde rastlanan sekil, Ucüncüsü komünizm'dir.
Bu üc sistem arasında lıüktkmet sosyalizmi, devlet soSy dlzmi, yani etatlzm gibi sosyalizm ıslahatını devlet vasıtasile başarmak gayesinde olanlar da vardır.
Hıristlyvn sosyalisUlgl: Önceleri mevcut olan «korporasyon — esnat birlikleri» ne katolik kilisesinin yardımile dönmek.
Zirai sosyalistlik, küçük zirai mahiyetle İn, C-lfUlklerin cemiyete mal edilmesi. Bugünkü bütün sosyalist partilerinin, yani intilâlcl, ıslahatçı, mllliyetçlç ve hırlstlyan bütün sosyalistçe düşünüşlerin hareket, beraberlik ve ayrılık noktalan hep ana prensiplere dayanır.
Her şeyden önce bütün sosyalist doktrinleri fertçiliğe ve liberal iktisatçılığa karsı koymakta beraberdirler. Hepsi de sermaye ve gündelikçilik kaldırılmasını güderler. Fakat kommünlzm her türlü mülKlyeti halkın müşterek malı kılmak ister Kollektivizm ise yalnız istihsal üzerinde kurulmuş olan hususi mülklyeUn kaldırılmasına taraftır. Zirai sosyalizm ise her türlü gayri menkul ve toprak mülkiyeti ve zirai istihsal vasıtaları üzerindeki mülkiyetin kaldırılmasını talep eder. Bütün nazarı ihtilâflar yavaş yavaş bir nok tada birleşmektedir. O da her türlü büyük istihsal vasıtaları üzerindeki hususi mülkiyetin İçtimai mülkiyet haline getirilmesidir.
Bugünkü modern sosyalizmin kaynaklarına on sekizinci asır felsefesinde bühassa «küçük pareâlâra ayrılış» nazariyesinde rastlanır,
Fransız ihtilalinde Baböf, restorasyon devrinde Sen simon Furye, Prudon tarafından izah edilen sosyalizm 1848 de Kari Marka ve «ng-ls
ierken, bu canavarlar, dev vücutlarının aradığı bol rutubeti bulamıyarak birer birer kırıldılar. Kuru çöllerde, bir yudum yaşlığa kavuşmak için dolaştılar, koştular, süründüler ; ellerine geçirebildikleri hayvanların sıcak, kırmizı , kanlarını, kendi aralarında boğazlaşıp birbirinin damarındaki ^renksiz, soğuk, koyu ıslaklığı içtiler. Zayıflıklarını hissettikçe, eski saltanatlarının yıkılmıya, ömürlerinin sona ermiye yüz tuttuğunu anladıkça vahşilikleri arttı. Kendi yumurtalarını, kendi yavrularını bile parçalayıp yediler. Kokmuş, çamurlaşmış su birikintilerinin başında, birbirleriyle boğuşup yüzlercesi birden öldüler.
Fakat hayat durmadan akışına devam etti, yeryüzünden izleri bile silinen devlerin bir zamanlar hüküm yürüttükleri yerlerde yeni canlılar türedi, o mini mini memeliler gelişti, hele onların vücutlarındaki küçücük, yumuşacık bir parça, beyin dedikleri beyaz bir yığın, git gide- kudretini arttırdı. O devlere kıyaslanınca bir solucan kadar küçük kalan bir mahluk dünyaya pençeleri dişleri ile değil, kafası ile hâkim oldu. Bulanık hatıraları, çeşitli mahlukların on binlerce nesellik değişmelerine ^rağmen, bilinmeyen yollardan bize kadar ulaşan bu devlerin varlıklarını bile o meydana çıkardı. Uçsuz bucaksız bir araştırma, bilme isteğiyle- her yerleri kurcalayıp eşelerken onların nasılsa çürüyüp yok olmamış kalıntılarını buldu. Hayalinde onların şekillerini canlandırdı. Onlara çeşit çeşit isimler taktı. Şurdan burdan topladığı kemikleri oyuncak gibi bir araya getirdi ve seyretti.
İşte böylece, bir zamanlar kudretlerine son yokmuş gibi görünen, yeryüzünden silinip gidecekleri akla bile gel-miyen bu devlerin şimdi sadece bataklıklarda tek tük kemikleri, müzelerde iskeletleri, ve masallarda korkunç, fakat zararsız hatıraları kaldı.
Çünki hayatın durdurulmaz akışı böyle istiyordu.
tarafından bir İlim haline getirilmiştir. Bundan sonra sosyalizm büyük gelişmeler yapmış ve üc öentemasyonal» meydana getirmiştir.
Sosyalist inançlcarı, dünyanın her tarafında siyasi partiler halinde parlâmentolar, hükümetlere sokulmuş ve nihayet dünyada ilk defa olarak Lcnln trafmdan yüz elli milyonluk bir kitle üzerinde tecrübe ve tatbik olunmuştur.
I
• «
NOT: Mecmuamızda, * * İki yıldız taşıyın bütün yazıların Esad Adil Müstecablıoglu tarafından yazıldığını bazı okuyucularımızın sorularına cevap olarak bildiririz. GÜN
Vatan Sevgisi
Haşan TANRI KUT
Ahlâk gözüyle sevgi - cinsi sevgi şu anda mevzvbahs değildir. Nefsimizden gayri bir şey için yapılan fedakârlıktır. Şu halde en büyük fedekârlık en büyük sevgiyi ifade eder. Vatan için en büyük fedakârlığı kim yapıyorsa vatanı ençok o seviyor, en hakiki vatansever odur. Fakat fedakârlı hayatında kolayca sarsıntı husule getirmeyecek şekilde yapanla, hayatında sarsıntılar hasıl olarak yapan arasında derin moral fark vardır. Birincininkine fedakârlık demek kabil değildir. Çünkü fedakârlığın ahlâki manası, nefsimizi bir takım şeylerden mahrum ederek vatan yolunda güçlüklere katlanmayı ifade eder. Verğisini kolayca verebilen, askere gitmekle işi yıkılmayan adamın vatani vazifeyi ifa edişinde «moral» hiç birşey yoktur. Fakat bu ödevleri ekmeğinden, rahatından, çocuklarının ve ailesinin geçiminden keserek yapan vatandaş “Vatanî vazifeleri ifa için,, nefsini mahrumiyete sokuyor, binaeleyh tam ahlâki bir ful yapmış o-luyor. Zengininki yalnız hukuki kanunî bir fiildir. Bu yönden bakılarak: Vatanî gerçek olarak seven kimdir? sorusu tereddütsüzce: “Halk!,, cevabını alır. Vatanî vazifeler şüphesiz kanun çerçevesi dahilindedir. Bu zengin için olduğu kadar, halk için de böyledir ve burada mevzubahis olan kanun çerçevesi içinde hangi sınıfın daha ahlâkı bir fiil gördüğüdür. Böylece halkın vatan sevgisi hayat ve zarurî realitelerden yapılan fedakârlıklara dayandığı için tamamile re-el, mahiyetinden şüphe edilemez bir vakiadır. Halkı vatanını sevmemezlikle
-itham etmek cesaret ve küstahlığını hiç __bir şahsın gösterememiş olması bu mu-^azzam realitenin basası sayesindedir.
Bu öyle bir hakikat, öyle apaçık bir ^hakikattir ki üzerinde fazlaca durmak 2bile tuhaf olur. Demokrasinin gayesi tepeden tırnağa kadar vatan sevgisinden ibaret olan halkın haklarını tanımaktır.
Vatanî vazifelerini yapan rençper, işçi, küçük memur_ve esnaf, münevver ahlâkî-hukukî bir yoldan vatanseverliklerini elle tutulur, gözle görülür hale getiriyorlar: Katlanarak veriyor, fedainefs yapıyor, şu halde gerçekten seven o-dur. Vatan işlerinde yine bunun içindir-ki hak onundur. En büyük vatanperver halktır; dâhi yurt severler daima halk çocuklarından doğmuştur.
Memleketin, demokrasi sahasında inkişafını yapmakta olduğu şu sırada bütün poltık endişelerin dışında bir kültür dergisi olarak intişar eden “gün,, böyle bir halk kültürünün müdafaasını yaptığı için “aşırı servet ve refahn şimarttığı,, beyzadelerin hücumuna, iftirasına uğramıştı. Vatan vazifeleri için en çok fedakârlığı kim yaparsa vatanı en çok o sever. Daima en açık alın ve en kati ifadeyle konuşabiliyorksa bu vatana o-lan reel, şüphe kaldırmaz sevgimizden-dir. Vatan için icabında en ön safta vuruşmaya koşacak olan yine bıziz, parayla her mesuliyet ve vaziyeden sıyrılan beyzadeler değil!
Edebiyatımızda Halkçı Gelişmeler
Yazan : Dr. Ziya OYKUT
Son yıllarda Edebiyatımızda ve her türlü Güzel Sanatlar kolumuzda Halkçı bir gelişme, kendini kuvvetle hişsettir-mektedir. Bu halkçı gelişmenin, son zamanlarda moda'olan, eski halk motiflerini kopya etme teşebbüsünden başka bir şey olmayan, -türedi koşmacılıkla bir ilgisi yoktur. Düzme bir İsviçre dönmesi Köy dekoru içinde, Kezban’laştırıl-mış, Recep’leştirilmiş, tatlÇsu frenklerinin Türk Köylüsü ile ilgisi olmayan maceralı, romantik hikâyelerinin, halkçı edebiyatımızla hiç bir ilişiği de bulunamaz. Bizim müşahede ettiğimiz gelişme, Halk edebiyatının yüzyıllarca birikmiş eski kiymet hazînelerinin, ileri bir kütür ve halkçı bir dünya görüşü içinde yuğurularak, mana ve muhteva bakımından tamamiyle yepyeni bir terkip olan Halkçı edebiyatımızdır. Bu gelişme hızını ve kuvvetini, geri bir ortaçağ ni-zamlanışı içinde bir ümmet hayatı yaşayan Osmanlı saltanatının Halk .düşmanı köklerini kazıyarak / Hakimiyet Milletindir > formülünü hayata geçiren, Halkçı, Demokratik ^Cümhuriyet .inkılâbından alır... Tabiiki, Derebeylik nizamından başka bir şey olmayan, ^skolastik bir dünya görüşünün bulanık gözlükleriyle cihana bakan, Osmanlı İmparatorluğunun fikir kadrosunda, «Halk’ın yeri olamıyacağı gibi, ileri bir dünya görüşü de yer edemezdi. Nitekim OsmanlI sarayının resmî edebiyatı olan Divan Edebiyatı, N E F î'nin diliyle pek alâ bir Halk düşmanı görüşü for-mülleştirmişti: ( Türke Hak çeşmei irfanı haram etmiştir..» Burada ( Türk » bu iğrenç mısraı söyleyeninbgörüşü ile ( Kaba İnsan » , ( Köylü Adam > manasına gelen tertemiz Anadolu Halk’ın-dan başka bir şey^değildi. O «Anadolu insanı » ki, yüzyıllar boyunca, doymaz saltanatı beslemiş, kendisine « İrfanı haram kılan» Divan edebiyatının dalkavuk şairlerine «İhsan» hazırlamıştı!...
Buna karşılık Saray jıüfuz ve tesirinden uzak serazad dağ başlarında Halk Kitleleri kendij öz edebiyat*ve musikisini yaratıyordu: ( Ferman Padi-şah’ın Dağlar bizimdir» mısranı yanık ve içli bir türkü halinde söylüyordu işte I.. Anadolu insanının _ Saraydan çektiği iztırap bu ağızlarda ve bu seslerde ifadesini buluyordu. Fakat bütün yetişme imkânları elinden alınmış. Saray ve Derebeyi unsurlarının-elinde basit birer sağmal sürüsü haline getirilmek istenen Halk Kitleleri bütün bu içli duyuşlarına rağmen, fikrî - • gelişmelerini sağlayamıyor, esas istikametini bulmaktan uzak kalıyordu. Ve bu arada Divan
edebiyatı alabildiğine inkişaf eden bir DALKAVULUK edebiyatı halinde «Maksutjıemen sadrı keremkâra’sena-dır» diyerek, bir dilenci düşüklüğü i'.e ihsan beklemekle meşguldü. Saray mensuplarından.
Cümhnriyet inkilâbından^sonra, edebiyat ve sanatımızda büyük bir değişme oldu: Saltanatı deviren Anadolu insanı yeniden değer buldu, Halk kitlesinin yüzyıllarca çalınan değerleri, red edilen kıymetleri iade olundu. Fikir ve edebiyatımızda halkçı bir görüş, Halka doğru yükseliş kendini gösterdi. Müs-bet bir gelişmenin ilk merhalesi bu suretle tamamlandı. Halk kitlesinin hayatî dertleri, yaşama şartları, eski halk edebiyatı hâzinelerinin süzgecinden7geçtik-ten sonra sanatkârın, halkçı, inanmış sanatkârın sahip olduğu ileri kültür hamulesi içinde yuğurularak, halkçı yeni eserler meydana atılmıştır.
Bu arada bazı eserler halkın büyük dertlerini anlatmakla birlikte, ele aldıkları tipler bakımından, ümitsiz bir karanlık içinde, bedbin edici bir son’la bitmektedirler. Halbuki cemiyet daima iyi ile kötünün, ileri ile gerinin, haksızla haklının çarpıştığı, tezadlarla dolu bir savaş meydanıdır. Bu meydan içinde yıkılan, her gün bir az daha çöken, haksız kiymetlerin ve müesseselerin yanında, hergün gelişen yeni ve ileri kiymet ve müesseseler de birlikte yaşamaktadırlar. Ve aralarında bitmez tükenmez bir mücadele vardır. Romancı ve sanatçı, cemiyeti bir bütün halinde ve bütün tezadları ile canlandırırken, bu oluş ve çöküşlerin de hikâyesini yapmış olur. Çöken bir cihanın yanında, çürüyen kiymetlerin yanında bir doğuş, serpiliş ve oluş’un kendini göstermesi, eserin bedbin ruhunu tamamiyle ortadan kaldırır; aydın ve ümitli bir. eser haline getirir.
Fakat bütün bunları bir bütün halinde canlandırabihnek, ancak cemiyeti bir bütün halinde idrâk edebilmek, bir bütün halinde sistemli kavrayabilmekle mümkündür. Çarpışan kiymetlerin, İçtimaî oluştaki yerini tam bir isabetle, tarihî şanslarının üstünlüğüyle tayin edebilmekle mümkündür. Arasıra edebiyatımızda görülen Eski-Yeni münakaşası, iki zıd görüş çarpışmasından başka bir şey değildir. Sanatı cemiyet için bir vasıta olarak gören gençler, artıkjmü-nakaşa ve lafı bir tarafa bırakmışlar, eser vermekle meşguldi rle.;/bu mesut karar daha şimdiden kütüphanelerimizin raflarını doldurmağa başlayan hakikî halkçı eserlerin sayısını artıracak, hem de
İspanya Şarkıları
En büyük demokrat romancı ve şairler yıllardır ■spanya meselelerinde cephe almıştır ve pek mühim eserler m aydına getirmişlerdir. Bir iki tanesini hatırlatalım: E. Hcmingway, A. MalrauX, A, Koestler, Aragon . . .
Biri Fransız, biri Amerikalı iki şairin ISpanya için yazdıklarından birer nümune verelim :
İSPANYA
İspanyada kan boyalı bir ağaç varsa Hürriyetin ağacıdır.
İspanyada açılan bir ağız varsa Hürriyetten bahseder.
İspanyada bir bardak saf şarap varsa Halktır onu içecek.
Paul Eluard
1 sp ah ya ölû le rı
Buna bir cevap verilecektir.
Gözyaşlarına cevap verilmedi, buna verilecektir.
Gözyaşları cevapsız kaldı
Madrid, Barsölon. Valans’m gözyaşları
Kan cevapsız kaldı
Güernika, Badajoz, Almeria’nın kanı.
Yüzlerde gözyaşları kurudu.
Kumda kan kurudu.
Gözyaşları ve kan cevapsız kaldı.
Buna cevap verilecektir.
Güernika erkekleri konuşmuyor diye
Almeria çocukları sessiz diye
Badajoz kadınları dilsiz diye
Gırtlakları kanla tıkalı
Sesleri yok diye
Konuşmuyorlar, artık hiç bir zaman konuşmı-y ocaklar Ve Almeria çocuklar susuyor
Kımıldamıyorlar, bu çocuklar artık hiç bir zaman kımıldamayacak. Vücutları çatlak kemikleri çatlak ağizları da Öldüler diye dilsizler diye sessizler diye
Zannetmeyin ki
Zannetmeyinki cevap verilmiyecek
Zannetmeyin ki
Kana cevap verilmedi diye
Yalan cevapsız kalacak.
Zannetmeyin ki
Gözyaşlarına cevap verilmedi diye
Yalan cevapsız kalacak
Bunu zannetmeyin
Bir cevap verilecek
Cevap gelecek
Vakitla
bizim vaktimiz var
Badajoz, Güernika, Almeria
Bu şehirlerde ölülerin vakfı var
Bekliyebilirler t çok vakıfları var
Vakıflar var
Bekliyebilirler.
ArehıkaiJ Maclıısh Çeviren t R. N. ileri
özlü eserlerle artıracaktır.
Halkın kiymet hâzineleri, ileri bir kültür ve halkçı bir görüşle yuğurul-dukça, ileri halkçı edebiyat, hakikî besleyici kaynaklara kök salan, yaman bir çınar dibi serpilecek, gelişecektir. Eseri de o nisbette ölmezleşecektir, son söz yine;
İleri bir kültürle bezenerek HALKA YÜKSELİŞ !...

•58
emokrat Milletlerde Millî Eğitim : 2
SDK
ötöm
Çarlık devrinde ileri demokrat çevreler mecburi eğitim usulünü kabul ettirmek için yıllarca çarpıştıkları halde bütün ğâyrfetlfcri boşâ çıkmıştır.
İdari makamlar bu meseleyi kasten içinden çıkılmaz bir hale sokmuş ve hazırladıkları plânlar filen gerçeklenmesin! imkânsız kılmıştı.
Sovyetlerin başa geçtikleri sırada Rusyada ilk öğretim gayrimütecanis ve iptidai idi, üstelik okuma çağına giren çocukların ancak küçük bir kısmını okutacak bir durumda bulunuyordu. Okulların büyük bir kısmı ise papazların elinde olup eğitimleri en iptidai okuma, yazma ve hesap bilgilerini geçmiyordu.
Eğitim kadrosu ise hem sayıca"eksik-ti hem de eğitmenlerin çoğunun genel’ bilgileri ve mesleki efsafÇçok düşüktü.
Okul binaları ve hele köylerdekiler elverişsiz bulunuyor, okuma yaşı ise tes-bit edilmemişti. Rus olmayan bölgelerde eğitim ekseriya ana dilinde olmazdı.
İlk eğitimi mecburi ve bedava olarak teşkilâtlafıdırinayı esas ödevlerinden sayan Sovyet idaresi muazzam güçlükler ve meselelerle karşılaşmıştı.
öhfce maddi imkânları sağlamak gerekiyordu, yani muazzam bir okul inşaatı programı başarmak, okullara eşya bulmak, öğrencilerin ana dillerinde ders verebilecek esaslı bir kültüre sahip ve _ hocalık için yetiştirilmiş muazzam bir ”, gitmen ordusu hazırlamak lâzımdı, bütün okullar için yeni ve tek bir ders programı hazırlamak, eskiden öğretilen okuma, yazma ve hesap baş-langicinin, tabiyat ve cemiyet hakkında yanlış ve amiyane tasvirin yerine sağlam ve özlü bir ilk öğretim sağlamak gerekiyordu.
Nihayet külliyetli miktarda okul kitapları hazırlayıp basmak, her mıntıkanın hususiyetlerini gözönüne alıp çocukların sayımını başardıktan sonra inşa edilecek okulları ona göre hazırlamak işleri de vardı.
Mecburi eğitimin kâğıt üstünde kalmayıp gerçekleşmesi ve bütün çocuklara maddeten erişilir bir hale gelmesi için bir sürü tedbir almak, yoksulluklarından dolayı okula gidemiyecek olanlara bedavadan elbise, nakil vasıtası ve yemek vermek gerekiyordu.
Sovyet Devleti bütün bu meseleleri ' köylülerin tam bir yardımı ve işbirliğine dayanarak çok kısa bir zamanba başarabilmiştir.
L Çarlık Rusyasında T914 - 1915 ders
yılında 7.300.000 ilk okul öğrecisi varken 1931 -1932 ders yılında bunlar 13.456.000 e çıkmışlardır. Aynı devrede öğretmenler 175.900 den 327.000 ‘e çıkmışlardır, öğretmenlerin genel bilgilerini ve meslek seviyfesini yükseltmek için çeşitli kurslar açılmıştır. Sekizden oniki yaşına ka- • dar bütün çocukların devamlıca okula gidebilmeleri için şiddetle harekete geçilmiştir. Bu, sade eğitimin değil, bütün Sovyet halkının ödevi sayıldı.
Rus olmayan Sovyet milletlerinde çok büyük güçlüklerle karşılaşıldı, çünkü oralarda eskiden ana dillerinde okullar ve hele öğretmen kadrosu hiç yoktu.
İlk okul öğretmenleri yetiştireçek geniş bir öğretmen okulu teşkilâtından başka Sovyet hükümeti eğitim üzerinde münakaşalar ve plânlı konferanslar şeklinde her öğretmene ve her okula devamlı bir kültür yardımında bulundu, özel neşriatla dersler sağladı, sergiler açtırdı, öğretmenler arasında tecrübe teatisine önem verdi..
Sovyet cemiyetinde öğretmenler en yüksek bir yer işgal etti ve herkesin nazarında öğretim derin bir saygı ve
önem kazand\
Sovyet Cumhuriyetlerinde 1938—1939 ders yılında ilk okul öğrencilerinin 1914 e nisbetle oranları şöyle bulunmaktadır:
İlk okul öjrenicisi (1.C00 er olarak ) Cumhuriyetin İsmi
S. Cumhuriyeti 5115,2 13850.1 2.7 kere
2 — Ükranya’ S. S. C. 1537.0 3353.0 2.2
3 — Beyaz Rus S. C. 246.9 713.6 2.9 »
4 — Azerbaycan S. S. C. 66,0 438.5 6.6 »
5 — Gürcitan S. S. C. 136.7 445.9 3.3
6 — Ermenistan S. S. C- 31.7 203.4 6.4 D
7 —Türkmenistan S.S.C- 5.4 166.7 30.7 »
8 — Özbekistan S. S. C 12.7 899.0 70.8
9 — Tacikistan S. S. C- 0.4 235.5 588.8 »
10 - Kazakistan S. S. C- 101.2 796.6 7.9
11 - Kırgızistan S. S, C. 6,9 236.5 34,3 »
cahil olan halk-devrede öteki derecesine ye-misali 1914 de
SULH ; Harbin anası.
SİYASET : Beynelmilel at canbazlığı.
İKTİSAT : Köroğlunun mutbek politikası.
İTİBAR: Borçlunun iftihar madalyası.
SINIR : Sinir harbinin asıl adı.
CANPAZ : Büyük bir anatomi hatası.
LAFİGÜZA.F : Fazı meşhur adamların günlük meşgalesi.
TARUMAR OLMAK : Sinema yıldızı Lena Turnıri tanıyanların akibeti.
İFTİRA : Çirkinin güzele, kötünün doğruya olan intikam duygusu.
GURBET : Aşıkların arasına girin kara kedi.
İHTİYAÇ '■ Yoksulların alınyazıst. TABANCA : Anadan doğma mücrim. TUVALFT : Kimisinin çinkinliğ’ni, kimisinin karın ağrısını giderir yer. ŞARAP : Tekelin işlediği günah.
FAİZ : Yasak ve haram sofrasının en lezzetli yemeği.
DAKTİLO MAKİNESİ: Acemi parmakların işkence âleti.
KİYASET : Şeytanın tedris ettiği eski bir diplomasi ilmi.
REZALET : Uzun etekli bir genç kızın hali.
♦ *
Geçen sayımızda Sabrı Soran’m “Alaimissema„ başlıklı şiiri yanlışlıkla “ Lûgatçe’-’i"-'AdiP„ in altıra dizilmiştir. Özür^-dileriz.
I Sovyef'devrine kadar 11ar yirmi yıllık kısa bir kardeş Cumhuriyetlerin fiştiler. Bunun en bariz ancak 400 ilkokul öğrencisi olan Taci-
kistan Cumhuriyetinin 1938 de 235.000 öğrencisi olfr,asıdır. Türkmen, Özbek ve Kırgız Türk Cumhuriyetleri de görülmemiş mikyasta gelişmişlerdir.
Türk Cumhuriyetlerinde derslerin ana dilde verilmesi oralarda kültürün gelişmesinde bâynk bir rol oynamıştır.
Stalinin beş plânları ■ sırasında
Sovyet ülkelerinin köy Vp- şehirlerinde on binlerce okul inşa-edilmiştir.
1940 da ilkokullarda 20.472.000 öğrenci vardı ve öğretmenler 622.000 i bulmuştu. Aynı devrede sade ilk'öğretim mecburi kılınmakla kalınmamış, köylerde 7 yıllık ve önenıli şehirlerde 10 yıllık orta öğretim gelişmiş ve ikinci genel savaşın durdurduğu üçüncü üç yıllık plânda bunların parasız ve mecburi olması kararlaştırılmıştır.
Savaş Sovyet öğretimine pek menfi bir tesir yapmakla beraber işgal edilmemiş bölgelerde'mecburi eğitim kanununun tam olarak tatbiki sağlanmıştır, geri alman yerlerde'ise ilk işlerden biri'okulları yeniden açmak olmuştur.
Halk da oybirliği ile okulların kalkınmasına,’ kitap tedarikine^yardım etmiştir. Sovyetler Birliğinin ve onu teşkil eden Cumhuriyetlerin büdçelerine şimdiden harbin zararlarını silmek' J için gereken tahsisat’konmuş bulunuyor.
Çeviren: N. HELVAC1OĞLU
— 9 —
i (
I ’
Suçlar üzerine
İncelemeler
HA GAYRET!
Yazan : Esat Adil Müstecaplıoğu
4
ÖLDÜRME SUÇLARI
Öldürme suçları saiklcri, işleniş tarzları, nevileri bakımından Çok çeşitlidir. Bunlar üzerine ayrı ayrı tahliller yapmak ve neticeler çıkarmaya elverişli vesikalar, rakamlar mevcut değildir. Bunu kolaylaştırıcı bir tesis de henüz meydana getirilememiştir. Bu çeşit araştırmalar ancak ceza evlerinde tutulması icap eden sicil ve müşahede fişlerine bağlıdır. Türkiyede, suçlan önleyici tedbirler ve mükerrerliğe karşı rr.ücadele, yani bir kelime ile bir suç politikası, buğünkü eksiklikler yüzünden hemen hemen yok gibidir.
Öldürme suçlan üzerinde ancak elimizde mevcut dokümanlardan faydalanarak bazı neticeler çıkarmıya çalışacağız. Bu tetkiklerimiz öldürme
Yukarıda da görüldüğü gibi ayni yıl ve ondan önce işlenmiş olanlarda dahil olmak üzere bunlardan yalnız 1242 si hakkında hüküm verilmiştir.
1936 yılında işlenmiş olan 3806 adam öldürme suçunun ağır ceza bölgelerine göre ayrılışını tetkik etmek her halde faydalı olur: Bölgeler Öldürme Bölgeler vakası.
Güzünü yıldırmasın karakış Altında sağlamca yatağın,
Hastanede sıran var,
Ne kaldı ki şurada,
Ekim, Kasım, derken Aralık Sabrın tükenmezse eğer, Heybelidesin bahara doğru. Bilirsin can boğazdan gelir, I mangal,
/ artık, İ
l
I
•.
Öldürme" vakası
suçlarının işleniş tarihlerine değil,
sadece hüküm tarihlerine istinat ede-
çektir.
1935 1062
1936 1242
1937 1949
1938 2472
1939 1940
1940 1871
1941 1819
1942 1728
Öldürme suçu mahkûmlarının Er-
kek veya kadın oluşuna göre ayrılışı: Kadın
462
140
126
114
112
109
101
99
93
92
84
81
76
74
72
68
66
66
61
58
57
56
Rize
Kayseri Amasya Karaköse Aksaray Antalya Erzincan Kütahya Bartın Muğla Gümüşhane Çanakkale Bilecik
Van Elmalı Bolu
Maraş Bürhaniye * Adana Nevşehir Niğde Artıvin
55 Eskişehir 54 Elbüstan
Yıllar
Erkek
1935 1017 45
1936 1208 34
1937 1906 43
1938 2409 • 63
1939 1895 45
Görülüyorki Türkiyede öldürme suçunu kadınlar erkeklere son derece az yıllarda kadın tistiklerimizde
Yukankı
nazaran işlemektedirler. Diğer ve erkek sayısına ista-rastlıyamadık. rakamlar, işleniş tarih-
leri ayrı ayrı yıllara ait olup da ancak gösterilen yıl içinde haklarında mahkûmiyet kararı verilmiş olanlara aittir. İşleniş^tarihine ' göre açılmış olan öldürme davaları hakkında, yalnız* 1936[yılına ait rakam',Everebile-ceğiz. 1936" yılında [bütün Türkiyede 3806 adam"öldürme vakası olmuştur.
Diyarbakır Gaziantep Mardin Samsun Trabzon Ankara Konya İstanbul Malatya Kastamoni Elazığ Sinoq Erzurum Tokat Muş Ordu Sivas Manisa Yozgat İzmir Çorum Urfa Ödemiş Gümüşhane
Balıkesir 54 Tekirdağ
Afyonkarahisar 54 Sürt Kars 50 Mersin
Şibinkarahisar 47 Mustafa K.P. Denizli 44 Silifke
Zonguldak Bursa Aydın Kırşehir Çankırı Bergama Akşehir Karaman Cebelibereket
^Giresun Uşak Adapazarı Burdur
40 Kırklareli
39 Kula
39 İsparta
38 Düzce
8 Biga
36
36
36
35
34
34
33
33
Kocaeli Kozan Vezirköprü Alanya Gelibolu Bandırma Gönen Edirne
Öldürme
32
32
30
30
29
29
28
28
27
26
26
25
24
23
23
22
21
21
20
15
15
15
15
14
13
13
13
12
12
12
11
11
11
10
8
6
5
2
1
sayı-, suç-
bahsine'-gelecek mızda, iki. bine yakın öldürme lusu üzerinde şahsan yapmış olduğum kriminolojik bir anketin neşri ile ni-hayeÇvereceğiz.
Senin neyine su bakır Çıksın Çadırcılara..
Bilmem isine yarar mı Şu duvardaki palto,
Yok İste «alışmaya ^dermanın! Hele otursun su sulh (yerine, Sık dişini!
Hersey Hersey Doktor
İlâçlar
Bakma
Kevser
Bu sıcağa kar mı dayanır, I Dirilirsin bayrama varmadan, Sıtmalı kızının
Doya, doya Biraz ilaha Biraz .daha
1 ■
I
düzelecek yakında, yoluna girecek: kapına gelecek, ayağına: kesildiğine Terkosun, akacak «esmelerden!

/
I
öpersin yanaklarını, sabır aslanım, sabır:
Rıfat
4
İLGAZ
Kasımpaşa’da bir vinç var,
• ı (
Bu vlnç’ln zincirlerinde, Rizeli Haşan ı ölii buldular, ■ Oy Halic'in sulan derdi Haşan, ı
Benim sular gibi (gözüm kararıyor: (Döknıo Demir Fabrikasıınm «livarlarında
j saklıdır,
RizeU Ilımanın Karadeniz türküleri, Ve o azmi seyrederdi dumanlı gözlerle, Kumsal’a atı İni 15 köhne tekneleri. Benzemez (dalgaları Karadeniz’in
1 hiçbir denize Vo insanlar da benzemiyorlar burada
ı birbirlerine Yıldızlar, kırık teknelor, ihtiyar vapurlar, tenteli sandallarilo Haliç, Yorgun bir isçiye benzemektedir: Vo biriken kömür, yığınların üstünde
I I t \
Karadenizli bir (türkü söylemektedir: «Oy Giresun Kayıkları.., Şimdi aksam, insanları, balıklariyle tuz kokan Haliç,
Ve vlnç’ln zincirlerinde düşünen adam, Böyle 3'ikftye (etti Süleyman, Son görüsünü Klzell’nin
Ve düşündü: > )
Yine böyle bir aksam ona dediklerini, Neler söylememişti 'insanlara Idalr.., Ne çare okumam yazmam yok derdi, Beni ZonguldAk'ın İsçUerl ,adam etti, Ve daha birçok şeyler söylerdi. ■ Kenıcnçostle yare seslenir.
Yarden önce gelenlorde var derdi, Ve gösterirdi Haliç İnsanlarını, Ona, l aydı be, kafadan sersem, deli derlerdi. Gündeliği dört Breyi kendinden başkalara
* sarfeder diyr. Vo her (gördüğü insanı hemşehrim siveslle
sarfeder diye.
i ( ’
. w.n
i
Böyle olduğu halde o,
Hallç’o ibakan vlnç’ln zincirlerinde ölü
. • , bulundu.
Ve geldiği vakit doktor vak'a yerine. Bir tezkere okundu kendi yüzünden, \
MUZAFFER
İTİZAR: Doğan Ruşenuy’ın “Haftanın Hicvi,,- ne ait bazı mizahi yazları yanlışlıkla “Haftanın kültür haberleri say-— 10 — fasına girmiştir. Özür dileriz,, “GÜN,,
SEVGİLİME MEKTUPLAR : 1
haHöıme dloğrojoa | Sait Faik ABASIYANIK |
Sevgilim, bu mektubu sana yazacağıma, İs bakanına yazmalı İdim. Doğrusu da bu olurdu. Ama sevgilim, büyük yerlere hlc yazı yazmadım da nasıl yazıldığını bilemem diye korktum. Olur a, bir hata ederim... Ama sana, sana neler yazmam. Her şeyimi söylerim.
Sonunda sersemce bir çocuk gibi olduğumu anlayıverdin, Neye böyleyim, dersin. Sabahleyin evden çıkarken büyük adamlar gibi ciddi, tüccarlar gibi hesaplı, zeki olmayı kararlaştırıyor; aksama doğru deli dolu, hesapsız, sersem bir halde evime dönüyorum. Yaradılış bu sevgilim. Bir türlü istediğin gibi bir adam olamıyacağtm!
Sana su aşağıya yazacaklarıma, ciddi, hesaplı, zeki olmayı kararlaştırdığım sabahlarımın ol rinde, başlamıştım O zamanlar gazetelerden birinde bana İs vermişlerdi. Gazete başmuharriri:
— Röportajlar yazın, demişti. Fabrikaları, atölyeleri gezin İsçilerle, İş verenlerle konusun. Bize onların halini anlatın. Hem bakın is bakanlığı kuruldu. Devlette yardımınız dokunur, Bir bakanın göremediğini bir gazeteci görüverir.
Sabahleyin erkenden uyandım. Çalışmağa gitmek ne- güzel sey, sevgilim. Oh- Sokaklarda sabah havası ne serin, ne başka türlü! Sanki aksama kadar teneffüs ettiğimiz htva kirleniyor.
sen de bilirsin ya! Sabahleyin erkenden üniversiteye giderken bu güzel havayı koklamıssma.r.
Bu yeninin güzelliği, başlayan şeyin tazeliği... O sabahki benim halim de öyle İdi. İçimde seyahate çıkan İnsanların üzüntülü sevinci vardı. Kalbim daha çok çarpıyordu. Geceyi, pis geceyi atmıştım, Cayır gibi yeşil, diri İdim,
Deri ve kösele fabrikalarını gezmeğe gidiyordum Oralara kadar yayan yürüdüm. Yalınayakların pek çok bulunduğu deri ve kösele fabrikalarına en yakın mahallelerden geçerken hizan bir burç, bazan bir yıkık çeşme, bir ner ağacı, bu’ minare, bir meesit İnsanı OsmanlI tarihine götürüyor. Sokaklar cok tenha da ondan. Bu saatte herkes, isine varmış olacak. Yalnız bazı kahvelerin içinde emeklilerle İşsizler pinekliyor.
Yedlkule önündeyim. İşte (Arkeoloji) müzesi! Boğdurulan gene Osman, kemend, zindan, ölüm kurusu» bırakalım şu İyi bilmediğimiz tarihi!
Bırakılmıyor ki, önümüzde ardımızda o. Bl.* çeşmenin önündeyim. Bizans kuşatımının müslü-man ölülerine fatiha; adem, senld, hak, nıuiu-saral İstanbul, Cenabı müteal..
Cenk gürültü, havan topu sesi, tekbir..,
Sur dışma vardım, hepsinden, tarihin tehlikeli, yarı masal koynundan, birdenbire, bugünkü dünyaya çıkıverdim, Karşımda bir dünya ve insan meselesi; Ne surlar gibi yıkık; ne genç Osmanın başının koptuğu yer gibi karanlık, ne dc kulelerin kurumuş, sopa gibi kalmış baldıranlarının hayaleti gibi zehirleyici: İşte fabrikalar!
Bacalarından ufka; zenginliğin, saadetin öttüğü, insan kudretinin, almterlnln, ’ zekânın anıtları.
Tarihin, İnsan kalbini sıkışından birdenbire kurtuluverdlm: İşte fabrikalar! İnsan oğlunu selâmete götürecek, ölü deriyi canlandıracak, kurtlu deriyi papuç yapan büyücüler
Ne güzel gözüküyorlar uzaktan: Dumanları pencereleri, düdük sesleri, kaynasan İnsanları, kömürü isi İle,, insan için çalışan insanın kokusuna karışmış bir mayhoş koku burnuma doluyor, İnsan oğlu alışan hayvandır, der, Dost-yevskl «ölüler evini ağalar»mda: kokuya, derde,
pisliğe, felâkete, rahata ne. çabuk alışılır; On da klka sonra, koku şiddetini artırdıkça, burnumuzda kokuya karsı hassasiyet eksiliyor
Fabrikalara varmağa daha yolum var. Tek tük taslan kalmış bir mezarlıktayım. Yerde hayvan kemikleri, boynuz, yapağı, deri kırıntıları,,. Bir kaç kadın, kuzu postekllerlnl güneşe sermls, kurutuyorlar. Az İleride bir kiril yorganın üstüne bir adam oturmuş, c,gara tellendiriyor. Etraf'nda kirli bezlere benzeyen, mendil büyüklüğünde bir şeyler dizili • o da bunları kurutuyor. Sigarasından ctgaramı yakıyor, merhabalaşıyor.
— Bu.ılar nedir hemserlm? diye soruyorum.
— A te yarmadır bunlar, beyim!
Yarma diye, buna mı derler? Bizim bildiğimiz...
Sözümü kesiyor:
— öylesine yarma da bulunur İçimizde ama te biz böylesine de «yarma» deriz.
Gülüşerek susuyoruz.
— Adın ne, hemserlm?
— Elmas!
Güzel isim. Kadın ismine benziyor: Güzel isim! İste hlc bllemlyeceğlmlz İnsan oğullarından biri. Adam yerine almadıklarımızdan biri! Aramızda haılkulâde kızlarile, sarktlarlle, bembeyaz
dişleri, şakrak hallerlle yaşayan bunlara biz, klmblllr ne kadar kötü insanlar geliyoruz kİ, senelerdir İçimize girmiyorlar. Şehrin dışını, kırları sevmişler de bizi şehir halkını sevememişler. Ne güzel kızlarını, ne uydurdukları menekşelerden biçilmiş şalvarlı şarkılarını, ne kemanların*, ne de fallarındaki güzel tekerlemeleri... Ne onan, ne de {/özelliklerini gördük. Yalnız pis taraflarını, mecburen »is oldukları yeri gördük, şehir halkı biz böyleylz, sevgilim. Birbirimizi kötülemeğe çalışırız
— Sen daldın be hemserlm.
— Olur ara sıra be, Elmas ağa!
Bay Elmasın kara patlak gözleri, kalın kaşları, yırtık kasketi, kıllı kulağı, kırçıl sakalı, kuru, zayıf elleri, kısa boyu, fil dişi dişleri ne sevimli bir bütün; görmeliydin bu adamı sevgilim; severdin, hoşlanırdın.
— Peki, ne yaparsın bu yarmaları? be hem-Şerim! ------- - —
— Teff yapar, satarım çoluk çocuğa. Takarım zilleri de kenaıcağızlarına tefceğlzlerin; geçerim mahallelerden,,, angl çocuk anasına buuz etmez ben geçinmez, be paşam! Hele küçümencik mahalle kızları; pek düşkündür teflerime, be beyim!
— Bununla mı geçinirsin Elmas ağa?
— Abl karım da çalışır ne! Maşa satar, gelberi satar, asaeayağı satar. İki oğlum da farikalardadır be! Benimkisi de değildir zor zânâ-at; geçindirir adamı. Muhtaç olmam kimseye.
Bay Elmasın müstakbel bir düğünün ham maddeslle yalnız bıraktım, arkamdan def, ud, dümbelek, zurna sesleri duyar gibi olark, neş’e içinde yürüyorum.
Şimdi, öyle yerlere gireceğim ki, oralarda İnsan oğlu, İnsan oğlu İçin ter döküyor, hakkını alıyor, keyfini sürüyor; ellerinde, derisinde hâift yas sığır derisinin yapışkanlığı, zırnığın, asld'n, iç yağının, lâğımın kokusu İle akşam üstü evine memnun dönüyor.,, Kokunun, o vıcık vıcıklığın ne zararı var! Fabrikanın sabunu da, suyu da boldur. Hele cuş, hiç olmaz olur rr.u, bu koskoca fabrikada? İnsan için çalışan insanı, akşamüstü, evine tertemiz gönderecek tesisat bir fabrikada
RÜZGÂR
Esme rüzgûr, esme rüzgâr ! Alnını yalayıp gitme.
Kafamda gene yangın var, Alevlerimi dağıtma.
Boşa harcama hızını,
Çalma dalların sazını, Işıklı ayın yüzünü Kara bulutla kapatma,
Toprağa değdikçe yanıp, Düz ovalarda fır dönüp, Yüce dağlarda şahlanıp Çukur derelerde yatma.
Dağdan düşen sel gibiyim, Karla yüklü dal gibiyim. Kurumuş gazel gibiyim Beni dört bir yana atma.
Sen deli, efkârım deli, İkimiz şaşırdık yolu, Viranda baykuş misali Ötme deli rüzgâr, ötme.
AŞIK ALİ
bulunmaz olur mu? Kaç paralık şey!
Büyük fabrikalardan birinin önünde durd-dum. Kocaman cümle kapısı acık. İçeride kamyonlar var, kömür var- deri var. En cok da koku var. Bir kavaflar İçi kokusunun daha cıvığı. Kokunun mayhoşu, cıvığı, çürüğü olmaz ama, c-lursa böyle olur, İşte!.::
— Efendim, fabrikanın sahibini görmek is-
tlyorum,
— Ne yapacaksınız?
— Konuşacağım.
______ Kendisi burada bulunmaz. Müdür bey var; onunla konusun.
Defterlerin, gözlüklü adamların, cetvel tahtalarının, hokkaların arasından geçip bir yere oturtuluyorum. On adım ötemde, öğle güneşinin İçinde yanın elektriklerin, dönen kayışların, b’r koyu karınlığının içinden modern İnsanın gürültüsü geliyor.
Genç, yakışıklı, tertemiz giyimli bir adını önümde belirdi. Hangi gazeteden olduğumu sorup öğrendi, sonra:
— Efendim, bendeniz bugün İstanbula ineceğim, bir randevu verelim. Başka bir gün teşrif edin, buluşalım. Size fabrikayı gezdireyim. Kösele vaziyetini, bugünkü fiyat vaziyetini izah e-deyim.
— Ben daha cok işçinin halini görmek İçin geldim Onlarla konuşmak niyetinde İdim. Acaba şimdi mümdin değil mİ?
— Her halde daha gazeteci olamadım. Bu lakırdıyı söyler söylemez adam:
— Salı günü teşrif ederseniz, çok iyi olur, dlyiverdi.
Gazeteci böyle mi yapar? Bir şey bulur söy lerdl. Hani zeki olmağa ahdetmiştim Sami
«bir dakikacık bir âmele ile konuşmalıyım, Meselâ Haşanla desem; hangi Haşan, demiyecekler di ya? Hem deseler bile,, şu orta boylu, zayıfça, karabıyıklı, keleş Haşan, desem muhakkak bir Haşan yanıma gelecekti. Hemşertslylm de, diyebilirdim, Daha başka bir yalan da uydurabl-llrdim.
Büyük fabrikadan arkama baka baka çıktım. Doğru bir kahveye. Bir köpüklü kahve. Son a
kulağımda tu sözler:
— Angarya- Angarya, Angarya! En aşağı bir saattan fazla çalıştırır hergün; insafına! Bir gün artık burama dayandı. Sollenecek oldum. Ertesi gün sana turada İş yok, dedi. Derdimi dökmeğe
çalıştım, dinlemedi. Şikâyet edeceğimi söyledim • güldü: «be.ı, dedi, senin yüz liran İçin bin liri harcarım, seni haksız çıkartırım. Başa çıkamazsın benimle, şimden sonra seni dünyada ise almam
Geçmiş ola!»
11
REŞAT ENİS
Toprak Kokusu
Irgadın Romanı
GUM
Haftalık Kültür ve Aktüalite Dergisi
FAİK BAYSAL
Sarduvan
Köylünün Romanı.
Avni Arbaş
Gençlerin Sergisi
Bir sanatkâr arkadaş gençlerin açtığı sergi hakkında şunları söyledi.
“İsmail Oygar galerisinde yeni neslin kıymetli genç ressamlarından Avni Arbaş, Feruh Başağa, Fethi Karakaş, Fuat İzer, Mümtaz Yener, Nuri İyem ve Turgut Atalay tarafından açılan sergi, görenler için bir sürpriz oldu' Şu se-bebten ki son nesli temsil eden genç ressamlarımız şimdiye kadar bir grup hâlinde karşımıza çıkmamışlardı, Bu iti-barlada, müstakiller D grubundan sonra gelen ve Türk resmine, yeni bir anlayış getiren bu ehil gençleri, »Liman sergisinden sonra bir arada tanıyamamıştık. Bu serginin asıl önemi bize bu fırsatı vermiş olmasındadır.
Harp sonrası dünyası resim san’a-tını Avrupada yeni yetişmiş bir gençlik temsil etmektedir.
Bizde de bu rolü ifa şerefinin, bu genç
Okuyan Kadın
lere nasip olduğunu sergilerinden anlamaktayız. Her g*ç«n nesil yerine daha ileri bir gençlik bırakıyor.
Sergi hakkında topluca, bu gençlerin tam bir şuurla ve aslâ tereddiye düşmeden, Türk resmini hudutlarımızın ötesine ulaştırmak istadadını gösterdiklerini söyleyebiliriz : San’atkâr için mühim olan daima istikbale bakabilmektir. Hattâ bir takım gelenekleride ve kötü bir akademizmanın tesirlerinde kalmadan yeni bir klasisizmaya doğru yol almış oldukları için genç ressamları alkışlamak lâzımdır. Bu gençler, bir gün Türk san’atmda boş bir çerçeve halinde kalmış olan Türk resim san’atına kendi değerini vereceklerdir.,,
Şahışlar üzerindeki tenkidi gelecek sayıya bırakarak Türk ressamlarınız iyi bir galeri kazandıran değerli, müteşebbis san’atkâr İsmail Hakkı Oygarıda genç ressamlarla beraber tebrik ederiz.
Fehmi Yazıcı
RAUAMLAR-GTOL0J
harita sayısı;
5468
1624
1975
2230
2532
2513
2144
2115
1911
2630
2904
2463
1934-1945 yılları içinde bütün Türkiyede ya. yınlanan kitap, broşür,
1934
1935
1936
1937
1938
1939
1940
1941
1942
1943
1944
1945
1945 yılma ait 2463 eserden 621'1 edebiyata,. 440’1 sosyal ilimlere, 249’1 doktorluk, mühendislik, ziraat gibi tatbiki ilimlere, 165'i tarihe, 123'ü nazari ilimlere, 100'ü ise genel konulara aiittir.
Bu eserlerden 1736’sı istanbulda, 485’i An-karada, 118’i İzmîrde, 16’sı Seyhan 15’i Konya ge-rikalanıda d iftar vilayetlerimizde basılmıştır.
1935 -1942 yıllan arasında devlet hesabına yabancı memleketlere tahsile gönderilmiş talebe sayısı ;
Almanya : 596
Amerika ; 73
Avusturya ; 4
Çekoslovakya ; 1
Fransa • 170
Belçika ; 64
İsviçre ; 82
İtalya : 41
Ingiltere : 72
Macaristan : 6
Sovyetler Birlifti; 3
Bu rakamlara milli müdafaa. devlet demir yol-
lan. vilayetler, banka ve şirket talebesi dahil de-
r.
1942 yılında en çok pamuk istihsal etmiş mem—
Icketler şunlardır :
Birleşik Amerika ; 27805 ton
Ingiliz Hindistanı : 8263 »
Çin : 4940 »
Brezilya : 4550 >
Arjantin ; 1070 >
Meksika : 950 »
Peru : 530 »
udan : 496 »
Türkiye t 475 »
1942 yılı dünya altın istihsalatı •
Cenubi Afrika ı 400480 kilo •
Birleşik Amerika : 150582 »
Kanada : 107528 »
Meksika : 26700 » •
Rodezya î 24700 » ♦
Kolombiya : 18557 »
Avustralya 5 35950 »
Nikarâguva : 7650 »
Ekvator ; 5950
Şili i 5827
Difter memleketler 273100
(*) 1941 istihsalatıdır.