Musahabe
Her milletin şahsiyeti, ben-yı; onun siyasî, idarî, ilmî, iktisadî, bir kelime ile «içtimaî» müesseselerinde tecelli eder, O millete mensup olan fertler, milletlerinin: manevî şahsiyetlerini temsil eden o müesseselere karşı daima , hürmetkar olmak mecburiyetindedirler; « içtimaî nizam ve tesanüt » bunu emreder. Aksi takdirde içtimaî nizam ve tesanüt bozulmuş, fikirlerde ve vicdanlarda «manevî bir anarşi » başlamış demektir ki, bunun nakadar muzır olduğunu izaha lüzum görmüyoruz.
Bu mütalâamızın, vatandaşların tenkit hakkını tanımamak ve onları her müessesemizi «kemâl » mertebesine gelmiş addetmeğe mecbur tutmak tarzında tefsir^ olupmamasım , bilhassa tasrih edelim. Demokrasinin bahşettiği sair bütün haki ar gibi tenkit te vatandaşlar için bir haktır; milletin içtimaî müesseselerine halkın alâka göstermesi, onların' eyi ve Jfena taraflarını anlaması pek tabiî ve pek faydalıdır. Lâkin bu «tenkit» in hakikî bir «tenkit» mahiyetinde kalpıası, insafsız ve yıkıcı bir «taarruz»mahiyetini almaması da birinci şarttır.
Biz bu hadisenin en eyi misalini, Türk hekimliği ve Tıp Fakültesi hakkında ortalığı dolduran münakaşalar esnasında gördük; ve o hususta düşündüklerimizi iki hafta evvel yine bu sütunlarda karilerimize arzettik.
ine ve
tesine uluorta hücum edenlerden bazıları, bilerek yahut bilmiyerek, bu müessesenin halk nazarında kazanmış alduğu hürmet ve itimadı kökünden baltalayacak bir şekilde lisan kullanıyorlardı. Her hangi bir müessesenin kusurlarını, eksiklerini, yahut o müesseseye mensup bazı fertlerin aczini veya müsamahasını göstererek hayırhah bir tenkitte bulunmak başkadır; onu manen ve maddeten yıkmak maksadıyle yapılacak hücumlar da büsbütün başkadır. Bundan bir kaç sene evvel, bütün. Darülfünun Fakülteleri aleyhinde de ayni şekilde yıkıcı bir taarruz yapıldığını hatırlıyoruz.
Türk hekimliği hakkındaki münakaşaların ecnebi memleketlerde uyandırdığı akisler, müesseselerimize hürmet lüzumunu bize artık aplatmalıdır kanaatııı-deyır: « Temps » gazetesi, bir makalesinde, Türk hekimliği de-
■—221'-
nen şeyin esasen Rum doktorlar tarafından kurulduğunu, Istan-buldaki üç beş ecnebi hekim sayesinde İstanbul halkının kendisine baktıracak mütehassıs bulabildiğini, Lozan muahedesinin menettiği « ecnebi hekimlerin Türkiyede tababet edebilmesi»~ müsaadesinin tekrar verilmesi lâzım geldiğini söliyor; Ve «münevver Türklerin bu hakikatleri anlamağa başladığını» da memnuniyetle ilâve ediyor... Türk hekimliğine ve Tıp Fakültesine karşı yıkıcı taarruzlarda bulunanlar , b u taarruzların hariçte nasıl tefsir edildiğini görünce her halde müteessir olmuşlardır kanaatindeyiz.
Müesseselerimi un kusurlarını ve eksiklerini göstermekten, fertlerin çalışmasını tenkit etmekten geri kalmıyalım; fakat bu tenkitler müspet, hayırhah bir mahiyette olsun; insafsız bir taarruz mahiyetini almasın; ve müesseselerimize karşı halkın hürmet ve itimadını sarsmasın. Islâh ve ikmali istihdaf eden tenkit ile, yıkmak gayesini güden hücum arasında çok büyük bir fark vardır...
Dr. Prof. KÖPRÜLÜZADE
Hayat
Sayı 116
Vierina Darülfünunun profesörlerinden Max Adler'in Orta Avrupa fikir âleminde işgal ettiği
diğer memleketlerde nazarı dikkati henüz celbetmemiş olması her şeyden ziyade bu asil mü-irin mahviyetine hamlolun-Yoksa Max Adlerin içtimaî felsefesi XIX ncı asrın en mühim fikir cereyanlarından mülhem olmak hasebile pek cazip bir manzara arz ediyor. Zira Max Adler bir taraftan Kant'a dayaniyor, tenevvür devrini kapatarak on dokuzuncu asır
nesline mensup bütün Alman profesörler gibi (meselâ Marbug-lılar, Staudinger, Yorlaender) derinden derine tetkik etmiştir.
günkü
Kant'm tefekkürat âleminde mahpus kalmak mümkün değildir. Adler Kant'ı aşarak Hegel'e ondan da Kari Marx felsefesine varıyor. Bu suretle on sekizinci asrın büyük filosofu on dokuzuncu asrın büyük sosyologu ile tamamlanıyor. Adler'e göre Marx da felsefe tarihinin kaydettiği büyük mütefekkirler ayarında bir «Denktypus» teşkil eder. Bu ehemmiyette bir rol oynamak her mütefekkire nasip değildir. Ruhun kâinata karşı orijinal bir vaziyetini ifade eden büyük filo-
sofları ve saymak mümkündür. Asırlarca müddet garp âlemi Platon ve Stoa (revak) felsefeleri nüfuzu altında idi. Platon'la ilk defa olarak «fikir ve irade» nin ezelî suretleri tasavvuru peyda oldu ve bu tasavvur beşeriyetin fikir sahasından artık bir daha çıkmadı. Stoa mütefekkirleri bütün kâinatın kanunî bir ittırada tabiiyeti fikrini bize kazandırdılar. Lâkin bu nizam tasavvuru stoa da henüz daha ziyade ahlakî bir tamgayı taşıyordu. Galilei, New-ve Bornoza ile meydana rus» fikir enmuze-
cı, kıymetten hali bir kanunî ittırat, hayr ve şer düşüncesine bigâne bir muayyeniyet tasavvurunu rqihver ittihaz eder. Artık ruhî hadiseler de fizikî hadiseler gibi bu muayy eniyet çerçevesine dahildirler.
Kant'a gelince, Platon'un henüz metafizik tarzda düşündüğü ezelî misalleri bir nispet şeklinde tasavvur eder: tecrübemizin muhtevası ile düşüncemizin sureti arasında bir nispet. Böylece âlem bir taraftan tabiat kanunları zaviyesinden mütalâa, diğer taraftan ruh kanunları zaviyesinden tahlil edilir, nihayet tenkidî nazarla görülür. Cansız âleme karşı Galilei, canlı âleme karşı Spinoza, her iki âleme karşı tenkidî bir vaziyet almak itiba-— 222 -
ilmî şuurumuz zenginleşmiştir: bu üç mütefekkir bize kâinatı bir tabiat, bir psikofizik muayyeniyet, nihayet manevî cevherimizin zatî feyzi spontan^niU olarak tanımayı
Marx bize ne getirdi? Hangi «Denktypus»onun sayesinde itibar kazandı?
Adler5e göre Marx'm fikir âlemine kazandırdığı şeyler fer'î noktalar değildir, belki diğer büyük filosoflarm hizmetlerine benzer esaslı bir hizmet Marx tarafından görülmüştür. Filvaki Marxün nazari ehemmiyetinin yalmz iktisat âlemine ait olduğunu sanmak bir hatadır. Bunu söyleyenler Marx'm ancak «Kapital » unvanlı eserinden haberi olanlardır. Marx sade siyaset adamı da değildir. Marz'm asıl hizmeti «içtimaileşmiş insan» mefhumunu meydana koyarak tabiiyat ilimlerindeki usulün ka-t'iyetini haiz bir cemiyet ilmini mümkün kılmış olmasıdır. Marx sayesinde cemiyet mefhumu o zamana kadar haiz olmadığı bir vuzuhu kazandı, sosyolojik bir usule malik oldu.
Marx' m asıl büyük hizmeti bir diğer suale verdiği cavapta-dır. On dokuzuncu asırda fikir âlemini zenginleştiren bu yeni mefhum, cemiyet mefhumu bir şeniyete tekabül ediyorsa, bu
: 11
şeniyetin muharrik kuvvetleri nedir? tarihteki tebeddülat ne yüzden husule geliyor? Marxstan evvel Hegel tarihî tekâmül üzerine nazarı dikkati celbetmişti. Fakat bu tekâmülü izah için Heg-gel'in kabul ettiği usul artık kimseyi tatmin etmiyordu. Zira bu filosofa nazaran tarihî hadiseler «Weltgeist» ruhî âlemin tezahur-larıdır. Bunu söylemek ise tecrübî şeniyet âleminden hayalî naza-zariyeler âlemine, metafizik âlemine kaymak demektir. Metafizik fikirlere dayanan bir iddia sağlam ve sabit bir zemin üstünde değildir. Marx tarihi de tabiat gibi müşahedelere müsteniden anlatmak için ortaya feyizli bir «principe» koymuştur. Tarihin muharriki olarak müşahede altına alacağımız tecrübî insan yalnız başına değil, belki cemiyet halinde olarak,, yani diğer insanlarla münasebet halinde tetkik edilmelidir. Bu münasebet hallerinin en basitine, insanın yaşaması, için lâzım gelen şerait ve vesaiti hazırlayan münasebetlere Marx istihsal münasebetleri diyor.
Bu istihsal münasebetlerinden ne anlamalı? Marx'm felsefesini sistematik bir tarzda tedvin etmemiş olması yüzünden fikrine tamamen nüfuz kabil değildir. Marx'm her cemiyetin sakin olduğu mıntıkanın tabiî evsafını nazari dikkate aldığı muhakkaktır. İçtimaî mekânı teşkil eden bu muhitte insanlar yaşarlar ve hareket imkânını elde ederler. Kavmlarm avcı, balıkçı ve ya çoban olduklarına göre telebbüs tarzları, itiyatlar, örfler, müesseseler değişecektir, başka başka
dinî ve felsefi tasavvurlar inkişaf edecek, mevcut hayat şeraitinin teptili için başka başka istikametlerde meyiller duyulacak, teknikler, icatlar başka olacaktır.
Profesör Adler'in orijinal iddiası Marx mezhebinde herkesin verdiği isimle bir materializm değil belki onu tamamlayan bir spritualizm görmesidir. Bilhassa Marx'm «Deutsche İdeologie» unvanlı yazışma istinat ederek, «eğer istihsal münasebetleri manevî münasebetler tarzında anlaşılmazsa Marx felsefesi manasım tamamen kaybeder.» diyor. Filvaki bu istihsal ve onu tamamlayan mübadele münasebetleri içtimaileşmiş insanlara aittir. Tarihî materializmin müşahede ettiği «maddiyet» insan kafası içine taşınmış bir maddiyettir ki fikirler, hisler, kıymetler ile tezahür eder. Cemiyetin zemin katını ve temellerini iktisadî münasebetlerden ibaret farzeylemek lâzım isede bu fikrin doğru anlaşılması için üst katı teşkil eden müesseselerin, bütün manevî tezahüratın ehemmiyetsiz ve alt kat üzerine nüfuzdan âri olmadıklarını da tastik etmelidir. Bu süretle kaba ve materialist bir fatalizmden kurtuluruz.
Görülüyor ki Vienna darülfünununun Profesörü Marx soyo-lojisine (bu mütefekkire tamamen mal edilip edilmeyeceği tetkike muhtaç olaıı) cazip bir manzara vermeğe, fazla maııeviyet ve felsefî ruh bahşetmeye muvaffak olmuştur. Geçen son baharda Zürich şehrinde aktolunan Alman sosyologlar kongrasmda gene bu noktai nazara yakın bir tebliğin 223
verilmiş olması Marx sosyolojisinin bu tefsirinin Almanyada kuvvetli bir cereyan teşkil etmeğe müstait olduğunu gösterir.
Bibliografi. - Max Adler : Marx als Denker, Dietz, Berlin 4 te Auflage 1925 - Engels als Denker, Dietz, Berlin, 2 te Auflage 1925.-Einführung in die Soziologie in «Ites Jahrbuch der Bticherwarte» 1928, Berlin. - Der Soziale Simi der Lehre von Kari Marx iıı «Archiv für die Geschiclıte d es Sozialismus» Band IV.
«Dayandı ufka» derken Saplanır kalbe birden v Hançer, yolların ucu... Yok tanıdık bir yolcu; Yola neye düştüm ben !...
Tozlan, kasırgadan, Yer yer tüter buhurdan; Var bir günlük kokusu; Ölüme gurbet pusu, Tabuttadır yolalanL.
Unuttum ben de kimdi?... Gören «bir yolcu» şimdi, «Köşeyi dönmüş» diyor; Yol gurbete gidiyor, Giden hangi esimdi?...
Durup durup kıvrılan Yollar, sinsi bir yılan; Düşünür: «kimi soksam?» Bakar ağlarım akşam Vurmuş gibi ayrılan!...
BEHÇET KEMAL
Hayat
4
- Bayı 116
Memleketimizde ilim "-hayatinin, "bilhassa içtimaî meselelerde, hakikaten felsefe! bir manayi haiz olmak şartiyle, başlangıcı, muhterem hocam-(Ziya Gökalp)-iıı ismine bağlidir: ondan evelki gayrimütecanis, ittıratsız ve -gayrisarih ilim- tecrübeleri, çok daha fazla ya, hayat zaruretlerinin ve ihtiyaçlarinin, herhangi muayyen .bir sistematik zihnî tasfiyeden geçmeksizin uluorta meydana çikmiş fikrî şekillerinden; yahut, menşeleri ve neticeleri meçhul, kontrolsuz, renksiz • ve köksüz olarak , memlekete getirdiğimiz ilini karikatürlerinden başka bir şey değildi.
Ziya bey, bütün bu-kargaşalığı, sarih- çizgiler içinde nizam . altına alan bildiklerimize ve hatta bilmediklerimize vazıh bir mana ve istikamet veren ilk mütefeklorimizdır, demeğe hakkımız vardır.
Bu hakkın-, bir vazife olduğunu da unutmamak lâzımdır: Onun' tesirleri altmda kalanlar; yalnız kendisinden sonra gelen veya ilk malûmatım' Ziya5 dan alan nesil değildir; belki, Ziya'ya "zemanca tekaddüm edenler de dahil olduğu halde, bu günün fikir hayatına az çok bir şey ilâve edebilmiş her mütefekkir ve her münevver, ona vee onun fikirlerine kârşi, müspet veya menfi, sarili veya _ zımnî, itiraf edilmiş veya sükût ile geçişti-
rilmiş-, fakat herhalde kuvvetli manayı haiz bir- vaziyet almak ihtiyacını duymuştur.
Bu, fikirleri büyük olan ve görüşleri hakikattan hiç olmazsa cesim bir parçaya sahip olmuş bulunan her mütefekkirin güzel taliidir.
Vakıa- Ziyanım yaşadığı devirde olduğu gibi, bugün de, hafif veya şiddetli- surette ona tarizden zevkalanlar vardır;- ve belki bunların tarizleri veya tenkitleri arasında muhik ve meşru olanları da mevcuttur. Fakat ekseriyetle bir dost meclisinde, veya bir talebe zümresi karşısında- ■ pervasız yapılan bu nevi menfi hükümlerin, çok teenni ve dikkatla hazırlanması ve ifade edilmesi lâzımdır, kanaatindeyiz. Bir zamanlar Ziya'mn siyasî vaziyetinden endişe edenler ve ancak bundan dolayi sarih surette fikirlerini tespit etmekten çekinenler için, bugün hiç bir tehlike yoktur; buna mukabil, memleketin fikir hayatiyle samimî olarak alâkadar bulunanların memlekete karşı çok ciddî ve çok ehemmiyetli bir borcu vardır: Ziyanın fikirlerindeki ilmî ve felsefî kıymetleri, - bilhassa buı) lar oldukça sıla bir hayat imtihanından geçtikten sonra - bugünkü neslin karşısında açıkça, ölçmek; onları, icap ederse, yeniden tanzim veya; tâdil etmek borcu.
- 224 -
Bunu iki; sebepten dolayı borç telâkki ediyoruz; çünkü:
,1 — Bu satırlara başlarken kaydettiğim .manada-, ZiyaGökalp, bizde hakikî ve. usulî ilmin başlangıcıdır:
2 —- Eğer bir milletin ömrü içinde, bütün içtimaî müesseseleri gibi, ilmî hayatı da mütemadi bir oluş hali ise, bugünkü mütefekkir nesil, ancak, ilmi ve felsefeyi,. Ziya'nm bıraktığı yerden alip inkişaf ettirmek mecburiyetindedir.
Felsefî bir manayı haiz olan,, yani, tebahhurdan daha fazla, zihne kuvvetli hamleler yaptırmak, ve geniş hayat ve kâinat telâkkileri vermek kudretini haiz olan ilim hareketleri, bilhassa
içtimaiyatta,. hemenhemeıı daima büyük içtimaî vakalara delâlet etmek üzere ortaya çıkıyorlar. . Bütün felsefe tarihi, bu sahada mebzul misallerle doludur. Bizde Ziya ile başlayan fikrî hareket dahi, bu hususta dikkate çok lâyık bir misal olmak üzere telâkki edilmelidir.
Bu müşahede, bizi bazıbazı. faydalı neticelere daha götürmek istidadmdadır: Ziya ile başlayan fikrî hareketin manasım eyice kavrayabilmek için, bu hareketin, içinde doğduğu hayat şartlarını eyice' tahlil etmek lâzım geliyor. Bu tahfifi hakkiyle yapmağa muvaffak olmayanların, teceddüt devrimizin eıı fazla ehem-
Sayı 116------—
miyeti haiz bir ilmî vakıasını anlamaları pek müşkül olur. Öyle zannediyorum ki, Ziya Gök-alp'm fikirleri etrafında müspet veya menfi hükümleri olanların bir çoğu, bu lüzumu kabul etmemiş gözüküyorlar. Bu, hatadır; ve ilk cezası, tenkit edilen fikirleri kavrayamama ğa, izah edememeğe, mahkûm olmaktır.
muasır
hayatının menşei olarak, tespit ettiğimiz Ziyanın fikirlerini anlamak, onları tenkit ve! hatta
..-A
- ilmî bir zaruret varsa - tadil ve ikmal etmek, ilim ve hakikate her şeyin üstünde bağlanmış olanlar için, bilhassa bugün, en şiddetli bir ihtiyaç halindedir. Ziya'yı doğuran büyük hayat vakıaları, ve Ziya ile kendisini şuurlulaştırmış olan bir zaman ki Türk cemiyeti, bugün yepyeni şartlar içinde ve büsbütün farklı şekiller altında gözüküyor: bu derin değişiklik, bir defa ortaya atılmış olan fikirlere ve onların sahiplerine putlar gibi tapan putperestler istisna edilirse, her hakikî mütefekkirin ve her münevverin gözü önünde, irili ufaklı bütün filozoflardan çok daha canlı, çok daha samimî bir hayat parçası olarak duruyor. Niçin düşündüğümüzü ve düşünmenin neye yaradığını bilmeyenlerin gözünde, yeni hayatın hiç bir manası yoktur. Fakat bu günkü nesil, eskiye nispetle, hudutsuz denecek kadar geniş bir hayat ufkuna yükselmiştir; yaşadığımız şeyler okadar çoğalmış, tenevvu etmiş, karışık bir şekle girmiştir ki, bu günkü kafamızın me-kanizmesi, artık tamamiyle yeni bir çerçiveye muhtaç bulunuyor.
-__-. 5 ----------
Bu vaziyette bir neslin ruhî saadetini, ancak, zahiren birbirine bağlı olmayarak yaşadığı ve yarattığı vakıalara bir nizam vermekle, onları ruhun gerek zihnî ve gerek filî hayatını tatmin edecek bir sistem içine koymakla mümkündür.
İşte bu sebepten dolayıdır ki, dünün fikrî hayatını yaratmış olan Ziya Gökalp'a en yüksek bir mevkii vermek mecburiyetini hissediyoruz: Bugünümüze zih-
--——- Hayat
nî bir nizam verecek küveti ve aletleri, ancak, temelleri Ziya tarafından atılmış bulunan muazzam binayı - mensup olduğumuz devrin yaratıcı kudretiyle mütenasip olarak - ikmal etmeğe çalışmakla elde edebileceğiz.
Tam ve hakikî manasiyle bir felsefe ve bir ilim hareketi olan böyle bir ameliyeye, icap eden ehemmiyeti vermek mecburiyetindeyiz.
SERVET
Kalbime her giden yıl bir genç ölü bıraktı, Birbirinden habersiz canveren her hatıra Kalbimin taşlığına uzandı sıra şıra.
Ben ne göğüs geçirdim, ne gözümden yaş aktı; Büküldükçe bu ağır cenazelerden belim Dedim: «Nasıl çürürmüş genç ölüler, görelim?"
Rüzgârda savruluyor bir tüy olan yüklerim... Bütün boylu boyunca kalbime gömdüklerim Bir iskelet kesildi yıl geçmeden arası.
Döktü çiçeklerini kokladığım demetler, Kalbimde birbirine benzedi iskeletler, işlendi her kemiğe bir ruhun manzarası.
FARUK
Hay ne den?
Yanaklarında yazın coşkun harareti var, Bir kızıl gül renginde o ateşin yanakları! Kışın hüküm sürdüğü yerse gönlün, sevgilim.
şüphesiz bu hal bir gün, sevgilim, pin yanaklarında göreceksin kışı sen! Kalbinin kutuplan bir cehennem olurken!
SÜLEYMAN SIDDIK
Hayat --
Bugünün meseleleri
6
Sayı : 116
Lâtin Alfabesi esasından kabul ettiğimiz yeni Alfabemizin, bundan evvelki yazımıza nispetle, dilimize ne kadar uygun ve ondan ne kadar daha vazıh olduğunu yeni yaziyi tatbik ettiği-mizdenberi her günkü müşahedelerimizle anlıyoruz.
Yeni yazımız ile eskisi arasında .ilmî ve herkesin aıılıyamı-yacağı mukayeseleri bir tarafa bırakarak, herkesin tekrar edebileceği şu küçük tecrübeyi yapınız:
Beş altı yaşında dalıa ne yeni harfleri, ne^ de eskilerini bilmiyen bir çocuğa «Ali» nasıl yazılır diye sorunuz, çocuk harflerin şeklini bilmediği halde derhal «A» ile yazılır diye cevap verecektir. Yalnız şu küçük tecrübe, yeni yazının lisanımızın tabiatına nekadar muvafık olduğunu ve zaten çatlatamadığımız « d» gibi eski yazımızda bulunan bir takım harflerin bizim için lüzumsuz olduğunu, çocuklarımızın zihnini karıştırdığından, çabuk okumalarına mani olmaktan başka işe yaramadığnı gösterecektir.
Eski yazmazdaki sedalı harf noksanı da herkesin hissettiği büyük bir mahrumiyet idi. Vakıa epice uzun bir zamandan beri esası türkçe olan kelimeleri yazarken sedalı harfleri koymağa alışmış idik. Fakat «kelimatı arabiye» meftunlarının Arap imlâsına esir olmaları, Arapçaya ve Acemceye benziyen fakat bizim kendi malımız olan, hatta arapçada ve acemcede bulunmadığı halde bizim icat ettiğimiz
kelimelerin sedalı harflerle yazılmasına mani ohyordu. Yeni yazı dilimizde türkçe kelim eler ve «kelimatı arabiye» ayrılığını kaldırdı, dilimizde kullandığımız kelimelerin tamamiyle kendi malımız olduğunu ispat etti; çünkü esas hangi lisandan alınmış olursa olsun, söylediğimiz kelimelerin hepsini söylediğimiz gibi yazıyoruz. Hulâsa yeni yazımız bize dilimizin istiklâlini temin etti.
Dilimiz e istiklâl veren, yani halimizi ferahlandıran ve çocuklarımızın daha kolay okuyup yazmalarını yani istikbalimizi temin eden bu Lâtin Alfabesi acaba nasıl meydana gelmiştir.? hesiz ki birden bire değil; hiç bir insan bir eseri, birden bire mükemmel olarak meydana çıkmamıştır.
İnsanların birbirleriyle konuşarak fikirlerini söz vasıtasıyle teati ettikten sonra, görmedikleri ve işidemedikleri hemcinslerine de fikirlerini bildirmek, yani zaman ve mekân içinde fikir nakletmek istedikleri tabiidir.
Söz, şairin dediği gibi, âlemler arasında rabıta vasıtası isede, fonografın icadından evvel, sözün nakli kabil
insanların fikirlerini uzaklara nakletmek istedikleri vakit ne gibi vasıtalara müracaat eyledikleri düşünülecek şeydir.
Zamanımızda yaşıyan fakat
medeniyette henüz pek geri olan bazı kavmlarm fikir nakli için kullandıkları vasıtalar, yazının icadından evvel bütün insanların
kullandıkları vafeıtalar hakkında bir fikir verebilir. Meselâ «Su-matra» adasındaki «Malez»kavmi fikirlerini bildirmek için tuz, karabiber, kırmızıbiber, gibi vasıtalar " kullanırlar. Tuz muhabbet, karabiber kıskançlık, kırmızıbiber nefret ifade eder. Bu gibi maddelerin bir paket içinde miktarına ve vaziyetine göre o iptidaî insanlar, zaten basit olan hislerini ve fikirlerini uzaktaki kimselere de tebliğ edebilirler.
Vaktiyle «Sit» kavmi hükümdarlarının İran hükümdarı «Dara» ya bir kuş ile bir fare, bir kurbağa ve beş oktan mürekkep bir name göndermiş oldukları rivayet olunur. Bu namenin manası: Kuş gibi olup ta havada uçamassan, fare gibi yerin altına giremezsen, kurbağa gibi suyun içine saklanamazsan bu beş tane ok seni gelip bulacak... demektir.
Müverrih Leon Kahun Sit kavminin türklere pek yabancı ol-madığmı ve türkleriu sonradan İstanbul İmparatoruna gönderdikleri namenin «SİT» yazısıyle yazıldığını söylemesine göre As-yada bulunan ecdadımızın yazıdan evvel, fikirlerini uzaklara bildirmek için böyle vasıtalara müracaat etmiş olduklarını tahmin edebiliriz.
Afrika kavmi arının bazıları, ezcümle (Yamyamlar) bir birlerine haber göndermek için değnek yollarlar. Değneğin şekline göre bir nevi pasaport olduğu gibi, daveti tazammun eder, hatta bir meclise davet ile beraber meclisin ruznamesini ifade eder. Bizim ekmekçi hesabım
226
Sayı, 116 ---
tutmak üzere kullandığımız çetele böyle değnekle fikir tespit etmenin rakamlara tatbik edilmiş bir şeklinden başka bir şey değildir. Zaten ekmekçi çetelesi usulü yalnız bizde değil, Avropalılarda dahi mevcuttur. Onun için bir
kavmin yazı, rakam dururken çetele kullanması o kavmin geriliğine değil, medeniyette en ileride bulunan kavmlarm bile iptidaî zamanlarını ihtar eden bazı alâmetleri sakladıklarına delâlet eder. Almâncada harf manasım ifade eden (Buchsta-hen) kelimesi de eski Germenlerin değnekler üzerine yaptıkları çentiklerin bir hatırası olduğunu söylerler.
Yazıdan evvel fikir tespiti için kullanılan böyle iptidaî vasıtalardan biri de bir ipin üzerine düğüm yapmaktır, iplerin renkleri değiştirilerek ve düğümlere türlütürlü şekiller verilerek epice fikir ifade etmek mümkündür*. Hafızalarına itimatları olmı-yan bazı kimselerin hâlâ mendillerine düğüm yapmaları yahut yüzüklerine bir bez parçası takmaları o usulün bir bakiyesi olsa gerektir. Bazı iptidaî kavunlarda iki insan bir biriyle mülâ-kat istediği vakit bir ipin üzerine mülâkat kaç gün sonra ise oka-dar düğüm yapar gönderir, ipi alan kimse her gün bir düğüm çözerek mülâkat gününü unutmaz. Elbette bu düğümlü ipin bir nüshası da gönderen adamda kalır... Yazının ve bilhassa muhtıra defterinin icat edilmiş olmasına zamanımız avukatları hesabına pek memnun olmak icap eder: Mahkemelerin kendilerine verdikleri mülâkat günlerini unutmamak için biçareler acaba kaç renkte ve kaç düğümlerle düğümlenmiş ipler saklamağa mecbur olacaklardı?
Mütenevvi eşya ile, ile, düğümlerle, fikir tespit etmeden bir derece daha ilerisi re sim ile fikir nakletmektir. Resim
-:---:- 7 _--
nekadar iptidaî olsa gene bir san'at olduğundan bu derece medeniyette de biraz terakkiye delâlet eder. Resim ile meram ifade etmenin güzel bir nümu-nesi, nisbeten yakın bir zamanda Şimalî Amerikadaki kızıl derili adamların müttefik cumhuriyetler reisine verdikleri arzuhaldir. Bu resimde, Aralarında bir de insan bulunmak üzere, mütenevvi hayvan resimleri vardır. En önde bulunan turna kuşu kabile reisinin, onun arkasında bulunan hayvanlar da (İnsan da dahil) kabilenin ileri gelenlerinin resimleri ve isimleridir. Hepsinin üzerinde aşağı yukarı yürek şeklinde bir delik vardır. Bu deliklerin her birinden hat çıkarak reisin kalbine gjder. Bundan başka gene hepsinin başından
birer çizgi çıkarak reisin başına gider. Bu......
ve düşünce ıtıoarıyie lerini ifade eder.
kesik kalmış olan bir çizği cüm-huriyet reisine hitap demektir. Böyle hisleri ve fikirleri itibarile birleşmiş olan kabile mümessillerinin ne istediklerini de gene reisin başından çıkarak aşağıda göle benzer resimlere giden bir çizgi
Ne demek olduğu anlaşılınca görülüyor ki, basit ve sarih bir. ifade.... Fakat bizim gibi yazıya
alışmış ve bilhassa bir arzuhali mutlaka bir pul ile birlikte tasavvur eden insanlar için nekadar müşkül bir kıraat!
Eski mısırlıların (Hiyeroglif) yazılarıyle eski Asuriîerin (Mihi) denilen yazılarının, Çin yazılarının ve diğer Hiyeroğliflerin esası da gene böyle resim ile fikir tespit etmektir.
meramı
yerine
verir.
filen isbat gibi - yazıdan daha beliğ-öküz resmi, okuya bilene ne de öküz fikrini Fakat bu türlü meram
- 227 -
~"" - Hayat
ifadesi herkesin harcı olmadığı gibi haylıca uzun da bir iştir. Sonra da resim ile ifade edilmi-yecek mücerret fikirler vardır. Vakıa resim san'atınmm terakkiyle ifade edilen mücerret fikirler bugün bile yazı ile ifade
edebileceğimiz dereceden ileridedir. Fakat resim san'atı her vakit müterakki
harcı
_ibi eski
ile i]
mücerret fikirleri göstergene basit resimlerle
Bu çareyi izah için, müsade-
şim-türkee
zedeceğim. M
demek için bunun mad-
lere benzediğini aramışlar ve ayrı ayrı olarak (göz) ve
bir
rini ifade etmek için yanyana iki kol yaparak birine bir süngü
başka kuvvet şekli yaparak
demir
demir ile kafa kırmağa muktedir bir kolun
kuvvet ifade ettiğine şüphe
kalmamış.
GALİP ATA
— Devam edecek —
Hayat ——— Edebî münakaşalar
8 —
Sayı 116
Hayat'm yüzüncü nüshasında A. Talât beyin Ziyaettin Fahri beyin tenkidine cevaben intişar etmiş olan kıymetli makalesini
okuyarak aşık Dertli5 yeait mah-tut olmakla beraber esaslı tet-kıkata müstenit malûmatımı arz-etmeği muvafık buldum.
Ankarada bulunduğum zamaıı
Riza Tevfik'm Peyam gazetesinde Dertlinin, Bursanm Beypazarmda ve sonra Rumelinin Beypazarmda tevellüt ve yeniçeri vak'asında öldürülmüş olduğuna dair y an-liş mütalâaları havi neşriyatım bir mektupla kendisine bildirerek tashih ettirmiştim.
Dertli'nin filhakika Koyun Pazarındaki cami kabristanında medfun bulunduğu hakkındaki A. Talât beyin ifadeleri pek doğrudur.
Şukadar ki oğlunun isminin Ömer olmasını delil ittihaz ederek kendisinin Bektaşi olma-dığma dair mütalâa doğru değildir.
Çünkü bektaşiler bektaşi olarak doğmazlar.
Bektaşi olmak için bir merasimden ğeçmek lâzımdir, ve buna «Nasip» derler.
Bektaşilerin bir çoklari Kadiri, Rüfai ve emsali tarikatlara mensüp olmuşlardır ki aşık Dertli de evvelce «Halvetiye» tarikinden olduğu halde sonra Mustafa baba isminde bir zatten «Nasip» alarak Bektaşi olduğu muhakktır.
Binaenaleyh «Ömer» ismindeki oğlu Dertli'nin bektaşiliğe intisap etmezden mukaddem ve bektaşilerin hu itikadına vakıf
[*] Bu mesele hakkında daha fazla öğrenmek isteyenler Hayatın 96,100 ncü nümaralanna bakmalıdırlar.
olmadığı bir zamanda doğmuş olduğundan ismi Ömer kalmıştır.
Meselâ ben kırk yaşında Bektaşi olmuştum, yirmi beş yaşında iken doğan çocuğumun adını Osman koydum. Şimdi ben öldükten sonra oğlumun adının Osman olduğunu delil ittihaz ederek benim için «Bektaşi değildi» demek, doğru mudur?
Bundan başka Dertli'nin bektaşi olduğu kendi aşariyle müspettir. Dertli «Bir Sultan» dan ziyade mutaassıp bir mutasavvıftı.
A. Talât beyin divanında olmayan, fakât bektaşiler beyninde pek meşhur olan bir nefesinde:
«Söyleme ey zahit yalan dinlemem,, «Bir hak mürşüde bağlı destim benim,, «Sen ğibi ğünde beş vakit kirlenmem,, «Bir vakit bozulmaz ab d estim benim"
demiş olduğu ğibi daha ileriye.
Dertli'nin yaşadığı devirde bek-taşilarin içine girip te bektaşi ve ve yahut Alevi görünmenin
"Gülbank külünğile zahit ekher" «Kafanı ezerim senin bilmiş ol"
diye başlayan diğer bir mısraıı- . dada;
"Dinini Si..rim senin bilmiş ol„
demiştir ki dini bütün bir Sünni bunu söylemez, hatta söyletmez.
Bundan başka halk her zaman Kızılbaş ile Bektaşiyi bir birinden ayırmamıştır.
Bektaşiden başka diğer tarikat mensublarma bile Kızılbaş demiştir. Dertli de başka bir nefesinde Bektaşi olduğu halde kendisine Kızılbaş dediklerini söylemek istemiştir.
Dertli'nin aleviler köylerine
gittiği için onlarla hemhal görünmek istemiş olması ifadesine
ni yoktu.
Hele Anadolu içinde bu kabil olamazdı. Nasibini almamış bir
■ s
kimse böyle şeye cesaret edemez ve ederse mutlaka onu «Münkir, münafık, mufsit» addederek öldürmekten çekinmezlerdi. Yakın zamanlara kadar da Bektaşi muhabbetlerine girilerek onların bazi ferî usul ve itikatlarına vakif olunduğu vaki olmuş sada gene esas usulleri hakkında
esaslı malûmat alınamamıştır.
i
Bu bapta son zamanlarda vukubulan neşriyatın kâffesi efsane mahiyetinde kalmıştır.
Şu itibarla Dertli heyecanlı bir halk şairi olmakla beraber çok imanlı bir bektaşiydi.
Musikiye mensüp olduğum sebeple halk şiirleri meyanmda eskiden müridi bulunduğum bek-taşilik dolayısiyle de bütün bektaşi şairlerinin nefeslerinin notalarını cemetmiş olduğundan Halk bilgisi ve Halk musikisine bir hizmet edebilmek emelile bunların bestelerini neşredeceğim için bu eser ve vesikalarıma istinaden Dertli hakkındaki ufak bir malûmatımi ayni hizmet endişesile arzettim.
A. Talât bey efendinin Dertli kitabının pek yüksek kıymeti haiz olduğunu makami şükranda beyan etmeği de bir vazife ad deylerim.
Kırklareli Halk Musiki Cemi-
YAHİT
«
yy
Sanayii nefise içerisinde edebiyat, resim, heykeltraşi ve mimarinin ne büyük mevkiler işgal ettiğini biliyoruz. Şimdiye kadar bu san'atlar arasında kendisine İliç bir yer ayrılmamış olan fotoğrafçılık, kendisinden esirgenen bu mevkii zorla elde etmiş biramevkide bulunuyor. Hakikaten fotoğraflar tabiatta mevcut olan varlıkların başka bir sey
el
retus ve saıı'at-
kârane bir şekle gir( rafcılıkta san' at
S , J
başlar. Bu sahada (poz)unda büyük bir mevkii vardır, Avrupa ve Amerikada bir çok fotoğraf san'atkârları vardır ki bir artistik fotoğrafa sahip olmak için haftalarca uğraşırlar. Bakınız bunlardan birisi ne diyor:«İyi bir
resim almak için bütün bir gün gözüm semade, bulutların ve güneşin vaziyetlerini tetkik etmekle vakit geçiririm. Çok defa müsait bir vaziyet görür görmez fotoğraf makinemi kucakhyarak ev elce tespit ettiğim bir noktaya doğru koşarım. Bazan ben istediğim yere yetişinciye kadar güneş vaziyetini değiştirir, ve bütün emeğim boşa,-gider,. ben de sukutu havai içinde ezilirim.] kes için örümcek ağı
aor
fotoğraf
gumuz uç gı " ' )ğr(
«ijonara i loııu»nda teshir edilmiştir. Fo-toğr afi arın en büyük kabahati (hayat) tan mahrum olmaların-dadır; bu sayhalarda görülen birinci resimde sudaki bütün hareler pek canlı bir şekilde zapt ve tespit edilebilmiştir. Köpeğin yüzdüğü pek âlâ anlaşılmaktadır.
Bu resim Gladys M. Black tâ" rafından alınmıştır. (Akşam gezintisi) ismini taşıyan ikinci resim Mr S. Nakağama nammdaki bir japoıı san'atkârımn aldığı fotoğraftır. Burada, bir tablödâ görebileceğimiz incelik ve canlılığa tesadüf edebiliriz. Güneşin su üzerindeki il ti malar ı, a kşam havasmdaki loşluk, uzaktak ufak kırışıklar, sandalın kayıcı :etleri cok
resmin ısmı ziyası) dır. (Mr K. Olıara) ııuı eseridir. Burada, san' atkârların tabirini kullanarak, tabiat tarna-miyle tecessüm etmiş diyebiliriz: Resim japonyada meddü cezirden sonra bir kumsalın akşam manzarasını gösteriyor. Cezir çekildikten sonra kumsalda henüz baki kalan ıslak kırışıklık bütün sıhhat ve güzelliğiyle ifade edilebilmiştir.
fc'
JbHHH
fMmmmm

HHHİ^HHHH
■■■■■■■■■■İH
mi^mm^mSss,
HESKBflHlI
Fotoğraf güzel san7atlar sahasına, girecek mi ?
Temasa ve sahne âleminde bir harika: Makineden Cehennem.



, V
«...
V A

ladeİ!

l
4
V


)
■t:.
V
w
«lir

V- i
iğamm
ı»
İPK
■ f •


(.«1 )
%

Güzel sem'atlar sahasında yeni bir zerk ve görüş.
Sayı : 116 ____
Güzel san'atlarda yeni
13
Son seneler zarfında Avrupa ve Amerika sergilerinde teşhir edilen san'at eserleri arasında güzellik ve orijinallik cihetiyle
öyle nümunelere tesadüf ediliyor ki hayret ve takdir etmemek mümkün değildir. Bunlardan biri de bu defa Paris salon'unda teşhir edilen meşhur Alman san'atkârı (Fraulein Hilde Su-sanne Dans) in görülmemiş bir usuldeki eserleridir. Bunlar bir takım boncuklar ianesile yapıL
miş resim ve şekillerdir. Bu eserleri meydana getiren san'at-kârın kudret ve mahareti Almanya ve Fransa merkezi idarelerinde tanınmış ve büyük bir merak ve alâka uyandırmıştır. Meselâ yünden ve başka maddelerden yapılmış teşbih taneleri vasıtasıyle ( Dr.F.H.) in portresi cidden takdire şayandır. Fraulein Hildenin gene ayni vasıtayle yaptığı kendi portresi ayrı bir huşusiyet ve yeniliği haizdir. Bir taslak halinde bulunan bu eserin gölgesi kendisine tam bir müşabehet arzetmektedir. Bu yeni tarzdaki resimle kendi fotoğrafının karşı karşıya gelmesinden hasıl olan manzara çok caziptir. «Baharın ilk günlerinde kayın ağacı» ismini taşıyan başka bir nümune de san'-atkârm bütün san'at inceliklerine şahit oluyoruz. Yünden yapılmış ince yuvarlaklar vasıtasıyle, ilk baharda ağaçlardan nüsgun damladığı zamanı ifade etmek ve kayn ağcını bütün güzelliğiyle tecessüm .ettirmek her halde hakikî ,ve ipdaî bir kabiliyet . eseridir. Bir kaç çiçeği bir arada gösteren dördüncü eser de çok zariftir. Bütün bu numuneler tezyinî bir gaye ile yapılmıştır. Salonlarda çok . zarif ve orijinal bir güzellik hasıl eder.
Bu günün müverrihleri, eski Mısır medeniyetine «cihan medeniyetinin beşiği» nazariyle bakıyorlar. (Tutankhamen) ismini taşıyan meşhur çocuk firavnin son defa açığa çıkarılan şayanı
medeniyet Avrupa tarihçileri nazarında ehemiyetini bir kat daha artırdı, Bu defa sır Philip Sas-soon'un tayare ile Hindistana giderken Mısırda çektiği kuşbakışı bir kaç resim tarihte ehemmiyetli bir faslı kaplıyan bir medeniyetten kalan şaheserleri çok nefis bir şekilde tecsim etmektedir. Bunlardan Medum ehramı araplarca «ehramı kâzip» ismile tamrımaktadir. Bunun tarihi dördüncü sülâleden firauıı (Sııeferıı) e kadar gitmektedir, Bu eser etrafındaki ovadan 120 kadem yüksekliğindedir.
yukarıya basamak ğimiz ilk kısmı 96 ayak, ikinci basamağı 20, üçüncüsü 25 ayaktır. Bu ehramın semadan manzarası çok muhteşemdir. Etrafında dalgalanan kumlar üzerine uzattım gölgesi ona ayrı bir
uçuncu
tur. Mamafih bu retçiler için nasıl bina bir surette rinus yahut Men :amı
zıya-
un aldığı resimlerden biri de Gize'nin büyük ehramının resmidir. Bu ehramda iki milyondan fazla taştan edilmiştir ve binası için, adam, tuğyan zamanlarında üçer
ay çalışmak üzere 20 sene uğraşmışlardı.
Büyük Karııak mabedi fotoğ-rafındaki azamet
1
: üzere bina edilmiştir. Daha ey elce bunun yerinde başka büyük bma vardı. Karnak, (Thebes) in
tayaran bana okadar tesir etmiştir ki onların üzerine tırmanmağa tercih edilebilir.» Menun ehramı
Gize'dekilerden daha evelki
zamana aittir; jvnum nun Snefern tarafından
-örüyoruz ki tayarenin fayından eserler ve
sında ve mevcut dinî
dikkate şayandır. Şır son ehramlar
r: «Helvan'ı ziyaretim ımx ve Gize ehramlarını yakın bir mesafeden semadan seyretmek fırsatım verdi. Bu
«msan»ı,
ruz : uyunun mev-ismini taşıyan
dima. is-►ir kadın vasıtasıyle ri merkezî Ayrupadan m idlal edivor ve onun
oım cehenneme Mimi ile bu temiz bir
ri altüst
mr.
dramcısı (F erene tarafından yazılmıştır
ir hareket vardı, iki izu ve siyah smoki-
)r-
ıkı genem sevişmesi neticesinde bütün bu muazzam
:e sarsı-
ıyör ve oyun iyle hitam bulr r.
at ye iı
ı iddia edilen tiyatro
rıyr,
Gotthold - Eph raim Lessing 22 kânunusani 1729 da Saksun-yada Kamenz'te doğmuş olduğu için, velâdetinin iki yüzüncü yıl dönümü, Almanyada büyük merasim yapılmasını ve bütün dünya gazete ve mecmualarının kendisinden uzun uzun bahsetmelerini mucip oldu. Hayat'm 113 ücü nüshasında da Orhan Sadettin B. bu büyük adamı bilhassa filozof cephesinden alarak tetkik ediyorlardı. Filhakika bir protestan papasının on evlâdından ilki olan Lessing, ilk önce rahip olacaktı. Fakat kendinde bu istidadı görmeyerek bundan vaz geçmiş olmakla beraber, hele hayatının son senelerinde sahai faaliyeti bilhassa dinî ve felsefî meselelere . müte-vecçihti. Bu makalenin hududu tetkiki ise - nakadar basit ve
nakıs bir şekilde olarak! - Les-siıığ'in edebiyat sahasindeki asarıdır...
Lessing, on çocuğun ilkidir, demiştik. On çocuklu bir papas evinde zaruret te ebedî bir misafirdir. Bunun için, az olsa da gene ekmeği emin olan rahiplikten vaz geçerek, doktorluk
ve fünunu tabiye tahsiline heveslerinde de karar kılmayarak, Lessing edebiyat ile uğraşmağa başlayınca, bu hal ondan ilerisi için bir maişet yardımcısı bekleyen ailesini pek hiddetlendirdi. O zaman Lessing Laypzikte bulunuyor ve akrabasından birinin çıkardığı bir mecmuada yazılar neşrediyordu. Daha mektepte yazdığı bir piyes de bu şehirde oynandı. Bir müddet sonra
[*] Lessingin doğumunun 200 ncu yıldönümü vesilesiyle hayat ve felsefesi hakkında malûmat almak isteyenler 113 ncu sayımıza
Lessing'i Berlinde görürüz. Orada ingiliz edebiy atiyle peydayı istinas eder, ve ilk şayanı dikkat eseri olan (Mis Sarah Sampson) piyesini yazar ki, hu piyesi burjuvazi hayatını sade bir şekilde göstermesi itibariyle o vakte kadar hep trajediye münhasır kalmış olan Alman sahnesi için bir dönüm saymak caizdir. O zamana yani aşağı yukarı otuz yaşma kadar, Lessing faaliyeti fikriyenin her sahâsiyle alâkadar olmolda beraber, hangi cihette ilerleyeceğini tayin edememiş bir vaziyettedir.
Zaten de bu, Alman edebiyatının da kendini henüz aradığı bir devirdir. Dünyaya gelmiş insanların en büyüklerinden biri, büyük Frederic, Berlinde hükümdar olduğu ve küçücük Prusyayı dehası sayesinde Avrupa siyasetinin en mühim merkezi haline getirdiği halde, Alman edebiyatı bir merkezden ve bir hamiden mahrum bulunmaktadır. Otuz cilde varan telifatı kendisine Fransız edebiyat tarihinde şayanı dikkat bir mevki temin etmiş olan Fredöric, Almancayı çok fena yazmakta, hatta fena konuşmaktadır; ve Berlin'den Voltaire'in yazmış olduğu gibi, sarayında en az Almanca konuşulur. Frederic Almancaya o kadar bigânedir ki, filozof Wolff ile, eserinin Fransızcaya tercümesini okuduktan sonra alâkadar olmuştur. Ve Frederic için bu lâkaydı elbette bir kabahat olmakla beraber, muhakkak ki Alman edebiyatı ozaman Fransız edebi-
idi. 1760 da Lessing memuri; Breşlav'a gider, ve orada bulunduğu zaman esnasında en mühim eserlerinden ikisini yazar ki, bunlar (Laöcoon) ile (Minna von Barnhelm) dir.
Laokoon, muhtelif bediiyat meşelerinden ve bilhassa şiir ile resim arasındaki farklardan
bahistir. Bu meselelerden Les-singten evvel Winckelman da bahsetmiş olmakla beraber, Lessing yeni bir çok fikirler getiriyor, ve fikirlerini kabul ettirmek için uzun tafsilâta girişerek kat'î hükümlere varıyordu, istiyordu ki, şiirin resim ve hey-keltraşlıkla hiç bir alâka ve irtibatı olmasın. Onca heykeltraş-lık, Baudelaire'in meşhur beytinde tarif olunan haleti nıhiyeye mutabık bulunmak, yani (hatları yerlerinden oynatan harekete kin besleyerek, asla ağlamamak ve asla gülmemek mecburiyetindedir» Onun içtihadına göre, meselâ bir ressam Venüs'ü tersim edecek olursa bu Venüs hareketsiz ve pürsükün olmakla mükelleftir. Çünkü hiç bir şey duymamak ve hele izhar etmemek, büyüklüklerin en büyüğü olan hüsnün şanmdandır. Buna mukabil de, şairin kelimelerle ressamlık ve heykeltraşlık yapmasına Lessing'in tahammülü yoktur. Bu sütunlarda çıkan (Edebiyatta başka san'atlar) isimli makalemizde, bizim de yaklaşmış olduğumuz bu noktai nazarda, Lessin-gin ifrata gitmiş olduğunu kabul işe zaruridir.
Zira hazan edip sade kelimeleriyle
Sayı 116 ---------------
lir. Meselâ Chateaubriand, meselâ dün Loti her ressamı kıskandıracak levhalar vücuda getirmediler mi?.. Viktor Hugo' nun (Les travailleurs de lamer) isimli romanında, lıiç bir tabloda görmediğim deniz tasvirlerine tesadüf ettim; ve meselâ Barres'iıı bazı portre tariflerine o portre -ler kadar güzel ve canlı dememek mümkün değildir. Malıaza şunu da ilâve etmeli ki, Lessing kitabım bütün bu isimlerin tulu-undan evvel yazmıştı, ve bütün ifratlarına rağmen Laokoonuıı Alman edebiyatının en yüksek eserlerinden biri bulunduğunda
(Minna von Barnhelm)e gelince, bu bir komedidir, ve tamamen Alman havatmdan mül-
V
hem, ve Alman tiyatro edebiyatında ilk millî komedi sayılan bir eserdir. Bu piyes 1767 de Hamburg şehrinin tiyatrosunda oynanır. Lessing bu tiyatronun müdürüdür. Ve tiyatrosunda oynanan piyeslerden bahsetmek üzere, bir mecmua çıkarır; o zaman Alman sahnelerinde mütemadiyen Fransız piyesleri oynandığından (Hamburgische dramaturgie) ismini taşıyan bu mecmuada almalıları, halâ çilgmea aşıkı oldukları Shakspeare 'e tercih eder. Mahaza, büyük fransız klasikleri hakkında Lessing'in verdiği hükümler bıtarafane-hatta-vakıfaııe değildir. Moliere'e ismi ancak edebiyat tarihi müte-hassıslarınca malûm bir muharriri tercih ve Comeille, Raciııe ve Voltaire'e çoğu haksiz türlü hücumlar eden Lessing, Fransız edebiyatında tiyatro müellifi sıfatiyle hiç te ehemmiyeti olma-
yan Diderot'ya bu sıfatiyla hayrandır. Şunu da ilâve etmeli ki, Lessing'çe trajedinin unsurları korku ile merhamet, ve tiyatronun gayesi ihtırasatı beşeriyeyi ■ fazilete sevketmektir. Yani muhitinin ve bu muhitten aldığı diııî terbiyenin tesiri altında kalan edip, san'at için san'at nazariyesine yükselememiştir.
1769 da Brunsvik dukalığı dahilinde Volfenbuttel'e hafızı-kütüp olur. Bu, Duka'nın bir sarayım havi olan küçücük bir kasabadır, ve kasrın üçyüz bin ciltlik kütüphanesinde vaktiyle de filosof Leibniz hafızı kütüp-lük etmiştir. Bu zaman içinde uzun bir İtalya seyahatine çıkan dukanın biraderi, Lessingi beraber götürür, ve Napoliye kadar İtalyada bir hayli gezerler. Lessing, kendisini çok zamandan beri işgal eden (Emilia Galotti) piyesini, bu seyahat dönüşü bitirip oynatır. Vak'ası İtalyanm bir küçük hükümetinde geçen ve heveslerini kanun bilen bir prensin eski sevgilisinden bıkarak pâk bir bakireye malik olmağa kalkışmasını gösteren bu piyes, Lessing'in oyunları içinde benim en sevdiğim eserdir. (Toridde İfijeni) piyesinde eski Yunanistan! ve (Torkvato Tasso) da îtalyayi yaşatan Goethe, üslubunun bütün ihtişamına rağmen Kahramanlarına başka bir milletin ruhunu veremediği halde, Emilia Galotti piyesinde ve bilhassa prensi de ve onun âşkının temin ettiği ikbali de muhafaza için hiç bir şeyden çekinmeyen kadın şahsiyetinde, İtalyanm güneşiyle tutuşmuş bir ateş ve ihtiras çok canlı gösterilmiştir,
— 235 —
————-—- Hayat
Üçyüz bin ciltlik kütüphanenin içine girdikten sonra, Lessing artık edebiyattan ziyade felsefe ve din meseleleriyle meşgul oldu, ve bir çok münakaşalarda bulündu. Mamafih, 15 şubat 1781 de Volfenbuttelde vefatına kadar devam eden bu son devrei hayatiyesî içinde, (İSTathan der Weise) yi yazmıştır ki, bu eser, bütün edebiyat tarihlerinde Les-siııgin şaheseri sayılır. Daha gençliğinde yazdığı piyeslerin birinde ana hatları sezilen hu ÇNatlıan) piyesinin kahramanları, Selaheddini Eyübî ile âkil ve fazıletkâr musevî Nathan, bir de şövalyedir. Ve bunların üçünün de akraba oldukları neticede belli olur. Dinin fevkinde insanları fazıletleriyle birleştirmek gayesini takip eden bu piyes, hakikaten yüksek ve ulvî bir felsefenin ifadesidir..
Sözlerimizi hulâsa ederek diyelim ki: Lessing'in san'at ve edebiyat hakkındaki hükümleri daima doğru olmamakla beraber, fikirlerini büyük bir itina ile müdafaa etmiş ve çok teiniz bir lisanla anlatmıştır. Ve aşk, servet, ikbal gibi dünya, zevklerinden uzak ve ancak fikir zevk ve heyecanlariyle dolu hayatı, Alman milleti için iftihar lıakkı verdiği gibi hem de minnettarlığını bir vazife kılmıştır. Çünkü (Minna von Barnhelm) ile komedi, (Emilia Galotti) ile dram, ve (Akil Nathan) ile trajedi ııe-vilerinin ilk muvaffak numunelerini Alman edebiyatına veren Lessing, Goethe ile Sciller saltanatına da zemin ve imkâu hatır.
NAHtT SIRRI
Hayat
Temaşa
Temasa sanatında çalışanlar
tıpkı ahenk ve rabıtası düzgün bir aileye benzerler.. Onların arasındaki en ehemmiyetsiz bir " uygunsuzluk, meydana getirmek istedikleri eserin mana ve ruhu üzerinde pek tahripkâr tesirler yapar... Sahnenin üzerinde söylenilen bir., evet., ve yahut yapılan küçük, bir işaret, eger lâzım gelen kuvvet ve tesiri yapmayacak olursa derhal eserm bir köşesi bozulur ve temaşa edenler üzerinde pek fena bir tesir bırakır. Ahenk meselesi nazarıdi kkate alınınca, ilk defa düşünülecek nokta ikinci derecede ki rollerdir. Son zamanlarda Fransa temaşa hayatında büyük izler bırakan «Paul Giraldi» ve «Henri Bernştein» nin piyeslerinin ekserisinde ikinci derecede rollere bile tesadüf olunamamaktadır. Gerçi piyeste herkesin alâkasını üzerine celbeden birinci derecede eşhas bulunmaktadır. Fakat muharrir onlara yardım eden ve vekayiin inkişafına çalışan ikinci derecede ki eşhasa o kadar fazla bir yük o kadar cok vazife tahmil etmiştir kı artık onun ikinci bir dereceyi işgal etmekte olduğunu bile anlayamazsınız.
Fransanm yüksek muharrirlerinden H. R, Lenormand bu
mesele etrafında şu
serdetmektedır:
«Temaşa san'atı yekdiğerine kaim bağlarla merbut küçük vekayiin bir neticesini canlandırmak vazifesiyle mükelleftir. Bu küçük vekayiden alman netice hayatı, daha doğrusu kendimizin her gün tesadüf ettiği, fakat lâyık olduğu kadar ehemmiyet vermediği bir hakikati gösterir. Bu hakikat hayatın hakiki çehresidir. Görülüyor kı hakikî hayat sahnenin üzerinde canlanmaktadır. Temaşa sanatındaki her hangi bir rolün
zaman
uzak bulunan ve ikinci, bir ehemmiyeti olan eşhas çok defa, bizim üzerimizde eıı kuvvetli tesirlerini gösterebilir.. İşte
bunun içindir ki temaşa müellifleri vücuda getirdikleri eserlerde
en fazla yükü ikinci derecedeki rollere tahmil etmektedir, ema roller, çok zaman esrarını me mların r
V^ALVCtA J-LA — 7
gizli olan noktaları birer birer çözüp hakikatin anlaşılmasına
)r..
noktai nazarından olursak görürüz ki, moller en kuvvetli mümes-
sillere verilmiştir; çünkü muharrir birinci role lâzım gelen ehemmiyeti verdiğinden, mümessil onu daha kolaylıkla temsil edebilir. En kuvvetli cümleler, en yüksek hitapları hep birinci derecede olan rollere bahşetmişim İkinci rollerin ehemmiyet bulması, orada muharririn arzu . ve emellerinin ancak mumess 1 tarafından sezilmesine bırakılmasıdır. Muharririn çıkıncı
rol sahiplerine söylettiği kuçuk bir cümle, mümessilin kuvvet ı
mimik ve jestlerde süsknımyecek
olursa, piyesdekı g^ldderden bir çoğu kaybolacağı gibi, belki de arzS edilen manalar da kalmı-yacaktır. İşte bunu nazarı ıtıbare
Lak, her eserde
rollere fazla ehemmiyet verme
liyiz.
Bu mütalâa temaşa sanatı-nm rol hususunda takip ettıgı bütün programı kısaca telhis etmektedir. Temaşada^ en küçük bir vazifenin pek buyuk bıı ehemmiyti vardir. Hasıl olmasın? Temasa madem ki hayatın sahneye 'nakledilmiş bir nümune-
herkesin, her vak'anın büyük bir tesiri vardır. Hayatta aldır madiğimiz nice vakayi ve .şşhas vardır ki, senelerin kolayhkla izale edemeyeceği tesirler altında bizleri bırakmıştır. Bn mülahaza temaşanın en çetin ve en
mühim bir san'at olduğunu bize
bir defa daha anlatmış oluyor.
Sayı 116
17
Hayat
Sigrid Undeset [*]
Bebek «Gerda» yı bana hangi senei devriye rrıün;
verdiklerini artık hatırlamıyorum. Fakat bu, her halde mektebe girdiğim tarihten çok evel ve annemin, hiç bir şey öğrenmek • istemiyen küçük bir kıza alfabe ve dikiş talim etmesinden çok az bir zaman sonra olacak. Yaşım yediye basıyordu.
O sabahı hatırlıyorum. Galiba, her hangi bir sebeple, bir kaç gün için sokağa çıkmamı menetmişlerdi.
Biz o zaman . Lider - Sagen sokağında oturuyorduk. Yolun yalnız bir tarafında evler, önü bahçeli küçük binalar vardı. Öteki tarafta geniş bir saha u-zanıyordu. Fakat ne fevkelâde bir saha! Bir kısmında yaşını başını almış çocuklar top oynu-
vorlardı. Bir az daha uzakta, tas
/ b
ve çakıl yığınları üzerine, küçücük evler yapıyor ve yanımızdaki kirli ve fena kokulu bir su birikintisi içinde ayaklarımızı yıkıyorduk. Daha' aşağılarda, (Kumandan) m çayırının yakınında, içinde cılız ve renksiz ağaç çilekleri biten ısırganlar vardı; (Saint Yean) dan sonra; henüz
[J 1928 Nobel edebiyat mükâfatım alan bu kadın hakkında 112inci nüshamızda bir tetkik vardı. Bu nüshamızda da en güzel hikâyelerinden birini neşrediyoruz,
olmamış, ham çilekler bulacağız diye muntazaman kollarımızı ve nızı dağlardık, ve sonra m bahçesine bakar-
için, oraya hiç birimiz ayak
elma, armut, kiraz ağaçları, havuç ve mühim miktarda turplar vardı !... Bahçeye dair birbirimize harikulade hikâyeler anlatırdık...
Bir defâ çayıra bir at bağlamışlardı. Çok defalar orada inekler dolaşırdı. Bu garip hayvanların ihtiyatla uzaklarında durur ve kolkola tutuşarak lıep bir ağızdan şarkı söylerdik:
Küçük inek, küçük inek Avcı seni almaya geleci Fakat hayır hiç kimse
Hikâye
sinden başlıyan geniş dünyayı tahayyül etmekti.
Parlak, güzel pir mayıs sabahında bana arabası ile beraber bebek G ardayı vermişlerdi, üzerimde, henüz kirletmeye vakit bulamadığım
vardı. Ve sarsıntılarla yürüyen araba ile yoldan iniyordum. Şose yalnız bir tarafında evler olan Oslo, mm bütün sokaklarında )i bozukta. Araba, ça-bir iz bırakarak :üçük ve büyük taşların üzerin-
m
Çünkü anneniz çok dikkatli davranıyor!
Aramızda en yaşlı olanlar anlatıyorlardı ki, bir sonbaharda bir domuz sürüsü günlerce bahçede kalmıştı. Fakat biz buna hiç inanmıyor ve günün birinde beklenmedik bir hadise ile karşılaşacağımızı ümit etmiyorduk. Çünkü içimizde halâ canlı bir domuz görmemiş olanlar vardı. Hepimiz de şehir çocukları idik ve en küçükler köy hayatını bilmiyorlardı... İşimiz gücümüz hergün çayırda ineklerle oynamak ve kilise yolunum öte-
— 237 —
de yuvarlanıyordu; su birikintileri, soluk mavi renkli bir ilkbahar semasını aksettiriyordu. Bahçelerde kayın ağaçlarının dalları, yeni açan, ince, balmumu sarısı renginde yapraklar taşıyordu. Ve ğüıieş her şeyin üzerine kıvılcımlar serpeliyordu.
O zaman iki arkadaşıma tesadüf ettim. Bana, çayırda bir at bulunduğunu ve geceleyin minimini bir tayı olduğunu anlattılar. Onlara araba ve bebeğimi göstermek istedim fakat sonra üçümüz de bunu unuttuk ve çayıra doğru koşuştuk! Anlattıkları doğruydı... Sokağın bütün çocukları orda idiler ve vukua gelen mucize hakkında aralarında konuşuyorlardı. Tayın cilız bacaklarını gördüğümüz
zaman hayretten donakaldık. Sonra onun rengi açık, annesi-
Sayı 116
niftki siyahtı! Süt emmek için başını uzattığı zaman vücudumuzda bir sıcaklık hissettik ve (Tabiat) m muammalarının bu kadar yakınında bulunmaktan hepimizde korktuk...
Dadımız bizi yemeğe çağırmağa geldi ve bu sırada arabanın boş olduğunun farkına vardım, Gerda kaybolmuştu. Her taraf aranıldı. Bütün çocukları sualden geçirdiler, bütün evlere gidildi: Yaşça benden çok büyük ve cesur olan iki arkadaşım polise gidip lıaber vermek istiyorlardı. Fakat onlara müsade verilmedi. O zaman dadımla beraber polis vazifesini gördüler. Fena bir şöhreti olan Nina yı zahmetli ve uzun bir istintaktan geçirdiler. Kızcağız yürekler acısı feryatlar çıkarıyordu. Annesi geldi ve üçümüzün de annelerimize gidip yaptıklarımızı anlatacağını söylemekle tehdit etti. Nihayet bütün bunlar hiç bir şeye yaramadı; Gerda bulunmadı.
Epeyce ağladım. Fakat bu hadiseye o kadar ehemmiyet vermedim. Bebeğimi ancak bir kaç saat görebilmiştim ve onun lıenüz kalbimde yeri yoktu. Sonra onun hakikî saçları yoktu, yalnız porselenden başı na resmedilmişti. Ve annemin dikmiş olduğu elbisesi basit bir pamukludan yapılmıştı. Buna rağmen, çiçekler gibi çok güzel bir beyazlığı vardı ipekten dantelâ, kurdelâlarla süslenmişti;. Bana yalnız arabası kaldığı için en güzel bebeğimi içine yerleştirdim. Fakat heyhat! bebeğim, saçları, kolları, bacakları olmadığı için, daima yatmıya mahkûmdu ve herkes ona gülüyordu.
Bebek Gerda'yı, size şimdi
di belki uzun müddet unutacaktım:
ay
sonra ) ye agini iyi
(
Oraya ne için lıyamıyorum. Belki tanıdıklarını ziyarete gitmişti. Halâsa uzat-mıyayım, yeni binaların arasına sıkışmış, hemen hemen harap bir hâlde, tek katlı ahşap bir evin önüne geldik. Bu ev zannederim şimdi yıkıldı. Griye çeken esmer bir boyası vardı. Dadım çörek satın alm.ak için bir dükkâna girdiği esnada ben de evin kabaran ve dökülmeğe başlıyan boyalarını ellerimle de-liy ordum. Zemin katında iki tane mağaza vardı: bir kaymakçı bir de kunduracı. İşte nihayet oraya girdik.
Bir iskemlenin üzerine oturmuş olan kunduracı, kocaman mavi bir göğüslük giyiyordu. Bir hamur gibi sarı bir yüzü vardı ve keyifsiz görünüyordu. Dadımla beraber bir kaç kelime konuştular, sonra yanda bulunan bir odaya girdik. Hava ekşi ve fena kokuyordu. Oda bana yeni ve çok garip göründü. Orada, bir eşini daha görmediğim kırmızıya boyalı iki tane yatak vardı. Şilteler, yastıklar birbirinin üzerinde karmakarışık bir şekilde duruyordu. Vücuda gelen yığın o kadar yüksekdi ki, akşamları yatmak için oraya nasıl çıktıklarını bir türlü anlıyamıyor-dum1 Yorgan yerine bir çarşaf yatağı örtüyordu.
Bir kaç dakika sonra içeriye bir kadın girdi. Göğsü üzerinde bir bebeği sıkıyordu. İyice hatırlıyorum. Bu kadının dişleri yoktu.
- 238 -
Benzi sapsarı idi, kolları ve bluzu altında görülen memeleri bembeyazdı ve mavi damarlar, siyah iplikler gibi, derisinin altına yayılıyordu.
Onunla konuşan dadım Halene, ansızın:
— Solveig nasıl, iyi mi? dedi.
Kadının cevabını artık hatır-lıyamıyorum. Fakat Helene bana anlattı ki, onların benimle aynı yaşta küçük bir kızları varmış. Ye bana onu görmek ve onunla konuşmak isteyip istemediğimi sordu.
Yerimden kalktım ve (Sölveig)e doğru yürüdüm.
O, mutbakta yatıyordu. Orada beni korkutan ve içime üzüntüler veren fena bir hava vardı. Solgun benizli, kumral saçlı bir küçük kız köşede duvara dayalı büyük bir yatakta yatıyordu. Üzerinde pembe bir gecelik entarisi vardı.
Ona ismini ve yaşını sordum. Bunu esasen biliyordum, ismi (Solveig) di ve benim yaşımdaydı fakat ne söylemeli ? Buna mukabil o benim ismimi sormadı ve bu, beni büyük bir hayrete düşürdü.
— Çokmu hastasın ? diye sordum. Gururla:
— Evet, dedi, kalçalarımda şişler var. Biliyor musun, hasta-lıanede bana tam iki defa ameliyat yaptılar.
— Mümkün değil, dedim, çok
ağrı hissediyor muydun? Solveig cevap vermedi. Ve ben ona söz bulamıyordum. Sandalyamn altında ayaklarımı durmadan hareket ettiriyor ve hasır şapkamın kurdelesini emiyordum. Ağır ve fena hava adeta başımı döndürüyordu. Atölyenin kapışı açık olduğu için içeri giren meşin
kokusu, kaclmın hazırladığı kah-veninki ile karışıyordu. Odanın içinde ağır bir nefes kokusu vardı. Her halde pencereler hiç açılmamışla, fakat ben havanın, Solveigm kalçalarında şişler bulunduğu ve hastahanede iki defa ameliyat yapıldığı için bu kadar fena olduğunu zannediyordum . Boğazım m sıkıldığını hissediyordum ve sebebini iyice anlayamadığım bir teessür içinde
Benim de bir şeyler söylemem lâzımdı. Sordum:
— Daima yatakta kalmaktan canın sikilmiyor mu ?
Solveig derhal cevap vermedi. Sonra yastıklar arasında saklı bir şeyler çıkardı.
— Bunu bana babam verdi, dedi. Bu, yeşile boyalı bir kutu idi. Annem de şunu verdi.
Bu bir bebekti. Porselenden bir başı ve başının üzerine resmedilmiş kumral saçları vardı. Çok kirli olmasına rağmen, onun ipekli kurdelâlarmı beyaz çiçekli elbisesini tanıdım. Bu, Gerda idi.
Yüzüm kıpkırmızı oldu, gözlerim yaşardı, içimde, böyle müthiş bir şeyi ben yapmışım gibi bir his vardı. Gözlerimi kaldıramadım, ve bir kelime bile telâffuz edemedim.
O sırada içeriye kadın girdi ve benim kızarmış yüzümü gördü, derhal bebeği çocuğun elinden aldı ve bir tarafa attı.
— Bunu zengin bir küçük kıza göstermemelisin, dedi ve gülmeğe çalıştı. Senin kim bilir ne güzel bebeklerin vardır...
Bir saniye gözlerimi kaldırdım. Nazarları, odanın içinde dolaşıyor ve dudakları dişsiz bir ağızın
üzerinde garip bir s ar ette sıkılıyordu... Sonra beni tarifi kabil olmayan bir korku ile titreten bambaşka, tath bir sesle:
— Muhakkak senin daha güzel bebeklerin var, dedi. Fakat Solveig, fakir olduğu için, bunu çok güzel fyuluyor. Onu, doğruyu söylemek lâzım, on şiline satın aldım.
Kadın bebeği satm almak hikâyesine devam etti. Gözlerinin, önüne eydiğim başımın üzerinde gezindiğini hissediyordum.
Hatırlıyorum ki sonra beni kahve içmek için odasına davet etti. Annemin kahve içmeme müsade etmediğini söyledim fakat kulak asmadı. Bir fincan kahveyi boşalttım ve dadım (Helene) in pastacıdan aldığı iki fena çöreği yedim.
Dönerken yolda hüngür hüngür
ağlıyor fakat ne için olduğunu
söylemek istemiyordum. (Helene)
bana, Solveig gibi olmadığım
için bahtiyar bulunmam lâzım
geldiğini ve başka küçük kızların
nasıl yaşadıklarını görmek çok
iyi bir şey olduğunu söyledi...
Dadım bunları söyledikçe ben
daha ziyade ağlıyordum. O zaman korktu bana şekerlemeler vadi
ile anneme hiç bir şey söylememi tenbihetti.
Yolda yürürken Solveig için neler yapacağımı düşünerek müteselli oluyordum. Onu görmeğe gidecek ve teselli edecektim ; aklıma daha bir çok
şeyler geliyordu
de
den neş'eli bir Fakat
servetim
- Hayat )na iyilik daha ziya-yeni-kız oldum,;: hiç
Çünkü bütün tan ibaretti. Zira
akşam duasını söyletmek için yanıma geldiği zaman yatakta uzun uzun ağlamıştım. Fakat hiç kimseye bebekten bahsetmedim. Dadımı şiddetle azarladılar' ve ben bir daha Solveigi görmeğe gidemiyecektim.
*
# *
Benim fakirlikle ilk karşılaşmam böyle oldu. Bir kaç sene sonra, annem bana bir güıı bizim de fakır olduğumuzu "söylediği zaman bütün azamı donduran ıztırabı ve o sırada çocuk yanaklarının kırmızılığını hatırlıyorum. Biz de insanların içini sıkan bir hava içinde mi yaşıya-caktık ? Biz de insanların önünde iki büklüm mü olacak, onlara korkak gözlerle bakacak ve aciz bir sesle mi konuşacaktık. ?
Yaşım ilerledi ve ben de bir kadın oldum. Hayatı daha ziyade anlamaya başladım. Fakirliği de...
Fakat fakirliğin en son devresini çocuk gözlerimin garip şevki tabiisiyle o gün, kunduracının karısı bebek Gerda'vı saklarken görmüştüm...
Tercüme eden: BEDRETTİN
KIT'A
Yalnız kalan sevgim bir kuştur ki içecek Yüreğimde çalkanan hasret deryalarımı. Aşina semaların yıldızlarına gömdüm Ümitsiz gicelerde ölen rüyalarımı.
APTULLAM CEVDET
Bu sene dünyanın her yerin de müthiş bir şiddet olan kış,, aynı şiddeti esirgemedi. O mavi seması altında insanın hemen bütün kış rnüddetince kendisiııini% bahar içinde sandığı güzel İzmirin bile zalim soğuklardan nasibi olmuş. Ankara ile İstanbul arasında ise bir kaç gün trenler işlemedi,: ve bu satırlar yazılırken halâ Avrupa trenleri İstanbula gelmemiş bulunuyor, Trakya sahralarında karlara gömülü, yolların açılmasını bekliyorlar. Bazı garp ediplerinin hayalhanelerinde tasavvur ve tasvir ettikleri seması ebediyen mavi Türkiyenin hakikat olduğuna zahir biz de
inanmışız ki, bir kaç hatta beş oıı sene dir bizi fazla mülaye-
metine alıştıran kış bu sene bizden hakkını -faizleriyle beraber-isteyince, hayret ve dehşet içinde kalıverdik. Hatta fırtınanın en şiddetli günlerine ait İstanbul gazetelerinde haileengiz bir üslup var. Sokaklarda, vazifelerine muktim dilenciler müstesna olarak, kimseler yok, vesaiti nakliye tamamen durmuş gibi, her taraf kapalı ve bir çok yerlerde açlık korkusunun tezahüratı! Halbuki
daima Berlinde daha olur ve Rusyada her zaman fazla kar yağar. Oralarda buna
rağmen vazifeleri ve zevkleriyle devam eden hayatı medeniyenin bizde tevekkufa uğrayıvermesi, o memleketlerde kışa karşı evel-den yapılıp hazırlanmış teşkilâtın
bizde pek nakıs bulunduğuna
delâlet etmektedir. Ye bu senenin bizi kasıp kavuran soğukları ve karları, işaret ettiğimiz teşkilâtın islâhma saik olacaksa, enesi kışını affetmek icap eder.
Tanımadığımız fakat sahibinin bir kaza kaymakamı olduğunu duyduğumuz Haluk siyle iki manzum mürekkep, ve (Geçmiş zamanın masalları) % serlevhası altında
çok gençken yazdığını meşinde söylediği bu eser alâkaya layıktır . Pek sevdiğimiz ve kudretli ve samimî bir şair kaleminin şaheserler vermesine bilhassa müsait olduğunu zanet-tiğimiz bu sabada Haluk Nihat m de pek güzek eserler

( Bir izdivacın hikâyesi) ve (Yaşamak mı bu ?) isminde iki romanı ve Fransız piyeslerinden adaptasyon şeklinde lıaylı tercümesi bulunan Kemab Rağıp beyin de (Kapalı kutu) isminde bir diğer romanı çıktı. Bu eseri gazete sütunlarında tefrikası esnasında takip etmiş ve pürüz-
eserin 128 inci sayfaya kadar ve ondan sonra daha harflerle çıkmış olma-bir az sevimsiz bir yermiş olduğunu da gizle-
miyeceğiz. Şunu da ilâve edelim ki, bu iki eser de eski harflerle çıkmış bulunuyor. En müşkülpesent bir bibliyofili de memnun edecek bir nefasetle basılmış
- 240 -
olan (Damla damla) dan beri yeni harflerle, mektep kitapları müstesna olarak hiç bir eser neşredilmedi. Resimli Ay müessesesinin çıkardığı çocuk ansiklopedisinin yeni harflerle basılmış nüshasını da, elimize alıp takdirlerle baktıktan sonra, çocuk olmadığımıza teessüflerle ~çocuk-larımıza bırakmak mecburiyetinde bulunuyoruz.
Tabilerimizin faaliyetlerine muntazırız.
* .* #
Efgan vakayiini Ankara ile beraber bütün memleket azim ve derin bir alâka ile takibet-mektedir. Son günlere kadar çete reisi olarak bilinip fakat nesli ve ırkı bile bilinerniyen bir adamın, etrafına taraftarlar bulması ve kısa bir zaman için olsa bile Efg^nın başında kalacağına emin olması, Efganlıları candan severek onların mütemadi terakkiyleriyle sevinmek isteyen Türk milletini çok keder-lendirmiştir. Kral Amânullah Hazretlerinin, bu satırlar yazılırken muhakkak kanaatini veren muzafferiyetiyle Kâbile avdetini sabırsızlıkla bekliyoruz. Eğer
Kral Saltanatını iade ve başladığı bütün ıslahatı tam bir muvaffakiyete isal edebilirse, dökülen kanlar ve edilen bütün ziyanlara rağmen, bu ihtilâlin bir de faydası olmuş olacaktır ki, o da Efganda son senelşrde atılmış medeniyet hatvelerinin sade bir şahsiyetin zoru ile değil, bütün milletin arzusu ile atılmış olduğunun bu sayede sübut bulaca-

Mes'ul Müdür: Faruk Nafiz
İstanbul — Devlet Matbaası