Fi atı her yerde 15 kuruş
seneliği, posta ile 7,5 Türk Lirası (Ecnebi Memleketlere 7,5 Dollar)
ve ilan için İstanbul jj una müracaat edilir
işlerinin mercii Ankara merkezidir
Bu hafta işinde Ankarada Dil Demeği; yurdumuzun öbür işedinen adamlarının birleşmesiyle pek değimli lir toplantı yaptılar. Bu toplantıya başlık eden değerli Başvekilimiz İsmet paşa Hz. öz dilimizin en \emiz ve erişkin bir dil olabilmesi için düşünülen tutamları birer bireranlattılar. Türk dilinde yeni nrgün açacak ola/n bu yüksek sözlerle «Hayat» m ilk yaprğını süsliyoruz:
Türkçemiîin söz kitabı bizim çok yüzlükten beri sezdiğimiz bir eksiktir. En nihayet bu eksik te . tamamlanma'; için Cumhuriyet yaşayışına kavışmayı beklemiştir. Âcıfile anlamalıyız ki şimdiye kadar dilimi sınırları açık bir yurt kalmıştr. Bu yurdun içine girmek suçaz bir dalış idi. Daha fena ve acıliı olan, vatan çocuklarının bu (almayı kendilerinin arayıp özleresidir. Bir dilin sınırı söz kitabide çevrilip çerçevelenir. Yüce tcplanmanız dilimizin sınırını çiznşk, onu zorlanmaktan korumak içi: kurulmuştur. Toplanmamızın oyleşmesine başlamadan evel sis öz olarak isteklerimizin an çizgilerini saymak isterim.
Türkçeni sözkitabı medenî bir milletin amumî yaşayışmdaki bütün sözler derlemekle kalmayacaktır. Ası değimli olan nokta ekim yaşayışım bütün isteklerini düzeltip dojirmasıdır. Bunun içindir ki Dilemeğimizin tutumu pek doğT ve vuruşlu olarak büyük bir" dşkin dilin büyük bir söz kitabıdaki bütün sözleri diyelim ki bü|n anlatışları Türk-çeye geçirme! tutumunu bulmağa yönelmiştir, ununla biz iki işlemeyi birden kğlamiş oluyoruz: Birincileyl daha ilk kurumda
dilimizi engitbir düze genişlet-
miş , ikincileyin medenî bütün anlatışlara tam denk gelecek sözleri dilimizde durgulamış olacağız. Daima ayni anlatışa karşılık olacak sözler ilk önden bize alışılmamış bir işletı verse de pek az zaman sonra tadımıza uygun hele durgulu olması ile yeden oynamaz birer yüz alacaklardır.
Sözkitabı birleştirmesinde Dil derneği (İstılah) dediğimiz ayırım sözlerini çeşit gideklerin işedi-nenleri yardımiyle varılmağı hem saygılı hem yakışık alır bir gidiş saydı.
Düşünülsün: Vuruşlu olduğuna
sarsı gösterilmez her yüce bilginin işedinenlerini , dileklerini dışardakilerden daha iyi sezebilirler. Hele onların bilgi benliklerinin ince duyguları hem anlatışa, hem söyleyişe tatlı gelen uyguyu daha iyi seçebilirler. Biz işedinen-
lerimizin öğretme yorgularını kendi öz yaşayışlarının ve Devlet düzenindeki duraklarının gereklerini tartabiliriz. Fakat Dernekte
çalışan her arkadaş avni bulun-
ı » ' ^
madadır. Dilimizin varlığını ko» rumak sevgisi, işte yalnız bu işle® tidir ki sinirlerimize güç, çalışmamıza zevk verecektir.
Efendiler, bundan sonra sizin bakışınızı pek değimli olan öbür noktaya çelmek isterim: Söz-kitabmm varlanması nihayet bir yılda bitirilmek gerektir. Bu ge-
İM». 241
rek üzerinde ne kadar kalmsam azdır. Türk dilinin sözlerine şimdiye kadar alışılandan başka biçimde yüzverirken eğer anlatışları biran evel durgulamazsak dilimiz çok tehlikelere açık bırakılmış olacaktır. Yazılışı Türk harflerine uymayan bir çok sözleri birakmak eziminde kalan isteki kendi ekimine ve tadına göre söz bulmağa veya yaratmağa hak kazanmış oluyor. Bu bulunumun sürekliği az zamanda dilimizi eskisinden başka yönlerden ayrıca dalış ve kaplayışa açık bırakmış olacaktır.
Eski şark sözlerinin kaplayışından kurtulmadan yeni Garp sözlerinin düşüncesiz ve ölçüsüz dalışına uğrayacağız. Bununla Türk dili, Türk ekimlilerinin çevresinde yabancı ağlar içinbe boğulmuş oturuş ile kısır kalmış tohum benekleriue dönecektir.
Bu yayışlarımla sakınılacak köşelere işaret koyduktan başka kitabımıza çabuk varlık 'verilmesindeki değimi kabarıntı ile gös-. termiş oluyorum. Şimdi yüksek toplanmanın söyleşmesini açacağım. Bir yıl içinde söz kitabımızı her halde varlayacak ölçüleri ve tutumları bulmak başlıca isteğimiz
olacaktır.
Hayat
Sayı 11?
Geçen haftaki makalemde, bugünkü fikir hayatımızın umumî esaslarım ve istikametlerini tespit edebilmek için bir muhasebe yapmak mecburiyetinde olduğumuzu, ve buna da ancak (Ziya Gökalp) -m sistemini en geniş hatları içinde de tetkikle başlamak lâzım geldiğini anlatmağa çalışmıştım. Bu makalemde, bu maksada matuf olmak üzere, bazı meselelere temas edeceğim.
Yalnız mevzua girmeden evel bir noktayi kaydetmek isterim: hemen her filosofta olduğu gibi Ziya Beyi de, sırf ilimci ve sırf felsefeci olan iki cephesini birbirinden ayırmak suretiyle, mütalâa etmek lâzımdırBu kayt ile felsefenin ve ilmin hususî vasıfları olduğunu, birbirine irca edilmeyecek usûl ve gaye farkları gösterdiklerini defaten, kabul etmiş bulunuyorum. Ve biliyorum ki, böyle bir kanaat, memleketimizde, henüz etraflı bir ispate muhtaç gözükecek kadar az münteşirdir: Fakat bu makaledeki esas mevz ıtumuza göre biraz talî olan bu meseleyi, büyük elıemiyetine rağmen şimdilik doğru telâkki etmekte kuvvetli bir mahzur görmiyorum. Fazla olarak faydası olduğunu zannediyorum. Ziya Bey gibi, bir çok cepheleri olan yüksek bir fikir adamımızın hakikî kıymetlerini, eserlerini ve tesirlerini hakkiyle
II
ölçebilmek için bu tefrika şiddetle ihtiyaç vardır. Çünkü bu tefrik, bu yolda verebileceğimiz hükümlere az çok tesir yapması icap eden boğru bir miyarı muhtevidir: İlim beynelmileldir ve birdir; felsefe ise, beynelmilel olmağa mutlak surette muhtaç olmadığı gibi daha fazla millî ve mahallidir.
Biz, Ziya Beyde ilk evel bu millî ve mahallî olan kıymetleri tetkik etmek istiyoruz.
Ziya Beyin felsefî sistemi içinde merkez vazifesini gören fikir, Cemiyet hakkındaki telâk-kisidir: bu bakıma göre, nasıl ki her filozof ekseriyetle muayyen bir ilmin mutalarına tercihan istinat ederse, Ziya Bey de, ilmî gıdasını içtimaiyattan almıştır.
Vakıa Ziya Beyin cemiyet ve içtimaî hadiseler hakkındaki fikirleri, Avrupa fikriyatında pek eski, hatta bir cihetten eski Yunan felsefesine kadar çikan çok eski bir maziye maliktir; Fakat bu fikirler, bizim için kat'iyen ve tamamen yeniydi: Okadar yenidir ki, ilk ortaya kondukları zaman, bilhassa devrin müşahhas hayat meselelerine tatbik edilerek gösterilince, - çok şiddetli mukavemetlere ve itirazlara maruz kaldı. Bu itirazların bir kısmı sırf nazarî-ki biz yalnız bunlarla alâkadarız- bir kısmı da
— 242 —
daha fazla^ amelî ve siyasî mahiyette idi.
Bu vaziyet, sadece o fikirlerin yeniliğinden değil, bir de tabiatiyle muarız oldukları bilği şubelerinin çoklugnndan ve te-nevvüundan ileri geliyordu: O zamanın az çok tebellür etmiş felsefî temayüllerine gıda veren tabiiyatçılık, ruhiyatçılık gibi sosyoloji haricindek bahislerden başlayarak bütün içtmaî ilimler, ve bilhasa bunların başında tarih, hukuk, ilâhiyat, estetik ve terbiye olmak üzere )ir çok bilği şubeleri birer birer, Ziya Beyin yeni görüşleri karşısnda, az çok sarahatle manaların değiştirmeğe, yeni terkipleriçine dökül-meğs mecbur kalmıştı. Ziya Beyin hemen her yazsı, bir eski fikre hücumu ve bir eski görüşün tashihini ihtiva ederdi. Bu vasi polemik, vüsatiıe göre, na-kadar yazık ki, pek az derinliği Ve kesafeti haizdi. lücum cephelerinin mebzuliyei yanında Ziya Beydeki serî bir ameliye iştiyakı olmasaydi, liç şüphesiz bu yeni ve eski filrler arasındaki mücadele, bu ün olduğundan çok daha müstıkir neticeler vermek imkânını ele edebilirdi.
Ziya Beyin fiMerinde en şayani dikkat ve vlût olan vasıf, kanaatimce, kendisinden evelki fikir cereanlrınm ve ilmî telâkkilerin haşine muarız
ı
olmak üzere, cemiyetçi=collec-tiviste olmasıydı.. Bu vasıf, fikir hayatımıza kuvvetli bir felsefî unsur olarak ilk defa Ziya Beyin yardımı ile girmiştir. Ondan evel, tanzimattan itibaren bas-layan ferdiyetçi = individualiste görüş, Avrupamn, (tenevvür felsefesi) ismiyle tanınmış olan telâkkilerinde ve ilimlerinde müşterek tezahürlerden biri olmak üzere, bütün hayat telâkkilerine ye tarih izahlarına hususî renkler vererek bir nevi sistemsizlik vücuda getirmişti, ^istemsizlik demek, zihnin, kendisini kuvvetle tatmin edecek mebdeleri bulamadan, ittıratsız ve intizamsiz düşünmesi demektir; bu ise, hayatı izah edememek, berrak görememek ve hadisatı herhangi bir sıra içine koyamamak demektir. İşte Ziya Bey, yeni cemiyetçi görüşiyle, kendisinden evelki bu fikir harabesi üstüne kuvvetli bir bina kurmağa mu-veffak oldu.
Bu cemiyetçi görüşü fikir hayatımızda nakadar yaratıcı bir rol oynamış olduğunu tasavvur edebilmek için, Ziya Beyin, bir Türk milleti vakıasını ancak bu görüş yardımiyle ilmî surette tespite muvaffak olduğunu hatırlamak kâfidir. Vakıa, bu mühim unsuru kullanmaksızm, Ziya Beyin devrinde, basit bir duygu halinden çıkmak şartiyle, şuurlu ve sarih olarak, zihnî bir sistem içinde müeyyidesini bulmuş bir milliyetçilik mümkün olamazdı, kanaatmdayım : ne tanzimat devrinin (içtimaî mukavele) si, ne Namık Kemal'in (insaniyet) ideali, ne Spencer, Büchner, veya G. Le Bon, Demolins, gibi Av-rupada her biri ancak muayyen
bir ihtiyaca gıda teşkil eden felsefeler, o zamana kadar Türk münevverlerinin kafasına, buğulu bir gözlük arkasında gözüken cemiyet hadiselerini berrak bir tarzda inikas ettirmeğe, ve bunlar arasında (Türk milleti) idealini tespit etmeğe imkân balışe-demezlerdi. Bu esnada bu imkâna biraz malik gözüken tarihçiliği hatırlamak mümkündür; fakat o da kâfi gelemezdi. (Türkçülük) adı altında tanıdığımız fikrî hareketi, bir an için, en müterakki bir tarihçi görüşünden başka hiç bir manevî mesnede sahip değilmiş farzedelim; derhal şunu kabul etmeğe mecbur kalırız: memlekette siyasî ve iktisadî hadiselerin kuvvetle ve uzun zamandanberi zeminini hazırladıkları Türkçülük, nihayet, doğru yanlış bir takım tarihî mukayeseler ve temsiller yardımiyle zihnileşmek istidadını belki kazanabilir; fakat kat'iyen unsurları tahlil ve takviye edilerek kudretli bir felsefe sistemi haline giremezdi.
Bu iddiaya sadece bir tahmin kıymetini verecek olanlar öyle zannederim ki, yanılırlar; çünkü felsefe tarihini bu gözle tetkik ■ edince, hemen daima, ana hatları içinde, böyle bir cemiyetçi telâkkiye istinat ettiğine dair pek çok misaller görürüz. Ayrıca ve ehemmiyetli bir tetkik mevzuu olan bu bahse burada sadece temas etmiş, ve karilerime işaret etmek istediğim meseleye dair bir düşünce yolu açabilmiş olmak içiıı, yalnız dikkate çok lâyık iki misal
zikretmekle iktifa edeceğim: Eski Yunan felsefesinde (sophis-tç) lerle başlayan (individualiste-nominaliste) cereyana karşı Ef-
— 243 —
latun ve Aristo Aun (eollectiviste - realiste) felsefe sistemleri, xıx uncu asırda Fransada tenevvür felsefesine karşı (Saint Simon) ve (Auguste Comte) un (collec-tiviste) felsefî telâkkileri, daima en umumî tesirlerini mütalâa etmek şartiyle, biz de Ziya Beyin cemiyetçi telâkkisiyle yaptığı vazifeyi hatırla,tan neticeler tevlit etmiştir.
Görülüyor ki, fikir tarihimizin çok canlı bir faslı olan bu devreyi, kâfi derece derinleştirerek tetkik ettiğimiz zaman, alel-umum felsefe tarihlerini bize daha vuzuh ile kavramak imkânını bahşedebilecek umumî kaidelere ve nizamlara vasıl olmak kabildir. Bu meseleye, başka bir münasebetle tekrar dönmek üzere, şimdilik sadece işaret ediyoruz.
Ziya Beyin felsefî sistemini bize en umumî çizgisiyle tavsif eden bu cemiyetçi görüşü ikmal edecek mahiyetteki diğer vasıflarını bundan sonraki makaleye bırakıyorum.
MEHMET SERVET
i(Aziz Hakkı Tarika,,
Uzlet bir fener, bense İçinde yanan bir mum. Onu billur bir kâse Cibi doldurur nurum.
Hayattan bana neler Getirir pervaneler, Pırıltılar, nağmeler Renklerle eriyorum...
NECİP FAZIL
Hayat
Bugunün Atlantik Okyanusu yerinde tarihten çok evvelki zamanlarda bir kara kıt'asmm bulunduğu hakkında bir fikir vardı: bu kara kıt'asma Atlantit ismi verilmişti. Böyle bir kara kıt'asının evvelmevcüt olduğuna ait malûmat menkıbeler, arkeoloji, oseanografi, jeoloji, z
dalgaları altında mahvoldular.
sayesinde temin olunmuştur.
Menkıbeler arasında en mühimini Eflatun'un «Atlantide dia-logue»udur.
Eflatun kendi devrinden 9000 sene evvel Atlantik Okyanusu üzerinde kendi zamanına göre malûm olan • Asiyadan daha büyük bir karanın Atlasi okyanus yerinde bulunduğunu hikâye
etmiştir, i
Atlantit insanları bir kiralın idaresinde idiler. Atlantit kiralı yalnız büyük ve asıl Atlantit olan adanın değil büyük adayla Afrika arasındaki kısımda dağılmış olan birçok küçük adaların da kiralıydı.
Atlantit'in yerlileri adadan adaya geçmek suretiyle asıl büyük Afrika kıt'asını istilâ ettiler, tecavüz hudutlarını Avrupa-nın cenubî kısımlarına kadar tevsi ettiler. Hatta Yunanilerin topraklarına da tecavüz etmek üzere iken ve mücadele bile başlamışken büyük bir afet oldu, müthiş bir orkoz neticesinde koca Atlantit kıt'ası denizin dibine gitti, hatta Akdeniz sahillerinde muharebeye tutuşmuş olan ordular bile bu orkozun
denizi-vakıt Atl antit in
lardan beri malûm olan bu
viısır coğr bile yer
zamanlar
mm eser-
bu kabul
i zaifladı. )rakkıyatı i fikrini
i inin bu husustaki tet-
kikatı aşağıdaki neticeleri vermiştir. Vasati ve cenubî Ameri-kada yapılan tetkikat âdetleri, hayat tarzları eski Mısırlıları hatırlatan bir ırkın eserlerini
ram
sakilindeki tır. Buranın
bulunan bazı eh-sütunlar Mİ i hatırlatmış-
s
yerlileri kadim
larnakta, ır
mumya-uzuvlarını hususî
ler'in mumyalarını hatırlatan bakırdan mumyalar bulunmuştur. Daha bir takım eserler Amerika-
nın Akdeniz sahillerine mensup kadim bir kavmin Amerika ile niş olduğu fikrini
temasa g
Ası 1 Anı eri kah 1 ara ai t bazı elyazısı ile yazılmış eserlerde Tevratın tavsifine muvafık bir tufandan bahsedilmektedir. Bu tufan menkıbesi Yunan - Romen masalları mahiyetindedir. Birçok Meksika vesikaları Eflatun,mı lisanını kullanarak hu tufandan bahsederler. Son zamanlarda Amerikanın Seattle üniversitesi profesörlerinden biri vasatî Amerikanın YUCA TAN yarımadasında yaptığı tetkikat ve harre nebatlarının istilâsın a, maruz duvarlar üzerinde bulup hallettiği yazılara nazar en «Büyü İçdenizde ) bulunan bir kara kıka-sımn müthiş bir afet neticesinde mahvolduğunu m eydana çıkarmıştır. Yine bu kadim yazılara göre her 52000 senede bir kuyruklu yıldız arza tekarrüp etmektedir ve bu kuyruklu yıldızın arza tekarrübü neticesinde dünyayı zulmete garkeden afetin kesif zulmeti zail olunca kuyruklu yıldızın çarptığı büyük adanın eser brakmadan kaybolduğu görülmüş.
Atlantit hakkında Oseanog rafi ilmi bu hususta bize aşağıdaki malûmatı vermektedir:
Monako prensinin Atlasi Okyanusun amakmın topografi-sinie ait olarak topladığı ilmî vesikalar pek garip bir karışıklıktadır:
Hayat ---
Septe boğazından az mesafede derinlik 4000 metredir, sonra denizin dibi birdenbire yükselir ve Mader'leri taşıyan kara sütununu teşkil eder. Fakat Mader-lerle cenubî Asorlar arasında tekrar derinlik 5000 metreye iner. Cenubî Asorlar civarında derinlik 1000 metre etrafında dolaşır ve yeryer 1000 - 4000 metrelere iner. Bazen pek yüksek çıkıntılar su sallıma tekar-rüp eder. Bundan sonra 6000 metreye kadar derinlikler gelir. Bermudelar kurbunda ise birdenbire . yükselir ve Amerika sahiline kadar 4000 metreve iner, Amerika sahilinde yine serî olarak yükselir.
Buna nazaren biri Amerika sahili boyonca diğeri Avrupa -Afrika sahilleri boyunca devam eden iki büyük deniz altı vadisi vardır demektir: bunlardan garbî olanı daha uzun ve daha derindir: 6000 metreye kadar derinlikleri ve bazı tepeleri vardır: bu tepelerden biri de «Bermudes» adasını taşımaktadır. Şarkî olan vadi daha dardır fakat daha arızalıdır, ötesinde berisinde bir çok mahrutları bulunur, bunların da bazıları ve meselâ Madere pek ince, bazıları ve meselâ Kanarya adaları ve Yeşilburun, daha kesiftir.
Bu iki inhitat arasında gayri ınutazam yükseklikler vardır, bunların en yüksekleri Asor'lardır.
X •X X
Atlantit hakkında jeolojinin verdiği malûmat ta dikkata şayandır:
Atlantik okyanusunun şarkî kısmında bulunan ve satha çıkmış tepelerin kâffesi volkanik adalar veyahut volkanları taşıyan tepelerdir.
Tristaıı da Cuııha, Saiııte -Heleııe, Ascensioıı, Cap - vert adaları, Kanarya adaları, Madere ve tevabii adalar, Asor, İslanda ve Jaıı Mayen adaları lâvlardan
- 6-------
ibarettir. Bu mıntıkada denizin dibindeki maddeler de volkaniktir. Volkan indifalarımn denizin haricî sathına kadar tesirini gösterdiği çok defalar gemiciler tarafından görülmüştür. Bu taraflarda zelzeleler ve orkozlar pek çok olarak vukubulmaktadır: yeni adaların zuhuru, mevcüt bir çok tepelerin kaybolması daima vaki-dir. Son sondajlar yeni, yükselmeleri ve yeni inhitatları meydana çıkarmıştır. Atlantik okyanusunun şarkî sahilinin 8000 kilometre tulûndaki kısmı arzın en oynak yeridir.
Asor lardaıı 900 kilometre açıktan bir kablo vaz'r esnasında toplanan lâvların tetkiki bugün Atlantikin dibini teşkil eden kısmın bu lâvların zuhuru zamanında suyun sathında kara halinde olduğunu meydana çikar-mıştır.
Jeoioğlarm tahminlerine göre Asorlar mmtıkasmdaki inhitattan evvel daha vâsi bir inhitat olmuştur ve bu inhitat Şimal tarafta Şimalî Amerikayı, Şimalî Avrupaya rapteden bir kara ile daha cenupta ve Cenubî Amerikayı Afrikaya rapteden bir karanın ortadan kaybolmasını intaç etmiştir. Bu iki kara lut'ası mevcüt olduğu zaman aralarında arzani olarak bugünkü Ak-deııizin imtidadı olan bir deniz bulunduğu kabul olunmaktadır.
Bugünkü Okyanusun şarkî nısfında 3000 kilometre tutan bir volkanik mıntıkanın mevcü-diyeti, Akdeniz inhitatı hizalarında Atlantik'in pek müteharrik oluşu, adaların ve hatta büyük karaların çökmesini mucip olan • inhitatların vuku bulmuş olmasının subutu ve bu inhitatların bir kısmının dördüncü zaman zarfında vuku bulduğu hakkındaki deliller Eflatun menkıbesini kuvvetli bir ihtimal ile doğruluğunu kabule sevkeder: zira inhitatların dördüncü zaman zarfında vuku
— 5 —
----— Sayı: 117
bulmuş olması insanların bu ha
diselerifgörmüş olması ihtimalini takviye eder.
Atlantik'in mevcüdiyetine şe-lıadet eden Zoolojik deliller de yok değildir:
Hayvan alimlerinden bir Fransız «Cap-vert», «Kanarya adaları» ile «Asor» adalarının şekillerini tetkik ederek bunların vazih surette berrî' olduklarım meydana çıkarmıştır. Bilhassa Kaimelere ait lıayvanî mecmua (Faune)sı Akdeniz naimeleri mec-uıuasiyle iştirak eder, halbuki o ııaimeleristivaî Afrika naimelerin-den farklıdırlar. «Canariye» adalarının dördüncü zaman açazisi Mauritanie arazisine benzer, havi olduğu neviler de aynıdır. Nihayet bugün yaşayan naimeler arasında bu dört adada bulunanları Avrupanm üçüncü zaman arazisinde bulunan fosillere benzerler. Diğer taraftan 15 nevi deniz naimesi Antiller'le Senegal sahillerinden gayri yerlerde yaşamamaktadır, buna mukabil San-Thome adalarının ekseri Madreporları Bermudes ve Flo-ride sahillerinden gayri yerlerde bulunmazlar.
Bu tetkikatı yapan alim şu neticeyi almaktadır: İspanya yarım adasından ve Mauritanhdeıı Antiller'e giden bir Atlantik kıt'-ası vardı : bunun en son kaybolan büyük parçasından bugün dört ada kalmıştır, ve bu dört ada daEflatun'un ATLANTİT karasının bakiyesidir.
Atlantit inhitatında bu kara üzerinde insan varmıydı ? Ayni devirde uzaktan bu hadiseye şahit olan diğer insanlar varmıydı? İşte halli icabeden mesele. Alimler bu suallerin cevaplarım da Antropoloji, Etnoloji, Oseanografi'den beklemektedirler.
AHMET TMVFJK
Sayı ; 117
7
Hayat
Bugüntimmeseleleri
II
Bu kadarı da oldukça mühim bir terakki ise de, dikkat buyu-ruluyor ki, o derecesinde yazı
yahut resim ile dil arasında bir münasebet yoktur. Yazı yahut
resim fikri ifade etmekle beraber telâffuzun tasviri değildir. Halbuki Alfabe telâffuzumuzun tasviri demektir.
Asıl mühim terakki öyle fikir yazmaktan, söz yazmağa geçil-mesindedir. Bu terakkiyi de gene Hiyeroglif şekilleri bulan eski milletler meydana getirmiş-
Bu mühim terakkinin nasıl husule geldiğini izah için gene biraz evveJki göz el misallerine müracaat edeceğim. Meselâ bir göz resmini bir çocuğa gösteriniz, derhal göz diyecek; o halde, demişler, göz resmi bir
insan yavrusuna (göz) sedasını çıkartınca, niçin göz hecesine alâmet olmasın? Bunuıı gibi el resmi de niçin (el) hecesine alâmet olmasın? Zaten ~ biraz
evvel dediğim gibi - eski milletlerin lisanları ekseriyetle bir heceli ve bir sessiz harf ile bir
sesli harften mürekkep heceli kelimeler olduğu için en maruf
şekiller insanlara söylettikleri hecelere alâmet olarak yerleşmiş.
Diğer taraftan şekiller de gittikçe-qasitleşerek telâffuz ettikleri he
çelerin her birini tasvir için münkesir ve ya münharif birer hat takarrür etmiş.
Bu mühim terakkiyi (Hiye-roğlif) işaretlerle yazan - Mısırlılar gibi - milletler husule getir-
mişlerse de onların yazıları gene çok karışıktı. Bu işaretlerin bir kısmı tam bir kelime, bazıları
makale geçen sayımızdadır.
birer hece, diğer bazıları da şim-di^bizim harf dediğimiz sedaları ifade ederlerdi. Bu karışıklık ile pek çok fikirler ifade etmek mümkün olmakla beraber, yazının karışıklığı taammüm edebilmesine mani
Mısırlıların (Hiyeroğlif) işaretleri üç binden ziyade idi. Bunlardan yüz kırk kadarı yal-
ııiz birer sedaya alâmet olurdu. Mısırlıların Hiyeroğliferinden pek
basit ve onlardan pek az olan bizim dünkü harflerden çektiğimiz sıkıntı düsünülürse üc bin-den ziyade karışık şekillerle okuma yazmanın kolay bir iş olamayacağı ve usulün neden
taammüm edemediği çabuk anlaşılır.
Hiyeroğliflerin karışıklığını izale ederek yazıyı onlara nisbetle pek ziyade^basit bir hale f getirmeğe Fenikeliler muvaffak oldular. Bu kavmm nekadar becerikli insanlar olduğu tarihlerinde malûmdur. Beceriklikleri sayesinde ticaretlerini tevsi ettiklerinden basit bir usul ile muhabere ihtiyacını da hissetmişlerdi. Bu
ihtiyaç basit bir Alfabe ihdasına saik oldu.
Fenikeliler ihtas ettikleri
Alfabe işaretlerini vakıa eski
mısırlıların Hiyeroğlif lerinden
aldılar. Fakat o binlerce işaretler
arasından yalnız yirmi ikisini
alıkoydular. Hepsi de (Conson)
yani sedasız harflerden ibaret
olan bu yirmi iki işaretj|Fenikeli-
lerin lisanına kifayet ettiği gibi
hemen her milletin diline de
kâfi geldiği bu alfabenin sonraki tarihile anlaşılır.
Filvaki fenikelileriıı ihtas
eyledikleri Alfabenin bir taraftan onların ticarette muamelelerinin vüs'atı, fakat daha ziyade Alfabenin basit ve her milletin hissettiği bir ihtiyaca tekabül etmesi sebebiyle dünyanın her tarafına intişar etti.
Fakat ,her güzelin bir kusuru olduğu gibi, Fenike Alfabesinin
de büyük bir kusuru vardı: Sedalı harfleri yoktu. Bugün bizim
sedalı harfler diye kullandığımız ve onlarda mevcut olan şekillerde ancak sedalı olarak başlıyan hecelere mahsus idi: Meselâ (Ahmet) de sedalı bir harf ile başlayan (Ah) hecesi. Sedasız harfler ile başlıyan diğer hecelerin yalnız başındaki. sedasız harf işaret edilir, hecenin sedası
herkesin telâffuz suretine bırakılırdı.
Bu ihmalin sebebi her milletin bidayetinde olduğu gibi, sedalı harflerin telâffuzu milletin işgal eylediği mmtakaya göre, milletin ailelerine hatta efradına göre değişmesi olduğu şüphesizdir. Ayni lisanın ayni millet arasında telâffuz suretinde ihtilâf en ziyade sedalı harflerden neş'et eder. Sedalı harfler işaret edilmeyince ihtilâf daha az hissediliyordu. Onun için Fenike Alfabesinin sedalı harflerden mahrumiyeti o zaman için daha ilmî ve bilhassa daha siyasî idi.
Bununla beraber, o zaman için ilmî ve siyasî olan bu mahrumiyete ilanihayet katlanmak doğru olamaz. Vakıa yazının sedalı harflerden âri olarak yazılması aynı milletten ^bulunan mıntakalarm, efradın hürriyetle-
Hayat -—-
rine bir nevi hürmet demektir. Yazıdan maksat bir adamın diğerine fikrini bildirmesi demektir, yazı yazan ile o yazıyi alanın her kelimeyi ayni surette telâffuz etmeğe mecbur tutmağa bir hak yoktur zanııoluuur. Fakat bu serbestide de ifrata gidiliııce sedalı harflerin telâffuz ihtilâfı gittikçe artar, lisanda inzibat kalmaz ve ııih ayet bugünkü Arapların hali gibi mağripte ve nıeşrikte bulunan, ( ayni lisanı söylediğini zanneden iki kişi birbirinin söylediğini anlayamı-yacak hale gelir.
Fenikelilerin ihtas eylediği Alfabenin intişarı iki türlü oldu. Biri o kusurunu, sedalı harflerden mahrumiyetini muhafaza ederek; bu mahrumiyete şark kavrulan, bilhassa Fenikelilerle ayni cinsten olan (Sami) kavmlar katlandılar. Samilerin tesis eyledikleri dinlerin tesirde, esasen Sami olmıyan kavmlar da o mahrumiyete iştirak ettiler. Nitekim biz türkler'de müslimanlık tesiriyle asırlardan beri dilimizde sedalı harflerden mahrumiyeti- çektik.
İkinci türlü iritişarı da sedasız harflere, sedalı harfler ilâve ederek oldu. Alfabeye sedalı harfler ilâve edilerek kelimelerin söylendiği gibi yazılması ve yazının tam bir inzibat altına alınması eski Yunanlılar zamanında olmuştur. Onlar da bu mühim işi efsanelerinde, Yunanistandaki (Tep) şehrinin müessisi ve gene Fenikeli olan (Kadmüs)e atfederler. Her halde eski Yunan Alfabesini teşkil eden 22 harften İd ü şekli itibariyle hemen Fenike harflerine benzer. Diğerlerini Yunanlılar az çok tadil etmişlerdir. Alfabeye ithal eyledikleri sedalı harfleri de Fenikelilerin Alfabesinde mevcut, fakat Yunan diline - lâzıuı olmıyan harflerin şekillerinden almışlardır. Ynnaıı Alfabesinde mevcut olan gerek sedalı, gerek sedasız harfler
Fenike harflerine az çok benzer -lerse de kıymetleri, yani her birinin ne türlü telâffuz edildiği iki Alfabede ayni değildir.
Alfabeye sedalı harflerin ithaliyle, ayni lisanın muhtelif telâffuzları? arasındaki ihtilâfta bittabi meydana çıktı. Onun için eski Yunan Alfabesi hem zamana, hem de muhtelif mmtakalara göre dört nev'e ayrıldı. Fakat o ihtilâflar nihayet zail olarak o nevilerin biri galebe etti ve lisan telâffuz itibariyle de az çok
birleşti. Bir müddet devam eden
b
ihtilâftan dolayidir ki eski Yunan eserlerini asıllarından okumağa çalışan yeni alimler haylıca zahmet çekerler. Çünkü, bilfarz asıl Yunanistanda yaşamış bir filö-sofun yazısı Anadolu sahilinde yaşamış olan diğer bir filösofun yazısından farklıdır. Eski kitap müstensihleri — galiba bizim eski
hattatlar gibi anlamadan yazmağa alışmadıkları için — istinsah ettikleri müelliflerin lisanlarım kendi telâffuzlarına göre teptil ettiklerinden alimlerin çektikleri zahmet daha ziyade artar ? Bundan dolayidir ki, meşhur Litre (Littre) gibi eski Yunanistan lisanına eyiyce vakıf olan büyük âlimler bir taraftan Yunan eserini tercüme ederken diğer taraftan da müstensilılerin dikkatsizliğinden dolayı asırlardan beri devam | eden hataları tashih etmekle uğraşırlar. .
Yunan Alfabesinden bahsederken bizi şimdilik alâkadar edecek iki nokta daha vardır. Bunların biri Fenikeliler zamanında onların Alfabesiyle yazı sağdan sola yazılırken Yunaniler zamanında soldan sağa yazılma-sidir.
Eski Yunaniler Feniklilerden Alfabeyi aldıkları zaman onlar gibi sağdan sola yazarlardı. Sonra bir müddet birinci satır sağdan sola, ikinci satır soldan sağa, üçüncü gene sağdan sola olmak üzere zikzak yazdılar. Nitekim meşhur (Solon) kanunları mute-
„----Sayı 117
ber şehadetlere göre böyle zikzak yazı ile yazılmış. Garip görünen bu hadise şu suretle izah olunur: Hâlâ hepimizin sırasına göre yaptığı gibi, insan bir satır yazı yazarken yazacağı söz satırın nihayetinde bitmezse aşağıya doğru bir münhaııi yaparak yazmakta devam eder. Pek eski Yunan yazılarında; ezcümle vazolar üzerinde bilhassa insan ve ya memleket isimlerini böyle
bir satırda bitmediği halde münhaııi yaparak ikinci satırda soldan sağa devam ettiği görülür. Sonra bu usul galiba bir san'at
olmuş olacaktır ki soldan başlayan yazıların da sağdan sola devam ettiklerine misaller vardır. Böyle zikzak yazı yazmaya (Bustrofedon) Boustrophedon derler ki Yunancada manası öküzü çevirmek demektir. Filvaki sabana öküz koşularak tarla sürülürken öküz o suretle zikzak olarak gider gelir. Fakat tarla sürmekle yazı yazmak arasında bir münasebet görmezseniz «teşbihte hatanın kusuruna bakılmaz!» demeyiniz. Çünkü (Alfa) Fenike lisanında öküz demektir. Bizim eski (Elif) te şüphesiz Fenikelilerin öküzünden muharref olacaktır. Bu halde Alfabeyi zikzak yazmakla öküz tarlada zikzak yürütmek arasında ki müşabehet kalemin zarafetiyle mütenasip olmasa da, pek aykırı düşmez.
Latinler de pek iptidalarında yazılarını sağdan sola yazmışlar-sa da onlar da (Busfrofedon) yazılar pek nadirdir.
Gerek Ynnaıı Alfabesinin gerek Lâtin Alfabesinin soldan sağa yazılmasında ne vakit takarrür ettiği kat'î surette malûm değilse de bu suretle takarrür ' etmesinin sebebini yeni müellifler, yazının ^ sağ el ile (tabiî solaklar müsfesna) yazılması hasebile soldan sağa yazılırken elin gölgesi yazının üstüne düşmemesiyle izah ederler.
GALİP ATA
Devam edecek
Sayı : 117
9
Kış Sporları
Bu sene memleketimizde ender tesadüf olnnaıı bir kış oldu. İstanbul civarında bile bir metroya yakın kar, (-14) derece souk vardı. Bu münasebetle kışı çok ve karlı olan memleketlerde yapılan ve memleketimizde görülemeyen bazı sporlardan bahsedeceğiz.
Bunlar, kar ve buz sporları
diye iki zümreye ayrılır.
Kar sporları dağlık yerlerde,
ormanlar arasında; buz sporları
göller üzerinde, stadiumlarda
ve ya (Eispalace) larda yapılır.
Kar sporları: Ski ve kızak ile yapılır.
Buz sporları: Buz pateni ile yapılan hokey, bandi oyunları, artistik ve akrobatik patinaj, yelkenli patinajdır. Buz kotracılığı diye tercüme edebileceğimiz (Ice-Yachting)i de bu zümreye
idhal edebiliriz.
Ski, uzunluğu herkesin boyuna göre (kollan yukarı uzatarak ayakta durulduğu vakit elin yüksekliğine kadar), eni 8-14 santim ön taraftaki ucu : biraz yukarı doğru eğriltilmiş, esneme
kabiliyeti fazla olan ağaçların fırınlanmış ve kurutulmuşlarından yapılır. Merkezi sıkletinin bulunduğu noktada ayağa takılma tertibatı vardir. Çok kar yağan ba^ı memleketlerde ufak ; kasabalar ve köylerde sokaklardan karı kaldırmak mümkün olmadığından bu gibi yerlerde ski bir vasıtai nakliye olarak kulla nılır. Mesfelâ İsveç'in Svealand, Jamtland veLappland taraflarında
köylüler ski kullanmak mecburiyetindedir. Hatta çocuklar
mektebe ski ile gider. Yüksek
Buz^sporlarından : Hararetli bir Bandi maçı.
— 8 —
İsveç'ti bir, matmazel beygir
dağlarda hudutları olan mern-1 eketler millî müdafaaları için skili avcı taburları teşkilâtı yapmışlardır. Umumî harpta bizim de Kafkas cephesinde kızaklı müfrezelerimiz vardı.
Ski ile uzun mesafelerde mukavemet yarışları, bir sathımail üzerinde hızalarak atlamak, beygir, motosiklet, otomobil, hatta tayyare arkasına takılarak bas-tonsuz kaymak gibi sporlar yapılır.
Skı'de vücudün sıkleti satha mütesaviyen taksim edildiği için nekadar kalın kar tabakası olur sa olsun dört beş santimden fazla batmaz. Uzun mesafelere
arkasında Ski yapıyor
_____ Sayı: 117
kaymak için muvazene ve kolla-rinf yardımım temin eden iki baston kollanılır. Müsait havalarda eyi bir kayıcı alelade era-zîde saatta 10-15 kilometre kat-edebilir. Yokuş aşağı kayılacak olursa bu sür'at bir misline kadar varır. 60 kilometre milletler arasında mukavemet yarışları için kabul edilmiş bir mesafe olup en son dünya şampiyonu bir İsveçlidir.
Ski sporunun pek heyecanlı sekli, fevkelâde meharet ve
s 7
cesarete mütevaakkıf olan atlamalardır. Takriben 60-70 metre uzunluğunda hafif mukaves bir sathımail üzerinde kayarak
V*
M
İİ
/ 4
Ski ile bir aile gesintisi.
i .
i* -
Ski ile bir uçurumdan atlayış.
hızalmdıktan ^sonra sathımailin nihayetindeki uçurumdan aşağı doğru adeta uçar gibi atlanır. Ayakların yerden kesildiği noktadan itibaren asgarî 30-85 metre mesafeye düşülür ve kayılmaga devam olunur. Bu, herkesin yapabileceği bir iş değildir. Pek fazla meharet ve çok cesaret lâzımdir. Son defa İsviçre de Sen- Moriç'te yapılan Olimpiyat müsabakalarında Kanadalılar 79 metre atlayarak dünya rekoru yapmışlardır. Şimdiki halde milletler arasındaki vazıyet şöyledir: Birinci KANADA, ikinci NORVEÇ, üçüncü İSVEÇ, dör-
Sayı: 11? .............■ - V: -
düncü FEMLANDÎYA, beşinci ALMANYA.
Ski ile beygir arkasına takılarak gitmek gayet zevkli bir spordur. Bir süvari önde beygir sürer, beygirin 10-15 metre gerisinden ski üzerindeki sporcu bir ucu beygire bağlı olan bir ipi elinde tutar. Beygir koşarken arkasmdakini çeker. Bunun üzerinde muvazene bulmak oldukça güç bir iştir. Ayni şey motosiklet ve otomobil arkasında yapıldığı gibi son zamanlarda şimalî İsveç'te donmuş göl üstüne yağan karda gayet alçaktan göl sathına müvazî bir surette uçan tayyarelerden atılan iplere takılarak yapmağaMa başladılar.
s *
i S
t
$Mtm
5
bf \ 4
•:®«s85s8§a
Baz kotr acılığı: (Ice - Yachting])
*!' i "M.—
"S"ifc VJr.k'HU.UllHJfra UKTTi.û. bflBTar f*. MnriBy^J. lbj^h
Ski ile nakliyal.
Düşeceğini hissedince gipi bira-kıvermek sporcunun her an elinde olduğu için kaza ihtimali yoktur.
Yokuş aşağı inen yollar ü-zerinde yapılan kızak sporları çocuklar, kadınlar ve sporla alâkası pek olmayıp hoş vakit geçirmek ve hava almak için dağlara gelen tenezzühperverle-rin rağbet ettiği bir eğlencedir. 1-10 kişilik muhtelif sistemlerde ve gayet güzel yapılmış kızaklar mevcuttur. Bunlardan spor şeklinde kullanılanlarının ekseriya üzerine yüzükoyun yatarak kayılır. İsviçredeki kar eğlence-
lerinin cazibesi dünyanm her tarafından her sene binlerce zengini Davos ve Sen-moriç havalisine topluyor. Bu havalide kızak âlemlerine iştirak edenlerin kızaklarla indikleri kilometreler uzaklığmdaki yokuşu yürüyerek çıkmalarına ihtiyaç kalmamak için dağ trenleri ve asma elektrik varegeleleri yapılmıştır. Fakat tabiî artık buna spor deyemeyiz.
Buz üzerinde yapılan sporlara gelince :
Bunun en basit şekli tarna-mile buz tutmuş bir saha üzerinde patinaj'dır. Bu patenlerin
İstikbalin Ski şampiyonları böyle yetişir.
251
Kımk alemlerinden
mukavemet yarışları yapıldığı gibi artistik figürler ve akrobatik hareketler müsabakaları da yapılır.
Souk memleketlerde büyük şehııleıı
stadyumlarında koşu pistine ve ortadaki çayır sahalarına derecei hararet sıfırdan aşağı inmeğe -başladığı vakit su salıverirler.
Mektepli kızların bandi müsabakası.
altı tekerleksizdir. Dört ilâ altı milimetre eninde ve ayak boynndan biraz uzunca, yerden 6-8 santimetre yüksekliğinde demirden yapılmıştır.
" kenarlarında fotin köselesine ve ayak bileğine raptedilecek tertibatı vardır. Esas itibarile bir muvazene işidir. Bununla yapılan sporların nevileri [çoktur. Sürat,
Kış sporlarından avcılık Sahadaki suyun seviyesi 3-4 santimetre kadar
Sayı : 117 --
yükseldikten sonra burasını bir kaç gün donmağa terkederler. Bir iki gün içersinde bütün saha donar. Mükemmel bir patinaj sahası meydana çıkar. Ortadaki sahada kırmızı boya ile hokey ve bandi çizgileri çizilir. Civarında ufak göller olan şehirlerde bu işler gölün üzerinde yapılır. Berlin, Viyana, Paris ve Londra gibi zengin ve kalabalık şehirlerde her nekadar böyle stadyumlarını donduracak kadar souk olmiyotsa da hususî mü-essesat tabiatın bu şehirlere bahşetmediği buz stadlarını sun*i olarak temin ediyor. . Fennî vesait ile dondurmak suretile üzeri kapalı yerlerde (Eispglace) vticude getiriyorlar. Heveskârlar duhuliye vererek buralara girer ve patinaj yaparlar. Hatta artistik figürler yapan dünya şam-iyonu bir Viyanalı matmazeldir. Kendisi bütün ekzerğizlerini Viyanadaki Eispalace'ta yapmıştır.
Buz üzerinde patenli cem'î sporlar da yapılır :
Bandi, Hokey.
Bandi oyunu Skandiııavlar arasında taammüm etmiştir. Bilhassa İsviçreliler tarafından
adeta millî bir spor telâkki edilen bu oyun çayırda oynanan hokeyin buz üzerinde ve patenle oynanmasından başka dir şey değildir. Tarafeyn onbirer kişi ve oyun sahası tamamiyle bir futbol sahası vüsatindedir. Yalnız kaleleri futbol kalesinin nısfı kadardır. Top hokey topunu andırır, ağaçtan yapılmıştır.
Hokey (Ice Hockey) de her iki tarafta sekizer kişi vardır, sahası 40X30 yardadır. Sopalarının uçları mukavves değil, köşeli.-ve yere temas eden kısmı temamile düzdür. Oynanan şey top gibi kürevî değil, 10 santimetre irtifamda, üstüvane şeklinde bir kurstur. Buna vurulmaz, dürtülür.
13
Patinaj şeklinde yapılan sporlardan biri de göllerde yelkenle patinajadır. Bunda vücut hareketi az olduğu için insan fazlaca üşür. Buz üzerinin en aristokrat
s
sporu (Ice-Yaclıting) dir.
Tamamile kotra yelkeni tertibatını haiz, okadar büyük kızaklar üzerinde yelken kullanmak...
Bir, iki, üç kişilik olan bu kızakların üzerine yüzü koyun yatılır. Manevresi tıpkı kotranın manevresine benzer. Yelken ve dümen kullanılır. Saatta 150 kilometreye kadar sür'ati seyir yapılmıştır. Çok zevkli olmakla beraber biraz tehlikeli bir spordur. İsveç'te ve Kanada'da büyük .göller üzerinde hususî buz yat kulüpleri vardır.
İsveç'te son senelerde otomobil ve motosikletlerin sür'at yarışları da donmuş göller üzerinde yapılmağa başlamıştır.
Göller ne kadar büyük olursa olsun tahtessıfır 8 derecei hararet 15-20 ginı kadar devam ederse tatlı su göllerinin üzerinde 40-60 santimetreden aşağı olmamak üzere bir buz tabakası meydana geliyor. 60 santimi tecavüz edeıı buz sathı nekadar geniş olursa olsun her türlü sıklete mütahammil imiş. Binaenaleyh buralarda göllerin' üzerindeki buz tabakasının kalınlığı 60 santimetreyi geçince hükümet her türlü nakliyat ve ya bu gibi müsabakaların serbest oL-tğunu ilân eder.
-' NİZAMETTİN RİFAT
Sobanın alevleri korkünç bir canavardır, Vücudumu kıpkızıl dillerile yalıyor, ç Odamdan kutuplara giden bir yoîmu vardır? Bütün ruhum bir buzlu okyanusa dalıyor...
Bu yumuşak yastıklar taştan da katı bana! Kefen soğukluğu var beyaz. örtülerimde. Daha munis toprağın üstünden altı bana, Yatağım bir yılanın derisiken derimde.
Öldürdü beni sıcak odaların azabı... Gözlerimin önünde kimlerin ıztırabı Yok ki bana bir lahza sükûn versin odamda! Yetişmiyor kollarım onlara uzansam da.
Kimlere kefen oldu gene bu gece karlar ? Kaç yoksulu kolunda sürükledi rüzgârlar?..
ŞÜKÛFE NİHAL
14
Sayı : 117
(Mabat ve son)
Nakleden: VAHİT
Buna dair heykeltraşlıkta da bir misal istermisiniz? İşte size Rude nammdaki kudretli şan'-âtkârm meşhur Takızafer ayaklarından biri üzerine yontmuş olduğu MarseiMaise Unvanlı'eseri.
Açmış, olduğu kanatlariyle havayı yaran ve tunçtan
bir zırha bürünmüş bulunan -Hürriyet timsali, Sarılın silâha, vatandaşlar! deye candan haykırıyor. Etrafındakilere cesaret vermek için sol kolunu yukarı kaldırmış, öteki eliyle de kılıcını düşmana doğru uzatıyor.
İnsan şüphesiz evvelâ onu görüyor,
zira bütün esere hakimdir, güya koşa-cakmış gibi ayrılan bacakları da bu ülvî harp destanını müthiş bir sakf gibi örtmektedir. Hatta insan onu işidiyor gibi oluyor: çünkü' taştan olan ağzı gerçekten kulak zarım parçalayacak kadar feryat ediyor.
Bu nidasını ref eder etmez muhariplerin ileri atıldığı görülüyor. Bu da vak'anm ikinci safhasıdır. Ortada kahraman tavurlu bir adam o ilaheyi selâmlayacakmış gibi miğferini sallıyor. Bunun genç oğlu da onunla beraber gitmek istiyor; kılıcım
sanki: «Ben oldukça kuvvetliyim, ben bir erkeğim; gitmek istiyorum» diyor. Babası da ona mütefahirane bir şefkat ile ba-
s
karak göy a: «gel!» deye cevap veriyor.
Calais şehrinin eşrafı
Vak'anm üçüncü safhası, ihtiyar bir asker, elbise ve echize-sinin sıkleti altında iki kat olarak onlara iltihak etmeğe çalışıyor, zira biraz kudreti olan her kesin harbe gitmesi lâzım geliyor. Yüksek yaşının tesiriyle bitap olan diğer bir ihtiyar dahi askere temenniyatmı terfik ediyor, elinin vaziyeti de onlara vermiş olduğu nasihetleri sanki tekrar ediyor.
Dördüncü safha. Bir tirendaz yayını germek için eğilmiş;
bir borazan da askere doğru tehevvürle borusunu çalıyor; rüzgâr bayrakları şakırdatıyor; mızraklar hep birden ileri yatıyor. İşaret verildi, artık mücadele başlıyor.
Demek ki burada da gözümüzün önüne gerçekten bir dram konulmuş. Lâkin Siler adasına seyahat eseri Marî-vauxhım ince ko-medyalarım hatırlattığı halde, Mar-seiUaise terkibi de Gorneille9 in geniş bir faciasıdır. Zaten bn iki eserden hangisini tercih edeceğimi bilemiyorum; zira her ikisi de büyük bir dehaya delâlet eder.
Artık nakş ile nahtin tiyatro ile rekabet etmeğe muktedir olmadıklarını söylemezsiniz zannederim. »
- Tabiî hayır!»
Bu esnada üstadın takdire lâyik olan Bourgeois de Calais, yani «Calais şehrinin eşrafı» ismindeki eserlerinin bir fotoğra-fisi gözüme ilişti. Dedim ki:
— Dersinizden istifade ettiğimi size ispat etmek için, isterseniz onu en güzel eserlerinizden birine tatbik edeyim; çünkü şim-
Sayı 117
di bana öğretmiş olduğunuz prensipleri, görüyorum ki, siz bizzat mevkii icraya koydunuz.
Bu eserinizde tıpkı Watteau ile Rude'in şaheserlerinde tarif etmiş olduğunuz müteakip sahnalar farkediliyor.
Nazari dikkati evvelâ celbeden ortadaki heykeldir. Başını vakar ile eğmiş, hiç bir tereddüt ve ya korku eseri göstermiyor. Nazarını kendi içine, kendi ruhu üzerine çevirmiş olduğu halde temkin ile ileriliyor. Biraz sallaniyor ise bu da uzun bir muhasara esnasında oğradığı mahrumiyetler sebebiyledir. Ötekilere gayret veren odur: bu şehir ahalisinin katlolunmaktan kurtulması için galip düşman eşraftan altı kişinin ölmesini şart koymuş olması üzerine ilk ileri atılan Östaş namın-daki bu adamdır.
Yanındaki da ondan daha az ces-sur değil. Lâkin kendi halinden dolayi vakıa nâle etmiyor isede kendi beldesinin teslimi onu dehşetli bir eleme giriftar ediyor, ingilizlere teslim edeceği anahtarı elinde tutarak bu zarurî hakarete tahammül edebilecek kuvveti bulmak için bütün vücudunu geriyor.
Bunların solunda daha az cesareti olan bir adam görülmektedir; çünkü hemen de pek acele yürüyor ve kararını artık vermiş olduğu için azap ve işkence
saatine kadar olan müddeti sanki mümkün oldğu kadar kısaltmağa çalışıyor.
Bunların arkasından da kafasını iki eli arasında sıkarak
genç işte bir altıncı zat. Henüz mütereddit görünüyor. Dehşetli bir endişe ile yüzü büzük bir haldedir. Acaba zihnini işgal eden onun sevgilisinin hayali midir?.. Lâkin arkadaşları yürüyorlar: onlara yetişiyor ve sanki kaderin silâhına teslim eder gibi boynunu uzatıyor. Zaten her ne kadar bu üç kişi: ilk üçünden daha az cessur iseler de gene takdire lâyıktırlar. Çünkü onların fedakârlığı kendilerine ağır
ve
kıymetlidir. Demek oluyor ki sizin biı { heykellerinize bakarak herbırinin ruhundaki metanete göre: icra ettiği faaliyeti takip etmek mümkün oluyor ve en yaşlılarının yavaş yavaş tesir ve nüfuzuna uğrayarak yürümeğe ".""• birer birer karar verdik-leri de görüliyor,
Bu ise hiç şüphe yoktur ki, sanaatin sahne 'noktai nazarından olan kıymeti hakkındaki fikirle- '
ve
Marseillaise
kendini şiddetli bir yeise kaptırmış olan biri geliyor. Belki karısını, çocuklarını, kendince aziz olanları, dünyada istinadgâh-sız olarak brakacağı kimseleri düşüniyor.
Eşraftan bir beşincisi, güya müthiş bir kâbusu defetmek istiyormuş gibi eliyle gözlerini kapıyor, ve ölüm ona o derece korku veriyor ki adeta sendeliyor.
Hasılı diğerlerinden daha
rınızı en eyı etmektedir.»
— Eğer benim eserim hakkındaki teveccüh ve hüsnünaza-rmız pek fâzla olmasa idi, teslim ederdim ki, azizim Gsell7 siz benim maksatlarımı pek mükemmel bir surette fark ve temyiz ettiniz.
fHele heykellerimin her birindeki kahramanlık derecesine göre tasnif ve tevzi tarzım pek eyi idrak eylediniz. Bu tesiri bir kat daha belli etmek için ben - belki de biliyorsunuz * heykel-
16
Sayı 117
Hikâye:
Bu iki şair mektep sıralarııı-beri birbirlerini kıskanırlardı.
İkisi de hali vakti yerinde iki ailenin çocuklariydi.
Küçük yaşta yaşamak derdine düşmedikleri için bir çok, seneler dünyada san'attan, şiirden daha ehemmiyetli bir şey bulunabileceğine inanmamışlardı.
İkisi de oldukça okunuyor ve beğeniliyordu.
Hüseyin Vedadııı yazılarında bir olgunluk, kuyumcunun bütün itinasile işleyerek son şeklini vçrdiği eserlere mahsus pürüzsüz bir güzellik vardı. Hasan Nejada gelince, onda bilâkis bir tereddüt, bir ne istediğini, ne düşündüğünü pek bilememe sıkın tısı sezdirdi.
Bu şüphesiz Nejadırı zararına bir şeydi. Fakat Hüseyin Vedat nedense bunu pek iyi bir alâmet saymaz, içinde neler sakladığı belli olmayan bir karanlıktan korkar gibi korkardı.
•* !
Hüseyin Vedat genç ve güzel bir dul ile sevişti.
Bu kadın zengin bir Mısırlıydı. Genç şair müstakbel eşini şüphesiz böyle düşünmemişti. Fakat
lerimi Calais şehri belediye dairesinin önünde, adeta bir sürü nikbetlerin ve fedakârlıkların canlı bir silsilesi gibi, birbirinin arkasında ve meydanın doğrudan doğruya döşeme taşları üzerinde tespit ettirmek istemiştim. Bu suretle benim bu eshasım
a
belediye dairesinden talimgaha doğru ilerliyor gibi görünmüş
ne de olsa bu zenginlik onların birbirile evlenmesine ciddî bir mani . teşkil edemezdi.
Yeni aile düğünden sonra Mısıra gidip yerleşti.
Orada zengin bir hayat geçirmeğe, seyyah kuşlar gibi güzel mevsimler ortasında memleket memleket dolaşmağa başladılar.
Mamafi, ba hayata rağmen Hüseyin Vedat saıı'ata ve şiire umulmaz bir vefa ve sedakat gösterdi.
Etrafım saran bin çeşit eğlence arasında en mes'ut vakitleri gene kitaplarıyla yalnız kaldığı, keııdı kendine düşündüğü ve şiir yazdığı saatler oluyordu.
•A*
w Cv
Hüseyin Vedat bir gün İskenderiye sokaklarında eski bir İstanbul arkadaşına tesadüf etti. İstanbuldaki efendisi nâmına Mısırdan mal almağa gelmiş Niyazi isminde ehemmiyetsiz bir tüccar kâtibi.
Yeni mevkilerindeki farka rağmen Hüseyin Vedat onu gene umulmaz bir vefa ve sadakatla kucakladı, öptü, koluna takıp büyük meclislere götürmekten,
olurlar, ve bunlarla hemen dirsek dirseğe temas edecek olan şehir ahalisi de kendilerini bu
s
kahramanlara bağlayan tesanüdii daha eyi hissetmiş bulunurlardı. Zannederim ki bunun hasıl edeceği tesir de daha kuvvetli olurdu. Lâkin benim teklifim reddedildi ve zarafetsiz olduğu kadar fazla olan bir kaidenin yapılması
- 15 -
dostum diye taktim etmekten
utanmadı.
Niyazi Vedat ile Nejat ara ••
snıdaki ezelî davayı biliyordu.
Bir akşam yarı ciddî, yarı da kendine gösterilen ikramlara bir
mukabele olarak dedi ki:
— Madem ki bu kadar yakın iki dostu z. Açık konuşmam a müsade et. Nejatla sen iki uzlaşmaz rakipsiniz, çok sevişmenize rağmen birbirinizi yere vurmağa çalışırdınız değil mi?
Vedat kaşlarını çatarak, sert bir çehre ile;
— Ne münasebet? dedi. öteki aldırmıyarark devanı
— Münasebetsizliğimi doğruluğuma bağışla da devam edeyim.. Evet siz sonu ne zaman geleceği belli olmıyaıı bir boks maçına tutuşmuştunuz... Bence artık netice göründü...
— Mağlup benim değil mi?
— Hayır. Bilâkis mağlûp Hasan Nejattır. Artık göynüıı rahat olsun...
Vedat bu bahiste Niyaziden
. - I ■ - t/
ehemmiyetli bir lâkırdı ve fikir beklememekle beraber gayri ihtiyarî alâkadar oldu ve sordu:
— Anlat bakalım öyleyse...
— Nejat mağlûptur. Çünkü zavallının işleri hiç iyi gitmedi.
talep olundu. Bunda hiç isabet etmediler, ondan eminim.»
— Artisler, hevhat! daima
7 */
efkârı umumiye teamülâtııu hesaba katmak zaruretindedirler.
Ne mutlu onlara ki güzel hayallerinin hiç değilse bir kısmını kuvveden file çıkarabilirler!
VAHİT
16
Sayı 117
Hikâye:
Bu iki şair mektep sıralarııı-beri birbirlerini kıskanırlardı.
İkisi de hali vakti yerinde iki ailenin çocuklariydi.
Küçük yaşta yaşamak derdine düşmedikleri için bir çok, seneler dünyada san'attan, şiirden daha ehemmiyetli bir şey bulunabileceğine inanmamışlardı.
İkisi de oldukça okunuyor ve beğeniliyordu.
Hüseyin Vedadın yazılarında bir olgunluk, kuyumcunun bütün itiııasile işleyerek son şeklini verdiği eserlere mahsus pürüzsüz bir güzellik vardı. Hasan Nejada gelince, onda bilâkis bir tereddüt, bir ne istediğini, ne düşündüğünü pek bilememe sıkın tısı sezdirdi.
Bu şüphesiz Nejadırı zararına bir şeydi. Fakat Hüseyin Vedat nedense bunu pek iyi bir alâmet saymaz, içinde neler sakladığı belli olmayan bir karanlıktan korkar gibi korkardı.
•* !
X X]
Hüseyin Vedat genç ve güzel bir dul ile sevişti.
Bu kadın zengin bir Mısırlıydı. Genç şâir müstakbel eşini şüphesiz böyle düşünmemişti. Fakat
lerimi Calais şehri belediye dairesinin önünde, adeta bir sürü nikbetlerin ve fedakârlıkların canlı bir silsilesi gibi, birbirinin arkasında ve meydanın doğrudan doğruya döşeme taşları üzerinde tespit ettirmek istemiştim. Bu suretle benim bu eshasım
a
belediye dairesinden talimgâha doğru ilerliyor gibi görünmüş
ne de olsa bu "zenginlik onların birbirile evlenmesine ciddî bir mani . teşkil edemezdi.
Yeni aile düğünden sonra Mısıra gidip yerleşti.
Orada zengin bir hayat - geçirmeğe, seyyah kuşlar gibi güzel mevsimler ortasında memleket memleket dolaşmağa başladılar.
Mamafi, bu hayata rağmen Hüseyin Vedat san'ata ve şiire umulmaz bir vefa ve sedakat gösterdi.
Etrafım saran bin çeşit eğlence arasında en mesüt vakitleri gene kitaplarıyla yalnız kaldığı, keııdı kendine düşündüğü ve şiir yazdığı saatler oluyordu.
•A*
XX
Hüseyin Vedat bir gün İskenderiye sokaklarında eski bir İstanbul arkadaşına tesadüf etti. İstanbuldaki efendisi nâmına Mısırdan mal almağa gelmiş Niyazi isminde ehemmiyetsiz bir tüccar kâtibi.
Yeni mevkilerindeki farka rağmen Hüseyin Vedat onu gene umulmaz bir vefa ve sadakatla kucakladı, öptü, koluna takıp büyük meclislere götürmekten,
olurlar, ve bunlarla hemen dirsek dirseğe temas edecek olan şehir ahalisi de kendilerini bu
s
kahramanlara bağlayan tesanüdii daha eyi hissetmiş bulunurlardı. Zannederim ki bunun hasıl edeceği tesir de daha kuvvetli olurdu. Lâkin benim teklifim reddedildi ve zarafetsiz olduğu kadar fazla olan bir kaidenin yapılması
- 256 -
dostum diye taktinı etmekten
utanmadı.
Niyazi Vedat ile Nejat ara ••
sızıdaki ezelî davayı biliyordu.
Bir akşam yarı ciddî, yarı da kendine gösterilen ikramlara bir
mukabele olarak dedi ki:
— Madem ki bu kadar yakın iki dostu z. Açık konuşmam a müsade et. Nejatla sen iki uzlaşmaz rakipsiniz, çok sevişmenize rağmen birbirinizi yere vurmağa çalışırdınız değil mi?
Vedat kaşlarını çatarak, sert bir çehre ile;
— Ne münasebet? dedi. öteki aldırmıyarark devanı
— Münasebetsizliğimi doğruluğuma bağışla da devam edeyim.. Evet siz sonu ne zaman geleceği belli olmıyaıı bir boks maçına tutuşmuştunuz... Bence artık netice göründü...
— Mağlup benim değil mi?
— Hayır. Bilâkis mağlûp Hasan Nejattır. Artık göynüu rahat olsun...
Vedat bu bahiste Nivaziden
. - , ■ - t/
ehemmiyetli bir lâkırdı ve fikir beklememekle beraber gayri ihtiyarî alâkadar oldu ve sordu:
— Anlat bakalım öyleyse...
— Nejat mağlûptur. Çünkü zavallının işleri hiç iyi gitmedi.
talep olundu. Bunda hiç isabet etmediler, ondan eminim.»
— Artisler, hevhat! daima
7 */
efkârı umumiye teamülâtmı hesaba katmak zaruretindedirler.
Ne mutlu onlara ki güzel hayallerinin hiç değilse bir kısmını kuvveden file çıkarabilirler!
VAHİT
İl? ----
Onu memuriyetinden attılar. Aksi bir tesadüf olarak o ay içinde evleri de yandı. Bu ev babasından kalan mirasın son kırmtısıydı. Zavallı çocuk hasta anasıyla beraber hemen hemen sokakta kaldı. Bir zaman uzak bir akrabanın yanma sığındılar. Fakat ne oldu ne geçti pek bilemiyorum, bir aydan fazla tu-tunamadılar. İhtimâl istiskal edildiler, yahut ta bu çocuk fazla hassas olduğu için olmayacak bir şeye gücendi. Bir arkadaşın yardımıyla ona postalı aııede bir memuriyet buldular. Orada da ancak iki ay tutuna-bildi... Bu esnada anası hastalandı, feci bir sefalet içinde öldü. Çok defa sokakta aç gezdiği halde, zavallı Nejat, halini hiç belli etmemişti. Fakat bu hasta-
s
lık üzerine inadım kırdı; «borç para» diye ötekine berikine yalvardı. Sonra aldığı bir kaç parayı iade edemediği için dostlarından bucak bucak kaçmağa başladı. Felâket onu tenbelles-
6 S
tirmisti de... Babıali tabileri:
s
«Sen maruf bir şairsin... Roman tarih filan ııe istersen yaz getir, parasını verelim» diyorlardı. Vedat gözleri parlayarak
sordu:
— Kabul etti mi ?
— Hayır... Tenbelleştiğini söylemiştim ya...
— Pek güzel... Devam et...
Şair acı acı gülümsüyor, düşünüyordu. .
— Zavallı adam dünyada her
şeyi şiire feda ettiğine göre bari yazdığını beğendirebilse... O da yok... gazeteler onu acı acı hırpalarlar, mizah mecmuaları şiirlerine alaylı nazireler yazarlar.
Bu felâketlere bir de sifa bul-
»
maz bir gönül yarasını ilâve edersen niçin Nej attan hayır kalmadığını sen de anlarsın.. Zavallı çocuk bir genç kızla nişanlıdı. Onu dehşetli suretle seviyordu.. Nejat bir zaman uğraştıktan sonra vaziyetini düzetmekten ümüdini kesince yüzüğü iade
etti. Bu tam zamanında olmuştu.
b
Çünkü bunu o yapmasa kız yapacaktı. Görüyorsun ya hayatın bu kadar feci bir surette hırpaladığı, nakavt ettiği bir adamdan hiç bir şey beklenemez.
Hüseyin Vedat halâ acı acı gülümsemekte devam ediyordu:
—Zavallı saf arkadaş, dedi, sen bilâkis gayet kötü bir r getirdin... Karnının, hayalinin bütün açlıklarını doyurmuş adamdan san'ata hayır gelir mi? Efendi mükellef bir ziyafet sofrasında yemeğini yiyecek, şanpanyasım içecek, dansını edecek, etrafındaki yağlı enseli erkekler, oyuncak gibi kadınlarla şakalar, söhpetler yapacak, nihayet vücudu vücuduna değdikçe kasap çengellerindeki kesilmiş etlere dokunmuş gibi ürpermeler veren bir sevğili zevceye: «Haydi şeri... Sen uyu artık.., ben şimdi seni aldatmağa gidiyorum. Fakat kıskanma... Vücutsuz bir perile... Güzellik ve ilham perisile... Onun
—-- Hayat
bir vücut ve şekil alması lâzım gelse mutlaka senin vücut ve şeklini alırdı» tarzında bir souk-luktan sonra muhteşem masasının basma geçerek ve başında daha hazmolmamış içki ve yemeğinin . ağırlığıyla bir şaheser yazıverecek... Nerde bu bolluk?
. Kibar sosyetenin çiçekli lisanım artık kendi ana dili gibi kullanmağa alişmış olan Vedat, heyecanının taşkınlığı ve samimiliği içinde bütün zerafetü nezaketini kaybediyor, İstanbul külhanlarının dilile söğüp sayıyordu.
Biraz sonra sakini eşerek hüzünle sözünü bağladı:
— Benden geç... Benim yaşadığım havada san'atkâr yetişmez... Nejada gelince, o beni feci surette mağlûp etmiştir. Bir insan ki günlerce aç geziyor, herkesten fenalık görüyor, budalaların alayına, hakaretine uğrayor, anasını kaybediyor, sevdiğini kaybediyor, yüzsüzlük, dilencilik, yalancılık etmeğe mecbur oluyor. Orta kıymette birini bir kaç ay içinde derleyip toplamağa kâfi olan bu felâketler, Nej adı kimbilir ne beslemiş, ne zenginleştirmiştir. Artık mücadeleden vaz geçiyorum. Partiyi kaybettim.
REŞAT NURİ
251
Bundan evvelki nüshalarımızda (Türk Felsefe cemiyeti) nin, son içtimalarında mevzuubahs edilen (cemiyet muavve-myet ve gaiyet) f meselesi hakkında Mehmet Servet ve doktor Orhan Sadettin Beylerin raporlarını dercetmiştik Ayni mesele hakkında, münakaşaya iştirak etmiş olan Hatemi Senih Beyin okuduğu rapor hulâsası da şudur
Servet beyfendi arkadaşımızın, (cemiyet, muayyeniyet ve gaiyet) hakkında serdettikleri mülâhazalar içinde pek esaslı iddialar vardı. Cemiyeti bir bütün, bir (ünite) diye kabûl eden arkadaşımızın delili, anladığıma göre şu delildi - [Bilyolojik mevcüt farda, hayat gayesi, nasıl bu mevcutların, cüz'î kısımlarını bir müşterek noktaya tevcih ediyorsa, cemiyetleri de böyle bir kül teşkil edercesine, bir gayeye, müteveccih görmek kabildir] Servet beyefendinin (anthropomo-rphique) ve (foııctionnelle) gai-yetlerden ikincisini sosyolojiye tatbik etmek isteyen iddiaları ne dereceye kadar mümkündür? Kendileri, anthropomorphique gaiyeti, metafizik! bir izah olduğu için bir tarafa bıraktıklarım söylediler. Ye (foııctionnelle) gaiyeti ise, [müspet zihniyet kendini nakzeden hiç bir ünsura rast. gelmez (*) ] iddiasiyle cemiyetler için bir izah mebdei say-
Malûm olduğu üzere, bu fonksiyonel - bir başka isimle -«interne» gaiyet Kant, ta gördüğümüz bir izah tarzıdır.
(*) Hayatın 101 inci sayısında münteşir Servet beyin raporundan
Fakat, Kant bunu vazederken, ilmin, bu mülâhazaya müracaat etmemesi lâzım geldiğini şart koymuştu. Servet bey arkadaşımız ise, Kant ün, bu «interne» finaliteye çizdiği hudut ile sarih bir tearuz halindedir. Yani bir tarafta, Kant, metafizik yapmadan (fonctionnlle) gaiyete müracaat edilmez diyor; diğer tarafta Servet bey arkadaşımız, bu müracaatı müspet zihniyetle kabili telif görüyor. Kant'm bu husustaki mülâhazaları yakından tetkik edilir s e şunu görüyoruz: Kant'agöre, her ne zaman, illiyet münasebetleri serisi, takibi imkânsız olan mudil hadiseler karşısında kalırsak", ancak o zaman, bu prensibe müracaat edebiliriz. Fakat ilmin hududunu da aşmış oluruz, işte bu meselede- Kant'm fikri böyledir.
Şimdi ilâveye bile lüzum yoktur ki illiyet münasebetleri tesis olunamayan yerlerde ilim yoktur. Madamki, (Fonctionnelle) olan finalite, Kant nazarında, (Causa-lite) münasebetlerinin tesis edilemeyeceği yerlerde müracaat edilen bir prensiptir, o halde bu prensipte, Servet beyfendinin buldukları « müspet zihniyet» nerde kalıyor ?
Bundan sonra, Servet bey,
- 258 -
(biologique) mekanizmin, «bütüm vahdet fikirlerini tahrip etmeden, biyolojik âlemi tamamen izaha kâfi» [**] olmadığını söylediler.
Bu iddia da doğru değildir. Çünkü, biyolojideki malûm olan (evolution) nazariyesini, metafiziki bir şekilde tefsir etmek isteyenlerin yambaşında, bu tekâmül nazariyesinin vazıları olan ( Darwin) (Lamarck)ve (Spencer) bu nazariyeyi, hiç bir gaiyet mülâhazası ilâve etmeden, tamamiyle mekanist bir tarzda izah etmektedirler. Servet beyin hayat âlemini izaha kâfi görmedikleri mekanizmin, hayat âlemini nasıl izah edebileceği, meş hur bir alim olan (Le Dantec) in eserlerinde tespit edilmiştir. Servet bey, iddialarına bir delil saymak istedikleri «mecanisme biologigue» den, doğru olmayan bir tarzda bahsettiler, biz de hiç bir (finalite) mülâhazasına bağlanmayan (neo - vitalisme) e bu suretle işaret ettik.
Nihayet Servet beyfendinin (insaniyet) hakkında, ve insaniyetin —kend i ifadelerine göre— (şe'nî varlığı) hakkındaki fikrine
gelelim. Servet bey, insaniyet için iki hadise kaydediyor, ve
[**] Hayatın (101) inci sayısında Servet beyin aporu.
Sayı: 111
Nesir:
v-l 'ÎMl^.-. -rf, ıcf.,
Donmuş bir kanarya kadar sapsarı ve olgun bir limonun buruk lezzetini taşıyan bu yer, bir «ser» midir acaba? Dışarda rüzgâr - fakfur ve bulutlu bir sema fecrini andıran, büyük, yekpare, sisli, buharlı camlarda çırpman rüzgâr - kanatları kopmuş bir kartal mıdır ki?..
îçerde boz rengi, bir sükût var... Ve büyük ve yekpare ve sisli ve buharlı camların ayırdığı kaldırımlar üstünde bembeyaz bir kar....
içerde boz rengi bir sükût var, ve kristal bardakları ılık bir suyla yıkayan ellerin tertemiz gıcırtısı... Acaba, lâstiklerini yeni giymiş bir adam karlar üstünde mi yürüyor?. Ve kalbim, bu sükûtun müsterih genişliğinde fakfur ve siyah bir kavanoza konmuş sonra güneşe bırakılmış, ılık ve sükûn içinde bir su...
Öyle vehmediyorum ki, burada, bütün mevcudiyetim her mesamesine kadar zerre zerre
çözülüyor, damla damla eriyor ve ılık bir mayi gibi, düşüncesiz ve yayvan ve geniştir... Gene öyle vehmediyorum ki, bu camlı kapıyı açar ve dışarı çıkar çık-
sinaniyet vakıasını kabule sevk-edecek kadar, bu iki hadise, Servet bey nazarında, mühim olduğunu öğreniyoruz.
Servet beyin inanmaya temayül ittikleri (humanite), bu gun, (Positiviste) olan sosyolojinin kabûl edeceği bir şey değildir. Ancak, filozoflara göre, milletler, devletler, ve medeniyetler, büyük «insanî» cemiyetin muvakkat safhalarıdır. Yani, filozoflar nazarında, ancak «humanite» denilen şey vardır, ve bütün cemiyetler, bu nevin fertlerdir.
İnsaniyetin şe'nî varlığını kabul etmek isteyen Servet bey arkadaşımızın bu neticeyi kabul etmesi
maz, içine hapsolmuş buharlar
- doğan bir güneşle çıtırdayan bir tabiat parçası gibi- bütün
mevcudiyetim birdenbire toz haline gelmiş camların çıtırdısıyle birleşecek ve ben, gene kendime rüçuedeceğim...
Önümde bir bardak duruyor.. Uzak ufuklar ardına devrilen güneşlerin, yumuşak ve seyyal ateşinden mi dolduruldu.. Yoksa, içinde kıpkırmızı bir gül mü ezilmiş.. Ye yoksa, eriyen bir karanfil mi var?..
Parmaklarım, yaşlı bir parıltıyla duran "küçük bir limon parçasını damla damla sıkar vş gene bir alominyom kaşıkla karıştırırken zannettim ki, yavru bir kanarya kanat çırpıyor.. ince ve yumuşak tüyleri sararmış bir akika benzeyen o kuşların göğüslerinden çıkan bir damla musiki hangi renktedir?.. Ve, az evvel mayi içinde çırpınan yalnız bir kanat mıydı acaba?. Dudaklarım, kristal bardağın
muhteviyatını, yudum yudum içerken öyle zannediyor ki, çırpman yalnız bir kanat değildi ve çarpman, ince ve yumuşak ve ner- * min tüylü bir kanarya göğsünden çıkan son bir terennümdü de...
lâzım gelir. Halbuki, sosyoloklar nazarında adına (humanite) deni-lebilen bir içtimaî nevi yoktur.
Meselâ (Augüste comte) ta da böyle bir telâkki vardı. Comte, içtimaiyatı tesise çalışırken, medeniyetin tekâmülüuü aradı ve Comte nazarında, bütün bir Humanite vardı. Ye bu(Humanite) iyi, Auguste Comte, bir medeniyet dairesi zannetmişti. Bunun sebebi (Comte) m, usuldeki hatasından ileri geliyordu. Çünkü, mücerret, bir surette medeniyet tekâmülünü aramak, ancak böyle bir netice . verebilirdi.
Bu gün de ayni iddiayi ortaya atmak, ve bir (humanite) vardır.
Ses yok... Burası, kaşlarında çekilmiş bir , yay inhinası, gözlerinde derin ve tehi mağaraların rütubetli bakışları ve yüzünün çizgilerinde, Japorikâri bir möza-yığm ince ve derin hatları gittikçe incelen ve derinleşen metrük ve münzevi bir konfoç-yüs rahibinin inzivagâhı mıdır.? Ses yok ve kaşıklar sükûna varan bir korkuyla devriliyor.. Ses yok ve sükûn, derin ve tehi bir sükûn... Ve kalbim bu derin ve tehi sükûn içinde fakfur ve siyah ve harikulade tannan bir kavanoza konmuş, sonra güneşe bırakılmış temiz bembeyaz bir su... Ve içerde; bir gümüşlü semaver fıkırdıyor... Yıkanan bardakların gıcırtısı var, dışarda kar... Dilimde yaşadığımı yegâne söyleyen buruk bir lezzet, bir limon rayihası ve limonlu bir tat. Fakat ben ki, kalbim ve
ramanım, ve benim ki, zihnimin içi - geçen bu yazdan sonra -lüks bir salondan henüz çıkmış adamlar gibi pırıl pırıldır, niçin şimdi ruhumda, bir konfoçyüs rahibininin metrük ve münzevi sükûneti var?..
KENAN HULÛSt
demek (apriori) bir tecrittir.
Hulâsa edecek olursam, muhterem Servet beyfendinin iddialarıyla, arzettiğinı bu mülâhazalar, şu noktalarda ayrılır:
1— Servet bey (internet) finalite fikrini sadıkane tespit etmeyup tahrif ettiler.
2 — Biolojik mekanizmi, vakıa mutabık olmayan bir sekile ettiler.
3 — Humanite vardır, smda da izahları (sosyolojik) bir izah değildir/Belki, misalini,
bir tecrit, bir
* * #
20
Sayı : 117
Cihan Hayatında mühim Bir.Yak'a
Mr. Mussolini bu son günlerde en mühim muvaffakiyetlerinden birini temin etmiş bulunuyor. 1870 te, İtalya vahdetinin son maniasını devirerek, İtalyan, orduları Roma şehrine girmiş ve Papanın hükümeti cismaniyesine hatime . vermişlerdi. O zamandan beri kendini Vatikan sarayında mahpus sayan Papalık .makamı, İtalya hükümetini gasıp mevkiinde görüyor, ve Papa. yüz milyonlarca1 kato-
liğin vicdanına hükmettiği için de, bu . telâkki İtaly anın gerek
dahilî ve' gerek haricî siyaseti üzerinde ıııuzur tesirler icra ediyordu. 1870 ten beri beş Papa birbirlerini istihfaf etmiş ve seneler ve nesiller geçtikçe aradaki münaferet azalmış olmakla
beraber, bu uzlaşma pek uzak ve imkânsız denecek kadar müş-y küP. görünüyordu. Mr: Mussolinin kuvvetli şahsiyeti, bütün müşkülâtın mağlup edilmesinde çok . büyük bir amil olmuş, ve karilerimizin tafsilâtını yevmî gazete sütunlarında bulacakları şerait dahilinde, Papalık , makamile İtalya hükümeti anlaşmışlardır. İtalyaıım dahilî vaz'iyeti gibi katolik cihamndaki mevkii üzerinde de pek mühim tesirleri pek melhuz bulunan bu itilâf, sori asırdaki İtalya tarihinin olduğu gibi içinde yaşadığımız 1929 senesinin de en nıühin vekayiinden biridir.
"Milliyet,, dört yaşında
Türkiye matbuatının pek güzide bir uzvu olan (Milliyet) refikimiz, geçen hafta içinde üç yaşını; bitirerek hayatının dördüncü senesine girdi. Çok ciddî
ve dürüst bir gazete olan ve sütunlarında çok kıymetli yazılar görülen Milliyetin, daima daha mütekâmil bir şekilde olarak devamı ömrüne düa eder ve arkadaşımızı samimiyetle tebrik ederiz.
A^eni kitaplardan
Edebiyatı cedide devrinin, ilk safa geçmemiş olmakla beraber kendini çok beğenip seven karileri bulunan (Hayali girizan) şairi Hüseyin Siret Beyin, (Bağ bozumu) isminde bir şiir mecmuası neşrolundu. Tarzı tahassüs ve hele tarzı tebliği bu günkü şairlerin eserlerine benzemeyen bu kitapta, güzel parçalar bulduk. Ve bu güzellik,
senelrin ihanetlerine mağlûp olmuş ve solmuş bir kadın hüsnü gibi, kalbe hüzün veriyor. Şu kadar ki, hüzün, hüsne ve şiire bigâne bir şey değildir.
Kaçlın ediplerimiz içinde muvaffak bir kalem olan Suat Derviş hamım da bu son günlerde (Gönül gibi) isminde bir romanı çıktı. Çok erken girdiği tahrir hayatında hikâye ve büyük hikâye vadisinde bir hayli eseri olan Suat Derviş Hanım, hayatı daima bir kadın gözüyle gören ve kalbiyle duyan ve kahramanlarını gönül macerala-: rıııı erkekleşmeğe çalışmadan yazan bir muharrirdir. Bu meziyet ve hususiyetine v eserlerini hikâye kahramanı olan kadının ağzından yazılmış olan bu son kitaplarında da görmüş bulunuyoruz...
Eski vadide hayli şiirleri olan Hamami zade İhsan Bey de (Hamsiname) unvanlı bir ki-
tap şneretmiştir. Türlü yemeği bilinen fakat kitap rilhanj etmesi vehleten bir az gaip görünen bu mevzuun mahsulünü tetkik edince, içinde Trabzon ve havalisine ait bir çok malûmat bulduk, ve memleket muhabbetinin canlı ve faydalı bir vesikası mahiyetinde ğördüğümüz için su bir iki satırla bahsini
9 S
etmeği zait saymadık.
Müspet işler
Bu kışın göze çarpan birkaç müspet işi var. Bu işler, muhite tesir yapıyorlar, fikirlerde bir
alâka uyandırıyorlar. Bunlardan birisi konserlerdir. Orkestramız haftada iki konser veriyor: Per-şenbe gönleri verilenler talebeye aittir, cuma günleri de umuma.. Çocuklarımız ve gençlerimizin bediî terbiyelerinin teşekkülü, medeniyetimizin musiki zevkinin vücudu için bu faaliyetlerin hususî bir ehemmiyeti vardır. Talebe konserlerinde, musiki muallim mektebi son sınıf talebesi, talebe ile bir musiki has-buhali yapıyor. Gençlerimizdeki «Sözsöyleme» kabiliyetinin uy anne ması için güzel birer tecrübe..
Göze çarpan müspet işlerden biri si de Ankaranm fikir hayatındaki canlılıktır. M. T. T. reisi tarafından Orta muallim talebesine ait olan felsefe kursuda hararetle devam ediyor. Felsefe cemiyeti mümessilliğinde Reşat Şemsettin Beyin «Prağmatizm» tebliği münakaşa olunmakta, H. B. D. konferans serisi muntazam devam etmekte. Fikir ve saıriat Ankarasımn teşekkülü için bundan daha müspet ne olabilir?
Mes'ul Müdür: Faruk Nafiz
İstanbul — Devlet Matbaası