Kaynak: TÜSTAV - Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı Arşivi

FİKİR.,SANAT VE TENKİT DERGİSİ

SÖZE BAŞLARKEN

HALK
NASIL GERÇEKLEŞEBİLİR?
Behiçe BORAN


I

I
DEMOKRASİNİN, halkın halk taıafından halk menfaatleri için idaresi demek olduğu çok tekrarlanmıştır. Ama bu çeşit bir halk idaresi nasıl gerçekleşebilir ? Halkın muayyen zamanlarda kendi mahallî mümessillerini ve milletvekillerini seçmesi, yukarıdaki tarifin ileri sürdüğü halk idaresini, demokrasiyi gerçekleştirmiye kâfi gelir mi ? Milletin iradesi kendisini ancak dört yılda bir kere sandık başında bir rey puslası atmak şeklinde kendini gösterirse, iki seçim arasında vatandaşlar pasif kalır, bütün işler ve mesuliyetler seçilen mümessillere bırakılırsa, demokrasiden nasıl bahsedilebilir ?
Garp demokrasilerinde bu nokta mühim bir mesele olarak belirmiştir. Harbin arifesinde, 1938*lerde, İngiltere’de başında mütehassıs psikologların bulund> ğu bir teşkilât halk oyu üzerinde çeşitli tetkikler yapıyordu. Şu leikiiutiH. ı»fl5u-cu Kitle Müşahedeler il e Britanya (Biitain by Mass Ob-servation) adlı bir kitapta neşredildi. Bu müşahedeleri, halktan bu işe istekli çıkan vatandaşlar, mütehassısların direktifleri altında, doğrudan doğruya halka sualler sorarak yapmışlardır. Araştırılan noktalardan biri de halkın hükümete, memleket işlerinin idaresine karşı aldığı tavırdır. Verilen cevaplarda, yukarıda bahsettiğimiz mesele açıkça beliriyor.Modern cemiyetlerde devlet teşkilâtı dallanmış, budaklanmıştır. İşleri bir günden diğerine yürüten büyük bir memurlar kadrosu yerine gelmiştir. Halkın bunlar üzerine bir kontrolü yoktur ve işlerin nasıl döndürüldüğünden haberdar da değildir. Bir takım işler «ihtisas, bilgi işi» diye, bir takımı «devlet sırrı» diye halka bildirilmiyor. İki seçim arasındaki devrede halk mahallî ve merkezî hükümet teşekkülleri ve siyaseti üzerine tesirli bir-kontrol koyamıyor. Basın, söz, lanma, gösteriler yapma hüriyetleri halk oyunun müra
ve nüfuzunu müessir kılmıya kâfi gelmiyor. Sözü geçen kikte, İngiliz halkının bu vaziyetten şikâyetçi olduğu b yor ve tetkiki yapıp neşredenler bu meseleyi İngiliz de rasisinin mühim bir dâvası olarak ileri sürüyorlar.
Üzerinde ehemmiyetle durulması gereken bir ikinci nokta, «halkın kendi kendini idaresi»nin cemiyet hayatının hangi alanlarında tecelli edeceğidir. « Halk idaresi » denince u-mumiyetle dar mânada siyaset alanı akla geliyor. Halbuki vatandaşın günlük hayatını dolduran, hayatının huzurlu veya huzuisııZ geçmesine âmil olan bir sürü işler vardır ki, ayrı ayrı alındığı takdiıde «küçük işler» gibi görünür, fakat topyekûn ve bir zaman seyri içinde alındığı takdirde ise hayatî ehemmiyetleri olduğu belirir. Oturduğu şehrin, kendi mahallesinin su, tenvirat vaziyeti, sokaklarının tamir ve temizliği, çocuğunu gönderdiği okulun öğretim, disiplin ve yaşama şartları, şehrin hastahane, klinik gibi sağlık durumu şartları vatandaşı yakından ilgilendirir. Sonra, kendinin ve ailesinin geçimini temin ettiği çalışma sahası onun için ha-(Devamı 8incı sayfada)

1
SAYI
5-6
Ankara Üniversitesi çok kıymetli bir profesörünü, Türk milleti aydınlık ve uyanık kafalı bir evlâdını kaybetti. Profesör Saffet Korkut vefat etti. Bu acının münevver gençlikteki akislerini iç sayfalarımızda bulacaksınız. Örnek bir insan olan Saffet Korkut’ un kaybından dolayı, SÖZ, hepimize başsağlığı diler.
“Bir gerçek âlemdi gördüğün ey Celâleddin, heyulâ filan
Jr**^-**#^ değil,
uçsuk W yaraidmadı, ressam Iget? - O’â filan
değil, ve senin ezgin etinden kalan rubaîlerin an muhteşemi ; “Suret hemi zt!!est..„ falan diye başlayan değil...
2
“Bu bahçe, bu nemli toprak, bu yasemin kokusu, bu mehtaplı gece Pırıldamakta devam edecek ben basıp gidince de, Çünkü o ben gelmeden,' ben geldikten sonra da bana bağlı olmadan vardı Ve bende bu aslın sureti çıktı sadece.^.
Nûrettin Eşfak
artiler
Yazan : ZEKİ BAŞT1MAR
Oınıflı bîr cemiyette sınıfların inkârı çalışan kitlelerin İktisadî, siyasî ve her türlü haklarının inkârına müsavidir. Milletlerin, bilhassa son yirmi yıllık tarihinde bu hakikat apaçıktır. Zaten bugün hiç bir ciddî fikir adamı, bu günkü cemiyetin İktisadî menfaatleri, düşünceleri, hayatı görüşleri birbirinden ayrı, hatta birbirine zıt insan guruplarına ayrılmış olması hakikatim inkârdan bir fayda ummamaktadır. Bugün sınıfların varlığı, yokluğu meselesi değil, hakları ve varlıkları uzun zaman inkâr olunan işçi ve emekçi kitlelerini başka sınıfların siyasî ve sınıfî emelleri için gönül hoşluğuyle kazanmak, avlamak bahis mevzuudur. Şüphe yok ki, evvelce sınıfları inkâr edenler şimdi onları İlâhî bir kanunun zaruretleri diye tanıtmıya çalışacak, İçtimaî müsavatsızlığı insanlık cemi-(Devamı 8 inci eayfada)
I Ağustos 194-6
ANKARA
25
KURUŞ

Musiki
ANKARA’DA
Alaturka - Alafranga
«
BİR KARİKATÜR SERGİSİ
Yazan: Tahsin SUNGUR
Selma Emiroğlu’nun Ankara’da açılan karika-tür sergisini, resim tekniğinden anlıyan bir ziyaretçi gibi değil de, samimî bir sanatsever olarak dolaştım. Sergiyi gezmeye başlayanlar önce, bu genç karikatüristin, 1935’de, daha henüz bir çocukken çizdiği, kargacık burgacık resimlerlerle karşılaşıyorlar. Seneler geçtikçe olgunlaşan bir elin çizdiği resimler, nihayet hakikî yolunu buluyor. Selma Emiroğlu artık değme karikatürcülere faş çıkartan bir sanatkârdır. Seçtiği mevzulara bakıyorum*, hepsi, içinde bulunduğumuz cemiyeti aksettiren ve insanı güldüren, düşündüren, düşünürken güldüren kuvvetli mevzular
Genç karikatürist latife mevzuu ettiği meselelerin yanında tipler ve karakterlere biraz fazlaca yer ayırmış. Fakat ele aldığı bu tipleri işlemekte gerçekten büyük bir başarı gösteriyor.
Sergideki eserlerin hemen ekserisi, usta bir sanatkârın izlerini taşıyor. Bu serginin açılması sanat hayatımız için şüphesiz çok faydalı olmuştur. İlerisi için, bize çok şeyler vadeden genç karikatüristi tebrik eder, tuttuğu yolda daha ileri adımlar atmasını bekleriz.
I
Muzaffer Tayyıp Uslu Öldü
-■> te- /
Muzaffer, Zonguldak'ta oturan bir halk çocuğu idi. Liseyi bitirdikten sonra, veremli ve fakir oluşu yüzünden, okumaya devam edememişti. Bir müessesede çalışıyordu. Bundan altı ay evvel,hastalığı ilerleyince, doktorlar sanatoryuma yatırılmalına lüzum gösterdiler. Bunun için de 700 lira kadar bir para lâzımdı. Çalıştığı müessese, hizmetinin az olduğunu ileri sürerek bu parayı vermedi. Üstelikte hastalığı çalışmasına engel olduğundan aldığı ücret kesildi. Hergün çeşitli zorluklar karş’Sinda kalan Muzaffer’in yaşama imkânlarını elde etmek için artık yapacak hiç bir işi kalmamıştı. Fazla da yaşamadı
Bu sene neşredilen «Şimdilik» isimli kitabı, bir sürü noksan ve yanlışlarla doludur. Esasen de ilk şiir denemelerini toplıyan bu kitap onun hakkında tam bir fikir veremez. Yarım kalan Eş-refoğlu destanı» ile basılmamış şiirleri Muzaffer’i daha iyi tanıtacaktır.
İlk şiirlerinin dış görünüşü onun da bugünkü şiir modasına kapıldığını göstermekte ise de çok farklı bir sanat anlayış ve yapısına sahip olduğu muhakkaktır. Hastalıklı olması Muzaffer’de mariz duygular uyandırmamış, aksine, adamca duygular, yaşamak aşkı ve tazelik daima yazılarının belirli taraflarını teşkil etmiştir. Üstelik te konuyu ele alışı ve söyleyişi bambaşka bir şekildeydi.
Bir kenar mahalle çocuğu olduğunu hiç bir zaman unutmıyan Muzaffer yaşasaydı herhalde ilerde tam mânasiyle bir halk sanatkârı olacaktı.
pÇökü oldukça eski olup son aylar zarfında a-levlenen Batı müziği hakkında tek taraflı o kadar şeyler söylendi ki, bu yolda doğru ve ob- ı jektif bir görüşün de ortaya atılması lâzım geldi. Müzik hakkında eskilerin alaturka, alafranga tefrikini Batı müziği, Türk müziği tabirleriyle ifadeye kalkışmak ne derecede doğru olur ? Coğrafi koku taşıyan bu terimler istenilen objektif neticenin alınmasına en büyük engeli teşkil ederler. Bahusus Türk olan herşeyin en iyi olmasını istemek duygusu ulvî meziyetlerden sayılırken, Türk müziğinin, Garp müziğinden dûn addedilmesi tabiatıyle herkesi isyana sevkeder. işi bu tarzda kavramak hatalıdır. Türk müziği nedir, üeye derler ? Evvelâ bunu araştıralım. Türk müziği Türk bestecisi tarafından bestelenmiş ve bizden içine birşeyler katılmış eserlerin yekûnudur. Bu kabataslak tarifin eksik tarafları belki mevcuttur, fakat esasta doğru ve gayrı gabili münakaşadır. Bu noktadan hareket edilince Zekâi dede veya herhangi bir aşığın eserleriyle birlikte, Cemal Reşit, Haşan Ferit, Ahmet Adnan ve Ulvi Cemal’in eserleri de Türk müziği kadrosunda yer alır. Tıpkı Fuzulî, Bakî Yusus, Karacaoğlan Türk şairi sayıldığı gibi Fikret, ve Nazım, da Türk şairidir. Arada büyük bir şekil farkı olmasına rağmen hepsi de şarktan, garpten aldıkları şekillere Türkü katmış, katabilmiş kimselerdir. Bununla be raber aralarında zaman, duyuş ve mensup oldukları sosyal bünye tesiriyle derin farkların mevcut olduğa da inkâ-^rtbul etmez hakikttlefdendîrrZa-man ilerler ve şekiller, duyuşlar değişir. Dini felsefeye bağlı ve eserlerini Zamanın mümtaz (I) tabakasına hitaben besteleyen eski bestecilerimiz yaşadıkları muhite göre muvaffak olmuş eserler bırakmışlardır. Ancak aynı eserleri bu gün değişmiş şartlar altında avnt şekiller içinde sunmağa kalkarsak eskiye âşinâ zümreden başka kimseyi alâkadar etmeyiz Mûsiki de, sosyal bünye içinde arkadaşları sanat nevilerinin akibetine ergeç uyacaktır. Şimdiye kadar edebiyatta, resimde, mimaride. heykelde nasıl garp tekniğine uymak zarııre* tinde kalmışsak aynı akıbet musikimizi de bekle* inektedir.: Hatta bu cereyan son yirmi senede başlamış bulunmaktadır. Her sosyal müessesenin yı-
müziği olduğu, bu tarzın en fazla bizde mükem-melleştiği, binaenaleyh bizim malımız olduğu iddiasına verilecek cevap basittir. Bu ifade ile evvelâ hiçbir müziğin bir millete has olmadığı muarızlar tarafından kabul edilmiştir. Menşeî arab veya Bizans her ne olursa olsun alaturka, nasıl bizim o zamana kadar mevcut tekniğimize faik daha doğrusu o zamanın icaplarına daha iyi cevap verir görülerek alınmış ve onların malı olmaktan çıkarılmışsa, bu günde o mükemmel teknin zamanın ihtiyacina cevap veremediğinden ve gelecek tekniğin bizim oimıyacağından korkmıyarak huzuru kalple terkedilebilir. Esasen bu müzik Türk ruhunu ifadeden uzak kalmış ve halk müziğinin kıymetinin uzun zaman için entellektüel sınıf tarafından kavranmasına engel olmuştur.
Alaturkanın, batı müziğine faikiyeti iddiasına gelince, bütün kıyametlerin burada koptuğu görülür.
Ötedenberi alaturkanın saklı, alafranganın hadim müziği olduğu söylenir. Tek sesli alaturkanın karşısında, çok sesli alafranganın imkânları nelerdir ? Kendi hesabıma alafranganın burada çok beşeri bir dereceye ulaştığını söyliyeceğim I Bu tarz kompozisyonlarda her sazın insan sesinin hususiyetleri nazara alınır ve böylece insan sesi diğer sazların hususiyetlerinden sıyrılıp, sadece her saza ve her türlü söze gelir tarzda yaratmak mecburiyetinde kalan alaturkaya kar-----------------
şt Çök geniş imkânlar içindedir. Bu imkân insan sesini, insan sesi haricinde kalan sazların istibdadından kurtarmıştır. Batı müziğinin insan sesine verdiği şu huriyete mukabil, diğerinin zamanını zümre maksatlarına nasıl uyduğunu ve zamanını aşamamak durumunda kaldığı görülür. Burada paradoksal bir vaziyet mevcuttur. Hürriyet peşinen imkânları ihtiva eder. Halbuki sadece hususiyetleri ile sınırlanmış insan sesi mahkûm olmaz mı ? Bu iddia kolaylıkla cevaplandırılabilir. İnsan sesinin hususiyetleri ile sınırlanması onu diğer sazların söylediği şeyleri söylemekten kurtarmakta, her yeni imkânı keşfedildikçe ifade kabiliyeti genişlemekte böylece beşer sesi üzerinde durmak ve bu yolda ilerlemekle o nisbette fazlalaş-kılmasında olduğu gibi bu hadise cereyan ederken maktadır.
de bazı hoşnutsuzluklar doğacak ve türlü münakaşalar yapılacaktır. Resimde ve edebiyatta son çeyıek asra kadar gelen yeniliğe karşı ayaklanmaları hatırlarsak bu mücerret ifadelerimiz biraz daha ehemmiyet kazanır. Bir medrese devrinde, kendimize kapanmış, sübjektif aleme karşı alabildiğine açılmış olduğumuz zamanda bizi tatmin e-den musiki, hayatın dünya çapındaki hadiselerle bu kadar sık değiştiği, ferdî yaşayışımızda bile inzivadan uzaklaşıp tam manasıyla cemiyetin içinde yuğrulduğumuz bu günlerde son ve moda tâbiriyle « atom devrinde » eski ferdî musikiyi yeter saymak bilmem nasıl izah edilebilir. Basit bir sosyolojik araştırma bile musikinin sosyal tekâmülü en yakından takip ettiğini gösterir. O halde halâ eskide ısrar etmek muhalin müdafaasıdır.
Burada son birkaç yazıda rastladığım iddialara da cevap vermek isterim. Alaturkanın bir Türk
Halbuki alaturka insan sesi diğer sazlarla birliktedir ve beraber bulunduğu en az kabiliyetli sazın söyleyebildiğini söylemek imkânı içindedir. Hepimiz biliriz ki alaturkada asıl, her saz ve sesin aynı besteyi, aynen okumasıdır. Ufak istisnalar bulunabilir fakat bu asıl kaideyi bozamaz.- Bu ise İnsan sesi ile birlikte sazların çalma imkânlarını biri diğerine bağlamakta, her sazın hususiyetini ortadan kaldırmakta veya çok tahdit etmektedir. Hatta solo sazlar için irticailer olan taksimlerde bile saz hususiyetlerinin, bu ana esastan ayrılarak, teknik imkânların bağışladığı çeşitliliği bulduğu iddia edilemez. Nihayet taksimlerde bütün alaturkada herşey değildir ve rolleri çok mahduttur.
(Bu bahse gelecek sayıda devam edeceğim.)
Sahibi : Asaf Ertekln. — Yazı İşleri Md. ve Umum Neşriyatı idare eden : Yaşar Çöl. Adres: Posta Kutusu 2017 Bakanlıklar, Ankara — Basıldığı yer: Sebat Basımevi, İstanbul.
Onbeş gUnde bir çıkar
ABONE ŞARTLARI
Yıllık: 6 lir.
6 glık: 3 lir.
FRANSIZ MUKAVEMET
ı
i jARlS’ÎN düşmesile başlayan Fransız felâke-* ti, herşeyden önce namuslu Fransız Şairleri tarafından dünyaya duyurulmuştur. Fransa’nın kurtuluşuna kadar en çok onlar kan ağladılar, en çok onların şiirlerinde hürriyetsizliğin yürek acısı yer ett.
Hürriyete kavuşmak arzusu Fransız Şiirine büyük bir zenginlik getirmiş ve bir çok yeni şairlerin doğmasına sebep olmuşdur. Harpden önceki dejenere, âvâre Fransız şiirinden bugün eser kalmamış ; onun yerine diri ve mücadeleci, geniş insan yığınlarının hasretlerini taşıyan bir muhteva ve sağlam bir dünya görüşü ihtiva eden bir şiir doğmuştur. Harbin bütün ağrılarını his etmiş olan Fransız sanatkârlarından bundan böyle, sağlam bir dünya görüşü beklemek zaten hakkımızdı.
Bütün bu bahsedeceğimiz şairler, yalnız yaz-dıklarile kalmamışlar, hemen hepsi cephelerde bulunmuş, kimi makilerde Millî birliklerin yanısıra yer almışlar ; bazıları da temerküz kamplarından vatandaşlarını kurtarmak için canlarını vermişlerdir.
Yeni seçimi kazanmada ve Fransa’da bir halk hükümetinin kurulmasında başdanberi rolleri olmuştur. Mukavemet kuvvetlerini en iyi onlar desteklemişlerdir. Zaten Aragon, Eluard gibi bugünkü Fransa’nın en büyük Sairleri, halk cephesinin belli başlı mümessilleri arasında bulunuyorlardı. Fransız mukavemet şairlerinin başında bugünkü Fransız Şairlerinin en büyüyü olan Paul Eluard’la Aragon geliyor. Eluard beş senelik harp devresinde yazdığı her satırda hüriyetin milletler için büyük bir zaruret olduğunu en iyi duyurmuştur. O, Fransa’nın önce felâketli günlerinin, sonrada kurtuluş günlerininin en büyük şairi olmuştur. Bugünkü Fransız şiFrinin kurucularından biri de elbet odur. Harbi müteakip, yazdığı şiirlerde Fransa’nın yeniden kuruluşu üzerinde büyük bir titizlikle durmaktadır. Memleketi ve dünya içindeni bir dünyanın lüzumu onun biricik endişesi olmuştur. Eski dünya artıklarına kuvvetli ve her se-sile bağıran, yığınların saadeti namına mücadeleden yılmayan Eluard. haklı olarak yalnız Fransa’ nın değil her hür memleket insanlarının gönüllerine yazılmıştır, bilhassa Ispanya için yazdığı son şiirler, onun hürriyet aşkını ifade etmesi bakımından en canlı örneklerdir.
Bu mücadelede kendisinin Gestapo tarafından en çok aranılan kimse olduğunu biliyordu. Fakat bu Onun hiç bir zaman ne yazı yazmasına ne de mukavemet kuvvetlerini desteklemesine bir mani teşkil etmemiştir. 1942’de neşredilen Şiir ve Hakikat adlı eseri bu harbin en güzel kitabidir. Paul Eluard’ın bu gür sesi hemen her tarafdan bir karşılık bulmuşdur.
Bu mücadelenin diğer bir kısım şairleri, Fransa’nın uzağında olmakla beraber, bu mücadeleye bütün gönüllerile karışmışlardır. Bilhassa bunların içinde kuvvetli bir nefese malik olan Jules Super-vielle, ta Uruguvay’dan Fransa hakkında esassız, bazı gazeteleıden öğrendiği malûmatdan başka bir bilgisi olmadığı hâlde, hiç bir zaman yolunu şaşırmadan milletine şiirinin hür sesini duyurmuştur. Bu harbin kazandırdığı büyük bir Fransız şairi olan Gabriel Aııdisio da Freneses, Hapishanesinde durmadan hürriyet aşkını milletine duyurmak için elinden geleni yaptı, öteyandan Jean Noir namı müstearıle, yaralan birkaç sene önceye kadar kurumayan, şâir ve romancı, Jean Cas-sou, bütün Fransız sanatkârları tarafından en çok hürmet edilen sanatçılarından oldu. Sonra yine Gestapo’nun elinden kurtulamıyarak can veren Max Jacob, Saint Paul Roux, Benjamain Gremi-neux, yer yüzünün namuslu hiç bir okuyucusunun unutmıyacağı isimlerdir. Jean Cassou’ya ne kâğıt ne de mürekkep vermedikleri için, hapishanede hafızasının yardımıle yazıyor, iyice öğrenip ezberle-
layor :
Oradour
>>
l
>
dikten sonra, yenilerine başlıyordu. Daima İstırabı yudum yudum tatdırılarak, hayatlarına usanç verilen Hitler gestaposu, bu sanatkârlara şu telkini yapıyordu : (bize arkadaşlarının isimlerini söyle, kurtulacaksın.)
Bu sualin cevabı daima canları pahasına ödeniyordu. Mukavemet hareketlerinin diğer büyük gönüllülerinden biride, hemen bir çok şiirlerini başka başka imzalarla yaymak mecburiyetinde kalan, Aragon olmuştur, meşhur şiirlerinden biri olan, acılar içinde söyleyen birinin Baladı’nı Jacques Destaing namı müstearile, diğerlerini de François la Colere diye imzalayarak neşrediyor dn. Aragon canını bu mücadeleye verenlerin,And-re Malraux’dan sonra, belki, başta gelenlerinden-dir. Bu harp içinde çıkan Yürek acısı, Riga'nın gözleri, Aragon’a has şeyler olmamakla beraber, hiç bir zaman küçümsenecek eserler değildir.
Yanmış ve yıkılmış Fransız kasabalarının hâli birçok şairlerin eserlerinin mevzuu olmuştur. Küçük bir Fransız kasabası olan Oradour Alman’la-rın taş taş üzerinde biıakmadığı bu kasaba için Jean Tardieu, Fransız halkına belki en tüyler-
bUlâh
Dost işitiyormusun
Odalarımız üzerinde
Uğursuz uçuşlarını kargaların ?
Dost, işitiyormusun
Sağır çı tıklarını _ __
Zencire ourulan memleketlerin ?
ISl^â ey ! Partizanlar Namuslu her Fransız şairi bu harpte sanatın-
İşçiler, köylüler dan bir çok fedakârlıklar yapmıştır. Bunların ara-
Siffih tında fazla muhafazakâr olan, Pierre Jean Jauve
realitenin kaba, amansız darbelerine karşı, klâsik anlayışından hayli feragat etmiş ; Şiirine Fransa’
Bu akşam düşman,
Banın oe göz yaşlarının
Ne demek olduğunu anlayacak !
Madenlerden çıkın,
Tepelerden inin,
Dostlar. I ” B .
Samanların arasından, ‘
Mitrelyoz'u, Silahları
Bombaları çıkarırtr^^^
Siz kurşun ce bıçak kullanacaklar ! çabuk öldürün.
Sen Ey ! ayaklarını sürüyerek yürüyen, yüküne dikkat et
Dinamit!
Biziz kıran
Kardeşlerimiz için
Demir parmaklarını hapishanelern !
Burada herkes,
İstediği ce yaptığı şeyi, bilir.
Dost düşecek olursan
Karanlıkta, bir başkası gelip geçiyor yerine.
Yarın yolların üzerindeki
Siyah Kan
Büyük güneş'de kuruyacak.
Islıklarınızı çalın arkadaşlar,
Gecenin içinde hürriyet bizi dinliyor !
(Paul ELUARD)
Ürpertici bir şiiri vermişdir. Bu şiir
şöyle baş-
artık kadınsız, artık erkeksiz artık yapraksız artık taşsız artık kilisesiz
Oradour artık çocuksuz.
eee
Oradour artık ocaksız ne kahkahası?.
Çatısız ce anbarsız
Deyirmensiz ce Aşksız Şarapsız oe şarkısız !
Bu harbin kazandırdığı şairler arasında yine Abraham'ın duası, Şair ve hası adlı eserlerde Pıerre Emmanuel, Pierre Seghers, Leon Mousinac Jean Garamond dört sene içinde isimleri ilk hatıra gelenlerdir.
Almanlar tarafından esir edilen, Kamplarda öldürülen, kurşuna dizilen binlerce gençler arasında, Fransız halk mukavemet kuvvetlerirden o-lan iki tanesi bilhassa ilk hatıra gelenler arasındadır : Jacques Decour, Reger Piernneau. Genç romancı Jacques Decaur, kes Lettres Françaisesr in müessisi idi. Bu gazete harp içindeki hür Fransız sanatkârlarının bütün yazılarını basmış ; Fransız milletine de el altından taşınmışdır. Komünist partisinden olan Jacques Decaur, daha bir çok gizli neşriyatın çıkmasına sebep olmuş hakikî bir vatanperverdir.
Roger Pironnean yirmi iki yaşında bir talebe idi. Katolikdi. Her ikiside Hitler tarafından kur
şuna 4‘^dididi, Mukayemetç iştirak eden her Fan-sız genci az çok kendisini Şair görüyordu. Buc-henivalt’de Nazi temerküz kamplarında bir deri bir kemiğe dönen bir sürü insanların arasından gayet samimi bir şekilde şiirler yazanlar görülmüştür. Bilhassa Tosty'nin, Paul Goyard’ınkiler çektikleri acıları yarınki nesillere anlatmak bakımından en güzel numuneler diye gösterilebiline-çektir.
nıp felâketile birlikte, yeni ve oldukça cüretli bir anlpyışın girmesinden korkmamıştır. Paul Claudel bugünkü Fransız şairlerinin belki en yaşlısı, en muhafazakâr,, en fazla klâsik olan şairidir. Paul Valery'nin küskünlüğü yanında, birçok şiirlerile Fransız mukavemetini daima desteklemiş, aktüali-teyi şiirlerine spkmağa kadar varmıştır. Claude Roy, Loys Masson, Nazi salgıncılarına yakalanmamak için,köy köy kasaba kasaba ellerinde küçük bir çanta ile kaçmak mecburiyetinde kalmışlar ; ilk fırsatta da, mukavemeti daima kuvvetlendirici şiirlerini, yazılarını yazmışlar, bin bir müşkülât içinde de yaymasını bilmişlerdir.
Jean Garamond birçok arkadaşlarile birlikte büyük bir garda, her gidecek trenin vagonlarını temizlemeğe memur edilmişdi. Nihayet yeni leğin Praga’dan Aragon tarafından külleri Paris’e getirilen, Hürriyetin belki en büyük âşıklarından o-lan, bütün işgâl zamanlarında canını bin bir tehlikeye koyarak Hürriyet için çalışmış, sonunda Nazi kampında büyük iztiraplar içinde ölen Ro-bert Desnos, biç bir zaman unutulmıyacaklar-dandır.
Netice : görülüyor ki Hür Fransız şairleri, elerinden geldiği kadar Fransız milletine Hüriyeti duyurmakta büyük emekleri geçmiş sanatkârlar olarak karşımıza çıkıyorlar. Eserleri onların en iyi tercümanıdıı.
Prof. SAFFET KORKUT
| 1909-1946 I
^il ve Tarih-Cografya Fakültesi İngiliz Edebiyatı profesörü Saffet Korkut’u geçen ayın 5’-inde toprağa verdik. Değerli bir hoca ve ileri bir kültür işçisi olan Saffet’in örnek karakter ve şahsiyetini arkadaşları ve talebeleri belirtmeye çalıştılar. Burda onun 19O9’da başlayıp 1946’da henüz pek gençken sona eren hayatına kısaca göz atalım :
Çocukluk günlerini bir tarafa bırakırsak, Saffet Hocanın ömrünün sonÇyirmi yılı yetişme ve yetiştirme ile geçmiştir. Çapa Kız Muallim mektebini bitirdikten sonra, Avrupa müsabaka imtihanını kazanarak, İngiltere’de Oxfoıd Üniversitesine gitmişti. 1934’de bu üniversiteden mezun olan ilk Türk kızı olarak Saffet yutda döndü. Bu tarihten itibaren geçen son on yılında Saffet’i Türk kültürünün, azimkâr, bencilikten uzak ve iktidarlı bir işçisi olarak çalışmaya başlar buluruz.
Saffet Korkut, Gazi Terbiye Enstitüsündeki çalışmaları ile nazarı dikkati üzerine çekmiş, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi kurulutken, İngiliz Dil ve Edebiyatı Enstitüsünün tesisi kendisine verilmişti. Tek başına geceli gündüzlü çalışarak bu enstitüyü Oxford ve Cambridge üniveısitesi programlarını örnek alarak kurmaya muvaffak oldu. İlk zamanlarda haftada onbeş yirmi çeşitli dersi hazırlamak başarısını gösteren Saffet Korkut yavaş yavaş Enstitüye katılan aıkadaşlanna bir örnek ve cesaret kaynağı olmuştur. Saffet Korkut sadece kendi sahası olan Ingiliz Edebiyatı ile değil, çeşitli memleket meseleleriyle yakınen ilgilenmiş ve her ileri işde rol alanlar Saffet Hocayı daima yanlarında bulmuşlardır.
O, işlerinin çokluğuna ve çeşitli vazifelerine bakmıyarak bir öğrencisinin de dediği gibi, Türk köyünün kalkınmasında yarın vazife alacak olan köy Enstitüsü öğrencilerinin I kültürüne bir kapı açmak gayesiyle seve seve Ha-sanoğlan Köy Enstitüsünün İngilizce öğretmenliğini de üzerine almıştı.
O, değerli bir arkadaşının dediği gibi s « İrlanda tiyatrosu hakkında bir kitap yazdığı zaman rasgele bir etüt çıkarmak hevesiyle yazmazdı.Ta-rihi şartları bizimkine oldukça benzeyen bir cemiyetin bu edebî kalkınmasından kendimize bir örnek çıkarabileceğimiz düşüncesiyle de yazardı. Bu gibi örneklerin lüzumuna inanırdı; çünkü nesiller boyu katlanılan bütün iztiraplara rağmen hayatın güzelliğinden, insanların iyiliğinden hiç ümitsizliğe düşmemiş yiğit kişilerdendi.
Aynı zamanda bir ev kadını ve müşfik bir ana olan Saffet, çalışkan Türk kadınlarına iyi bir örnekti.
O, yarının güzel geleceğine inanarak, kafasından her türlü sual ve nida işaretlerini silmiş, inkılapçı bir kafa işçisi ve bir KAHRAMANDI...
söz
bir köylüyle dertleşirken
Saffet
Bir bost Kaybettik
I
gaffet Korkut İngiliz edebiyatı profesörüydü. Fakat o, İngiliz edebiyatındaki çalışmalarını
Türk kültürü araştırmalarının meyvalariyle beslemesini, kendi sahasındaki çalışmalarını da Türk kültürünün hizmetine vermesini bilen bir insandı. ______
kafalarında, dünya Tercümelerinde, onun, Türk folkloru, Türk des- Çen bu konuşmayı şimdi hatırlıyorum ve görüyorum ki Saffet’in hayatı için de aynı cümleyi tam yerinde olarak söyliyebiliriz : «Saffet, kendi şahsı için hiç bir şey istemiyordu.»
B. BORAN.


I
bugün bize vereceği fayd
tanlanHmasal ve hikâyeleri üzerindeki çalışmaların gün ışığına çıkardığı kelime, deyim ve anlatımların yerli yerine yerleştirme, dilimizi bu yoldan zenginleştirme ve olgunlaştırma gayreti göze çarpar sjf
ölümünün ertesi gönü bir arkadaşın belirttiği gibi, Saffet Korkut, kendi mevzulanyle, bunların la, kazandıracağı hamle bakımından ilgilenirdi. O, «sanat için sanaMor-mülünü ilimde tatbik etmek istiyen ilim aristokrasisinin düşünüşünün tam tersine, ancak milletine ve insanlığa faydası olan bir ilim ve edebiyat endişesini taşırdı.
Saffet Korkut, son yıllarda İngiliz Orta - Çağ destan, hikâye ve ballad üzerinde daha çok duruyor, ve benim çalışmalarımla yakından ilgileniyordu. Yazılarımı dikkatle okurdu ; birbirinden uzak memleketlerde, fakat aynı şartlar içinde gelişmiş İngiliz ve Türk destanları, ve halk edebiyatı mahsullerini birbirine yaklaştıran insanlık değerler ve sosyal muhteva üzerinde uzun uzun konuşurduk. Ben, ondan birçok şeyler öğrendiğim için sevinirdim, ve çalışmalarımın, bir İngiliz edebiyatı tetkikçisinin de işine yaradığını görmekle sevi- cim bir kat daha artardı.
Saffet Korkut’un ölümiyle, yakınlarının acılarına, sıkıntılarına ortak, onlara kötü günlerinde destek olan bir dost kaybettik ; ben şahsen onda, yeri kolay kolay doldurulamıyacak biş iş arkadaşı kaybettiğim için de yanıyorum.
P. Naili BORAT AV.
O, kendisi için
Hiçbir şey istemiyordu...
g^affet, şahsiyeti birbirinden ayrı bölümlerden,tezat ve tenakuzlardan kurtulmuş, ahenkli bir bütünlüğe erişmiş nadir insanlardandı. Onun şah-şî hayatı, meslek hayatı, daha geniş cemiyet hayatı birbirinden ayrı, kapalı daireler teşkil etmezdi ; müşterek merkezli, durmadan genişliyen halkalar gibiydi. Onun hakkında (başkaları için yaşamasını ve çalışmasını bilen bir insandı» demek te tam yerinde olmaz. O, kendi menfaatini, kendisini, memleket ve insanlık menfaatlerinden ve işlerinden ayırmazdı. Onun eriştiği görüş noktasından bütün memleketin ve bütün dünyanın mukadderatı bir ve müşterekti. Kendisi, kendi işleri ve alâkalan da bu müşterek mukadderatin içindeydi. Saffet İçtimaî ülküleri ve gayerleri kendisinin dışında saymıyordu, doğrudan doğruya kendi benliğine malediyor, başkalarının işini kendi işi olarak görüyordu. Bunun için o, fedakârlıkta bulunduğunun, yardım ettiğinin farkına bile varmadan fedakârlıkta bulunur, yardım ederdi. Saffet’in nadir rastlanan insanlardan oluşunun sırrı buradadır.
Geçen yaz Saffet Steinbeck’in bir romanını okumuştu. Bu roman, İçtimaî adaletsizliklerle savaşan iki arkadaşın hikâyesidir. Sonunda arkadaşlardan biri bit ihanete kurban gider, öldürülür. Sağ kalanı, arkadaşının ölüsü başında bir şeyler söylemek ihtiyacını duyar, fakat teessürünün büyüklüğünden kelime bulamaz, ellerde önündeki parmaklığa sarılır, parmaklarının mafsalları bem beyaz kesilir, ancak, tek bir cümle söyler :« Arkadaşlar, o kendisi için hiç bir şey istemiyordu.»
Saffet, «Ne güzel bitiş 1 Ve bir insan için söylenecek en güzel sitayiş,» demişti. Aramızda ge-
T
❖❖e
Onun için
prof. Saffet Korkut hocamdı. Prof. Saffet Kor-kut hocamdır ; diyemiyorum. Maksadım küçük bir fiil oyunu yapmak değildir. Bu iki fiil arasındaki büyük acıyı söylemektir.
Şimdi perişan zihnimi yokluyorum. Bir bahar günü Numune hastahanesine kendisini ziyarete gitmiştim. Başı pencereye karşı, koskoca Saffet hanım, ufalmış, zayıflamış, sararmış yatıyordu. Geldiğimi görünce, bana doğru döndü. Zorlukla konuşuyordu. Konuştuğu şeyler hastalığının dışında inandığı meseleler, uğruna döğüşülebılir iyi, büyük şeylerdi. Bir ara karşıdaki penceıeden görünen ufacık gök parçasına baktı, baktı da : «günlerdir bulutları seyrediyorum.» dedi. «Onların da kendilerine göre bir âlemi, bir nizamı var. Ressamların bazı şekillere vurgun olmalarının sebebini şimdi anlıyorum. Bu bulutlar, bu bulutlar a-damın başını döndürüyor», dedi.
Bir daha anladım ki Saffet Hoca en kötü a-nında dahi-dünyaya yaşamak için geldiğimizi her anlamında bilen insandı. Nur içinde yatsın.
Mehmed KEMAL.
Engin Vekar
1S09-1946
" Yspgcak işlerimiz o kadar çok kil,,
İİme doğru giden yol, halka doğru giden yol, hakıkata doğru giden yol bir mücahidini kaybetti. Bu insan kadını ben, daha yakından ancak hasta döşeğinde tanıdım. Size söyliyebileceklerim bu ölüm döşeğinin hatıraları olacaktır.
Kış sonuydu, katlı bir havada kendisini ilk defa yatakta gördüm. Yatağının üzerine oturmuş birşeyler yazıyordu. Üzülmemesini, istirahat elme-sinin daha doğru olacağını söyledim. «Hayır İlhan dedi, Çocukları ben okuttum, imtihan sorularını da ben hazırlamalıyım, belki yanlışlıklar olur,haksızlığa uğrarlar çocuklar» dedi, ölüm döşeği bile ondaki çalışma azmini, haksızlığa | göğüs germek, onu- yer yüzünden kaldırmak isteğini yene-memişri.
Başka bir gün,kendisinin Aganta,Burîna,Burinata> isimli romanı okurken buldum. Kitabı bıraktıcPıs bir dünyada yaşıyoruz romancının hakkı var, insanlar bu dünyada, kediler, köpekler ve fareler gibi sürünüp duruyorlar, hey gidi güzel günler hey 1 Çok değil belki elli sene sonra dünya bambaşka bir dünya olacak. O vakit pis görülen bu dünyanın insanlar tadına doyamıyacak, ve bu dünya yalnız kendi keseleri için yaşayanlardan temizlenecek... dedi. Sonra benden kartopu istedi, soğuk karı ellerinde ezerken, «dışarı çıkmak, şu gıcır gıcır karın üstünde sabahlara kadar dolaşmak istiyorum, rüzgâr göğsümü dolduısun saçla rımı dağıtsın, ben saatlerce bu temiz havanın içinde yüzsem» dedi. Ve müthiş bir kuvvetle isteyip te yapamamaktan doğan bir öfke ile başını yastığa koydu.
Kış geçti, bahar geldi, kar yerini çimene ter-ketti, kendisi profesör oldu. Çok sevdiği üniversitesi bağımsızlığına kavuştu. Saffet Korkut bütün bu mesut değişmeleri, bu hastane camının donukluğu ardından, bir ölüm yatağında görmek talihsizliğine uğradk Her gelen gün onu bir gün evvelkinden kötü buluyordu.
ikinci ameliyatından yarım saat evvel yanındaydım. doktorlar biraz sonra ameliyat olacağını söylediler. Çukurlaşan gözleri birden büyüyüp parlayıverdiler. İnce kollarına dayandı son bir gayretle doğruldu. Etrafındakilere teker teker baktı. Uzun bir yolculuğa çıkacakmış gibiydi. Soma mosmor kesilmiş dudakları birden kıpırdayıp gerildiler. Saffet hoca marş söylüyordu. Bu dakikanın kadını artık hasta döşeğinde kaybolan insan değildi. O bir anda ümidin, iradenin, inanışın kadını olmuştu. Alçalıp yükselen, fakat kesilmiyen bir sesle marş söylüyordu. Bu marştan acının, sefaletin ve insanoğlunun çektiklerinin kokusu geliyordu. Bu marşta yarının daha iyi geleceğine, insanların daha mesut olacaklarına dair müthiş bir iman vardı, sustu, sonra gene ilâve etti, «memle
£AFFET Korkut’tan ne zaman kim söz açmak isterse istesin muhakkak ki onun hayat sevgisi üzerinde durmak zaruretini hissedecektir. Bu fikri insan ilkin yadırgıyor. Çünkü uzaktan onun uyandırdığı intiba sükûnetti, hilim ve şefkatti.
Fakat onunla tanışıklığı, yakınlığı arttığı nis-bette insan farkederdi ki : karşısındaki, basit bir tasnifle hemen «halim selim bir kadın» sınıfına sokulacak harcı âlem tiplerden değildir ; onun sükûneti büyük merhaleler aşıldıktan sonra varılan sükûnetlerdendir ; kadere boyun eğenlerin mazlumluğu onda yoktur ; bu sükûnet hayatı iyice değerlendirmekten geliyor.
Saffet hayatın sevilir bir şey, uğrunda her çevir ve cefaya katlanılır bir şey olduğuna inandığı içindir ki sakindi ve bu sükûnetle birlikte rahata ermişti. Hem kendi rahattı, hem etrafına rahatlık verirdi. Onun yanında en bilgininden en sadedili-ne kadar kimsenin sıkıldığını bilmiyorum. Kendi de sıkılmazdı. Çünkü hayatı tek bir mesleğin,tek bir muhitin, tek bir topluluğun kafesi içinden sey-retmiyecek kadar hür bir medeniyete varmıştı.
Böyle çeşitli insanları ve çeşitli tezahürleriyle hayatı sevdikten sonra harekete geçmek, bana öyle geliyor ki, en büyük medeniyet içinde yola çıkmaktır. Saffet’inki işte bu türlü yolculuklardandı. Onun içindir ki hareket sevgisini ilk bakışta far-ketmek güç oluyor. Onun gibi olgun ve gürültüden azade bir insanın hareketle ilişiği olacağını pek kabul etmiyoruz. Oysa, gerçekten ileri sayılacak hamleleri insan, ancak, kendi içinde bir durulmaya vardıktan sonra başarabiliyor. Gürültü, şamata, kavga ise hamle için hamle sevdasın-dandır.
Saffet kendi için de, mensup olduğu cemiyet için de hayatın azizliğine ipanmış ; bahtiyarlığa elini kolunu bağlamakla değH, hurimalı bir çalışmayla varılacağına karar yermiş aydın kişilerdendi. Rahatlığını inanmış olmaktan, ;hareket sevgisini iyi şeyler başarmaya karar vermiş olmaktan alıyordu.
Ben bu hakikati ancak, karakteri hakkında toplu bir hükme varmak gayretini gösterdiğim bu-J gün anlıyorum. Ve görüyorum ki dokuz sene yan yana çalıştığım, kendisiyle fikir alış verişi ettiğim münakaşalara giriştiğim, bazan kusurlarım bulmaya kalkıştığım, fakat itiraf ederim ki kusurlarımı bulmasına da en az hırçınlıkla razı olduğum, şefkatine daima hayran kaldığım ve böylece kendisine bazan «meslekdaş» bazan «abla» olarak baktığım Saffet, aslında, hocammış Tçünkü bana hep insanların bahtiyarlığı için didinip tırmanmanın ne güzel ne rahat bir şey olduğunu öğretmiş.
Orhan BURİAN.
ketim rahat bir dünyanın bahtiyar ve mamur bir ülkesi olmalıydı: Ben ondan sonra ölmeliydim. Böyle yatakta, pisipisine ölmek çok fena, dünyada yapacak işlerimiz o kadar çok ki 1» dedi.
Hepimizin içini sarsan, gözlerimizi nemlendiren acıyı görmüş olmalı ki dayanamadı ( Yok yok ölmiyeceğim, korkmayın dedi. Ben her zaman sizinle omuz omuza olacağım, sizleri bırak-
mıyacağım.
Saffet Korkut’u biraz evvel gömdük. Onun artık damarlarında ılık bir kan dolaşmıyor. Faka ne mutlu o insana ki kendisi toprak olduktan sonra bile fikirleri kafalarda, sevgisi yüreklerde kök salar. Prof. S Korkut bu bahtiyarlığa kavuşan nadir insanlardan biri oldu.
Evet ilme giden yol, halka giden yol, hakika-ta ulaşan yol bir mücahidini kaybetti. Fakat imanı, ideali, tükenmeyen çalışma aşkı, ve insan sev-gisile dolu olan bu kahraman kadın saflarımızda tertemiz ve gülen yüzüyle bir bayrak gibi, dalgalanacaktır. biz onun bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışalım. İlhan BAÇGÖZ.
Bir Saffet Hoca vardı dost bağında Hürriyet yoktu sağlığında Gün geldi, gitti gencecikken Yiğitken, güzelken, fidanken.
Şimdi ne kadar
Ne kadar dost varsa arkasında
Hasatçı, öğrenci, öğretmen
Ne kadar gül varsa toprağımızda Daldırma gül, ak gül, gonca gül Ne kadar sevgili varsa arkasında Tiyatro, iş, kitap, şiir, marş Yanan yanar ağlaşır cümlesi Çoban ateşi hatırasında.
Gâvur, müsiüman demezdi «Kendisi için bir şey istemezdi* Yatak ölümü beklemezdi
Gitti vadesiz, gencecikken Dost iken, yiğitken, güzelken, Ölüm adın kalleş olsun !
Enver GÖKÇE
Saffet Hoca
gon üç sene içinde yetişmeme en çok faydası dokunan öğretmenleıden biri de Saffet Kor-kut’tu. Enstitüye her gelişinde onunla konuşurduk. Konuşmalarımızın biı inde öğretmeni az tanı
yan bir arkadaş ;
— Efendim nasıl olsa fakültede de maaş alı
yorsunuz o para size çoktan yeter. Buraya gelmekle kendinizi de yoruyorsunuz. Hem kocanızda doktor, ne olacak bukadar paıa ? Hattâ evinize çekilip rahat etmelisiniz, dedi.
Her basit insanın dilinde gevelediği bu sözleri dinliyen öğretmen toplumsal bir yarayı deşelemeden izaha girişmedi.
— Bu sözü daha ziyade kadın olduğum için söylüyorsun. Elbette kadınların da idealleri vardır. Kaba bir misalle şunu söyliyeyim ki : kadının evde kalmasını istiyen bir erkeği nargile tiryakisine benzetirim. Halbuki Erkeği pis bir tiryakiye benzetmek ne kadar budalalıksa kadının da fıkırdayan bir keyf aleti olmasını istemek öylece.. Mesele gayet basit : Para ve rahat meselesi değil, Hasanoğlana gelmem, fakültedeki işimi sallamıyor. Bir dâvâ için yetişecek sizlere bir dil kazandırabilirsem dünya kültürüne cesaretle giı işebileceksi-niz. Sizlerle çalışmak inançlarımı daha çok kuv
vetlendiriyor.
işte öğretmenin en çok sevdiğim böyle oluşuydu. Pek vakitsiz öldü. Düşüncelerinin elimizde toplu olarak bulunmaması da en büyük kaybı-mızdır.
Bekir SEMERCİ.

ÖĞRETMENİN RUHU
Yazan : ELİN-PELİN
RİVO-ŞKOLO köylüleri öğretmenlerinin hasta olduğunu, bir gün ölümüyle kendilerini hayrete düşüreceğini çoktan beri biliyorlardı.
Hain bir hastalık, onu eritmeğe başlamıştı, yüzü günden güne kararıyor, vücudu kuruyor, gözleri ise alevleniyor, parlıyor, korkunç bir şekilde yanılıyordu. Zayıf göğsüne bir kuru öksürük yapışmış, zavallının serbert öksürmesine meydan vermeden ciğerlerini amansızca paralıyordu. Köylüler, zavallı öğretmenin akşamları okuldan nasıl yorgun, bitkin döndüğünü, her yirmi adımda bir durup uzuu uzun öksürdüğünü görüyorlardı.
— Hoca güzel tahtalar biçiyor, diyorlardı. Yakında bunları bize çiviletecek galiba.
—Şu mendebur okul, sağlığını aldı. O domuz ahırı, yedi bitirdi onu.
Gerçekten okul, bas(k tavanlı, daracık,toprak tabanında tahta döşeme olmıyan, pencereleri küçük, pis odaları çocuklarla kapılarına kadar tıklım tıklım dolu bir bina idi Öğretmen burada çalışıyordu, zayıf ciğerleri, Tanrının kanı temizlemek için verdiği bava ile birlikte, içinde köy hastalıkları yaşıyan tozları yıllarca yutmuş durmuştu.
Güzel bir kış günü ; öğretmen okuldaki ö-devini bitirdikten sonra evine döndü, yatağına yatıp öldü. Bu iş başın ile sona erdi. Eh, ö-lümlü dünya bu !
Zavallı öğretmenin ruhu çıktı, kanı çekilen ânrpkuru, vücudumu bıraktı, kapının önüne o-turup kendisini cennete yahut cehenneme, artık yeri neresi ise alıp götürmeye gelecek o-lan gökyüzü habere'terini beklemeye başladı.
Ruh, bekledi, bekledi, ama kimseciklek gelmedi.
— Bu ne iştir ? - diye düşündü - Beni bir hortlak gibi elâlemi korkutmak için böyle yol ortasında mı bırakacaklar ? Yook, yağma yok le değil mi ? ben geri dönmeyi de bilirim.
Ama, biraz önce ayakta duran kupkuru, ölü vücuduna bakınca, geri döndüğü zaman pek de bahtiyar olamıyac ğını anladı. Öyleya, gene köy köy dolaşacak, gene borçlar, gene muhtarlar, gene çamurlar, soğuklar...
Ruh, daha çok kızıp köpürmeye başladı..
— Ne adaletsizliktir bu I Şurada budalaca uzanıp yatan, uzun yıllar beni yalnız emellerle, ideallerle beslemek iç n kendisiyle birlikte sürüklemiş olan şu iğrenç vücudun kokusu ile beni baş başa bıraksınlar ha ! .. Enellere, ideallere karnım tok artık... Başka bir dünya özlemiştim, başka bir dünyaya geçiyorum... He le bir görelim, orada içleri nasıl çeviriyorlarl.. Acaba orada da geue gazetelere şikâyet mektupları yazmam gerekecek mi ?
Ruh Öfkeden, soğuktan titredi.
Kıştı. Donmuş kuru bir kar her şeyi Örtüyordu. Mavi, soğuk bir sis ovaları ormanları bir örtü ile kaplamıştı ; ağaçlar karlı çiçekle riyle çıtırdıyorlardı. Yollarda tek bir canlı mahlûk bile görünmüvordu
Ama uzakta, sislerin içinden koşar adım gelen iki yabancı yolcu belirdi. Birbiri ardınca öyle hızlı yürüyorlardı ki. etraflarında kar tozlarından bir kasırga yükseliyordu.
Ruh kendi kendine :
— Vay anasını 1 - dedi birden ürperdi. -Sakın müfettiş olmasın ? Hapı vu*tuk ! Bugün çalışma günü, ama okula gıd ncr. orasını bom-
boş bulacak I Nerde öğretmen ?
— Öldü. - İzinsiz nasıl ölürmüş ? Sonra da tekdir, ceza... azil... Ama şimdi hepsi vız gelir. . .
Ruh, henüz korkudan sıyrılmamıştı ki iki yolcu gelip çattı.
Gelenler, Melek’le Şeytan’dı. Yorgunluktan nefes nefeseydiler.
Öğretmen suratını ekşitti, onların ellerini bile sıkmak istemedi.
Şeytan tamamiyle serbest, arkadaşça bir tavırla ona dönerek :
— Kusura bakma aziz dostum, dedi. Geç kaldık, seni soğukta bıraktık... Kabahat hep Melek’te. Öğretmenlerin ruhları sabretmeye a-lışıktır, dedi. Biliyorsun, sağda, solda daha sabırsız, bazı yüksek memurlar var, vaktinde hizmetlerine koşmazsak darılırlar. Ne olur, onları daha önce alalım, dedi. Ben de neye olmasın, pekâlâ, dedim. Ama beni öyle yerlere sürükledi
ki, sorma 1
Şeytan katıla katıla gülmeye, donan elleri oğuşturmaya başladı.
Bu hali, ruhun hoşuna gitti.
Kendi kendine •
— Hele bakın, ne sevimli bir bayntrş şu Şeytan, dedi ; halbuki bize onu kuyruklu,boynuzlu falan filân diye anlatırlar I Ne kadar da neşeli ! - Dostum aizinle tanışmak isterdim.
ÖğretmeniuJruİu, elini uzattı.
Şeytan, onun ellin i sıkarak ;
— A, Biz tanılıyoruz, dedi, gene kahkaha ile gülmeye başlıydı.
Öğretmen ;
— Canım sigara istedi, dedi. Tütününüz var mı ?
Şeytan :
•— Buyurun, diyerek ona bir sigara uzattı. - Küçük bir şey ama insana keyif veriyor,öy-
ni
Geue şen, tasasız gülmeye başladı.
Bir yanda kanadlarını kısmış, düşünceli, ses-aiz duran Melek, öğülçü bir tavırla :
— Çoçuğum aldanma ! diye seslendi. Sesi sertti, yüzünde bir bakanlık şube müdürünün yüzü ndeki gibi âmirce bir ifade vardı.
Ruh :
— Biraz .daha nazik olan bak Melek, dedi, oldukça yaşlı
Gürüyorsun ki, çocuk değilim, yım.
Şeytan, Meleği göstererek :
—- İşte, buyurun I Bu melekler böyledir... Zerre kadar hürriyeti yok, bir de tutmuş, â-mirce konuşuyor... Boyuna Tanrının kölesi ol* makla Övünürler... Onlar ^gerçekten köleden başka bir şey değildirler. Biz şeytanlar onlara benzemeyiz, biz başımıza^ buyrukuz, kuvvetimiz de bundan ileri geliyor...
Bu sözler ruhun hoşuna gitti.
— Sizden çok hoşlandım bay Şeytan, dedi.
— Haydi dostum, gidelim. Kadadlarıma bin! Melek :
— Olmaz, diye itiraz etti. O, şüphelilerden. Hesabına bakmak lâzım. Bunca acılar çekmiş, belki de cennetliktir !
Ruh :
— Evet, çok çektim, dedi.
Şeytan :
— Çektiğini biliyorum, dedi, Siz insanlar çok budala oluyorsunuz... Hep çektiklerinizle övünmeyi seversiniz. Başka bir şeyle övün. Kudretini, irade gücünü kullanarak yendiğin
bir şeyle, atlayıp geçtiğin, elde ettiğin bir şeyle övün. Halbuki siz ? - Evet ben çok şeylere katlandım, çok çektim... Meleklere gelince hep hesap, hep hesap t Herif hesaplardan kurtulmak için ölüyor, onlar gene hesap, hesap diye tutturuyorlar.
Artık hayranlıkla baktığı Şeytanın bn söz terinden pek hoşlanan ruh, atıldı :
— Hiç olmazsa burada bizi rahat bırakıp hesaplardan kurtarsınlar.
Melek, kocaman defteri açtı, nzun uzun a-şaştırdı, köydeki bayan Öğretmenin sesini andıran çığırtkan bir sesle :
— Sen hoca dedi, Tanrınıu hak kulusun, benim ardımdan cennete gelmeni sana emrediyorum !
Ruh alaylı alaylı :
— Bana emrediyorsun ha I dedi. Bu “emrediyorsun» sözü şendeki candarma ruhunu açıkça ortaya koyuyor... Ben bu türlü ruhlardan iğrenirim I
— Sen cennetliksin ey mümin, gelmen lâzım.
Şeytan :
— Canım şu cennetinizde ne var sanki, insanları ne diye altadıp duruyorsunuz ?
— Her istediğin var 1 Nehirlerinde ballar, sütler akar, her yer aydın, ışıklı, tertemiz.Her-kes her şeyi bilir, orada insan zekâsı için gizli kalan hiçbir şey yoktur.
Şeytan bir kahkaha attı :
Hele bak şuna hoca, ne ile övünüyor, yağla, balla ! Bu gibi şeylerle dostum, yeryüzünde her zengin övünebilir. Yağla bal 1 Canım insanın bahtiyarlığı bunlara mı bağlı ?... Her şey aydın, her şey açık, her şey meydandaymış İnsan ruhu, sır olmazsa, karanlık olmazsa, bilinmiyen birşey olmazsa mesut yaşı-yamaz. O, gökyüzünde sanıldığından daha gururludur. Onun için karanlık lâzımdır, çünkü o güneş olmak ister. İnsan, bilmecelerden yapılma bir duvarla savaşır. Bu savaş olmadan, aziz dostum, yaşıyamaz, küflenir... Siz herhalde cennette küf nedir bilmezsiniz... Her hangi bir ihtiyar profesörü kokla, ne biçim şey olduğunu anlarsın.
Şeytan, soğuktan ellerini oğuşturup sıçramaya, «ğzıyle ıslık çalmaya başladı.
Öğretmen sordu :
— Üşüdünüz değil mi ? Sonra ilâve etti Ben de üşüdüm.
Şeytan :
— Feylesofluk taslıyan çabuk üşür, dedi, Meleğe bakıp sinsi sinsi güldü.
Melekceğiz :
Seni gene Allah dedeye şikâyet edeceğim, dedi ve öfkesinden kadın gibi ağladı. -Dur hele, sana gösteririm ben 1 Bu felsefelerinle birçok sâf rahların aklını çelip duruyorsun. Şeytan :
İşte bakın, dedi - Köle ruhlular ! Efendilerine yalnız İlâhi okurlar, hizmetçilik ederler, hafiyelik ederler... Başka bir şeyden çaktıkları yoktur, biraz dokununea da ağlarlar. Şeytan genç gülüp ıslık çalmsğa başladı. Ağlıyan Melekçiğin omuzlarına vurarak :
— E, azizim, dedi. — Ben kimseye şikâyet etmem, kimse de bana şikâyete gelmez 1 İşte bak : kendi kendimin efendisiyim, kendi kendimin hizmetçisiyim. Rüzgâr gibi serbestim. Tram tra-ra-ram... ra-ram !... diye şarkı söyle-
Kültür Adamları
H angi Taraftansınız!
( İsimli yakında çıkacak kitaptan )
I.
Fransız mütefekkirleri kongresi toplanmadan kongreye hitap eden bu yazı, Gorki'nin ölümünün onuncu yıldönümünü de anmış oluyor. Avrupa postasından son çıkan Marseillaı-se’den bazı kısımları kısaltılarak tercüme e-dilmiştir.-
Arştan Kaynardağ.
♦♦♦
LELİ on sene oluyor. On sene evvel Lond-rada aldığımız endişe verici telgraf, hareketimizde acele etmemize sebep olmuştu,
içinde Les Beaux Ouartiers’yi ikmal ettiğim gemiye bindik. Bu gemi o zamana kadar gördüklerime pek az benziyordu. Şarkı, dans ve arkadaşlıkla dolu idi. Sınıf farklarının silindiği Sovyet gemisinde uzun geceler, o dev adamı ölmeden görebilmek için deniz ve müziğin ortasından ilerliyorduk. O adam karım Elsa’yı yazı yazmağa teşvik eden ilk kimse olmuştu, ve beni....
Şimdi burada söyliyeceğim biraz da itirafım olacaktır. Bunu şimdiye kadar hiç bir yerde yapmamıştım. Gorki’nin maruz kaldığım tesiri edebi manada değildir : o baştan başa hayatımda rol oynadı. Bu benim için çok büyük çok müthiş bir şey oldu. O benim üzerimde idi, çok üstümde, bir ulu ağaç gibi gölgesi omuzlanma düşüyordu. Bu gölgede uzun zaman düşündüm. Bu adamda benim için erişilmez şeyler, taklidi imkânsız bazı taraflar vardı. Bunlar ki ona bir efsane kahramanı heybetini veriyordu. Halkla olan derin ve mükemmel irtibatının neticesi bundan başka birşey olabiiirmiydi ? Bu çapta bir adam daha bulmak imkânsız gibidir.O eski edebiyatı çok güzel anla-mış ve onu aşmasını bilmiştir.
Şimdi itirafıma geliyorum. Ben Gorki’ye ilk rastladığım zaman kararsız bir aleçn içinde idim: bu bir batıl fikirler ve iphamlar dünyasıydı. Zevklerin putperestliği ile insanların vazifeye çağrışı arasında tercih yapıp bir karar vermek lâzımdı. Ben kendi hesabıma intihabımı yapmıştım. Fakat henüz benim neslimi tehdit eden manevi terörün tesirinden de kurtulamamıştım.öyle bir Paris şema-
il altınde yaşıyorduk ki, yeryer fasist komploları bileceği güzel şeylere ümidim var, İnanıyorum, patlak veriyor, roman yazanlar eserlerinde insan- İnanıyorum. Kültürün üstadları sizden Gorki’nin lığa karşı hakaret üzerine hakaret savuruyorlardı. Sanat görüşlerinde biraz değişiklik yapmaya kimse razı olmuyor, aksi halde kıyametler kopuyor-
di, sonra ruha döndü : - Öğretmenim, haydi yürü, bırak şu romantik Melekçeğizi !...
Öğretmen ;
— Sizin yanımızda gerçekten rüzgâr gibi serbest olacak mıyım ? diye sordu.
Şeytan :
— Tabiî, dedi.— Bizim prensibimiz bülbülün insanları hürriyete kavuşturmak 1 Melekler yüzünden yeryüzü, bahtsızlarla, esirlerle doldu.
Ruh çoşarak :
— Orada istediğimi aöyliyebilecek miyim ? diye sordu. — Yani... partiler, gazeteler, po litilra üzerinde ?
Şeytan :
— Aman, sen de, diye onun ağzını kapattı.
— Haydi.
Öğretmen :
— Haydi ! dedi.
Melekceğiz arkalarından bağırdı :
— Dur, sen cennetliksin ! Gitme onunla ! Ruh :
— Defol başımdan ! diye onu hakaretle süzerek payladı, Şeytanın kanatlarına atlayıp boşluklarda rüzgâr gibi başıboş, neşeli neşeli uçmağa başladı.
Bulgarcadan çev: Oğuz PELTEK
Aragon’dan: Aslan Kaynardağ
du. Burda niyetim deliliklerimizden bahsetmek değildir. Yeni bir dünyanın arifesinde bu eşsiz adamın bendeki memnuiyet fikrinin ifnasında oynadığı rolü belirtmeh istiyorum. Gorki’yi görmeye giderken Les Beaux Quartiers’yi yazıyorduysam muhakkak ki bu bende Bas - Fonds’un husule getirdiği tesirlere affedilmelidir.
Gemimiz Baltıkta ilerliyordu onu yaşar bir halde bulabilecekmiydik. Bunu gemide herkes birbirine soruyordu. Bu ölüm bir büyük boşluk bırakacaktı. Bir otorite sönüyordu. Bu adam daha biraz evvel kendi dili ile : Skilm viy, Mastieri Koultoura ? diye sormuştu. Yani Ey kültürün üs-tadları kimin ilesiniz ?
ooo
• Onu yaşar bir halde bulamadık. Bu son günleri, haziran ortasında bir fırtına gibi evinin etrafında hissediliyordu. Bizimki ile beraber yeşil bahçenin etrafında birçok otomobiller bekliyordu. Nihayet kapı açıldı. Doktor girdi. Heyecanlı anlar oldu. Herkes kasvet ve kâbus içinde idi. Bu arada Gorki’nin gözleri hayata kapandı haberi işi-dildi. Bütün memleket uzun bir hıçkırığa garkol-muştu.
Büyük ölünün önünde Stalin’i gördüm. Ölü Gorki’nin önünde Stalin’in gözlerine baktım.ölü Gorki önünde Stalin, bu tarihin duruşu idi.
On sene oldu. Biz bu gölgeyi terketmedik. O henüz üzerimizdedir. Tarihin en korkunç bir devri olan bu on sene geçti. Üzerimize bir gölge, cevapsız kalan bir sualin gölgesi yayılıyor. Bu ölüler, bu şehitler, bıı korkunç ıztıraplar, bu hıçkırıklar, bu cinayetler, bu gayrî İnsanî müthiş keşifler nasıl, olabiliyor bir cevapşıpşualin gölgesi üzerimize yayılıyor?
Kültür üstadları sesinizi cinayetler boyunca ni. çin yükseltmediniz ? Tarih önünde küçülen büyük insanlar ey üstadlarımız suallerimizi kime soralım, sükût, heryeıde sükût. Korktunuz, ve korkuyorsunuz değil mi ? bu sessizlik onun için,
Fikir adamları sizden ümidimi kesmek istemi’ , , , , . . , ,,
yorum. Size inanmak, kelimelerin kudretine, hay- YaSmur ?uklu gözlerimiz saadetle Kırışın asaletine inanmak istiyorum^nsanm vere- o- , . , . . , .. yıltansın
Size ınes ut günlen müjdeliyorum.
Cahit Saffet IRGAT
sualine cevap bekliyorum Kaybedilecek zaman, hesap «dilecek vakit yoktur. İnsan ile hiçlik arasında bir müşterek ölçü var derlerse inanmayın.
O bu suali sordu. Cevabını i;
Bir gün bir cevap verileceğini biliyordu. Bu sual sakin Ukranya’nın iş muhitlerinden, büyük su barajlarının yanından geliyordu. Güzelliği, hayallerimize ve rüyalarımıza süsler halinde dökülen beldenin içinden yükseliyordu bu sual. O olmak ü-zere olanı biliyor Ve onun içindir ki bu'kadar acı soruyordu,
Cevabınızdan feragat edemem. Ben Fransızım. Memleketim uçurum denen şeyi tanıdı. Kafile kafile ölüler cevap bekliyor. Kültür insanları siz kiminlesiniz ? Hangi taraftansınız ?. Oradour ile veya onun hainleri ile mi ? Buchenvvald veya o-ranın hainleri ile mi ? Peri veyahut da Stulpna-egel ile misiniz ? Sularını insan vücutlarını yakarak ısıtanlardan yanamısınız ?
Ben Fransızım, ve siz de Fransız Ingiliz, Bre-zilya’lı Çek veya Amerikansınız.... Artık susmak için hakkınız yok. Sizin de halkınız benimki gibi tehlike içindedir. Hitlerlerin, öuislinglerin ekmeğine yeniden yağ sürmeyiniz. Faşizm her an yeniden dirilebilir. Bugün hepimiz birden bir sulh işçisi olarak çalışmalıyız. İnsanlığa hürmet esas ve daimi olsun. Bugünki işimizi yarına bırakmıya-lım. Haydi öyle ise bir kere daha söyleyiniz : Kiminlesiniz, kimden taraftasınız ?
ARAGON.
Bir bahar havası var
Mısralarımda,
Aşka insana dair.
Rüzgârlarım konuşuyor dağ başında Kulelerde, ağaçlarda, camlarda Biteviye insana
Yaşamağa, aşka dair.
II.
Gül be toprak, gül yüzüne Öp elini çifçinin.
Gül be güneş saz benize Gül de güller açılsın.
Kahvede kâğıt açan âvâre
Şu duvarcı, arabacı, amele
Bel bağlamış yedi karış ömüre.
Biz de bakabilelim
Bir ışıklı pencereden.
Bize de pay düşmeli
Şehirlerden, caddelerden, denizden.
insan insan paylaşalım Yaşamayı, komşuluğu, dostluğu Bağdaş kurup yan yana
Bir sahandan yiyelim Dünyamızın sofrasında.
I I I
Ben yaşamak arzulusu fedaî, İyiliğim, kardeşliğim nâmütenâhî Size mes’ut günTeri müjdeliyorum Fervad eden toprakta Ağlayanlar, tâkatsızlar, mazlumlar Soğukların, açlıkların Bankaların çiğnediği çocuklar
5id»ede„ öldü. Adamın biri
Çifte koş.tuğun öküzler enin, kadar yo-rgun değil kardeş I
Sen ki Kış ve Yaz düşünceli Sen ki kış ve yaz yalnayak!
Ne esnaf, ne tüccar,ne efendi Senin kadar değil düşünceli, Senin
kadar yorgun değil
kardaşI kış ve yaz düşünceli kış ve yaz yalnayakl
Sen ki
Sen ki
Sevmesi sana mahsustur
Yüreğin hükmedince.
Boynunun damarları kabararak
Türkü söylersin söyleyince,
En iyi sen gülersin
Ölürsün öl deyince
Sana mahsus çalışmak.
Sen ki kış ve yaz düşünceli
Sen ki kış ve yaz yalnayak I
Cahit KÜLEBİ
FİKİR.,SAKAT VE TEHKİTDERgiSİ
Gök Mustafa
Hüseyin anlatıyordu:
Bir candarma gelmiş bizim köye
Keşkek komuşlar önüne, yemiş
— Sevmem iş —
Tavuk kesmişler, yemiş
— Sevmemiş —
Bal komuşlar. parmaklamış
— Sevmemiş —
Bir Gök Mustafa varmış
— Sağ mı bilmem ? —
Gülügülüvermiş de candarmaya
«Neyliyek ağa
«Sana yumurta mı pişirek* demiş.
Enver GÖKÇE


-HALK İDARESİ HASIL GERÇEKLEŞEBİLİR T
(Başmakaleden devam) yatı ehemmiyettedir. Bugünün cemiyetlerinde milletin çok büyük bir ekseriyeti kol veya kafa ile çalışan, bu çalışmanın karşılığı olarak aldığı gündelik veya maaşla geçinen insanlardır. Bu geçim haynağının gelecek için emniyet altına alınması, çalışma sahasında ilerleme imkânlarının bulunup bulunmaması, çalışmanın bağlı olduğu şartlar her vatandaş için en başta gelen meselelerdir. Demokraside, vatandaşların İktisadî alanda da kontrol ve eğemenliğini sağlamak kaçınılmaz bir zaruret olarak beliriyor. Zaten aslında siyasî demokrasi, İktisadî demokrasi d>ye bir ayrılık olamaz, bu iki saha birbirine ayrılmaz süt ette bağlıdır. _____
Bıı söylediklerimizden şu neticeye varıyoruz ki, gerçek manâda bir demokrasiden bahsedebilmek için, büyüklü küçüklü bütün kollektif işlerde cemiyet hayatının her sahasında, ve yalnız seçim zamanları değil, daima milletin idaresinin kendini gösterebileceği, vatandaş murakabe ve kontrolünün belirebileceği yollan bulmak lâzımdır. Bu yol, vatandaşların serbestçe, geniş mikyasta, çeşitli şekillerde teşkilâtlanmasıdır; ve kolektif işlerin mümkün mertebe vatandaş teşekkülleri tarafından görülmesidir. Demokratik rejim geliştiği nisbette işler bürokrasiden, memurlar kadrosundan, serbest vatandaş te-şekkülerine devrolunmalıdır.
Vatandaşların teşkilâtlanması denince yalnız siyasî partiler, meslekî teşekküller, kooperatifler, çeşitli maksatlar için cemiyetler düşünülmemelidir. Bunlardan başka, köy, mahalle şehir, fabrika, okul, her çeşit müessesede - hasılı, nerede vatandaşlar müşterek iş ve menfaat bakımından bir topluluk teşkil ediyorlarsa orada - vatandaşlar serbestçe teşkilâtlanmak ve o toplulukla ilğili işlerin mesuliyetini üzerlerine almalıdır. Demokrasinin bir şartı, kanunların, serbest seçilmiş millet ve killeri topluluğu tarafından geçirilmesi ise, diğer bir şartı da geçirilen kanunların tatbikine vatandaşların iştirâki ve bu tatbiki mürakaba etmesidir. Ancak o zaman yukarıda bahsettiğimiz tehlike, milletle idare teşkilâtı arasındaki ayrılma ve uzaklaşma ortadan kelkab lir, ancak o zaman halk idaresi cemiyet sisteminin ve işlerinin bütün alanlarında gerçekten kendini gösterebilir.
Behice BORAN
Sınıflar ve Partiler
Yazan: Zeki BAŞTIMAR
l’inci sayfadan:
yetinin tabiî bir karakteri, hayatın ezelî ve ebedî bir zarureti diye ileri süreceklerdir ; böyle olduğuna göre de, fakir sınıfların kendi alınyazılarına boyun « eğmekten başka yapacak işleri olmadığını anlatmıya çalışacaklardır. Sınıfların büsbütün inkârıyle onların bu şekilde kabulü ayni yola çıkar, aynı emele hizmet eder. Bu iddia birincisinden daha az gülünç değildir. Fazla olarak, ondan daha yobazcadır. Cemiyette hiç bir şeye “ezelî ve ebedî» damgası vurulamaz, hiç bir şey bu damgayı taşıyamaz. Sınıflar da bütün İçtimaî kategoriler gibi cemiyetin muayyen bir gelişme merhalesinde doğmuşlar, onun iç gelişmesile şekil değiştirmişlerdir, İçtimaî gelişmenin muayyen bir merhalesinde de nihayet yok olacaklardır. İnsanlığın İçtimaî tarihi bugün bu hakikati elle tutulacak derecede belirtmiş bulunuyor.

Sınıflar, içlimaî istihsaldeki yerleri, istihsal vasıtalarına karşı münasebetleri, emeğin İçtimaî organizasyonundaki rolleri ve İçtimaî servetteki hisseleri itiba-rile birbirinden ayrılan insan guruplarıdır. Sınıflar birbirinden sadece hukukî imtiyazlarla, İçtimaî gelir kaynaklariyle, mülkiyet farklariyle, yahut istihsal ıa-aliyetindeki farklı teknik fonksiycnlarıyle ayrılmazlar.
Sınıf farklarının esasını cemiyetin ekonomik bünyesinde, İçtimaî gurupların istihsal sisteminde işgal ettikleri mevkide aramak lâzımdır. Sınıfın istihsal sistemindeki mevkiini ise her şeyden evvel onun istihsal vasıtalarına karşı münasebeti, durumu tayin eder. Sınıfların istihsal vasıflarına karşı münasebetleri, emeğin İçtimaî organizasyondaki rolleri sınıflardan birine öbürünün emeğini kendine maletmek, onu istismar etmek imkânını verir.
İstismar eden sınıf istihsal vasıtalarının sahibidir, istismar edilen sınıf bu vasıtalardan mahrumdur. Fakat mesele sadece mülkiyet farkında değildir. İstihsal vasıtalarına karşı ayrı ayrı münasebetler, emeğin İçtimaî organi- | zasyonunda alınan ayrı ayrı roller ve istismar, mülkiyet farkından başka şeylerdir.
Sınıflı bir cemiyette hâkim sınıf kendi inhisarcı ve istismarcı durumunu muhafaza etmek, sağlamlaştırmak istediği gibi, istismar edilen v» her şeyden mahrum bulunan sınıf ta içinde yaşadığı şartları islâh etmiye, değiştirmiye çalışır. Bu yüzden iki sınıf arasında daimî bir menfaat çarpışması ve mücadelesi hüküm sürer.
Kapitalizmde burjuvazi ile işçi sınıfı, karşılıklı münasebetleriyle kapitalist is-tîhstol' frıünasebetlerlnin karakterini, Kapitalizmin ekonomik bünyesini tayin etmektedirler. Bu iki sınıf olmadan ve istihsal faaliyetlerinde birbirlerile münasebete girişmeden kapitalist istihsal tarzı düşünülemez. Burjuvazi ve işçi sınıfı kapitalizmde esas sınıfları teşkil ederler, fakat arada, köylüler, şehir esnafı, münevverler ve sair unsurlar da vardır. Bunlar kapitalizmin iktiskdî bün-yesile ilgili sınıflar değillerdir. Küçük mü kiyet sahibi olan köylülerle esnaflar iş£Î sınıfının doğduğu kaynağı teşkil ederler ; kapitalizmin inkişaf kanunları ergeç bunları mukadderatça işçi sınifıyle birleştirir.
Bttrfuvazile işçi sıntft arasındaki mücadele İktisadî, siyasî ve nazarî olmak üzere üç şekilde kendini gösterir. Sendikalar, işçi kooperatifleri v. s. işçinin İktisadî teşkilâtlarıdır. İşçi bu teşkilâtlarda bırleşerek İktisadî haklarını koru-mıya çalışır, uıtisadî ve siyasî üstünlüğü elinde futan burjuvazinin karşısında işçinin yegâne silâhı teşkilâtlılık, birlik ve şuurluluktur. Burjuvazi işçinin bu kuvvetini pek iyi bilir. Onu zayif düşürmek için her çareye baş vurur. İşçinin teşkilâtlanmasına engel olmak için aldığı bütün tedbirlere rağmen buna muvaffak olamazsa ve eemokrasi bir olup bitti, bir zaruretse, yapacağı iş işçiyi kendi içinden fethetmektir. Bu işi ya işçi sınıfının içinden satın aldığı sınıf şuurundan mahrum unsurlarla, yahut işçi sınıfının içine soktuğu profesyonel politikacılarla başarmıya çalışır.
Siyasî mücadelenin en olgun şekli parti mücadelesidir. Partiler sınıfların siyasî teşkilâtlarıdır ; onların en şuurlu unsurlarını birleştirirler, temsil ettikleri sınıfların siyasî mücadelesini idare ederler. Burjuva sınıfı ; toprak burjuvazisi, senayi burjuvazisi, ticaret burjuvazisi, gibi menfaatleri birbirine uymı-yan, hatta çoğu zaman menfaatleri çarpışan ayrı ayrı guruplardan teşekkül eder. İşçinin yarattığı fazla kıymetin paylaşılmasında kendini gösteren gurup zıddiyetleri çeşitli burjuva partilerinin doğmasına yol açar. Fakat işçi sınıfı menfaatleri birbirine zıt zümrelerden, guruplardan teşekkül etmez. Bu itibarla işçinin ayrı ayrı partiler kurması kendi sınıf menfaatlerinin gerektirdiği bir şey değildir. Tersine olarak, bu onun siyasî menfaatlerine aykırıdır. Burjuvazinin istsğine ve menfaatlerine uygundur. İşçinin davasını benimsemiş görünen, hatta bazan onun şiarlarına bürünerek ortaya çıkan birçok partiler, bilerek veya bilmiyerek, işçi hareketini parçalamaktan, işçinin değil, onun karşısındaki sınıfın davasına hizmet etmekten başka bir iş görmezler. Hakikî bir işçi partisinin başında, işçi sınıfın ideolojisini hakkıyle benimsemiş, onun inkılâpçı naza-riyesiyle silâhlanmış, menfaatleri uğrunda mücadolede pişmiş, millî ve milletlerarası işçi hareketlerinin tecrübelerini kendine maletmiş fedakâr insanlar bulunmak gerektir. Nazariyesi, tecrübesi ve isçi kitlesile bağları zayıf, hattâ işçi sınıfının ideolojisiyle hiç bir ilgisi olmıyanların partileri hangi adı taşısınlar bir işçi partisi olmaktan uzaktırlar. İşçi kendi nasırlı pençesinin kudretine inandığı kadar yaratıcı kabiliyetine de güvenebilir ve kendi içinden binlerce teşkilâtçı ve Önder çıkarabilir.

Comments (0)