Kaynak: TÜSTAV - Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı Arşivi
SAYI: 1 - 1 Ekim * 1946
Fiyatı 25 kuruş
Yunus Emre
ve
Tevfik Fikret
AbdUlbâki GÖLPINARLI
Kitap yakmak yok
Hüsamettin BOZOK
Kaymaklı Tavukgöğsü
Kemal BJLBAŞAR
t
il A
jF
|r
n
/
■ t İCA
İL*
■
ı
J
*
- "e
V ?
■
d
b
I
t
.• r
»
W
M
fi
İMH*. ■
«frc. 9
_. p
F
I *ı M
Ur
/
'o
I
vsf ıHj
wjr
Mj
i A *
I
'k.
r
!■
F
J - H
1
R
»
k
i
Sh
J™n
El
■» J
r
JLF
> 1
d ■ ( ' - i f B* -ş|s^Br "—“' """ ıB
1 ^Bbi P*JT 1 -1 ı M 4^ /
k j |FT| -
Ms a h- ~r * \ f j ,■ p '
w>-
______ —
Jr 1
I
I J
T“ '"■ ı HBP
J
□
f*
ı
i
4
z t (Zb ¥ X r-*î A "- ■ j İjt j
k—m
*A' ( m • «_ ■ J •nD J ► * jâ
r
r
1 p-
L '
t
•
l«
ız
vl 1 j J
■F
■h r
»-
1**5
JK
dMf I
V M
r
■
'•♦»t
r«
—,
Franr MAZFRELHm
!İ
Yunus Emre
Kitap yakmak yok
Hiiaamettin BOZOK
Kaymaklı Tavukgöğsü
Kemal BİLBAŞAR
Teyfik Fikret
Abdttlb&ki GÖLPINARLI
eScMİBKMDBtfy
•>4>?>4î: M-
SAYI s 1—1 Ekim . 194(
S£*‘- •.
Fiyatı 25 kuruş .
! 1(V I
‘i 7*5 ('. l ( t /f'*, ‘ y'■ «ŞHF i 1 'i • H ,,Mjg|jî (f $&■';. «öp)
• T\ t£* ’ a ''*,■■■' MIM -A ■ “ıit'^ . -■'! ‘ luP «■'-■-ri> Vr 1 1 'Z*
? '^rBsL RL>, •(§?';>’■[ J^ÎMİ V
Harb ve Edebiyat
münev-genç Barbusse’ le-iafında say-, meşa.r 'idrak
Hor ayın 1 indo ve 15 inde çıkar fikir ve sanat mecmuasıdır. Yıllık abonesi ( 600 ) kuruş, altı aylık (300 ) kuruştur. Öğretmen ve öğrenciler için bu fiyatlar 500 ve 250 kuruştur- Basılmıyan yazılar geri veril-, mez - Muhabere adresi î Po3ta Kutusu ( 1600 ) Galata - İstanbul Sahibi, ve yazı işlerini fiilen idare eden : Âdil Yağcı. Basıldığı yçr-s F - K Basımevi
Ehrenburg, Sovyetlerd«n başka yerlerde edebiyatı tahdit eden konuların bir pazar zihniyetine tabi olduğunu ve belki de Fransada halkın, daha doğrusu tâbilerin artık harbe dair esir istemediklerini belirtiyor. Ona göre Sovyetlerde .vaziyet bombaşkadır. Zira Frahsadaki harb edebiyatı gerçekte bir işgal edebiyatıdır. İşgal edebiyatı ve işgal hikâyeleri ise b.ir zillet devrine tekabül eder. Sovyetlerde ise vaziyet başkadır. Orada harb umumun gayreti ve hızı sayesinde kazanılmıştır. Bu gayrete yazıcılarda -bilfiil karışmıştır. Onlar bu devrede bir yazıcıdan önce birer mücadeleci idiler. Hakikatte Sav yet harb edebiyatı, harbe dair hakikî psikolojik romanlar henüz yazılmamıştır. Şimdiye kadar neşredilenler ronıanlaştırılmış dokümanlardır. Ehrenburg sözlerine şöyle devam ediyor : Bana göre en tehlikeli tarz, ne ne röportaj doğruluğunu, ne de roman derinliğini haiz otmıyan tarzdır. Fakat bu da, bir harb edebiyatı olmaktan ziyade harb için bir edebiyattır ve bilhassa mücadelede olan bir milletin . cesaretini arttırmak- ve desteklemek -için yapılmıştır. \
‘ Henri Mougin 1945 de, Alrhanya: daki beş yıllık esaret hayatinden dön-, düğü zaman kırk, kilo zayıflamış've karısı ile birlikte ianınmıyacak bir hale gelmişti.- Böyle . olmakla beraber o, .dev çalışmalarına atılmakta bir gün bile gecikmedi. Esaret hayatının acı günleri onun cesaretini kırmak şöyle dursun, yaratıcı kudretini arttırmıştı. Fransız Rönesans ansiklopedisinin genel sekreteri , ve Chaptal Kolejinin felsefe profesörü, olarak bir insan • kabiliyetinin üstünde gayret gösteren Möu~ gin, bir yazıcı olarak, da, asrımızın büyük meselelerine ışıklar ■. serpmiye çalışıyordu. Europe, ' Arts 'de , France ve bilhasa Pensee dergilerinin sayfalarında ilmi ve felsefî, başarılarının en-üstün seviyesine ulaşmıştır. Tabutu başında Aragon levden, rendiğimiz Mougin,. filozof, hürriyet nikbinliği her şeyin fikh sağlığı dileriz.
llya Ehrenburg Türk okuyucuları için de pek yabancı değildir. Gerçi onun belli başlı eserlerinden hiçbiri dilimize çevrilmiş değildir. Epey zamana,jöne: Fikret Âdil, onur) Avrupa Anonim Şirketi adlı romanını kısaltarak Tanda ve Hüsamettin Bozok da' No Pas-saran adlı İspanya röportajlarının büyük bir kısmını Yeni Adam da neşret-mişti. Bunlarla birlikte Ehrenburg’un dilimizdeki diğer tercümeleri toplu olarak göz önünde tutulursa, bu dünya, çapındaki sanatkâr hakkında bir fikir edinilebilir. Btmlar; Varlık 56 da K a p tanın Çocuğu (Orhan Şaik); Resimli Ay 4-1930 da Kedj Koridoru; Cumhuriyet 4-6-1930 da Bir Pantolonla bir Kürk Cekete Dair (Suat Derviş); ve Hüsamettin Bozok -tarafından çevrilip de Yeni Adam da neşredilmiş olan şu tercümeler ; ■ Günlük E k m e-ğ i m i z, M i.g'u el de U ha mu no, Faşizme Dair, Galipler v e M a ğ-lû p l ar, Bizdekil eY Konuşuyor. Arpad Yayınevi tarafından neşredileceği ilân edilen ve henüz tercümesi tamum-‘[anmamış olan H o L l y w o o d E-fsa-. nesi Türkçede ilk kitap olacaktır.
'un söylemiş • olduğu söy-içli bir şair olduğunu da öğ-geniş vüsatle bir zevkini, . inkılâpçı üstünde tutan, bir adamı idi. Fransız milletine baş
Harbin en acı günlerini, bütün sefaletleriyle /birlikte yaşiyan Avr rupa memleketleri edebiyatında, bu konuları birinci plânda işleyen bir tarz almış yürümüştür. Harb bittikten sonra, şimdi cevabı istenen bir şoru zihinlerde dalgalanmaktadır. Harp temi okuyucuya bıkkınlık vermemiş midir?- Artık edebiyat bu konulardan uzaklaşacak mıdır? Balı Avrupusı memleketlerinde böyle bir cereyan belirmiştir. Bir Fransız gazetecisi, Parisie llya Ehrenburg'a bu soruyu sormuş ve kendi memleketinin bu hususta ne düşündüğünü öğrenmek istemiştir. ' 1 .
HenriJMougin’in ; Ölümü
Fransız '•nıilleti temmuzun .77 inde büyük bir evlâdını ; kaybetti.' Fikir âlemi ile ilgisi , olanların yakından tanıdıkları Henri Mougin 34 yaşında öldü. 1942 mayısında kurşuna dizilen Georges Politzer’den sonra Fran-sanin en büyük kayıplarından' biri de budur. .
Henri Mougin, namuslu verin cemiyet içindeki durumunu yaşında idrak etmiş ve riıı, Romain Rolland’Ların .- i yer almayı kendine bir' şeref mıştı.' Genç yaşında onun bir le gibi parlayıvsrmesinde bu üstünlüğü rol oynamıştır^
l F^oiönyalı meşhur 'romancı Wanda Wassilewskanın yeni bir romanı ba“-silmiştir. Şehrimizde haftalarca gösterilen Alaitnisema filmini hatırlattığımız za~ man okuyucularımız Wassilewska’nın ne kudrette.bir sanatkâr olduğunu takdir e* deceklerdir. Wassilewska'nın Toprak adlı Bir başka romanı daha vardır ki-Po" lonyadajd ziraî reformayıTconu olarak almıştır. Romsnçıriın yeni eseri Yıldız l.r-GoJ’ ün çok garip bir macerası vardır'., Sanatkâr* bu eserini Almanların Sovyetlere harp açışından ''iki gün önce bitirmiştir. Lvov’u derhal-terk etmek mecburiyetinde1 kalan lomancı, müsvettelenni bir dostuna emanet etmiştir. Fakat aradan uzun bir zaman geçtiği halde bir haber “alamamıştır- Son günlerde eserinin bir gaz maskesi kutusuna- konarak Lvov’dak’ı binalardan birinin mahzenine gömülmüş bulunduğunu öğrenmiştir. Yapılan kazılardan sonra roman, dört yıl toprak altında beklediği yerden çıkarılmış ve matbaaya verilmiştir. ’ ..
|. Ehrenburg, Amerika ' dönüşün de, I Konştântin ■ Simımov ile birlikte bir müddet Parisje kaldı. Bu büyük Fransız dostu hakkında Paris basıyı sitayiş-kâr yazılar ycızd . Nasıl yazmasın ki, o llya Ehrenburg, Fransız hürriyet mücadelesini h'eh'kiıvvetli destanını', Barisin u k u i u nıı, kültür dünyasına hediye etmiştir.
Geri Fikir ve Hareketlere
Karşı Gençliğin Açtığı Savaş
ÜNİVERSİTELERİMİZE muhtariyet veren kanunun kabulü ve Cemiyetler kanununda yapılan kısmî değişiklikler üzerine muhtelif fakültelere mensup : Adil Giray, Moris Gabay Balıat-tin Uğurçok, Zekâi Karakaş, Keğam Işkol, İlhan Başaran, Vahdettin Barut, Cemal Güner, «her türlü gerilikle yılmadan savaşarak daima ileriye ve daima aydınlığa doğru güvenli adımlaı-la yürümek amaciyle, bağımsız bir Öğrenciler Birliği:» kurmuşlbr-dır. Vesayet altındaki “Üniversite Talebe birliği,, niu daima hiyeraışık ve daima pasif kalışı, öğrenciler tarafından ve öğren çiler için çalıştırılan böyle bir birliğin lüzumunu her an hatırlatmaktaydı. Birliğin nizamnamesinde: cırk, din, zümre farkları gözetilmeksizin lstanbuldaki üniversiteler ve diğer yüksek okullar öğrencilerinden üye kabul edileceği (madde : 4) ve Birliğin her türlü geri fikirleıle savaşacağı (madde: 2) yazılıdır ki bu esaslar da teşekküle hâkim olan iyi niyetler' belirtir. Memleketimizde zaman zaman esmekte olan irtica rüzgârını, aydın ve hür üniversite ve yüksek okul gençleriyle birlikte önlemiye çalışmak ve bunun için de “geri fikir ve hareketlere' karşı savaş,, prensibine dayanmak takdire değer bir teşebbüstür.
Diğer taraftan, pek çeşitli olan öğrencr ihtiyaç ve isteklerinin cevaplandırılması bahsinde de yeni birlik samimî niyetler ve iyi hazırlanmış bir nizamname ile karşımıza çıkmıştır. Öğrencilerin yatacak yer ve yiyecek meselesi ve bunlara muvazi olarak sıhhi yardım, fakir öğrencilere “okul dış, iş„ temini, spor vesair meseleler bir öğrenci teşekkülü için her an gözönünde tutulması gereken ana davalardır. İstanbul Üniversite ve Yüksek Okullar Öğrencileri birliğinin nizamnamesinde bu ihtiyaçlar demagojiye düşülmeden tesbit edilmiş ve eldeki imkânlar nisbetqjde birer birer ele alınacağı zikredilmiştir. Vesayet altındaki rakipsiz “Üniversite Talebe Birliği,, nin bir kısmını sıraladığımız bu ana meseleler karşısındaki tavrı, ne yazık ki
sadece lâkaydi ve beceriksizlik olmuştu. Yüksek öğretim . gençliğinin elbirliğiyle çalışarak kendi ihtiyaçlarını tatmin edici çareler yaratacaklarına şüphe etmemek lâzımdır.
♦♦
Yüksek Öğretim Gençliğinin Fikret'e gösterdiği saygı.
TEŞEKKÜLÜNÜ yukarıda bildirdiğimiz üniversite ve yüksek okullar öğrencileri birliğinin irtica ve geri fikirlerle mücadele alanında ilk iş olarak, oütün ömrünü irticaa karşı ve insanlık için mücadeleye vakfedenlere ihtifaller tertip etmeği düşünmüştür. Bu arada birlik mensupları ağustosun 19 zunda Eyüp Halkevi Dil ve Edebiyat kolu ile beraber Tevfık Fikret’i anma günü hazırlamışlardır. 19 ağustos günü saat 18 de yüksek öğretim gençliğinin Eyüplüie-rin, iş gününün verdiği yorgunluğa rağmen Fikret için bir ihtiram sükûtuna iştirak etmeden, onun için söylenecekleri dinlemeden evlerine dönemiyen Feshane fabrikasının işçilerinin, Halkevi Başka-nının, gazetecilerin ve şairi seven kimselerin hazır bulundukları bu toplantı çok samimî bir şekilde olmuştur. Birlik üyesi ve Tıp Fakültesi -öğrencilerinden Sevim Tan, şairin amansız mücadelelerle geçen iç ve dış hayatını, istibdat devrinin terörüne nasıl bir iman kuvvetiyle karşı koyduğunu belirtti. “Hür millet ve bakımsız memleket taraftarıyım» diyen bu vakur insanın, bu büyük hümanistin ve inkılâpçı şairin çelik iradesini ve yılmaz azmini içten gelen bir sevgiyle anlattı. Daha sonra, Eyüp Halkevi Dil ve Edebiyat kolu Başkanı Muzaffer Sınar, Tevfik Fikret’in edebî şahsiyetini ve yaşadı, ğı devrinin ana çizgilerini ustalıkla çizdi. Birlik üyelerinden' Tevhi" de Bozoklu ve Ekrem Atabay da şairin şiirlerinden parçalar okudular ve böylece otuz birinci yıldönümü ihtifaline son verildi.
Aynı gün* Rumeli Hisanndak1 Edebiyatı Cedide müzesinde de bir başka toplantı yapıldı ve Fikret’in son günlerini yaşadığı bu yuvaya genç heykeltraş Hüseyin Anka’nın yaptığı bronz büst törenle köndu.
• SIĞINAK — Samim Ko-cagöz, ilk çıkarmış olduğu Telli Kavak adlı hikâye kitabiyle köyü ve köylüyü aksettiren bir halk edebiyatı yolunda ümit verici bir istidat olarak takdir toplamıştı. Sığınak adlı ikinci kitabında ise tuttuğu yolda başarıyle çalışmasını bildiğini is-bat etmiş oluyor. İlerde daha . tafsilâtla üzerinde duracağımız bu güzel kitabı şimdiden okuyucularımıza tavsiye ederiz.
© VATANSIZ ÇOCUK — Burhan "rpad’ın İııgrit Keun adlı bir Alman muharririnden çevirdiği bu roman, ilk bakışta hiç de cazip görünmüyor. Okuyucunun ilk aklına gelen soru şu oluyor: acaba mütercim niçin bunu tercih edip de çevirmek zahmetine girişmiş?... Fakat daha ilk sayfalarda insan kendini romanın ceryanına kaptırıyor ve kurtaramıyor. Mübalâğasız denebilir ki, bu küçük kitap, Re-marque’in İnsanları Sevecek s i n ’ de verdiği beşerî hailenin aynını bu sefer bir çocuk görüşüyle vermektedir.
• STRASTİ MORDASTİ—Gor ki’nin bu harikulâde güzel hikâyesi gerek haddizatında güzel bir eser olmak itibariyle, gerekse tek başına Gorki’nin atmosferini verebilmek itibariyle dikkatimizi çekti. En basit mevzularda bile insan oğlunun ıstıraplı dramını verebilmek kudretini taşıyan Gorki, bu hikâyesinde başlı başına bir başarı göstermiştir. Kitabın başındaki önsöz de, dilimizde Gorki’yi anlatan belli başlı etüdden bir tanesidir.
AGANTA BURİNA BU-RİNATA — Halikarııas Balıkçısı kendine has bir hava getirerek basın hayatına katılmış ve değişik çevrelerden, çıkmış geniş bir okuyucu kitlesi tarafından okunmuştur. Onun Ağan-ta Burinası, okuyan iki göz, duyan bir insan yüreği ve düşünen bir insan kafası için hemen beğenilecek kudrette bir eserdir*
Bastırdıkları kitapların mecmuamızda bahsedilmesini istiyen tâbi ve muharrirlerin muhabere adresimize eserlerinden ikişer adet göndermelerini rica ederiz.
YAZAN:
Şalyapin
DOSTUM GORKİ
Yalnız kendisinin değil, kendi kendine terk edilmiş milyonlarca meçhul insanın ümitsizliği, hayatın mânasından ve hakikattan şüphe; işte Gorki’ye tabancasını doldurtan bunlar olmuştu.
M
ormandie rgemisiyle New-Yorktan ■ Hav-re’a gidiyordum. Kamarama sabah kahvesiyle birlikte va-
purda çıkan gazeteyi de getirdiler. Birinci sayfada büyük harflerle (Gorki öldü» diye yazıyordu. Bu, bana müthiş bir kamçı darbesi gibi tesir etti. Burada onu bütün kuvvetiyle anlatabileceğimden emin değilim. Kahvemi .içmek için ayağa kalkmıştım, bu iki kelimeyi okur okumaz tekrar yatağa yıkıldım. Gözlerimi kapadım ve karşıma siyah ceketli, saçları arkaya taranmış, iyi kalpli ve ntşeli yüzlü bir genç adamın hayali dikildi. Bu adam Nıjni-Novgorod panayırı tiyatrosunun merkezinde camın kenarında oturuyordu, ellerini dizlerinin üstünde çaprazla-mıştı. Bu genç fakat kamburlaşmış adam bana diyordu ki:
— Şalyapin, sizinle tanıştığımdan dolayı bahtiyarım, çünkü dün de tiyatroda söylediğim gibi siz “Isaky kardeşimizsiniz,,.
Cidden bir gün önce “Çar için hayat,, ( 1 ) ın temsilinde aynı adam benim locama gelmiş, isminin Gorki olduğunu söylemiş ve bütün hayatınca muhafaza ettiği Nijni-Novgörod şivesiyle bana demişti ki:
— Hakikaten Rus köylüsünü iyi temsil ediyorsunuz. Bu Rus-Al-man piyesinin pek hayranı olmadığım’ halde, Soussanine (2) rolün-
ha-bu ta-
de çocuklarınızı hatırlayıp ağladığınız zaman sizi dinlemekten hoşlanıyorum.
— Evet, demiştim, belki de hakikate tamamile uymayan rolleri mümkün olduğu kadar bii yapmıya çalışıyorum.
Bu, benim Gorki ile ilk karşılaşmam oldu ve yine o akşam uzun, hararetli ve samimi bir dostluk aramızda yerleşti, bir-çok kimseler Gorki ile çocukluğumu ve ilk gençliğimi beraber geçirdiğimi, onunla Volga üstünde beraber çalıştığımı zanneder ve böyle de yazarlar. Hattâ bir muganni takımına girmek için beraber imtihana girdiğimizi ve benim sesim olmadığı için reddolunarak yalnız Gorki’nin kabul olunduğunu söylerler. Bütün bunlar doğru değildir.
Gorki, kim olduğumu sorduğu vakit ona hayatımı anlatmıya koyuldum. Şaşılacak şey, o zaman gençliğimizde birbirimize tanımadan tesadüf ettiğimizi anladık. Hayatlarımız birbirine o kadar çok benziyordu ki, hattâ bazı hallerde yan yana geçmişti. Meselâ, Kazanda daha küçük bir çocukken, ben Maloksa - Prolamaiva sokağının köşesinde kunduracı And-rev’in yanında çıraktım. Gorki de Maloksa ile aynı sırada olan Bol-şaira-Prolamnaiva sokağının köşesindeki fırında işçiydi. ■ Patronun ismini hatırlamıyorum fakat fırının Dolgusin çay mağazasının altında olduğunu hatırlıyorum. Zanneder-,
sem Gorki’nin . (Y i r m i altı er kek ve bir kız» hikâyesi burada doğdu. Daha sonra on yedi yaşıma yeni girerken bir Astrakan römorkörüyle Nijni-Novgoı od panayırına gidiyordum, param olmadığı için uğradığımız iskelelerde salapuryaların yükleme ve boşaltma işlerinde çalışıyordum. Aleksi Maksimoviç (3) Şamara limanında un çuvalından yapılmış bir pantalonla çalışıyordu. Bununla beraber bir gazetede muhabir ve tefrika muharriri olarak yazı da yazıyordu. Konuşurken Tifüste yân yana oturduğumuzu da öğrendik.
Ben uzak Kafkas şimendifer idaresinin muhasebe servisinde iken Aleksi Maksimoviç ayni trenlerin atelyesinde çilingir veya yağlayı-cılık yapıyordu. Muganni namzetliği imtihanımıza gelince,, hakikatte ikimizde Serebiakov operası rejisörünün Kazan hemşerilerinden ■genç seslerle kendi takımını kuvvetlendirmelerini istemesi üzerine gittik.
Gorki’ye iş verdiler, beni almadılar, çünkü o bendeh dört yaş büyüktü, sesi gelişmişti, benimki ise henüz olgunlaşmamış^.
Nihayet gene Tifüste Gorki ile komşuluk ettiğim bir tesadüfü hatırlıyorum. Golovinski caddesinde-tiyatroda şarkı söylüyordum, bu benim artistliğimin ilk günleriydi. Gorki de hemen yakınımda şato Mzkhet (4) hajıishanesindeydi.
— Bu nasıl adamdı ?
Siyah ceketle herhangi bir kimse az veya çok gösterişlidir. Daha iyi anlamak için o kimseyi banyoda görmek lâzımdır. Gorki ile sık sık banyolara giderdik. Bir gün sırtında birşey olduğu dikkatimi çekti. Bu, kambur değildi, fakat kürek kemikleri dışarıya çıkık ve göğsü çöküktü, bacaklarında şişmiş damarlar görünüyordu. Bunlardan başka bazı yara izleri ve. katılıklar da vardı. Ona:
I
— Kardeşim niçin kambur duruyorsun. niçin , damarların şiş ? Dedim. O vakit bana bütün ha-y.atımca. unutamıyacağım bir şey anlattı ••
— Fedor kardeş,- şimdi artık iyiyim, fakat görüyor musun? Göğsünde kalbinin yanında bir iz gösteriyordu, işte buraya, herhalde aptallığımdan bir tabanca kurşunu yerleştirdim çünkü ümitsizliğe düş müştüm
— Niçin? nasıl?
— Yaşamak için hiç bir sebep bulamıyordum, hayat bana o kadar ağır geliyordu ve etrafımda o kadar çok yalan vardı ki.
Beni Fedorovski sokağından Kazan hastahanesine getirdiler-dostlarım oraya geldi, içlerinden biri azarlar gibi bana baktı, başını salladı:
— “Seni odun kafalı, bir de muharrir olmak istiyordun, ayıp! „ dedi.
İnanır mısın Fedor? Yaşamak için öyle bir arzu duydum ki. bu gün bile aynısını hissetmiyorum. Burama yerleştirdiğim kurşundan başka kaburgalarım da kırıldı herhalde kürek kemiklerim, damarlarım ve başka yerlerim de butjdan öyle oldu.
— Öyle ise sen bazan kendine bir kurşun sıkıyorsun, bazan da kaburgalarını kırıyorsun, diye şaka ettim.
—. Kaburgalarımı ben kırmadım, onları başkaları kırdı, dedi. Bu tesadüfen bulunduğum bir köyde oldu. Orada şu sahneyi gördüm :
. i
Başı açık, çıplak bir kadını at yerine yük arabaşına koşmuşlar, içinde oturan mujikler, kocasına sadakatsizlik etti diye onu kamçı ile dövüyorlardı. Oracıkta bir papaz oturuyordu, insanı tahrik edici bir sükûtu vardı. Bütün bunları ne gözle gördüğümü anlarsın, hemen yaklaştım ve bağırdım “köpoğlu köpek, iyicene bunadın mı ? Ne yapıyorsun ?„ Papaz, mukabele etti: “Ya sen kimsin, burada ne arıyorsun ?„. Q anda papazın üzerine yürüdüm ve şiddetli, adamakıllı bir yumruk attım...
İşte biraz sonra bir hendekte kendime geldim. Zannedersem, bu da talihim varmış ki yağmur yağmaya başlamış ondan oldu, heri değe dolan soğuk su beni canlan-dııdı. Güç halle sürünerek köydeki hastahaneye kadar geldim.
Büliin bu izler, meydana koydukları ile bu adamın nihaî derinliklerinde saklı idi. Kırbaçla dövülen kadın, Voiganın üstündeki o
♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦
: : : : t : : : t î î î î ♦ ♦ t
î
: : : :
Bulutları yırta yırta, dağları devire devire, bir şarkı gelmektedir:
Zafer, diyor, hürriyet, diyor, ekmek, diyor.
Diyor: ey, etli kalın dudaklarında kin taşıyan! Diyor: ey, yerin altında kazma, kürek, yerin üstünde sapana öküz olan!
Diyor: ey, çalışkan 1 Diyor: ey, uykusuz! ı
Diyor: ey, sabırlı 1
Diyor: bu şarkı senin şarkın.
Diyor: bu şarkı alnının teriyle yazıldı.
Diyor: zafer!
Diyor: hürriyet!
Diyor: ekmek! . H HH
Diyor: tekmil duvarlar bu şarkıyla yıkılıp tekmil demirler bu şarkıyla sökülecek.
I
Ve sen, diyor,
çelikten ayaklarının üstünde
bu şarkıyla doğrulacaksın.
Ali KARASU
iyi
r
zahmetli âvâre hayat, yalnız kendi işi değil milyonlarca insanın işi, ümitsizlik: Yalnız kendisinin değil kendi kendine terkedilmiş mil" ■/onlarca meçhul insanın ümitsizliği, hayatın mânasından ve hakikatten şüphe; ' işte bunlar ona tabancasını doldurtmuştu.
Aleksi Maksimoviç için bana ne derlerse desinler, katî surette ve içime en küçük bir şüphe gelmeden biliyorum ki, bütün düşünceleri, hareketleri, meziyetleri ve kusurlarının bir tek kökü vardı: Büyük Rus nehri Volga ve onun iniltileri. Goıki şiddet ve emniyetle ilerlediği vakit, halk için daha bir istikbale doğru gidiyordu.
Gorki’nin ihtirasından, Capri ve Sorrente’deki- köşklerinde geçirdiği muhteşem hayattan, zenginliğinden bahsettikleri vakit insanlar hesabına utanıyorum. Çok iyi bildiğim için söyliyebilirim :
Gorki, nekadar kazansalar, beş parasız olan adamlardandı. Kendisi için para harcamazdı, parayı sevmezdi ve onunla alâkadar da olmazdı.
Hayır, Aleksi Maksimoviç’i sü-rükliyen para hırsı değildi. Halk için çektiği ezelî ıstıraptan bahsettim, onun yakıcı bir ihtirası daha, vardı: Rusyaya olan aşkı.
İşte bunu da aramızda geçen şu hadiselerden anladım :
Rus fırtınası her birimizi bir tarafa dağıtmış aradan bir çok
seneler geçmişti. Ben Pariste yaşıyordum, Gorki Moskovaya gitmek için Sorrenteden Romaya gel" mişti. Şunu da söyliyeyim ki ben Rusyadan ayrılırken Gorki de bunu tasdik etmiş, bizzat kendisi »kardeşim yerin burası değil» demişti. Fakat sonradan 1928 de Ro-mada tekrar karşılaştığımız vakit, dostuma göre Rusyada çok şeyler değişmiş ve orada benim için çalışmak imkânı açılmıştı. Bana sert bir sesle «Şimdi, Fedor, Rusyaya dönmelisin» diyordu.
O vakit Gorkinin nasihatlerine neden uymadığımı anlatmamın şimdi şırası değil, yalnız bu vakite kadar hangimizin haklı olduğunu bilmediğimi namuskârane söyliye-ceğim. Fakat katiyetle inandım ki Gorkinin sesinde benim için olduğu kadar Rusya için sevgi vardı.
Ondaki derin şuur konuşuyordu, “hepimiz, vicdanımızın, milletimizin malıyız,,. Bazan kendimi teselli 'etmek için söylediğim gibi onunla yalnız mânen beraber olmamız yetmez, bedenen, bütün yara izleri, katılaşmalar ve kambur-
larımızla da ona bağlıyız. rji
(1 ) Glinka*nın meşhur operası. r ’
(2) “Çar için hayat» da beş kah-
raman.
(3) Aleksi Maksimoviç Peşkov
(Gorkinin hakikî ismi). h
(4) Tifliste Mzkhet şatosu. (Siya-
sî hapisane). Gorki oraya sosyal de-
mokratlarla olan münasebetleri yüzün- İji-
den atılmıştı. A ! -i
5 / ■ i 1
Nuri^/gcm] ?
İnsanı ve insanlığı her şeyin üstünde tutan Y u n u s!
Yunusun asıl meziyeti, şairliğinden ve ondaki sâf şiirden çok daha üstiin olan insanlığı ve insan şair oluşudur. Yunus'un devrini yaratan İktisadî âmiller, o devirde onu da yaratmış ve o devrinden ayrılmadığı içindir ki devirleri aşmış, bu güne kadar gelmiştir.
YAZAN : Abdülbâki GÖLPINARLI
.x—OZKIRLAR susuz. Kâna doymamış toz-
► kırlar. Ağaçsız toprağın bağrı şahrem şah-
> ' rem‘ Kuruyan kanların üstüne damlayan
' taze kanlarla toprak, çiğ güneş altında yer yer buhurdan gibi tütmede. Kaynaklar kurumuş, ırmaklar suya hasret. Nehir, yatağının en derin yerinde, akmaktan bıkmış, kara san bir renkte irin gibi sızmada. Güneş kavuruyor, yakıyor, öldürüyor. Yerden bitme kerpiç köyler, yerlere gömülmüş. Kayalar çatlamada, kuru dere kenarındaki söğütler, sıtmalılara muska için yaprak bile veremiyorlar. Kökleri, tabiatın kahır pençesiyle sıkılmış ekinler, tohumluk bile vermeden âciz. Köy çeşmesi iplik gibi akıyor, sıra bekliyenler konuşmadan bekliyorlar, düşünmeden susuyorlar. Yıkılan Selçuk imparatorluğundan kalan toprak ve ekin iltizamcılığı derebeyi toprak ağalariyle elleri kamçılı, sırtlan yamçılı has köleler ve bunlara yardımcı hükümet kulları, topraksız köylü, öküzsüz tarla sahibi, donsuz ve tarladan tarlaya, ilden ile göçen ırgat sınıflarını meydana getirmiş. Sınıflar arası ortakçılar, tarla zaptetme sevdasında. Hazne bile ortakçılığı kârlı bulup bu işe girişmiş. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi yeniden yeniye salyana, kopcur, ya m, vergileri, halkın sırtına binmiş. Halk, can vermeden vergiden kurtulamıyor. ".....
Mogollar, bir alev akını, bir kan seli gibi gelip geçmişler. Merkezlerde bu akından ocaklar, bu selden gölcükler kalmış. Vakit vakit yeni yangınlar belirmede, zaman zaman yeni dalgalar görünmede, yakıp yandırmada, silip süpüımrde. Cengiz yasası ve Çağatay türesi yürürlüktedir. En tabiî haklar, ölüme sebep olabilir. Gök kubbe altında yıkanan asılır, kalçınını güneşte kurutan öldürülür. Aşiretler dağılmıştır, köyler can çekişmede. Malası eğri kılıç, harcı yürek kanı, insan çatısı üstüne kurulmuş kurulu düzen bozulmuş, çatı çökmüştür. Şehirlerde tezgâhlar durmuştur, küçük esnaf toprağı tutsa' altın olmaz. Yazılarda yiğit sinmiştir, taşı sıksa suyu çıkmaz. Derebeyleri, müstevlilere en aşağılık kullukla Aldamga alıyorlar; Moğol beyleri, en fazla zulümle Tarhan oluyorlar. İniltilerle dönen, ömürleri öğüten, zamanı dişleyip kemiren köy değirmeni, ununu ellere vermede. Adil tanrı, müstevlilerin müttefikidir. Danişmentler, bey sofralarının konuğu.
Bu yıkım âleminin üstünde mistik bir hava esmede. Kaderin sorumsuzluğuna, dünyanın faniliğine, ömrün geçip gittiğine, huzur ve refahın yokluğuna inananlar, ahrette saadet ummada, ölümden şifa beklemede. Yer yer gezen, yurt yurt konan, tanrı; lığına inanan, yahut hiç bir şeye inanmıyan derviş
6
ler, sefaletin mistisizmini yoğurmadalar. Kan seliyle sürüklenip gelenler, halkın teselli ihtiyacına takılıp kalıyorlar. Yerli dervişler yetişmede, vakıf tekkeler kurulmada, müsadereden mal kaçırılmada, göçebe natüralizmi, İslâm tasavvufiyle kaynaşmada.
Bu yokluk dünyasında bile ölmeyen insan ruhu, olanları seziyor, olaylara üzülüyor. Şehirlerde Farsça söyleyenler, köylerde Türkçe düşünenler belirmede. Gurbet, hasret, dağ, bel, sevgi, cefa, Taş, kesik, deniz, ırmak, bulut, güneş. Değirmen, ark, ekin, bulgur, zenginlik, yoksulluk. Tanrı, ahret, bey, zulüm, yağı tatar. Bütün bu yerli malzeme, o devrin malzemesi, yerli ve katıksız olarak halktan alınmada, yoğrulup halka verilmede. Şehirlerde Farsça son kemal devrini yaşamada, Türkçe dile gelmede, halk söylemek üzere ve halkın dili, sonradan Divan ede-bıyatiyie boğulan, ancak köylerde duyulan, dağlardan akseden, ırmaklardan dinlenen, köy çeşmesinin şırıltısında sezilen ve aşiretlerin göçüşüyle oğuldı-yan öz dil, Yunus’un dili, Yunııs söylüyor. XIII üncü yüzyıl söylüyor. XIII üncü yüzyıl, Yunus’u yetiştiren devir, böyle bir devir ve Yunus bu devrin devirlere hükmedecek şairi.
*
* * 4
Yunus, hiç bir vakit ruhuna gömülmüş değildir. Bu asırda bile bizde söylenmesi moda olan (iç âlem>i o asırda bile dış âlemle, iç âlemi yoğuran, iç âleme şekil veren, iç âlemi yaratan gerçek âlemle anlatmış bir şairdir.
Hiç bilmezem kezek kimin ? Aramızda gezer ölüm
Halkı bostan edinmiştir, dilediğin üzer ölüm der,
Teferrüç'eyleyivardım, sabahın sinleri gördüm, Karışmış kara toprağa, şu nazik tenleri gördüm diye inlerken “yer altında soğulan gözleri, dökülen inçi dişleri, çürüyen nazik tenleri, kurda, kuşa yem olan kalem parmakları, teleme yüzleri,, düşünür; cennet, cehennem çok geri bir plânda kalır onda. O, görülen korkunç hakikati söyler. Yakın yarından korkar ve şu mısralarda onun insan kalbi titreri
Miskin âdem oğlanını benzetmişler ekinciye, Kimi biter, kimi yiter, yere tohum saçmış gibi Bu dünyada bir nesneye yanar içim, göynür özüm : ı Yiğit iken ölenlere, gök ekini biçmiş gibi.
Zaman zaman ölümün, mezar içinde herkese tatbik ettiği mutlak müsavatı düşünür, mallı, mülklü kişilerden âdeta ölümle öcalır :
Şunlar ki çoktur mallan, gör niçe oldu halleri,
Sonucu bir gömlek giymiş, onun da yoktur
* v ı yenleri.
Kanı mülke benim deyen, köşk-ü saray beğen-miyen ? '
Şimdi bir evde yatarlar, taşlar olmuş üstünleri. Bunlar eve girmiyeler, zühd-ü taat kılmıyalar* Bu beyliği bulmıyalar, zira geçti devranları. Bunlar bir vakt beyler idi, kapıcılar korlar idi, Gel şimdi gör, bilmeyesin, bey katıgıdurur, kulları ?
Ne kapı vardır giresi, ne yemek vardır yiyesi,
Ne ışık vardır göresi, dün olmuştur gündüzleri.
Ölümden en.fazla bahseden Yunus, hiç şüphe yok ki hayata en maddi ve. kuvvetli bağlarla bağlıdır. Üzüntülerini sözle ören, gezginciliğin' besteliyen, hastalığını bile şiirle tesbit eden, ihtiyarlığını bile nefesiyle duyuran Yunus, ölümden kurtuluşu, tasavvufun telkin ettiği mevhum ebedilikte buimıya uğraşır. Bu imanı, tasavvufun neşeli meclislerinde kuvvetlendirmiye çalışır.
Ölmez aşk bilişleri, esrik meclis hoşları,
Daim bunların işi çeng-ü şeşta rebaptır der.
Aşkın verdiği feragat ve istiğna, bu istiğnanın mânevi ululuğu, onun en büyük zenginliğidir. Abdür-rezzak (Şeyh-i San’an), aşk yüzünden dört yüz müritle elli hac terketmiş, dininden dönmüş, haç öpmüş, çan çalmıştır. Aşk, yalnız insanı maddi kayıtlardan kurtarmakla kalmaz, mânevi kayıtlarından da .kurtarır. Yunus bunu nefsinde sınamıştır. Aşkı bir güneşe benzeten, aşkı olmıyan gönüle taş deyen şair> sevgiliye
Bülbül olubanı ötem, gönül alam, canlar ütem, Başımı elimde tutam, yoluna verem, yürüyem deyecek derecede bir feragat haline varmış,
Aşkın serhengi beni komaz hiçbir nesneye, Ne islâmda, ne dinde, anılmaz küfr-ü iman deyecek kadar kayıtlardan kurtulmuştur. Acaba bu aşk, tamamiyle mistik bir aşk mıdır ?
Kerem et, bir beri bak, nikap yüzünden bırak, Ayın on dördü müsün ? Balkurur yüzde yanak. Şol ağzından keleci, yüz bin şükrane ile, Destur gelsin taşraya, söylesin dil-ü dudak. Otuz iki mirvarı mercana dizmiş gibi, Kıymeti dürden olmuş, yaraşır inciden ak.
.Sıfatın arılığı bulgur-u nohut gibi,
İki kaşın ay, alnın gencaya verir sebak. Gören pervaneleyin nice oda düşmesin ? Gözlerinin bakışı can alır iki çırak.
Boyunu serv boyundan hiç fark eyleyemedim, Gümana veren beni küpeli iki kulak
diye sevgilisini öven,
Taştın yine deli gönül, sular gibi çağlarmısın? Aktın yine kanlı yaşım, yollarımı bağlarmısın ? Nidem, elim ermez yare, bulunmaz derdime
çare,
Aydın fikirli, hür ruhlu, insan düşünceli Prof. Saffet'in ölümünden duyduğumuz acı, sonsuzdur. Türk kültür âleminin başı sağolsun. Gelecek sayımızda Saffetin, şimdiye kadar yayınlanmamış bir yazısını okuyacaksınız.
Oldum ilimden avare, beni bunda eğlermisin ? Yavıkıldım ben yoldaşı, onulmaz bağrımın başı, Gözlerimin kanlı yaşı, ırmak olup çağlarmısın? Ben toprak oldum yoluna, sen -aşırı gözetirsin, Şu karşıma göğüs geren taş bağırlı dağlarmısm ? Harami gibi yoluma aykırı inen karlı dağ, Ben yarimden ayrı düştüm, beni bunda eğlermisin ?
Karlı dağların başında salkım salkım olan bulut, Saçın çözüp benim için yaşın yaşıtı ağlarmısın ? Esridi Yunus’un canı, yoldayım, illerim kanı? Yunus düşte gördü seni, sayrımısm, sağlar-mısm ? k •
Gibi güzelim bir şiirle hasretini anlatan, karlı dağ-latdan, aşılmaz bellerden sızlanan Yunus’u et ve sinir âşıkı saymaktan başka çaremiz yok. Mecazi aşkı, insanı gerçek aşka ulaştırdığı için hoş görüyor . denebilir. Fakat gerçek aşka ulaşınca ne olacak ?
Maddeyi mâna görecek; sevgiliyi Hak tanıyacak, “her şey o„ diyecek değil mi ? Biliş, görüş ve duyuş değişmesinden başka bir şey mi bu ? Zaten Yunus’un tasavvufu zühd üzerine kurulmuş korkak bir tasavvuf değil ki. Bütün varlığı Hak bilen, iman, küfür, din. mezhep tanımıyan, her dini ve herkesi bir gören, ibadetleri bir kayıt sayan, âşıkın bunlardan münezzeh olduğunu söyliyen bir bâtın eridir o.
Yetmiş iki millete birlik ile bakmıyan, Şer’in evliyasıysa hakikatta âsidir.
Bundan içeri haber işit, eydeyin ey yar, Hakikatin kâfiri şer’in evliyasıdır
deyecek kadar ileri giden,
Bir çeşmeden sızan su acı, tatlı olmıya, Edeptir bana yermek, bir lüleden sızarım. Yetmiş iki millete, suçum budur, hak dedim, Korku hıyanetedir, ya ben niçin kızarım ?
Beyitleriyle kanaatini açıkça bildiren, oruç ve namaz yerine sücü içip esridiğini, tespih ve seccade yerine şeşte ve kopuz dinlediğini söyliyen Yunus, yalnız gönle ehemmiyet verir :•
Gönüllerde iğ olmagıl, mahfillerde çiğ olmağıl, Çiğ nesnenin ne tadı var? Gel, ışk oduna, piş . - yürü.
- * .♦ ♦
Yunus Emre der hoca, gerekse var yüz hacca, Hepisindeıı iyice bir gönüle girmektir.
»
* ♦
Gönül Çalabın tahtı, Çalap gönüle bahtı, İki cihan bedbahtı kim gönül yıkar ise
Şeşte ve kopuzun uğruluk olmadığını, müziğe haram diyenin yanıldığını belirten ve şeştenin ağ zindan
Bana kiriş dediler, aşka giriş dediler,
Benim adım aşk verdi ben durmazam kolmaşta diyen, zamanının kültürünü benimsemiş, Sa’dî'nin bir gazelini nazmen Türkçeye çevirecek kadar Farsçayi ve tabiî bundan üstün olarak Arapçayı elde etmiş bulunan ve bilgiyi bir vasıta değil, bir gaye tanıyan' yobazlara sık sık çatan, insanı ve insanlığı her şeyin üstünde gören Yunus, âdeta İncillin bir sözünü
Sen sana ne sanırsan ayrığa da onu san, Dört kitabın ma’nisi budur eğer var ise
Devamı Sa. 11 Sü. 1 dc
Emperyalist Almanya hesabına ocaklar söndürenlere, köyler yıkanlara , vesika ekmeğiyle vereme yardım edenlere, çocuklarını boğan oruspu analar yaratanlara tertemiz vicdanının nefret yıldırımlarını yağdıran kahraman.
Abdiilbâki GÖLPINARLI
MUTLAKIYET devrinde en gür sesiyle saltanata ve saltanat mümessillerine dalkavukluk ederek yükselen, yükselmeyi ancak bu yolda bulan, her alçaklığı yutuveren zümreye lanetler okuyan vatansever Fikret. Hürriyet sevgisiyle hürriyet hasretini, devrinde en içli ve en özlü bir surette duyan ve duyuran, yasak şiirleri elden ele gezen şair. 1908 devriminin ilk günlerinde en neşeli ümitlerle kendisini çalışmıya veren gayret. Yeni bir ihtiras zümresinin hürriyet adına hürriyeti boğan, «Kanun diye kanun diye kanunu» tepeliyen saldırışı karşısında gönlünün kanını içine akıtarak yaralı bir aslan gibi Âşi yan’ma çekilip ürkmeden «Adımlar» ı, «Doksan beşe doğru» yu ve «Hân-ı yağma» yı yazan sulp karekter. Devrinin en kuvvetli münekkidi olduğu için dinsizliği, in" san bir şair olup kardeş bir insanlık dünyası istediği için milli-yetsizliği bahis mevzuu yapılarak kara kuvvetle faşistlerin hakaretlerine hedef olan, fakat irkilmeden bir yandan «Tarih-i kadim» ini, «Molla Sırat’a cevab» ını yazan, bir yandan «Harb-i mukaddes» şiiriyle, emperyalist Almanya hesabına ocaklar söndürenlere, köyler yıkanlara, vesika ekmeğiyle vereme yardım edenlere, kimsesiz çocuklarla çocuklarını boğan orospu analar yaratanlara tertemiz vicdanın nefret yıldırımlarını yağdıran materyalist kahraman, irticaa karşı ileri fikrin bayraktarı ve allahsız hür insan.
Ondan önce Tanzimat şairleri, divan tekniğinden ayrılamamışlar, bazı yeni fikirleri eski teknikle söylemeyi ve ancak nesirde Av-rupayı mümkün olduğu kadar taklit etmeyi yenilik saymışlardı. Hâ-
mid, yaptığı vazifeyi en iyi bir surette kendisi söyler: O, Tanzimatçılarla Serveti fünuncular arasında bir köprüdür. Şiirimizde hayata iniş, bütün vuzuhıyle Fikret’le başlar. «Balıkçılar», «Hasta çocuk»,' «Verin zavallılara», Rama, zan sadakası», «Zavallı hasta», «Sarhoş», «Haluk’un bayramı», «İzler»,.. Bütün bunlar, Fikret’ten önce şiirimizde yer almamış yazılar, edebiyatta düşünülmemiş mevzular , hayatta görülmemiş safhalardır. Devrinin ve mensubolduğu sınıfın icabı, tamamiyle halka inememiştir. Fakat bu, bir iniş merhalesidir. Ve ondan önce yok-
Fikret’te dil de büyük bir inkişafa uğramıştır. Ondan önce edebî şiir dili, konuşma dilinden bambaşkadır. Hatta Hâmid’de Tanzimat şairlerine nisbeten çok daha bozuk ve çok daha eskidir. Fakat Fikret,
'. Size ey bilmediğim, görmediğim ka-ri’ler, Size ithaf ile neşreyliyorum bunları ben derken pürüssüz bir konuşma dilinin şiir dili olduğunu derhal anlamaktayız.
Fikret hakkında uzun boylu _ mütalaa yürütmeyi bir tarafa bırakarak biz sadece burada iki kitaptan bahsetmek istiyoruz ı İstanbul Ünüversitesi Edebiyat fakültesi Yeni Türk edebiyatı Doçenti Dr. Mehmet Kaplan’m T e v -fikFikretve şiiri adlı kitabiyle (Türkiye yayınevi, 1946) Sabiha Sertel’in Tevfik Fikret, Idoolojisivc felsefe s i(Y urt veDünya yayınları, 1946).
Mehmet Kaplan, kitabının ilk bölümünde Şinasi’den' Serveti fü-nun’a kadar Türk şiirini «İçtimai ve siyasi fikirler, ferdiyetçilik, büyük ihtiraslar ve ıztıraplar, küçük ve günlük hassasiyetler devri» di
ye kendince devrelere ayırmakta,, fakat devrin cemiyetini kuran İktisadî amilleri, siyasî hususiyetleri, hiç, hiçbir şeyi belirtmemektedir. Bu indî bölüm, hiç bir zaman umumi bir mahiyet alamaz. İkinci bölümde Serveti fünun’un nasıl teşekkül ettiğini anlatırken devlet bünyesindeki siyasî çöküntüyü tahlili de çok noksandır. Bu tahlilde amillerden ziyade vakalar yer almaktadır. Üçüncü bölümde müellif, Fikret’in mizaç ve karekterini modern psikolojinin son mutalarına göre, yeniden İlmî bir şekilde ele -almak lüzumunu söylemekle beraber ‘‘elde bulunan malzeme böyle bir teşebbüs için kâfi gelecek durumda değildir» hükmünü veriyor (S: 43). Fakat yine de bu
Aşiyan’ı
Fikret’in Aşiyan’ını bir defa daha ziyaret etmek istedik ve 6 eylül günü, o meşhur ağaçlıklı yokuşu tırmanarak bu kartal yuvası gibi muhteşem binaya çıktık. Gelmekle iyi etmişiz. Bir kere Hüseyin Anka’nın muvaffakiyetle yarattığı tunç büstü gördük ve genç neslin böyle bir sanatkâra sahib oluşundan iftihar duyduk. Sonra da, Müzenin müdürü olduğunu öğrendiğimiz nazik ve kibar bir zat, B. Zeki Afşm, bize mevcut eşyalar üzerinde bilmediğimiz izahlarda bulundu; Fikret’in hâtırasına ait güzel anekdotlar anlattı. Kendisinden, Fikret’in Eyüp’te bulunan mezarının Aşiyan’a nakledileceğini öğrendik ve bu işe çok sevindik. Bu nakil keyfiyeti, Fikret’in büyüklüğüne yakışacak bir şekilde yapılmalı ve Aşiyan’ın bahçesine, şairin çok sevdiği havuzun yanma muhteşem bir mermer mezar hazırlaamalı-dır. Bu mezar hiç bir süs ve ziynet istemez, Fikret’in kendi adını oymak bu mermeri dile getirmiye kâfidir. Bu arada bahçenin tanzimi için de gereken himmet esirgen-
'^ işe girişerek, bütün bu çeşit yazılarda yapıldığı gibi anasının, ihtida etmiş bir Rum ailesinden gelme olduğunu ve ç o n ver s i o n ’ -. un “Fikret’in ' ailesinde mühim bir yer işgal,, ettiğini, “Bilâhare oğlu Haluk da tanassur etmiştir» (S:45) kaydını da ekliyerek sunar ve Fikret’in geçirdiği fikir istihalesini doğrudan doğruya irsiyete atfeder İhtidadan, hattâ Fikret’in bedenî yapısının «Pikniğe yakın atletik» (S: 46) olmasından şairin çekingen, ciddi, garip, mahcup, ürkek, ince hisli, titiz ve saire olduğuna, mehazlar göstererek hüküm verir (S; 47). İç âlem şairinin yetiştirdiği Dr. da . Fikret’in çocukluğu, mektep hayatı, şiire başlaması ve diğer bahisler hep böyle iç, âleme ait, dışta mesnedi olmıyan sözde tahlillerle sahifeler doldurur. (O1-gunluk çağı» ndan sonra «Son devre» bölümünde “Erkenden, mi zaçı icabı kendinde bir derunilik yaratan şair etrafından kopmuştur.
Ziyaret
memelidir. Aşiyan’ın bahçesi herhangi bir bahçe gibi süs-lenmemelidir; Fikret’in içinr de yaşadığı tarzda tanzim edilmeli, hattâ aynı çiçekler dikilmelidir. Bu iş için fikri sorulacak kimseler ve şairin eşi Bayan Nazime sağdır ve istenen izahatı memnuniyetle-verirler • ••
Burada bir başka nokta üzerinde de duracağız. Aşi-yan bir- müze değil, birçok medeni batı memleketlerinde . büyük şairlere yapıldığı gibi Fikret’in hâtırasına saygı için meydana getirilmiş bir hâtıra evidir. Edebiyatı Cedide için daha geniş mikyasta büyük bir müze ayrılmalı ve Aşiyan, Fikret için bırakılmalıdır. Müzenin müdürü, Fikret’in ötede beride basılmış olan eserlerini, hakkında yazılan ve şimdiye kadar sayısı binleri bulmuş olan makaleleri, münakaşa yazılarını, kitapları bir araya toplıya-rak bir arşiv meydan» getirmeye çalışırsa ve binanın alt katinı küçük bir okuma salonu haline getirirse kendisinden beklenmesi gereken faydalı işi düşünmüş ve yapmış o'acaktır.
Kendisinin doğru yolda gittiğinden hiçbir zaman şüphe etmemiştir. Onun en yakın arkadaşlarını dahi küçük hâdiselerle kırması vakıası ferdiyetine, ferdiyetçiliğine ne kadar bağlı olduğu hakkında bir fikir verebilir. Şâirin bu hususi mizacının ahlâki davranışlarındaki tesiri, gözden kaybedilmemek lâzım gelen bir noktadır. Fikret’in ahlakiliği, ferdî mizaç ve dispo-. zisyolarının fikrileşmiş bir tezahürü olarak görülebilir. Şair, ahlaki tavrını, R ü b a b ’ ın ikinci tabının başına koyduğu şu kıta ile çok güzel anlatmıştır:
Kimseden ümmîd-i feyz etmem, dilenmem perr-ü bâl, Kendi cevvim, kendi, eflâkimde ■ kendim tâirim lnhinâ tavk-ı esâretten gerandir
numa. Fikri hür, irfânı hür, vicdânı hür bir Şâirim.„ (107) satırlarını okurken bu anlayışa şaşmamak elden gelmiyor. Demek-ki Fikret, şundan bundan feyiz
umsa, ikbal göğüne çıkmak için -kol kanat dilense, kendi cevvinde, kendi eflâkinde uçmasa, eğilse ve esaret zincirinin halkasını bir inci gerdanlık, bir altın madalya say-sa fikri, irfanı ve vicdanı esir olsa ferdiyetçi olmıyacak, etrafından kopmamış olacak, doğru ' yolda gidecek, öyle mi? Ve eser sahibi, kendisinin, doğru yoldan gittiğin- ■ den şüphe ediyor mu acaba? Ede-
biyat doktorunun psikolojik mizaç *
tahlilinden çıkardığı sonuç, işte * *
böyle bir uçuruma kadar gidiyor. Eyâ veliyy-i niam dâd-ı kâ-
Yine doktor, Fikret’in, lttihad-ü rımız sensin (S: 61)
Terakki cemiyeti tarafından açılması tasavvur edilen bir mektep müdürlüğünü reddetmesi ve bunu, Salih Keramet’e bir mektupla bildirmesi yüzünden Fikret’i menfi saymakta (S: 115-116). Yalnız bu kadar ferdiyetçi ve bu kadar menfi olan Fikret’in vatansever olduğunu da nasılsa ve lütfen itiraf etmekte (S: 1.18), ve neticede Fikret'i pasif bir kahraman saymakta (S: 118) «Hakikat ve hayal trajedisini, ferdîden İçtimaîye, İçtimaîden beşerîye kadar» yükselttiğini söylemektedir (S: 200).
Hülasa Edebiyat doktoru bize , psikolojik ve orijinal bir tahlil ve tenkid nümunesi vermek istemiş, fakat «dünyada olup bitenler hep güneşteki lekelerden» diyenlerin sözlerinden daha doğru bir söz söyliyememiştir. Kitapta galet-i meşhurlardan başka rasgele rasla-dığımız şu bir kaç mısraı da kaydedelim : .
Yeııi bir fikir, taze bir hül ■ ya (S: 37) *
; * *
Diye ettim semaya isticvab (S: 38) ♦ *
Yıkık temeller maıızûr, uzakda bir mesken (S: 51) *
* »
Evet, s u b h - ı bahariden anlıdır gecesi (S: 61)
* *
N e ş î m e - i çemen üstünde vakf ı büzıı ü sürür (S: 72) ♦
* e
Gezdim akşamservler i ç r e küs k ü n (S: 75)
Tulû’-ı nuhsünü ümmîd içinde (S : 86) *
♦ *
Ufukta işte şu p i n b â-yl laci verdide (S: 195)
*
* * ,
Sevkeyliyor ufuklara pay-i g i r y a n ı n ı (S: 196) her halde bunlardaki söz yalnış-ları ve vezin düşüklükleri, zavallı mürettiplerin hataları olsa gerek!
* X
♦
Sabiha Sertel’in kitabı, Edebiyat doktorunun kitabı kadar değil, ondan hem hacım, hem sahife bakımından küçük (152 sahife), fa-> Sayfayı çeviriniz .
9
o
i
î
kat onunla kıyaslanamıyacak kadar değerlidir. Sabiha Serte), kitabına “Bu kitabı niçin yazdım ?„ başlıklı bir önsözle başlıyor. Burada Fikret hakkında yazılan başlıca kitapları ve Fikret etrafında kopan gürültüler üzerlerindeki sır perdelerini sıyırıp mahiyetlerini teşhir ederek anlattıktan ve Fikret davasının mürtecilerle ileri fikrin bir mücadelesi olduğunu belirttikten sonra Fikret’in yaşadığı devri ve Ostnanlı İmparatorluğunun çö-. küşünü, târihi tekâmül seyrinde fert ve cçmiyet münasebetlerini tahlil ederek belirtmekte ve Fikre-tin, yıkılmakta .olan bir imparatorluk devrinin mahsulü olduğunu kaydetmektedir. Bu bölümde Tanzimat reformunun, iç ve dış mücadeleler içinde bir yandan derebeylik şartlariyle yaşıyan, bir yandan Avrupa sanayii ve sermayesi ve emperyalizm karşısında zayıflayan bir imparatorluğun tekâmül hamlesi ve birinci Meşrutiyet reformunun da aynı şartlar içinde meydana gelmiş bir inkilâp olduğu, Abdülhamit devrinde ise iler fikirlere karşı derebeylik unsurla-riyle karakuvvetin menfaat bakımından birleştiği, nihayet 1908 inkılâbının burjuva demokratik inkılâbına doğru bir hamle bulunduğu etraflıca anlatılmakta ve Fikret’in yaşadığı cemiyetle münasebetleri araştırılmakta, fertlerin, en basit psikolojik bir tahlilde bile bütün üstün kabiliyetlerine rağmen yar şadığı devrin mahsulü olduğu söylenmektedir. Görülüyor ki edebi- ■_ yat doktorunun irsiyet ve şişmanlık mahsulü bir mizaç sahibi ve bu mizaçtan doğan ferdiyetçi bir şair buluşuna, âdeta yukarıda dediğimiz gibi hâdiseleri güneşte beliren lekelere yahut da Rabbim Taalânm takdir ve hikmetine bağlamasına karşılık Sabiha Sertei, tam bir ilmi görüşle işe girişmiştir. Elimize aldığımız kitap su üstüne yazılmış yazılarla dolu bir formalar mecmuası değil, bütün mâna-siyle bizi aydınlatan, müsbet gö rüşle yapılan tahlillere dayanan hayal mahsulü değil, hakikat ifadesi olan bir kitaptır. Mutlakiyet ve saltanatla mücadele devirlerinde Fikret, içinde yaşadığı cemiyet ve bu cemiyeti yoğuran amilleız'' incelenerek tahlil edilmektedir. Bun-, dan sonra millete her bakımdhn aykırı giden, halk tarafından âaç-ta milletin başına musallat olmuş-., başka bir devlet gibi görünen It-lihad-ü Terakki hükümetinin devri, bu hükümetin Birinci Dünya Harbine girişi, Fikret’e “Doksan beşe doğru,, ve “Han-ı yağma,, ile “Har-b-i mukaddes„i yazdıran, Fikret’in istihalesini tamamlıyan devir, yine müspet bir görüşle canlandırılmakta. Fikret, .bu devirde zaman ve mekân içinde devrinden aldığı il-
10
hamlar ve o devre karşı duyduğu duygular, insanlık iştiyakı belirti lerek olduğu gibi gösterilmektedir Kitabın, “Cumhuriyet devrinde Fikret» kısmında kökünü İttihatçılardan, Birinci Dünya Harbinden, yani yıkılmış imparatorluğun son günlerinden alan ve İkinci Dünya Savaşında Hitler Almanyasının istilâ devresinde canlanan faşist ce- . reyan, memleketimizdeki amil ve*^ sebepleriyle anlatılıyor ve Fikret'in birbirleriyle birleşen mürteci ve faşist unsurlar tarafından hakarete uğrayışımn sebepleri izah ediliyor.
Kitabın ikinci kısmı Fikret’in ideolojisine hasredilmiştir. Bu kısımda on sekizinci yüzyıl filozof ve şairlerinin ideolojileriyle Fikret’in ideolojisi arasındaki benzerlik incelenerek bunun, Fikreti de onlar gibi kurtuluşu ancak gelecek nesillerden bekliyen pasif bir duruma ve bedbinliğe sürüklediği kanaatine varılıyor, Fikretin sosyalist olup olmadığı incelenirken onda «Sosyalist temayüller vardır. Fakat Sosyalizm şartlarının olgunlaşmadığı bir devirde yaşıyan Fik-. ret’te bu Sosyalizm bir hayal ve gölge halinde kalmıştır* hükmü, . gerçeğin ta kendisi olarak veriliyor (Ş: 74). ‘«Fikret'in tarihi görüşü». «Fikret’in inkılâpçılığı» «Fikret’in insaniyetçiliği» bahislerinde.aynı metodla gerçek .kanaatle--re varılmıştır Mesela şu satırları beraber okuyalım T “Fikret’in bu milliyetçiliğiyle, bu insaniyetçiliğine telif edemiyehler, onun vatanperverliğindeki sübjekiivizmi anlamı-yanlardır. Fikret’in kendi cemiye tini tenkidde insafsızlığı da memleketine karşı duyduğu büyük sevginin aksülamelidir, Ötekiler gibi lâkayt kalabilseydi bu kadar hücuma uğramaz, hâlâ bugünkü nesillerin bile üzerinde konuştuk-arı bir ideolojinin sembolü ve mevzuu olarak ortaya çıkarılmaz-'dı„,.,...(S,,^ 102). «Fikret de lisanda ve edebiyatta yenilik yapmış, Türk-diline, halk'dl(ine doğru lisanı sadeleştirme cereyanının başında yürümüştü. Fakât hiç bir zaman lisanı sadeleştirme cereyanının emperyalist gayesini koymamıştır* (S: 1Ü4). Bu satırlardaki fikirler, hangi fikri salim adam tarafından inkâr edilebilir ? .
Kitabın-^on kısmı olan üçüncü bölüm “Fikret’in 'felsefesi,, ne aittir. Bu kısımda şairin genliğinde dindar olduğu, 1908 inkilâbından sonra ise insani yetçi telâkkileriyle ce-■ miyet telâkkisinin değiştiği gibi yarlık ve şuur telâkkisinin de de: ğiştiği, idealizmden materyalizme geçtiği, fakat eski materyalistler gibi varlıkla şuur münasebetlerini tahlilde bir çıkmaza düştüğü, tabi-
atta basitten mürekkebe doğru daimi bir inkişaf seyrinin mevcıı-diyetini kabul etmekle beraber btı inkişafı temin eden kuvveti arayınca «Eşyada ve hadiselerde bizatihi mevcut zıddiyetleri, daimi ha-; reket halinde olan varlığın içinde zıtların çarpışması ve birleşmesiyle meydana gelen tekâmülü,, diyalektik bir görüşle tahlil edemediği için» (114). “Ulvi ve münezzeh, kutsi ve muaallâ bir kudret i külliye,, tasavvuruna düştüğü, materyalizmin tarihi seyir ve inkişafı da hülâsa edilerek anlatılmaktadır. Bu kısmın “Fikret’in Felsefi görüşü,, bölümünde Marx’ın Diyalektik Materyalizminin ana inanışları hülasa edilmiş. Fikret’in bazı kimselerin iddiaları gibi hiçbir vakit Marxist . olmadığı belirtilirken sayın müellif “Fikret’i ateizminden dolayı Marx-ist sayanlar, materyalist görüşlerinde Marxist bir felsefe görüşü arayanlar için Marxizmiıı diyalektik felsefi görüşünü burada izaha luzum gördüm,, diyor (S: 125). Bu kısım, ölü Mehmet Ali Ayni ve. sözde diri Peyami Safa’nın Fikret’e saldırışlarının ne kadar gayrı İlmî, ne kadar çürük ve temelsiz olduğu yine müsbet bir görüşle anlatılarak ve bü saldırışların sebeple, rı incelenerek bitmektedir. Bu kısmın son satırları1 olan “Cumhuri yet hükümetinin, Aşiyan’ını satın alıp Edebiyat-ı cedide müzesi haline getirmesi, Fikret’e yapılan -bu hakarete karşı bir tarziye bile değildir» satırlarını içimiz üzülerek okuyoruz.
Sayın müellif, «Son söz» kısmında kitabını âdeta hülâsa etmiştir. Fikret'in Türkiye mikyasında bir mücadelede inkılâpçı ve insa-niyetçi bir ideoloji mümessili olduğunu anlatmakta ve kitabını, Fikret, «Düşmanlarının hakaretleri ve tecavüzleri karşısında yıkılmı- • yacak kadar kuvvetli yarınki nesiller için insaniyetçi düşüncenin ilk alemdarı olarak daima anılacaktır» cümleleriyle bitirmektedir.
Bize bu kadar müspet ve İlmî bir görüşle, tarih seyrini canlandırarak hadiseleri, İktisadî amilleriyle inceliyerek hacim bakımından küçük, fakat değer bakımından paha • biçilemiyecek kadar büyük ve olgun bir eser sunduğu için sayın Sabiha Sertel’e teşekkürlerimizi sunmak, borçumuzdur. Mübalağasız diyebiliriz ki memleketimizde, bir şair hakkında yapılan btı * (inceleme, ilk mütekâmil örnektir. WEdebiyct tetkikçilerine de örnek, olmasını dileyerek ve artık gerçek bilgi arıyâriların çürümüş, kokmuş ve sözden ibaret tetkiklerden bıkıp usandığını söyliyerek sözümüzü bitirelim. '
*
/
İnsanı ve İnsanlığı Her Şeye Üstün Tutan YUNUS!
■ ■ • 1 f . ı '
‘ (7 inci Sayfadan devanı) diye şiir diline naklederken insanlığın bir ayetrni de •
Duruş, kazan, ye, yedir, bir gönül ele getir,
Yüz Kâ’be’den yiğrektir bir gönül ziyareti beytine sıkıştırmış, zamanında, hattâ her zaman görülen ve görülegelen ferdiyetçiliğin şiddetle aleyhinde bulunmuş, halka ululuk satan, kendisini büyük sayan ve o zaman hoca ve şeyh kisvelerine bürünmüş olan yalancılara
Kerametim var diyen, halka ululuk satan,
Nefsin müslüman etsin var ise kerameti
beytile meydan okumuş, dostluğun değerini belirtmiştir. Yoldaki ağaca şiir düzer, “böyle uzamanın fuzulluk alâmeti olduğunu, ağacın kocalıp devranın döneceğini, kuşun budağa bir dem konup göçeceğini,, söyler ve
Bir gün sana zeval ere, yüce kaddin ine yere, Budakların oda gire, kayııaya kazan, kıza saç derken devrinde ferdiyetçiliği mihrap edinen ve maddi refahta uzayıp gidenleri düşünmemiş olmasına ihtimal vermek pek safça bir düşüncedir bizce.
Çiğ iken piştiğini, tanrısına hamdedereksöylemekle beraber samimiyeti, kendisini “boynunda icazeti, riya ile ibadet eden, dışı derviş, içi boş, dili tatlı, sözü hoş ve yaptığını, dinini değiştiren kişinin bile yapmı-yacağı„ bir riya mümessili olarak göstermekten de alıkoyamaz. Ölüm korkusuyla kıvranan,.nih '.yet mistik inanışın kendisine yokluk tarzında verdiği ve tasavvufa göre gerçek, gerçekte ise mevhum varlığa, dayanarak
Şol bir beş on arşın bezi kefeni edeler eğnime, Dökem şol dünye donların giyem hey dost deyi deyi.
Mecnun oluban yürüyem, yüce dağları bürüyem Mum olubanı eriyem, yanam Jıey dost deyi deyi Günler geçe, yıl çevrile, üstüme sinlem devrile, Tençürüye. toprak ola tozam' hey dost deyi deyi beyitleriyle büyük bir ihataya mazhar olduğunu .söyler, bütün peygamberlerin, hattâ Şeytan, Nemrut, Fravun gibi kötülükle ün almış tarihî yahut muhayyel şahsiyetlerin hakikatlerini' kendisinde bulur, tanrılığını büyük bir inançla haykırırken bu renkten renge, kalıptan kalıba giren, fakat hiç bir renkte, hiç bir kalıpta asıl rengini, halktan ve halkın olduğunu unutmayan Yunus,
İstendim allahı, buldum ise ne oldu?
Ağlaridim dün-ü gün, güldüm ise ne oldu?
Diye bulduğunu da küçümsiyerek, mühimsemiyerek duyduğu inkisarı, çektiği ezayı, insanı hayretlere düşürerek bildiriverir.
Halk içinde yetişen, ilhamım halktan alan, düşüncesini halka, halkın diliyle söyliyen, mecazlarında halktan ve hakikattan ayrılmıyan Yunus Emre, devrinin mistik havasına ve o havanın verdiği nisbî feragata, yalancı huzura ve mevhum istiğnaya rağmen Mevlâna kadar geniş ve şümullü olmamakla beraber zamanını, o yıkım devrini aksettirmekten de geri kalmamıştır. Bir şiirinde «zemanenin yatlı olduğunu, haramın kıymetlendiğini, şeytanların semirdiğini, hâram ile hamrin cihanı tuttuğunu, peygamber yerine geçen hocaların, halkın başına zahmet kesildiklerini» anlatıp şikâyet ederken bir başka şiirinde
Cefayı çeken eller
İlk sigarayı içtiğim gün başım dönmüştü, hatırlarım onu h.er hatırlayışımda başımın tekrar döndüğünü duyarım.
Saat aşmış gecenin ortasını Ağaçlar göğüs geçiriyor, rüzgâr çıplak ayaklariyle dolaşıyor gizliden gizliye...
Duvarlarda salkım saçak hayaller gözlerimle örülmüş, kimi geçmişe, kimi geleceğe ait.. Karanlık inkâr edilir gibi değil, Penceremin camları simsiyah; yıldızlar görünmiyecek kadar ufak, yıldızlar nokta ııokta yıldızlar uykum kadar uzak.
Bir türkü kımıldanıyor içimde :
. -Dağ başında bir gece-
kan dizleyi dizleyi..
Tuhaf şey, J ■
ben bu şarkıyı hiç unutmazdım; -Hem okudum, hem yazdım yalan dünya senden bezdim... Bu türkü anamı hatırlatır bana.
Anamın ağarmış saçları vardı,
■ ellerinin derisi buruşuk ve esmer. Beş çocuk yetiştirmiş bu eller, kıtlık senelerinde toprağı yumruklamış. Böyle milyonlarca el tanırım : Atıadoluyu dolduran bu ellerdir, bu ellerdir cefayı çeken, aç kalan, bıı ellerdir merlıemsiz yaralarımızı bastıran, bu ellerdir bize şiir yazdıran, destan yazdıran...
Misafir baskınına uğrar gibi hatıraların baskınına uğradım, ağzım...
ağzım zehir gibi;
sigara paketim beni sabaha ulaştirsa bari.
Suat TAŞER
eski ve hatta Fakıyh Ahmet ve Mevlâna gibi çağdaş sufilerin hasretini duyurmakta, âlemin bozulduğunu yana yana anlatmaktadır. Bir başka şiirinde de
Danışman okur, tutmaz, derviş yolun gözetmez, Bu -halk öğüt işitmez, ne sarp zaman olısar.
Gitti beyler mürveti, binmişler birer atı, Yediği yoksul eti, içtiği kan olısar
diye en ağır bir dille devrinin beylerini ve bu beylere satılmış sözde münevver zümreyi tenkitten çekinmemiştir.
Hasılı zamanının büyük bir şairi olan Yunus, ne halktan ayrılmıştır, ne zamanından. Zaten bu gün, onu yaşatan değer de şüphe yok ki şaitliğinden ve ondaki sâf şiirden çok daha üstün olan bu meziyeti’ bu insanlığı, insan şair oluşudur. Devrini yaratan İktisadî âmiller, o devirde onu da yaratmış ve o, devrinden ayrılmadığı içindir ki devirleri aşmış, bu güne kadar gelmiştir.
Yunus Emre mi yalan söylüyor, yoksa Orotoryo mu ?
' ■ (Gelecek Saytda)
11
t .;
Evet, kitap yakmayı ilk defa N a z i I e r düşünmüşler ve işe erkekleri, kadınları ve çocukları yakmakla devam etmişlerdi. KAFKA’yı yakmayınız; bu işi, gönüllü olarak yapacak olan kültür düşmanlarına bırakınız ■
ı R Fransız dergisi
' lUç* haftalarca süren bir O anket açtı, yazıcılara ve okuyucularına so ruyor : Kafka’nm eserlerini yakmak mı ? Hatırlardadır: Nazi Al- ■
manyasında, Reichstag yangınından sonra bir başka muazzam alev göklere yükselmişti. Yalnız Gorki, Rolland, Barbusse gibi tandaııslı yazıcılar değil Vol-taire’den Stefan Zweig’a, Jack London’dan Gide’e kadar zengin bir kültür hâzinesi ve bu arada Franz. Kafka’nm kitapları ateşe verildi. “Kültür» kelimesini işitince tabancamı çekerim diyen bir zihniyetin kitap yangınlarına ve müze tahriplerine baş vurmuş olması gayrı tabiî görünmez. Fakat, halk kitlelerine geniş bir söz hakkı tanıyan bugünkü demokratik Fransa’da bazı edebiyat eserlerine duyulan bu aksü-lâmel nedendir?
A c t i o ıı gazetesinin anketine verilen cevaplarda bu soruya izahlar aramadan önce Kafka’nm kim olduğu hakkında bilgi verelim: 3 temmuz 1883 de. Prag’da doğmuş ve 3 haziran 1924 de Viyana civarında Kierling sana-toryomunda ölmüş Çekoslovak-. yalı bir yahudi romancısıdır. Hayatında tamamlanmamış bıraktığı eserleri ölümünden sonra neşre-dilebilmiştir. Romancı, yazdıklarını sağlığında neşretmek istememiş, ve hattâ bir kısmını sobaya atarak kendi eliyle yakmıştır. Elde mevcut eserleri, yakın arkadaşı Max Brod tarafından edebiyat âlemine çıkarılmıştır.
Dindar bir yahudi ailesinin çocuğu olan sanatkâr, dinî geleneklerle cemiyetin kendisinde yarattığı isyanlar arasında çırpın- ■ mış durmuştur. Kafka, bir yandan da, zamanımız sanatkârının yaşamakta olduğu büyük dramı yaşamıştır: ekmeğini kazanmak için bir sigorta şirketinde çalışırken ömrünün bir kısmını edebiyat için ayırmak zorunda kalmıştır. Baba ocağı ve yahudi cemaatiyle uyuşamamazlık, münze
vî bir bekâr [hayatı 've’^nihayet
—l'JT T-- —«.▼». sr-ı- • ...
tüberküloz, onun bu ferdî dramını daha da acılaştirmıştır. Bıı büyük hastanın kaleminden fışkıran satırlar, bu yüzden, zakkum gibi acıdır.
Yahudi ve Çek olduğundan, işgal esnasında Fransa’da, tıpkı Nazi Almanyasında olduğu gibi, adı duyulmaz olmuş, fakat harb
.-------- YAZAN: —----------.
Hüsamettin Bozok
I_____ 1
biter bitmez, âdeta dünya edebiyatının en mühim simalarından biri haline gelmiştir. Tanrı’nın bütün feryatlara sağır kaldığı bir dünya içinde, insan oğlunun sefil durumunu bedbin bir cepheden ifade eden eserleri büyük bir ilgi toplamıştır. Bazıları bunıi, Buchenwald ve Dachau insan mezbahalarından ve Gestapo’dan kurtulmuş olmanın yarattığı atmosfer ile izah ettjler. A c t i o n ıın açtığı anket de bize, ekseriyetle kitap yakmanın kötü bir şey olduğunu, hasta olmıyan topluluklar, için bedbin bir edebiyatın tesirsiz kalacağını anlatıyor. Buna rağmen, Jean Freville gibi, edebiyatın mesuliyeti hakkında önemli izahlar yapanlar da var.. .
Mahkûm edilmek istenen edebiyat, ümitsizlik, can sıkıntısı ve bedbinlik aşılıyan “kaıa„ edebiyattır. Julien Benda’ya göre yazıcı, politik ve sosyal baskıların dışında olarak, doğruluğuna inandığını yazan adamdır. Yazıcı ne bedbin olabilir, ne de nikbin. Ö sadece, mümkün olduğu kadar objektif bir şekilde, içinde bulunduğu âlemi ve bu âlemin gelecekte alacağı durumu ortaya ko* yar. Yazıcı hakkında hüküm verecek olan, şahsî kıymet hükümlerine göre hareket eden okuyucudur.
Jean Freville ise aksi kanaattedir. Ona göre nötr bir edebiyat yoktur: Mutlak hürriyet bir burjuva veya anarşist uydurmasıdır. Bir cemiyet içinde yaşamak,
sonra da ona tabi olmamak imkânsızdır. Şimdiye kadar “hürriyet namına» , «yazıcının kendini serbestçe ifade edebilmesi namına» , diye ortaya çıkanlar hep, edebiyatın antisosyal ve reaksi-yoııer karakterini kuvvetlendirmekten başka bir şey yapmamışlardır. Dün yazıcının başıboş serbestliğini müdafaa edenler bugün tröstlerin serbestliğini müdafaaya kadar işi ileri götürmüşler ve demokrasiyi sık boğaz edenler yine onlar olmuşlardır. .
Genç yaşta ölümünü büyük bir teessürle öğrenmiş olduğumuz Heııri Mougiıı ise Kafka’-yı yakınalı mı sorusunun altında şunların gizli olduğunu söylüyor: Edebiyatın bir aksiyon kabiliyeti var mıdır ? Edebiyat bir şeye delâlet eder mi ? Edebiyatın bir mesûliyeti var mıdır? Yazıcı yazdığına niçin inanır ? Niçin yazı yazar? Yazmaya mecbur olduğunu ve yazmak istediğini yazabilir mi? Veyahut da, Paul Eluard’-ın gayrı iradî şiirden bahsettiği mânada edebiyat gayrı iradî midir ? Bütün bu sorular, insanı, Taine’in ölümünden beri elli yıldır sorulan suale götürüyor: E-debiyat nedir?. Mevzuu dağıtmamak için Mougin’in kanaatine dönelim: Hitler’in Voltaire’i, . Gide’i ve Otto’nun tertip ettiği listedekileri yakışı gibi Kafka’yı yakmak yalnız gafil ve bön in-insanlar için mevzu bahsolabtlir, diyor.
Jean Paulhan, sipariş üzerine meydana getirilen bir nikbinlikten, içten gelen bir bedbinliğin daha üstün bir meziyet olduğunu ileri sürüyor ve Zola’nln ilk romanlarını yazdığı zaman, münekkitlerin burunlarını tıkamış ol? doklarını ve bunun bir san’atkâr için intihar demek olduğunu söylediklerini bildiriyor. Bu durum, Zola’nm dünyayı gül pembe gösteren romanları meydana gelinceye kadar devam etti. Fakat iyi bir okuyucu çok iyi bilir ki G e r m i n a 1 acı, fakat sıhhatli
(Sonu 15 inci sayfada)
12
Bilbaşar
gibi acemi
Kaymaklı
tavukgöğs ü
ru, elbise kupon-Yerli Mallar gelip geçenlere alıyorum..,, diye borsacılara
fjAY Naci Du kılarından ilkini, Pazarı civarında “memur kuponu
- fısıldıyan kara tııış, dönüyordu.
Artık eskisi utangaç değildi. Alışı verişi bir ayak evvel bitirmek için, ilk teklif edilen fiyata “eyvallah.. Allah bereket versin... Taş mı attım . kolum mu yoruldu..,, demiyordu. Şimdi bu işi bir suç, bir nevi dilencilik telâkki etmiyor, bu alış verişe harbin şu son yılında iyiden iyiye alışmış bulunuyordu. •
Hükümetin 15 lira karşılığj verdiği A kuponu kendisine havadan 10 lira kazandırmıştı işte amma bu parayı “nereye peşin,, sarf edeceğine henüz karar verememişti. “Delik o kadar büyük yama o kadar küçük„ di ki..
Karısı ne derse desiıı, oğlanı bir kere doktora göstermeliydi,. “Sulucan var da ondan sarı bu çocuk bu kadar„ diyorlardı komşular... amma, solucan peynirden şekerden olurdu.. Oysaki oğlanın peynir yüzü gördüğü yoktu. Şekeri de arada sırada karısının dayısına misafir gittikleri * zaman yiyordu.
Çocukta solucan olmadığı muhakkaktı. Ne salyası akıyor, ne de burnu kaşınıyordu.
Peki amma karnı da boşuna şişmezdi ya oğlanın?.Elbet bir derdi vardı.Dispansere götürmeliydi muhakkak bir kere. (Gözlüklü doktorun ilâçları iyi geliyor her kese..) diyordu mahalleliler...
Bay Naci Duru’nun karısı çocukta “doktorluk,, bir maraz görmüyordu. O, bütün fakir semt halkı gibi, doktordan çok komşu teyzelerine inanıyor, onların ilâçlarını daha “hasiyetli,, buluyordu Sarmısakla kabak çekirdeğini dö-ğüp sabahları yutturdular mı, yüzünün sarılığı da giderdi, karnının şişliği de inerdi.. Hadi bilmedin, solucan şekeri yedirirdin.. Bak o zaman bir şeysi kahr mıy dı oğlanın...
Lâkin Bay Naci Duru için 45 inden sonra kavuşulan bu oğlancığın kıymeti büyüktü. O, “kuru
- dalının meyvası„ idi. Ve onu, kabristan avlusunda çocukların
YAZAN :
Kemal
taşladığı sarı erikler gibi renksiz görmiye 1 .yüreği katlanamıyordu Yanaklarının Amasya elması gibi kırmızıjkırmızı' ışıldanmasını isti, yordu. Kör olası ^cihanTsavaşınm sırası mıydı.. Harp çıkmasaydı hu çocuk şimdi böyle mi olurdu? Ona yatarken 250 gramcık süt içirse, sabahları tere yağcığtnı, yumurtasını, reçelini yedirse yanakları böyle solar mı idi... Harb-çıkaranın gözleri kör olsundu..
Hayır.;,' Bay Naci Duru karısının bütün iyimserliğine rağmen bu 10 lirayı oğlanın sağlığına lıarcıyacaktı. Varsın bu para da eczacılara kısmet olsundu.. Zaten lâneti nasıl kazanmışlardı... Alın teriyle kazanılmıyan paranın gideceği yer belli idi; ya ilâca ya doktora idi...
Sara Hanım nihayet boyun eğdi., amma: “ yazık dört ki'o et parasına..,, demekten kendini alamadı.
Küçük Engin’e “adamlık,, lan giydirildi. Saçları tarandı Engin küçülmüş Lâciverd elbiseleri için de büsbütün çelimsiz ve sarı görünüyordu.
Dispanserin “gözlüklü doktor„u korkudan gözlerinin halkaları büyümüş, babasının ellerine sim sıkı yapışmış olan Engini okşadı. Ona bir şeker verdi. Sonra bir tane daha vereceğini vaid ederek boğazını, ciğerlerini ve karnını muayene etti. Göz kapaklarına bakarak kansızlığının derecesini ölçtü. • ■ ,
Çocuk bir az zayıf düşmüştü.
karnının şişliği , bundandı. T “Bir tüberküloz başlangıcı,, diyemedi. Bu melun kelime boğazında. düğümlendi.
İştahsızlığı için bir şurup, kanlanması için iğneler veriyordu. Tereyağ,7peynir, pirzola, karaciğer,“tatlılar kompostolar tavsiye etmenin bu fakir semt halkile alay etmek gibi bir şey olacağını hissediyordu.
Fakat “mümkün olursa günde 3-4 yumurta yedirmelisiniz,, dedi .Reçeteyi babasına verirken Enginin ağzına iri bir lokum soktu.. “Hadi geçmiş olsunl» dedi. Onlar baba-oğul kapıdan çıktıkları sırada doktor başını salladı ve omuzlarını kaldırdı. Harp yılları içindeydik ne çare...
*
* *
Bay Naci Duru ilâçları “şifa„ da yaptırdı. Bu ad ona ilâçların hulâsası gibi geliyordu. Eh. . ilâcın iyisi de adamın iyisi gibi «büyük» yer de bulunurdu. Bu çeşit çeşit kavanozlar, mavi-kırmızı yeni dünyalar, ier, ceme kânlı kutuları ona, kül olacakları bi geliyordu.
Küçük Engin de, bu beyaz gömlekli adamların gidip kayboldukları kırmızı perde arkasında fevkalâde bir şeyler olacağını sanıyordu. Kapının üstündeki resim den gözlerini ayıramıyordu. Kıpkırmızı bir adamın ağzından alevler fışkırıyordu. Bu resim ona
Sayfayı çeviriniz
garip garip şişe-dolaplar ve ilâç hastalıkların yanıp acaip bir âlem gi-
l
13
. S
«
komşu . Rasime Halanın masallarındaki devi hatırlatıyor ve babasına sokuluyordu.
Ecza'ıâııeden «ianeleri ve şuruplar! > aldıkları zaman ellerinde 125 kuruşları kalmıştı. Bu pahalılık zamanda üç çeşit ilâç almışlardı.. Buna da şükür... ya ilâçları bıılamasalardı.. Engin, ecza-hane önünde Lorel ve Hardi satan bir kuklacıdan, kendisine bir “şapkalı cüce,, alması için babasına yalvardı. Ne güzeldi. Bu cüceler.. boyları uzayıp uzayıp kısalıyordu.
Bay Naci Duru, hanımdan azar işiteceğini bildiği halde oğlunun bu arzusunu kıramadı. Ya oğlan ölüverirse... İçinde bir huzursuzluk halinde duyduğu bu endişe şim.li bütün acılığı ve çıplaklığı ile ortaya çıkıyordu. O zaman oğluna bir kukla almayış* yüreğinde büyük bir yara halinde kanayacaktı.
75ku.-uş verip kırmızı yanaklı ve şişman olan, kuklayı satın aldı. Kim bilir belki de bu ilâçlar sayesinde oğlı: da böyle şişmanlardı.. Küçük Eııg.n, kuklacının gösterdiği şekilde bebeğini yakaladı. Kuklanın elbisesi altında, makasa benzer iki tahta parçasını sıktığı zaman “cüce, niıı boyu uzuyordu. Ooo... bu ufacık adam kendisine gülüyordu.. Engin de kahkaha ile gülmiye başladı..
Babası buna pek sevindi.
“İsterse haıııtn bana bir hafta kahve parası vermesin... Bu israfımızı da başımıza kaksın, razıyım Engin kuklasından memnun ya!„
Mamafih çarşı içinden el ele giderlerken:
“Bana bak Engini. Annen sorarsa kuklayı çarşıdan aldığımı zı söyleme. “ (gözlüklü doktor) verdi„ de emi ?..„ diye tenbilı etti. t’Bilirsin annen oyuncağa para vermemizi istemez..,, dedi.
Mahallebici önünden geçiyorlardı. Engin, babasını bu günkü kadar cömerd ve zengin hiç görmemişti. Ne isterse babasının alacağını sanıyordu. Mahallebiciııin cemekânlarındaki mahallebiler, sütlâçlar kim bilir ne tatlı idi. Müjgan teyzelerde bir defa tavukgöğsü yemişlerdi. O da tıpkı bunlar gibi boyayla süslenmişti. Ah şu tavukgöğsünden bir tane ye-seler. “Babacığım; acıktım ben Bana tavukgöğsü alsana ..„
Bu teklif Naci Duru’yu hem sevindirdi. Hem ürküttü. Oğlu bir şey yemek istiyordu ha.. Ev
de sofraya bin nazla oturup bir şey yemeden kalkan oğlu ’ şimdi acıktım diyordu. (Göz uklü doktor) un elinde muhakkak bir uğur vardı.
İyi amma, acaba cebinde ta vuk göğsü alacak kadar para kaldı mıydı? 50 kuruş vardı Eh., bu para ile de£- bir tabak tavukgöğsü verirlerdi elbet.. k( ndisi yemese de olurdu. Parası olmadığı için yiyemediğini nereden bileceklerdi?. Mahallebici, olsa olsa. kendisini ya oruçlu sanacak... yahut da şeker hastalığından muztarip bilecekti.
Cemekânın kenarındayız liste gözüne ilişti. İşte... Tavuk göğsünün karşısında 17,5 kuruş yazık idi.
Demek kendisi de bir tabak yese gene 15 kuruş kalacaktı.
Mahellebiciye göğsünü gere gere girdi.
içerde, bir köşeye çekilmiş, burun buruna,) bir delikaı.ll ile bir boyalı kızdan başka km-se yoktu. Erkek bir şeyler anla tıyor, öteki kaşıyla gelişi güzel oynayarak ve' gülümseyerek onu dinleyordu. (Bu hararetli ve al-, çak ses i konuşmayı biz de biliriz» diye düşündü. “Hey gidi gençlik ve bolluk ytlları...„
Oğlunu sandalyeye oturttu. Engin’in “gülen cüce„ sini de masa üzerine yatırdı..
Naci Duru, masayı bezle silerek, ne emir ettiğini soran gar. sona, gayet katî bir sesle:
“Bize iki tavuk göğsü getirl.„ dedi.
Engin, kuklasını alıp oynatmak hevesile. ona bir kerre saldırdı ise de, babası elini tuttu. Kaşlarını yukarı kaldırdı.
“Burada olmaz!, dedi.
Engin “burada niçin olmaz!, diye düşündü ise de, sormağa
A YAZAN : ERICH
& MARIA
$ REMARQUE
W ÇEVİREN :ZERİA KARADENİZ
W
bütün KİTABEYİ
Fiyatı : 3Ö0 kuruş
cesaret edemedi. Duvarlarda oka-dar çok ayna vardı ki.. Canıekân-lar da tatlı ile dolu idi. Şu beyaz elbiseli adam, niçin bu kadar çok tatlısı olduğu halde yemiyordu. Yoksa o da, (gözlüklü doktor) gibi hastalara mı bakı yordu.
Garson iki tavukgöğsü getirdiği sırada bay Naci Duru başından şapkasını çıkarmadığını hatırladı.
Şapkayla böyle yerlerde oturmak ayıptı.. Şu gençler ihtimal kendisini ayıplamışlardı.
Hadi onlar görmedi, diyelim. Etraflarına bakacak halleri yok.. Ama şu garsonla, masadaki kız her halde boşuna gülümsemiyorlardı. Birbirine..
Şapkasını asıp tekrar yerine oturduğu zaman oğlunun büyük bir işteha ile tavııkgöğsünü yediğini gördü. Maşallah yarılamış-tı bi e.. Yok canım.. Tavukgöğsünü mahallebici tabaklara küçücük parçalar halinde koymuştu da ondan öyle sayıyordu.. Oğlu henüz, üzerinden- bir kaşık. . O ne.. Tavukgöğsüııün üzerinde kaymak vardı ve oğlu onun yarısını yemişti. Acaba?.. Evet kendi tabağında da, tavukgöğsünün üzerinde bir parça kdymak vardı-
Sırtından soğuk bir ter boşandı.
Eyvah.. Kaymak parasını nereden verecekti. Amma levhada kaymaklı tavukgöğsü diye bir tatlı fiatı yazılmamıştı. Camekân-daki bütün tavukgöğsü ve mahallebiler üzerinde birer parça kaymak vardı . Yüreğine biraz su serpildi.. Eh... Demek ki tavukgöğsünün parçaları küçülmüştü.. Fakat üzerine biraz kaymak ilave edilmişti.
Bununla beraber, içi rahat değildi. Yediği kaymaklı tavukgöğsünün lezzetini bir türlü çıkara-iniyordu. Ağzının tadı kaçmıştı sanki.
Engin tabağını iyice sıyırdı. Hatta iki eliyle kenarından yakaladı. Fakat baba-ı tam vaktin de müdahale ederek, gülünç bir vaziyete düşmekten kurtardı kendilerini.. “Evlâdım.. Tabak yalanmaz, biliyorsun, diye fısıldadı ve kendi tabağındaki parçayı da oğluna verdi. Bereket o sırada iki genç müşteri kolkola dükkândan çıkıyorlardı. Kimse onun bu müdahalesini görmemişti.
Garsonu çağırdı. 50 kuruşu masa üzetine koydu.. Garson parayı almadı:
“Daha 20 kuruş vereceksiniz
efendim.„ dedi.
Sırtına bir ter dalgası hücum etti. Sakin olmağa çalışarak sordu : Neden? iki tavukgöğsü yemedik mi biz?.„
Garson ellerini uğuşturdu:,
“Evet efendim, fakat kaymaklı idi..„
Koruduğuna uğramıştı’demek.. Şimdi gözünün önüne garsonla çekişmeler.. Kapının önüne birikmiş insanlar.. Polisler geliyordu. Rezil mi olacaktı?
Oysa kî burada kendisi haksiz değildi.. İşin içinde bir düzenbazlık var gibi idi. Onlardan kaymaklı tavukgöğsü isteyen kimdi?.
Soğuk kanlılığı eldeu bırakmamalı idi.. - ■ .
“Ben sizden iki tane tavukgöğsü istedim. Kaymaklı olsun dedim mi?„ İşte fia listenizde karşıda. Tavukgöğsü 17.5 kuruş, diye yazılı.. Kaymaklı, kaymak-sız lâfı yok.. (Kaymaklı tavukgöğsü) diye bir şey olsaydı, onun da fiatıııı yazardınız.„
Hâkim karşısında kendini müdafaa eden bir suçlu gibi bütün cesaret ve zekâsı uyanmıştı.
Bu da ye iti bir karaborsa hilesi mi idi?. Bu ne rezaletti; âlemi soymak için bütün esnaf el birliği ini etmişti?.
Bay Naci Duru’nun bu tehdit dolu sözleri garsonu şaşırtmıştı.
“Şimdi müşteriler hep böyle yiyorlar da efendim . Affedersiniz, Yanlışlık bizde oldu..n Dedi.
Bay Naci Duru istihfaf dolu bir bakışla baktı ve dudağının ucundan:
“Biz o kibarlardan değiliz oğlum.. 50 kuruş içinden 35 kuruş al.. Üstünü ver.. Ben fazla lâf istemem..,, Dedi.
»
* *
Avucunda 15 kuruşla kapıdan çıktıkları zaman, kaymaklı tavukgöğsü satanlara' karşı bir zafer kazandığı halde neşe, sevinç yerine bir yeis, hüzün ve bıkkınlık duyuyordu.
Enginin elindeki kukla gülüyordu ve sokaktan insanlar koşar gibi yürüyorlardı..
Kemal BİLBAŞAR
İşçi Arkadaş ! |
Sn n rl i 1/ o haftalik işçi gazetesİ t C 11 U I r\ a cumartesilerİ çikar t SENİN GAZETENDİR |
Onu oku ve okut - Sayısı 10 kuruş t
ABONE: Yıllığı — 500, 6 aylığı — 250, 3 aylığı — 125 kuruştur, j .
SENDİKAYA ABONE OLUNUZ |
♦
♦
♦ .
♦
♦
♦
♦
♦
♦ J
♦
Kitap Yakmak Yok!
Onikinci Sahifeden Devam
Bir^kuvvet ile doludur. Döl Be-reketi’ndç nikbinlik aşılanmak istenmiş olmasına rağmen bunu bulamayız. Paulhan’a göre “nikbin edebiyat saadet gibidir, arandığı zaman bulunmaz,,.
Claude Morgan ise sipariş ü-zerine bir sanat eseri meydana getirilemiyeceğiııi, yazıcının istidadını insan oğlunun emrine ve- ■ rivermekle san’at kalitesinin temin edilemiyeceğini haklı olarak söylüyor. Ona göre yazıcı, şair, halka bağlı kalmalı ve diğer insanların ıstıraplarına, ümitlerine ve gayretlerine- iştirak hissi duy-. malıdır. Bu bakım'dan “kafa,, edebiyat bir sınıfın, burjuvazinin yıkılmasına işaret eder. Yani o, mahkûm edilmiş bir dünyanın sanatıdır.
A c t i o n gazetesinin anketi, okuyucuları arasında da ilgi u-yandırmıştır. Kafka’yı ve onunla birlikte bütün bedbin edebiyatı yıkmalı, zira bu, ölçülemiyecek . derecede kötülük yapan tehlikeli, bir silâhtır diyenlerin yanında, yazıcıya yaratma gücünü kamçılayacak hürriyetin esirgenmeme-sini istiyenler de vardır. Chauny li bir işçi, M. Laurent Charpen-tier şunları söylüyor: Nikbinlikten vaz geçmek demek: hayata karşı koymak, aydınlığı reddetmek, beşerî gayretlerin faydasız-lığına inanmak, terakkiyç kulaklarım tıkamak demektir. Bundan dolayı «kara» edebiyat, sosyal bakımdan reaksiyoner olarak kabul edilebilir. Sefaletin pençesi altında bedbinliğe kapılan bir işçinin bu durumu alfolunsa bile.
■ bir edebiyatçı için bir mazeret bulunamaz. Büyük inkılâpçı mütefekkirleri' örnek tutarak diyebiliriz ki, yazıcı halk adamına nasihat veren, onun iradesine taze bir ruh aşılıyan bir rehper olmalıdır. ' ( - ,
M. R. Garby adlı okuyücü da, “kara„ edebiyatın bir inkılâp yara-
sonra avutmaya kal-reaksiyoııerdir,
aynı yere ge-
■
tabileceğipi ileri sürüyor; fzira ona göre, çöken bir sınıfın âdetlerini, giden bir rejimin tezatlarını büyük bir sıhhatle tasvir etmek, kollektif bir gayretle bu çamurun içinden .çıkılabileceğini, ışığa ve aydınlığa kavuşulabile • ceğini gösterir. Zola, Balzac, Rimbaud ve bugün de Steiııbeck, Miller aynı işi görmektedirler. Fakat M. R. Garby hemen ilâve etmek ihtiyacını duyuyor : “Kara,, edebiyat realizm kuvvetiyle bizim midemizi bulandırdıktan tatlı sözlerle bizi kıyorsa tamamen diyor.
Dönüp dolaşıp liyoruz : Kafka’yı, bedbin edebiyatı yakmalı mı ? Şimdi vatanından uzakta, menfada yaşamakta olan bir İspanyol yazıcısı, D. D. Montserrat, böyle bir soruya hayret ettiğini söyliyerek şunları anlatıyor : Barcelona’daki küçük şahsi kütüphanemde Nietzsclıe, Dostoyevski, Gide, Marnı, Sha-.kespeare, Balzac, Unamuııo, Fre-ud, Mauriac, Poe, Withman, Moıı-
■ taigııe, Montesquieu, Onıeros, lbseıı, Kont ve liste halinde yazmak uzun sürer daha başkaları yan yana duruyordu. Klâsiklerden sürrealistlere kadar her ekol vardı. Hattâ Dali ve Crevel’in bana neşretmem için gönderdikleri el yazıları vardı. Hepsini merhamet duymadan ateşe verdiler. Bu kitapların alevleri âdeta beni yakıp kül ediyordu. Kitapların ve müelliflerin fişleri inceden ince-ve tetkik edildi. Zira Falanjistler bir ip ucu elde edeceklerini ve bu suretle siyasî bir cinayetin sırlarını keşfedeceklerini u-uluyorlardı. İşte siz de şimdi Kafka’yı mı yakmıya kalktınız ? İspanyol yazıcısı cevabı kendi ve-
■ rıyor: Kafka’yı yakmayınız. Bu işi, gönüllü olarak yapacak olan kültür düşmanlarına bırakınız!..
Evet, kitap yakmayı ilk defa naziler düşünmüşler ve işe erkekleri, kadınları. ■ ve çocuklar, yakmakla devam etmişlerdi. Kaf-ka’yı yakmaya kalkarsak, bir gün biri çıkıp Steinbeck’i de y'akmıya kalkabilir. Bu hususta biz de, Roubaix’li okuyucu M. A. Deras-se gibi düşünüyoruz: Yazıcıya yazma hürriyetini çok görmemeliyiz. Fakat okuyucuya da hüküm vermek hürriyeti sağlanmalıdır. Tâ ki, kendisine teklif edileni kabul veya reddetmekte, alkışlamak veya ıslıklamakta tam oir şuur serbestliğiyle hareket edebilsin,
15
ustafa
İbrahim SABRİ
Yolcu yolunda gerek, bebek rahat uyuya...
Altı aylık bebesi kucağında Niğârın.
Vakit öğleye yakın.
Isındı bıyam otları.
Toprakta uğultu.
Bozkırda cıtlıyak böcekleri ve çekirgeler söylüyor en umutsuzunu şarkıların.
Vakit ikindiye yakın. Çekirgeler’ ve cırlıyak böcekleri bozkırda hâlâ bitirmediler şarkılarını.
Bir tilki geçti yolun alt ucundan ve çovanların ardında kaybolmadan önce dönüp baktı ■ ,
kuyunun taşında oturanlara.
Bebek ağır geliyordu Nigâra.' Kocasının dölü.
Ve Mustafa diyordu ki:
“— Köyde ölen çocuğun hesabımı var? Ölü sayılmaz altı aylık ölü.
on ikişerden
Bir tanesi cam. ’
Eğilse üstüne içinde kendini bir elma kurdu kadar görür adam.
Çaylak yırtıcıdır. ■ Tilki kurnaz. Kuyu derin.
Bozkır uçsuz bucaksız, ve kırmızı biber gibi acı. Devrildi cam düğmenin içinde bir küçücük
kavak ağacı.
Nigârın kucağından bebek düştü kuyuya...
Bozkırın tavanında bulutlar bembeyaz, üstüste ve ağırdı belli belirsiz kımıldanıyordular.
• . ■ • w'
Toprak gözalabildiğine, ’ dümdüz çırıl çıplak ve kırmızı biber gibi-acı. Batıda bir tek, uzun kavak ağacı.
Bozkırda hâlâ dolaşıyorsa da kokusu sararmış kekiklerin, gökçiçekler çoktan kurumuştu ve geven otları sâfi dikendiler.
'!
B'eb^k çıkardı kundaktan yumruklarını. Kundakta düğmeler dikili,
iki sıra, yirmi dört •••
Bulutlarda bir av! Kuyunun başjMİH Nigâr o^jj^
Durdu Nigâr on adım önden giden-_______________
Mustafayı çağırdı.
Mustafa yıkmış kasketini ensesine bulutların arasından geçen bir çaylağa bakıyor.
Yırtıcı mahluk,’ germiş kanatlarını, sessiz, sadasız, kâğıttan resim gibi bulutların arasından akıyor.
' ■) i- ■
nnda karnı U
haindi ve yumuşak.
SAYI: 1 - 1 Ekim * 1946
Fiyatı 25 kuruş
Yunus Emre
ve
Tevfik Fikret
AbdUlbâki GÖLPINARLI
Kitap yakmak yok
Hüsamettin BOZOK
Kaymaklı Tavukgöğsü
Kemal BJLBAŞAR
t
il A
jF
|r
n
/
■ t İCA
İL*
■
ı
J
*
- "e
V ?
■
d
b
I
t
.• r
»
W
M
fi
İMH*. ■
«frc. 9
_. p
F
I *ı M
Ur
/
'o
I
vsf ıHj
wjr
Mj
i A *
I
'k.
r
!■
F
J - H
1
R
»
k
i
Sh
J™n
El
■» J
r
JLF
> 1
d ■ ( ' - i f B* -ş|s^Br "—“' """ ıB
1 ^Bbi P*JT 1 -1 ı M 4^ /
k j |FT| -
Ms a h- ~r * \ f j ,■ p '
w>-
______ —
Jr 1
I
I J
T“ '"■ ı HBP
J
□
f*
ı
i
4
z t (Zb ¥ X r-*î A "- ■ j İjt j
k—m
*A' ( m • «_ ■ J •nD J ► * jâ
r
r
1 p-
L '
t
•
l«
ız
vl 1 j J
■F
■h r
»-
1**5
JK
dMf I
V M
r
■
'•♦»t
r«
—,
Franr MAZFRELHm
!İ
Yunus Emre
Kitap yakmak yok
Hiiaamettin BOZOK
Kaymaklı Tavukgöğsü
Kemal BİLBAŞAR
Teyfik Fikret
Abdttlb&ki GÖLPINARLI
eScMİBKMDBtfy
•>4>?>4î: M-
SAYI s 1—1 Ekim . 194(
S£*‘- •.
Fiyatı 25 kuruş .
! 1(V I
‘i 7*5 ('. l ( t /f'*, ‘ y'■ «ŞHF i 1 'i • H ,,Mjg|jî (f $&■';. «öp)
• T\ t£* ’ a ''*,■■■' MIM -A ■ “ıit'^ . -■'! ‘ luP «■'-■-ri> Vr 1 1 'Z*
? '^rBsL RL>, •(§?';>’■[ J^ÎMİ V
Harb ve Edebiyat
münev-genç Barbusse’ le-iafında say-, meşa.r 'idrak
Hor ayın 1 indo ve 15 inde çıkar fikir ve sanat mecmuasıdır. Yıllık abonesi ( 600 ) kuruş, altı aylık (300 ) kuruştur. Öğretmen ve öğrenciler için bu fiyatlar 500 ve 250 kuruştur- Basılmıyan yazılar geri veril-, mez - Muhabere adresi î Po3ta Kutusu ( 1600 ) Galata - İstanbul Sahibi, ve yazı işlerini fiilen idare eden : Âdil Yağcı. Basıldığı yçr-s F - K Basımevi
Ehrenburg, Sovyetlerd«n başka yerlerde edebiyatı tahdit eden konuların bir pazar zihniyetine tabi olduğunu ve belki de Fransada halkın, daha doğrusu tâbilerin artık harbe dair esir istemediklerini belirtiyor. Ona göre Sovyetlerde .vaziyet bombaşkadır. Zira Frahsadaki harb edebiyatı gerçekte bir işgal edebiyatıdır. İşgal edebiyatı ve işgal hikâyeleri ise b.ir zillet devrine tekabül eder. Sovyetlerde ise vaziyet başkadır. Orada harb umumun gayreti ve hızı sayesinde kazanılmıştır. Bu gayrete yazıcılarda -bilfiil karışmıştır. Onlar bu devrede bir yazıcıdan önce birer mücadeleci idiler. Hakikatte Sav yet harb edebiyatı, harbe dair hakikî psikolojik romanlar henüz yazılmamıştır. Şimdiye kadar neşredilenler ronıanlaştırılmış dokümanlardır. Ehrenburg sözlerine şöyle devam ediyor : Bana göre en tehlikeli tarz, ne ne röportaj doğruluğunu, ne de roman derinliğini haiz otmıyan tarzdır. Fakat bu da, bir harb edebiyatı olmaktan ziyade harb için bir edebiyattır ve bilhassa mücadelede olan bir milletin . cesaretini arttırmak- ve desteklemek -için yapılmıştır. \
‘ Henri Mougin 1945 de, Alrhanya: daki beş yıllık esaret hayatinden dön-, düğü zaman kırk, kilo zayıflamış've karısı ile birlikte ianınmıyacak bir hale gelmişti.- Böyle . olmakla beraber o, .dev çalışmalarına atılmakta bir gün bile gecikmedi. Esaret hayatının acı günleri onun cesaretini kırmak şöyle dursun, yaratıcı kudretini arttırmıştı. Fransız Rönesans ansiklopedisinin genel sekreteri , ve Chaptal Kolejinin felsefe profesörü, olarak bir insan • kabiliyetinin üstünde gayret gösteren Möu~ gin, bir yazıcı olarak, da, asrımızın büyük meselelerine ışıklar ■. serpmiye çalışıyordu. Europe, ' Arts 'de , France ve bilhasa Pensee dergilerinin sayfalarında ilmi ve felsefî, başarılarının en-üstün seviyesine ulaşmıştır. Tabutu başında Aragon levden, rendiğimiz Mougin,. filozof, hürriyet nikbinliği her şeyin fikh sağlığı dileriz.
llya Ehrenburg Türk okuyucuları için de pek yabancı değildir. Gerçi onun belli başlı eserlerinden hiçbiri dilimize çevrilmiş değildir. Epey zamana,jöne: Fikret Âdil, onur) Avrupa Anonim Şirketi adlı romanını kısaltarak Tanda ve Hüsamettin Bozok da' No Pas-saran adlı İspanya röportajlarının büyük bir kısmını Yeni Adam da neşret-mişti. Bunlarla birlikte Ehrenburg’un dilimizdeki diğer tercümeleri toplu olarak göz önünde tutulursa, bu dünya, çapındaki sanatkâr hakkında bir fikir edinilebilir. Btmlar; Varlık 56 da K a p tanın Çocuğu (Orhan Şaik); Resimli Ay 4-1930 da Kedj Koridoru; Cumhuriyet 4-6-1930 da Bir Pantolonla bir Kürk Cekete Dair (Suat Derviş); ve Hüsamettin Bozok -tarafından çevrilip de Yeni Adam da neşredilmiş olan şu tercümeler ; ■ Günlük E k m e-ğ i m i z, M i.g'u el de U ha mu no, Faşizme Dair, Galipler v e M a ğ-lû p l ar, Bizdekil eY Konuşuyor. Arpad Yayınevi tarafından neşredileceği ilân edilen ve henüz tercümesi tamum-‘[anmamış olan H o L l y w o o d E-fsa-. nesi Türkçede ilk kitap olacaktır.
'un söylemiş • olduğu söy-içli bir şair olduğunu da öğ-geniş vüsatle bir zevkini, . inkılâpçı üstünde tutan, bir adamı idi. Fransız milletine baş
Harbin en acı günlerini, bütün sefaletleriyle /birlikte yaşiyan Avr rupa memleketleri edebiyatında, bu konuları birinci plânda işleyen bir tarz almış yürümüştür. Harb bittikten sonra, şimdi cevabı istenen bir şoru zihinlerde dalgalanmaktadır. Harp temi okuyucuya bıkkınlık vermemiş midir?- Artık edebiyat bu konulardan uzaklaşacak mıdır? Balı Avrupusı memleketlerinde böyle bir cereyan belirmiştir. Bir Fransız gazetecisi, Parisie llya Ehrenburg'a bu soruyu sormuş ve kendi memleketinin bu hususta ne düşündüğünü öğrenmek istemiştir. ' 1 .
HenriJMougin’in ; Ölümü
Fransız '•nıilleti temmuzun .77 inde büyük bir evlâdını ; kaybetti.' Fikir âlemi ile ilgisi , olanların yakından tanıdıkları Henri Mougin 34 yaşında öldü. 1942 mayısında kurşuna dizilen Georges Politzer’den sonra Fran-sanin en büyük kayıplarından' biri de budur. .
Henri Mougin, namuslu verin cemiyet içindeki durumunu yaşında idrak etmiş ve riıı, Romain Rolland’Ların .- i yer almayı kendine bir' şeref mıştı.' Genç yaşında onun bir le gibi parlayıvsrmesinde bu üstünlüğü rol oynamıştır^
l F^oiönyalı meşhur 'romancı Wanda Wassilewskanın yeni bir romanı ba“-silmiştir. Şehrimizde haftalarca gösterilen Alaitnisema filmini hatırlattığımız za~ man okuyucularımız Wassilewska’nın ne kudrette.bir sanatkâr olduğunu takdir e* deceklerdir. Wassilewska'nın Toprak adlı Bir başka romanı daha vardır ki-Po" lonyadajd ziraî reformayıTconu olarak almıştır. Romsnçıriın yeni eseri Yıldız l.r-GoJ’ ün çok garip bir macerası vardır'., Sanatkâr* bu eserini Almanların Sovyetlere harp açışından ''iki gün önce bitirmiştir. Lvov’u derhal-terk etmek mecburiyetinde1 kalan lomancı, müsvettelenni bir dostuna emanet etmiştir. Fakat aradan uzun bir zaman geçtiği halde bir haber “alamamıştır- Son günlerde eserinin bir gaz maskesi kutusuna- konarak Lvov’dak’ı binalardan birinin mahzenine gömülmüş bulunduğunu öğrenmiştir. Yapılan kazılardan sonra roman, dört yıl toprak altında beklediği yerden çıkarılmış ve matbaaya verilmiştir. ’ ..
|. Ehrenburg, Amerika ' dönüşün de, I Konştântin ■ Simımov ile birlikte bir müddet Parisje kaldı. Bu büyük Fransız dostu hakkında Paris basıyı sitayiş-kâr yazılar ycızd . Nasıl yazmasın ki, o llya Ehrenburg, Fransız hürriyet mücadelesini h'eh'kiıvvetli destanını', Barisin u k u i u nıı, kültür dünyasına hediye etmiştir.
Geri Fikir ve Hareketlere
Karşı Gençliğin Açtığı Savaş
ÜNİVERSİTELERİMİZE muhtariyet veren kanunun kabulü ve Cemiyetler kanununda yapılan kısmî değişiklikler üzerine muhtelif fakültelere mensup : Adil Giray, Moris Gabay Balıat-tin Uğurçok, Zekâi Karakaş, Keğam Işkol, İlhan Başaran, Vahdettin Barut, Cemal Güner, «her türlü gerilikle yılmadan savaşarak daima ileriye ve daima aydınlığa doğru güvenli adımlaı-la yürümek amaciyle, bağımsız bir Öğrenciler Birliği:» kurmuşlbr-dır. Vesayet altındaki “Üniversite Talebe birliği,, niu daima hiyeraışık ve daima pasif kalışı, öğrenciler tarafından ve öğren çiler için çalıştırılan böyle bir birliğin lüzumunu her an hatırlatmaktaydı. Birliğin nizamnamesinde: cırk, din, zümre farkları gözetilmeksizin lstanbuldaki üniversiteler ve diğer yüksek okullar öğrencilerinden üye kabul edileceği (madde : 4) ve Birliğin her türlü geri fikirleıle savaşacağı (madde: 2) yazılıdır ki bu esaslar da teşekküle hâkim olan iyi niyetler' belirtir. Memleketimizde zaman zaman esmekte olan irtica rüzgârını, aydın ve hür üniversite ve yüksek okul gençleriyle birlikte önlemiye çalışmak ve bunun için de “geri fikir ve hareketlere' karşı savaş,, prensibine dayanmak takdire değer bir teşebbüstür.
Diğer taraftan, pek çeşitli olan öğrencr ihtiyaç ve isteklerinin cevaplandırılması bahsinde de yeni birlik samimî niyetler ve iyi hazırlanmış bir nizamname ile karşımıza çıkmıştır. Öğrencilerin yatacak yer ve yiyecek meselesi ve bunlara muvazi olarak sıhhi yardım, fakir öğrencilere “okul dış, iş„ temini, spor vesair meseleler bir öğrenci teşekkülü için her an gözönünde tutulması gereken ana davalardır. İstanbul Üniversite ve Yüksek Okullar Öğrencileri birliğinin nizamnamesinde bu ihtiyaçlar demagojiye düşülmeden tesbit edilmiş ve eldeki imkânlar nisbetqjde birer birer ele alınacağı zikredilmiştir. Vesayet altındaki rakipsiz “Üniversite Talebe Birliği,, nin bir kısmını sıraladığımız bu ana meseleler karşısındaki tavrı, ne yazık ki
sadece lâkaydi ve beceriksizlik olmuştu. Yüksek öğretim . gençliğinin elbirliğiyle çalışarak kendi ihtiyaçlarını tatmin edici çareler yaratacaklarına şüphe etmemek lâzımdır.
♦♦
Yüksek Öğretim Gençliğinin Fikret'e gösterdiği saygı.
TEŞEKKÜLÜNÜ yukarıda bildirdiğimiz üniversite ve yüksek okullar öğrencileri birliğinin irtica ve geri fikirlerle mücadele alanında ilk iş olarak, oütün ömrünü irticaa karşı ve insanlık için mücadeleye vakfedenlere ihtifaller tertip etmeği düşünmüştür. Bu arada birlik mensupları ağustosun 19 zunda Eyüp Halkevi Dil ve Edebiyat kolu ile beraber Tevfık Fikret’i anma günü hazırlamışlardır. 19 ağustos günü saat 18 de yüksek öğretim gençliğinin Eyüplüie-rin, iş gününün verdiği yorgunluğa rağmen Fikret için bir ihtiram sükûtuna iştirak etmeden, onun için söylenecekleri dinlemeden evlerine dönemiyen Feshane fabrikasının işçilerinin, Halkevi Başka-nının, gazetecilerin ve şairi seven kimselerin hazır bulundukları bu toplantı çok samimî bir şekilde olmuştur. Birlik üyesi ve Tıp Fakültesi -öğrencilerinden Sevim Tan, şairin amansız mücadelelerle geçen iç ve dış hayatını, istibdat devrinin terörüne nasıl bir iman kuvvetiyle karşı koyduğunu belirtti. “Hür millet ve bakımsız memleket taraftarıyım» diyen bu vakur insanın, bu büyük hümanistin ve inkılâpçı şairin çelik iradesini ve yılmaz azmini içten gelen bir sevgiyle anlattı. Daha sonra, Eyüp Halkevi Dil ve Edebiyat kolu Başkanı Muzaffer Sınar, Tevfik Fikret’in edebî şahsiyetini ve yaşadı, ğı devrinin ana çizgilerini ustalıkla çizdi. Birlik üyelerinden' Tevhi" de Bozoklu ve Ekrem Atabay da şairin şiirlerinden parçalar okudular ve böylece otuz birinci yıldönümü ihtifaline son verildi.
Aynı gün* Rumeli Hisanndak1 Edebiyatı Cedide müzesinde de bir başka toplantı yapıldı ve Fikret’in son günlerini yaşadığı bu yuvaya genç heykeltraş Hüseyin Anka’nın yaptığı bronz büst törenle köndu.
• SIĞINAK — Samim Ko-cagöz, ilk çıkarmış olduğu Telli Kavak adlı hikâye kitabiyle köyü ve köylüyü aksettiren bir halk edebiyatı yolunda ümit verici bir istidat olarak takdir toplamıştı. Sığınak adlı ikinci kitabında ise tuttuğu yolda başarıyle çalışmasını bildiğini is-bat etmiş oluyor. İlerde daha . tafsilâtla üzerinde duracağımız bu güzel kitabı şimdiden okuyucularımıza tavsiye ederiz.
© VATANSIZ ÇOCUK — Burhan "rpad’ın İııgrit Keun adlı bir Alman muharririnden çevirdiği bu roman, ilk bakışta hiç de cazip görünmüyor. Okuyucunun ilk aklına gelen soru şu oluyor: acaba mütercim niçin bunu tercih edip de çevirmek zahmetine girişmiş?... Fakat daha ilk sayfalarda insan kendini romanın ceryanına kaptırıyor ve kurtaramıyor. Mübalâğasız denebilir ki, bu küçük kitap, Re-marque’in İnsanları Sevecek s i n ’ de verdiği beşerî hailenin aynını bu sefer bir çocuk görüşüyle vermektedir.
• STRASTİ MORDASTİ—Gor ki’nin bu harikulâde güzel hikâyesi gerek haddizatında güzel bir eser olmak itibariyle, gerekse tek başına Gorki’nin atmosferini verebilmek itibariyle dikkatimizi çekti. En basit mevzularda bile insan oğlunun ıstıraplı dramını verebilmek kudretini taşıyan Gorki, bu hikâyesinde başlı başına bir başarı göstermiştir. Kitabın başındaki önsöz de, dilimizde Gorki’yi anlatan belli başlı etüdden bir tanesidir.
AGANTA BURİNA BU-RİNATA — Halikarııas Balıkçısı kendine has bir hava getirerek basın hayatına katılmış ve değişik çevrelerden, çıkmış geniş bir okuyucu kitlesi tarafından okunmuştur. Onun Ağan-ta Burinası, okuyan iki göz, duyan bir insan yüreği ve düşünen bir insan kafası için hemen beğenilecek kudrette bir eserdir*
Bastırdıkları kitapların mecmuamızda bahsedilmesini istiyen tâbi ve muharrirlerin muhabere adresimize eserlerinden ikişer adet göndermelerini rica ederiz.
YAZAN:
Şalyapin
DOSTUM GORKİ
Yalnız kendisinin değil, kendi kendine terk edilmiş milyonlarca meçhul insanın ümitsizliği, hayatın mânasından ve hakikattan şüphe; işte Gorki’ye tabancasını doldurtan bunlar olmuştu.
M
ormandie rgemisiyle New-Yorktan ■ Hav-re’a gidiyordum. Kamarama sabah kahvesiyle birlikte va-
purda çıkan gazeteyi de getirdiler. Birinci sayfada büyük harflerle (Gorki öldü» diye yazıyordu. Bu, bana müthiş bir kamçı darbesi gibi tesir etti. Burada onu bütün kuvvetiyle anlatabileceğimden emin değilim. Kahvemi .içmek için ayağa kalkmıştım, bu iki kelimeyi okur okumaz tekrar yatağa yıkıldım. Gözlerimi kapadım ve karşıma siyah ceketli, saçları arkaya taranmış, iyi kalpli ve ntşeli yüzlü bir genç adamın hayali dikildi. Bu adam Nıjni-Novgorod panayırı tiyatrosunun merkezinde camın kenarında oturuyordu, ellerini dizlerinin üstünde çaprazla-mıştı. Bu genç fakat kamburlaşmış adam bana diyordu ki:
— Şalyapin, sizinle tanıştığımdan dolayı bahtiyarım, çünkü dün de tiyatroda söylediğim gibi siz “Isaky kardeşimizsiniz,,.
Cidden bir gün önce “Çar için hayat,, ( 1 ) ın temsilinde aynı adam benim locama gelmiş, isminin Gorki olduğunu söylemiş ve bütün hayatınca muhafaza ettiği Nijni-Novgörod şivesiyle bana demişti ki:
— Hakikaten Rus köylüsünü iyi temsil ediyorsunuz. Bu Rus-Al-man piyesinin pek hayranı olmadığım’ halde, Soussanine (2) rolün-
ha-bu ta-
de çocuklarınızı hatırlayıp ağladığınız zaman sizi dinlemekten hoşlanıyorum.
— Evet, demiştim, belki de hakikate tamamile uymayan rolleri mümkün olduğu kadar bii yapmıya çalışıyorum.
Bu, benim Gorki ile ilk karşılaşmam oldu ve yine o akşam uzun, hararetli ve samimi bir dostluk aramızda yerleşti, bir-çok kimseler Gorki ile çocukluğumu ve ilk gençliğimi beraber geçirdiğimi, onunla Volga üstünde beraber çalıştığımı zanneder ve böyle de yazarlar. Hattâ bir muganni takımına girmek için beraber imtihana girdiğimizi ve benim sesim olmadığı için reddolunarak yalnız Gorki’nin kabul olunduğunu söylerler. Bütün bunlar doğru değildir.
Gorki, kim olduğumu sorduğu vakit ona hayatımı anlatmıya koyuldum. Şaşılacak şey, o zaman gençliğimizde birbirimize tanımadan tesadüf ettiğimizi anladık. Hayatlarımız birbirine o kadar çok benziyordu ki, hattâ bazı hallerde yan yana geçmişti. Meselâ, Kazanda daha küçük bir çocukken, ben Maloksa - Prolamaiva sokağının köşesinde kunduracı And-rev’in yanında çıraktım. Gorki de Maloksa ile aynı sırada olan Bol-şaira-Prolamnaiva sokağının köşesindeki fırında işçiydi. ■ Patronun ismini hatırlamıyorum fakat fırının Dolgusin çay mağazasının altında olduğunu hatırlıyorum. Zanneder-,
sem Gorki’nin . (Y i r m i altı er kek ve bir kız» hikâyesi burada doğdu. Daha sonra on yedi yaşıma yeni girerken bir Astrakan römorkörüyle Nijni-Novgoı od panayırına gidiyordum, param olmadığı için uğradığımız iskelelerde salapuryaların yükleme ve boşaltma işlerinde çalışıyordum. Aleksi Maksimoviç (3) Şamara limanında un çuvalından yapılmış bir pantalonla çalışıyordu. Bununla beraber bir gazetede muhabir ve tefrika muharriri olarak yazı da yazıyordu. Konuşurken Tifüste yân yana oturduğumuzu da öğrendik.
Ben uzak Kafkas şimendifer idaresinin muhasebe servisinde iken Aleksi Maksimoviç ayni trenlerin atelyesinde çilingir veya yağlayı-cılık yapıyordu. Muganni namzetliği imtihanımıza gelince,, hakikatte ikimizde Serebiakov operası rejisörünün Kazan hemşerilerinden ■genç seslerle kendi takımını kuvvetlendirmelerini istemesi üzerine gittik.
Gorki’ye iş verdiler, beni almadılar, çünkü o bendeh dört yaş büyüktü, sesi gelişmişti, benimki ise henüz olgunlaşmamış^.
Nihayet gene Tifüste Gorki ile komşuluk ettiğim bir tesadüfü hatırlıyorum. Golovinski caddesinde-tiyatroda şarkı söylüyordum, bu benim artistliğimin ilk günleriydi. Gorki de hemen yakınımda şato Mzkhet (4) hajıishanesindeydi.
— Bu nasıl adamdı ?
Siyah ceketle herhangi bir kimse az veya çok gösterişlidir. Daha iyi anlamak için o kimseyi banyoda görmek lâzımdır. Gorki ile sık sık banyolara giderdik. Bir gün sırtında birşey olduğu dikkatimi çekti. Bu, kambur değildi, fakat kürek kemikleri dışarıya çıkık ve göğsü çöküktü, bacaklarında şişmiş damarlar görünüyordu. Bunlardan başka bazı yara izleri ve. katılıklar da vardı. Ona:
I
— Kardeşim niçin kambur duruyorsun. niçin , damarların şiş ? Dedim. O vakit bana bütün ha-y.atımca. unutamıyacağım bir şey anlattı ••
— Fedor kardeş,- şimdi artık iyiyim, fakat görüyor musun? Göğsünde kalbinin yanında bir iz gösteriyordu, işte buraya, herhalde aptallığımdan bir tabanca kurşunu yerleştirdim çünkü ümitsizliğe düş müştüm
— Niçin? nasıl?
— Yaşamak için hiç bir sebep bulamıyordum, hayat bana o kadar ağır geliyordu ve etrafımda o kadar çok yalan vardı ki.
Beni Fedorovski sokağından Kazan hastahanesine getirdiler-dostlarım oraya geldi, içlerinden biri azarlar gibi bana baktı, başını salladı:
— “Seni odun kafalı, bir de muharrir olmak istiyordun, ayıp! „ dedi.
İnanır mısın Fedor? Yaşamak için öyle bir arzu duydum ki. bu gün bile aynısını hissetmiyorum. Burama yerleştirdiğim kurşundan başka kaburgalarım da kırıldı herhalde kürek kemiklerim, damarlarım ve başka yerlerim de butjdan öyle oldu.
— Öyle ise sen bazan kendine bir kurşun sıkıyorsun, bazan da kaburgalarını kırıyorsun, diye şaka ettim.
—. Kaburgalarımı ben kırmadım, onları başkaları kırdı, dedi. Bu tesadüfen bulunduğum bir köyde oldu. Orada şu sahneyi gördüm :
. i
Başı açık, çıplak bir kadını at yerine yük arabaşına koşmuşlar, içinde oturan mujikler, kocasına sadakatsizlik etti diye onu kamçı ile dövüyorlardı. Oracıkta bir papaz oturuyordu, insanı tahrik edici bir sükûtu vardı. Bütün bunları ne gözle gördüğümü anlarsın, hemen yaklaştım ve bağırdım “köpoğlu köpek, iyicene bunadın mı ? Ne yapıyorsun ?„ Papaz, mukabele etti: “Ya sen kimsin, burada ne arıyorsun ?„. Q anda papazın üzerine yürüdüm ve şiddetli, adamakıllı bir yumruk attım...
İşte biraz sonra bir hendekte kendime geldim. Zannedersem, bu da talihim varmış ki yağmur yağmaya başlamış ondan oldu, heri değe dolan soğuk su beni canlan-dııdı. Güç halle sürünerek köydeki hastahaneye kadar geldim.
Büliin bu izler, meydana koydukları ile bu adamın nihaî derinliklerinde saklı idi. Kırbaçla dövülen kadın, Voiganın üstündeki o
♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦
: : : : t : : : t î î î î ♦ ♦ t
î
: : : :
Bulutları yırta yırta, dağları devire devire, bir şarkı gelmektedir:
Zafer, diyor, hürriyet, diyor, ekmek, diyor.
Diyor: ey, etli kalın dudaklarında kin taşıyan! Diyor: ey, yerin altında kazma, kürek, yerin üstünde sapana öküz olan!
Diyor: ey, çalışkan 1 Diyor: ey, uykusuz! ı
Diyor: ey, sabırlı 1
Diyor: bu şarkı senin şarkın.
Diyor: bu şarkı alnının teriyle yazıldı.
Diyor: zafer!
Diyor: hürriyet!
Diyor: ekmek! . H HH
Diyor: tekmil duvarlar bu şarkıyla yıkılıp tekmil demirler bu şarkıyla sökülecek.
I
Ve sen, diyor,
çelikten ayaklarının üstünde
bu şarkıyla doğrulacaksın.
Ali KARASU
iyi
r
zahmetli âvâre hayat, yalnız kendi işi değil milyonlarca insanın işi, ümitsizlik: Yalnız kendisinin değil kendi kendine terkedilmiş mil" ■/onlarca meçhul insanın ümitsizliği, hayatın mânasından ve hakikatten şüphe; ' işte bunlar ona tabancasını doldurtmuştu.
Aleksi Maksimoviç için bana ne derlerse desinler, katî surette ve içime en küçük bir şüphe gelmeden biliyorum ki, bütün düşünceleri, hareketleri, meziyetleri ve kusurlarının bir tek kökü vardı: Büyük Rus nehri Volga ve onun iniltileri. Goıki şiddet ve emniyetle ilerlediği vakit, halk için daha bir istikbale doğru gidiyordu.
Gorki’nin ihtirasından, Capri ve Sorrente’deki- köşklerinde geçirdiği muhteşem hayattan, zenginliğinden bahsettikleri vakit insanlar hesabına utanıyorum. Çok iyi bildiğim için söyliyebilirim :
Gorki, nekadar kazansalar, beş parasız olan adamlardandı. Kendisi için para harcamazdı, parayı sevmezdi ve onunla alâkadar da olmazdı.
Hayır, Aleksi Maksimoviç’i sü-rükliyen para hırsı değildi. Halk için çektiği ezelî ıstıraptan bahsettim, onun yakıcı bir ihtirası daha, vardı: Rusyaya olan aşkı.
İşte bunu da aramızda geçen şu hadiselerden anladım :
Rus fırtınası her birimizi bir tarafa dağıtmış aradan bir çok
seneler geçmişti. Ben Pariste yaşıyordum, Gorki Moskovaya gitmek için Sorrenteden Romaya gel" mişti. Şunu da söyliyeyim ki ben Rusyadan ayrılırken Gorki de bunu tasdik etmiş, bizzat kendisi »kardeşim yerin burası değil» demişti. Fakat sonradan 1928 de Ro-mada tekrar karşılaştığımız vakit, dostuma göre Rusyada çok şeyler değişmiş ve orada benim için çalışmak imkânı açılmıştı. Bana sert bir sesle «Şimdi, Fedor, Rusyaya dönmelisin» diyordu.
O vakit Gorkinin nasihatlerine neden uymadığımı anlatmamın şimdi şırası değil, yalnız bu vakite kadar hangimizin haklı olduğunu bilmediğimi namuskârane söyliye-ceğim. Fakat katiyetle inandım ki Gorkinin sesinde benim için olduğu kadar Rusya için sevgi vardı.
Ondaki derin şuur konuşuyordu, “hepimiz, vicdanımızın, milletimizin malıyız,,. Bazan kendimi teselli 'etmek için söylediğim gibi onunla yalnız mânen beraber olmamız yetmez, bedenen, bütün yara izleri, katılaşmalar ve kambur-
larımızla da ona bağlıyız. rji
(1 ) Glinka*nın meşhur operası. r ’
(2) “Çar için hayat» da beş kah-
raman.
(3) Aleksi Maksimoviç Peşkov
(Gorkinin hakikî ismi). h
(4) Tifliste Mzkhet şatosu. (Siya-
sî hapisane). Gorki oraya sosyal de-
mokratlarla olan münasebetleri yüzün- İji-
den atılmıştı. A ! -i
5 / ■ i 1
Nuri^/gcm] ?
İnsanı ve insanlığı her şeyin üstünde tutan Y u n u s!
Yunusun asıl meziyeti, şairliğinden ve ondaki sâf şiirden çok daha üstiin olan insanlığı ve insan şair oluşudur. Yunus'un devrini yaratan İktisadî âmiller, o devirde onu da yaratmış ve o devrinden ayrılmadığı içindir ki devirleri aşmış, bu güne kadar gelmiştir.
YAZAN : Abdülbâki GÖLPINARLI
.x—OZKIRLAR susuz. Kâna doymamış toz-
► kırlar. Ağaçsız toprağın bağrı şahrem şah-
> ' rem‘ Kuruyan kanların üstüne damlayan
' taze kanlarla toprak, çiğ güneş altında yer yer buhurdan gibi tütmede. Kaynaklar kurumuş, ırmaklar suya hasret. Nehir, yatağının en derin yerinde, akmaktan bıkmış, kara san bir renkte irin gibi sızmada. Güneş kavuruyor, yakıyor, öldürüyor. Yerden bitme kerpiç köyler, yerlere gömülmüş. Kayalar çatlamada, kuru dere kenarındaki söğütler, sıtmalılara muska için yaprak bile veremiyorlar. Kökleri, tabiatın kahır pençesiyle sıkılmış ekinler, tohumluk bile vermeden âciz. Köy çeşmesi iplik gibi akıyor, sıra bekliyenler konuşmadan bekliyorlar, düşünmeden susuyorlar. Yıkılan Selçuk imparatorluğundan kalan toprak ve ekin iltizamcılığı derebeyi toprak ağalariyle elleri kamçılı, sırtlan yamçılı has köleler ve bunlara yardımcı hükümet kulları, topraksız köylü, öküzsüz tarla sahibi, donsuz ve tarladan tarlaya, ilden ile göçen ırgat sınıflarını meydana getirmiş. Sınıflar arası ortakçılar, tarla zaptetme sevdasında. Hazne bile ortakçılığı kârlı bulup bu işe girişmiş. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi yeniden yeniye salyana, kopcur, ya m, vergileri, halkın sırtına binmiş. Halk, can vermeden vergiden kurtulamıyor. ".....
Mogollar, bir alev akını, bir kan seli gibi gelip geçmişler. Merkezlerde bu akından ocaklar, bu selden gölcükler kalmış. Vakit vakit yeni yangınlar belirmede, zaman zaman yeni dalgalar görünmede, yakıp yandırmada, silip süpüımrde. Cengiz yasası ve Çağatay türesi yürürlüktedir. En tabiî haklar, ölüme sebep olabilir. Gök kubbe altında yıkanan asılır, kalçınını güneşte kurutan öldürülür. Aşiretler dağılmıştır, köyler can çekişmede. Malası eğri kılıç, harcı yürek kanı, insan çatısı üstüne kurulmuş kurulu düzen bozulmuş, çatı çökmüştür. Şehirlerde tezgâhlar durmuştur, küçük esnaf toprağı tutsa' altın olmaz. Yazılarda yiğit sinmiştir, taşı sıksa suyu çıkmaz. Derebeyleri, müstevlilere en aşağılık kullukla Aldamga alıyorlar; Moğol beyleri, en fazla zulümle Tarhan oluyorlar. İniltilerle dönen, ömürleri öğüten, zamanı dişleyip kemiren köy değirmeni, ununu ellere vermede. Adil tanrı, müstevlilerin müttefikidir. Danişmentler, bey sofralarının konuğu.
Bu yıkım âleminin üstünde mistik bir hava esmede. Kaderin sorumsuzluğuna, dünyanın faniliğine, ömrün geçip gittiğine, huzur ve refahın yokluğuna inananlar, ahrette saadet ummada, ölümden şifa beklemede. Yer yer gezen, yurt yurt konan, tanrı; lığına inanan, yahut hiç bir şeye inanmıyan derviş
6
ler, sefaletin mistisizmini yoğurmadalar. Kan seliyle sürüklenip gelenler, halkın teselli ihtiyacına takılıp kalıyorlar. Yerli dervişler yetişmede, vakıf tekkeler kurulmada, müsadereden mal kaçırılmada, göçebe natüralizmi, İslâm tasavvufiyle kaynaşmada.
Bu yokluk dünyasında bile ölmeyen insan ruhu, olanları seziyor, olaylara üzülüyor. Şehirlerde Farsça söyleyenler, köylerde Türkçe düşünenler belirmede. Gurbet, hasret, dağ, bel, sevgi, cefa, Taş, kesik, deniz, ırmak, bulut, güneş. Değirmen, ark, ekin, bulgur, zenginlik, yoksulluk. Tanrı, ahret, bey, zulüm, yağı tatar. Bütün bu yerli malzeme, o devrin malzemesi, yerli ve katıksız olarak halktan alınmada, yoğrulup halka verilmede. Şehirlerde Farsça son kemal devrini yaşamada, Türkçe dile gelmede, halk söylemek üzere ve halkın dili, sonradan Divan ede-bıyatiyie boğulan, ancak köylerde duyulan, dağlardan akseden, ırmaklardan dinlenen, köy çeşmesinin şırıltısında sezilen ve aşiretlerin göçüşüyle oğuldı-yan öz dil, Yunus’un dili, Yunııs söylüyor. XIII üncü yüzyıl söylüyor. XIII üncü yüzyıl, Yunus’u yetiştiren devir, böyle bir devir ve Yunus bu devrin devirlere hükmedecek şairi.
*
* * 4
Yunus, hiç bir vakit ruhuna gömülmüş değildir. Bu asırda bile bizde söylenmesi moda olan (iç âlem>i o asırda bile dış âlemle, iç âlemi yoğuran, iç âleme şekil veren, iç âlemi yaratan gerçek âlemle anlatmış bir şairdir.
Hiç bilmezem kezek kimin ? Aramızda gezer ölüm
Halkı bostan edinmiştir, dilediğin üzer ölüm der,
Teferrüç'eyleyivardım, sabahın sinleri gördüm, Karışmış kara toprağa, şu nazik tenleri gördüm diye inlerken “yer altında soğulan gözleri, dökülen inçi dişleri, çürüyen nazik tenleri, kurda, kuşa yem olan kalem parmakları, teleme yüzleri,, düşünür; cennet, cehennem çok geri bir plânda kalır onda. O, görülen korkunç hakikati söyler. Yakın yarından korkar ve şu mısralarda onun insan kalbi titreri
Miskin âdem oğlanını benzetmişler ekinciye, Kimi biter, kimi yiter, yere tohum saçmış gibi Bu dünyada bir nesneye yanar içim, göynür özüm : ı Yiğit iken ölenlere, gök ekini biçmiş gibi.
Zaman zaman ölümün, mezar içinde herkese tatbik ettiği mutlak müsavatı düşünür, mallı, mülklü kişilerden âdeta ölümle öcalır :
Şunlar ki çoktur mallan, gör niçe oldu halleri,
Sonucu bir gömlek giymiş, onun da yoktur
* v ı yenleri.
Kanı mülke benim deyen, köşk-ü saray beğen-miyen ? '
Şimdi bir evde yatarlar, taşlar olmuş üstünleri. Bunlar eve girmiyeler, zühd-ü taat kılmıyalar* Bu beyliği bulmıyalar, zira geçti devranları. Bunlar bir vakt beyler idi, kapıcılar korlar idi, Gel şimdi gör, bilmeyesin, bey katıgıdurur, kulları ?
Ne kapı vardır giresi, ne yemek vardır yiyesi,
Ne ışık vardır göresi, dün olmuştur gündüzleri.
Ölümden en.fazla bahseden Yunus, hiç şüphe yok ki hayata en maddi ve. kuvvetli bağlarla bağlıdır. Üzüntülerini sözle ören, gezginciliğin' besteliyen, hastalığını bile şiirle tesbit eden, ihtiyarlığını bile nefesiyle duyuran Yunus, ölümden kurtuluşu, tasavvufun telkin ettiği mevhum ebedilikte buimıya uğraşır. Bu imanı, tasavvufun neşeli meclislerinde kuvvetlendirmiye çalışır.
Ölmez aşk bilişleri, esrik meclis hoşları,
Daim bunların işi çeng-ü şeşta rebaptır der.
Aşkın verdiği feragat ve istiğna, bu istiğnanın mânevi ululuğu, onun en büyük zenginliğidir. Abdür-rezzak (Şeyh-i San’an), aşk yüzünden dört yüz müritle elli hac terketmiş, dininden dönmüş, haç öpmüş, çan çalmıştır. Aşk, yalnız insanı maddi kayıtlardan kurtarmakla kalmaz, mânevi kayıtlarından da .kurtarır. Yunus bunu nefsinde sınamıştır. Aşkı bir güneşe benzeten, aşkı olmıyan gönüle taş deyen şair> sevgiliye
Bülbül olubanı ötem, gönül alam, canlar ütem, Başımı elimde tutam, yoluna verem, yürüyem deyecek derecede bir feragat haline varmış,
Aşkın serhengi beni komaz hiçbir nesneye, Ne islâmda, ne dinde, anılmaz küfr-ü iman deyecek kadar kayıtlardan kurtulmuştur. Acaba bu aşk, tamamiyle mistik bir aşk mıdır ?
Kerem et, bir beri bak, nikap yüzünden bırak, Ayın on dördü müsün ? Balkurur yüzde yanak. Şol ağzından keleci, yüz bin şükrane ile, Destur gelsin taşraya, söylesin dil-ü dudak. Otuz iki mirvarı mercana dizmiş gibi, Kıymeti dürden olmuş, yaraşır inciden ak.
.Sıfatın arılığı bulgur-u nohut gibi,
İki kaşın ay, alnın gencaya verir sebak. Gören pervaneleyin nice oda düşmesin ? Gözlerinin bakışı can alır iki çırak.
Boyunu serv boyundan hiç fark eyleyemedim, Gümana veren beni küpeli iki kulak
diye sevgilisini öven,
Taştın yine deli gönül, sular gibi çağlarmısın? Aktın yine kanlı yaşım, yollarımı bağlarmısın ? Nidem, elim ermez yare, bulunmaz derdime
çare,
Aydın fikirli, hür ruhlu, insan düşünceli Prof. Saffet'in ölümünden duyduğumuz acı, sonsuzdur. Türk kültür âleminin başı sağolsun. Gelecek sayımızda Saffetin, şimdiye kadar yayınlanmamış bir yazısını okuyacaksınız.
Oldum ilimden avare, beni bunda eğlermisin ? Yavıkıldım ben yoldaşı, onulmaz bağrımın başı, Gözlerimin kanlı yaşı, ırmak olup çağlarmısın? Ben toprak oldum yoluna, sen -aşırı gözetirsin, Şu karşıma göğüs geren taş bağırlı dağlarmısm ? Harami gibi yoluma aykırı inen karlı dağ, Ben yarimden ayrı düştüm, beni bunda eğlermisin ?
Karlı dağların başında salkım salkım olan bulut, Saçın çözüp benim için yaşın yaşıtı ağlarmısın ? Esridi Yunus’un canı, yoldayım, illerim kanı? Yunus düşte gördü seni, sayrımısm, sağlar-mısm ? k •
Gibi güzelim bir şiirle hasretini anlatan, karlı dağ-latdan, aşılmaz bellerden sızlanan Yunus’u et ve sinir âşıkı saymaktan başka çaremiz yok. Mecazi aşkı, insanı gerçek aşka ulaştırdığı için hoş görüyor . denebilir. Fakat gerçek aşka ulaşınca ne olacak ?
Maddeyi mâna görecek; sevgiliyi Hak tanıyacak, “her şey o„ diyecek değil mi ? Biliş, görüş ve duyuş değişmesinden başka bir şey mi bu ? Zaten Yunus’un tasavvufu zühd üzerine kurulmuş korkak bir tasavvuf değil ki. Bütün varlığı Hak bilen, iman, küfür, din. mezhep tanımıyan, her dini ve herkesi bir gören, ibadetleri bir kayıt sayan, âşıkın bunlardan münezzeh olduğunu söyliyen bir bâtın eridir o.
Yetmiş iki millete birlik ile bakmıyan, Şer’in evliyasıysa hakikatta âsidir.
Bundan içeri haber işit, eydeyin ey yar, Hakikatin kâfiri şer’in evliyasıdır
deyecek kadar ileri giden,
Bir çeşmeden sızan su acı, tatlı olmıya, Edeptir bana yermek, bir lüleden sızarım. Yetmiş iki millete, suçum budur, hak dedim, Korku hıyanetedir, ya ben niçin kızarım ?
Beyitleriyle kanaatini açıkça bildiren, oruç ve namaz yerine sücü içip esridiğini, tespih ve seccade yerine şeşte ve kopuz dinlediğini söyliyen Yunus, yalnız gönle ehemmiyet verir :•
Gönüllerde iğ olmagıl, mahfillerde çiğ olmağıl, Çiğ nesnenin ne tadı var? Gel, ışk oduna, piş . - yürü.
- * .♦ ♦
Yunus Emre der hoca, gerekse var yüz hacca, Hepisindeıı iyice bir gönüle girmektir.
»
* ♦
Gönül Çalabın tahtı, Çalap gönüle bahtı, İki cihan bedbahtı kim gönül yıkar ise
Şeşte ve kopuzun uğruluk olmadığını, müziğe haram diyenin yanıldığını belirten ve şeştenin ağ zindan
Bana kiriş dediler, aşka giriş dediler,
Benim adım aşk verdi ben durmazam kolmaşta diyen, zamanının kültürünü benimsemiş, Sa’dî'nin bir gazelini nazmen Türkçeye çevirecek kadar Farsçayi ve tabiî bundan üstün olarak Arapçayı elde etmiş bulunan ve bilgiyi bir vasıta değil, bir gaye tanıyan' yobazlara sık sık çatan, insanı ve insanlığı her şeyin üstünde gören Yunus, âdeta İncillin bir sözünü
Sen sana ne sanırsan ayrığa da onu san, Dört kitabın ma’nisi budur eğer var ise
Devamı Sa. 11 Sü. 1 dc
Emperyalist Almanya hesabına ocaklar söndürenlere, köyler yıkanlara , vesika ekmeğiyle vereme yardım edenlere, çocuklarını boğan oruspu analar yaratanlara tertemiz vicdanının nefret yıldırımlarını yağdıran kahraman.
Abdiilbâki GÖLPINARLI
MUTLAKIYET devrinde en gür sesiyle saltanata ve saltanat mümessillerine dalkavukluk ederek yükselen, yükselmeyi ancak bu yolda bulan, her alçaklığı yutuveren zümreye lanetler okuyan vatansever Fikret. Hürriyet sevgisiyle hürriyet hasretini, devrinde en içli ve en özlü bir surette duyan ve duyuran, yasak şiirleri elden ele gezen şair. 1908 devriminin ilk günlerinde en neşeli ümitlerle kendisini çalışmıya veren gayret. Yeni bir ihtiras zümresinin hürriyet adına hürriyeti boğan, «Kanun diye kanun diye kanunu» tepeliyen saldırışı karşısında gönlünün kanını içine akıtarak yaralı bir aslan gibi Âşi yan’ma çekilip ürkmeden «Adımlar» ı, «Doksan beşe doğru» yu ve «Hân-ı yağma» yı yazan sulp karekter. Devrinin en kuvvetli münekkidi olduğu için dinsizliği, in" san bir şair olup kardeş bir insanlık dünyası istediği için milli-yetsizliği bahis mevzuu yapılarak kara kuvvetle faşistlerin hakaretlerine hedef olan, fakat irkilmeden bir yandan «Tarih-i kadim» ini, «Molla Sırat’a cevab» ını yazan, bir yandan «Harb-i mukaddes» şiiriyle, emperyalist Almanya hesabına ocaklar söndürenlere, köyler yıkanlara, vesika ekmeğiyle vereme yardım edenlere, kimsesiz çocuklarla çocuklarını boğan orospu analar yaratanlara tertemiz vicdanın nefret yıldırımlarını yağdıran materyalist kahraman, irticaa karşı ileri fikrin bayraktarı ve allahsız hür insan.
Ondan önce Tanzimat şairleri, divan tekniğinden ayrılamamışlar, bazı yeni fikirleri eski teknikle söylemeyi ve ancak nesirde Av-rupayı mümkün olduğu kadar taklit etmeyi yenilik saymışlardı. Hâ-
mid, yaptığı vazifeyi en iyi bir surette kendisi söyler: O, Tanzimatçılarla Serveti fünuncular arasında bir köprüdür. Şiirimizde hayata iniş, bütün vuzuhıyle Fikret’le başlar. «Balıkçılar», «Hasta çocuk»,' «Verin zavallılara», Rama, zan sadakası», «Zavallı hasta», «Sarhoş», «Haluk’un bayramı», «İzler»,.. Bütün bunlar, Fikret’ten önce şiirimizde yer almamış yazılar, edebiyatta düşünülmemiş mevzular , hayatta görülmemiş safhalardır. Devrinin ve mensubolduğu sınıfın icabı, tamamiyle halka inememiştir. Fakat bu, bir iniş merhalesidir. Ve ondan önce yok-
Fikret’te dil de büyük bir inkişafa uğramıştır. Ondan önce edebî şiir dili, konuşma dilinden bambaşkadır. Hatta Hâmid’de Tanzimat şairlerine nisbeten çok daha bozuk ve çok daha eskidir. Fakat Fikret,
'. Size ey bilmediğim, görmediğim ka-ri’ler, Size ithaf ile neşreyliyorum bunları ben derken pürüssüz bir konuşma dilinin şiir dili olduğunu derhal anlamaktayız.
Fikret hakkında uzun boylu _ mütalaa yürütmeyi bir tarafa bırakarak biz sadece burada iki kitaptan bahsetmek istiyoruz ı İstanbul Ünüversitesi Edebiyat fakültesi Yeni Türk edebiyatı Doçenti Dr. Mehmet Kaplan’m T e v -fikFikretve şiiri adlı kitabiyle (Türkiye yayınevi, 1946) Sabiha Sertel’in Tevfik Fikret, Idoolojisivc felsefe s i(Y urt veDünya yayınları, 1946).
Mehmet Kaplan, kitabının ilk bölümünde Şinasi’den' Serveti fü-nun’a kadar Türk şiirini «İçtimai ve siyasi fikirler, ferdiyetçilik, büyük ihtiraslar ve ıztıraplar, küçük ve günlük hassasiyetler devri» di
ye kendince devrelere ayırmakta,, fakat devrin cemiyetini kuran İktisadî amilleri, siyasî hususiyetleri, hiç, hiçbir şeyi belirtmemektedir. Bu indî bölüm, hiç bir zaman umumi bir mahiyet alamaz. İkinci bölümde Serveti fünun’un nasıl teşekkül ettiğini anlatırken devlet bünyesindeki siyasî çöküntüyü tahlili de çok noksandır. Bu tahlilde amillerden ziyade vakalar yer almaktadır. Üçüncü bölümde müellif, Fikret’in mizaç ve karekterini modern psikolojinin son mutalarına göre, yeniden İlmî bir şekilde ele -almak lüzumunu söylemekle beraber ‘‘elde bulunan malzeme böyle bir teşebbüs için kâfi gelecek durumda değildir» hükmünü veriyor (S: 43). Fakat yine de bu
Aşiyan’ı
Fikret’in Aşiyan’ını bir defa daha ziyaret etmek istedik ve 6 eylül günü, o meşhur ağaçlıklı yokuşu tırmanarak bu kartal yuvası gibi muhteşem binaya çıktık. Gelmekle iyi etmişiz. Bir kere Hüseyin Anka’nın muvaffakiyetle yarattığı tunç büstü gördük ve genç neslin böyle bir sanatkâra sahib oluşundan iftihar duyduk. Sonra da, Müzenin müdürü olduğunu öğrendiğimiz nazik ve kibar bir zat, B. Zeki Afşm, bize mevcut eşyalar üzerinde bilmediğimiz izahlarda bulundu; Fikret’in hâtırasına ait güzel anekdotlar anlattı. Kendisinden, Fikret’in Eyüp’te bulunan mezarının Aşiyan’a nakledileceğini öğrendik ve bu işe çok sevindik. Bu nakil keyfiyeti, Fikret’in büyüklüğüne yakışacak bir şekilde yapılmalı ve Aşiyan’ın bahçesine, şairin çok sevdiği havuzun yanma muhteşem bir mermer mezar hazırlaamalı-dır. Bu mezar hiç bir süs ve ziynet istemez, Fikret’in kendi adını oymak bu mermeri dile getirmiye kâfidir. Bu arada bahçenin tanzimi için de gereken himmet esirgen-
'^ işe girişerek, bütün bu çeşit yazılarda yapıldığı gibi anasının, ihtida etmiş bir Rum ailesinden gelme olduğunu ve ç o n ver s i o n ’ -. un “Fikret’in ' ailesinde mühim bir yer işgal,, ettiğini, “Bilâhare oğlu Haluk da tanassur etmiştir» (S:45) kaydını da ekliyerek sunar ve Fikret’in geçirdiği fikir istihalesini doğrudan doğruya irsiyete atfeder İhtidadan, hattâ Fikret’in bedenî yapısının «Pikniğe yakın atletik» (S: 46) olmasından şairin çekingen, ciddi, garip, mahcup, ürkek, ince hisli, titiz ve saire olduğuna, mehazlar göstererek hüküm verir (S; 47). İç âlem şairinin yetiştirdiği Dr. da . Fikret’in çocukluğu, mektep hayatı, şiire başlaması ve diğer bahisler hep böyle iç, âleme ait, dışta mesnedi olmıyan sözde tahlillerle sahifeler doldurur. (O1-gunluk çağı» ndan sonra «Son devre» bölümünde “Erkenden, mi zaçı icabı kendinde bir derunilik yaratan şair etrafından kopmuştur.
Ziyaret
memelidir. Aşiyan’ın bahçesi herhangi bir bahçe gibi süs-lenmemelidir; Fikret’in içinr de yaşadığı tarzda tanzim edilmeli, hattâ aynı çiçekler dikilmelidir. Bu iş için fikri sorulacak kimseler ve şairin eşi Bayan Nazime sağdır ve istenen izahatı memnuniyetle-verirler • ••
Burada bir başka nokta üzerinde de duracağız. Aşi-yan bir- müze değil, birçok medeni batı memleketlerinde . büyük şairlere yapıldığı gibi Fikret’in hâtırasına saygı için meydana getirilmiş bir hâtıra evidir. Edebiyatı Cedide için daha geniş mikyasta büyük bir müze ayrılmalı ve Aşiyan, Fikret için bırakılmalıdır. Müzenin müdürü, Fikret’in ötede beride basılmış olan eserlerini, hakkında yazılan ve şimdiye kadar sayısı binleri bulmuş olan makaleleri, münakaşa yazılarını, kitapları bir araya toplıya-rak bir arşiv meydan» getirmeye çalışırsa ve binanın alt katinı küçük bir okuma salonu haline getirirse kendisinden beklenmesi gereken faydalı işi düşünmüş ve yapmış o'acaktır.
Kendisinin doğru yolda gittiğinden hiçbir zaman şüphe etmemiştir. Onun en yakın arkadaşlarını dahi küçük hâdiselerle kırması vakıası ferdiyetine, ferdiyetçiliğine ne kadar bağlı olduğu hakkında bir fikir verebilir. Şâirin bu hususi mizacının ahlâki davranışlarındaki tesiri, gözden kaybedilmemek lâzım gelen bir noktadır. Fikret’in ahlakiliği, ferdî mizaç ve dispo-. zisyolarının fikrileşmiş bir tezahürü olarak görülebilir. Şair, ahlaki tavrını, R ü b a b ’ ın ikinci tabının başına koyduğu şu kıta ile çok güzel anlatmıştır:
Kimseden ümmîd-i feyz etmem, dilenmem perr-ü bâl, Kendi cevvim, kendi, eflâkimde ■ kendim tâirim lnhinâ tavk-ı esâretten gerandir
numa. Fikri hür, irfânı hür, vicdânı hür bir Şâirim.„ (107) satırlarını okurken bu anlayışa şaşmamak elden gelmiyor. Demek-ki Fikret, şundan bundan feyiz
umsa, ikbal göğüne çıkmak için -kol kanat dilense, kendi cevvinde, kendi eflâkinde uçmasa, eğilse ve esaret zincirinin halkasını bir inci gerdanlık, bir altın madalya say-sa fikri, irfanı ve vicdanı esir olsa ferdiyetçi olmıyacak, etrafından kopmamış olacak, doğru ' yolda gidecek, öyle mi? Ve eser sahibi, kendisinin, doğru yoldan gittiğin- ■ den şüphe ediyor mu acaba? Ede-
biyat doktorunun psikolojik mizaç *
tahlilinden çıkardığı sonuç, işte * *
böyle bir uçuruma kadar gidiyor. Eyâ veliyy-i niam dâd-ı kâ-
Yine doktor, Fikret’in, lttihad-ü rımız sensin (S: 61)
Terakki cemiyeti tarafından açılması tasavvur edilen bir mektep müdürlüğünü reddetmesi ve bunu, Salih Keramet’e bir mektupla bildirmesi yüzünden Fikret’i menfi saymakta (S: 115-116). Yalnız bu kadar ferdiyetçi ve bu kadar menfi olan Fikret’in vatansever olduğunu da nasılsa ve lütfen itiraf etmekte (S: 1.18), ve neticede Fikret'i pasif bir kahraman saymakta (S: 118) «Hakikat ve hayal trajedisini, ferdîden İçtimaîye, İçtimaîden beşerîye kadar» yükselttiğini söylemektedir (S: 200).
Hülasa Edebiyat doktoru bize , psikolojik ve orijinal bir tahlil ve tenkid nümunesi vermek istemiş, fakat «dünyada olup bitenler hep güneşteki lekelerden» diyenlerin sözlerinden daha doğru bir söz söyliyememiştir. Kitapta galet-i meşhurlardan başka rasgele rasla-dığımız şu bir kaç mısraı da kaydedelim : .
Yeııi bir fikir, taze bir hül ■ ya (S: 37) *
; * *
Diye ettim semaya isticvab (S: 38) ♦ *
Yıkık temeller maıızûr, uzakda bir mesken (S: 51) *
* »
Evet, s u b h - ı bahariden anlıdır gecesi (S: 61)
* *
N e ş î m e - i çemen üstünde vakf ı büzıı ü sürür (S: 72) ♦
* e
Gezdim akşamservler i ç r e küs k ü n (S: 75)
Tulû’-ı nuhsünü ümmîd içinde (S : 86) *
♦ *
Ufukta işte şu p i n b â-yl laci verdide (S: 195)
*
* * ,
Sevkeyliyor ufuklara pay-i g i r y a n ı n ı (S: 196) her halde bunlardaki söz yalnış-ları ve vezin düşüklükleri, zavallı mürettiplerin hataları olsa gerek!
* X
♦
Sabiha Sertel’in kitabı, Edebiyat doktorunun kitabı kadar değil, ondan hem hacım, hem sahife bakımından küçük (152 sahife), fa-> Sayfayı çeviriniz .
9
o
i
î
kat onunla kıyaslanamıyacak kadar değerlidir. Sabiha Serte), kitabına “Bu kitabı niçin yazdım ?„ başlıklı bir önsözle başlıyor. Burada Fikret hakkında yazılan başlıca kitapları ve Fikret etrafında kopan gürültüler üzerlerindeki sır perdelerini sıyırıp mahiyetlerini teşhir ederek anlattıktan ve Fikret davasının mürtecilerle ileri fikrin bir mücadelesi olduğunu belirttikten sonra Fikret’in yaşadığı devri ve Ostnanlı İmparatorluğunun çö-. küşünü, târihi tekâmül seyrinde fert ve cçmiyet münasebetlerini tahlil ederek belirtmekte ve Fikre-tin, yıkılmakta .olan bir imparatorluk devrinin mahsulü olduğunu kaydetmektedir. Bu bölümde Tanzimat reformunun, iç ve dış mücadeleler içinde bir yandan derebeylik şartlariyle yaşıyan, bir yandan Avrupa sanayii ve sermayesi ve emperyalizm karşısında zayıflayan bir imparatorluğun tekâmül hamlesi ve birinci Meşrutiyet reformunun da aynı şartlar içinde meydana gelmiş bir inkilâp olduğu, Abdülhamit devrinde ise iler fikirlere karşı derebeylik unsurla-riyle karakuvvetin menfaat bakımından birleştiği, nihayet 1908 inkılâbının burjuva demokratik inkılâbına doğru bir hamle bulunduğu etraflıca anlatılmakta ve Fikret’in yaşadığı cemiyetle münasebetleri araştırılmakta, fertlerin, en basit psikolojik bir tahlilde bile bütün üstün kabiliyetlerine rağmen yar şadığı devrin mahsulü olduğu söylenmektedir. Görülüyor ki edebi- ■_ yat doktorunun irsiyet ve şişmanlık mahsulü bir mizaç sahibi ve bu mizaçtan doğan ferdiyetçi bir şair buluşuna, âdeta yukarıda dediğimiz gibi hâdiseleri güneşte beliren lekelere yahut da Rabbim Taalânm takdir ve hikmetine bağlamasına karşılık Sabiha Sertei, tam bir ilmi görüşle işe girişmiştir. Elimize aldığımız kitap su üstüne yazılmış yazılarla dolu bir formalar mecmuası değil, bütün mâna-siyle bizi aydınlatan, müsbet gö rüşle yapılan tahlillere dayanan hayal mahsulü değil, hakikat ifadesi olan bir kitaptır. Mutlakiyet ve saltanatla mücadele devirlerinde Fikret, içinde yaşadığı cemiyet ve bu cemiyeti yoğuran amilleız'' incelenerek tahlil edilmektedir. Bun-, dan sonra millete her bakımdhn aykırı giden, halk tarafından âaç-ta milletin başına musallat olmuş-., başka bir devlet gibi görünen It-lihad-ü Terakki hükümetinin devri, bu hükümetin Birinci Dünya Harbine girişi, Fikret’e “Doksan beşe doğru,, ve “Han-ı yağma,, ile “Har-b-i mukaddes„i yazdıran, Fikret’in istihalesini tamamlıyan devir, yine müspet bir görüşle canlandırılmakta. Fikret, .bu devirde zaman ve mekân içinde devrinden aldığı il-
10
hamlar ve o devre karşı duyduğu duygular, insanlık iştiyakı belirti lerek olduğu gibi gösterilmektedir Kitabın, “Cumhuriyet devrinde Fikret» kısmında kökünü İttihatçılardan, Birinci Dünya Harbinden, yani yıkılmış imparatorluğun son günlerinden alan ve İkinci Dünya Savaşında Hitler Almanyasının istilâ devresinde canlanan faşist ce- . reyan, memleketimizdeki amil ve*^ sebepleriyle anlatılıyor ve Fikret'in birbirleriyle birleşen mürteci ve faşist unsurlar tarafından hakarete uğrayışımn sebepleri izah ediliyor.
Kitabın ikinci kısmı Fikret’in ideolojisine hasredilmiştir. Bu kısımda on sekizinci yüzyıl filozof ve şairlerinin ideolojileriyle Fikret’in ideolojisi arasındaki benzerlik incelenerek bunun, Fikreti de onlar gibi kurtuluşu ancak gelecek nesillerden bekliyen pasif bir duruma ve bedbinliğe sürüklediği kanaatine varılıyor, Fikretin sosyalist olup olmadığı incelenirken onda «Sosyalist temayüller vardır. Fakat Sosyalizm şartlarının olgunlaşmadığı bir devirde yaşıyan Fik-. ret’te bu Sosyalizm bir hayal ve gölge halinde kalmıştır* hükmü, . gerçeğin ta kendisi olarak veriliyor (Ş: 74). ‘«Fikret'in tarihi görüşü». «Fikret’in inkılâpçılığı» «Fikret’in insaniyetçiliği» bahislerinde.aynı metodla gerçek .kanaatle--re varılmıştır Mesela şu satırları beraber okuyalım T “Fikret’in bu milliyetçiliğiyle, bu insaniyetçiliğine telif edemiyehler, onun vatanperverliğindeki sübjekiivizmi anlamı-yanlardır. Fikret’in kendi cemiye tini tenkidde insafsızlığı da memleketine karşı duyduğu büyük sevginin aksülamelidir, Ötekiler gibi lâkayt kalabilseydi bu kadar hücuma uğramaz, hâlâ bugünkü nesillerin bile üzerinde konuştuk-arı bir ideolojinin sembolü ve mevzuu olarak ortaya çıkarılmaz-'dı„,.,...(S,,^ 102). «Fikret de lisanda ve edebiyatta yenilik yapmış, Türk-diline, halk'dl(ine doğru lisanı sadeleştirme cereyanının başında yürümüştü. Fakât hiç bir zaman lisanı sadeleştirme cereyanının emperyalist gayesini koymamıştır* (S: 1Ü4). Bu satırlardaki fikirler, hangi fikri salim adam tarafından inkâr edilebilir ? .
Kitabın-^on kısmı olan üçüncü bölüm “Fikret’in 'felsefesi,, ne aittir. Bu kısımda şairin genliğinde dindar olduğu, 1908 inkilâbından sonra ise insani yetçi telâkkileriyle ce-■ miyet telâkkisinin değiştiği gibi yarlık ve şuur telâkkisinin de de: ğiştiği, idealizmden materyalizme geçtiği, fakat eski materyalistler gibi varlıkla şuur münasebetlerini tahlilde bir çıkmaza düştüğü, tabi-
atta basitten mürekkebe doğru daimi bir inkişaf seyrinin mevcıı-diyetini kabul etmekle beraber btı inkişafı temin eden kuvveti arayınca «Eşyada ve hadiselerde bizatihi mevcut zıddiyetleri, daimi ha-; reket halinde olan varlığın içinde zıtların çarpışması ve birleşmesiyle meydana gelen tekâmülü,, diyalektik bir görüşle tahlil edemediği için» (114). “Ulvi ve münezzeh, kutsi ve muaallâ bir kudret i külliye,, tasavvuruna düştüğü, materyalizmin tarihi seyir ve inkişafı da hülâsa edilerek anlatılmaktadır. Bu kısmın “Fikret’in Felsefi görüşü,, bölümünde Marx’ın Diyalektik Materyalizminin ana inanışları hülasa edilmiş. Fikret’in bazı kimselerin iddiaları gibi hiçbir vakit Marxist . olmadığı belirtilirken sayın müellif “Fikret’i ateizminden dolayı Marx-ist sayanlar, materyalist görüşlerinde Marxist bir felsefe görüşü arayanlar için Marxizmiıı diyalektik felsefi görüşünü burada izaha luzum gördüm,, diyor (S: 125). Bu kısım, ölü Mehmet Ali Ayni ve. sözde diri Peyami Safa’nın Fikret’e saldırışlarının ne kadar gayrı İlmî, ne kadar çürük ve temelsiz olduğu yine müsbet bir görüşle anlatılarak ve bü saldırışların sebeple, rı incelenerek bitmektedir. Bu kısmın son satırları1 olan “Cumhuri yet hükümetinin, Aşiyan’ını satın alıp Edebiyat-ı cedide müzesi haline getirmesi, Fikret’e yapılan -bu hakarete karşı bir tarziye bile değildir» satırlarını içimiz üzülerek okuyoruz.
Sayın müellif, «Son söz» kısmında kitabını âdeta hülâsa etmiştir. Fikret'in Türkiye mikyasında bir mücadelede inkılâpçı ve insa-niyetçi bir ideoloji mümessili olduğunu anlatmakta ve kitabını, Fikret, «Düşmanlarının hakaretleri ve tecavüzleri karşısında yıkılmı- • yacak kadar kuvvetli yarınki nesiller için insaniyetçi düşüncenin ilk alemdarı olarak daima anılacaktır» cümleleriyle bitirmektedir.
Bize bu kadar müspet ve İlmî bir görüşle, tarih seyrini canlandırarak hadiseleri, İktisadî amilleriyle inceliyerek hacim bakımından küçük, fakat değer bakımından paha • biçilemiyecek kadar büyük ve olgun bir eser sunduğu için sayın Sabiha Sertel’e teşekkürlerimizi sunmak, borçumuzdur. Mübalağasız diyebiliriz ki memleketimizde, bir şair hakkında yapılan btı * (inceleme, ilk mütekâmil örnektir. WEdebiyct tetkikçilerine de örnek, olmasını dileyerek ve artık gerçek bilgi arıyâriların çürümüş, kokmuş ve sözden ibaret tetkiklerden bıkıp usandığını söyliyerek sözümüzü bitirelim. '
*
/
İnsanı ve İnsanlığı Her Şeye Üstün Tutan YUNUS!
■ ■ • 1 f . ı '
‘ (7 inci Sayfadan devanı) diye şiir diline naklederken insanlığın bir ayetrni de •
Duruş, kazan, ye, yedir, bir gönül ele getir,
Yüz Kâ’be’den yiğrektir bir gönül ziyareti beytine sıkıştırmış, zamanında, hattâ her zaman görülen ve görülegelen ferdiyetçiliğin şiddetle aleyhinde bulunmuş, halka ululuk satan, kendisini büyük sayan ve o zaman hoca ve şeyh kisvelerine bürünmüş olan yalancılara
Kerametim var diyen, halka ululuk satan,
Nefsin müslüman etsin var ise kerameti
beytile meydan okumuş, dostluğun değerini belirtmiştir. Yoldaki ağaca şiir düzer, “böyle uzamanın fuzulluk alâmeti olduğunu, ağacın kocalıp devranın döneceğini, kuşun budağa bir dem konup göçeceğini,, söyler ve
Bir gün sana zeval ere, yüce kaddin ine yere, Budakların oda gire, kayııaya kazan, kıza saç derken devrinde ferdiyetçiliği mihrap edinen ve maddi refahta uzayıp gidenleri düşünmemiş olmasına ihtimal vermek pek safça bir düşüncedir bizce.
Çiğ iken piştiğini, tanrısına hamdedereksöylemekle beraber samimiyeti, kendisini “boynunda icazeti, riya ile ibadet eden, dışı derviş, içi boş, dili tatlı, sözü hoş ve yaptığını, dinini değiştiren kişinin bile yapmı-yacağı„ bir riya mümessili olarak göstermekten de alıkoyamaz. Ölüm korkusuyla kıvranan,.nih '.yet mistik inanışın kendisine yokluk tarzında verdiği ve tasavvufa göre gerçek, gerçekte ise mevhum varlığa, dayanarak
Şol bir beş on arşın bezi kefeni edeler eğnime, Dökem şol dünye donların giyem hey dost deyi deyi.
Mecnun oluban yürüyem, yüce dağları bürüyem Mum olubanı eriyem, yanam Jıey dost deyi deyi Günler geçe, yıl çevrile, üstüme sinlem devrile, Tençürüye. toprak ola tozam' hey dost deyi deyi beyitleriyle büyük bir ihataya mazhar olduğunu .söyler, bütün peygamberlerin, hattâ Şeytan, Nemrut, Fravun gibi kötülükle ün almış tarihî yahut muhayyel şahsiyetlerin hakikatlerini' kendisinde bulur, tanrılığını büyük bir inançla haykırırken bu renkten renge, kalıptan kalıba giren, fakat hiç bir renkte, hiç bir kalıpta asıl rengini, halktan ve halkın olduğunu unutmayan Yunus,
İstendim allahı, buldum ise ne oldu?
Ağlaridim dün-ü gün, güldüm ise ne oldu?
Diye bulduğunu da küçümsiyerek, mühimsemiyerek duyduğu inkisarı, çektiği ezayı, insanı hayretlere düşürerek bildiriverir.
Halk içinde yetişen, ilhamım halktan alan, düşüncesini halka, halkın diliyle söyliyen, mecazlarında halktan ve hakikattan ayrılmıyan Yunus Emre, devrinin mistik havasına ve o havanın verdiği nisbî feragata, yalancı huzura ve mevhum istiğnaya rağmen Mevlâna kadar geniş ve şümullü olmamakla beraber zamanını, o yıkım devrini aksettirmekten de geri kalmamıştır. Bir şiirinde «zemanenin yatlı olduğunu, haramın kıymetlendiğini, şeytanların semirdiğini, hâram ile hamrin cihanı tuttuğunu, peygamber yerine geçen hocaların, halkın başına zahmet kesildiklerini» anlatıp şikâyet ederken bir başka şiirinde
Cefayı çeken eller
İlk sigarayı içtiğim gün başım dönmüştü, hatırlarım onu h.er hatırlayışımda başımın tekrar döndüğünü duyarım.
Saat aşmış gecenin ortasını Ağaçlar göğüs geçiriyor, rüzgâr çıplak ayaklariyle dolaşıyor gizliden gizliye...
Duvarlarda salkım saçak hayaller gözlerimle örülmüş, kimi geçmişe, kimi geleceğe ait.. Karanlık inkâr edilir gibi değil, Penceremin camları simsiyah; yıldızlar görünmiyecek kadar ufak, yıldızlar nokta ııokta yıldızlar uykum kadar uzak.
Bir türkü kımıldanıyor içimde :
. -Dağ başında bir gece-
kan dizleyi dizleyi..
Tuhaf şey, J ■
ben bu şarkıyı hiç unutmazdım; -Hem okudum, hem yazdım yalan dünya senden bezdim... Bu türkü anamı hatırlatır bana.
Anamın ağarmış saçları vardı,
■ ellerinin derisi buruşuk ve esmer. Beş çocuk yetiştirmiş bu eller, kıtlık senelerinde toprağı yumruklamış. Böyle milyonlarca el tanırım : Atıadoluyu dolduran bu ellerdir, bu ellerdir cefayı çeken, aç kalan, bıı ellerdir merlıemsiz yaralarımızı bastıran, bu ellerdir bize şiir yazdıran, destan yazdıran...
Misafir baskınına uğrar gibi hatıraların baskınına uğradım, ağzım...
ağzım zehir gibi;
sigara paketim beni sabaha ulaştirsa bari.
Suat TAŞER
eski ve hatta Fakıyh Ahmet ve Mevlâna gibi çağdaş sufilerin hasretini duyurmakta, âlemin bozulduğunu yana yana anlatmaktadır. Bir başka şiirinde de
Danışman okur, tutmaz, derviş yolun gözetmez, Bu -halk öğüt işitmez, ne sarp zaman olısar.
Gitti beyler mürveti, binmişler birer atı, Yediği yoksul eti, içtiği kan olısar
diye en ağır bir dille devrinin beylerini ve bu beylere satılmış sözde münevver zümreyi tenkitten çekinmemiştir.
Hasılı zamanının büyük bir şairi olan Yunus, ne halktan ayrılmıştır, ne zamanından. Zaten bu gün, onu yaşatan değer de şüphe yok ki şaitliğinden ve ondaki sâf şiirden çok daha üstün olan bu meziyeti’ bu insanlığı, insan şair oluşudur. Devrini yaratan İktisadî âmiller, o devirde onu da yaratmış ve o, devrinden ayrılmadığı içindir ki devirleri aşmış, bu güne kadar gelmiştir.
Yunus Emre mi yalan söylüyor, yoksa Orotoryo mu ?
' ■ (Gelecek Saytda)
11
t .;
Evet, kitap yakmayı ilk defa N a z i I e r düşünmüşler ve işe erkekleri, kadınları ve çocukları yakmakla devam etmişlerdi. KAFKA’yı yakmayınız; bu işi, gönüllü olarak yapacak olan kültür düşmanlarına bırakınız ■
ı R Fransız dergisi
' lUç* haftalarca süren bir O anket açtı, yazıcılara ve okuyucularına so ruyor : Kafka’nm eserlerini yakmak mı ? Hatırlardadır: Nazi Al- ■
manyasında, Reichstag yangınından sonra bir başka muazzam alev göklere yükselmişti. Yalnız Gorki, Rolland, Barbusse gibi tandaııslı yazıcılar değil Vol-taire’den Stefan Zweig’a, Jack London’dan Gide’e kadar zengin bir kültür hâzinesi ve bu arada Franz. Kafka’nm kitapları ateşe verildi. “Kültür» kelimesini işitince tabancamı çekerim diyen bir zihniyetin kitap yangınlarına ve müze tahriplerine baş vurmuş olması gayrı tabiî görünmez. Fakat, halk kitlelerine geniş bir söz hakkı tanıyan bugünkü demokratik Fransa’da bazı edebiyat eserlerine duyulan bu aksü-lâmel nedendir?
A c t i o ıı gazetesinin anketine verilen cevaplarda bu soruya izahlar aramadan önce Kafka’nm kim olduğu hakkında bilgi verelim: 3 temmuz 1883 de. Prag’da doğmuş ve 3 haziran 1924 de Viyana civarında Kierling sana-toryomunda ölmüş Çekoslovak-. yalı bir yahudi romancısıdır. Hayatında tamamlanmamış bıraktığı eserleri ölümünden sonra neşre-dilebilmiştir. Romancı, yazdıklarını sağlığında neşretmek istememiş, ve hattâ bir kısmını sobaya atarak kendi eliyle yakmıştır. Elde mevcut eserleri, yakın arkadaşı Max Brod tarafından edebiyat âlemine çıkarılmıştır.
Dindar bir yahudi ailesinin çocuğu olan sanatkâr, dinî geleneklerle cemiyetin kendisinde yarattığı isyanlar arasında çırpın- ■ mış durmuştur. Kafka, bir yandan da, zamanımız sanatkârının yaşamakta olduğu büyük dramı yaşamıştır: ekmeğini kazanmak için bir sigorta şirketinde çalışırken ömrünün bir kısmını edebiyat için ayırmak zorunda kalmıştır. Baba ocağı ve yahudi cemaatiyle uyuşamamazlık, münze
vî bir bekâr [hayatı 've’^nihayet
—l'JT T-- —«.▼». sr-ı- • ...
tüberküloz, onun bu ferdî dramını daha da acılaştirmıştır. Bıı büyük hastanın kaleminden fışkıran satırlar, bu yüzden, zakkum gibi acıdır.
Yahudi ve Çek olduğundan, işgal esnasında Fransa’da, tıpkı Nazi Almanyasında olduğu gibi, adı duyulmaz olmuş, fakat harb
.-------- YAZAN: —----------.
Hüsamettin Bozok
I_____ 1
biter bitmez, âdeta dünya edebiyatının en mühim simalarından biri haline gelmiştir. Tanrı’nın bütün feryatlara sağır kaldığı bir dünya içinde, insan oğlunun sefil durumunu bedbin bir cepheden ifade eden eserleri büyük bir ilgi toplamıştır. Bazıları bunıi, Buchenwald ve Dachau insan mezbahalarından ve Gestapo’dan kurtulmuş olmanın yarattığı atmosfer ile izah ettjler. A c t i o n ıın açtığı anket de bize, ekseriyetle kitap yakmanın kötü bir şey olduğunu, hasta olmıyan topluluklar, için bedbin bir edebiyatın tesirsiz kalacağını anlatıyor. Buna rağmen, Jean Freville gibi, edebiyatın mesuliyeti hakkında önemli izahlar yapanlar da var.. .
Mahkûm edilmek istenen edebiyat, ümitsizlik, can sıkıntısı ve bedbinlik aşılıyan “kaıa„ edebiyattır. Julien Benda’ya göre yazıcı, politik ve sosyal baskıların dışında olarak, doğruluğuna inandığını yazan adamdır. Yazıcı ne bedbin olabilir, ne de nikbin. Ö sadece, mümkün olduğu kadar objektif bir şekilde, içinde bulunduğu âlemi ve bu âlemin gelecekte alacağı durumu ortaya ko* yar. Yazıcı hakkında hüküm verecek olan, şahsî kıymet hükümlerine göre hareket eden okuyucudur.
Jean Freville ise aksi kanaattedir. Ona göre nötr bir edebiyat yoktur: Mutlak hürriyet bir burjuva veya anarşist uydurmasıdır. Bir cemiyet içinde yaşamak,
sonra da ona tabi olmamak imkânsızdır. Şimdiye kadar “hürriyet namına» , «yazıcının kendini serbestçe ifade edebilmesi namına» , diye ortaya çıkanlar hep, edebiyatın antisosyal ve reaksi-yoııer karakterini kuvvetlendirmekten başka bir şey yapmamışlardır. Dün yazıcının başıboş serbestliğini müdafaa edenler bugün tröstlerin serbestliğini müdafaaya kadar işi ileri götürmüşler ve demokrasiyi sık boğaz edenler yine onlar olmuşlardır. .
Genç yaşta ölümünü büyük bir teessürle öğrenmiş olduğumuz Heııri Mougiıı ise Kafka’-yı yakınalı mı sorusunun altında şunların gizli olduğunu söylüyor: Edebiyatın bir aksiyon kabiliyeti var mıdır ? Edebiyat bir şeye delâlet eder mi ? Edebiyatın bir mesûliyeti var mıdır? Yazıcı yazdığına niçin inanır ? Niçin yazı yazar? Yazmaya mecbur olduğunu ve yazmak istediğini yazabilir mi? Veyahut da, Paul Eluard’-ın gayrı iradî şiirden bahsettiği mânada edebiyat gayrı iradî midir ? Bütün bu sorular, insanı, Taine’in ölümünden beri elli yıldır sorulan suale götürüyor: E-debiyat nedir?. Mevzuu dağıtmamak için Mougin’in kanaatine dönelim: Hitler’in Voltaire’i, . Gide’i ve Otto’nun tertip ettiği listedekileri yakışı gibi Kafka’yı yakmak yalnız gafil ve bön in-insanlar için mevzu bahsolabtlir, diyor.
Jean Paulhan, sipariş üzerine meydana getirilen bir nikbinlikten, içten gelen bir bedbinliğin daha üstün bir meziyet olduğunu ileri sürüyor ve Zola’nln ilk romanlarını yazdığı zaman, münekkitlerin burunlarını tıkamış ol? doklarını ve bunun bir san’atkâr için intihar demek olduğunu söylediklerini bildiriyor. Bu durum, Zola’nm dünyayı gül pembe gösteren romanları meydana gelinceye kadar devam etti. Fakat iyi bir okuyucu çok iyi bilir ki G e r m i n a 1 acı, fakat sıhhatli
(Sonu 15 inci sayfada)
12
Bilbaşar
gibi acemi
Kaymaklı
tavukgöğs ü
ru, elbise kupon-Yerli Mallar gelip geçenlere alıyorum..,, diye borsacılara
fjAY Naci Du kılarından ilkini, Pazarı civarında “memur kuponu
- fısıldıyan kara tııış, dönüyordu.
Artık eskisi utangaç değildi. Alışı verişi bir ayak evvel bitirmek için, ilk teklif edilen fiyata “eyvallah.. Allah bereket versin... Taş mı attım . kolum mu yoruldu..,, demiyordu. Şimdi bu işi bir suç, bir nevi dilencilik telâkki etmiyor, bu alış verişe harbin şu son yılında iyiden iyiye alışmış bulunuyordu. •
Hükümetin 15 lira karşılığj verdiği A kuponu kendisine havadan 10 lira kazandırmıştı işte amma bu parayı “nereye peşin,, sarf edeceğine henüz karar verememişti. “Delik o kadar büyük yama o kadar küçük„ di ki..
Karısı ne derse desiıı, oğlanı bir kere doktora göstermeliydi,. “Sulucan var da ondan sarı bu çocuk bu kadar„ diyorlardı komşular... amma, solucan peynirden şekerden olurdu.. Oysaki oğlanın peynir yüzü gördüğü yoktu. Şekeri de arada sırada karısının dayısına misafir gittikleri * zaman yiyordu.
Çocukta solucan olmadığı muhakkaktı. Ne salyası akıyor, ne de burnu kaşınıyordu.
Peki amma karnı da boşuna şişmezdi ya oğlanın?.Elbet bir derdi vardı.Dispansere götürmeliydi muhakkak bir kere. (Gözlüklü doktorun ilâçları iyi geliyor her kese..) diyordu mahalleliler...
Bay Naci Duru’nun karısı çocukta “doktorluk,, bir maraz görmüyordu. O, bütün fakir semt halkı gibi, doktordan çok komşu teyzelerine inanıyor, onların ilâçlarını daha “hasiyetli,, buluyordu Sarmısakla kabak çekirdeğini dö-ğüp sabahları yutturdular mı, yüzünün sarılığı da giderdi, karnının şişliği de inerdi.. Hadi bilmedin, solucan şekeri yedirirdin.. Bak o zaman bir şeysi kahr mıy dı oğlanın...
Lâkin Bay Naci Duru için 45 inden sonra kavuşulan bu oğlancığın kıymeti büyüktü. O, “kuru
- dalının meyvası„ idi. Ve onu, kabristan avlusunda çocukların
YAZAN :
Kemal
taşladığı sarı erikler gibi renksiz görmiye 1 .yüreği katlanamıyordu Yanaklarının Amasya elması gibi kırmızıjkırmızı' ışıldanmasını isti, yordu. Kör olası ^cihanTsavaşınm sırası mıydı.. Harp çıkmasaydı hu çocuk şimdi böyle mi olurdu? Ona yatarken 250 gramcık süt içirse, sabahları tere yağcığtnı, yumurtasını, reçelini yedirse yanakları böyle solar mı idi... Harb-çıkaranın gözleri kör olsundu..
Hayır.;,' Bay Naci Duru karısının bütün iyimserliğine rağmen bu 10 lirayı oğlanın sağlığına lıarcıyacaktı. Varsın bu para da eczacılara kısmet olsundu.. Zaten lâneti nasıl kazanmışlardı... Alın teriyle kazanılmıyan paranın gideceği yer belli idi; ya ilâca ya doktora idi...
Sara Hanım nihayet boyun eğdi., amma: “ yazık dört ki'o et parasına..,, demekten kendini alamadı.
Küçük Engin’e “adamlık,, lan giydirildi. Saçları tarandı Engin küçülmüş Lâciverd elbiseleri için de büsbütün çelimsiz ve sarı görünüyordu.
Dispanserin “gözlüklü doktor„u korkudan gözlerinin halkaları büyümüş, babasının ellerine sim sıkı yapışmış olan Engini okşadı. Ona bir şeker verdi. Sonra bir tane daha vereceğini vaid ederek boğazını, ciğerlerini ve karnını muayene etti. Göz kapaklarına bakarak kansızlığının derecesini ölçtü. • ■ ,
Çocuk bir az zayıf düşmüştü.
karnının şişliği , bundandı. T “Bir tüberküloz başlangıcı,, diyemedi. Bu melun kelime boğazında. düğümlendi.
İştahsızlığı için bir şurup, kanlanması için iğneler veriyordu. Tereyağ,7peynir, pirzola, karaciğer,“tatlılar kompostolar tavsiye etmenin bu fakir semt halkile alay etmek gibi bir şey olacağını hissediyordu.
Fakat “mümkün olursa günde 3-4 yumurta yedirmelisiniz,, dedi .Reçeteyi babasına verirken Enginin ağzına iri bir lokum soktu.. “Hadi geçmiş olsunl» dedi. Onlar baba-oğul kapıdan çıktıkları sırada doktor başını salladı ve omuzlarını kaldırdı. Harp yılları içindeydik ne çare...
*
* *
Bay Naci Duru ilâçları “şifa„ da yaptırdı. Bu ad ona ilâçların hulâsası gibi geliyordu. Eh. . ilâcın iyisi de adamın iyisi gibi «büyük» yer de bulunurdu. Bu çeşit çeşit kavanozlar, mavi-kırmızı yeni dünyalar, ier, ceme kânlı kutuları ona, kül olacakları bi geliyordu.
Küçük Engin de, bu beyaz gömlekli adamların gidip kayboldukları kırmızı perde arkasında fevkalâde bir şeyler olacağını sanıyordu. Kapının üstündeki resim den gözlerini ayıramıyordu. Kıpkırmızı bir adamın ağzından alevler fışkırıyordu. Bu resim ona
Sayfayı çeviriniz
garip garip şişe-dolaplar ve ilâç hastalıkların yanıp acaip bir âlem gi-
l
13
. S
«
komşu . Rasime Halanın masallarındaki devi hatırlatıyor ve babasına sokuluyordu.
Ecza'ıâııeden «ianeleri ve şuruplar! > aldıkları zaman ellerinde 125 kuruşları kalmıştı. Bu pahalılık zamanda üç çeşit ilâç almışlardı.. Buna da şükür... ya ilâçları bıılamasalardı.. Engin, ecza-hane önünde Lorel ve Hardi satan bir kuklacıdan, kendisine bir “şapkalı cüce,, alması için babasına yalvardı. Ne güzeldi. Bu cüceler.. boyları uzayıp uzayıp kısalıyordu.
Bay Naci Duru, hanımdan azar işiteceğini bildiği halde oğlunun bu arzusunu kıramadı. Ya oğlan ölüverirse... İçinde bir huzursuzluk halinde duyduğu bu endişe şim.li bütün acılığı ve çıplaklığı ile ortaya çıkıyordu. O zaman oğluna bir kukla almayış* yüreğinde büyük bir yara halinde kanayacaktı.
75ku.-uş verip kırmızı yanaklı ve şişman olan, kuklayı satın aldı. Kim bilir belki de bu ilâçlar sayesinde oğlı: da böyle şişmanlardı.. Küçük Eııg.n, kuklacının gösterdiği şekilde bebeğini yakaladı. Kuklanın elbisesi altında, makasa benzer iki tahta parçasını sıktığı zaman “cüce, niıı boyu uzuyordu. Ooo... bu ufacık adam kendisine gülüyordu.. Engin de kahkaha ile gülmiye başladı..
Babası buna pek sevindi.
“İsterse haıııtn bana bir hafta kahve parası vermesin... Bu israfımızı da başımıza kaksın, razıyım Engin kuklasından memnun ya!„
Mamafih çarşı içinden el ele giderlerken:
“Bana bak Engini. Annen sorarsa kuklayı çarşıdan aldığımı zı söyleme. “ (gözlüklü doktor) verdi„ de emi ?..„ diye tenbilı etti. t’Bilirsin annen oyuncağa para vermemizi istemez..,, dedi.
Mahallebici önünden geçiyorlardı. Engin, babasını bu günkü kadar cömerd ve zengin hiç görmemişti. Ne isterse babasının alacağını sanıyordu. Mahallebiciııin cemekânlarındaki mahallebiler, sütlâçlar kim bilir ne tatlı idi. Müjgan teyzelerde bir defa tavukgöğsü yemişlerdi. O da tıpkı bunlar gibi boyayla süslenmişti. Ah şu tavukgöğsünden bir tane ye-seler. “Babacığım; acıktım ben Bana tavukgöğsü alsana ..„
Bu teklif Naci Duru’yu hem sevindirdi. Hem ürküttü. Oğlu bir şey yemek istiyordu ha.. Ev
de sofraya bin nazla oturup bir şey yemeden kalkan oğlu ’ şimdi acıktım diyordu. (Göz uklü doktor) un elinde muhakkak bir uğur vardı.
İyi amma, acaba cebinde ta vuk göğsü alacak kadar para kaldı mıydı? 50 kuruş vardı Eh., bu para ile de£- bir tabak tavukgöğsü verirlerdi elbet.. k( ndisi yemese de olurdu. Parası olmadığı için yiyemediğini nereden bileceklerdi?. Mahallebici, olsa olsa. kendisini ya oruçlu sanacak... yahut da şeker hastalığından muztarip bilecekti.
Cemekânın kenarındayız liste gözüne ilişti. İşte... Tavuk göğsünün karşısında 17,5 kuruş yazık idi.
Demek kendisi de bir tabak yese gene 15 kuruş kalacaktı.
Mahellebiciye göğsünü gere gere girdi.
içerde, bir köşeye çekilmiş, burun buruna,) bir delikaı.ll ile bir boyalı kızdan başka km-se yoktu. Erkek bir şeyler anla tıyor, öteki kaşıyla gelişi güzel oynayarak ve' gülümseyerek onu dinleyordu. (Bu hararetli ve al-, çak ses i konuşmayı biz de biliriz» diye düşündü. “Hey gidi gençlik ve bolluk ytlları...„
Oğlunu sandalyeye oturttu. Engin’in “gülen cüce„ sini de masa üzerine yatırdı..
Naci Duru, masayı bezle silerek, ne emir ettiğini soran gar. sona, gayet katî bir sesle:
“Bize iki tavuk göğsü getirl.„ dedi.
Engin, kuklasını alıp oynatmak hevesile. ona bir kerre saldırdı ise de, babası elini tuttu. Kaşlarını yukarı kaldırdı.
“Burada olmaz!, dedi.
Engin “burada niçin olmaz!, diye düşündü ise de, sormağa
A YAZAN : ERICH
& MARIA
$ REMARQUE
W ÇEVİREN :ZERİA KARADENİZ
W
bütün KİTABEYİ
Fiyatı : 3Ö0 kuruş
cesaret edemedi. Duvarlarda oka-dar çok ayna vardı ki.. Canıekân-lar da tatlı ile dolu idi. Şu beyaz elbiseli adam, niçin bu kadar çok tatlısı olduğu halde yemiyordu. Yoksa o da, (gözlüklü doktor) gibi hastalara mı bakı yordu.
Garson iki tavukgöğsü getirdiği sırada bay Naci Duru başından şapkasını çıkarmadığını hatırladı.
Şapkayla böyle yerlerde oturmak ayıptı.. Şu gençler ihtimal kendisini ayıplamışlardı.
Hadi onlar görmedi, diyelim. Etraflarına bakacak halleri yok.. Ama şu garsonla, masadaki kız her halde boşuna gülümsemiyorlardı. Birbirine..
Şapkasını asıp tekrar yerine oturduğu zaman oğlunun büyük bir işteha ile tavııkgöğsünü yediğini gördü. Maşallah yarılamış-tı bi e.. Yok canım.. Tavukgöğsünü mahallebici tabaklara küçücük parçalar halinde koymuştu da ondan öyle sayıyordu.. Oğlu henüz, üzerinden- bir kaşık. . O ne.. Tavukgöğsüııün üzerinde kaymak vardı ve oğlu onun yarısını yemişti. Acaba?.. Evet kendi tabağında da, tavukgöğsünün üzerinde bir parça kdymak vardı-
Sırtından soğuk bir ter boşandı.
Eyvah.. Kaymak parasını nereden verecekti. Amma levhada kaymaklı tavukgöğsü diye bir tatlı fiatı yazılmamıştı. Camekân-daki bütün tavukgöğsü ve mahallebiler üzerinde birer parça kaymak vardı . Yüreğine biraz su serpildi.. Eh... Demek ki tavukgöğsünün parçaları küçülmüştü.. Fakat üzerine biraz kaymak ilave edilmişti.
Bununla beraber, içi rahat değildi. Yediği kaymaklı tavukgöğsünün lezzetini bir türlü çıkara-iniyordu. Ağzının tadı kaçmıştı sanki.
Engin tabağını iyice sıyırdı. Hatta iki eliyle kenarından yakaladı. Fakat baba-ı tam vaktin de müdahale ederek, gülünç bir vaziyete düşmekten kurtardı kendilerini.. “Evlâdım.. Tabak yalanmaz, biliyorsun, diye fısıldadı ve kendi tabağındaki parçayı da oğluna verdi. Bereket o sırada iki genç müşteri kolkola dükkândan çıkıyorlardı. Kimse onun bu müdahalesini görmemişti.
Garsonu çağırdı. 50 kuruşu masa üzetine koydu.. Garson parayı almadı:
“Daha 20 kuruş vereceksiniz
efendim.„ dedi.
Sırtına bir ter dalgası hücum etti. Sakin olmağa çalışarak sordu : Neden? iki tavukgöğsü yemedik mi biz?.„
Garson ellerini uğuşturdu:,
“Evet efendim, fakat kaymaklı idi..„
Koruduğuna uğramıştı’demek.. Şimdi gözünün önüne garsonla çekişmeler.. Kapının önüne birikmiş insanlar.. Polisler geliyordu. Rezil mi olacaktı?
Oysa kî burada kendisi haksiz değildi.. İşin içinde bir düzenbazlık var gibi idi. Onlardan kaymaklı tavukgöğsü isteyen kimdi?.
Soğuk kanlılığı eldeu bırakmamalı idi.. - ■ .
“Ben sizden iki tane tavukgöğsü istedim. Kaymaklı olsun dedim mi?„ İşte fia listenizde karşıda. Tavukgöğsü 17.5 kuruş, diye yazılı.. Kaymaklı, kaymak-sız lâfı yok.. (Kaymaklı tavukgöğsü) diye bir şey olsaydı, onun da fiatıııı yazardınız.„
Hâkim karşısında kendini müdafaa eden bir suçlu gibi bütün cesaret ve zekâsı uyanmıştı.
Bu da ye iti bir karaborsa hilesi mi idi?. Bu ne rezaletti; âlemi soymak için bütün esnaf el birliği ini etmişti?.
Bay Naci Duru’nun bu tehdit dolu sözleri garsonu şaşırtmıştı.
“Şimdi müşteriler hep böyle yiyorlar da efendim . Affedersiniz, Yanlışlık bizde oldu..n Dedi.
Bay Naci Duru istihfaf dolu bir bakışla baktı ve dudağının ucundan:
“Biz o kibarlardan değiliz oğlum.. 50 kuruş içinden 35 kuruş al.. Üstünü ver.. Ben fazla lâf istemem..,, Dedi.
»
* *
Avucunda 15 kuruşla kapıdan çıktıkları zaman, kaymaklı tavukgöğsü satanlara' karşı bir zafer kazandığı halde neşe, sevinç yerine bir yeis, hüzün ve bıkkınlık duyuyordu.
Enginin elindeki kukla gülüyordu ve sokaktan insanlar koşar gibi yürüyorlardı..
Kemal BİLBAŞAR
İşçi Arkadaş ! |
Sn n rl i 1/ o haftalik işçi gazetesİ t C 11 U I r\ a cumartesilerİ çikar t SENİN GAZETENDİR |
Onu oku ve okut - Sayısı 10 kuruş t
ABONE: Yıllığı — 500, 6 aylığı — 250, 3 aylığı — 125 kuruştur, j .
SENDİKAYA ABONE OLUNUZ |
♦
♦
♦ .
♦
♦
♦
♦
♦
♦ J
♦
Kitap Yakmak Yok!
Onikinci Sahifeden Devam
Bir^kuvvet ile doludur. Döl Be-reketi’ndç nikbinlik aşılanmak istenmiş olmasına rağmen bunu bulamayız. Paulhan’a göre “nikbin edebiyat saadet gibidir, arandığı zaman bulunmaz,,.
Claude Morgan ise sipariş ü-zerine bir sanat eseri meydana getirilemiyeceğiııi, yazıcının istidadını insan oğlunun emrine ve- ■ rivermekle san’at kalitesinin temin edilemiyeceğini haklı olarak söylüyor. Ona göre yazıcı, şair, halka bağlı kalmalı ve diğer insanların ıstıraplarına, ümitlerine ve gayretlerine- iştirak hissi duy-. malıdır. Bu bakım'dan “kafa,, edebiyat bir sınıfın, burjuvazinin yıkılmasına işaret eder. Yani o, mahkûm edilmiş bir dünyanın sanatıdır.
A c t i o n gazetesinin anketi, okuyucuları arasında da ilgi u-yandırmıştır. Kafka’yı ve onunla birlikte bütün bedbin edebiyatı yıkmalı, zira bu, ölçülemiyecek . derecede kötülük yapan tehlikeli, bir silâhtır diyenlerin yanında, yazıcıya yaratma gücünü kamçılayacak hürriyetin esirgenmeme-sini istiyenler de vardır. Chauny li bir işçi, M. Laurent Charpen-tier şunları söylüyor: Nikbinlikten vaz geçmek demek: hayata karşı koymak, aydınlığı reddetmek, beşerî gayretlerin faydasız-lığına inanmak, terakkiyç kulaklarım tıkamak demektir. Bundan dolayı «kara» edebiyat, sosyal bakımdan reaksiyoner olarak kabul edilebilir. Sefaletin pençesi altında bedbinliğe kapılan bir işçinin bu durumu alfolunsa bile.
■ bir edebiyatçı için bir mazeret bulunamaz. Büyük inkılâpçı mütefekkirleri' örnek tutarak diyebiliriz ki, yazıcı halk adamına nasihat veren, onun iradesine taze bir ruh aşılıyan bir rehper olmalıdır. ' ( - ,
M. R. Garby adlı okuyücü da, “kara„ edebiyatın bir inkılâp yara-
sonra avutmaya kal-reaksiyoııerdir,
aynı yere ge-
■
tabileceğipi ileri sürüyor; fzira ona göre, çöken bir sınıfın âdetlerini, giden bir rejimin tezatlarını büyük bir sıhhatle tasvir etmek, kollektif bir gayretle bu çamurun içinden .çıkılabileceğini, ışığa ve aydınlığa kavuşulabile • ceğini gösterir. Zola, Balzac, Rimbaud ve bugün de Steiııbeck, Miller aynı işi görmektedirler. Fakat M. R. Garby hemen ilâve etmek ihtiyacını duyuyor : “Kara,, edebiyat realizm kuvvetiyle bizim midemizi bulandırdıktan tatlı sözlerle bizi kıyorsa tamamen diyor.
Dönüp dolaşıp liyoruz : Kafka’yı, bedbin edebiyatı yakmalı mı ? Şimdi vatanından uzakta, menfada yaşamakta olan bir İspanyol yazıcısı, D. D. Montserrat, böyle bir soruya hayret ettiğini söyliyerek şunları anlatıyor : Barcelona’daki küçük şahsi kütüphanemde Nietzsclıe, Dostoyevski, Gide, Marnı, Sha-.kespeare, Balzac, Unamuııo, Fre-ud, Mauriac, Poe, Withman, Moıı-
■ taigııe, Montesquieu, Onıeros, lbseıı, Kont ve liste halinde yazmak uzun sürer daha başkaları yan yana duruyordu. Klâsiklerden sürrealistlere kadar her ekol vardı. Hattâ Dali ve Crevel’in bana neşretmem için gönderdikleri el yazıları vardı. Hepsini merhamet duymadan ateşe verdiler. Bu kitapların alevleri âdeta beni yakıp kül ediyordu. Kitapların ve müelliflerin fişleri inceden ince-ve tetkik edildi. Zira Falanjistler bir ip ucu elde edeceklerini ve bu suretle siyasî bir cinayetin sırlarını keşfedeceklerini u-uluyorlardı. İşte siz de şimdi Kafka’yı mı yakmıya kalktınız ? İspanyol yazıcısı cevabı kendi ve-
■ rıyor: Kafka’yı yakmayınız. Bu işi, gönüllü olarak yapacak olan kültür düşmanlarına bırakınız!..
Evet, kitap yakmayı ilk defa naziler düşünmüşler ve işe erkekleri, kadınları. ■ ve çocuklar, yakmakla devam etmişlerdi. Kaf-ka’yı yakmaya kalkarsak, bir gün biri çıkıp Steinbeck’i de y'akmıya kalkabilir. Bu hususta biz de, Roubaix’li okuyucu M. A. Deras-se gibi düşünüyoruz: Yazıcıya yazma hürriyetini çok görmemeliyiz. Fakat okuyucuya da hüküm vermek hürriyeti sağlanmalıdır. Tâ ki, kendisine teklif edileni kabul veya reddetmekte, alkışlamak veya ıslıklamakta tam oir şuur serbestliğiyle hareket edebilsin,
15
ustafa
İbrahim SABRİ
Yolcu yolunda gerek, bebek rahat uyuya...
Altı aylık bebesi kucağında Niğârın.
Vakit öğleye yakın.
Isındı bıyam otları.
Toprakta uğultu.
Bozkırda cıtlıyak böcekleri ve çekirgeler söylüyor en umutsuzunu şarkıların.
Vakit ikindiye yakın. Çekirgeler’ ve cırlıyak böcekleri bozkırda hâlâ bitirmediler şarkılarını.
Bir tilki geçti yolun alt ucundan ve çovanların ardında kaybolmadan önce dönüp baktı ■ ,
kuyunun taşında oturanlara.
Bebek ağır geliyordu Nigâra.' Kocasının dölü.
Ve Mustafa diyordu ki:
“— Köyde ölen çocuğun hesabımı var? Ölü sayılmaz altı aylık ölü.
on ikişerden
Bir tanesi cam. ’
Eğilse üstüne içinde kendini bir elma kurdu kadar görür adam.
Çaylak yırtıcıdır. ■ Tilki kurnaz. Kuyu derin.
Bozkır uçsuz bucaksız, ve kırmızı biber gibi acı. Devrildi cam düğmenin içinde bir küçücük
kavak ağacı.
Nigârın kucağından bebek düştü kuyuya...
Bozkırın tavanında bulutlar bembeyaz, üstüste ve ağırdı belli belirsiz kımıldanıyordular.
• . ■ • w'
Toprak gözalabildiğine, ’ dümdüz çırıl çıplak ve kırmızı biber gibi-acı. Batıda bir tek, uzun kavak ağacı.
Bozkırda hâlâ dolaşıyorsa da kokusu sararmış kekiklerin, gökçiçekler çoktan kurumuştu ve geven otları sâfi dikendiler.
'!
B'eb^k çıkardı kundaktan yumruklarını. Kundakta düğmeler dikili,
iki sıra, yirmi dört •••
Bulutlarda bir av! Kuyunun başjMİH Nigâr o^jj^
Durdu Nigâr on adım önden giden-_______________
Mustafayı çağırdı.
Mustafa yıkmış kasketini ensesine bulutların arasından geçen bir çaylağa bakıyor.
Yırtıcı mahluk,’ germiş kanatlarını, sessiz, sadasız, kâğıttan resim gibi bulutların arasından akıyor.
' ■) i- ■
nnda karnı U
haindi ve yumuşak.
Comments (0)