Kaynak: TÜSTAV - Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı Arşivi
FİKİR, SANAT VE TENKİT Dergisi
BAŞLARKEN
DİL VE D Ö Ş Ü N C E
[“DÜŞÜNME hürriyetinin dokunulmaz tek hürriyet olduğunu söyliyenler var. Bunlara göre, hiç bir sansörün, hiç bir hafiyeliğin so-kulamadığı tek yer, beynimi zdir. En azılı despot İarın önünde bile istediğimizi düşünürüz. Bunun için fikir hürriyeti, her zaman her rejimde var olan bir hürriyettir.
Sarsılmaz bir gerçeği anlatır gibi görünen bu buluş, bir çok sebeplerden, yanlıştır. Bunları incelemeden de bunun tam bir hürriyetsizlik olduğunu sövliyebiliriz. Çünkü düşüncemiz tıpkı bir zindanın duvarları içindeki kürek mahkûmu gibi, kafamızın sınırlarından dışarı ayak atmak istediği an - eğer bir istibdat rejiminde yaşıyorsak -kurşun yiyecektir. Yani orada kalmıya, oradan çıkmamıya mahkûmdur.
Beynimizin bir toplama kampı, veya hapısa-l ne hücresi olmaktan kurtulabilmesi ıçmj
celerimizin serbestçe dışarı çıkabilmesi, başka düşüncelere kadar gidebilmesi lâzımdır.
«Düşünmek, dudakları kapalı konuşmaktır» derler: bu hoş söz bize dilin düşüncedeki rolünü gösterir. Daha geniş manasile dil ve düşünce karşılıklı tesirlerle doğup, gelişmiştir diyebiliriz. En geri cemiyetlerde yaşıyanlarm düşünceleri de
c
Üniversitenin Muhtariyeti
Bellice BORAN
dillerinin ölçüsünde geridir. O halde düşüncenin
1 _____ r•• 4- »-» I »"ı ?C(*ı w-x ■» » »-» rt ı ı . «'•«'» v»4-1 nr» oı I di '"
var olmasının ve üstünlüğünün bir şartı nasıl dilin varlığı ise, düşünce hürriyetinin temel şartı da dil hürriyetidir. Dili burada şüphesiz en geniş ( manasiyle hem söz hem yazı olarak alıvoruz.Bu-na göre söz ve yazı hürriyeti olmayınca, fikir hürriyeti de yok demektir. Tek insan, leh başına kafasındaki bir iki düşünce kırıntısını g^viş ge-l tirmekle «istediği gibi» düşünmüş sayılamaz. Oysaki faşizm hürriyetin bukadarına bjile imkân vermemiştir. En hayasızca yalanlardan kuvvet a-lan bir propaganda sistemiyle kafaları kalıba sokarken, hürriyet severliğinden, ileri fikirliliğinden şüphelendiği insanların beyinlerini boşaltmak için saçlarından asmak, tırnaklarını sökmek, diri diri tabuta koymak gibi işkence metodlarına baş vurmuştur.
Bu barbarlık, dil hürriyeti olmadan da fikir hürriyeti olabileceğini sanmak gafletine düşenlerin ne kadar yanıldıklarını isbat, eder. Zaten bugün demokrasiyi kurtarmak için savaşanların zincirlerini kırmak istedikleri ilk hürriyet dil hürriyeti vani söz ye yazı hürriyeti değilmidir ?
SÖZCÜ
"ÜNİVERSİTENİN muhtariyeti meselesinin can alici noktası, üniversitelere ilmi faaliyet _____■ ve tıkır hürriyetinin sağlanmasıdır. Memleket ilim ve fikir hayatının en yüksek mfimesilleri «dan üniversiteleri ve üniversite mensuplarını üniversitenin dışındaki siyasî ve ve iktisadi kuvvetlerin müdahalesinden, tazyikinden korumaktır, Üniversitelere müdahaleler ya iktidarda olan hükümetten yahut ta, üniversiteleıin hususî şahıs ve teşekküllerden yardım gördüğü rncınlekeyçıd.eJ iktisaden kuvyetli ^üxn«lfrden gelebilir. Halbuki ilim ve fikir hayatının verimli bi> suretle gelişebilmesi için üniveısiteleıin bu çeşit müdahaleleıden ve üniversite mensuplarının her an işlerinden çıkarılmak, şu veya hu şekilde tazyıka maruz kalmak endişesinden kurtulmaları geıektir. Endişe ve korkunun bulunduğu yerde ilim ve fikir Jelişemez.^-
Üniversitenin muhtariyetine ait kanun lâyihasının başlıca maddelerini gazetelerde okuduk/Bu işaret ettiğimiz hürriyet ve emniyeti sağlamak bakimından bu layiha ihtiyaca cevap veriyor mu? Bu kanun kabul edilip, kanunun ruhuna uygun bir surette iyi niyette ve titizlikle tatbik edildiği takdirde üniversitelerin durumu bugünkünden daha iyi olacaktır. Rektörlerin ve dekanların iki yıl için seçilmeleri, aynı rektör veya dekanın, dört yıl geçmeden bir daha seçilememesi ve Eğitim Bakanının, tasdik etmediği kararlan ya Danştay’a yahut üniversiteler arası kurula göndermek mecburiyetinde oluşu, bugünküne kıyasla daha ileri bir durumun ifadeleridir. Bununla beraber, bu kanun dahi, üniversitelere gereken düşünce hürriyetini ve emniyetini sağlamaktan uzaktır. Kanunda, Millî Eğitim Bakanının üniversitelerin başı olduğu ve bu sıfatla üniversiteleri, fakülteleri ve bunlara bağlı müesseseleri hükümet adına miirakaba edeceği tasrih ediliyor. Eğitim Bakanı, tasdik etmediği üniversite kararlarından akademik mahiyette olanlarını üniveısiteler arası kurula göndermek mecburiyetindedir ama, Eğitim Bakanının kendisi bu kurulun başkamdir ve üniversiteler arası kurul ancak Eğitim Bakanının lüzum göreceği hallerde ve bildireceği yerlerde toplanır. Bu vaziyette, başkan tasdik etmediği bir kararı kurula havale edince, kurulun başkanı
(Devamı arkadaki sayfada).
SAYI
2
I Haziran I9A6
ANKARA
25
KHli$
Irkçılık ve Sanat
Niyazi BERKES
BİRİNCİ cihan harbi ile ikinci cihan harbi arasındaki devrede gençliğin İçtimaî hayattaki payının önemi son derece artmıştır. Eski zamanlarda gençlerden ziyade yaşlıların saygı görmesi ve cemiyette baş köşeyi yaşlıların tutmuş olması yalnız bizde değil, garpte de âdetti. Gençliğin değerini ve önemini arttıran şey, İçtimaî hayatın gittikçe daha geniş ölçüde ancak gençlerin yapabileceği veya ancak gençlikte öğrenilebilecek işlere dayanması olmuştur. Büyük sanayi medeniyetinin dünya yüzünde yaptığı başlıca değişikliklerden biri de istihsal hayatında genç nesillerin hem payını genişletmesi hem de bu payın önemini arttırması, dolayısiyle de gençliğin sosyal durumunu değiştirmesi olmuştur. Sanayi hayatının gelişmemiş olduğu yerlerde, geleneklere dayanan, kolay kolay değişmeyen cemiyetlerde başlıca değer, kudret ve yaşlıların elinde bulunur. Bütün tarihî medeniyetlerde bu temayül görülmekle beraber, en tipik nümunesi meselâ Çin medeniyetinde,
çağ hıristiyan ve İslâm medeniyetlerinde görülür. (Klâsik eski çağ medeniyetinde , meselâ İsparta’da yaştılar hakimiyeti plduğu halde Atina’da gençliğin yeri daha önemli idî). HeK’memleketin eiki köy tipinin hâkim bulunduğu yerlerde de gençliğin du hassa Orta Anadolu köy tipine dahil lerle bazı yaşlı kadınlardan sonra v bir yer tutarlar.
kuvvet açıkça orta-
t umu ikinci derecededir. Bizde, bil-I köylerde gençler, ancak yaşlı erkek-e ancak genç kadınlardan önce gelen
Bütün bu çeşit cemiyetlerde bir ferdin cemiyet hayatında tam manasıyla payı olması, İçtimaî hayatın her cephesine katılabilmesi ancak uzun bir yetişme, tabir caizse, çırakfik devresinden sonra başlar. Gençler, çocukluk devresini geçirdikten sonra da uzunca bir zaman yaşlıların huzurunda ses çıkarmadan, onları dinliyerek İçtimaî hayatın girintili çıkıntılı işlerini, hayatın köşesini bucağını öğrenirler.
Fakat, bilhassa ondokuzuncu yüzyıl ortalarından itibaren, Amerikada ve Avrupada gençlerin bu dutumu temelli değişikliklere uğradı. Önceleri gençler hatta çocuklar uzunca müddet adam akıllı istismar edildiler. Sanayi istihsalinin birçok işleri vardı ki bunları ancak gencin kuvvetli kolu ve atılgan ruhu başarabilirdi. Böyle olmakla beraber, hatta bu yüzdeı> direktif yine yaşlılardan geliyordu.
ınıflar;mn gençleri icin^avt-j.Qjr;
Şüphesiz, bu durum cemiyetin bütün nesilleri yeni medeniyetin bütün ağır yükünü omuzladıkları nisbette istismar eden sınıfların gençleri de dadılar elinde, uşaklar ve arabalar içinde büyütülüp klüplerde vakit geçirirler; zamanlarının büyük bir kısmını eğlenceye, spora ve seyahata harcayabilirlerdi. Bunlar, bilhassa büyük sermayedar zümrenin sonraları meydana gelen aylakları olmuşlardır. Bunların burjuva inkılâplarına önderlik etmiş olan müteşebbis babaları daha mütevazı hayat şartları içinde ve bizzat iş başında çalışarak sivıilmişicrdi. Bugün Avrupa ve Amerikanın milyoner evlâtlarının, eski padişah ve kral çocukları gibi geçen parazit bir hayatı vardır.
Gençliğin bu istismarına karşı uyanan protestolar neticesinde onun içtimai durumunu düzeltecek ıslahat yapılmamış değildir. Genç nesillerin ancak belirli bir yaştan itibaren sanayide çalıştırılmalarının hayli önüne geçilmiş, bilhassa gençliğin ucnzca okuyup yetişebileceği öğretim müesseseieri çoğalmıştır. Bu müesseseler, artık eski devitlerde olduğu gibi, ihtiyarlaşıp cemiyette kredi sahibi olunacak devreye gelinceye kadar diz ve Bir- ",
gösterebilmesinin hudutlaı'ını bakımından) «kodaman»! diye-
şıp cemiyette kredi sahibi olunacak devreye gelinceye kadar diz ve sek çürütülen yerler olmakten çıktılar. Gençliği, bilim ve sanat hayatında en yaratıcı olabilecekleri terbiye ile teçhiz eden müesseseler halİBe geldiler.
Bunucla beraber, gençliğin yaratıcılığını çizenler yine (hem yaş hem içtimai duru*, bileceğimiz daha yaşlı zümre olmakta bugüne kadar devam etmiştir. |Umu-miyetle büyük inkilâpların arkasından gençliğin değeri yükselir ; fakat în-kilâp hamlesi söndükçe ipler kodamanların eline geçer : daha doğrusu yaşlılar hâkim oldukça duraklama ve gerileme başlar. Burjuva inkılâpları yapan belli başlı memleketler içinde Fransa bu bakımdan en talihsizi olmuştur. Fransa’da olduğu gibi bizde de bunu sağlayan usul, mevkilerin « ba-remleştirilmesi» olmuştur.
Fakat, gençliğin millî hayattaki asıl değerini isbat eden olay birinci cihan harbi olmuştur. Yarı bunak hükümdarların, ihtiyarlık hırsı içinde sarsılan başvekillerin ve sakallı generallerin harp sahnelerinde, dama oynar gibi bir taraftan bir tarafa oynattıkları, yerden yere sürükledikleri büyük kütleler eski devirlerin ordularına nazaran daha genç nesillerin meydana getirdiği kuvvetlerdi. Harbin tarihini yazanların pek alâ belirttikleri gibi, kodamanların kâh nazariyecilik, kâh şahsî ihtiras ve megalomani, kâh de-(Devamı 8’incl sayfada)
J^udolph Dunbar, sanat dünyasınca tanınmış zenci orkestra şeflerinden biridir. İngiliz Ginesinde doğmuş olan Dunbar, 1942 de Londra Senfoni Orkestrasının tarihî Albert Hail salonunda ilk konserini vermişti, Böylece Dunbar yîne bir zenci orkestra şefi olan Taylor’dan sonra bir İngiliz orkestrasını idare eden ikinci zenci olmuştur. Bu konserde ilk defa olarak William Grant Still’in Afro-Amerikan Senfonisini çaldırmıştır.
Bu ilk başarıdan sonra Dunbar çok alkış toplamış,İngiltere basınında bu senfoniye dair yazılar yazılmış ve İngiliz Radvoları eseri avrıca memleket içi ve dışı servislerinde yayın lamışlardı. Fakat konseri dinliyen Alman radyosu, Afro-Amerikan senfonisi için derhal harekete feçmiş ve faşizmin ırkçılık propagandası için bulunmaz bir fırsat bilmiş ve başlıca Alman radyo istasyonları şu haberi yayınlamışlardı : «İngiltere, bayağı zenci caz müziğinin Albert Hail’ de çalınmasına müsaade etmekle kendisini en aşağı bir bir kültür seviyesine düşürmüştür.»
Öğ t endiğimize göre, Dunbar son aylarda Berlin Filarmonik Orkestra-
sı şefi Leo Borchard’ın daveti üzerine, misafir orkestra şefi olarak Ber-line, gitmiş, ve Borchard’ın orkestraya bilhassa bir Amerikan eseri çaldırmasını ve bunun da bizzat kendisinin sevdiği bir eser olmasını rica etmesi üzerine, bundan tam üç sene evvel faşist Alman propagandasının tel’in edip yerin dibine batırdığı Afro-Amerikan Senfonisini çaldırmış ve eser büyük bir hararet ve takdirle karşılanmıştır. Tanınmış Alman gazetesi Allgemeine Zeitung bu konser hakkında şöyle demiştir : «Filârmanik Orkestrayı, Afro Amerikan Senfonisini çaldığından dolayı bilhassa takdir etmek lâzımdır.»Berlin Orkestrası azalan bu eserin çalınmasından o derece mütehassis ve memnun olmuşlardır ki, takdir hislerinin bir belirtisi olarak Dunbara, Beehoven’in kendi elyazısıyle yazılmış olan Beşinci Senfonisi’nin notasını hediye etmişlerdir. Almanya-dan döndükten sonra, oradaki hatıralarından bahseden Dunbar, üç se-ne?evel Albert Hall’da verdiği konseri hatırlatmış ve sözünü söyle bitirmiştir: «Tarihin adaletsizlikleri olduğu kadar, hakkın garip bir şekilde ..-yerine gelişi de vardır.»
tİhtntYfn rr 4î İtTTîr i y e t î
İ nci sayfadan: sıfatıla elbet te kendi görüşünün kurul taıafından da kabülü hususunda ağu basacaktır. Ve kurula, kendi teşebbüsü ile toplanmak ve meseleleri ortaya atmak selâhiyetinin verilmemesi, bu kurulu büsbütün Eğitim Bakanına bağlı bir hale sokacaktır.
Sonra, en mühim nokta, bu kanun üniversite mensuplarının memur ad-edilmesi durumunu değiştirmiyor, memurlar kanunundaki meşhur dokuzuncu madde, memurların siyasete karışmaması maddesi olduğu gibi duruyor. Diğer taraftan, kanonun ikinci maddesinin (d) fıkrasından üniversite ve fakültelerin «Memleketin türlü yönden ilerleme ve gelişmesini ilgilendiren bütün mesele ve davaları benimsiyerek öğretim ve inceleme konusu yapmadan yazılı. İjjıiversite_ mensupları memleket davalarını benimseyip bu nususta incelemeler yaptıkları, yazılar yazıp fikir ve tenkitler ileri sürdükleri zaman,memurlar kanununun dokuzuncu maddesini daima bir heyülâ gibi karşılarında bulacaklardır ve «siyaset yapmak» suçuyla islerinden kapı dışarı edilmek ihtimali başlarının Üzerinde Demoklesin kılıcı gibi sallanıp duracaktır. Hukuki,-‘İktisadî, umumiyetle sosyal mesele ve davalarda «siyaset» nerede başlar, miyarı nedir ? Görülüyor ki bu durum, üst makamların Iıer hangi bir anda «siyaset yaptın» diye indî hükümlerle müdahalesine yol açabilecektir. Ya memurlar kanunundan bu maddeyi kaldırmalı ve bir vatandaştan, memur olduğu için, anayasanın sağladığı esas siyasî hürriyetleri almamalıdır. Veya, hiç değilse, üniversite mensuplarını memurlar kanunun bu maddesine karşı koruyan kanunî teminat konmalıdır. Bu olmadıkça, üniversite ve fakültelere fikir, yazı ve tenkit hüriyeti sağlanamaz, bunlar olmadan da ilim hayatı gelişemez.
Bugünkü şartlar altında daha ileri bir kanun yapılamıyorsa, bu teklif edilen tasan bir an önce geçirilip kâğıt üzerinde kalmıyacak şekilde ciddiyetle ve samimiyetle tatbike konmalıdır. Ama diğer taraftan, en yakın bir gelecekte, üniversitelere gereken ilmi faaliyet ve düşünce hüriyetini sağ-lıyacak sürette de değiştirilmesi gerekecektir.
Behice BORAN. —t
«
/
Sahibi : Asaf Ertekin. — Yazı işleri Md. ve Umum Neşriyatı idare eden : Yaşar Çöl. Adres: Posta Kutusu 2017 Bakanlıklar, Ankara — Basıldığı yer: Sebat Basımevi, İstanbul.
Onbeş günde bir çıkar
ABONE ŞARTLARI
Yıllık: 6 lira.
6 aylık: 3 lira.
Yirminci Yılını Bitiren
KONSERVATUVARDAN
Türk Tiyatrosu doğabilir mi ?
r
Ankara Devlet Kon s ervatuvarı kurulalı on yıl, tiyatro kısmının ilk mezunlarını vereli de beş yıl oluyor. Onuncu yıldönümü müna sebe t i 1 e , bugüne kadar olan faaliyetlerinin bir bilançosunu yaparken şu iki sualin cevabını araş11rabi 1 iriz: 1) tik
(_________________________________________
mezunlarını vereliberi , Konservatuvar temsilleri bir memleket tiyatrosunun doğuşunu müjdeliyor mu? 2) Artık öğrencilik devresini aşmış birer s an a tkâr hüviye t i 1 e karşımıza çıkan gençleri, sanatlarının tekniğine, “işçiliğine,, hakim midirler?
B
İLİYORUM, konservatuvarlar büyük sanatkâr yetiştirmezler ve bir memleketin tiyatrosu konservatuvarlar-lardan doğmaz. Büyük sanatkârlar sahnede, seyirci önünde oynıya oynıya yetişir ler. Ama konservatuvarlar, büyük sanatkâr o iabiiecek kabiliyetlere, aktörlük sanatının tekniğini, işçiliğini verebilirler. Her sanatın bir “ustalığı„ vardır; konservatuvarlar bunu sağlamakla vazifelidirler.
Konservatuvarlar bir memleketin tiyatrosunu doğurmazlar ama, yetiştirdikleri elemanlar vasıtasıla tiyatro cereyanlarına tesir edebilirler ve mezunlarından, belirli vasıfları olan bir tiyatro cereyanını başlatmaları, veya
varsa, .geliştirmeleri beklenir. Bizim içifa gaye, Amerikan sahnesinden, İrlanda tiyatıosundan bahsettiğimiz manâda bir Türk Tiyatrosunun doğup gelişmesidir. Garb’m tiyatro geleneği içinde, bugünün dünyasının ileri sanat «anlayışının ve faaliyetlerinin istikametinde, ama bizim metn leEelimlzİn'şırrtlarından ğeTen ize! va sıfları da haiz, dünya tiyatrosuna oizpen de bir şeyler katan bir Türk Tiyatrosu !
zâten
«es
Konseryatuvarın son yıllar zarfında sahneye koyduğu eserleri aklımdan geçiriyorum: O-telci Kadın, Julius Ceasar. Antigone, Yanlışlıklar Komedisi, Kibarlık Budalası, Kahvehane, Bizim Şehir. Anasının Kuzusu, Faust... Eserlerin seçilişinde belirli bir Itiyatro anlayışının, bir gayeye doğru yönelna inin belirtileri görülmüyor. Deniliyor ki, “Efendim,bn çocukların yetişmesi için her çeşitten eser oynamaları lâzım, kasden böyle bir harman yapılıyor. „ Olabilir. Ama gençlerin yetişmesi için, tecrübesiz aktörlerin ilk ağızda başar» rnıya cakları besbelli olan Antigone’yi, julius Cear sar’ı, Faust’u mutlaka oynamaları lâzımsa,bu okulun kendi Öğrenci ve öğretmenlerinin teşkil ettiği seyirciler önünde, uzun dekor külfetine girmeden yapılabilir. Beş senelik mezunlarla Konservatuvar bugün bir eser sahneye koyunca, artık öğrencileri yetiştirmek için ders mahiyetinde bir temsil değil, profesyonel bir tiyatro faaliyeti ortaya koyuyor demektir. Yani bugün Konservatuvar, okul görevi yanında ikinci bir iş daha görmektedir. Ondan, profesyonel tiyatronun ölçülerine, standardına uygun temsiller beklemek hakkımızdır,
Bununla beraber, eserlerin listesini bir daha gözden geçirirsek bunların pek de sebepsiz seçilmediğini sezeriz. Ama maalesef, tesir ettiğini sezdiğimiz âmiller,bir memleket tiyatrosunu geliştirmek bakımından pek de faydalı cinsten değil. Bir tarafta, Jslius Caesar, Antigone, Faust gibi büyük isimli, etraflarında a-sırlardan gelen bir şöhret halesi taşıyan eserler. Hani, işte, biz bunları da oynıyabiliyoruz, diye Konservatuvarın öğünebiieeeği eserler, Muasır bir piyes olmakla beraber, bizim için yeni olan ve biraz da garip gelen sahneye ko
nuş tarzıla Bizim Şehir de gösterişli eserler sınıfına girer. Diğer tarafta, Kahvehane,Otelci Kadın, Anasının Kuzusu gibi, İstanbul Şehir Tiyatrosunun sürüp götürdüğü vodvil ve komedi geleneğini destekler mahiyette, seyirci nin kolayca rağbetini çekip ucuz başarı kazanacak piyesler.
■Son oynanan Faust’u hatırlıyorum Faust’ ta bite, nerede mümkünse orada, komediye ka
çılmış, güldürerek seyirci kazanılmak istenmiş seyirciyi güldürmen g.«yretierile, kolay tarafın-gibi... Meselâ, Faust un rolünü alan jeytania dan rağbet ve takdiı kaşanma tümayülünün acemi öğrenci arasında geçen sahne. Burada Mefisto o zamanın bilimlerinin ıstihzalı, ama ciddî, bir tenkidini yapıyor. Bu, mübalağalı bir komedi sahnesine çevrilmiş. Seyirci gülüyor ya..
Meyhane tablosu, AfarMe’ı» Mefisto ile kırış tirdığı sahne de Öyle, Zaten Mefisto’nun kendisi bir soytarı olmuş çıkmış. Bunun mesuliyetini, bu rolü oynıyaı genç sanatkârlara yük letemeyiz. Bir eseri ııahneye koyan rejisörün o eseri ve o eserdeki karakterleri kendine gö re bir anlayışı vardır. Aktör, rejisörün! çerçeve içinde •o.üuikj^yLiş^ H.çıe geni kârların rol aldığı bir eserde rejisörün siri kendini daha da belli eder. Mefı\ şahsiyeti bir soytarı
(- çizdiği tısıat ı bu te-sfo’uuu şahsiyeti bir soytarı gibi tefsir olun ouş. Bu rolü oynıyan iki aktörden biri bunu daha mübalağalı, öbürü biric, daha Öiçü.a oynuyor, o kadar.
Eserlerin oynanışında ye sahne tertibatında ıtuluyordu. Birinci rolleri alanlar arasında da özel bir tiyoatro anlayışının ümit verici be- her kelimesini açıkç işitebildiğim bir Refia llirtileriui görmüyoruz. Umumiyetle bir komedi- Şenbay old^^^^^Ban’ın küçük fakat sakin, ye, hatla farca a kaçış var. Yine umumiyetin ölçütü oynadığı rolü, bir mektep icmallinde rol genç aktörlerin oynayışı mübalağalı, kiminde aşırı, kiminde asgarî derecede, ama belli ki re jısör ve bu gençleri yetiştirenler mübalkgah
jestlere ve mimiklere mütemayiller, konuşuşla-
sı' geçmiş bir şiir, daha doğrusu
da mübalağalı oynayışa uygun. Hani,1 moda „ __ ,-------- — -------- —
ı “manzümcno- etmiyorlar, Uıilâkisa. Faust’ua böyle iki ekiple kuyufu vardır. Şahıs! yüksek bir petdeden bir oynandığını görünce, acaba bu usul neden da. makam tutturur gider. Stti, kendi tabiî sesi, okuyuşu değiidŞ-. İşte Konservatuvar temsillerindeki «konuşmalar da Öyle, Faust’it bu hal büsbütün bâr izdi. Şüphesiz sahnede könuşms günlük hayatımızdaki konuşmalar ğibi değil dir. Sahnede daha yüksek sesle, açık, düzgün kelimelere değerini vere vere konuşmak lâcıtn. Ama sahneden uzakta oturan seyirciye bu dil tabiî gelmelidir. Nasıl ki, aktörlerin makyajlı yüzleri yakından “tabiî, görünmez, ama inak yaj, yüzler uzaktan tabiî görünsün diye yapılır.
Ya dekorlar ? Kısır, sanatkâr ilhamından nasibi olmıyan bir muhayyelenin bir “fotoğraf realistliği» ile hazırladığı o şatafatlı, külfetli, masraflı sahneler... Halbuki dekorun da kendine göre bir sanat tarafı, estetik değeri olmalı. Şatafat ve masraf estetik değeri yaratmıyor. Diğer taraftan dekor, daima arka planda, sadece piyese gereken havayı veren, oyunun se yirci için zevkini arttıran yardımcı unsur olarak kalmalıdır. Konservatuvar temsillerinde dekorlar, seyircinin dikkatini çekmekte oyunun kendisile rekabet halindedir, hele Faust’ta... Zaten eser bir aşk melodramı haline getirilmiş
bu melodram da dekorların arasında kaybolmuş. Yirmi bir tabloyu sadece dekor olarak seyredebilir, u Nasıl da yapmışlar I „ diye parmak ısırabilirsiniz. Sütunlar, kemerler, altında oturup ıbır sigara içmek isteyeceğiniz kadar“re projeksiyonla aksettirilen resimler... Faast temsili, biı* aşk hikâyesi haline sokuluşu ile ; külfetli dekorları, mübalağalı oynanışı, lüzumsuz,
ağaçlar, varı ışıklar, alevler, dumanla,
en son ve en açık bir misalidir. Memleketimiz de inkişafını görmek istediğimiz tiyatro her halde bu değil.
Konservatuvar, yetiştirdiği elemanlara, sanatlarının tekniğini, işçiliğini tam kazandırmış mıdır? Yukanki sattı »rda aktörlerin konuşmaları ve vücut hare tieri haklımdaki m üşa-hedelerimizi kısaca belirttik. Konservatuvarın yızdızları arasında — ikinci derecedekileri bırakıyorum — nefes alışlarını kontrol edemiyeu, sahnede dururken ellei'ini ne yapacağını pek bilçmiyen, yüzüye,ciddi bir ifade vereyi”!derken ağzını çıpıtaıak Eonnşah gördüm. Son temsilde, Faust, Mefisto gibi başlıca rolleri üzerlerine almış olan aktörierin söylediklerinin mühim bir kısmını anlıya madım. O heyecanlı ti-radlarda kelimeler, tutturdukları makam içinde kayboluyordu, cümlelerin sonu hemen daima
alan bir öğrenci ile değil de meslekten bir aktörle karşılaştığım bitlini ve hazzını verdi. Faust’u oyuıyan öteki ekibin başlıca elemanlarını daha önceki piyeslerden tanıyorum. Onlar da bu kaydettiğim tenkitlere bir istisna teşkil
ha .İÖuceki piyeslere tatbik edilmedi ? suali kendiliğinden belirdi. Neden şimdiye kadar Antigone’de de. Kahvehane ve Bizim Şehir’ de de, her çe'şıt eserde her ay ûç beş kişiyi seyrettik durduk. Bunlar en iyileridir de onun için, denemez, çünkü iyi değiller. Meselâ Refia Şenbay gelecek için daha ümit verici bir sanatkâr şahsiyeti gösteriyor. Beş senelik mezunlar içinde, acaba kıyıda bucakta kalmış başka istidatlar daha yok mudur ?
Kurulalı oa sene, ilk mezunlarını vereli beş sene olan Konservatuvarımızın tiyatro kısmı için “Kendisinden beklediklerimizi bize gerçekten veriyor,» diyeıniyeceğiz. “ Ama, efendim, hiç bir şey ilk adımda mükemmel olmaz ve bir memleketin tiyatrosu öyle üç beş sene de meydana gelemez,» diyecekler olabilir. Doğru.Ben mükemmellik beklemiyorum ve tiyatromuzun bir kaç yılda meydana geleceğini de ummuyorum. Yalnız, atılan ilk adımlar muvaffakiyetli mi, doğru istikamette mi, bize gelecekte bir memleket tiyatrosunu» doğacağım vadediyor mu ? diye soruyorum. (——:------
! U H*
İc Direnmende
f
Yeni Yunan Edebiyatının Payı
Nevzat HATKO
H
i k â
y e
İkinci Cihan savaşının kendine has birçok ölel-likleri var. Bu özellikler savaş tekniğinin her alanında kendini gösterdiği gibi, bunların dışına çıkarak başka başka alanlarda da beliriyor. Bu özellikler arasında, birinci plânda, (lç Direnme» adını verdiğimiz ve bu savaşta en olgun seviyesine ulaşan, istilâ görmüş memleketler halkının istilâcılara karşı giriştiği gizli ve açık tam organize savaş geliyor.
Hiç şüphesiz Yunanistan «İç Direme» yapan istilâ görmüş milletler arasında ilk saflarda gelir. Yunanl. vatanseverleri, teslim rezaletinden hemen sonra şerefli ve şanlı «Resistant» hareketini başaran «Maquis» lerden, Çekoslovakyalı, Norveçli, Polonyalı, YugoslavyalI. Rusyah Partizan» 1ar-dan ayırt etmek mümkün değildir. Yunanlılar ikinci Cihan savaşı tarihinde yerlerini her şeyden önce «iç Direnmeleri» sayesinde almışlardır. Ve bu şerefli sayfalarda sayısız Yunan bilim, sanat ve edebiyat adamlarının da adı geçer. İkinci Cihan savaşının gerektirdiği bu destanî kalkınma bütün namuslu insanları bu arada ve birinci plânda fikir ve sanat adamlarını, öyle bir kucaklayış kucaklamış ve öyle bir sürükleyiş sürüklemiştir ki, kaydedilen kahramanlık, fedakârlık, pervasızlık, menfaat gözetmezlik, bir insanca ve bir davaya kendini veriş misalleri karşısında hayran kalmamak elden gelmiyor. Yunanistan’da bu bu-caklanış ve sürükleniş en yüksek derecesini bul-
.»ır.fr Altmışım aşmış. eserleriyle" üç nesil bes-lemişT’^ünleri memleket sınırlarının dışında da çoktan yayılmış ak saçlı şairler ve sanatçılar, ilk şiirlerini henüz karalamaya, ilk mermerlerini henüz yontmaya, ilk tablolarını henüz boyamaya, ilk hikâyelerini henüz yazmaya başlamış yirmilik delikanlılarla elele ve omuz omuza, kentlerde, dağlarda ve denizlerde düşmanla savaşmışlar ve boğuşmuşlardır. tç direnmede çok büyük kayıplar veren Yunan halkının başarısında' gizli çıkan gazetelerin, şiirlerin, hikâyelerin, geceleyin duvarlara asılan afişlerin, karalanan temsilî resimlerin gizli toplantılarda ve millî törenlerde, Alman müfrezelerinin burunları dibinde, kelleyi koltuğa alarak söylenen söylevlerin, okunan mauzumelerin büyük bir payı vardır. Birinci Cihan savaşından sonra yazdığı «No : 31328» adlı savaş aleyhtarı romaniyle büyük bir şöhret kazanan Ayvalıktı muharrir i’ya Venezis, İç Direnmedeki gizlj faaliyeti yüzünden Almanlar tarafından yakalanmış ve kurşuna dizilmekten «Yunan Muharrirleri Cemiyeti’nin ve bugünkü kıral naibi ve Atina metropoliti Damaskinos’un müdahalesiyle ancak kurtulabilmiştir. Ünlü Yunan şairlerinden Sotiris Skipis yakalanma ve kurşuna dizilme tehlikesini göze alarak hürriyet aşkını ilân ve istilâcı Alman ve İtalyanları tel’in eden şiirler yazmış bunları gizli toplantılarda okumuş, gizlice bastırıp yaymıştır. Bugün Atina Akademisi üyesi bulunan bu şair altmışını aşmış bir ihtiyardır ve yaşının yılları ile sayılacak kadar eser sahibidir. Bunların yanıbaşında ayni kahramanlığı ve ayni enerjiyi göstermiş düzünelerce fikir ve sanat adamı sıralamak mümkündür. Karakteristik bir misâl daha verelim:
Yunanistanın ünlü bir şairi ve fikir adamı vardır, Adı Niko Kazancakis’dir. Fikir tartışmaları, seyahat kitapları ve şiirleriyle meşhur olan bu fikir adamının karakteristik vasıflarından başlıcası münzevi oluşu idi. Sanatı sanat için yapanlardandı. Savaştan önceki yıllarda Pire’nin karşısına
İNCE ve uzun bir süngü gibi karanlığı deldikten sonra sağa sola kıvrılan elektrik fenerinin ışığını görmesiyle, “Tüh Allah kahretsin !„ diyerek kendini yere atması bir oldu. Hınzır Almanın durup duturken etrafı aramasına ne lüzum vardı ? Şaşılacak şeydi doğrusu. Hiç böyle yapmazdı... Hendeğin içine upuzun uzandı, yerle bir oldu, gözlerini fenerin parladığı tarafa dikerek, olup biten bu acaip işlerin mânasını keşfetmeğe çalıştı 1 Sursulas işini çok iyi bilirdi I Fakat ne olur ne olmaz diye, pantaionuna yapışmış çıtırdayan kuru dikeni yavaşça bir tarafa itti, boğazını gıcıklayan öksürüğünü yutkunarak giderdi, beklemeğe başladı. Yoksa Alman kendisini görmüş miydi ?.. Bu olamazdı I Sursulas yerde sürünerek ilerleyip tavukların boynundan yakaladığı zamanlar, onlar bile bunun nasıl olduğunu farkına varamazlardı. Zaten ömründe başka bir iş de yapmamızdı. . Sadece, yerde sürünerek kanatlı hayvanlara yauaşmak onun başlıca geçim vasıtası idi. Bunun için polisler ona Sursulas demişlerdi. Nasıl olur da şimdi şu koca budala onu onu görebilirdi ?
Ab, hey gidi polisler hey !... Bu hatıra Sur-sulas’ın gözlerini yaşarttı. Adamı yakalarlar, bir kaç gün kodese tıkarlar, sonra salıverirler-di !.. Hepsi bu kaear. Halbuki şimdi sudan işler yüzünden adatna ekiveriyorlart-kurşnnu.bir biç yüzünden insauı sallaudırıveriyorlar, canlı canlı yakıyorlar. Esaret kötü şey doğrusu! Fakat Sursulas hendeğin içine daha iyi gömüle-
düşen güzel Aigina adasındaki villasına inzivaya çekilmiş yaşar, kendisini ziyarete gelen hayranlarını ve dostlarını ya kabul etmez yanut ta kendi-lerjyle bir kaç dakika görüşdükten sonra savardı. Uzun bîr inzivadan sonra ve ikinci Cihan Savaşı patlak vermeden iki üç yıl önce «Odysseia» adlı bir kitap çıkardı: Homer kahramanlarına devrimiz Çerçevesi içinde-..yeni yeni rnısr; lar yaşatan 17 heceli 33.333 mısralık bir şiir kitabı I... Gelen haberlerden öğrendik ki, Yunanistan’da ve dünyada yeni bir çığır açan beş yıllık savaş ve istila ve bunnn tabii sonucu olan «Iç Direnme», bu büyük münzeviyi de Aigina adasından söküp atmış, Yunan Sosyalist hareketinin başına geçirmiş...
İşte, bu büyük sanatçıların ve benzerlerinin fikir ve edebiyat sütü ile beslenen İki Cihan Savaşı arası yetişen Yunan nesilleri, tarihte eşine az rastlanır kahramanlık ve fedakârlık nümuneleri göstermiş, kütle halinde Alman ve ltalyad «infaz» müfrezelerinin karşısına pervasızca sıralanmış, Alman tanklarının ve mitralyözlerinin ölüm saçan kudretini hiçe sayarak yaptığı kanlı gösterilerle Yunan ^Juisling’lerinin ilân ettiği ihanet seferberliğinin önüne geçerek, Yunan tarihini faşizmle, zorla da olsa, yanyana savaşmış olmak utancından kurtarmıştı....
Şüphesiz, «iç Direnme» nin Yunan tarihinde şerefli bir yeri vardır ve Yunan fikir, sanat ve edebiyat adamlarının da bu şerefte büyük bir payı vardır. Şimdi silâhları bırakıp kaleme sarılan
relt : “ Ama iyi tarafları da yok değil ha» di ye düşünmeğe başladı. Karanlıkları, kalabalık ları, kuyrukları, dalgınlıkları, cüzdanları, saat-ları var ; bunların sayesinde işler açılıyor, insan tavuk hırsızlığından yankesiciliğe, şimdi ise, hamdolsun, benzin arakçılığına kadar terfi ediyor 1... Almanlar benzin tenekelerini kuru çalı ile Örtmüşlerdi ama, tenekeler teker teker yok oluyor ve üstelik kimsenin haberi bile olmuyordu I Bu iş öbür işlerin hepsinden çok daha iyiydi. Atns bu gün şu elektrik feneri yüzünden işler sarpa sarmıştı. Sakın tenekelerin eksildiğinin farkına varmış olmasınlardı ? Fakat dallar geçen seferki araklamada nasıl bı-rakdıysa öylece duruyorlardı. Şu halde ?... Bari, geçen gün benzin deposunun bitişiğindeki tarlada sözüm ona İrgat gibi çalışırken bin bir kurnazlıkla kazıp hazırladığı siperine sokula-bilseydi, iş değişirdi. O zaman Almanlar istedikleri kadar arasınlardı. Fakat oraya nasıl varabilirdi ? Şu kör olasıca iblis ikide bir fenerini yakıp söndürüyordu. Bir hamle yapıp yüzü koyu ileri atıldı, kertenkele gibi sürünmeğe başladı, fakat onun bu hareketiyle fenerin parlaması ve hüzmenin vücudunu yalayarak yanıbaşından geçmesi bir oldu. Şu an Sursulas çıplak tarlanın ortasında aiperaiz kalmış, mukadderatını Allaha teslim etmiş bulunuyordu. Hüzme durmadan gidip geliyor, etraftaki kuru çalıları, dikenleri, tezekleri aydınlatıyordu.Sursulas, “Ulan yoksa beni mi arıyor •„ diye düşündü, elbiselerini çıkardı, çırçıplak oldu, başı-
bu kahramon sanatçılar, bu yeni destan çığrının miras bıraktığı sonsuz malzemeyi işleyerek ölmezliğe mal etmek ödevini benimsemişlerdir. Gelen gazete ve dergilerden öğrendiklerime bakarsak, şimdilik Yunan sanatçıları bir gebelik humması geçirmektedirler. Henüz, bir tiyatro eseri müstesna (1), kayda değer olgun bir eser verilmemiştir. Heyecanlı gençler tarafından yazılmış bir çok şiir ve hikâye kitaplarına, İç Direnmede sorumlu ödevleri ve mevkileri olan ve fakat sanatla fazla ilgisi olmayan halk adamları tarafından derlenen enteresan dokümanter eserlere rastlanıyorsa da bunlar gerçek bir sanat tezahüründen daha ziyade, acele heyecanlar ve taşkınlıklar mahsülü, muazzam hengâmeyi etleri, kanlan, kafaları, şuurları ve kalpleriyle yaşamış halk kahramanlarının bakir ve hiylesiz intihalarıdır ki, yarının büyük Yunanlı sanatçısının materyel hâzinesi mahiyetinde kalacaklardır.
(1) Bu eser yukarıda adı geçen muharrir 11ya Veri eri»'in «C. Bloku» adlı piyesidir. Bu sezonda Atina Devlet Tiyatrosunda oynanmış, bütün Yunan münekkitlerinin, istisnasız olarak, takdir ve hayranlığını kazanmış, halk tarafından gereken büyük ilgi ve sevgiye mazbar olmuştur. Atina radyosunun verdiği ve İstanbul'da çıkan «Efimeris adlı Rum gazetesinin naklen yaydığı bir habere göre, eğer resmî makamlarımız müsaade sderse bu piyeş Yunanca olarak İstanbul Elen Birliği amatörleri tarafından temsil edilecektir. — NH.
YUNAN İÇ DİRENME EDEBİYATINDAN:
>555^55^^^»^^^(^^55^5i5^>^5>>«Â»zX>0(XXXX>COOOQOOOCOO|CX>000(XXX.
SURSULAS
( Tavuk Hırsızı )
nı toprağa gömdükten aonra u Şimdi sen gel de beni bul koca aptal t„ diye mırıldandı.
Evet, taprak rengine çalan bu esmer vücudun görülebilmesine imkân yoktu. Fakat fener tekrar yanmıştı. Şap 1 diye huzme gelip bu esmer vücuda yapışmış onu gündüzmüş gibi ay dınlatmıştı. Sursulas’ın nefesi kesilmişti ; sanki sırtını kızgın bir demirle dağlıyorlardı. Aksine bu sefer büzme de üzerinden ayrılmak istemiyordu. Bu ışığın altında Sursulas, kendisini bir zaman yatırdıkları ameliyat masasındaymış gibi hissediyor, sırt adalelerinin gerilip bü züldüğünü sanıyordu. Sanki bu adaleler, Sur-sulas’ın şu an vızıltısını bile duyar gibi olduğu kurşunun gelip saplanmasını bekliyordular.Bereket versin hüzme esmer vücuttan ayrılıyor, başka istikametlerde dolaşıyor ve nihayet sönüyor... Sursulas bu fırsattan faydalanarak yerinden fırlıyor, hazırlamış olduğu sipere ken dini dar atıyor. Şimdi evet ; Fener , dilediği gibi araştırmalarına devam edebilir. Kendisi de artık bu araştırmaları dikkat ve alâka ile takip etmeğe başlıyor. Bu da ne ? Evet, şu sersem fenerin gözünden kaçan bir karartı ! Bitişikteki tarlada. Bu karartıyı Suısuias, hezme-nin o taraflardan geçdiği bir andu keşfetmiştir. Tavuğa, insan başına benzeyen ve «kendisinin de henüz iyice aniıyamadığı fakat çini endişe ile dolduran karartı. Siperin içinde "adamakıllı doğruluyor karanlığın içinden bu meçhul karaltının ne olduğunu anlamağa çalışıyor. Fakat gece zifir karanlik, göz gözü görmüyor. Elden geldiği kadar boynunu dışarı uzatıyor. Evet aldanmamıştır. Şu an bir çalı, bir diken hışırtısı duymaktadır, uzuu bir cisim, sürünerek ilerlemektedir... Biraz daha doğruluyor ve bu sürünen cismi görmeğe muvaffak oluyor. Domuz sırtına benzeyen kara bir cisim, biraz ilerde bir tane deha ve az ötede bir başkası. Karanlıkta sürünerek ilerleyen cisimler üç tanedir. Sakın domuz yahut koyun olmasın.Fa-kat bunlar ne aksırıyor, ne de soluyor. Çıt yok. Sursulas daha fazla dayanamıyor, siperden çıkıp sürünerek bitişik hendeğe kendini atıyor. Bu karaltılar insan olsa gerek, çünkü hayvan olsaydı çoktan Sursulas’ın gelişini, sezer, kaçarlardı. Evet bunlar insan. Fakat bura, da ne işleri var ? Sursulas bir an şaşkın ve kararsız bekliyor, sonra da dişleri arasından bir küfür savuruyor. Demek onlar da benzin için gelmişlerdi, rekabet yapmak için, ekmeğine mani olmak için... Kımıldayan karaltılara bakıyor ve bu sefer büsbütün şaşırıyor.“Allah aşkına, bunlar ne halt ediyorlar burada „ Elleri muntazam hareketlerle kımıldanıyor, belli ki bir şey salıveriyorlar. İkisi oldukları yerde duruyor ; üçüncüsü ilerliyor. Yoksa boru mu döşeyorlar ? Demek benzini bom ile aşıracaklar. Sursulas bu yeni araklama usulünü şaşkınlık ve hayranlıkla seyrediyor. Bak, hem de a-ralarında çok alçak, ancak duyulabilecek bir sesle konuşuyorlar. İçlerinden biri : “Fitil sal l„ diyor, öteki : “Dikkat et ıslan masın I»
“Tuh ! Allah kahretsin !„ Sursulas işin as lını astarını artık kavramıştır. Derhal geri dö eüp siperine sokuluyor. Başına gelenlere ba kın I Bunlar, onlar işte, hani Almanlar onlara bir tuhaf diyorlar, şu, herşeyi havaya uçuran
lar I... Biraz so nra buralarda kızıl kıyamet kopacak. Bunun için buralardan tüymek gerek. Peki benzini ne olacak ? O güzelim tenekesi? Bu sağlam ve yolunda giden işi ne olacak ? Allah belâsını versin şu satılmış namussuzların, öyle ya, İngilizlere satılmış olanlar ancak böyle işler yaparlar. Hayatlarını tehlikeye koyup kelleyi koltuğa alırlar... Bu düşünceler Sursu-las’ı köpürtmeğe yetip artıyor. Fakat, işte, e-lektrik feneri yandı. Eh, kazara hüzme üzerlerine düşüverse 1... Fakat sersem fener bir an İçin onları yalıyor, sonra bırakıp uzaklaşıyor. Ama Sursulas’ın zihnini andınlatıyor, Nasıl ol-ou da bunca zaman aklına gelmedi. Tam iki teneke benzin. Boru değil ! Evet, onları Almanlar^ haber verecek ve iki teneke benzin alacak. Hemen gidip nöbetçiyi bulacak, ona u-zaktan : “Amiko !„ diye seslenecek ve her şeyi olduğu gibi anlatacak. Hem de çabuk olması gere ; biraz uzaktaki karaltı depoya varma dan önce bu işi bitirmesi lâzım. Delikten çıkı, yor. Fgkat bu da ne ? Bu ne berbat bir gece böyle ? Bu üzerine doğru gelen gölge de ne oluyor acaba ? Bu gölge öteki gölgelerden değil, başka istikametten geliyor. Tekrar deliğine sokuluyor, gözünün ucu ile bu yeni gölgeyi takip, ediyor. Bu gölge yavaş yavaş ilerliyor, hem de dim dik yürüyor, elinde bir şey de var. Sursulas bu yeni gölgeyi dikkatle yavaş yavaş yürüyen bir avcıya benzetiyor. Fakat gölgenin tepesinde, karanlığın içinden, bir de sivrilik beliriyor. Bu gölgenin Alman nöbetçisi olduğunu anlıyan Sursulas içinden sessiz bir “Oh !» salıyor. Kalbi o kadar hızlı çarpmağa başlıyor ki. Sursulas Almanın bu sesi duyacağından korkuyor, başını mümkün olduğu kadar deliğinin içine gömüyor. Almanı görmek ve takip etmekten vazgeçiyor ve bekliyor, bekliyor... Ama, gölge gecikiyor, acaba neden gecikiyor ?... Tekrar başını çıkarıp bakıyor. Gölge bu an tam yanıbaşına varmıştır. Ah, kalbi, zavallı kalbi neredeyse yerinden fır-Uyacak. Evet. Alman bu kalbin sesim mutlaka duyacak,bu kalb Sursulas’ı Almana teslim edecek. Fakat ansızın, hiç beklenmedik, umulmadık bir yardım geliyor, serin ve billûr gibi bir ses, bir “tır, tır, tır, tırrr.» imdadiı a yetişiyor, kalbinin çarpıntılarını bastırıyor. Nöbetçiyle Sursulas’ın arasına, otların içine gizlenmiş bir cırcır böceği girmiştir. Bu böcek tıpkı Sursu* las’ın kalbi gibi Aİmanın her adım atışıyla se sini kesiyor durduğu vakit ötmeğe başlıyor.Ve Öyle anlar oluyor ki bütün kâinatta her şey susuyor ve sadece bu “tır, tır, tırrr» duyuluyor. Hele bu sefer bu ses epey uzun sürüyor* Yoksa Alman durdu mu ? Evet, olduğu yerde duruyor, bir şeyler görebilmek için olacak u-zaklara bakıyor. Demek bu duruş Sursulas için değildi, ötekiler içindi, elindeki tüfekle o üç kişiyi gözetliyor.
Biraz sonra Sursulas nöbetçiyi göremez o-luyor. Fakat mutlaka yere yatmış olacak. O sun olduğu yerde, avına saldırmağa -hazır bir kaplan gibi beklediğini Sursulas çok iyi biliyor. Çünkü circır böceği durmadan ötüyor,kesik sesleri karanlığı delmekte devam ediyor. Elbette ki bu “tır, tır, tırrr„ları ötekiler de; o o Üç kişi de duyuyordur. Ama bu havanın onlara neler hazırladığından zavallıların haberi
Yasan : G. N A Z O S
bile yok, bn hava bitince Almanın kendilerine yaklaşmış olacağından haberleri bile yok! Fakat bu “tır, tır, tırrr» sesleri durmadan devam ediyor, nurdan perdeler halinde göğe doğru yükseliyor ve Sursulas’ı da alıp beraber götürüyorlar; bu sefer başka bir tarlaya. Bu tarlada küçük Sursulas, bacak kadar bir çocuk, bu ayni sesi dinlemekte, hülyalar kurmaktadır; etrafında anası, babası, kardeşleri ellerini sallayarak işaretler etmekte, onu yanlarına çağırmaktadır... Burası onun kendi köyü. Namussuz Nasilerin yaktığı güzel köyü! Ve şu an onlardan biri bir kaç adım ötede durmaktadır. Biraz ilerde de üç zavallı Yunanlı I Ya cırcır böceği sesini keserse? Sursulas’ın içinde bir istek doğmuştur: Her çareye başvurarak gidip bu üç Yunanlıya haber vermek. Cırcır böceği ötmekte devam ediyor, “tır, tır, tırrr»ları sanki geçen saniyeleri ve Sursuiasa acele etmesi gerektiğini emrediyor. Fakat Sursulas aklını başına toparlıyor. Onun bu ötekilerle ne ilişiği var? Ne diye bu işe burnunu sokacakmış sanki? Aslına bakarsan bu iş onun işine gelmiyor da değil! Hatta yavaşçacık kalkıp ürkütmeden sessizce Almana yaklaşabilir, aradığı adamların biraz ilerde, üçüncü hendeğin i-çinde olduklarını kulağına fısıldayabilir. Yeter ki iki teneke benzini vermek istesin... Fakat ansızın — Aman Allahım! cırcır su-
suveriyor ve Sursulas gayri ihtiyarî avazı çıktığı kadar bağırıyor:
— Çocuklar dikkat, Almanlar geliyor!..
Ah, ne yapdı o? Erimiş kurşuna benzeyen bir ışık Sursulas’ı baştan başa sarmış, onu kavurmağa başlamıştı. Elektrik feneri şu an gözlerinin içine çevrilmiştir. Homurdanan bir cisim onu saçlarından yakalamış, deliğinden dışarı çekiyor. Alman boğazına sarılmış sıkıyor, sıkıyor; zavallı Susulas’ın nefesi tıkanıyor. Gözlerinin önünde korkunç şimşekler çakıyor, silahlar patlıyor, üstüste müthiş gürültüler o-luyor, kulakları zonkluyor. Ansızın bir canavarın çeneleri, karanlığın içinde bileklerine kenetleniyor. Kelepçeler. Fakat Sursulas henüz nefes alabiliyor. Demek daha ölmedi. Evet Ölmedi. Kulakları duyabiliyor, gözleri etrafında dolaşan fenerleri görebiliyor... Tabanca sesler* insanlar, homurdatnalar ve yürümesi için Almanın sırtına sırtına iudindirdiei yumruklar. Biraz sonra üzerine çevrilen fenerler çoğalıyor, gözleri kamaşıyor, göremez oluyor. Koyu bir karanlıktan başka hiç bir şey seçemiyor. Yalnız, etrafını alan Almanların birbirlerine çıkıştiğını, kavga ettiklerini duynyor ve gayri ihtiyarî gülümsüyor:
— Attık kazığı heriflerel..,
Ve buna iyice kanaat getirmek için haykırıyor:
— Yakalandınız mı çoçuklar?
Sursulas’ın bu haykırışı cevapsız kalıyor. “Tüydüler!» diye düşünüyor fakat dudaklarında henüz belirmiş olan tebessümü suratına i-nen bir yumruk kana bulayor.
eoe
Kurşuna dizilmeğe gidecek olanları taşıyan kamyonun içinde sarsılanlar, yanyaııa ve kar-
(Arkaaı 8'nci sayfada.)
44114^5- g ö
Ç M E N
Cevdet Kudret SOLOK
(Bsştsrafı geçen sayıda)
Belediye başkanı, böyle bir toplantıya ▼esile olduğu için bu göçmen meselesinin çıktığına âdeta minettar kaldığını söyledi ve Belediye adına yapılan bu daveti kabul etmekle şu fakir sofraya şeref verdikleri için hazır bulunanlara teşekkür etti. Sonra yumuşak bir ses tereddütlü bir tavırla, komisyon başkanına ve kaymakama çekine çekine sordu :
— Acaba.,, yemekten evvel.., bir kaç kadeh... bilmem ki arzu buyurulur mu ?.. Sadece bir kaç kadeh... aperetif olarak... zatıâlile-rince eğer bir mahzur görülmezse... hani iştah açar derler de... eğer emir buyurulursa...
Komisyon başkanı babacan bir tavırla :
— Ne demek efendim, ne demek 1 dedi. Bu akşam hepimiz sizin emrinizdeyiz. Ne verirseniz onu yer, ne içirirseniz onu içeriz !
— Estağfurullah efendim. Rakı, bira, şarap ?... Hangisini arzu buyurursunuz ?
— Ben kendi hesabıma rakıyı tercih ederim. Mideyi daha az yorar.
— Hakkınız var «fendim. Zatıâliuiz, beyefendi ?
— Ben de rakı rica ederim.
— Hep rakı içeriz efendim.
— Rakı, rakı !
Belediye başkanı kapıda bekliyen hademeye emretti:
— Oğlum! Çabuk rakıları getir ! ğ iştenim şekilde başladı ves geceya-tısını bir saat geçinceye kadar sürdü., Apere-tifle başlıyan bu toplantı yine aperetifle sona erdi ve davetliler hazırlanan yemekleri yemeğe fırsat bulamadan ayrıldılar.
Komisyan üyeleri ertesi gün ancak öğle üzeri uyanabildiler. Hepsinin ağzı zehir gibiydi. O gün öğle yemeğinde yalnız işkembe çorbası, yemekten sonra da birer kahve içtiler; fakat hepsinin başı hâlâ hafiften ağrıyordu. O gün ancak saat dörde doğru toplanabildiler.
Komisyon başkanı kaymakamlık tahsisatından hayır gelmeyeceğini anlamış bulunduğu için bu defa belediye başkaniyle konuştu.Göçmenleri yerleştirme işiyle belediyenin uğraşması gerektiğini söyledi. Belediye başkanı, curasının nihayet küçük bir kasaba olduğunu, gelir kaynaklarının şehir belediyeleriuinkiyle kı-yaslanamıyacak kadar ez bulunduğunu, "Sunun da kamu hizmetlerini zarzor karşılayabildiğim, böyle olağanüstü bir yapı ve yerleştirme işine girişebilmek için elinde hiç bir maddî vasıta bulunmadığını açıkça bildirdi.
Uzun tartışmalardan sonra kasabanın ileri gelen zeytinyağı tüccarlarının, esnafın, bir de halkın yardımına başvurulmasına karar verildi. Bu akşam da vakit hayli ilerlemiş olduğu için komisyon başkanı kimlere ne yolda müracaat edileceği işinin ertesi gün görüşüleceğini söyleyerek toplantıya son verdi.
Komisyon üyeleriyle kasabanın ileri gelen memur ve tüccarları o gün de belediyenin davetlisi olarak akşam yemeği için belediye binasında. buluştular.
♦oo
Ertesi gün yine ancak öğleden sonra, saat üç sularında, toplandılar, yardımını istiyecekie*
ri tüccarların listesini hazırladılar, böylece taaa yemek zamanına kadar çalıştılar.
Hava kararmağa başlamıştı. Halkın yardımı meselesinin görüşülmesini de daha ertesi güne bırakmayı uygun bulmuşlardı ; fakat üyelerden biri hatırlattı ki, daha ertesi günü cumartesidir, öğleden sonra bütün daireler resmen tatildir, ondan sonra da pazar geliyor. Kanun, tatil günlerinde memurların dinlenmesini emrettiğine, kendileri de memur oldukları-na göre, kanunun bu yoldaki emrinin dışına çıkmaları uygun değildir. Bunun üzerine, halkın yardımı meselesinin görüşülmesi pazartesiye bırakıldı. x
■ Pazartesi günü, kimlerden yardım istenece ği konusu üzerinde uzun tartışmaklar oldu, sonunda, memnrlardan, esnaftan, bir de mülk sahibi bulunan halktan istenmesine oy birliğiyle karar verildi. Bu işin mahalle muhtarlığına yaptırılması uygun görüldü için, muhtarların çağırılması salıya bırakıldı Sah günii muhtar lar toplantısı oldu ; çarşamba güuü her muhtar kendi mahalle idare heyetini toplayıp onlara durumu anlattı ; perşembe günü mahalle idare heyetleri ne yolda çalışacaklarına dair kararlar verdiler, cetveller hazırladılar, üyeler arasında iş bölümü yaptılar ; cuma güuü her üye kendi bölgesini gezip evleri tespit etti. Araya yine cumarte-ıiyîe pazar girdiği için, ia ne toplama işi paza tesiye kaldı ve pazartesi günü bütün üyeler, koltuklarında gliete büyüklüğünde beyaz kağıt tomarlariylej mahalle aralarına dağıldılar.
oee
iane haberi hala arasında yıldırım hıziyle yayılmıştı. Mahalle idare heveti üyeleri bir çok kapıları, güuüu hur saatimde, aı«uain.> aapait buldular. Halk düşünüyordu :
“Ne diye para verecekmişim ? Daha mem iekete ayak bastıkları gün her şey ateş paha •» kesildi. Ne rdüğö belirsiz, öküzlü arabâlı'bir sürü insan. Oturacak yerleri yokmuş da ev yapılacakmış» Ne iyi şey bu böyle. Evi olmiyan lav* bedava ev -vermek de yeni mı çıktı? Yok şöyleymiş, yok böyleymiş ! Elin jtabanindan^ bana ne ? Benim neyim ölürmüş onlar ? Anam mı ? Babam mı I Bu zamanda kimseden kimseye .fayda yok. Nerdeyâe kış bastıracakmış, zavallılar hâlâ çadırda kalıyormuş. Mektuplaşıp da dâvet etmedik ya ! Buraya kimler gönderdiyse, oturacakları yerleri de onlar düşünsün I...
İane toplama işi sürdüğü müddetçe, göç men yerleştirme komisyonunun sonucu bekle mekten başka yapacak işi kalmamıştı. Yalnız, akşam yemeklerini kaymakam, belediye başkanı ve kasabanın ileri gelenleriyle beraber bele diye binasında topluca yemek artık alışkanlık halini almıştı.
Kasım ayı gireli bir hafta olmuştu. Soğu ğun şiddeti gittikçe artıyordu. Göçmenler,hayvanları ölümden kurtarabilmek için onları satmaktan başka çare kalmadığını gördüler. Hayvan pazarında piyasa birdenbire düştü. Gözelim atlar, canım öküzeler yok pahasına gitti; gitti sözü çok hafif düşer, gitti değil, bedava denecek kadar ucuza kapatıldı. Şimdi arabalar manâsız ve hazin birer yığın halini almıştı.
Hepsinin okları, ufukların boşluğuna doğru u-sanıyordu.
Hayvanları satmakla ölümden kurtardılar. Fakat insanları nasıl kurtaracaktılar ? Yeryüzünde para etmeyen tek varlık insandı. Her şeyi yapan insandır, insan buğdayı eker, yemişi toplar, ineği sağar yünü örer, yapıyı kurar, yine insan aç kalır, üşür, ve Ölür. Yeryüzünde en kuvvetli ve en zaif odur.
Külrengi göğün altında uzanıp giden çadırların kapıları rüzgârın biraz durduğu, güneşin biraz görünür gibi olduğu saatlerde ardına kadar açılıyor, rutubetle nemlenmiş bulunan yataklar; yorganlar, örtüler kurusun diye dışarıya çıkarılıyor, gün ışığı atlına seriliyor, fakat deniubilir ki güneş onları kurutacağı yerde onlar giineşi üşütüyor ve ıslatıyordu. Günün hemen her saatinde, hemen her çadırda bir çocuğun öksürdüğü, bir kadının ağladığı, bir ihtiyarın inlediği duyuluyordu ve bir kaç günde bir de oleıı bir çocvğun veya bir kadının anasının, babasınıu, yahut da kocasının veya kardeşinin çığlıkları evvelki sesleıe katılıyor, hepsi birden, muazzam bir ses kafilesi halinde,kasabanın dışında, çadırların üstünde, havaya doğru yükseliyor, yukarda rüzgârla sallanıyor, dağılıyor, küçük küçük parçalara ayrılıyor, sağa sola serpiliyor, nihayet duyulmaz oluyordu. Soğuk en fazla çocuklara dokunuyordu. Hemen hepsi ciğerleri sökülür gibi öksürüyor, analarının veya babalarının göğüslerindeunla-*’ rın sıcaklığiyle biraz ısınabil meleri, kasılan vücutlarının biraz gevmeyebilmesi için saatlerce büzülüp oturmak idda para etmiyor, titrerken artık derileri değil, bütün uzuvları sarsılıyordu. Her sabah bun'ar dan bir kaçı yataktan çıkamaz oluyor, tepeden tırnağa kadar bütün vücutları ateş içinde yanıyor, daha bir gün evvel soğuktan donduklarını söyiiyen ayni çocuklar şimdi sıcaktan şikâyet ediyor, bir kaç güu içiude de ölüyorlardı. O günden sonra artık ne soğuk, ne de sıcak onlara tesir etmez oluyordu. Henüz ayakta geziuebileııler ise, arkalarında atkıya benzer kalınca örtüler, yüzleri limon gibi sarı, dudakları mosmor, çadırların arasında hayalet gibi dolaşıyor, sonra gözden silmiyordu. Bunlarda, çadırların içinin mi, yoksa dışının mı daha sıcak olduğunu anlamak istiyen bi'r hal-Vardı. Çadırlar... Bozrengi top rağin üzerinde sıralanan bu bezler artık insanları lüzgâıdan. yağmurdan, soğuktan koruyan vasıtalar değil, sadece hastalıkları, sefaletleri, ıstırapları örten birer kılıftı.
Bu hal daha ue kadar sürecekti ? Göçmenler bir güu aralarından seçtikleri bir heyeti kaymakama gönderdiler. Kaymakam, onlara, toplanan ianenin yetecek kadar olmadığını ikinci bir iane daha toplanmasına karar verildiğini, üzülmemdenni, her belde çok yakında her şeyin halledileceğini söyledi.
Aradan on gün daha geçti. Kasım ayının yirmisi olmuştu. Göçmenlerin ikinci müracaatında, kaymakam, bu seferki iânenin de maalesef iyi netice vermediğini, bu durum karşısında, yerleştirme komisyonunun nihayet mer keze yazıp oradau yardım istemek, zorunda kal dığını, gelecek cevaba gö>e hareket edileceğini bildirdi.
Fakat aralık ayı girip de göçmenler üçüncü defa gelince, kaymakam hepsini birden terslendi :
— Ne acele ediyorsunuz, be adamlar ? di
ye bağırdı. Bütün işimizi gücümüzü bıraktık, her akşam toplanıyor, geceyarılarına kadar hep ■izin işinizi görüşüyoruz. Daha ne yapabiliriz? Siz de biraz dişinizi «ıkın canım !
Zavallılar süklüm püklüm, tersyüzü geri döndüler. Çadııiarın önünde kendilerini bekli yen hemşerilerine olup bitenleri anlattılar,"bütün işlerini güçlerini yüzüstü bırakmışlar, gece leri hep bizim işimizi görüşüyorlarmış !„ dediler.
aşka dair bir
ayni insanlar, otura birbirle-
bunun farkına var büyük bir gürültü çavuşu ile bir kaç çalıştığı ihtiyar bir
Gece saat on ikiyi geçiyordu. İçki artık hızını kaybetmişti. Yarı içilmiş kadehlere pek uzanılmıyor, sadece, arasıra, çatalın uciyle a ğıza bir meze atılıyor, içmekten çok yeniliyor ve konuşuluyordu.
Göçmen yerleştirme komisyonunun başkanı, kaymakama, insanı yaşatan ateşin soba a teşi olmayıp aşk ateşi olduğunu söylüyor, ona, Baki Efendi’nin şaraba, güle, beytini anlatmağa çalışıyordu-
İki aydanberi her akşam ayni yerde, ayni sofrada otura
riyie içîi dışlı olmuşlardı. Okul müdürü, bele diye başkanına, elin yumurcâklariyle uğraşmaktan artık usandığını, daha çok para veren bir yer bulursa bu meslekten hemen ayrılacağını anlatıyor ; posta müdürü, yanındaki 'komisyon üyesine - kaymakamın duymamasına dikkat e-derek - dairedeki bir memureden bahsediyordu.
Sohbetin böyle en tatlı zamanında, dışardan, bağırışmaya benzer bir takım sesler geldi ise de içerde hiç kimse madı. Fakat az sonra kapı ile açıldı. Bir kaç belediye hademenin koyvermemeğe
göçmen, kapı kanadını bir itişte ardına kadar dayamış, kapı çerçevesinin boşluğu içinde, sa-loudakileriu karşısına dikilmişti. Rüzgârlarda, ğıian saçları alnına dökülmüş, göğsünü kaplı-yan beyaz sakalı kabarmış, birbirine, karışmıştı. Kucağında, henüz dört yaşında görünen bir çocuk ölüsü vardı. Onu bütün kapıyı kaplıyan uzun boyu, geniş omuzları, dağılmış beyaz saç ve sakalı ile karşılarında gördükleri zaman, ■ofradakiler hep birden ayağa kalkmış, iki üç adım geri çekilmiş, tıkanan ağızlar ve büyü yen gözlerle bakakalmışlardı. Hademeler de ellerini çekmişlerdi. İçerde saatin sesinden başka Sıt kalmamıştı. İhtiyar adam salona şöyle bir baktı, gözleri bir an masada takılı durdu ; o, kendileri için geceyarılarına kadar çalıştıklarını söyliyen bu insanların çalışmalarını biraz daha hızlandırmak ümidi içinde, çadırına inen felâketin verdiği perişanlık ve acı ile buraya kadar koşmuş... koşmuş, fakat umduğ ndan başka şeylerle karşılaşmıştı. O zaman, odanın tavanı başının üstüne çökmüş gibi, iki yanına ■allandı : bu çöküntü dışarda değil, kalbinin içinde olmuştu. Düşen bir kalasın altında Vücudu ezilen bir insanın duyacağı ıstıraba benzer bir ıstırapla dişlerini sıktı ; sonra başını birdenbire kaldırdı, salondakileri teker teker gözden geçirdi, lokması ağzında kalan kaymakama, elindeki çatalı bırakmağa vakit bulamamış olan komisyon başkanına baktı, baktı; sonra hepsinin hüviyetini çiğniyen adımlarla odanın ortasına doğru ağır ağır ilerledi, yürürken boşlukta bacakları sallanan çocuğu masanın üstüne boylu boyunca yatırdı. Şişeler devrildi, tabaklar kırıldı, kadehler döküldü. İhtiyar adam yükünü bıraktıktan sonra tekrar doğruldu, buğulu gözlerini karşısındakilere çevirdi, alabildiğine gerilen şehadet parmağını ma sa üstündeki çocuğa doğru uzattı, davetlilerin korkuyla büyüyen gözlerine, solan yüzlerine karşı, nefretle titriyen kısık, acı, vahşi bir ses le bağırdı ;
* — Alın I Bunu da yiyin I
Cevdet Kudret SOLOK
Aç Dünya ve U- N- R. R. A-
2 Numaralı dünya savaşının karanlık günleri biteli bir yıl oluyor. Barış ve aydınlıklara kavuşmuş olan halk kitleleri, şimdi büsbütün boşalmış olan boş mideleri üzerine yumruklarını daha sıkı basıyorlar.
Ajanslara ve muhtelif memleketlerdeki feryatlara bakılırsa, hiç bir savaşın tırpanlıyamadığı 500 milyonluk bir insan kitlesi açlığın giyotinine teslim edilecekmiş. Bu rakam dünya nufüsunun dörtte biridir. Korkunç rakam karşısında buhranlar ve korkular geçiren memleketler çareler aramağa koyuldular.
Çekik gözleri iztiraptan daha büzülmüş Çin kulileri, mülahham cüsselere kıymetli madenler ö-deyen Hind paryaları, Nil’in renk değiştirmesini gözetleyen Mısır feliahlan ve plansız cemiyetin milyonlarca yığınları yüz yıllarca hiç bir gün güneşin batışını tokluğun rehaveti içinde seyredeme-mişlerdir.
. Savasın sefaletleriyle yüklü halk kitlelerine yardım için kurulmuş olan UNRRA teşkilâtı bir çok milletlerin yardımını temine çalışırken, fhenüz kökleri kazınamamış bazı faşişt devletler bu teşkilâta yardımı red etmişler. Fazla gıda maddelerini denize dökmek, yakmak veya başka şekillerle baltalayıcı ve insanlık dışı rollerine devam etmişlerdir. Bu yardım, teşkilatı henüz olgun ve kuvvetli olamadığından bâzı hakimiyetlerin devamına (sefalet çeken insanların zararına da olsa) bir alet olmak tehlikesine bile maruz bırakılmıştır.
Savaş sonu sefalet ve açlığının giderilmesinde az da olsa hizmetleri dokunacak olan UNRRA teşkilatı ile bütün EKonomik probıemi«sM».çözüie-miyecsği pek tabiîdir. Zira ekonomik ve sosyal hayatın kendi kanunları vardır.
Demokrasi
H‘lk. kitlesinin zararına kendi sınıflarının men-faatlarına göre demokrasiyi kesip biçen fikir terzilerinin türediği şu zamanlarda gerçek demokrasi hakkında bilgi veren bu eser bütün aydınların faydalanacakları değerdedir.
İngiltere’de ezici bir çoğunlukla iktidarı ele geçiren İşçi Partisinin liderlerinden olan profesör Laski, kitabında kartel, tröst ve inhisarcı sermayenin hâkim olduğu memleketlerde hakikî mânada asla bir demokrasinin mevcut olamıyacağını belirtmektedir. Gerçek demokrasinin olabilmesi için sermaye kredi kaynaklariyle iç ve dış ticaretin devletin kontrolü altına alınması, devletin toprağa elkoyması ile mümkün olabileceğini en yeni delilleriyle göstermiştir. __ _______ ________
Yalnız kazananı ideal insan sayan, fakirliği günahkârlık ve fakirleri düşkün insanlar diye damgalayan plânsız müsavatsız cemiyette insanlar«Bar-barlar, Uşaklar, Halk» olarak kategorilere bölünmüştür. Bu cemiyette «kanunların hükümleri sınıftan sınıfa değişir.» «Bu cemiyette kudret sahibi olmak, her şeyden ziyade mülk sahibi olmaya bağlı bir şeydir».
Tercüme kokusu az olan kitabın en büyük ku-kıyorduın. Biraz ötemde benim gibi oulan suru sadece aydınlara hitap etmesidir. Aldatıcı de-sevreden biri daha vardı : çalışanlar gibi çarıklı poturlu bir köylü. Bir bitkinlik bir çöküntü vardı üstünde^,Meraklandım, sordum !
— Hasta mısın ? Ngderj çalışmıyorsun ?
Değil
Ne Düşünüyorsun?
Y°lun kenarında bir kazıda çalışan amelelere ba-
^çden çalışmıyorsun ? bu
adık ; işle ın.
bak bunlar iş bulmuş çalı ubları görüyon ; benim, ;
A
TARLA
Emmim kızı Ayşe tarlada gebe kaldı Aliden, Bi^im sarı inek
tarlada buzağladı sarı tosunu Dememköylü Mehmet '
Ahmedi tarlada serdi yere, Hamdüs en amız
Tarladan yükseldi
Ve tarlada bastık
Kör f eleğe.
M e v 1 â y a küf tlrü
TOYGAR.
— Madem ki iş yok, ne diye köyünden buralara geldin...
— Köyde bir türlü ; biz fakiriz ekecek biçecek tarlamız, toprağımız yok ki...
Şu karşımda çaresizlik içinde omuzları düşen insana ümit ve cesaret vereyim dedim :
------Bak kanun çıktı, topraksız köylüye toprak dağıtacaklar;senin de tarlan, çiftin çubuğun olacak..
Derin düşüncelere dalmış görünüyordu :
— Neye daldın öyle, ne düşünüyorsun ? di-sordum :
Adeta sayıklar gibi, güç duyulur bir sesle :
— Karnım aç, bayım dedi, onu düşünüyorum...
İhsan ÜREĞİL.
ye
ve Sosyalizm
Y. ÇÖL.
mokrasinin sırları bir çok vakalarla ortaya konu larken bile Türk okuyucuları hafızasını zorlamak durumunda kalmaktadır.
Halen İngiltere’de yapılmakta olan İktisadî ve ir kesat, es- İçtimaî hareketleri yakından takip edecekler için bir rehbeı olabilecek bu kitabın arkasından daha sıyor... geniş kitlelere hitap eden popüler eserler bekle-
gibi bul«|a-_ mek hakkımızdu
Bizim Köyde
liizim köyde bahardan çabuk gelir kış Bolluktan çok sürer yokluk.
Bilmem ki alın yazısı mı böyle ?'
Beklendiğinde yağmur gelmez, Beklendiğinde güneş.
Ne çıkar baş ucundaki bir ağaç gölgesinden Eteğini yalıyan denizinin sesinden ? Bizim köyde yarı ölü,
Yarısı toprağa gömülü »
yaşar yine canlılar.
Hep böyle bizim köyde,
Bugünler ve dünler.
Bizim köude “Yaşanmadan geçiyor günler..
Z. KARADENİZ.
L
i
FİKİR,SANAT VE T£NKİTD£R$İSİ
SURSUL&S
Fransa işçi istiyor
Foransa İkinci Cihan Harbinin korkum-■ yıkıntılarına en çok uğrayan memleketlerden biri oldu. Bu yıkıntı yulnız binalarda, yapılarda değil, insan gücü üzerinde de feci tesirler bırakmıştır Bugün yeniden kalkınma dâvasına dört elle sarılan hür Fransa’nın karşılattığı güçlüklerden biri de el emeği azlığıdır Harpte ölen yüzbinierce genç iueaıu» >1 raktığı boşluktan başka, nazilerin korla
Almanya'ya götürüp kamplara kapadıkları, en aşağı şartlar içinde çalıştırıp erdikleri milyonlarca Fransudan büyük kısmı henüz çalışamlyacak kadar bitkin bir halde bulunmaktadır. Yapılan hesaba göre Fransa’nın ekonomik kalkınması için 20 milyar iş saatine ihtiyaç vardır. Bunun için Fransa madenlerde fab. rikalarda, tarlalarda çalıştırmak üsere 3,000,000 yabancı işçiye iş verecek durumdadır
Vurguncuların cezası
Şey,
Tütün ve Sinema
Bütün memleketler bütçelerini denkleştirmek için ithalatını mümkün olduğu kadar kısmaktadır. İngiltere'de 5’inci sayfadan: d« bu yolda tedbirler alınmıştır. Mese-
lâ daha az ytrtinurta ithaline karar veril-Ş1 karşıya oturmuş beş kelepçeli- iniştir. Fakat |ütün ve sigara ithalatına dir. Bunlar ilk defa bu kamyonun içinde birbirlerini görmüşler ve a-rada geçen bu kısa zaman içinde tanışmağa çalışıyorlar. Her biri ayrı bir hapishaneden alınmıştır.
Sağ başta oturan :
— Telaiz idare ediyordum, au-bayım, diyor.
Bir başkan :
— Gizli gazete çıkarıyordum!
Üçüncüsü :
— Orta Doğuya kaçmak iate-iniştim, yakaladılar I...
Dördüncüsü :
—- Dağda partizan reisiydim! Ancak beşinci sessiz kalıyor. Başı önüne eğilmiş öylece beklemektedir. Yanında oturad arkadaşı.
— Ya sen’ sen ne yaptın? diye soruyor.
— Ben ?... Ben mi ?... bir teneke benzin için...
Başka ne diyebilirdi ? Yakalandığı andan itibaren sebebini bir türlü izah edemediği bir mesele hakkında onlara daha fazla ne aöyliyebilirdi ?...
Fakat, söylediklerinin yetmediği ötekilerin yüzünden belli.Daha fazla malumat istiyorlar onlar. Bunun için Sursulas ilâve ediyor:
— Benim adım Sunulsa !...
Kamyon duruyor. Sabahın a-laca karanlığında etraflarını saran Almanlarla birlikte bu beş kişi bir tarlaya doğru ilerliyorlar. Sıraya dizilip"Yaşasın Yunanistan!» diye bağırıyorlar. Yalnız içlerinden biri sessiz kalıyor. Fakat bu„ sonsuz sessizliğin içinde,hedefine çevrilen tüfeklerle hayat ve ölümü birbirinden ayıran bu saniyelerin sonsuz sessizliği içinde, çiğli otların arasından, şuracıktan, billûr bir “tır, tır, tırrr» , ışıktan perde ler halinde belirmek cesaretini gösteriyor, göğe doğru yükseliyor, yükseliyor, tâ yükseklere ulaşıyor, bu sefer o güzel köyü aşıp daha da uzaklara gidiyor £ve ansızın-yaylım ateşle - Sursulas’m kalbiyle bereber susuyor....
Yanancadan çeviren:
Nevzat HATKO.
dokunulmıyacaktır. Buna sebep olarak sigara ile sinemanın halkın maneviyatını kuvvetlendirdiği ve bu suretle başka mahrumiyetlere katlanmıya yardım'ettiği söyleniyor.
Fransa kurtulduktan sonra, 5 harp ve işgal yılı boyunca frensiz milletinin katlandığı yoktuk ve ıstıraptan — har memlekette olduğu gibi ^^kendi çıkarlarına faydalanıp, milyonlar elde e-denler >igaya çekildi. Bunların haksız olarak edindikleri servetlere .el konuldu, bazılarına da ağıt para cezaları yüklendi Bu cezalar normal daralt yüzde 100 ilâ ikiyüzde 100 arasındadır. Fazla ola-rak düşmanla işbirliği etmiş olan «vurgunculardan alınan' cezalar yüzde 400’ü bulmaktadır. Bu esasa göre yalnız 1945 yılı içinde «İkonan servetlerin tutarı : 22.965.963.000 frank; cezaların tutarı da : 32.597-354.000 frank, yekûnu s
55.562.288.000 frank; yani 700 milyon türk lirasından fazla bir para.
Derisi her memleketteki vurguncularla, harp zenginlerinin başına!
T a r i ş Şarapları
EĞENİN
İzmir üzümlerinden sıhhî şartlara azamî itina edilerek imâl olunur, İzmir incir ve Üzüm Tarım Satış Kooperatifleri Birliği Ankara Şatış Mağazası :
Bankalar caddesi Yurt Sokak
No. 2 Tel : 1860.
Sonrası
Ş L i 6
nci sayfadan:
neme yapmak arzusu ve kâh cehaletleri yüzünden harcadıkları milyonlar sessizce her tarafa sürüklendiler. Bu itibarla, birinci cihan harbi gençliğin önemini gösteren ilk olay olduğu kadar, bir çok memleketlerde genç ne- (> alilerin köküne kibrit suyu döken bir facia oldu. Bazı memleketlerin yaş yapısında harp derin yaralar açtı ve bir çok yerlerde memleketin yarınına, işe yaramaz veya vatan borcunu yapmamanın yolunu bulmuş artıklar kondular.
Harp bittikten sonra ise, kodamanlar masa başında parsayı paylaşmak için epiv çekiştikten sonra, barbin en ağır yükünü çekmiş olan gençlerin sulhun da en ağır yükünü omuzlaması gerektiği, görüldü. Milyonlarca genç işsiz ve hatta aç kaldı. Bu, yalnız yenilmiş memleketlerde değil, yenen memleketlerde de böyle oldu. Bu şartlar altında, ilk defa olarak gençlik arasında önemli kımıldamalar, hareketler, cereyanlar görülmeğe başladı.
Harp sonrası gençlik hareketleri ne yazık ki gençliğin İçtimaî hayatta değeri olan yeri almasını sağlayacak bir kuvvet olmak yerine, hemen hemen bir anarşi halini aldı. Muhteris ve tecrübeli kodamanlar bu kaotik kütleyi istismar edecek fikirler o*taya altılar. Bu hareketler içinde yalnız muhtelif memleketlerin talebe cemiyetleri ve bunların birleşmesinden meydana gelen «uluslar arası taiebe birliği» muntazam bir teşekkül halinde gözükmüşse de, bu daha çok diplomatların izinde giden çırakların kumandası altında idi. Bunun dışında, bilhassa Almanya’da, gençlik bir sürü acaip cereyanlara sürüklendi. Bu sürüklenmeler, bir kutupta (psişiyatri kitaplarınıngmomadism» dediği) serserilik ve gezgincilik şeklinden başlayarak, öteki kutupta faşiştliğin vandalism (yağmacılık) ve hatta kanibalis-minde (yamyamlık) neticelendi. 1933 sıralam a kadar, Almanya’dan acaip kılıklı, sırtları torbalı bir çok gençlerin memleket memleket dolaşarak buralara kadar geldiklerini, hatta kahvelerde yeni bir tarzda dilendiklerini hatırlarız. Bir çok memleketlerde, gençlik arasında ormanlara çekilme veya tepinerek dans etme şeklinde garip hareketler türedi. Almanya’da na-ziler bu işsiz ve bakımsız kalmış, theosofi, çıplaklık, dervişlik v. s. peşinde koşanj-gençlik kütlelerinin kendi maksatları için birinci derecede kullanılacak bir vasıta olduğunu gördü. Dr. Göbbels’ler harp-artığı gençliğin durumunun bir prototipidir. Nasıl nazilerin parasını büyük sanayi ve maliye sermayedarları, ihtiraslarını (Ludendoıf) "gibi mağlûp generaller, ideolojisini harpten arta kalmış varım tahsilli, işsiz/ luesiıltaiu.-kii^ülc—la*»._____
juva orta - yaşlıları sağlamışsa, kütle malzemesini de harp sonrası gençliği hazırlamıştır.
İtalya’da Mussolini faşiştleri, Almanya’da Hitlerciler, gençler ve hatta çocuklar için renk renk gömlekler ve esvaplar diktirdiler, komik selâmlar, vahşi şarkılar öğrettiler. Her türlü insanlık ülkülerinden uzak bir barbar terbiyesi altında yetiştirerek onları her tarafa saldırttılar. Yalın a-yak ve çıplak Habeşlilerin tepesine havadan bomba salıvermenin çok keyifli bir spor olduğunu gazetecilere anlatan Mussolini’nin şişman oğlu Vit-torio, faşist gençliğine bir örnek olarak gösterildi. Fakat, nazi faşistlerinin yetiştirdiği Hitler gençliğinin yanında bunlar, Ebüssuut Efendinin torunu gibi kaldılar. Bunun acıklı, ve acıklı olduğu kadar korkunç hikâyesine yirmiye I î m-.’ ‘ -
Ellerine öldürücü silâhlar verilmiş milyonlarca genç ve hatta çocuk Avrupa’nın her tarafına saidırtılınca, tecavüze uğramış memleketleri kurtarmak yükü de aynı yaşlardaki gençlerin vatan bocu oldu. Çünkü, bu memleketlerin kodamanları tehlikeyi sezen 'halktan ve bilhassa gençlikten korktukları için yıllarca reaksiyoner siyasetler gütmüşler, düşman kapıya dayanıncaya kadar («şizmHatmin etmek için çeşitli gaflar yapmışlar ve nihayet sıkışınca başka memleketlere kaçmışlar veya düşman tarafına geçerek kendi gençliklerini imha ettirmek, için Gestapo’larla el birliği etmişlerdir. İste, bir taraftan bugünkü silâhların hususiyeti, diğer taraftan reaksiyoner "politikacıların ihaneti yüzünden medeniyetin kurtarılışı da ancak bu vatansever çocukların kahramanlığı sayesinde olmuştur.
Şimdi, onların mükâfatı ne olacaktır ? Harp sonrasının İçtimaî meseleleri arasında en mühimlerinden biri de budur. Şimdiden, yurtlarını ağır fedakârlıklarla kurtaran gençliğin zaferine konmak üzere, istirahat yerlerinden veya sığındıkları memleketlerden dönen eski kodamanların üşüştüğünü yer yer görüyoruz. Gerçek manâsıyla bir gençlik dünyası düşünmek belki bir ütopidir ; fakat gençliğin bozulmamış temiz ve engin enerjilerinin, yaratılacak yeni bir dünya için en kuvvetli bir kaynak olduğuna şüphe var mıdır ? Yarının cemiyetinin temelleri olacak olan ve öldürülmemiş olarak yalntz gençlikte kalabilen kuvvet, atılganlık, arkadaşlık ve iyilik ruhu acaba yarın da dayak, kumanda ve barbarca disiplin altında çürütülecek midir ? İş bulmak veya tahsil imkânı verecek bir yardım elde etmek için kapı eşiklerinde ve yollarda harcanacak mıdır ? Gençliğin enerjileri, ekonomik ve cinsî hayatın baskıları altında eritilecek veya kötüleştirilecek midir ? Gençlik kuvvetleri yine demagogların ve istismarcıların retlerine, nefretlerine, korkularına, kurnazlıklarına, ihtiraslarına alet olacak mıdır ? Yoksa, ilim, teknik ve sanatta büyük yaratmalar başaracak, cemiyetin dinamisminin ana mihveri haline konacak yollar bulunacak mıdır? Bunun cevabını «büyükler» kadar, gençler de düşünmek zorundadır. Niyazi BERKES.
FİKİR, SANAT VE TENKİT Dergisi
BAŞLARKEN
DİL VE D Ö Ş Ü N C E
[“DÜŞÜNME hürriyetinin dokunulmaz tek hürriyet olduğunu söyliyenler var. Bunlara göre, hiç bir sansörün, hiç bir hafiyeliğin so-kulamadığı tek yer, beynimi zdir. En azılı despot İarın önünde bile istediğimizi düşünürüz. Bunun için fikir hürriyeti, her zaman her rejimde var olan bir hürriyettir.
Sarsılmaz bir gerçeği anlatır gibi görünen bu buluş, bir çok sebeplerden, yanlıştır. Bunları incelemeden de bunun tam bir hürriyetsizlik olduğunu sövliyebiliriz. Çünkü düşüncemiz tıpkı bir zindanın duvarları içindeki kürek mahkûmu gibi, kafamızın sınırlarından dışarı ayak atmak istediği an - eğer bir istibdat rejiminde yaşıyorsak -kurşun yiyecektir. Yani orada kalmıya, oradan çıkmamıya mahkûmdur.
Beynimizin bir toplama kampı, veya hapısa-l ne hücresi olmaktan kurtulabilmesi ıçmj
celerimizin serbestçe dışarı çıkabilmesi, başka düşüncelere kadar gidebilmesi lâzımdır.
«Düşünmek, dudakları kapalı konuşmaktır» derler: bu hoş söz bize dilin düşüncedeki rolünü gösterir. Daha geniş manasile dil ve düşünce karşılıklı tesirlerle doğup, gelişmiştir diyebiliriz. En geri cemiyetlerde yaşıyanlarm düşünceleri de
c
Üniversitenin Muhtariyeti
Bellice BORAN
dillerinin ölçüsünde geridir. O halde düşüncenin
1 _____ r•• 4- »-» I »"ı ?C(*ı w-x ■» » »-» rt ı ı . «'•«'» v»4-1 nr» oı I di '"
var olmasının ve üstünlüğünün bir şartı nasıl dilin varlığı ise, düşünce hürriyetinin temel şartı da dil hürriyetidir. Dili burada şüphesiz en geniş ( manasiyle hem söz hem yazı olarak alıvoruz.Bu-na göre söz ve yazı hürriyeti olmayınca, fikir hürriyeti de yok demektir. Tek insan, leh başına kafasındaki bir iki düşünce kırıntısını g^viş ge-l tirmekle «istediği gibi» düşünmüş sayılamaz. Oysaki faşizm hürriyetin bukadarına bjile imkân vermemiştir. En hayasızca yalanlardan kuvvet a-lan bir propaganda sistemiyle kafaları kalıba sokarken, hürriyet severliğinden, ileri fikirliliğinden şüphelendiği insanların beyinlerini boşaltmak için saçlarından asmak, tırnaklarını sökmek, diri diri tabuta koymak gibi işkence metodlarına baş vurmuştur.
Bu barbarlık, dil hürriyeti olmadan da fikir hürriyeti olabileceğini sanmak gafletine düşenlerin ne kadar yanıldıklarını isbat, eder. Zaten bugün demokrasiyi kurtarmak için savaşanların zincirlerini kırmak istedikleri ilk hürriyet dil hürriyeti vani söz ye yazı hürriyeti değilmidir ?
SÖZCÜ
"ÜNİVERSİTENİN muhtariyeti meselesinin can alici noktası, üniversitelere ilmi faaliyet _____■ ve tıkır hürriyetinin sağlanmasıdır. Memleket ilim ve fikir hayatının en yüksek mfimesilleri «dan üniversiteleri ve üniversite mensuplarını üniversitenin dışındaki siyasî ve ve iktisadi kuvvetlerin müdahalesinden, tazyikinden korumaktır, Üniversitelere müdahaleler ya iktidarda olan hükümetten yahut ta, üniversiteleıin hususî şahıs ve teşekküllerden yardım gördüğü rncınlekeyçıd.eJ iktisaden kuvyetli ^üxn«lfrden gelebilir. Halbuki ilim ve fikir hayatının verimli bi> suretle gelişebilmesi için üniveısiteleıin bu çeşit müdahaleleıden ve üniversite mensuplarının her an işlerinden çıkarılmak, şu veya hu şekilde tazyıka maruz kalmak endişesinden kurtulmaları geıektir. Endişe ve korkunun bulunduğu yerde ilim ve fikir Jelişemez.^-
Üniversitenin muhtariyetine ait kanun lâyihasının başlıca maddelerini gazetelerde okuduk/Bu işaret ettiğimiz hürriyet ve emniyeti sağlamak bakimından bu layiha ihtiyaca cevap veriyor mu? Bu kanun kabul edilip, kanunun ruhuna uygun bir surette iyi niyette ve titizlikle tatbik edildiği takdirde üniversitelerin durumu bugünkünden daha iyi olacaktır. Rektörlerin ve dekanların iki yıl için seçilmeleri, aynı rektör veya dekanın, dört yıl geçmeden bir daha seçilememesi ve Eğitim Bakanının, tasdik etmediği kararlan ya Danştay’a yahut üniversiteler arası kurula göndermek mecburiyetinde oluşu, bugünküne kıyasla daha ileri bir durumun ifadeleridir. Bununla beraber, bu kanun dahi, üniversitelere gereken düşünce hürriyetini ve emniyetini sağlamaktan uzaktır. Kanunda, Millî Eğitim Bakanının üniversitelerin başı olduğu ve bu sıfatla üniversiteleri, fakülteleri ve bunlara bağlı müesseseleri hükümet adına miirakaba edeceği tasrih ediliyor. Eğitim Bakanı, tasdik etmediği üniversite kararlarından akademik mahiyette olanlarını üniveısiteler arası kurula göndermek mecburiyetindedir ama, Eğitim Bakanının kendisi bu kurulun başkamdir ve üniversiteler arası kurul ancak Eğitim Bakanının lüzum göreceği hallerde ve bildireceği yerlerde toplanır. Bu vaziyette, başkan tasdik etmediği bir kararı kurula havale edince, kurulun başkanı
(Devamı arkadaki sayfada).
SAYI
2
I Haziran I9A6
ANKARA
25
KHli$
Irkçılık ve Sanat
Niyazi BERKES
BİRİNCİ cihan harbi ile ikinci cihan harbi arasındaki devrede gençliğin İçtimaî hayattaki payının önemi son derece artmıştır. Eski zamanlarda gençlerden ziyade yaşlıların saygı görmesi ve cemiyette baş köşeyi yaşlıların tutmuş olması yalnız bizde değil, garpte de âdetti. Gençliğin değerini ve önemini arttıran şey, İçtimaî hayatın gittikçe daha geniş ölçüde ancak gençlerin yapabileceği veya ancak gençlikte öğrenilebilecek işlere dayanması olmuştur. Büyük sanayi medeniyetinin dünya yüzünde yaptığı başlıca değişikliklerden biri de istihsal hayatında genç nesillerin hem payını genişletmesi hem de bu payın önemini arttırması, dolayısiyle de gençliğin sosyal durumunu değiştirmesi olmuştur. Sanayi hayatının gelişmemiş olduğu yerlerde, geleneklere dayanan, kolay kolay değişmeyen cemiyetlerde başlıca değer, kudret ve yaşlıların elinde bulunur. Bütün tarihî medeniyetlerde bu temayül görülmekle beraber, en tipik nümunesi meselâ Çin medeniyetinde,
çağ hıristiyan ve İslâm medeniyetlerinde görülür. (Klâsik eski çağ medeniyetinde , meselâ İsparta’da yaştılar hakimiyeti plduğu halde Atina’da gençliğin yeri daha önemli idî). HeK’memleketin eiki köy tipinin hâkim bulunduğu yerlerde de gençliğin du hassa Orta Anadolu köy tipine dahil lerle bazı yaşlı kadınlardan sonra v bir yer tutarlar.
kuvvet açıkça orta-
t umu ikinci derecededir. Bizde, bil-I köylerde gençler, ancak yaşlı erkek-e ancak genç kadınlardan önce gelen
Bütün bu çeşit cemiyetlerde bir ferdin cemiyet hayatında tam manasıyla payı olması, İçtimaî hayatın her cephesine katılabilmesi ancak uzun bir yetişme, tabir caizse, çırakfik devresinden sonra başlar. Gençler, çocukluk devresini geçirdikten sonra da uzunca bir zaman yaşlıların huzurunda ses çıkarmadan, onları dinliyerek İçtimaî hayatın girintili çıkıntılı işlerini, hayatın köşesini bucağını öğrenirler.
Fakat, bilhassa ondokuzuncu yüzyıl ortalarından itibaren, Amerikada ve Avrupada gençlerin bu dutumu temelli değişikliklere uğradı. Önceleri gençler hatta çocuklar uzunca müddet adam akıllı istismar edildiler. Sanayi istihsalinin birçok işleri vardı ki bunları ancak gencin kuvvetli kolu ve atılgan ruhu başarabilirdi. Böyle olmakla beraber, hatta bu yüzdeı> direktif yine yaşlılardan geliyordu.
ınıflar;mn gençleri icin^avt-j.Qjr;
Şüphesiz, bu durum cemiyetin bütün nesilleri yeni medeniyetin bütün ağır yükünü omuzladıkları nisbette istismar eden sınıfların gençleri de dadılar elinde, uşaklar ve arabalar içinde büyütülüp klüplerde vakit geçirirler; zamanlarının büyük bir kısmını eğlenceye, spora ve seyahata harcayabilirlerdi. Bunlar, bilhassa büyük sermayedar zümrenin sonraları meydana gelen aylakları olmuşlardır. Bunların burjuva inkılâplarına önderlik etmiş olan müteşebbis babaları daha mütevazı hayat şartları içinde ve bizzat iş başında çalışarak sivıilmişicrdi. Bugün Avrupa ve Amerikanın milyoner evlâtlarının, eski padişah ve kral çocukları gibi geçen parazit bir hayatı vardır.
Gençliğin bu istismarına karşı uyanan protestolar neticesinde onun içtimai durumunu düzeltecek ıslahat yapılmamış değildir. Genç nesillerin ancak belirli bir yaştan itibaren sanayide çalıştırılmalarının hayli önüne geçilmiş, bilhassa gençliğin ucnzca okuyup yetişebileceği öğretim müesseseieri çoğalmıştır. Bu müesseseler, artık eski devitlerde olduğu gibi, ihtiyarlaşıp cemiyette kredi sahibi olunacak devreye gelinceye kadar diz ve Bir- ",
gösterebilmesinin hudutlaı'ını bakımından) «kodaman»! diye-
şıp cemiyette kredi sahibi olunacak devreye gelinceye kadar diz ve sek çürütülen yerler olmakten çıktılar. Gençliği, bilim ve sanat hayatında en yaratıcı olabilecekleri terbiye ile teçhiz eden müesseseler halİBe geldiler.
Bunucla beraber, gençliğin yaratıcılığını çizenler yine (hem yaş hem içtimai duru*, bileceğimiz daha yaşlı zümre olmakta bugüne kadar devam etmiştir. |Umu-miyetle büyük inkilâpların arkasından gençliğin değeri yükselir ; fakat în-kilâp hamlesi söndükçe ipler kodamanların eline geçer : daha doğrusu yaşlılar hâkim oldukça duraklama ve gerileme başlar. Burjuva inkılâpları yapan belli başlı memleketler içinde Fransa bu bakımdan en talihsizi olmuştur. Fransa’da olduğu gibi bizde de bunu sağlayan usul, mevkilerin « ba-remleştirilmesi» olmuştur.
Fakat, gençliğin millî hayattaki asıl değerini isbat eden olay birinci cihan harbi olmuştur. Yarı bunak hükümdarların, ihtiyarlık hırsı içinde sarsılan başvekillerin ve sakallı generallerin harp sahnelerinde, dama oynar gibi bir taraftan bir tarafa oynattıkları, yerden yere sürükledikleri büyük kütleler eski devirlerin ordularına nazaran daha genç nesillerin meydana getirdiği kuvvetlerdi. Harbin tarihini yazanların pek alâ belirttikleri gibi, kodamanların kâh nazariyecilik, kâh şahsî ihtiras ve megalomani, kâh de-(Devamı 8’incl sayfada)
J^udolph Dunbar, sanat dünyasınca tanınmış zenci orkestra şeflerinden biridir. İngiliz Ginesinde doğmuş olan Dunbar, 1942 de Londra Senfoni Orkestrasının tarihî Albert Hail salonunda ilk konserini vermişti, Böylece Dunbar yîne bir zenci orkestra şefi olan Taylor’dan sonra bir İngiliz orkestrasını idare eden ikinci zenci olmuştur. Bu konserde ilk defa olarak William Grant Still’in Afro-Amerikan Senfonisini çaldırmıştır.
Bu ilk başarıdan sonra Dunbar çok alkış toplamış,İngiltere basınında bu senfoniye dair yazılar yazılmış ve İngiliz Radvoları eseri avrıca memleket içi ve dışı servislerinde yayın lamışlardı. Fakat konseri dinliyen Alman radyosu, Afro-Amerikan senfonisi için derhal harekete feçmiş ve faşizmin ırkçılık propagandası için bulunmaz bir fırsat bilmiş ve başlıca Alman radyo istasyonları şu haberi yayınlamışlardı : «İngiltere, bayağı zenci caz müziğinin Albert Hail’ de çalınmasına müsaade etmekle kendisini en aşağı bir bir kültür seviyesine düşürmüştür.»
Öğ t endiğimize göre, Dunbar son aylarda Berlin Filarmonik Orkestra-
sı şefi Leo Borchard’ın daveti üzerine, misafir orkestra şefi olarak Ber-line, gitmiş, ve Borchard’ın orkestraya bilhassa bir Amerikan eseri çaldırmasını ve bunun da bizzat kendisinin sevdiği bir eser olmasını rica etmesi üzerine, bundan tam üç sene evvel faşist Alman propagandasının tel’in edip yerin dibine batırdığı Afro-Amerikan Senfonisini çaldırmış ve eser büyük bir hararet ve takdirle karşılanmıştır. Tanınmış Alman gazetesi Allgemeine Zeitung bu konser hakkında şöyle demiştir : «Filârmanik Orkestrayı, Afro Amerikan Senfonisini çaldığından dolayı bilhassa takdir etmek lâzımdır.»Berlin Orkestrası azalan bu eserin çalınmasından o derece mütehassis ve memnun olmuşlardır ki, takdir hislerinin bir belirtisi olarak Dunbara, Beehoven’in kendi elyazısıyle yazılmış olan Beşinci Senfonisi’nin notasını hediye etmişlerdir. Almanya-dan döndükten sonra, oradaki hatıralarından bahseden Dunbar, üç se-ne?evel Albert Hall’da verdiği konseri hatırlatmış ve sözünü söyle bitirmiştir: «Tarihin adaletsizlikleri olduğu kadar, hakkın garip bir şekilde ..-yerine gelişi de vardır.»
tİhtntYfn rr 4î İtTTîr i y e t î
İ nci sayfadan: sıfatıla elbet te kendi görüşünün kurul taıafından da kabülü hususunda ağu basacaktır. Ve kurula, kendi teşebbüsü ile toplanmak ve meseleleri ortaya atmak selâhiyetinin verilmemesi, bu kurulu büsbütün Eğitim Bakanına bağlı bir hale sokacaktır.
Sonra, en mühim nokta, bu kanun üniversite mensuplarının memur ad-edilmesi durumunu değiştirmiyor, memurlar kanunundaki meşhur dokuzuncu madde, memurların siyasete karışmaması maddesi olduğu gibi duruyor. Diğer taraftan, kanonun ikinci maddesinin (d) fıkrasından üniversite ve fakültelerin «Memleketin türlü yönden ilerleme ve gelişmesini ilgilendiren bütün mesele ve davaları benimsiyerek öğretim ve inceleme konusu yapmadan yazılı. İjjıiversite_ mensupları memleket davalarını benimseyip bu nususta incelemeler yaptıkları, yazılar yazıp fikir ve tenkitler ileri sürdükleri zaman,memurlar kanununun dokuzuncu maddesini daima bir heyülâ gibi karşılarında bulacaklardır ve «siyaset yapmak» suçuyla islerinden kapı dışarı edilmek ihtimali başlarının Üzerinde Demoklesin kılıcı gibi sallanıp duracaktır. Hukuki,-‘İktisadî, umumiyetle sosyal mesele ve davalarda «siyaset» nerede başlar, miyarı nedir ? Görülüyor ki bu durum, üst makamların Iıer hangi bir anda «siyaset yaptın» diye indî hükümlerle müdahalesine yol açabilecektir. Ya memurlar kanunundan bu maddeyi kaldırmalı ve bir vatandaştan, memur olduğu için, anayasanın sağladığı esas siyasî hürriyetleri almamalıdır. Veya, hiç değilse, üniversite mensuplarını memurlar kanunun bu maddesine karşı koruyan kanunî teminat konmalıdır. Bu olmadıkça, üniversite ve fakültelere fikir, yazı ve tenkit hüriyeti sağlanamaz, bunlar olmadan da ilim hayatı gelişemez.
Bugünkü şartlar altında daha ileri bir kanun yapılamıyorsa, bu teklif edilen tasan bir an önce geçirilip kâğıt üzerinde kalmıyacak şekilde ciddiyetle ve samimiyetle tatbike konmalıdır. Ama diğer taraftan, en yakın bir gelecekte, üniversitelere gereken ilmi faaliyet ve düşünce hüriyetini sağ-lıyacak sürette de değiştirilmesi gerekecektir.
Behice BORAN. —t
«
/
Sahibi : Asaf Ertekin. — Yazı işleri Md. ve Umum Neşriyatı idare eden : Yaşar Çöl. Adres: Posta Kutusu 2017 Bakanlıklar, Ankara — Basıldığı yer: Sebat Basımevi, İstanbul.
Onbeş günde bir çıkar
ABONE ŞARTLARI
Yıllık: 6 lira.
6 aylık: 3 lira.
Yirminci Yılını Bitiren
KONSERVATUVARDAN
Türk Tiyatrosu doğabilir mi ?
r
Ankara Devlet Kon s ervatuvarı kurulalı on yıl, tiyatro kısmının ilk mezunlarını vereli de beş yıl oluyor. Onuncu yıldönümü müna sebe t i 1 e , bugüne kadar olan faaliyetlerinin bir bilançosunu yaparken şu iki sualin cevabını araş11rabi 1 iriz: 1) tik
(_________________________________________
mezunlarını vereliberi , Konservatuvar temsilleri bir memleket tiyatrosunun doğuşunu müjdeliyor mu? 2) Artık öğrencilik devresini aşmış birer s an a tkâr hüviye t i 1 e karşımıza çıkan gençleri, sanatlarının tekniğine, “işçiliğine,, hakim midirler?
B
İLİYORUM, konservatuvarlar büyük sanatkâr yetiştirmezler ve bir memleketin tiyatrosu konservatuvarlar-lardan doğmaz. Büyük sanatkârlar sahnede, seyirci önünde oynıya oynıya yetişir ler. Ama konservatuvarlar, büyük sanatkâr o iabiiecek kabiliyetlere, aktörlük sanatının tekniğini, işçiliğini verebilirler. Her sanatın bir “ustalığı„ vardır; konservatuvarlar bunu sağlamakla vazifelidirler.
Konservatuvarlar bir memleketin tiyatrosunu doğurmazlar ama, yetiştirdikleri elemanlar vasıtasıla tiyatro cereyanlarına tesir edebilirler ve mezunlarından, belirli vasıfları olan bir tiyatro cereyanını başlatmaları, veya
varsa, .geliştirmeleri beklenir. Bizim içifa gaye, Amerikan sahnesinden, İrlanda tiyatıosundan bahsettiğimiz manâda bir Türk Tiyatrosunun doğup gelişmesidir. Garb’m tiyatro geleneği içinde, bugünün dünyasının ileri sanat «anlayışının ve faaliyetlerinin istikametinde, ama bizim metn leEelimlzİn'şırrtlarından ğeTen ize! va sıfları da haiz, dünya tiyatrosuna oizpen de bir şeyler katan bir Türk Tiyatrosu !
zâten
«es
Konseryatuvarın son yıllar zarfında sahneye koyduğu eserleri aklımdan geçiriyorum: O-telci Kadın, Julius Ceasar. Antigone, Yanlışlıklar Komedisi, Kibarlık Budalası, Kahvehane, Bizim Şehir. Anasının Kuzusu, Faust... Eserlerin seçilişinde belirli bir Itiyatro anlayışının, bir gayeye doğru yönelna inin belirtileri görülmüyor. Deniliyor ki, “Efendim,bn çocukların yetişmesi için her çeşitten eser oynamaları lâzım, kasden böyle bir harman yapılıyor. „ Olabilir. Ama gençlerin yetişmesi için, tecrübesiz aktörlerin ilk ağızda başar» rnıya cakları besbelli olan Antigone’yi, julius Cear sar’ı, Faust’u mutlaka oynamaları lâzımsa,bu okulun kendi Öğrenci ve öğretmenlerinin teşkil ettiği seyirciler önünde, uzun dekor külfetine girmeden yapılabilir. Beş senelik mezunlarla Konservatuvar bugün bir eser sahneye koyunca, artık öğrencileri yetiştirmek için ders mahiyetinde bir temsil değil, profesyonel bir tiyatro faaliyeti ortaya koyuyor demektir. Yani bugün Konservatuvar, okul görevi yanında ikinci bir iş daha görmektedir. Ondan, profesyonel tiyatronun ölçülerine, standardına uygun temsiller beklemek hakkımızdır,
Bununla beraber, eserlerin listesini bir daha gözden geçirirsek bunların pek de sebepsiz seçilmediğini sezeriz. Ama maalesef, tesir ettiğini sezdiğimiz âmiller,bir memleket tiyatrosunu geliştirmek bakımından pek de faydalı cinsten değil. Bir tarafta, Jslius Caesar, Antigone, Faust gibi büyük isimli, etraflarında a-sırlardan gelen bir şöhret halesi taşıyan eserler. Hani, işte, biz bunları da oynıyabiliyoruz, diye Konservatuvarın öğünebiieeeği eserler, Muasır bir piyes olmakla beraber, bizim için yeni olan ve biraz da garip gelen sahneye ko
nuş tarzıla Bizim Şehir de gösterişli eserler sınıfına girer. Diğer tarafta, Kahvehane,Otelci Kadın, Anasının Kuzusu gibi, İstanbul Şehir Tiyatrosunun sürüp götürdüğü vodvil ve komedi geleneğini destekler mahiyette, seyirci nin kolayca rağbetini çekip ucuz başarı kazanacak piyesler.
■Son oynanan Faust’u hatırlıyorum Faust’ ta bite, nerede mümkünse orada, komediye ka
çılmış, güldürerek seyirci kazanılmak istenmiş seyirciyi güldürmen g.«yretierile, kolay tarafın-gibi... Meselâ, Faust un rolünü alan jeytania dan rağbet ve takdiı kaşanma tümayülünün acemi öğrenci arasında geçen sahne. Burada Mefisto o zamanın bilimlerinin ıstihzalı, ama ciddî, bir tenkidini yapıyor. Bu, mübalağalı bir komedi sahnesine çevrilmiş. Seyirci gülüyor ya..
Meyhane tablosu, AfarMe’ı» Mefisto ile kırış tirdığı sahne de Öyle, Zaten Mefisto’nun kendisi bir soytarı olmuş çıkmış. Bunun mesuliyetini, bu rolü oynıyaı genç sanatkârlara yük letemeyiz. Bir eseri ııahneye koyan rejisörün o eseri ve o eserdeki karakterleri kendine gö re bir anlayışı vardır. Aktör, rejisörün! çerçeve içinde •o.üuikj^yLiş^ H.çıe geni kârların rol aldığı bir eserde rejisörün siri kendini daha da belli eder. Mefı\ şahsiyeti bir soytarı
(- çizdiği tısıat ı bu te-sfo’uuu şahsiyeti bir soytarı gibi tefsir olun ouş. Bu rolü oynıyan iki aktörden biri bunu daha mübalağalı, öbürü biric, daha Öiçü.a oynuyor, o kadar.
Eserlerin oynanışında ye sahne tertibatında ıtuluyordu. Birinci rolleri alanlar arasında da özel bir tiyoatro anlayışının ümit verici be- her kelimesini açıkç işitebildiğim bir Refia llirtileriui görmüyoruz. Umumiyetle bir komedi- Şenbay old^^^^^Ban’ın küçük fakat sakin, ye, hatla farca a kaçış var. Yine umumiyetin ölçütü oynadığı rolü, bir mektep icmallinde rol genç aktörlerin oynayışı mübalağalı, kiminde aşırı, kiminde asgarî derecede, ama belli ki re jısör ve bu gençleri yetiştirenler mübalkgah
jestlere ve mimiklere mütemayiller, konuşuşla-
sı' geçmiş bir şiir, daha doğrusu
da mübalağalı oynayışa uygun. Hani,1 moda „ __ ,-------- — -------- —
ı “manzümcno- etmiyorlar, Uıilâkisa. Faust’ua böyle iki ekiple kuyufu vardır. Şahıs! yüksek bir petdeden bir oynandığını görünce, acaba bu usul neden da. makam tutturur gider. Stti, kendi tabiî sesi, okuyuşu değiidŞ-. İşte Konservatuvar temsillerindeki «konuşmalar da Öyle, Faust’it bu hal büsbütün bâr izdi. Şüphesiz sahnede könuşms günlük hayatımızdaki konuşmalar ğibi değil dir. Sahnede daha yüksek sesle, açık, düzgün kelimelere değerini vere vere konuşmak lâcıtn. Ama sahneden uzakta oturan seyirciye bu dil tabiî gelmelidir. Nasıl ki, aktörlerin makyajlı yüzleri yakından “tabiî, görünmez, ama inak yaj, yüzler uzaktan tabiî görünsün diye yapılır.
Ya dekorlar ? Kısır, sanatkâr ilhamından nasibi olmıyan bir muhayyelenin bir “fotoğraf realistliği» ile hazırladığı o şatafatlı, külfetli, masraflı sahneler... Halbuki dekorun da kendine göre bir sanat tarafı, estetik değeri olmalı. Şatafat ve masraf estetik değeri yaratmıyor. Diğer taraftan dekor, daima arka planda, sadece piyese gereken havayı veren, oyunun se yirci için zevkini arttıran yardımcı unsur olarak kalmalıdır. Konservatuvar temsillerinde dekorlar, seyircinin dikkatini çekmekte oyunun kendisile rekabet halindedir, hele Faust’ta... Zaten eser bir aşk melodramı haline getirilmiş
bu melodram da dekorların arasında kaybolmuş. Yirmi bir tabloyu sadece dekor olarak seyredebilir, u Nasıl da yapmışlar I „ diye parmak ısırabilirsiniz. Sütunlar, kemerler, altında oturup ıbır sigara içmek isteyeceğiniz kadar“re projeksiyonla aksettirilen resimler... Faast temsili, biı* aşk hikâyesi haline sokuluşu ile ; külfetli dekorları, mübalağalı oynanışı, lüzumsuz,
ağaçlar, varı ışıklar, alevler, dumanla,
en son ve en açık bir misalidir. Memleketimiz de inkişafını görmek istediğimiz tiyatro her halde bu değil.
Konservatuvar, yetiştirdiği elemanlara, sanatlarının tekniğini, işçiliğini tam kazandırmış mıdır? Yukanki sattı »rda aktörlerin konuşmaları ve vücut hare tieri haklımdaki m üşa-hedelerimizi kısaca belirttik. Konservatuvarın yızdızları arasında — ikinci derecedekileri bırakıyorum — nefes alışlarını kontrol edemiyeu, sahnede dururken ellei'ini ne yapacağını pek bilçmiyen, yüzüye,ciddi bir ifade vereyi”!derken ağzını çıpıtaıak Eonnşah gördüm. Son temsilde, Faust, Mefisto gibi başlıca rolleri üzerlerine almış olan aktörierin söylediklerinin mühim bir kısmını anlıya madım. O heyecanlı ti-radlarda kelimeler, tutturdukları makam içinde kayboluyordu, cümlelerin sonu hemen daima
alan bir öğrenci ile değil de meslekten bir aktörle karşılaştığım bitlini ve hazzını verdi. Faust’u oyuıyan öteki ekibin başlıca elemanlarını daha önceki piyeslerden tanıyorum. Onlar da bu kaydettiğim tenkitlere bir istisna teşkil
ha .İÖuceki piyeslere tatbik edilmedi ? suali kendiliğinden belirdi. Neden şimdiye kadar Antigone’de de. Kahvehane ve Bizim Şehir’ de de, her çe'şıt eserde her ay ûç beş kişiyi seyrettik durduk. Bunlar en iyileridir de onun için, denemez, çünkü iyi değiller. Meselâ Refia Şenbay gelecek için daha ümit verici bir sanatkâr şahsiyeti gösteriyor. Beş senelik mezunlar içinde, acaba kıyıda bucakta kalmış başka istidatlar daha yok mudur ?
Kurulalı oa sene, ilk mezunlarını vereli beş sene olan Konservatuvarımızın tiyatro kısmı için “Kendisinden beklediklerimizi bize gerçekten veriyor,» diyeıniyeceğiz. “ Ama, efendim, hiç bir şey ilk adımda mükemmel olmaz ve bir memleketin tiyatrosu öyle üç beş sene de meydana gelemez,» diyecekler olabilir. Doğru.Ben mükemmellik beklemiyorum ve tiyatromuzun bir kaç yılda meydana geleceğini de ummuyorum. Yalnız, atılan ilk adımlar muvaffakiyetli mi, doğru istikamette mi, bize gelecekte bir memleket tiyatrosunu» doğacağım vadediyor mu ? diye soruyorum. (——:------
! U H*
İc Direnmende
f
Yeni Yunan Edebiyatının Payı
Nevzat HATKO
H
i k â
y e
İkinci Cihan savaşının kendine has birçok ölel-likleri var. Bu özellikler savaş tekniğinin her alanında kendini gösterdiği gibi, bunların dışına çıkarak başka başka alanlarda da beliriyor. Bu özellikler arasında, birinci plânda, (lç Direnme» adını verdiğimiz ve bu savaşta en olgun seviyesine ulaşan, istilâ görmüş memleketler halkının istilâcılara karşı giriştiği gizli ve açık tam organize savaş geliyor.
Hiç şüphesiz Yunanistan «İç Direme» yapan istilâ görmüş milletler arasında ilk saflarda gelir. Yunanl. vatanseverleri, teslim rezaletinden hemen sonra şerefli ve şanlı «Resistant» hareketini başaran «Maquis» lerden, Çekoslovakyalı, Norveçli, Polonyalı, YugoslavyalI. Rusyah Partizan» 1ar-dan ayırt etmek mümkün değildir. Yunanlılar ikinci Cihan savaşı tarihinde yerlerini her şeyden önce «iç Direnmeleri» sayesinde almışlardır. Ve bu şerefli sayfalarda sayısız Yunan bilim, sanat ve edebiyat adamlarının da adı geçer. İkinci Cihan savaşının gerektirdiği bu destanî kalkınma bütün namuslu insanları bu arada ve birinci plânda fikir ve sanat adamlarını, öyle bir kucaklayış kucaklamış ve öyle bir sürükleyiş sürüklemiştir ki, kaydedilen kahramanlık, fedakârlık, pervasızlık, menfaat gözetmezlik, bir insanca ve bir davaya kendini veriş misalleri karşısında hayran kalmamak elden gelmiyor. Yunanistan’da bu bu-caklanış ve sürükleniş en yüksek derecesini bul-
.»ır.fr Altmışım aşmış. eserleriyle" üç nesil bes-lemişT’^ünleri memleket sınırlarının dışında da çoktan yayılmış ak saçlı şairler ve sanatçılar, ilk şiirlerini henüz karalamaya, ilk mermerlerini henüz yontmaya, ilk tablolarını henüz boyamaya, ilk hikâyelerini henüz yazmaya başlamış yirmilik delikanlılarla elele ve omuz omuza, kentlerde, dağlarda ve denizlerde düşmanla savaşmışlar ve boğuşmuşlardır. tç direnmede çok büyük kayıplar veren Yunan halkının başarısında' gizli çıkan gazetelerin, şiirlerin, hikâyelerin, geceleyin duvarlara asılan afişlerin, karalanan temsilî resimlerin gizli toplantılarda ve millî törenlerde, Alman müfrezelerinin burunları dibinde, kelleyi koltuğa alarak söylenen söylevlerin, okunan mauzumelerin büyük bir payı vardır. Birinci Cihan savaşından sonra yazdığı «No : 31328» adlı savaş aleyhtarı romaniyle büyük bir şöhret kazanan Ayvalıktı muharrir i’ya Venezis, İç Direnmedeki gizlj faaliyeti yüzünden Almanlar tarafından yakalanmış ve kurşuna dizilmekten «Yunan Muharrirleri Cemiyeti’nin ve bugünkü kıral naibi ve Atina metropoliti Damaskinos’un müdahalesiyle ancak kurtulabilmiştir. Ünlü Yunan şairlerinden Sotiris Skipis yakalanma ve kurşuna dizilme tehlikesini göze alarak hürriyet aşkını ilân ve istilâcı Alman ve İtalyanları tel’in eden şiirler yazmış bunları gizli toplantılarda okumuş, gizlice bastırıp yaymıştır. Bugün Atina Akademisi üyesi bulunan bu şair altmışını aşmış bir ihtiyardır ve yaşının yılları ile sayılacak kadar eser sahibidir. Bunların yanıbaşında ayni kahramanlığı ve ayni enerjiyi göstermiş düzünelerce fikir ve sanat adamı sıralamak mümkündür. Karakteristik bir misâl daha verelim:
Yunanistanın ünlü bir şairi ve fikir adamı vardır, Adı Niko Kazancakis’dir. Fikir tartışmaları, seyahat kitapları ve şiirleriyle meşhur olan bu fikir adamının karakteristik vasıflarından başlıcası münzevi oluşu idi. Sanatı sanat için yapanlardandı. Savaştan önceki yıllarda Pire’nin karşısına
İNCE ve uzun bir süngü gibi karanlığı deldikten sonra sağa sola kıvrılan elektrik fenerinin ışığını görmesiyle, “Tüh Allah kahretsin !„ diyerek kendini yere atması bir oldu. Hınzır Almanın durup duturken etrafı aramasına ne lüzum vardı ? Şaşılacak şeydi doğrusu. Hiç böyle yapmazdı... Hendeğin içine upuzun uzandı, yerle bir oldu, gözlerini fenerin parladığı tarafa dikerek, olup biten bu acaip işlerin mânasını keşfetmeğe çalıştı 1 Sursulas işini çok iyi bilirdi I Fakat ne olur ne olmaz diye, pantaionuna yapışmış çıtırdayan kuru dikeni yavaşça bir tarafa itti, boğazını gıcıklayan öksürüğünü yutkunarak giderdi, beklemeğe başladı. Yoksa Alman kendisini görmüş miydi ?.. Bu olamazdı I Sursulas yerde sürünerek ilerleyip tavukların boynundan yakaladığı zamanlar, onlar bile bunun nasıl olduğunu farkına varamazlardı. Zaten ömründe başka bir iş de yapmamızdı. . Sadece, yerde sürünerek kanatlı hayvanlara yauaşmak onun başlıca geçim vasıtası idi. Bunun için polisler ona Sursulas demişlerdi. Nasıl olur da şimdi şu koca budala onu onu görebilirdi ?
Ab, hey gidi polisler hey !... Bu hatıra Sur-sulas’ın gözlerini yaşarttı. Adamı yakalarlar, bir kaç gün kodese tıkarlar, sonra salıverirler-di !.. Hepsi bu kaear. Halbuki şimdi sudan işler yüzünden adatna ekiveriyorlart-kurşnnu.bir biç yüzünden insauı sallaudırıveriyorlar, canlı canlı yakıyorlar. Esaret kötü şey doğrusu! Fakat Sursulas hendeğin içine daha iyi gömüle-
düşen güzel Aigina adasındaki villasına inzivaya çekilmiş yaşar, kendisini ziyarete gelen hayranlarını ve dostlarını ya kabul etmez yanut ta kendi-lerjyle bir kaç dakika görüşdükten sonra savardı. Uzun bîr inzivadan sonra ve ikinci Cihan Savaşı patlak vermeden iki üç yıl önce «Odysseia» adlı bir kitap çıkardı: Homer kahramanlarına devrimiz Çerçevesi içinde-..yeni yeni rnısr; lar yaşatan 17 heceli 33.333 mısralık bir şiir kitabı I... Gelen haberlerden öğrendik ki, Yunanistan’da ve dünyada yeni bir çığır açan beş yıllık savaş ve istila ve bunnn tabii sonucu olan «Iç Direnme», bu büyük münzeviyi de Aigina adasından söküp atmış, Yunan Sosyalist hareketinin başına geçirmiş...
İşte, bu büyük sanatçıların ve benzerlerinin fikir ve edebiyat sütü ile beslenen İki Cihan Savaşı arası yetişen Yunan nesilleri, tarihte eşine az rastlanır kahramanlık ve fedakârlık nümuneleri göstermiş, kütle halinde Alman ve ltalyad «infaz» müfrezelerinin karşısına pervasızca sıralanmış, Alman tanklarının ve mitralyözlerinin ölüm saçan kudretini hiçe sayarak yaptığı kanlı gösterilerle Yunan ^Juisling’lerinin ilân ettiği ihanet seferberliğinin önüne geçerek, Yunan tarihini faşizmle, zorla da olsa, yanyana savaşmış olmak utancından kurtarmıştı....
Şüphesiz, «iç Direnme» nin Yunan tarihinde şerefli bir yeri vardır ve Yunan fikir, sanat ve edebiyat adamlarının da bu şerefte büyük bir payı vardır. Şimdi silâhları bırakıp kaleme sarılan
relt : “ Ama iyi tarafları da yok değil ha» di ye düşünmeğe başladı. Karanlıkları, kalabalık ları, kuyrukları, dalgınlıkları, cüzdanları, saat-ları var ; bunların sayesinde işler açılıyor, insan tavuk hırsızlığından yankesiciliğe, şimdi ise, hamdolsun, benzin arakçılığına kadar terfi ediyor 1... Almanlar benzin tenekelerini kuru çalı ile Örtmüşlerdi ama, tenekeler teker teker yok oluyor ve üstelik kimsenin haberi bile olmuyordu I Bu iş öbür işlerin hepsinden çok daha iyiydi. Atns bu gün şu elektrik feneri yüzünden işler sarpa sarmıştı. Sakın tenekelerin eksildiğinin farkına varmış olmasınlardı ? Fakat dallar geçen seferki araklamada nasıl bı-rakdıysa öylece duruyorlardı. Şu halde ?... Bari, geçen gün benzin deposunun bitişiğindeki tarlada sözüm ona İrgat gibi çalışırken bin bir kurnazlıkla kazıp hazırladığı siperine sokula-bilseydi, iş değişirdi. O zaman Almanlar istedikleri kadar arasınlardı. Fakat oraya nasıl varabilirdi ? Şu kör olasıca iblis ikide bir fenerini yakıp söndürüyordu. Bir hamle yapıp yüzü koyu ileri atıldı, kertenkele gibi sürünmeğe başladı, fakat onun bu hareketiyle fenerin parlaması ve hüzmenin vücudunu yalayarak yanıbaşından geçmesi bir oldu. Şu an Sursulas çıplak tarlanın ortasında aiperaiz kalmış, mukadderatını Allaha teslim etmiş bulunuyordu. Hüzme durmadan gidip geliyor, etraftaki kuru çalıları, dikenleri, tezekleri aydınlatıyordu.Sursulas, “Ulan yoksa beni mi arıyor •„ diye düşündü, elbiselerini çıkardı, çırçıplak oldu, başı-
bu kahramon sanatçılar, bu yeni destan çığrının miras bıraktığı sonsuz malzemeyi işleyerek ölmezliğe mal etmek ödevini benimsemişlerdir. Gelen gazete ve dergilerden öğrendiklerime bakarsak, şimdilik Yunan sanatçıları bir gebelik humması geçirmektedirler. Henüz, bir tiyatro eseri müstesna (1), kayda değer olgun bir eser verilmemiştir. Heyecanlı gençler tarafından yazılmış bir çok şiir ve hikâye kitaplarına, İç Direnmede sorumlu ödevleri ve mevkileri olan ve fakat sanatla fazla ilgisi olmayan halk adamları tarafından derlenen enteresan dokümanter eserlere rastlanıyorsa da bunlar gerçek bir sanat tezahüründen daha ziyade, acele heyecanlar ve taşkınlıklar mahsülü, muazzam hengâmeyi etleri, kanlan, kafaları, şuurları ve kalpleriyle yaşamış halk kahramanlarının bakir ve hiylesiz intihalarıdır ki, yarının büyük Yunanlı sanatçısının materyel hâzinesi mahiyetinde kalacaklardır.
(1) Bu eser yukarıda adı geçen muharrir 11ya Veri eri»'in «C. Bloku» adlı piyesidir. Bu sezonda Atina Devlet Tiyatrosunda oynanmış, bütün Yunan münekkitlerinin, istisnasız olarak, takdir ve hayranlığını kazanmış, halk tarafından gereken büyük ilgi ve sevgiye mazbar olmuştur. Atina radyosunun verdiği ve İstanbul'da çıkan «Efimeris adlı Rum gazetesinin naklen yaydığı bir habere göre, eğer resmî makamlarımız müsaade sderse bu piyeş Yunanca olarak İstanbul Elen Birliği amatörleri tarafından temsil edilecektir. — NH.
YUNAN İÇ DİRENME EDEBİYATINDAN:
>555^55^^^»^^^(^^55^5i5^>^5>>«Â»zX>0(XXXX>COOOQOOOCOO|CX>000(XXX.
SURSULAS
( Tavuk Hırsızı )
nı toprağa gömdükten aonra u Şimdi sen gel de beni bul koca aptal t„ diye mırıldandı.
Evet, taprak rengine çalan bu esmer vücudun görülebilmesine imkân yoktu. Fakat fener tekrar yanmıştı. Şap 1 diye huzme gelip bu esmer vücuda yapışmış onu gündüzmüş gibi ay dınlatmıştı. Sursulas’ın nefesi kesilmişti ; sanki sırtını kızgın bir demirle dağlıyorlardı. Aksine bu sefer büzme de üzerinden ayrılmak istemiyordu. Bu ışığın altında Sursulas, kendisini bir zaman yatırdıkları ameliyat masasındaymış gibi hissediyor, sırt adalelerinin gerilip bü züldüğünü sanıyordu. Sanki bu adaleler, Sur-sulas’ın şu an vızıltısını bile duyar gibi olduğu kurşunun gelip saplanmasını bekliyordular.Bereket versin hüzme esmer vücuttan ayrılıyor, başka istikametlerde dolaşıyor ve nihayet sönüyor... Sursulas bu fırsattan faydalanarak yerinden fırlıyor, hazırlamış olduğu sipere ken dini dar atıyor. Şimdi evet ; Fener , dilediği gibi araştırmalarına devam edebilir. Kendisi de artık bu araştırmaları dikkat ve alâka ile takip etmeğe başlıyor. Bu da ne ? Evet, şu sersem fenerin gözünden kaçan bir karartı ! Bitişikteki tarlada. Bu karartıyı Suısuias, hezme-nin o taraflardan geçdiği bir andu keşfetmiştir. Tavuğa, insan başına benzeyen ve «kendisinin de henüz iyice aniıyamadığı fakat çini endişe ile dolduran karartı. Siperin içinde "adamakıllı doğruluyor karanlığın içinden bu meçhul karaltının ne olduğunu anlamağa çalışıyor. Fakat gece zifir karanlik, göz gözü görmüyor. Elden geldiği kadar boynunu dışarı uzatıyor. Evet aldanmamıştır. Şu an bir çalı, bir diken hışırtısı duymaktadır, uzuu bir cisim, sürünerek ilerlemektedir... Biraz daha doğruluyor ve bu sürünen cismi görmeğe muvaffak oluyor. Domuz sırtına benzeyen kara bir cisim, biraz ilerde bir tane deha ve az ötede bir başkası. Karanlıkta sürünerek ilerleyen cisimler üç tanedir. Sakın domuz yahut koyun olmasın.Fa-kat bunlar ne aksırıyor, ne de soluyor. Çıt yok. Sursulas daha fazla dayanamıyor, siperden çıkıp sürünerek bitişik hendeğe kendini atıyor. Bu karaltılar insan olsa gerek, çünkü hayvan olsaydı çoktan Sursulas’ın gelişini, sezer, kaçarlardı. Evet bunlar insan. Fakat bura, da ne işleri var ? Sursulas bir an şaşkın ve kararsız bekliyor, sonra da dişleri arasından bir küfür savuruyor. Demek onlar da benzin için gelmişlerdi, rekabet yapmak için, ekmeğine mani olmak için... Kımıldayan karaltılara bakıyor ve bu sefer büsbütün şaşırıyor.“Allah aşkına, bunlar ne halt ediyorlar burada „ Elleri muntazam hareketlerle kımıldanıyor, belli ki bir şey salıveriyorlar. İkisi oldukları yerde duruyor ; üçüncüsü ilerliyor. Yoksa boru mu döşeyorlar ? Demek benzini bom ile aşıracaklar. Sursulas bu yeni araklama usulünü şaşkınlık ve hayranlıkla seyrediyor. Bak, hem de a-ralarında çok alçak, ancak duyulabilecek bir sesle konuşuyorlar. İçlerinden biri : “Fitil sal l„ diyor, öteki : “Dikkat et ıslan masın I»
“Tuh ! Allah kahretsin !„ Sursulas işin as lını astarını artık kavramıştır. Derhal geri dö eüp siperine sokuluyor. Başına gelenlere ba kın I Bunlar, onlar işte, hani Almanlar onlara bir tuhaf diyorlar, şu, herşeyi havaya uçuran
lar I... Biraz so nra buralarda kızıl kıyamet kopacak. Bunun için buralardan tüymek gerek. Peki benzini ne olacak ? O güzelim tenekesi? Bu sağlam ve yolunda giden işi ne olacak ? Allah belâsını versin şu satılmış namussuzların, öyle ya, İngilizlere satılmış olanlar ancak böyle işler yaparlar. Hayatlarını tehlikeye koyup kelleyi koltuğa alırlar... Bu düşünceler Sursu-las’ı köpürtmeğe yetip artıyor. Fakat, işte, e-lektrik feneri yandı. Eh, kazara hüzme üzerlerine düşüverse 1... Fakat sersem fener bir an İçin onları yalıyor, sonra bırakıp uzaklaşıyor. Ama Sursulas’ın zihnini andınlatıyor, Nasıl ol-ou da bunca zaman aklına gelmedi. Tam iki teneke benzin. Boru değil ! Evet, onları Almanlar^ haber verecek ve iki teneke benzin alacak. Hemen gidip nöbetçiyi bulacak, ona u-zaktan : “Amiko !„ diye seslenecek ve her şeyi olduğu gibi anlatacak. Hem de çabuk olması gere ; biraz uzaktaki karaltı depoya varma dan önce bu işi bitirmesi lâzım. Delikten çıkı, yor. Fgkat bu da ne ? Bu ne berbat bir gece böyle ? Bu üzerine doğru gelen gölge de ne oluyor acaba ? Bu gölge öteki gölgelerden değil, başka istikametten geliyor. Tekrar deliğine sokuluyor, gözünün ucu ile bu yeni gölgeyi takip, ediyor. Bu gölge yavaş yavaş ilerliyor, hem de dim dik yürüyor, elinde bir şey de var. Sursulas bu yeni gölgeyi dikkatle yavaş yavaş yürüyen bir avcıya benzetiyor. Fakat gölgenin tepesinde, karanlığın içinden, bir de sivrilik beliriyor. Bu gölgenin Alman nöbetçisi olduğunu anlıyan Sursulas içinden sessiz bir “Oh !» salıyor. Kalbi o kadar hızlı çarpmağa başlıyor ki. Sursulas Almanın bu sesi duyacağından korkuyor, başını mümkün olduğu kadar deliğinin içine gömüyor. Almanı görmek ve takip etmekten vazgeçiyor ve bekliyor, bekliyor... Ama, gölge gecikiyor, acaba neden gecikiyor ?... Tekrar başını çıkarıp bakıyor. Gölge bu an tam yanıbaşına varmıştır. Ah, kalbi, zavallı kalbi neredeyse yerinden fır-Uyacak. Evet. Alman bu kalbin sesim mutlaka duyacak,bu kalb Sursulas’ı Almana teslim edecek. Fakat ansızın, hiç beklenmedik, umulmadık bir yardım geliyor, serin ve billûr gibi bir ses, bir “tır, tır, tır, tırrr.» imdadiı a yetişiyor, kalbinin çarpıntılarını bastırıyor. Nöbetçiyle Sursulas’ın arasına, otların içine gizlenmiş bir cırcır böceği girmiştir. Bu böcek tıpkı Sursu* las’ın kalbi gibi Aİmanın her adım atışıyla se sini kesiyor durduğu vakit ötmeğe başlıyor.Ve Öyle anlar oluyor ki bütün kâinatta her şey susuyor ve sadece bu “tır, tır, tırrr» duyuluyor. Hele bu sefer bu ses epey uzun sürüyor* Yoksa Alman durdu mu ? Evet, olduğu yerde duruyor, bir şeyler görebilmek için olacak u-zaklara bakıyor. Demek bu duruş Sursulas için değildi, ötekiler içindi, elindeki tüfekle o üç kişiyi gözetliyor.
Biraz sonra Sursulas nöbetçiyi göremez o-luyor. Fakat mutlaka yere yatmış olacak. O sun olduğu yerde, avına saldırmağa -hazır bir kaplan gibi beklediğini Sursulas çok iyi biliyor. Çünkü circır böceği durmadan ötüyor,kesik sesleri karanlığı delmekte devam ediyor. Elbette ki bu “tır, tır, tırrr„ları ötekiler de; o o Üç kişi de duyuyordur. Ama bu havanın onlara neler hazırladığından zavallıların haberi
Yasan : G. N A Z O S
bile yok, bn hava bitince Almanın kendilerine yaklaşmış olacağından haberleri bile yok! Fakat bu “tır, tır, tırrr» sesleri durmadan devam ediyor, nurdan perdeler halinde göğe doğru yükseliyor ve Sursulas’ı da alıp beraber götürüyorlar; bu sefer başka bir tarlaya. Bu tarlada küçük Sursulas, bacak kadar bir çocuk, bu ayni sesi dinlemekte, hülyalar kurmaktadır; etrafında anası, babası, kardeşleri ellerini sallayarak işaretler etmekte, onu yanlarına çağırmaktadır... Burası onun kendi köyü. Namussuz Nasilerin yaktığı güzel köyü! Ve şu an onlardan biri bir kaç adım ötede durmaktadır. Biraz ilerde de üç zavallı Yunanlı I Ya cırcır böceği sesini keserse? Sursulas’ın içinde bir istek doğmuştur: Her çareye başvurarak gidip bu üç Yunanlıya haber vermek. Cırcır böceği ötmekte devam ediyor, “tır, tır, tırrr»ları sanki geçen saniyeleri ve Sursuiasa acele etmesi gerektiğini emrediyor. Fakat Sursulas aklını başına toparlıyor. Onun bu ötekilerle ne ilişiği var? Ne diye bu işe burnunu sokacakmış sanki? Aslına bakarsan bu iş onun işine gelmiyor da değil! Hatta yavaşçacık kalkıp ürkütmeden sessizce Almana yaklaşabilir, aradığı adamların biraz ilerde, üçüncü hendeğin i-çinde olduklarını kulağına fısıldayabilir. Yeter ki iki teneke benzini vermek istesin... Fakat ansızın — Aman Allahım! cırcır su-
suveriyor ve Sursulas gayri ihtiyarî avazı çıktığı kadar bağırıyor:
— Çocuklar dikkat, Almanlar geliyor!..
Ah, ne yapdı o? Erimiş kurşuna benzeyen bir ışık Sursulas’ı baştan başa sarmış, onu kavurmağa başlamıştı. Elektrik feneri şu an gözlerinin içine çevrilmiştir. Homurdanan bir cisim onu saçlarından yakalamış, deliğinden dışarı çekiyor. Alman boğazına sarılmış sıkıyor, sıkıyor; zavallı Susulas’ın nefesi tıkanıyor. Gözlerinin önünde korkunç şimşekler çakıyor, silahlar patlıyor, üstüste müthiş gürültüler o-luyor, kulakları zonkluyor. Ansızın bir canavarın çeneleri, karanlığın içinde bileklerine kenetleniyor. Kelepçeler. Fakat Sursulas henüz nefes alabiliyor. Demek daha ölmedi. Evet Ölmedi. Kulakları duyabiliyor, gözleri etrafında dolaşan fenerleri görebiliyor... Tabanca sesler* insanlar, homurdatnalar ve yürümesi için Almanın sırtına sırtına iudindirdiei yumruklar. Biraz sonra üzerine çevrilen fenerler çoğalıyor, gözleri kamaşıyor, göremez oluyor. Koyu bir karanlıktan başka hiç bir şey seçemiyor. Yalnız, etrafını alan Almanların birbirlerine çıkıştiğını, kavga ettiklerini duynyor ve gayri ihtiyarî gülümsüyor:
— Attık kazığı heriflerel..,
Ve buna iyice kanaat getirmek için haykırıyor:
— Yakalandınız mı çoçuklar?
Sursulas’ın bu haykırışı cevapsız kalıyor. “Tüydüler!» diye düşünüyor fakat dudaklarında henüz belirmiş olan tebessümü suratına i-nen bir yumruk kana bulayor.
eoe
Kurşuna dizilmeğe gidecek olanları taşıyan kamyonun içinde sarsılanlar, yanyaııa ve kar-
(Arkaaı 8'nci sayfada.)
44114^5- g ö
Ç M E N
Cevdet Kudret SOLOK
(Bsştsrafı geçen sayıda)
Belediye başkanı, böyle bir toplantıya ▼esile olduğu için bu göçmen meselesinin çıktığına âdeta minettar kaldığını söyledi ve Belediye adına yapılan bu daveti kabul etmekle şu fakir sofraya şeref verdikleri için hazır bulunanlara teşekkür etti. Sonra yumuşak bir ses tereddütlü bir tavırla, komisyon başkanına ve kaymakama çekine çekine sordu :
— Acaba.,, yemekten evvel.., bir kaç kadeh... bilmem ki arzu buyurulur mu ?.. Sadece bir kaç kadeh... aperetif olarak... zatıâlile-rince eğer bir mahzur görülmezse... hani iştah açar derler de... eğer emir buyurulursa...
Komisyon başkanı babacan bir tavırla :
— Ne demek efendim, ne demek 1 dedi. Bu akşam hepimiz sizin emrinizdeyiz. Ne verirseniz onu yer, ne içirirseniz onu içeriz !
— Estağfurullah efendim. Rakı, bira, şarap ?... Hangisini arzu buyurursunuz ?
— Ben kendi hesabıma rakıyı tercih ederim. Mideyi daha az yorar.
— Hakkınız var «fendim. Zatıâliuiz, beyefendi ?
— Ben de rakı rica ederim.
— Hep rakı içeriz efendim.
— Rakı, rakı !
Belediye başkanı kapıda bekliyen hademeye emretti:
— Oğlum! Çabuk rakıları getir ! ğ iştenim şekilde başladı ves geceya-tısını bir saat geçinceye kadar sürdü., Apere-tifle başlıyan bu toplantı yine aperetifle sona erdi ve davetliler hazırlanan yemekleri yemeğe fırsat bulamadan ayrıldılar.
Komisyan üyeleri ertesi gün ancak öğle üzeri uyanabildiler. Hepsinin ağzı zehir gibiydi. O gün öğle yemeğinde yalnız işkembe çorbası, yemekten sonra da birer kahve içtiler; fakat hepsinin başı hâlâ hafiften ağrıyordu. O gün ancak saat dörde doğru toplanabildiler.
Komisyon başkanı kaymakamlık tahsisatından hayır gelmeyeceğini anlamış bulunduğu için bu defa belediye başkaniyle konuştu.Göçmenleri yerleştirme işiyle belediyenin uğraşması gerektiğini söyledi. Belediye başkanı, curasının nihayet küçük bir kasaba olduğunu, gelir kaynaklarının şehir belediyeleriuinkiyle kı-yaslanamıyacak kadar ez bulunduğunu, "Sunun da kamu hizmetlerini zarzor karşılayabildiğim, böyle olağanüstü bir yapı ve yerleştirme işine girişebilmek için elinde hiç bir maddî vasıta bulunmadığını açıkça bildirdi.
Uzun tartışmalardan sonra kasabanın ileri gelen zeytinyağı tüccarlarının, esnafın, bir de halkın yardımına başvurulmasına karar verildi. Bu akşam da vakit hayli ilerlemiş olduğu için komisyon başkanı kimlere ne yolda müracaat edileceği işinin ertesi gün görüşüleceğini söyleyerek toplantıya son verdi.
Komisyon üyeleriyle kasabanın ileri gelen memur ve tüccarları o gün de belediyenin davetlisi olarak akşam yemeği için belediye binasında. buluştular.
♦oo
Ertesi gün yine ancak öğleden sonra, saat üç sularında, toplandılar, yardımını istiyecekie*
ri tüccarların listesini hazırladılar, böylece taaa yemek zamanına kadar çalıştılar.
Hava kararmağa başlamıştı. Halkın yardımı meselesinin görüşülmesini de daha ertesi güne bırakmayı uygun bulmuşlardı ; fakat üyelerden biri hatırlattı ki, daha ertesi günü cumartesidir, öğleden sonra bütün daireler resmen tatildir, ondan sonra da pazar geliyor. Kanun, tatil günlerinde memurların dinlenmesini emrettiğine, kendileri de memur oldukları-na göre, kanunun bu yoldaki emrinin dışına çıkmaları uygun değildir. Bunun üzerine, halkın yardımı meselesinin görüşülmesi pazartesiye bırakıldı. x
■ Pazartesi günü, kimlerden yardım istenece ği konusu üzerinde uzun tartışmaklar oldu, sonunda, memnrlardan, esnaftan, bir de mülk sahibi bulunan halktan istenmesine oy birliğiyle karar verildi. Bu işin mahalle muhtarlığına yaptırılması uygun görüldü için, muhtarların çağırılması salıya bırakıldı Sah günii muhtar lar toplantısı oldu ; çarşamba güuü her muhtar kendi mahalle idare heyetini toplayıp onlara durumu anlattı ; perşembe günü mahalle idare heyetleri ne yolda çalışacaklarına dair kararlar verdiler, cetveller hazırladılar, üyeler arasında iş bölümü yaptılar ; cuma güuü her üye kendi bölgesini gezip evleri tespit etti. Araya yine cumarte-ıiyîe pazar girdiği için, ia ne toplama işi paza tesiye kaldı ve pazartesi günü bütün üyeler, koltuklarında gliete büyüklüğünde beyaz kağıt tomarlariylej mahalle aralarına dağıldılar.
oee
iane haberi hala arasında yıldırım hıziyle yayılmıştı. Mahalle idare heveti üyeleri bir çok kapıları, güuüu hur saatimde, aı«uain.> aapait buldular. Halk düşünüyordu :
“Ne diye para verecekmişim ? Daha mem iekete ayak bastıkları gün her şey ateş paha •» kesildi. Ne rdüğö belirsiz, öküzlü arabâlı'bir sürü insan. Oturacak yerleri yokmuş da ev yapılacakmış» Ne iyi şey bu böyle. Evi olmiyan lav* bedava ev -vermek de yeni mı çıktı? Yok şöyleymiş, yok böyleymiş ! Elin jtabanindan^ bana ne ? Benim neyim ölürmüş onlar ? Anam mı ? Babam mı I Bu zamanda kimseden kimseye .fayda yok. Nerdeyâe kış bastıracakmış, zavallılar hâlâ çadırda kalıyormuş. Mektuplaşıp da dâvet etmedik ya ! Buraya kimler gönderdiyse, oturacakları yerleri de onlar düşünsün I...
İane toplama işi sürdüğü müddetçe, göç men yerleştirme komisyonunun sonucu bekle mekten başka yapacak işi kalmamıştı. Yalnız, akşam yemeklerini kaymakam, belediye başkanı ve kasabanın ileri gelenleriyle beraber bele diye binasında topluca yemek artık alışkanlık halini almıştı.
Kasım ayı gireli bir hafta olmuştu. Soğu ğun şiddeti gittikçe artıyordu. Göçmenler,hayvanları ölümden kurtarabilmek için onları satmaktan başka çare kalmadığını gördüler. Hayvan pazarında piyasa birdenbire düştü. Gözelim atlar, canım öküzeler yok pahasına gitti; gitti sözü çok hafif düşer, gitti değil, bedava denecek kadar ucuza kapatıldı. Şimdi arabalar manâsız ve hazin birer yığın halini almıştı.
Hepsinin okları, ufukların boşluğuna doğru u-sanıyordu.
Hayvanları satmakla ölümden kurtardılar. Fakat insanları nasıl kurtaracaktılar ? Yeryüzünde para etmeyen tek varlık insandı. Her şeyi yapan insandır, insan buğdayı eker, yemişi toplar, ineği sağar yünü örer, yapıyı kurar, yine insan aç kalır, üşür, ve Ölür. Yeryüzünde en kuvvetli ve en zaif odur.
Külrengi göğün altında uzanıp giden çadırların kapıları rüzgârın biraz durduğu, güneşin biraz görünür gibi olduğu saatlerde ardına kadar açılıyor, rutubetle nemlenmiş bulunan yataklar; yorganlar, örtüler kurusun diye dışarıya çıkarılıyor, gün ışığı atlına seriliyor, fakat deniubilir ki güneş onları kurutacağı yerde onlar giineşi üşütüyor ve ıslatıyordu. Günün hemen her saatinde, hemen her çadırda bir çocuğun öksürdüğü, bir kadının ağladığı, bir ihtiyarın inlediği duyuluyordu ve bir kaç günde bir de oleıı bir çocvğun veya bir kadının anasının, babasınıu, yahut da kocasının veya kardeşinin çığlıkları evvelki sesleıe katılıyor, hepsi birden, muazzam bir ses kafilesi halinde,kasabanın dışında, çadırların üstünde, havaya doğru yükseliyor, yukarda rüzgârla sallanıyor, dağılıyor, küçük küçük parçalara ayrılıyor, sağa sola serpiliyor, nihayet duyulmaz oluyordu. Soğuk en fazla çocuklara dokunuyordu. Hemen hepsi ciğerleri sökülür gibi öksürüyor, analarının veya babalarının göğüslerindeunla-*’ rın sıcaklığiyle biraz ısınabil meleri, kasılan vücutlarının biraz gevmeyebilmesi için saatlerce büzülüp oturmak idda para etmiyor, titrerken artık derileri değil, bütün uzuvları sarsılıyordu. Her sabah bun'ar dan bir kaçı yataktan çıkamaz oluyor, tepeden tırnağa kadar bütün vücutları ateş içinde yanıyor, daha bir gün evvel soğuktan donduklarını söyiiyen ayni çocuklar şimdi sıcaktan şikâyet ediyor, bir kaç güu içiude de ölüyorlardı. O günden sonra artık ne soğuk, ne de sıcak onlara tesir etmez oluyordu. Henüz ayakta geziuebileııler ise, arkalarında atkıya benzer kalınca örtüler, yüzleri limon gibi sarı, dudakları mosmor, çadırların arasında hayalet gibi dolaşıyor, sonra gözden silmiyordu. Bunlarda, çadırların içinin mi, yoksa dışının mı daha sıcak olduğunu anlamak istiyen bi'r hal-Vardı. Çadırlar... Bozrengi top rağin üzerinde sıralanan bu bezler artık insanları lüzgâıdan. yağmurdan, soğuktan koruyan vasıtalar değil, sadece hastalıkları, sefaletleri, ıstırapları örten birer kılıftı.
Bu hal daha ue kadar sürecekti ? Göçmenler bir güu aralarından seçtikleri bir heyeti kaymakama gönderdiler. Kaymakam, onlara, toplanan ianenin yetecek kadar olmadığını ikinci bir iane daha toplanmasına karar verildiğini, üzülmemdenni, her belde çok yakında her şeyin halledileceğini söyledi.
Aradan on gün daha geçti. Kasım ayının yirmisi olmuştu. Göçmenlerin ikinci müracaatında, kaymakam, bu seferki iânenin de maalesef iyi netice vermediğini, bu durum karşısında, yerleştirme komisyonunun nihayet mer keze yazıp oradau yardım istemek, zorunda kal dığını, gelecek cevaba gö>e hareket edileceğini bildirdi.
Fakat aralık ayı girip de göçmenler üçüncü defa gelince, kaymakam hepsini birden terslendi :
— Ne acele ediyorsunuz, be adamlar ? di
ye bağırdı. Bütün işimizi gücümüzü bıraktık, her akşam toplanıyor, geceyarılarına kadar hep ■izin işinizi görüşüyoruz. Daha ne yapabiliriz? Siz de biraz dişinizi «ıkın canım !
Zavallılar süklüm püklüm, tersyüzü geri döndüler. Çadııiarın önünde kendilerini bekli yen hemşerilerine olup bitenleri anlattılar,"bütün işlerini güçlerini yüzüstü bırakmışlar, gece leri hep bizim işimizi görüşüyorlarmış !„ dediler.
aşka dair bir
ayni insanlar, otura birbirle-
bunun farkına var büyük bir gürültü çavuşu ile bir kaç çalıştığı ihtiyar bir
Gece saat on ikiyi geçiyordu. İçki artık hızını kaybetmişti. Yarı içilmiş kadehlere pek uzanılmıyor, sadece, arasıra, çatalın uciyle a ğıza bir meze atılıyor, içmekten çok yeniliyor ve konuşuluyordu.
Göçmen yerleştirme komisyonunun başkanı, kaymakama, insanı yaşatan ateşin soba a teşi olmayıp aşk ateşi olduğunu söylüyor, ona, Baki Efendi’nin şaraba, güle, beytini anlatmağa çalışıyordu-
İki aydanberi her akşam ayni yerde, ayni sofrada otura
riyie içîi dışlı olmuşlardı. Okul müdürü, bele diye başkanına, elin yumurcâklariyle uğraşmaktan artık usandığını, daha çok para veren bir yer bulursa bu meslekten hemen ayrılacağını anlatıyor ; posta müdürü, yanındaki 'komisyon üyesine - kaymakamın duymamasına dikkat e-derek - dairedeki bir memureden bahsediyordu.
Sohbetin böyle en tatlı zamanında, dışardan, bağırışmaya benzer bir takım sesler geldi ise de içerde hiç kimse madı. Fakat az sonra kapı ile açıldı. Bir kaç belediye hademenin koyvermemeğe
göçmen, kapı kanadını bir itişte ardına kadar dayamış, kapı çerçevesinin boşluğu içinde, sa-loudakileriu karşısına dikilmişti. Rüzgârlarda, ğıian saçları alnına dökülmüş, göğsünü kaplı-yan beyaz sakalı kabarmış, birbirine, karışmıştı. Kucağında, henüz dört yaşında görünen bir çocuk ölüsü vardı. Onu bütün kapıyı kaplıyan uzun boyu, geniş omuzları, dağılmış beyaz saç ve sakalı ile karşılarında gördükleri zaman, ■ofradakiler hep birden ayağa kalkmış, iki üç adım geri çekilmiş, tıkanan ağızlar ve büyü yen gözlerle bakakalmışlardı. Hademeler de ellerini çekmişlerdi. İçerde saatin sesinden başka Sıt kalmamıştı. İhtiyar adam salona şöyle bir baktı, gözleri bir an masada takılı durdu ; o, kendileri için geceyarılarına kadar çalıştıklarını söyliyen bu insanların çalışmalarını biraz daha hızlandırmak ümidi içinde, çadırına inen felâketin verdiği perişanlık ve acı ile buraya kadar koşmuş... koşmuş, fakat umduğ ndan başka şeylerle karşılaşmıştı. O zaman, odanın tavanı başının üstüne çökmüş gibi, iki yanına ■allandı : bu çöküntü dışarda değil, kalbinin içinde olmuştu. Düşen bir kalasın altında Vücudu ezilen bir insanın duyacağı ıstıraba benzer bir ıstırapla dişlerini sıktı ; sonra başını birdenbire kaldırdı, salondakileri teker teker gözden geçirdi, lokması ağzında kalan kaymakama, elindeki çatalı bırakmağa vakit bulamamış olan komisyon başkanına baktı, baktı; sonra hepsinin hüviyetini çiğniyen adımlarla odanın ortasına doğru ağır ağır ilerledi, yürürken boşlukta bacakları sallanan çocuğu masanın üstüne boylu boyunca yatırdı. Şişeler devrildi, tabaklar kırıldı, kadehler döküldü. İhtiyar adam yükünü bıraktıktan sonra tekrar doğruldu, buğulu gözlerini karşısındakilere çevirdi, alabildiğine gerilen şehadet parmağını ma sa üstündeki çocuğa doğru uzattı, davetlilerin korkuyla büyüyen gözlerine, solan yüzlerine karşı, nefretle titriyen kısık, acı, vahşi bir ses le bağırdı ;
* — Alın I Bunu da yiyin I
Cevdet Kudret SOLOK
Aç Dünya ve U- N- R. R. A-
2 Numaralı dünya savaşının karanlık günleri biteli bir yıl oluyor. Barış ve aydınlıklara kavuşmuş olan halk kitleleri, şimdi büsbütün boşalmış olan boş mideleri üzerine yumruklarını daha sıkı basıyorlar.
Ajanslara ve muhtelif memleketlerdeki feryatlara bakılırsa, hiç bir savaşın tırpanlıyamadığı 500 milyonluk bir insan kitlesi açlığın giyotinine teslim edilecekmiş. Bu rakam dünya nufüsunun dörtte biridir. Korkunç rakam karşısında buhranlar ve korkular geçiren memleketler çareler aramağa koyuldular.
Çekik gözleri iztiraptan daha büzülmüş Çin kulileri, mülahham cüsselere kıymetli madenler ö-deyen Hind paryaları, Nil’in renk değiştirmesini gözetleyen Mısır feliahlan ve plansız cemiyetin milyonlarca yığınları yüz yıllarca hiç bir gün güneşin batışını tokluğun rehaveti içinde seyredeme-mişlerdir.
. Savasın sefaletleriyle yüklü halk kitlelerine yardım için kurulmuş olan UNRRA teşkilâtı bir çok milletlerin yardımını temine çalışırken, fhenüz kökleri kazınamamış bazı faşişt devletler bu teşkilâta yardımı red etmişler. Fazla gıda maddelerini denize dökmek, yakmak veya başka şekillerle baltalayıcı ve insanlık dışı rollerine devam etmişlerdir. Bu yardım, teşkilatı henüz olgun ve kuvvetli olamadığından bâzı hakimiyetlerin devamına (sefalet çeken insanların zararına da olsa) bir alet olmak tehlikesine bile maruz bırakılmıştır.
Savaş sonu sefalet ve açlığının giderilmesinde az da olsa hizmetleri dokunacak olan UNRRA teşkilatı ile bütün EKonomik probıemi«sM».çözüie-miyecsği pek tabiîdir. Zira ekonomik ve sosyal hayatın kendi kanunları vardır.
Demokrasi
H‘lk. kitlesinin zararına kendi sınıflarının men-faatlarına göre demokrasiyi kesip biçen fikir terzilerinin türediği şu zamanlarda gerçek demokrasi hakkında bilgi veren bu eser bütün aydınların faydalanacakları değerdedir.
İngiltere’de ezici bir çoğunlukla iktidarı ele geçiren İşçi Partisinin liderlerinden olan profesör Laski, kitabında kartel, tröst ve inhisarcı sermayenin hâkim olduğu memleketlerde hakikî mânada asla bir demokrasinin mevcut olamıyacağını belirtmektedir. Gerçek demokrasinin olabilmesi için sermaye kredi kaynaklariyle iç ve dış ticaretin devletin kontrolü altına alınması, devletin toprağa elkoyması ile mümkün olabileceğini en yeni delilleriyle göstermiştir. __ _______ ________
Yalnız kazananı ideal insan sayan, fakirliği günahkârlık ve fakirleri düşkün insanlar diye damgalayan plânsız müsavatsız cemiyette insanlar«Bar-barlar, Uşaklar, Halk» olarak kategorilere bölünmüştür. Bu cemiyette «kanunların hükümleri sınıftan sınıfa değişir.» «Bu cemiyette kudret sahibi olmak, her şeyden ziyade mülk sahibi olmaya bağlı bir şeydir».
Tercüme kokusu az olan kitabın en büyük ku-kıyorduın. Biraz ötemde benim gibi oulan suru sadece aydınlara hitap etmesidir. Aldatıcı de-sevreden biri daha vardı : çalışanlar gibi çarıklı poturlu bir köylü. Bir bitkinlik bir çöküntü vardı üstünde^,Meraklandım, sordum !
— Hasta mısın ? Ngderj çalışmıyorsun ?
Değil
Ne Düşünüyorsun?
Y°lun kenarında bir kazıda çalışan amelelere ba-
^çden çalışmıyorsun ? bu
adık ; işle ın.
bak bunlar iş bulmuş çalı ubları görüyon ; benim, ;
A
TARLA
Emmim kızı Ayşe tarlada gebe kaldı Aliden, Bi^im sarı inek
tarlada buzağladı sarı tosunu Dememköylü Mehmet '
Ahmedi tarlada serdi yere, Hamdüs en amız
Tarladan yükseldi
Ve tarlada bastık
Kör f eleğe.
M e v 1 â y a küf tlrü
TOYGAR.
— Madem ki iş yok, ne diye köyünden buralara geldin...
— Köyde bir türlü ; biz fakiriz ekecek biçecek tarlamız, toprağımız yok ki...
Şu karşımda çaresizlik içinde omuzları düşen insana ümit ve cesaret vereyim dedim :
------Bak kanun çıktı, topraksız köylüye toprak dağıtacaklar;senin de tarlan, çiftin çubuğun olacak..
Derin düşüncelere dalmış görünüyordu :
— Neye daldın öyle, ne düşünüyorsun ? di-sordum :
Adeta sayıklar gibi, güç duyulur bir sesle :
— Karnım aç, bayım dedi, onu düşünüyorum...
İhsan ÜREĞİL.
ye
ve Sosyalizm
Y. ÇÖL.
mokrasinin sırları bir çok vakalarla ortaya konu larken bile Türk okuyucuları hafızasını zorlamak durumunda kalmaktadır.
Halen İngiltere’de yapılmakta olan İktisadî ve ir kesat, es- İçtimaî hareketleri yakından takip edecekler için bir rehbeı olabilecek bu kitabın arkasından daha sıyor... geniş kitlelere hitap eden popüler eserler bekle-
gibi bul«|a-_ mek hakkımızdu
Bizim Köyde
liizim köyde bahardan çabuk gelir kış Bolluktan çok sürer yokluk.
Bilmem ki alın yazısı mı böyle ?'
Beklendiğinde yağmur gelmez, Beklendiğinde güneş.
Ne çıkar baş ucundaki bir ağaç gölgesinden Eteğini yalıyan denizinin sesinden ? Bizim köyde yarı ölü,
Yarısı toprağa gömülü »
yaşar yine canlılar.
Hep böyle bizim köyde,
Bugünler ve dünler.
Bizim köude “Yaşanmadan geçiyor günler..
Z. KARADENİZ.
L
i
FİKİR,SANAT VE T£NKİTD£R$İSİ
SURSUL&S
Fransa işçi istiyor
Foransa İkinci Cihan Harbinin korkum-■ yıkıntılarına en çok uğrayan memleketlerden biri oldu. Bu yıkıntı yulnız binalarda, yapılarda değil, insan gücü üzerinde de feci tesirler bırakmıştır Bugün yeniden kalkınma dâvasına dört elle sarılan hür Fransa’nın karşılattığı güçlüklerden biri de el emeği azlığıdır Harpte ölen yüzbinierce genç iueaıu» >1 raktığı boşluktan başka, nazilerin korla
Almanya'ya götürüp kamplara kapadıkları, en aşağı şartlar içinde çalıştırıp erdikleri milyonlarca Fransudan büyük kısmı henüz çalışamlyacak kadar bitkin bir halde bulunmaktadır. Yapılan hesaba göre Fransa’nın ekonomik kalkınması için 20 milyar iş saatine ihtiyaç vardır. Bunun için Fransa madenlerde fab. rikalarda, tarlalarda çalıştırmak üsere 3,000,000 yabancı işçiye iş verecek durumdadır
Vurguncuların cezası
Şey,
Tütün ve Sinema
Bütün memleketler bütçelerini denkleştirmek için ithalatını mümkün olduğu kadar kısmaktadır. İngiltere'de 5’inci sayfadan: d« bu yolda tedbirler alınmıştır. Mese-
lâ daha az ytrtinurta ithaline karar veril-Ş1 karşıya oturmuş beş kelepçeli- iniştir. Fakat |ütün ve sigara ithalatına dir. Bunlar ilk defa bu kamyonun içinde birbirlerini görmüşler ve a-rada geçen bu kısa zaman içinde tanışmağa çalışıyorlar. Her biri ayrı bir hapishaneden alınmıştır.
Sağ başta oturan :
— Telaiz idare ediyordum, au-bayım, diyor.
Bir başkan :
— Gizli gazete çıkarıyordum!
Üçüncüsü :
— Orta Doğuya kaçmak iate-iniştim, yakaladılar I...
Dördüncüsü :
—- Dağda partizan reisiydim! Ancak beşinci sessiz kalıyor. Başı önüne eğilmiş öylece beklemektedir. Yanında oturad arkadaşı.
— Ya sen’ sen ne yaptın? diye soruyor.
— Ben ?... Ben mi ?... bir teneke benzin için...
Başka ne diyebilirdi ? Yakalandığı andan itibaren sebebini bir türlü izah edemediği bir mesele hakkında onlara daha fazla ne aöyliyebilirdi ?...
Fakat, söylediklerinin yetmediği ötekilerin yüzünden belli.Daha fazla malumat istiyorlar onlar. Bunun için Sursulas ilâve ediyor:
— Benim adım Sunulsa !...
Kamyon duruyor. Sabahın a-laca karanlığında etraflarını saran Almanlarla birlikte bu beş kişi bir tarlaya doğru ilerliyorlar. Sıraya dizilip"Yaşasın Yunanistan!» diye bağırıyorlar. Yalnız içlerinden biri sessiz kalıyor. Fakat bu„ sonsuz sessizliğin içinde,hedefine çevrilen tüfeklerle hayat ve ölümü birbirinden ayıran bu saniyelerin sonsuz sessizliği içinde, çiğli otların arasından, şuracıktan, billûr bir “tır, tır, tırrr» , ışıktan perde ler halinde belirmek cesaretini gösteriyor, göğe doğru yükseliyor, yükseliyor, tâ yükseklere ulaşıyor, bu sefer o güzel köyü aşıp daha da uzaklara gidiyor £ve ansızın-yaylım ateşle - Sursulas’m kalbiyle bereber susuyor....
Yanancadan çeviren:
Nevzat HATKO.
dokunulmıyacaktır. Buna sebep olarak sigara ile sinemanın halkın maneviyatını kuvvetlendirdiği ve bu suretle başka mahrumiyetlere katlanmıya yardım'ettiği söyleniyor.
Fransa kurtulduktan sonra, 5 harp ve işgal yılı boyunca frensiz milletinin katlandığı yoktuk ve ıstıraptan — har memlekette olduğu gibi ^^kendi çıkarlarına faydalanıp, milyonlar elde e-denler >igaya çekildi. Bunların haksız olarak edindikleri servetlere .el konuldu, bazılarına da ağıt para cezaları yüklendi Bu cezalar normal daralt yüzde 100 ilâ ikiyüzde 100 arasındadır. Fazla ola-rak düşmanla işbirliği etmiş olan «vurgunculardan alınan' cezalar yüzde 400’ü bulmaktadır. Bu esasa göre yalnız 1945 yılı içinde «İkonan servetlerin tutarı : 22.965.963.000 frank; cezaların tutarı da : 32.597-354.000 frank, yekûnu s
55.562.288.000 frank; yani 700 milyon türk lirasından fazla bir para.
Derisi her memleketteki vurguncularla, harp zenginlerinin başına!
T a r i ş Şarapları
EĞENİN
İzmir üzümlerinden sıhhî şartlara azamî itina edilerek imâl olunur, İzmir incir ve Üzüm Tarım Satış Kooperatifleri Birliği Ankara Şatış Mağazası :
Bankalar caddesi Yurt Sokak
No. 2 Tel : 1860.
Sonrası
Ş L i 6
nci sayfadan:
neme yapmak arzusu ve kâh cehaletleri yüzünden harcadıkları milyonlar sessizce her tarafa sürüklendiler. Bu itibarla, birinci cihan harbi gençliğin önemini gösteren ilk olay olduğu kadar, bir çok memleketlerde genç ne- (> alilerin köküne kibrit suyu döken bir facia oldu. Bazı memleketlerin yaş yapısında harp derin yaralar açtı ve bir çok yerlerde memleketin yarınına, işe yaramaz veya vatan borcunu yapmamanın yolunu bulmuş artıklar kondular.
Harp bittikten sonra ise, kodamanlar masa başında parsayı paylaşmak için epiv çekiştikten sonra, barbin en ağır yükünü çekmiş olan gençlerin sulhun da en ağır yükünü omuzlaması gerektiği, görüldü. Milyonlarca genç işsiz ve hatta aç kaldı. Bu, yalnız yenilmiş memleketlerde değil, yenen memleketlerde de böyle oldu. Bu şartlar altında, ilk defa olarak gençlik arasında önemli kımıldamalar, hareketler, cereyanlar görülmeğe başladı.
Harp sonrası gençlik hareketleri ne yazık ki gençliğin İçtimaî hayatta değeri olan yeri almasını sağlayacak bir kuvvet olmak yerine, hemen hemen bir anarşi halini aldı. Muhteris ve tecrübeli kodamanlar bu kaotik kütleyi istismar edecek fikirler o*taya altılar. Bu hareketler içinde yalnız muhtelif memleketlerin talebe cemiyetleri ve bunların birleşmesinden meydana gelen «uluslar arası taiebe birliği» muntazam bir teşekkül halinde gözükmüşse de, bu daha çok diplomatların izinde giden çırakların kumandası altında idi. Bunun dışında, bilhassa Almanya’da, gençlik bir sürü acaip cereyanlara sürüklendi. Bu sürüklenmeler, bir kutupta (psişiyatri kitaplarınıngmomadism» dediği) serserilik ve gezgincilik şeklinden başlayarak, öteki kutupta faşiştliğin vandalism (yağmacılık) ve hatta kanibalis-minde (yamyamlık) neticelendi. 1933 sıralam a kadar, Almanya’dan acaip kılıklı, sırtları torbalı bir çok gençlerin memleket memleket dolaşarak buralara kadar geldiklerini, hatta kahvelerde yeni bir tarzda dilendiklerini hatırlarız. Bir çok memleketlerde, gençlik arasında ormanlara çekilme veya tepinerek dans etme şeklinde garip hareketler türedi. Almanya’da na-ziler bu işsiz ve bakımsız kalmış, theosofi, çıplaklık, dervişlik v. s. peşinde koşanj-gençlik kütlelerinin kendi maksatları için birinci derecede kullanılacak bir vasıta olduğunu gördü. Dr. Göbbels’ler harp-artığı gençliğin durumunun bir prototipidir. Nasıl nazilerin parasını büyük sanayi ve maliye sermayedarları, ihtiraslarını (Ludendoıf) "gibi mağlûp generaller, ideolojisini harpten arta kalmış varım tahsilli, işsiz/ luesiıltaiu.-kii^ülc—la*»._____
juva orta - yaşlıları sağlamışsa, kütle malzemesini de harp sonrası gençliği hazırlamıştır.
İtalya’da Mussolini faşiştleri, Almanya’da Hitlerciler, gençler ve hatta çocuklar için renk renk gömlekler ve esvaplar diktirdiler, komik selâmlar, vahşi şarkılar öğrettiler. Her türlü insanlık ülkülerinden uzak bir barbar terbiyesi altında yetiştirerek onları her tarafa saldırttılar. Yalın a-yak ve çıplak Habeşlilerin tepesine havadan bomba salıvermenin çok keyifli bir spor olduğunu gazetecilere anlatan Mussolini’nin şişman oğlu Vit-torio, faşist gençliğine bir örnek olarak gösterildi. Fakat, nazi faşistlerinin yetiştirdiği Hitler gençliğinin yanında bunlar, Ebüssuut Efendinin torunu gibi kaldılar. Bunun acıklı, ve acıklı olduğu kadar korkunç hikâyesine yirmiye I î m-.’ ‘ -
Ellerine öldürücü silâhlar verilmiş milyonlarca genç ve hatta çocuk Avrupa’nın her tarafına saidırtılınca, tecavüze uğramış memleketleri kurtarmak yükü de aynı yaşlardaki gençlerin vatan bocu oldu. Çünkü, bu memleketlerin kodamanları tehlikeyi sezen 'halktan ve bilhassa gençlikten korktukları için yıllarca reaksiyoner siyasetler gütmüşler, düşman kapıya dayanıncaya kadar («şizmHatmin etmek için çeşitli gaflar yapmışlar ve nihayet sıkışınca başka memleketlere kaçmışlar veya düşman tarafına geçerek kendi gençliklerini imha ettirmek, için Gestapo’larla el birliği etmişlerdir. İste, bir taraftan bugünkü silâhların hususiyeti, diğer taraftan reaksiyoner "politikacıların ihaneti yüzünden medeniyetin kurtarılışı da ancak bu vatansever çocukların kahramanlığı sayesinde olmuştur.
Şimdi, onların mükâfatı ne olacaktır ? Harp sonrasının İçtimaî meseleleri arasında en mühimlerinden biri de budur. Şimdiden, yurtlarını ağır fedakârlıklarla kurtaran gençliğin zaferine konmak üzere, istirahat yerlerinden veya sığındıkları memleketlerden dönen eski kodamanların üşüştüğünü yer yer görüyoruz. Gerçek manâsıyla bir gençlik dünyası düşünmek belki bir ütopidir ; fakat gençliğin bozulmamış temiz ve engin enerjilerinin, yaratılacak yeni bir dünya için en kuvvetli bir kaynak olduğuna şüphe var mıdır ? Yarının cemiyetinin temelleri olacak olan ve öldürülmemiş olarak yalntz gençlikte kalabilen kuvvet, atılganlık, arkadaşlık ve iyilik ruhu acaba yarın da dayak, kumanda ve barbarca disiplin altında çürütülecek midir ? İş bulmak veya tahsil imkânı verecek bir yardım elde etmek için kapı eşiklerinde ve yollarda harcanacak mıdır ? Gençliğin enerjileri, ekonomik ve cinsî hayatın baskıları altında eritilecek veya kötüleştirilecek midir ? Gençlik kuvvetleri yine demagogların ve istismarcıların retlerine, nefretlerine, korkularına, kurnazlıklarına, ihtiraslarına alet olacak mıdır ? Yoksa, ilim, teknik ve sanatta büyük yaratmalar başaracak, cemiyetin dinamisminin ana mihveri haline konacak yollar bulunacak mıdır? Bunun cevabını «büyükler» kadar, gençler de düşünmek zorundadır. Niyazi BERKES.
Comments (0)