Kaynak: TÜSTAV - Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı Arşivi
Sayı: 3 - 1 Kasım 1946 - Fiyatı: 25 kuruş
'CUMHUR!
■
iK wa '■ J i- ı
i r # >—_r v '
* - ( E _■ 1 J
Hiçbir Zaman Biri Diğerinden Ay
/ /
«
Sayı: 3 ■ 1 Kasım 1946 - Fiyatı: 25 kuruş
I . ■
I
Kadınlar yemin ettiler
George ( Bernard Siıaw ‘
Handan bir zaman önce Pariste Dünya Anti/aşisf Kadınlar Kongresi toplanmıştı. Hemen bütün milletler seçtikleri temsilcilerini bu kongreye gönderdiler. , Bu vesile ile Pariste büyük gösteriler 'yapıldı.- ispanya ve Yunanistan temsilcilerinin söylediği nutuklar bilhassa alâka çekti. Temsilciler, ortak irade ve çaltşmalariyle meydana gelen Dünya Kadınları Demokratik federasyonunun gelişmesine çalışacaklarına, kadınlığın iktisadi ve içtimai haklarını koruyacaklarına, gelecek nesilleri en güzel şartlar içinde yetiştirilmesini temin edeceklerine, yeryüzünde faşizmin kökünü kazımak için oms aşacakların a, sağlam bir dünya sulhunun kurulmasına uğraşacaklarına, bağlı bulundukları 81 ■ milyon dünya kadiri adına and içtiler.
t
Lajos Zilahy’nîn jesti
Plouard’lar, Aragonlar, Picasso’lar,
Lan gevin*ler, Wells’ ler, Shav’lar, Steinbecfdler irticaa karşı ileriyi, faşizme karşı gerçek demokrasiyi seçmekte tereddüt etmemişlerdi. Faşizme büyük mücadele açan bu günkü Ma-carislanda da meşhur romar.cı Lajos Zilahy aynı jesti yaparak inkılâpçı kafileye resmen katılmış bulunuyor. Okuyucularımız onun İki Esir ismiyle Türkçe ye çevrilen romanını .hatırlarlar.
l
Filim festivalinde kazananlar
(0
7
s
S
p RANSAN1N Canne şehrinde yapı* ■ lan biiyiik filim festivali sona ermiştir. Mükâfat kazananları bildiriyoruz »• En mükemmel artistlik mükâfatı kadınlardan Fransız artisti Michele Morgan a, erkeklerden Amerikan artisti Ray Milland'a verilmiştir. Sahneye koyma büyük mükâfatını Fransız Rene Clement “Ray Harbi., filmi için almıştın En iyi senaryo Sovyet Rus-yadan Çirskov’unki seçilmiştir. Müzik mükâfatını Bernad Schav'ın Cesar ve Cleopatra*sı için yaptığı besteyle. In-giltereden Georges Atıric ve ikinciliği bir Fransız kazanmıştır. En iyi filim operatörü mükâfatını "Maria Candel* laria„ filmiyle Meksikalı Picentoa, Do-kümanter filim mükâfatını Sovyet Rus-yadan Beri, sulh mükâfatın* nŞon Şans„ filmiyle İsviçre, sulh ikinci mükâfatını “ Memleketimizin Gençliği „ filmiyle Sovyet Rusya, bütün birinciliğini ise "Ray Hatbi„
* Fransa almıştır. * r ' [ c’ v • ı > : i
festival filmiyle f . ’ ’
T
’r ■ .
90 yasında. Öteden beri âdet olmuştur, bütün dünyaca tanınmış olan bu yazarın her doğum yılı kutlanırken hakkında bir kitap yayınlanır. Bu kitapta, Shaw‘ın okuyacalariyle münekkitlerin, büyük yazar hakkındaki fikirleri vardır. Bu yıl da böyle bir kitap yayınlandı. Shaw, dünya edebiyatında hususi bir yeri olan biiyiik sanatkârlardandır. Onun cemiyetçi diinya görüşü çerçevesinde kaleme aldığı sa. yısız eserleri, felsefi inanışı, üslûba ve edebi kudreti Ingilterede adeta çığır açmış ve Shavian denen edebi jan-rın doğmasına sebep olmuştur. Prof. Bernal, onu biiyiik bir bilgi adamı olarak vasıf lan diri'- ve eserlerindeki biiyiik ilmi hakikatların kolayca kavratılıp anlatılmasını buna örnek olarak gösterir. S haza, aynı zamanda lisaniyatçi, mükemmel bir ekonomist, müzik münekkidi, felsefeci ve. terbiyecidir.
Shaw*ln mizah esprisi de, daha zekicedir ve biraz da felsefeye kaçar. "Doktorun hatası» adlı eserinde sadece yıkıcı bir tenkit yapmamış yıkılanın yerine konması gereken şeyleri de göstermiştir. Kilise hakkındaki tenkilleri de İngiltere de büyük bir şöhret kazanmıştır. H. G. Wels gibi o da ilk zamarı-lartnda sosyalizmin inkılâpla değil ya’ vaş yavaş gerçekleştirilmesine taraftar
dı. Hattâ anti marksist idi. \Vebbler ve VFells’le 1883 de tabiim Society yi kurdular. İlk stratejileri liberal partiyi içinden fethetmekti. Yaymlariyle işçi sınıfının müstakil parti ihtiyacını duyurdular. Shaw bıı gün i memnun değildir. Or.u görmek istediğini her inektedir.
kii İngiltere'den t daha inkilâpçı fırsatta belirt*
Filozof Bernard
Groethuysen öldü
Bernard Groethuysen Berlin Üniversitesindeki Profesörlük vazifesini 1932 de terketmişti. Çünkü nazı rejimi-* nin istikbal için iteler hazırladığını görüyordu. Nazizme karşı önce Almanya da savaştı, sonra Fransaya geldi. Burjuva düşüncesinin Fran sudaki kaynakları ve Zaman adındaki eserlerini maalesef tamamlıyamamıştır. Ayrıca bir Antropolojisi, Monteskiyö için bir tetkiki ve öteki felsefelere dair görüşlerini to pli yan bir kitabı vardır. Olii-tpiyle ıbir kıymet-kay bediinmiş oluyor.
‘ ? t ’ •'
. « i . • i ’ I* * r V
îgnazio Silone
g.Zone faşizmden sonra daha bir kaç yıl italyada kalabildi. Bir zaman illegal neşriyatta çalıştıktan sonra Is-viçreye ilticaya mecbur oldu. Orada roman, tarih, politik eserler yazdı. Faşizm tarihi ve Diktatörler Mektebinin yayınlanması bu tarihe raslar. Diktatörler mektebi onbeş dialog olup A-merikada diktatörlük kurmak' isteyen birisine verilen satirik derslerdir. Aynı günlerde Fontamara basıldı.
Fontamaradaki realizm Ekmek ve Şarapda devam etmekle beraber Silone bu sefer davaya 'çıkar yol bulmak" tâki kendi anlayış noksanlığını ilân etrhiş oldu. Kar altında .tabumda doktrinin mücerret kalıplarından kartala i bir ihitllâcinin '-hakikati keşfedişi hikâye ediliyor. Bu eserdeki fazla hırisiiyanhk da kimsenin gözünden kaçmadı. Silone*nin bir Fransız muharrire son günlerde söylediği sözler onun bu tereddüt seyrinin nasıl devam ettiğini gösteriyor : Fransız muharririne. diyor ki :
Edebiyat canlılığını koruyabilmesi için siyasi ve içtimai sahalardan ayrı bir yere, yerleşmelidir. Sanatkârı bir alet olarak kabul etmek doğru değildir, kültür hizmetinde bir siyaseti anlarım fakat siyaset hizmetinde bir kültürü asta.
Görülüyor ki Fontamarasını beğenerek okuduğumuz Silone tehlikeli bir çıkmazdadır.
, i.-- ■ n.. ■! .. !■■■■. -1 ■■■. . İlayı l 'f
YIĞIN
Her ayın 1 inde ve 15 inek • -kar fikir vo rfnn^t «tnecnfuıisıdır. Yıllık abmıe/ı ( 600 ) kuruş, altı aylık ( 300) ) kuruttur. Öğretmen ve öğrenciler için bu fiyatlar 500 ve 25ü k u' tuştur.. Bar,ılmıyan yazılar grıi verilmez. Muhnbere adresi: Posta kutucu ( 1600 ) Galata - İstanbul - Sahibi ve y.ızt işlerini fiil en idare öden Adil Yağcı. Basıldığı yer: F. K. Basımevi
*.
_____İstanbul ______________
... . ■ • I» •
- *
Cumhuriyet Bayramı Cumhuriyeti, halkın hâkimiyetini kuran rejim olduğu için benimser, gerçekleşmesi için savaşmayı vazife biliriz
r
Cumhuriyet cumhurun reyine dayanan rejim olduğu için haki* kî bir demokrasinin ifadesidir. Padişahı - Saltanatı niçin yıktık?* Çünkü padişah ve saltanat rejimi, geniş halk kitlelerinin reyine dayanan, halk tarafından kurulmuş, halkın menfaatine işliyen rejim değildi. Bu rejim ancak idare mevkiini ellerinde tutanların, bu halkın tepesinde saltanat kuran bir sınıfm’rejimiydi. Sarayın etrafında toplanan eşraf ve ekâbiri, köyde mütegal-libeyi, -Irgatları boğaz tokluğuna çalıştıran ağalan, köylüyü soyan simsarı ve murabahacıyı, şehirde kendi kârı uğruna bütün bir mi*l-leti köle gibi kullanan hâkim sınıfı korur; hayatı alnının teri, elinin emeğiyle kazananları mutlak bir sefalete mahkûm ederdi* Saltanatı; [halkın reyine daya' nan, halk tarafından, halkın men_ faati için işliyen bir rejim olma, dığı için yıktık, Cumhuriyeti kur -duk.
Bizim anladığımız cumhuriyet, bu hakikî demokrasiyi kuran rejimdir ve rejimlerin en mütekâ-' mil şeklidir. Bu hakikî demokrasiye varmak için, cumhuriyet idaresi içinde dahi buna olanlar varsa, bunlarla bütün vatandaşların,
köylülerin en birinci vazifesidir. Çünkü bu haklarına sahip olmı-yan bir halk, ne cumhuriyet, ne de demokrasiye kavuşmuş değil' d:r.
Demokrasi, başta saltanat süren bir zümrenin, bir sınıfın menfaatlerini korumak için yüzlere geçirilmiş bir maske değildir. Bu maskenin altında halk namına, millet namına, vatan namına, geniş halk kitlelerini rzdıraba mahkûm edenler, onların reylerini hiçe sayıp cebir ve zorla saltanat sürmek istiyenler, hayatın ve hâdiseledriıı seyri içinde yüzlerin deki maskeleri düşürmiye mahkûmdurlar. 1914 - 18 harbinden sonra Almauyada kurulan Cumhuriyet diktatörleri gibi.
Diktatörle Cumhuriyet biri birine zıt iki mefhumdur. Hâkim bir sınıfın idaresiyle, balkın hâkimiyeti biribirine zıt iki idare şeklidir. Halkın hakim olduğu yerde ne diktatör, ne de hâkim sınıf
mâni mücadele işçilerin,
vardır, diktatörün ve bir sınıfın hâkim olduğu yerde ne halk, ne de halkın menfaatleri korunmuştur. Biz Cumhuriyeti, halkın hâkimiyetini kuran rejim olduğu için benimser ve tahakkuku içiıı savaşmayı vazife tanırız.
Halkın reyine dayanan bir Cumhuriyette ne sultanların, ne ekâbirin, ne eşrafın, ne agniyaıım, ne de İdarî ve askeri amirlerin tahakkümü vardır. Bütün vatandaşlar kanun nazarında olduğu gibi, içtimai haklar, insan hakları bakımından da müsavidirler. İrk, d'n, mezhep, cins farkı da yoktur. Üzerinde yaşadığımız bu toprak, bu toprağı beraber ekeıı, bu toprağı mamur etmek için emek sarfeden bütüıı insanların müşterek vatanıdır. Böyle bir Cumhuriyette yaşamak her vatandaş için en büyük bayramdır.
Bugün kutladığımız Cumhuriyet, bize hakiki bir demokrasinin temelini kurduğu için bizim bayramımızdır. Bu temelin üzerinde hakiki bir demokrasinin binasını
kurmak ve bunu korumak da bizim en büyük vazifemizdir. Çünkü Cumhuriyet, ne halk yığınlarını aldatmak için bir formül, ne de muayyen şahısların ve zümrelerin menfaatlerini sağlamak için halkın ağzına çalınmış bir parmak baldır.
İstiklâl harbinde emperyalist ordularına karşı kanını döken, bu vatanı bir müstemleke yapmak
için boğazımıza sarılanlara karşı müdafaa eden bu memleketin işçisi, köylüsü, esnafı ve bütün bir halkıdır. Hariçten gelen soyguncuyu nasıl büyük bir savletle koğmuş, cumhuriyeti kurmuşsak, bugün de hariçten ve dahilden bu Cumhuriyeti yiktnıya ve çürüt, uıiye çalışanları yine böyle bir halkın mukavemeti ile ylkınalıyız. Millî hâkimiyet, balkın hakimiyeti, ancak böyle bir Cumhuriyette inkişaf edebilir Hâkim ve mahkûm, efendi ve köle, ecir ve nıii-tegalibe Cumhuriyet rejiminin tasfiye ettiği mütehaselerdir. Cumhuriyetimiz' bu miistehaler-den temizlemek, Cumhuriyetin, halk hamiyeti rejiminin omuzlarımıza yüklediği vazifedir. Ancak halk kitlelerine bu hâkimiyeti temin eden Cümhuriyet, hakikî bir
“Rüzgârlarım -konuşuyor,,
ElLERİMİN arasında okşar-casına tuttuğum bu küçük zarif cilt, yalnız ileri bir sanatkârın müjdesini vermekle kalmıyor; insan oğlunun alın terini kendine ' iş edinen merhametli bir yüreğin acılarını vermek içiıı de çırpınıyor. Ilık bir bahar gecesinde ay ışığı nasıl “ kos kocaman, mas mavi b r çiçek gibi„ açılırsa, Cahit’in sanatı da gün geçtikçe boy atıp serpilmektedir. Onun ilk gençlik şiirlerini hatrlıyorum. Cahit, uzak iklimlerin, erişiimi-miş hazların hasretiyle yanıp kavrulan içli bir insan olarak şiiri girdi. Ekzotik ülkelerin bir ka-leidoskoptaki reıık değişikliklerini andıran coşgunluğu karşısında bir çocuk sevinciyle el çırpıyordu. Fakat bu sihirli borudan gözünü ayırdığı zaman etrafında’ dünyamızın huzursuzluğunu, iç sıkıntısını, ümitsizliğini gördü. Bu muztarip kitlenin içinde kendi yerini tereddütsüz idrak ettiği ği için şairin alnından öpesim gelir. Çocukluğumuzun feerik hayal âlemlerini masallaştlran renk dolu bir, acı ve sefalet dolu dünyamızın tesellisi olan aydınlık bir istikbale doğru rüzgarlar konuştukça Cahit’in de sesi gür.eşmiş Ve kuvvetlenmiştir. Bunun içindir ki, onda küçük adamların ferdî kuruntuları silinirken büyük hümanistlerin iç içe geçmiş tesirleri de kökleşiyor. Öte yandan, sosyal muhteva ile estetik endişeyi sıkıntı Çekmeden barıştıran sanatkâr, inkişaf istikametini lâyikiyle tasarruf edecek bir ustalığa ds yabancı görünmektedir. İkinci dünya harbinde istilâ görmüş şehirlerin, istiklâl ve hürriyet için can vermişlerin bir destanı olan “Rüzgarlarım konuşuyor,, başka bir şeyi daha hatır-, latıyor: toplar sustuktan sonra sanatkârın konuşma zamanı başlamıştır. . \
Hüsamettin BOZOK
r ■ ■ l'-JU1" 1_ 1 " !,■■ 1 ™ " ,U"
Cümhuriyet ve Demokrasidir. Böyle bir Cumhuriyette yaşamak en büyük bayramdır.
YIĞIN
3
Konseri, Operayı, Filmi, Radyoyu, Plağı, notayı ve bunlara Mt vasıtaları, işçinin, köylünün ve bütün halkın kolayca
anlıyabileceği nimetler
Cumhuriyeti kabul edeli m'i-zik terbiyesinde garp müziğini esas aldık. Yirmi üç senedetıberi mekteplerdeki müzik öğretimini, haftada bir saat olarak garp müziği üzerinden yaparız. Yedi sekiz senedenberi, Ankarada kurduğumuz Devlet koııservatuvarı" opera temsillerile de, bu görüşümüzü âdeta sahneden destekle- -inekteyiz. Operanın, bugünkü dünyadaki şüpheli durumu bizim için mühim değil. Türkçeııin garp müziğine uyması, garp müziğini • insan sesile yaymak ve dolayısile memleketimizde bir geçmişi ol-mıyan insan sesinin çeşitlerini tanıtmak gibi güzel imkânlarla dolu olması bakımından, operanın bizim için büyük bir özelliği var. Mesele, operanın, müzik terbiyesinde bizim ihtiyaçlarımıza ne nisbette cevap verdiği ve bizi ne ııisbette ihtiyaçlandırdığıdır. İş bu noktaya gelince söylenecek en cömert söz şudur :
Yedi sekiz' senedenberi, bu opera temsillerile, ancak ikiyüz-bin vatandaş temasa gelebildi. Onsekiz milyon altıyüzbin insanın, bundan haberi bile yok I
Halbuki, Ankarada Devlet konservatuvarmın kurulmasile, opera temsillerinin başlaması ve yedi sekiz senedenberi devamet-mesi az iş değildir. Fakat geri kalan onsekiz milyon altıyüzbin vatandaşın da, bu temsillerden faydalanması ve birtakım itiyatlar alması şöyle dursun, sadece bu temsilleri bir defa görebilmesi için aitıyüz sene lâzım 1
Sultan Mahmut zamanında baş-llyan orkestra hareketinden, bu güne gelinceye kadar ancak bir orkestra kurabildik. Şimdiye kadar açabildiğimiz bütün resmî ve hususî müzik okulları, bu biricik orkestrayı bile beslıyecek halde değil. Daha evvelki hareketleri ciddiye almayıp yalnız Cumhuri-
Iıaline getirmek lâzım.
yet devrinden başlıyalım : Bugün kü kalitesile memleketimizde daha beş orkestraya kavuşabilmemiz için kaç yıl lâzım acaba ?
Ciddî mânada bir müzik terbiyesi, orkestraların, koroların, solistlerin ve konserlerin adedi demektir. “Kemiyet yeni keyfiyetler doğurur.,, Bundan gayrisi ise lâftır.
Bizler hep “istidat,, ve “ferdî-gayret,, ballerile' büyüdük. Bir nesil içinde bin tane insan bir işe başlar, dokuz yüz doksan dokuz tanesi imkânsızlıklar, zaruretler akla gelen, gelmiyen çeşit çeşit düzensizlikler yüzünden dökülür. Bir tanesi her nasılsa, ya parasının, ya bildiğinin himayesinde, yahut da her hangi bir tesadüfle bu badireyi atlatıp ayakta kalır. Derhal bunun adı “allah vergisi,, ve “ferdi gayret,, olur. Halbuki Halbuki işler ne kadar başka tür-lü.lstidat ancak bir noktadan sonra başlar. O noktaya kadar, hayat ve çalışma şartları yerinde olan bin insandan en az dokuz yüz tanesi gelebilir.
1936 da komşu memleketlerden birinin bir konservatuvarını gezen ınüzikcilerimiz gördüklerini hayretlerle anlatıyorlardı: On-üç ondört yaşındaki çocuklardan dokuz on tanesi bir araya gelip orkestrada birinci keman çalar, yahut etüd yapar gibi konserto çalıyorlar. Nasıl yapıyorlar? Nasıl yetişmişler?
* » *
Alaturka mı? Alafranga mı?
Meselenin alaturka alafranga meselesi olmayıp, sadece türk - musikisinin inkişafı' meselesi olduğunu, yapılan münakaşalara bakarak hâlâ anlamadığımızı söylemek garip gelmesin. Alaturka denen müziği vermek istiyenler, onun Arap Acem, yahut daha doğru olarak Roma-Bizans müziği olduğunu, bizim müziğimiz ol
madığını söylüyorlar.- Müziğimizin geri oluşunun sebebi demek bu imiş! Hakikat şu ki, gerek din gerek kültür benzerlikleri bakımından müzikleri de bir birine benzeyen iki âlem var: Şark âle mi, Garp âlemi.
Yatıyana ve ayni şartlar içinde yaşayan medeniyetler, ister istemez birbirine benzemiş ve hiç bir zorlamaya kulak asmadan bir birine sızmıştır. Vaktile böyle olduğundan dolayı, bugün kuzeyde bir melodi,' sınırın bir tarafında Türkçe söylenir, öbür tarafında Arapça. Garba gidin; melodiler, balıklar ğibi bir Anadolu yakasına, bir Adalara ve Balkanlara
zıplar. Balkanlarda:Bulgarca, Sırp ca, Rumca söyienir, Anadoluda Türkçe. Doğu Anadolu ve bütün Kafkas memleketleri ayni türküleri söylüyor; hattâ ayni hikâye leri. Kimi Türkçe, kimi Ermenice, kimiAzerî şivesile, kimi Gürcüce; kimi de İran dilile. Toprakları siyasî sınırlara ayrılmış memleketlerin halkları, böylece kucaklaşıp duruyorlar.
Dış görünüşüyle birbirine ben-ziyen bugünkü Avrupa milletleri müziği, bundan altıyedi aSlr evvel de birbirine benziyordu. Alışık olmayan kulaklar için ilk in-' tiba olan bu dış benzerlik bozulmadan bu müzik, sosyal şartların gelişmesine bağlı olarak gelişti ve derinleşti.
Müziğimizde yalnız Hafız Post Dede, Tamburi Cemil değil, Frik-yalılar, eski Yunanlılar, BizanslIlar, Selçuklular ve bu yurtta medeniyet kurmuş kavimler, kabileler devam ediyor ve bizim kültür hâzinemizi teşkil ediyor.
Dünyanın oluşu içinde değişip gitmekte olan sosyal şartlar, daima bu hâzineyi yeniden yeniye eritiyor ve kendi potasına döküyor. İçinde yaşadığı devrin yaşayışına ve anlayışına göre yeniden şekillendiriyor.
Alaturkanın kaldıracağı, kaldırılması lâzım geldiği, bugünkü.
4
V.
zihniyetimize uymadığı lâfı edildikçe,' alaturkacıların telâşafdüş-melerine şaşıyoruz. Kim koymuş kim kaldırıyor? Yoksa: “bugünkü zihniyetimiz,, diye yaşadığl-mızın'dışında bir zihniyet mi var? Bütün azaltmalara rağmen bugünkü hakikat, alaturkanın hiç bir devirde bu kadar yayılmadığını gösteriyor.
Kadın ve erkek^okuyucunun bu kadar bol yetiştiği» başka bir' devir varmı? Hangi devrin yazlık kışlık salonlarında, gazinolarında alaturka müzik san’atkârlannın bu kadar pahalıya angaje edildiği görülmüştür? İnkilâptan sonra oraya çıkan bukünkü orta’ sınıf gi(V tikçe artan bir 'kalabalıkla} bu ga" zinoları dolduruyor. Değişen devir, zihniyetilede vasıtalariyle de ancak bunu yapabiliyor-ZDedenin ve İtrinin yerini alan .bugünkü besteciler sadece bu' cılk/kalaoa-lığın insiyaklarını beslemekle geçinip gidiyor. Yani bu şartlar, garptan da olsa ancak kendine uygun olanı alıyor.
Alaturka musikinin bütün ifade kudreti, cinsî insiyaklar, hatta dalaletler üstünde toplanır.Çünkü bütün divan edebiyatının en kuvvetli tarafı budur. Müzik, daima fikri takip e,tmiştir Yani fikir ne ise zikir o olmuştur.
Fasıl musikisi dediğimiz orta üst ve sınıf musikisi anlaşılması mümkün olmayan bu türlü* kaprislerle kıvrılır gider. Kadın müzik yapmaz, cilve . yapar. Erkek müzik yapmaz, cilve yapar Saz" lar müzik yapmaz cilve yapar, itibarda olan bir!şey var: Cilve dalkavukluk ta bunun bir başka şekli değil mi ? Fakat bunda musikinin kabahati ne ki daima ona hücum edilir? Ses, yalvarmakta da methetmekte de, küfretmekte de isyan etmekte de kullanılır; ferdili ve cemiyetin o andaki zihniyetine ve karekterine göre.
Kitleyi bir birine bağlamakta millî kültürün dil kadar mühim bir halkası olan müzik üzerinde konuşulurken neden daima bir alaturka, alafranga çıkar acaba? Bunun bir şapka ve alfabe meşe leşi olmadığını akılda tutmak lâ zim.
Cemiyetin ihtiyaç olarak duy" mağa başladığı teknik te, vas ta da kolayca girip yerleşiyor. Duymadığı ise yetmiş’sene özenilse yine eğreti olarak kalıyor. Bunca yıl önce ülkemize giren şu piyanoya bakın, halâ yerleşmiş değil. Çünkü piyano Abdülme-cit zamanında kibar konaklara
müziğimizin ; tekâmülü neticesi, duyulan bir, ilıtiyaclnKzoruyla'-de-ğil, bir yenilik özenmesi, alafrangalık taslama ve süslenme ihtiyaciyle ve bir saz olarak değil, âdeta bir mobilya olarak girmiştir. Serveti Funun şiirinde bile “Ta uzaklarda» dır. Sözün kısası, müziğimiz, balâ piyanonun karekterine uygun inkişafı elde edememiştir.
İnsan kafasının, insan ruhunun bütün nimetlerinden faydalanarak gelişmiş medeniyetler, etrafımızı sarmış bulunuyor. Korkmadan, ürkmeden, kafalarımızı, ruhlarımızı bu medeniyetler vp kültürlerle çalka-’amalıyız. O zaman dilediğimiz şey, geçmiş zamanlarda olduğu gibi yeri bir kaynamayla, yine bizim ka-rekterimizde olarak yeniden doğacaktır.
■ Yapılan ilk iş, bu çeşit çalışmaları bir istismar vasıtası olmaktan ve bu çeşit anlayışı bir kaç bahtiyar kişiye kaydı hayat şartiyle indirilmiş bir “Allah vergişi» olmaktan çıkarıp metodlarla, planlarla kütleye mal etmek, görmek isteyenin görebileceği, duymak isteyenin duyabileceği, düşünmek isteyenin düşünebileceği hale getirmek lâzım-Operaları piyano ile bucaklarda bile oynıyabilmek, küçük ses ve saz grııplariyle köy köy konserler vermek ve bu çalışmaları halk evlerinin yılhk defterlerine, raporlarına yazılacak kadar az olmaktan çıkarmak lâzım.
Garp müziğini yayma hususunda sinema, mekteplerden çok iş gördü. Fakat daha iyi iş görmesi de mümkün. Meşhur koroların or
kestraların vc solistlerin’ bir konserini, bir balesini arasıra aktüali-te olarak filimlerin başında dinler ve seyrederiz. Bu çeşit kısa müzik filimlerini bol bol getirtip göster" meşini her sinemadan isteyebiliriz İnsanların kalabalık bir halde bulundukları sinemada, fabrikada, mektepte, kışlada bunları yapabiliriz, bunları ve konserleri,
■Konseri, operayı, filimi, radyoyu, plağı, notayı ve bunlara ait vasıtayı işçinin, köylünün ve bütün halkın kolayca anlayabileceği nimetler haline getirmek lâzım.
Garp müziği terbiyesini esas olan Millî Eğitim Bakanlığının her Cumhuriyet Bayramında yayınlamakla olduğu yüzlerce klasik teı" cünıeler arasında bir tane Lied Albümü, bir tane Arya Albümü, garp müziğinin gerek tekniğine, gerek büyük ayaklaımaait bir tane esaslı kitap var mı?
Medeniyetlerin ve kültürlerin insanlardan esirgemediğini kanunlar, yasaklar, imtiyazlar kötürümleştirir-, se, bütün bunlar zenginlerin, bahtiyarların bir lüksü olmakta devam ederse, istiyen, istediğini kolayca bulup çalışamazsa, mütehassıslar getirtip milyonlar harcanarak yetiştirilen fakülte mezunu, konserva-tııvar mezunu işinde ışıldamak^ için muhtaç olduğu aleti ve vasıtayı bütün ömrünce alamıyacak, bulamı-yacak durumda bulunursa, kesmek ve takdiri İlâhiyi'beklemek lâzım. Zira, su olmadığı zaman dinde teyemmüm Var ama kültürde teyemmüm yoktur. ,
5
Hayat standardımızın gittikçe düşmesine se bep olan en mühim âmillerden biri, Ev buhranı.
HALK ..yığınlarının bir çare bulmakta âc'z kaldığı, hayat pahalılığı derecesinde önem li diğer bir mes’ele de “Ev-sizlik„tir. Son dünya harbine fiilen iştirak eden memleketlerde bu mes’ele harp hâdiselerinin tabiî bir neticesi olduğu halde harp ateşinden uzak kalmış olan bizim memleketimizde de ayni meselenin ayni buhranla seııelerdenberi halkı ezmesinin sebepleri ve bu sebeplerin izahı pek o kadar basit değildir. Evsizlik meselesi İstanbul’da harbin ilk seneleriyle beraber başlamış ve harb n de vamiyle beraber Türkiyeııiıı bir çok vilâyetlerine de sür’atle yayılmıştır.
Ankarada da ev buhranı harpten evvelki senelerde de, mevcut bina adedinin gittikçe artan şehir nüfusuna mütenasip olmaması sebebile, esasen mevcut idi. Bundan dolayı mesken bedelleri de o zamanki İstanbul piyasasına nisbetle pek yüksekti. Bu pahalılık dar gelirli balkın Ankara civarı ile Eskişehirde birleşmesini intaç ediyor ve yersizlik meselesi de bu şekilde kısmen hal ediliyordu.
Bu devrelerde İstanbul için Ev Buhranı diye bir mesele, hakikatte değilse bile zahiren mevcut değildi. 1931-32 resmî istatistiklerine göre o sıralarda İstanbul’un nüfusu (794.444), mevcut oturulan ev sayısı (95526), 100 eve düşen nüfus sayısı 723 olup, kilometre murab’baı başına düşen insan adedi 144,9 idi, aynı tarihlerde Ankarada da 100 eve 485, İzmirde de 423 kişi isabet etmekte, idi. Görülüyor ki İstanbul esasen kalabalık bir şehirdir- Yalnız bu nüfus şehre o şekilde dağılmıştır ki bazı yerlerinde hiç bir darlık bahis mevzu olmadığı halde bir çok semtlerinde halk âdeta üst üste yaşamağa mecbur olur. Beyoğlu, Şişli, Maçka gibi daha ziyade zengin tabakaların oturduğu mıntakalar-da bir eve düşen nüfus mikdarı gayet az iken Kasımpaşa, Üsküdar, Aksaray, Fatih civarı, gibi ekseriya fakir halkın yaşadığı semtler pek kalabalıktır. Bu nun-la beraber, o devirde gündelik kazancına göre herkes ayırabil-
6
_____ Yazan : .
i Sabire DOSDOĞRU I
diği cüz’î bir para karşılığı bu paranın miktarına, göre iyi veya kötü evsafta barınacak, bir yer bulabilirdi. Sağlık bakımından e-sasen elverişli olmtyan fakat halk tarafından alışılıp tahammül edilebilen bu vaziyet 1942 senesinden itibaren hakiki bir buhran, yalnız fakir halk tabakaları için değil aynı zamanda şehir ahalisinin büyük bir ekseriyetini teşkil eden orta halliler için de dayanılması imkânsız bir hal olmağa başladı.
Geçen bir kaç yıl içinde İs-tanbıılun nüfusunda pek büyük değişiklikler olmadığı halde bu sahneye hâkim olan ev buhranın sebebi ııe idi? Bunun hakiki sebebi ne İstanbula muhtelif yerlerden gelen muhacirlerin adedi, ne de İstanbul imar plânının tatbikinde belediye tarafından yıktırılan evlerin fazlalığıdır. Vakıa, bu plânın zamansız tatbiki neticesi pek çok ev yıkılmışsada bugün mevcut olan buhran o derece büyüktürki yalnız bir kaç yiiz veya bir kaç bin evin yıkılmış olmasiyie izahı kabil değildir. İstanbul’da 100 eve 723 nüfusun düştüğü senelerde bu evsizlik sıkıritısı bugüne nazaran hemen hemen his edilmeyordu. Hatta bugün bir çok ailelerin, ev buldukları takdirde orta bir fiyata severek tutmağa razı olacakları odaları dört beş liraya kiralamak imkânı vardı. Bı> va .ziyet eğer sadece hayat pahalılığına göre mevcut olsa idi nasıl-eskisinin beş misli fiyatla, bir kilo pirinç veya şeker almak gayet kolay ise yine beş misli fiyatla bir oda bulmak da o derece kol-ıy ve mümkün olurdu. Bugün İstanbul’da eski kiraların beş misli ile rahatça bir ev bulmak imkânı yoktur. Böyle yerleri bulabilmek için aylarca kapı kapı dolaşmak, komsiyonculara ve mal sahiplerine yalvarmakta kâfi değildir. Bütün varını yokunu hava parası namile mal sahiplerine yedirmek bu işin tek çaresidir. Hava parasını icat eden ve havadan kazandığının cüz’î bir miktarını kolayca havaya verebilen
bir harp zengini zümresi Fyüzün-den halk, senelerdenberi "dişinden tırnağından, arttırıp sağlığından gıdasından keserek bir köşeye koyduğunu verip bir iki o-danın havasını pek pahalıya satın almaktadır. Şimdiye kadar kenara bir şey koyamamış olan ve ekseriyeti teşkil eden kitleler ise btı (Evsizlik) karşısında büsbütün âciz bir vaz’iyette kıvranmaktadır. Hava parası mes’elesi bu gün artık o derece resmiyete gir miştirki değil evlerin üzeyinde son senelerde hemen her semtte nazarı dikkati çekecek derecede çoğalmış olan emlâk komsiyon-cularinın vitrinlerinde bile tek bir (Kiralık Ev) ilânına rastlamak mümkün olmadığı halde pek alâ evler kiralanmakta ve bütün bu ticarethaneler de kâr getirecek şekilde işlemektedirler.
Gıda maddesi kara borsacılığından çok daha mühim olan bu ev kara borsacılığı memlekette orta halli sınıfın adedini fakir sınıfa mal etmek suretile,. gittikçe azalmaktadır. Yeni bir ev tutmak mecburiyetinde olaıı orta halli bir insan bu ev buhranı karşısında doğrudan doğruya en fakir bir adam demektir. Zira kazancının ancak mühim bir kısmını vermek şartile (Hava parası ıstemiyecek derecede namuslu bir ev sahibi-nede rastlarsa) ancak bir iki oda kiralayabilmektedir.
Son yapılan nüfus sayımında İstanbul nüfusunda bir artış göze çarpmakla beraber yeni yapılan bina sayılarını da göz önüne alacak olursak aradaki farkın bir ev buhranını izaha kâfi gelmediğini görürüz. 1935 den 1941 senesine kadar İstanbul’da 4213 ev yapılmıştır. Bunların 342 sî beş katlı, 30 u . dört katlı, 857 si ise üç katlıdır, 1351 ni iki katlı, 1086 sı ise tek katlıdır. Buna tekabül eden nüfus artışı ise (935 nüfus sayımı ile 940 nüfus sayımına göre) 107.638 kişidir. Yâni bina başına vasatı 25 kişi düşmektedir ki yapılan bir çok binalarında bir kaç katlı olması da göz önüne alacak olursak pek çok evin yıkılmış olmasına rağmen hakiki bir yersizlfk mevcut olabileceğine inanmak güçleşir. Bununla beraber yine ev buhranı vardır ve yine fakir semtlerde
halk üst üste yaşamaktadır. Bunun sebebi hava parasının yanın-' da acaba harbin gayri meşru ka zançlarile zenginleşen arızî ve ' parazit bir zümrenin bir eve kanaat etm'yerek yazlık, kışlık, ai-lelık, metreslik, g?rsoniyerlik b‘r çok evleri birden tasarruflarında bulundurm ıların n da rolü varmı-dır?. Yoksa yine bu sebebe daya-. narak sefahet ve fuhuşun artına-sile evvelce ev ve pansiyon olarak kullanılan pek çok yerlerin g zli randevü evi olarak kullanıl-nıasıda bir sebepmidir?...
Bunları teker teker araştırmak imkânsızdır. Fakat şurası ınuh.-.k-kaktırki bütün bu birbirine eklenerek esasen nüfus kesafeti bakımından Türkiyenin en kalabalık şehri olan İstanbul’da mesken mes’elesi yine halk tabakalarının sırtına yüklenmiş muazzam bir davadır. Veremin dolu dizgin ; aldırışı karşısında gıdasız olan lıalk aynı zamanda yersizdir. Harp zenginlerinin bir kaç evde oturmasına mukabil halk ta" babalarında bir çok kişi- bir odada yatmağa mecbur olmakta ve bu da salgın hastalıkların halk arasında yayılmasını kolaylaştırmaktadır.
1947 Senesi başından itibaren ini llî korunma kanunun kalkma-sıyle ev kiralarının serbest olacağı rivayeti bugün balkı yeni bir harp havadisinden daha ziyade ilgilendirmekte ve endişeye düşürmektedir. Bu kanun sayesinde kiraları arttıramıyan ve eskiden girdiği yerde eski normal kira bedeli ile oturan bir aile yeni vaziyet karşısında ne yapacaktır?.. Hemen bütün mal sahiplerinin kiracılarını ya kiralarını arttırmağa veya aksi takdirde evlerini boşaltmağa mecbur edecekleri şüphesizdir. Bu hal karşısında pek çok aileler sokakta kalmak tehlikesine maruzdurlar. Yeni yapılan binaların fiyatı esasen yüksektirki orta halli bir. aile aylık gelirlerinin tamamını böyle bir evin kirasına verse bile yine kudreti kâfi gelmez. Eski binalarda ise ev sahiplerine eski kiraya zam yapma hakkını, tanımıyan kanun kalktıktan sonra tek bir oda tutmak bile mümkün olmayacaktır. Ev buhranını İktisadî ve hayatî bir mes’ele olarak karşımıza aldığımız zaman hiç bir taraftan bir hal çaresine yarılamadığını görüyoruz. Halkın selâmeti ancak resmi devlet müdahalesine bağlıdır. Hükümet bu
Gözlerim Uzaklarda
Şaiıin gibi salmışım mısralarını)
İnsanların, ümidin, hürriyetin peşinden; . •’ (
Ben kalmışım,
. Gölgeın serili kalmış toprakta .
Bahar almış dört yanım',
Bahiri seyıe dalmışım.
Suat TAŞER
( C i b a I i
Cibali dendi mi.
Aklıma siz gelirsiniz, kadınla!t
Kiminizin beş çocuğu.
Kiminizin nar gil;i vanaklnrı var.
Kinimiz kocasız kalmış,
Kiminiz ihtiyar.
Kiminiz dahil körpe henüz.
Bana umulmadık
Eskimiş tiiıkiiler düşündürür
Siyan başörtüsü altılıda yüzünüz.
Parmaklarda tülün kokusu,
Tütün kokusu, pazen entarilerde.
Biriniz ekmek alır fırından,
Biriniz durmuş, öksürüyor ilerde,
Geçiyor, bizim mahalleden biriniz.
Cibali dendi ini
A klima siz gelirsiniz kadınlar,
Çarpık ayakkaplarıntz gelir
Ve kahraman elleriniz!
Ali KARASU
eıı mühim hayatî mes’ele karşısında da halk yığınlarının ızdıra-plarına kafasını çevirtniyecek olursa daha pek çok acı günler geçirmeğe, daha pek büyük sıkıntılara, fedakârlıklara katlanmağa lıazırlaumalıyız,
Sözümüzü bitirirken Loııdrada ev buhranı içinde çırpınan halkın bir hareketini hatırlatmak isteriz. Bundan takriben bir ay önce radyoların ajans haberleri arasında verdiği bir havadise göre Londra-da bir lorda ait yüzlerce odalı muazzam bir malikâne hava bom-bardumanlarındatı sonra hükümet tarafından tâmir ettirilerek evsiz barksız dolaşan binlerce ailenin, ihtiyacını karşılamaya tahsis edileceği yerde sahibine iade edilmiş ve sahibi tarafından da yabancılar için otel yapılmağa ka
rar verilmiştir. Evsiz barksız Londra sokaklarında kalan dört yüz aile bunu haber,/ alır/almaz derhal binanın bulunduğu yere gidip beş on dakika içinde eve yerleşmişlerdir. Evvelâ müdahale ederek evi il tahliyeye uğraşan polis kuvvetleri de bir müddet sonra bu ailelerin eve yerleşme: sine yardıma mecbur olmuşlardır.
Bupları.görüp dönerken, bombardıman edilmiş bir şehirden dönüyormuş gibiydim. Fakat Istanbula bomba düşmediğine göre, ya bu neydi? Bu, ferdiyetçiliğin ve teşkilâtsızlığın bombardımanıydı
Ortaköy mahallelerinde enkaz parçalarının birisinden ötekine atlıyoruz. Sinsi bir yağmur ve soğuk yüzümüze" çarpmakta. Bir set daha çıktık; sefaletin resmigeçidi üstüste, yan yana, ardı arası kesilmeden sürüp gidiyor. Arkadaşım olan Or-taköylü bir aralık karşısını par-mağiyle işaret etti.
— Bak dedi, şu harap kemerde dokuz kişi barınıyor.'
Baktım, gösterdiği yer tonozdan başka bir şey değil. Tonoz yani eski konaklardan birisinin artakalan bir parçası şimdi iki aileye ev vazifesi görmektedir. Bir sırça yapıya girer gibi herhangi bir ziyankârlık yapmaktan çekinerek dikkatli davranıyoruz, geldiğimizi haber vermek için kapılık eden uzunca bir çürük tahtaya hafif hafif vurduk. İçerden bir kadının ince ve gamlı sesi duyuldu. Adeta bir çığlık işit-miştik. Tonozun öte tarafından yedi yaşlarında kadar bir kız çocuğu gelerek bize yol açmak ü-zere kocaman tahtayı, itmeye uğ-raşdı. Biz de yardım ettik biraz sonra açılan kümes kapısı ”gibi yerden içeri girdik. Önce^karan-lıkta birşey farkedemedik. Burası adeta bir hayvan ini gibiydi. Gözlerimiz Çalıştıkça etrafı., seç-miye başlıyorduk. Bir kadınfye-re uzanmış yatıyordu. İki küçük çocuk toprakların içinde yuvarlanıyorlar, ağlıyorlar mı yoksa gülüyorlar mı belli olmuyordu. Bize kapıyı açan kız çocuğu ise çalı çırpıyla kapının önünde yemek pişirmek için ateş yakmıya lıazırlanmaktaydı. Yerde uzanmış yatan loğusa kadına yabaneı olmadığımızı, loğusalığını işitince hatırını sormıya geldiğimizi anlattık. Fakat şüpheyi nemli elâ gözlerinden silmek çok uzun sürdü.
Bu da bir loğusa
Hemen çöküverdiğimiz yerin karşısındaki eski masanın üstünde çinkosu dökülmüş bir bardak-
|| Yazan : ______
| Aralan KAYNARDAĞ |
ta beyaz kasımpatıları vardı. Yerde uzanmış yatan kadının tütün amelesi olduğunu arkadaşım söylemişti. Uzun meşakkat günleri ondaki ince insan zevkini yok edememişti. Kertenkelelerin yuva yaptıkları şu süprüntülüğü göze güzel göstermek istiyen bir sanatkârdı bu kadın. Şüphesiz bir kadının en hassas zamanı loğusalığıdır. Ona bu zaman zarfında çok ihtimam göstermek, hürmet etmek lâzımdır. Zengin evlerinde bir düğün havası içinde geçen, etrafı neşeye, süse, hediyelere boğan, tatlı ve kırmızı şerbetler kaynatılan dünyaya çocuk getirme işi burada her türlü alâkadan u-zak kalmıştı. Toprağa dizilmiş bir takım taş ve tuğlalar üstüne tahtalar koyarak kocasının bir kaç gün öııce yaptığı yerle bir karyolada yatan kadının sarı saçları nemli siyah toprağa yayılmış sonbahar otları gibi duruyordu. Karantina sarısı yüzü mahzen kokan ağır havanın içinde bir ve-rem afişini andırıyordu, i Onunla
nedense az konuşmuştuk. O bi" zimle konuşmuyordu; mecali yoktu. Kocasının ne işte çalıştığını öğrenmek istediğim zaman öksü-’ rükler içinde, kaybolan kelimeleriyle !
— O da tütün işçisidir, dedi.
Çok fena öksürüyordu. Bu öksürükleri soğuk almaktan filan ileri gelen öksürüklere benzemiyordu.) Zihnim onun bu haline o kadar saplandı ki az daha kan tükürüyormusun diye soracaktım. Alacağım sualin evet olacağı ihtimali çok fazla olduğundan, sualimden ben de ürktüm ve sustum. Kadın kendisi anlattı: Yağmur yağarsa hep su içinde kalıyoruz kardeşim (kardeşim kelimesini çok seviyordu). Bu geceki yağmur hep şu deliklerden içeri girdi. Sabaha kadar ayakta durup ağladık.
Tonozun yansındaki hayat buydu. Öbür yansındaysa, bir ihtiyar kadınla genç kızı oturuyorlardı. İhtiyar kadın bizjmle konuşmanın kendisine büyük yardımlarda bulunacağını sanıyordu. Bu safça düşünceyle hayatını en ince yerine kadar anlatıp dert dökmiye başladı. Kadıncağız yıllarca tütün işçiliği yaptığı yüzlerce tüccarın tütün dengini doldurduğu halde şimdi böyle evsizdi ve açtı. Hele açlık onuruna dokunmuştu onun. Üç gündür ağzıma bir lokma koymadım, ne bitmez çilem varmış diyor güm güm göğsüne vuruyordu.
Biraz yürüyünce başka^bir sete geliyoruz. Tütün işçilerinin dayanılmaz hayatının bir örneği Ötekini takip ediyor. Meşhur dante bile, gördüklerimi ne düşünebilir ne de anlatabilirdi. Ne bilsin o böyle bir cehennemi. Günde milyonlarca içilen cıgara-nın işçisi nasıl birJFhayat yaşıyor, gözlerimle görüyorum. Ortaköy Kabalak civarı, Taşbasamaktak* yangın yeri onlara bir mahalle olmuş. Orada burada mantarlar gibi kulübeler yükseli yüksellermişler. Kimi korkunç yıkık duvarlara sırtınt'dayamış, kimi çukurlara bel vermiş. Aralarından geçerken paslı tenekeler elbiselerimize takılıyor."Sık sık rastla" dığımız açık helâ çukurlarından yayılan pisjkoku sabahtan beri
8
yanımızda dolaşan donsuz çocuklar gibi peşimizi bırakmıyor» ' ' .
Bizi tahsildar sanıyorlar irli, hastalıklı kadınlarla çocuklar yangın yıkıntıları a-
rasinda torbalarına kömür topla* mıya çabalarken yanlarına gidip kanuşmak istiyoruz. Önce korkuyorlar. Fakir halk alışmadığı yüzlere karşı başta yadırgama duyuyor. Bunun sebebini biraz sonra öğreniyoruz. O sizi tahsil dar sanıyor, tahkikat için gelen memur sanıyor, oturduğu hara* beyi elinden alacak mülk sahibi sanıyor da onun için öyle çekin* gen durmakta. Hakikati knlayın.
ca dertlerini dökmek için yarışırcasına'geliyorlar. Yüzü sivilce ve çıbandan ibaret olan orta yaşlı birisine ne cevap alacağımı bile bile hangi işi yaptiğını so ruyorum ve konuşuyoruz:
— Tütün işçisiyiuı, diyor. Tü tün işi bütün yıl sürmez, iş bi tince hammallık, gemilerden kömür boşaltmak, ayakkabı boyacılığı gibi şeyler yaparız.
Kümese beııziyen kulübelerinde oniki yıldan beri barııııyorlar-mış. Yanlarında başka bir aile daha varmış, üstüste yatıp kalkı-yorlarmış. Yüzü sivilceli adam aslımız aııadolulu diye ilâve ediyor, Bartıııda rençberdik, tarlalarımızı elden çıkarına zorunda kalınca naçarlıktan İstaııbula geldik Keşke gelmez olaydık. •
Taşbasamakta bu tipte onbeş kadar barınak var. Buranın elli
kişi olan halkı birer canlı cenaze halinde etrafımızda dolaşıyor. A-rada sırada açıkta rastladığımız sacayakların üstünde pişirilen yemeklere bakıyoruz : Sade suya haşlanmış mısır, bulgur yahut balık kafası. Bunları da çok kere bulamadıklarını söylüyorlar. Bi' raz ilerdeki zengin evlerinin çöplüklerini paylaşmak için aralarında sert kavgalar yaparlarmış.
Ayni semtin . az yukarı taraf
ında tütün işçisi Hatçe Kum ve oniki yaşında kızı Nafize’yi bulduk. Hatce kırk yaşında olduğu halde çocuk gibi küçük, kuru, bir deri bir'kemik. Bizi görün ce telaşlandı. Yattığın yeri» gös-tersene dedik. Eliyle hemen ar. kasındaki duvarda bulunan büyü, cek deliği gösterdi. İhsan öııce şaka yapıyor Sanıyor. Sonra içeri başımı sokunca anladım ki sahi, den öyledir. Bu küçücük yerin bütün eşyası ve konforu iki pos-teki bir testi ve iki çanak, duvarda bir de fener var. Yüzelli santim derinlikte, yüzoııbeş santim yükseklikte bir yerde iki iıı-
Deson ; Kâthe Kolwitz
sanın yatıp kalktığını, akıl güç alıyor ama gördüğümüz şey bir gerçektir. Oyuğun küçük tahta kapısı şimal rüzgârının şiddetini azaltacağa hiç benzemiyor. Hatce Kum diyor ki, yağan her yağmur fakir fıkaranın iliklerine işler. Küçük kızı hastalıktan yeni kalkmış. Midesinin açlığı gözlerinde bir fersizlik olmuş dolaşıyor Kirli bir bezle Sarılı boğazından tok öksürükler yükselirken onlardan da uzaklaşarak aşağıya doğru yürüyoruz. Sefalet resmi geçidinin içinden harp görmüş, harpte ya ralanmış insanlar da geçiyor. Tali ta barakaların yanına kelince istiklâl harbinin bütün safhalarına giren Oflu Ahmet usta işsizlikten, kendisine gösterilen alâkasızlıktan, yıırtsuzlııktan uzun uzun şikâyet ediyor. Oradan ayrılıyoruz, biraz aşağıda, kolunu Balkan har binde veren ihtiyar Osman pa* zarda maydanoz satmaktan döner, ken ayni şekilde dert yanıyor. İhtiyarın eski bir ocak içindeki evine bakmak için onunla yürü dük. Tahta kapısına dayanınca içerisi karanlık, isli lıalde bir gözüküyor. İhtiyar iki yetişkin çocuğuyla bu kışı da burada geçire cek. Yorganım yok, diye sızlanıyor adeta. Tek kolu olmadığı için onu hiçbir işe almıyorlarıniş, çöpçülükten de bu yüzden çıkar mışlar,
Burada yaşanmaz, çürünür! ehennetn yolculuğumuz da* lıa bitmedi. Bir de şu sar"
nıçta oturan dört kişilik.tütün işçisi ailesini görelim. Sarnıca iğreti bir mediveııle inip çıkıyorlar. Ömürleri esasında su saklamak için yapılmış bu yerde ve yer altında geçiyor. Tütüncünün babası daha geçende bu mahzende kalp sektesinden ölmüş. Önce sarnıçtan çıkaramamışlar. Kimsede gelip almadığından ölüyle beraber bir gün yatmışlar. Babaları tütün işçisiymiş patrondan alacağı varmış, bunu istemiye -gitmişler. Patron ölü adama para lâzım değil demiş, vermemiş-Oda gibi döşedikleri sarnıca inip bakıyorum, duvarlar ıslak ve yosunlu. Buraya yaşamak için değil ancak çürümek için intihar etmek içiıı girilebilir. Düşününüz burada bir de OrtakÖy 23 üncü Okul talebesi derslerine çalışıp hayata hazırlanacaktır. Mektepte yoksul çocuklara yardım ediyorlarmış diyo’lar ama bu-kızcağız derdini dinletememiş.
Burası, sadece Ortaköy, o da Ortaköy’üıı bir kısmıdır. Halbuki İstanbul’da daha nice Örtaköy-ler var; üstelik yıırl ta yalnızca İstaııbuldan ibaret değil—
Bütün bunları görüp, dönerken» bombardıman edilmiş bir şehir, den döııüyormuş gibiydim. Istan bula hiç bomba düşmediğine ğö re, bu nedir? Bıı, ferdiyetçiliğin, teşkilâtsızlığın bombardımanıdır.
9
H i kây e
Bir Takım İnsanlar
Âdem baba’lar hapishanelerin en fakir, en harap, lâkin en kurnaz insanlarıdır. Onlar iki ayak üstüne kalkmış, konuşan birer solucandırlar. Bütün gün hapishane içinde, buldukları her delikten sızar, önlerine çıkan her çöp tenekesinden karınlarını doyurmıya yarıyacak; öteberi ararlar: küflü ekmek parçalarından, soğan kabukları, zeytin çekirdekleri, marul, ıspanak, pırasa yapraklarına kadar neye rastlarlarsa:
Bazan âdem babalardan biri, kaynlyan bir teneereye usullacık sokulur. İçi pislik dolu uzun tırnaklı elini yemeğe daldırır, yemeği avuçlar ve hızla uzaklaşır.
Âdem baba’lar -vitaminsizlikten- ekseriya bir davul gibi şişerek hapisane revirinin bir karyolasında mosmor ölürler.
Âdem baba Emin de bunlardan biridir. Uzun boyludur. Omuzlan çok geniş, fakat çok zayıftır. Gırtlağı fırlamış upuzun boynunun üstünde insana lüzumundan fazla iri gelen bir başı ve kenarları buruşmuş ufacık ufacık gözleri vardır.
Emin o gün hapishanenin her -yerinde gezdi, dolaştı, on ikinci koğuşta, söğütlü köyünden Recep ağanın ekmeğini çalarken yakalandı, dayak yedi, anasına avradına söğdüler, ensesini kaşıdı, gitti güneşe yattı. Bir ara hapisane bahçesindeki ebegömeçlerinden yedi, sonra gene koğuşları dolaştı, gene koğuldu, gene anasına avradına söğdüler, gene güneşe yattı, ot otladı, sonunda, ikindi üstü müthiş bir sancıya tutuldu. Sancı midesini öyle buruyor, göbeği sanki bir burguyla öyle delmiyordu ki,dermanı kesildi, ıslak toprağa boylu boyunca uzandı. Güneşin altında kıvrıldı, açıldı, toplandı, bacaklarını gerdi, midesini yumruklarıyla bastırdı, ağzından acı sular aktı, parmağını boğazına sokarak zorla istifra etmek istedi Ne yapmak istedi ise nafile... Karnının ağrısı geçmedi.
O, hapisane bahçesinde, ana duvarın önünde, jandarma kulübesinin altında kıvranırken, ikinci kısım teneffüsteydi. Nöbetçi jandarma da iki duvarın birleştiği köşenin üstündeki kulübesinde, pencereye yaslanmış ona bakıyordu.
10
Bahçede birer ikişer, üçer dörder, bazan daha çok, gidip gelen gelen giden mahkûmlardan çoğu, onu kıvranırken gördü. Lâkin o kadar... Kimse ne acıdı, ne de “Bir
ORHAN KEMAL
insann m yerde kıvranışından gözü yaşardı. Hattâ biri, yanıııdaki-ni dirseğiyle d"rterek:
— Numaral dedi.
Emin neden sonra topraktan kalktı. Her tarafı dökülen paçavralarının içinde dikildi. Yumrukları midesinde, iki kat ola ola birkaç adım attı, durdu, belki gene yürüyecekti. Fakat midesinde, tekrar, hem de demindenberi duyduklarından daha müthiş bir bu. runtu, olduğu yere yıkıldı.
Şüphesiz herkes gene dolaşıyor, onu görenler oluyordu elbette. . Lâkin “...nihayet bir serse-ri’ydi bu...„
Bir ara bir başkası, ayağa kalkmış bir başka solucan peydahlandı : Âdem baba Kaya Ali. Bu da yerdeki gibi bir paçavra yığınıydı ki burun delikleriyle baktığı zaman, anırmağa hazırlanan bir eşeği hatırlatır.
Kaya Ali yerdeki adama sokuldu. Elleri belinde, bir an, ki- , sa bir an, bir hayvan kadar hissiz ona baktı. Sonra, çıplak ayağıyla yerdekinin bağrünü -lâf olsun- dürttü :
— Kak lan.
Savuşup gidecekti.. Birden bir ihtimal “...bunu omuzlar götürürsem levire, benide salarlar levire.,, Gözlerinin önünden evvelâ bir tas çorba geçti, dumanı sıcak tüten bir tas.. Çorbanın kokusunu midesinde duydu, gözleri hırsla parladı, sonra, buna pek de imkân olmadığını sezdi, içini çekti. Yere bakıyordu. Gözlerini tekrar Emin’e dikti. Bu sefer de revir’-in çöp tenekesi aklına geldi. Marul, ıspanak, pırasa yaprakları, ekmek parçaları belki, zeytin çekirdekleri filân. İçinde gene bir ü-mit uyandı.
Kaya Ali, iki metre boyunda bir soba borusuna benzer, çöınel. di, yerdekini gene dürttü :
—■ İmin lan, İmin. Kak hadi. Kak, kak levir’e...
Yerdeki adam, çektiği dayanılmaz acıyı açık eden avuç içi
kadar yüzüyle ona baktı, cevap vermedi. Kaya Aliyse hep o hayvan insiyakile sezdi ki, Emin yü-rüyemiyecek halde. Buna daha çok sevindi. Çünkü Âdem babalar revire pek bırakılmaz : “.İkide birde aç'ık, hastalık numarası filân yapar, yiyeceklere sarkıntılık e-der revirden öteberi çalarlar... So-ra bu afyonkeş serseriler ha-pisanede afyon bulamadılar mı mide ağrısını bahane eder, lâv-danom isterler. Afyon alacak paralan yoksa, revir mecbur değil ya onların harman'ığını düşünmi-ye.. Lâvdanom, lâvdanom...
Kaya Ali yerdeki adamı kollarından kavradı sırtına aldı, hapisane idaresinin taş merdivenine kadar sürükledi. Merdivenin orda meydancılar -yani hapisanenin temizlik işlerinde kullandığı mahkûmlar- karşıladı: “Haydi bakalım yallah, dönün geri...„ diye ters yüzü etmek istediler. Kaya Ali etine ateş basmışlar gibi bağırmağa başladı: “...Sizde Allah korkusu da mı yok? Herif ölüyor yahu. Biz bu vatanın evlâdı dcel miyik? “falan.. Meydancılar is-lemiye istemiye inandılar. Eğer Emin yürüyebilse yalnız onu bırakırlar, Kaya Ali’yi geri çevirilerdi. Lâkin Emin pis paçavraları içinde yatıyor, yumuk gözleri, bileğine inmiş başıyla oracıkta bekliyordu. !
Hiç bir meydancı bahşiş çık-mıyacağını bildiği yükün. ucundan bile tutmaz. Kaldı ki leş gibi kokan “pis bir serseri„yi revire salla sırt çıkarsın.
Kaya Ali’yi omuzundan hınçla iten bir meydancı:
— Ulan, dedi, yemedim numaranı, neyse... Onu bırak sen çabuk in, yoksa bak ananı avra" dini...
Kaya Ali yerdekini sırtladı, revire çıkardı. Revirin demir kapısı kilitliydi. Emin’i oracığa bırakıverdi, bırakivertnesiyle de hemen unuttu. Açlığı içlerinde taşıdığı fersiz gözleriyle içeriye de mir kapının ötesinde, revirin beton sofasını şüpüren Mustafa’ya bakıyor, yutkunuyor, lâfa neresinden başlarsa bu eski arkadaşını, 72 ci Âdem baba koğuşunda cı-gara izmaritlerine zar attıkları, birlikte ot otladıkları, hapishane" den ucuz ucuz ekmek toplayıp dı-
larda birksç misli kâriyle satan bir açık gözün birgün ekmeklerini kapıştıkları eski arkadaşı Mus tafayı kızdırmadan kapıyı açtırmayı düşünüyordu ki, Mustafa Çıplak ayakları, etli ve kocamandı-Kaya Ali’yi gördü, görmesiyle de kan tepesine sıçradı. Kaya Ali'nin orada beklemesi kendisi için tehlikeymiş gibi öfkelendi, demir kapıya yürüdü.
— Ne var gene lan? Ne isti-yon?. Ha ? ..
Kaya Ali, çabuk çabuk, kekc-liye kekeliye lâf yeliştirmiye başladı, bir taraftan da işi patırdıya vermemesi içiıı Mustafa’yı yatış-tırmıya çalışıyordu.
Bu sırada yerdekinin de aklına bir kurnazlık geldi. Durumunu çok tehlikeli göstermek için midesini brstırmağa “amman anam öldüm öldüm öldüm» diye bağırmağa başladı. Bir yandan Kaya Ali, bir yandan Mustafa, öbür yandan yerdeki Emin’in uğuııa uğu-na bağırması gürültüyü arttırdıkça arttırıyordu Bir ara Kaya Ali Emin’i ayağıyla dürttü :
— Kes lan! dedi, bir
duyar şimdi... (Gene Mustafaya döndü)
âmir ne
— Mustuva, Mustııva be, Muştu va... Bağırma be kardeşim, Mustuva...
Mustafa dinlemiyordu... Karşısındaki adamı hiç bir gün, hiç bir yerde görmemiş, onu asla tanımamış gibi davıaııiyor, Kaya Ali’yi terslerken sesini aşçı başı duysun diye mahsustan yükseltiyordu. Mahsustan yükseltiyordu , çünkü daha bu sabah aşçı onu mutfağın bir.köşeşiııe çekmiş; “âdem babalara kapı açtığını gö' rürsem, karışmam hal» diye teıı-bih etmişti.
. Ben âmirimden emir almışım. Aça» am kapı mapı. Amirlerimin de bir bildiği var zahar. Bura imarethane değil. Ben senin yüzünden ekmemden olamam!
Kaya Ali boyuna yalvarıyor yakarıyor, Mustafaııın karşısında ellerini ovalıyor, boynunu büküyor.. Lâkin Muştafa inadına bağırıyor.. Derken aşçı gözükdü. Aşçıyı görünce Mustafa, hemen yumuşadı, asık yüzü düzeldi, gülümsedi, ellerini önünde bağladı. “Vazifesini namusuyla yapan her uşak gibi» sahte bir hürmetle kenara çekildi. Aşçının bir şey sormasına meydan kalmadan Muş-
tafa hemen atıldı :
— Get. derim getmez ağa. Bellen bura Peygamber yeri, şifa o-j cağı...
Kaya Ali’ye .döndü.
—- Bıırda kaz.aıı kaynamıyor, namussuz; herif :
Kaya Ali onu dinlemiyordu bile...
— Aşçı başı, aşçı başı be. No-lıırsun be aşçı başı.. Şu çöp tenekesini ..
Aşçı birden kızdı. Hapisane
müdürü, kâtip, doktor, baş gardiyan,'gardiyanlar ona kaç kaç sefer tenbih geçmişlerdi: “.. .Bu Beşerilerin ölmesi hep pislikten. İnsan çöp tenekesinden mikroplu öteberi yer mi? Geberdikleri bir şey değil, ilâçtı, şuydu buydu boşuna bir sürü masraf oluyor.»
Din, iman, Allah kitap karışık bir parlayışla Mustafanın elinden anahtarı kapan aşçı:
—...Gidecen mi, gitıııiyecen mi lan... diye kapıya atıldı. Aşçının niyetini anlıyan Kaya Ali korktu, direk gibi boyuyla merd.venleri koşarak indi gitti.
Emiu’e gelince, o, hâlâ iki kat inliyor, Kaya Ali’den alınamıyan hıııcın kendinden alınacağını, ner-deyse böğrüne yahut baldırına atılacak tekmeyi soluk almadan bekliyordu.
Tekmeyi Mustafa attı, hem de tam böğrüne. O zaman Emin, hayaları. burulan bir hayvan gibi böğürcrek taş merdivene boylu boyunca serildi. Canı sahiden acı-mıştı ama, btıkadar yaygara da “ııumara»ydı.
Tekme attığı adamın buralara varacağım ummadığı böğürmesinden feııa halde ürken Mustafa, fena bir şey yaptığını, “Âdem babanın» gürültüsüne aşağıdakileriıı ner-deyse koşacağını, bununsa kendi için hiç de iyi olmıyacağını he-sabetti. O bilil1 ki, hükümet, adamını bu türlü süründürür, icabında asar, sürer, hapseder ama “ciğeri beş para etmez birine» bir bata getirdin mi, senden hesap da sorar!
Gürültüye baş gardiyan geldi Esmer, kısa boylu, tıl lz b riydi ki yüzü-ille fakir fıkaraya hiç gülmezdi, ne olduğunu sordu. Şimdi aşçı, başı iri bir at kestanesini hatırlatan adam, az evvel . kendi önünde el ovalıyan meydancı Mustafa gibi küçülerek baş gardiyana durumu anlattı; “...hiç bir şey olmamış... Serserinin numarası. . Zaten mâlûm, bunlar âdem baba lakımı...»
Aşçı durumu aydınlatırken meydancı Mustafa, bembeyaz yüzü, korkudan pörsümüş bakışlarıyla, dikiliyor. “...Allah vere b:r boku çıkmasada ekmemizden olmasak. “diye aklından geçiriyordu. Baş gardiyan “peki, yatırın!» diyecekti ki, helaya gitmek üzere odasından çıkan hapisane mü-
Sonu 15 inci sayfada
11
Yarı Şaka Ya r ı C i d d î
Bir
iflas bandırası
Sayın Eleştirmeci Nurullah A-taç, “Oku-mak„ a dair bir söyleşi, daha yayınladı. Eskiden, şu akıllı uslu sayılan kimselerin öğütlerine kapıldığı için midir nedir? Durmadan okurmuş. Okumadan uyuyamaz, okumadan uyanatnaz mış (I). Eline geçirdiği koca koca kitapların bir sayfasını, bir satırını atlıyacağım. diye ödü koparmış. Yaşıyacağına, “bu eşsiz yer yüzünün benzerlikler içinde biribirinden başka, ayrılıklar arasında
biribirine vefalı saatlerini birer birer tadacağına,, sıra sıra dizilmiş kara harflere bakarak .gözlerini yorarmış,.. ' Oysa ki, şimdi, eskisi gibi okuyamı-yorrhuş. En sevdiği kitabı ilgi ile dalmış okurken içinden birden bire bir “bana ne„ demek geliyor, hikâyenin sonunu öğrenmeden, merak dahi etmeden roman mı, tiyatro mu neyse işte onu atıve-riyormuş... Oh, oh, memnun olduk I.. Üstat artık, her halde okumayı bıraktığından beri dilediği gibi, dünyanın tadını çıkara çıkara yaşıyordur. Yalnız açıklanması gereken bir nokta var :
Nurııllah Ataç’m münekkit olarak tanındığı sıralarda meşhur bir hali vardı ; Tenkid ettiği kitaplar» okumadan yazı yazardı. Hattâ bir seferinde, kendini müdafaa maksadiyle, bir münekkite sevmediği kitapları değil, sevdiği kitapları okumadığı için sual sorulabilir bile demişti. Nurullah Ataç, eskiden sevmediği kitapları okumazdı. Şimdiyse sevdiklerini de okumuyormuş. Acı bir itiraf amma, çoktan beri baş-lıyan bir iflâsın bandırası olmak itibariyle bahsetmeden geçemedik.
S e v s i n I e r!
C U M H U R l Y E T gazetesinde Adile Ayla adında bir kadın yazarımız “genç kızlarımız neler okuyor?» başlıklı bir makale yayınladı. Makale sa
hibi, bazı tahsili azgenç kızlarımızın ellerinden düşmiyen veçoğu da kadın romancılar tarafından ticaret maksadiyle çırpıştırılmış bulunan piyasa romanlarının bayağılıklarından. zevksizliklerinderi ve kötü tesirlerinden bahsediyor. Bu hususta sayın Behice Boran’ın da güzel bir etüd yapmış olduğiınu hatırlıyoruz. Adile Ayda; çok rağbet görmüş olan Hıçkırık romanına karşılık bir de Kahkaha (!) adlı roman yazmış olan Kerime Nadir’in bu son kitabından "etraflıca bahsediyor ki, dikkatimizi çekti: Kahkaha romanı şöyle bir cümle ile başlıyormuş : “Sakin bir tem" muz gecesi Moda açıklarında demirli......zırhlısında büyük bir balo veriliyordu,,... Romanın kahramanı ise “beyaz üniformasının apuletinde yüzbaşı rütbes parıldıyan uzun boylu, yakışıklı bir deniz kurmay subayı,, imiş. Bu sıradaki tabiat dekoru da bu sahnenin atmosferine uyuyormuş : “Kızıl bir hilâl Mar-maranın lâcivert ufuklarında dalmak üzere,,.,.. Sevsinler l
Adile Ayda, “bir genç kız kendisini böyle bir atmosfer ve iklim içine sokan romanın hangi kusurunu affetmez ?„ diyerek bu bayağı olduğu nisbette çirkin kitapların rağbet sebeplerini araştırıyor. Bize kalırsa, bu gibi kitaplardan, kötülemek maksadiyle de olsa, bahsetmek bir nevi reklâm sayılacağından susmak yerinde olur. İşin doğrusu, gartistik görgülerinin az oluşundan dolayı bu gibi kitapları okumakta olan gençlerimizin, zevk seviyelerini yükselterek" kurtarınıya çalışmalıyız.
İki telâkki tarzı
Ulus 3 Eylül
Zavallı Reşat Halil!
MUHARRİRLER yaşlandıkça hâtırat nevinden yazılara daha çok rağbet ediyorlar. Sayın edip Falih Rıfkı Atay da son günlerde hep bu çeşit yazılar yazıyor. U 1 u s’taki bir pazar konuşmasında (22 Eylül 1946) şu parçayı okuduk: Atay İstibdat devrinin hürriyet düşmanlığından ve zulümlerinden bahsederken diyor ki; “Bir gün bizim mahallede bir fısıltı: mürekkepçi bilmem ne efendiyi dün akşam evinden alıp götürmüşler, galiba Hicaz’a süre çeklermiş! sebebi Veliaht Reşat Efendiye- mürekkep satması imiş. Bu tarihte has adlardan bütün Hamit’leri “Hâmit„ e ve Reşat’ları “Neşet" e çevirdiler. O vakte kadar bizim biraderin ismi Reşat idi„.
Neşet Halil Atayın adının böyle bir kazaya uğradığından haberimiz yoktu.- Pek, geç kaldı amma, yinede geçmiş olsunl
12
TALÂT ARTEMEL biriki senedir film rejisörlüğü ile de meşgul oluyor. Bu alanda hatı ralarını anlatan sanatkâr bir şirket kurmak istediklerini ve paraları yetmediği söyliyerek sözlerine şöyle devam ediyor: “Sonraları aklımıza gelen bir fikirle» Zehirli .Kucak’ı çevirmek istedik. Memleketteki frengi davasını açıklıyan İçtimaî bir piyes olduğu için, hükümetten müzaheret göreceğimizi de tahmin ediyorduk. Fakat alâ-
kadar makamlardan aldığımız cevap şu oldu : “Memlekette frengi yoktur ki (!) onun davası olsun ! Onun için çevirmek istediğiniz filmin senaryosuna müsaade verilemiyeceğini eseflerimizle... „
Biz bu red keyfiyetine şaşmadık. Asıl bizi şaşırtan, bu mülâkatın çıktığı gazetenin ayni sayısında (28 eylül, 1946 ) bir başka sütunda okuduğumuz bir havadis oldu : Korkunç bir rakam adını taşıyan bu yazı, Boğaziçi otellerinde yapılan bir araştırmada yakalanan uygunsuz 27 kadından 20 sinin zührevî hastalıklarla malûl olduğunu bildiriyordu l '•
Çehov’un Eserlerindeki Kadın Kahramanlar
A. P. Çehov
Çehov’un sanatı kadın şahısları yaratırken gösterdiği kudre. ti- başka bir yerde göstermemiş, tir denilebilir . Çehov’un kendi cümlesini kullanarak dîyebiliriz-ki onun eserlerinde “ Takdire değer kadın ruhları yaşar „ .
Onun kadınları daha iyi bir hayatı özler . Bu kadınlar için hayat ancak hakikatin hizmetinde olursa manalıdır . Sözleri a-henklidir , iç ve dış davranışları kusursuzdur . İyilikle doludur' lar . Başkalarına karşı güzel niyetleri vardır , ruhların en derinlerine kadar nüfuz etmesini bilirler . “ Vanya Dayı „ da Son-
ya, “ Hendeğin Dibinde „ hikâ yesinde Lıpa , “ Köylüler „ de Olga . yahut “ Üç Kız Kardeş „ piyes:ndeki-öteki kadın şahıslar hep adilikten uzak kalmışlar > saflıklarını korumuşlardır . “Be yaz Kuş „ un , martının yeni ve temiz bir hayata doğru cüretli bir hamle tasvirî oluşu sebepsiz değildir, Çehov’ün kadın ve genç Rus kızı hakkındaki fikirlerini senbolize eder .
Çehov’un kadın kahramanları için , bütün hakikat, bütün delil, hayatın bütün saadeti çalışmaktır. Toprağı süsliyen ve zenginleştiren yaratıcı bir çalışma hasreti , işte Çehov’un kadınlarının ve genç kızlarının ahlâk anlayışları • ııın temeli budur . “ Üç Kız Kardeşler# den İren’in şiire olan Sevgisi herşeyden önce bu hasre4 yüzündendir , ve’gine bu hasret yüzündendir ki uzun bir dram
Toprağı süsliyen ve zenginleştiren yaratıcı bir çalışma hasreti, işte Çehov’da kadın ve genç kız tiplerinin ahlâk
anlayışlarının
V. Yerınilov’dan Çeviren: Ali KONUK
yaşamış ve bu hasrete kurban gitmiştir . “Üç kız kardeş,,ten aldığımız cümleyi beraberce okuyalım : “ Nasıl yaşamak icap et-
tiğini biliyorum . Her şeyi biliyorum aziz Ivan Romaniç . Herkes çalışmalıdır, alnının teriyle çalışmak , hayatın mânası , sevinci , cezbesi olmalıdır . . . # . Lâkin*hür , m“s’ut , yaratıcı çalışma , Çehov’un kadınlarında tahakkuk etmiyor , yahut da edemiyor .“ Üç kız kardeş„in ikinci perdesinde yorgun , bıkkın, gençliğine rağmen ihtiyar bir İren buluyoruz . O artık kederli kederli “Şiirsiz, fikirsiz bir çalışma... „ diye konuşuyor.
Bu çalışma arzusu bir tahakkuk yolu bulamıyorsa , şüphesiz kabahat o kadınlarda değildir , O günkü Rusya’da gerçek olan buydu , iş , güzel bir şey değil bir işkence idi .
Çehov’un kadınları , küçük burjuvalara mahsus saadetlerle yetinmezler az saadete kanaat et-m’z.ler . Şahıs saadeti onlar için herzaman herkesin saadeti ile beraberdir . “ Veroçka „ hikâ-
yesinde olduğu gibi. Veroçka b’r kadındır diğer eserlerinde de herkesin saadeti için mücadele , o-nun için ızdlrap çekmek ve böy* lece aydınlık ufuklara doğru ilerlemek düşüncesi vardır .
Çehov’un başka bir hikâyesinde , “ Nişanlı „ daki Nadya , nişanlısiyle ve ona vaadettiği miskin saadetle alâkasını keser . Ailesini, şehrini bırakır , onu boğmakta olan ferdiyetçi bir hayatın bataklığından kurtulmak ister ; asıl hayata girer , herkes için çalışır ve vatanın hürriyeti için savaşır •
“ Nişanlı „ Çehov’un ölümünden az önce yazmış olduğu son hikâyesidir . Ne taze bir hayatla doludur bu hikâye I Her sa-' tırinda , cemiyetin yeni bir hayatın eşiğinde olduğu sezilir .
Son piyesi olan “ Vişne Bahçesi „ nde Anya , baharın ve is-
temeli budur!
tikbalin timsalidir. Onun ağzly-le Çehov , eskiyen bir zamana elveda eder. Anya’nın sesi piyesin sonunda “ Elveda ey eski hayat# diye yükselir. Onun arkasından Patya Trofimof “ Selâm olsun yeni hayat „ diye bağırır .
“ Vanya Dayı „ daki Söııya mükemmel bir tiptir . Diğerleri, ııiıı saadeti için kendisini feda eder . Bütün insanlık için lâzım olduğunu sandığı bir âlimin ' hayatını korumak maksadıyla çalışır.
Çehov’un yarattığı kadın tipleri arasında zamanın fenalıklarına karşı muzaffer olmuş genç kızlar da ’ görürüz . Yukarda da söylediğimiz Anya ve Nadya bunlardandır. Nina Zareçnaya “ Martı „ da aynı vasıftadır .
Bazaıı Nina gibi ümitsiz tiplere rastlamak kabil . Nina kendini kolayca ölüme verebilir , zira bir büyük gayesi , yaratmak istediği bir şeyi yoktur . Sevdikleri onu bırakmış ,• çocuğu ölmüştür . Kendisi tiyatroda aktördür . Mesleğinden soğur . Fakat sonunda ona da bir mücadele , bir fenalıkları yenmek‘arzusu hâkim olur .
Nina böylece zaferin ve. yaratıcı ifadenin timsali . Bir ruh kudretiyle beraber mükemmel bir şefkat, mücadele iradesi, iyi değerlere doğru gitme , işte Çehov’un kadın kahramanlarının vasıflan bunlardır .
Bir sigara yaktığın zaman “Garibin vatanı kahveler,.hanlar Senin vatanın duvar dipler;. Mapusane köşesinin Türküleri gibi hafifsin Güneşe çıkarıldığın zamau Anan gelir hatırına ı Yâr gelir, dostlar gelir Bir sigara yaktığın zaman. Hürriyeti seversin Parmaklıksız hürriyeti. Kızları seversin, Dişleri sedef olsun Elleri tütün koksun Dersin.
Ne tuhaf,
Hep sevdiklerin gelir hatırına Bir sigara yaktığın zaman.
Açlan SAYILGAN
13
j^Hiç’Hşüphe etmiyorum ki Kate Kolvitz asrımız sanatının en parlak varlığı, insanlık tarihinin en müstarip narasıdır. O, yarına dev" cesine merhametin cüce menfaatlere karşı açtığı mücadelede bir senbol olarak kalacaktır.
Kate Kolvitz’in resimleriyle karşılaşmam bundan yedi yıl evvel harp ihtimallerinin kuvvetlendiği sıralarda olmuştu. O zaman şu safça fikir kafamı sarmıştı:
Bu resimleri çoğaltıp bütün dünyaya dağıtmalı, harbin önüne geçmenin en kestirme çaresi bu-dur.«
Halk yığınlarının çektiği haksız izdirapları, bizzat yaşadığı için insanlaşanlar vardır; bir de insan doğdukları için müzdarip olanlar. Kate Kolvitz bu İkincilerden ve devrinin en çok iztirap çe" kenlerinden biridir.
1914 de küçük oğlu Fiandre cephesinde öldürüldü. Bu vaka belki harbe dair yaptığı birçok res* min doğmasına sebep olan hadiselerden biridir. Fakat o isyan (1899)1, kadı ı ve ölü çocuk ( 90 ) ıı ve Köle harbi (1.90 5) ııi yarat* tığı sıralarda henüz şal.si dertle re yabancı ve günlük maddî sıkıntılardan uzak yaııi müreffeh diyebileceğimiz yaşama şartlar na sahipti.
Onun sanatı ağlayanlara bir teselli olduğu gibi yalrız kendileri için yaşı yanlara bir kâb s tıı- Bunun içindir ki onunla uğ raşhlar; satılmış münekkitleri, gazeteleri, broşürkriyle onu topa tuttular; resimlerini toplattılar, tehdit ettiler ve en sonunda vatanından kaçırttılar. Fakat bütün
■ Kathe Kollvvitz
Onun saıreats ağlıyanlara teselli, kendileri içim yaşıyanfiara bir kâbustur
Yayan : Haşmet A K A L
© bunlar, bu büyük kadının gelecekte doğacak hür Alnanyanın iftihar madalyası olmasının önüne geçe miyecek tir.
Kate Kolvitz 8 temmuz 1867 de Königsberg’de dünyaya geldi. Babası Kari Şmit hukukçuydu, fakat ileri kanaatleriyle bir mevki sahibi olamıyacağıııı anladığı için, duvarcılık yaparak yaşamayı tercih etti. Daha sonraları Al-maııyanın ilk hür rahibi olan.kaynatası öldükten soııra onun yerine, kurduğu tarikatın başına geçti. Kate bir mektubunda babasından şöyle bahsediyor: “O bana yakındı, çünkü beni sosyalizme götüren odur.„
İlk resim tahsilini Königsberg-de yaptı. Sonra Berlinde iktisat tahsil eden ağabeysi Konrad Şmid’ iıı yanına gitti. Tekrar Königs berg’e döndüğü zaman, o sıralarda “ Hayattan bezgin „ eseriyle alâka uyandıran Neyde’ııin yanında çalıştı. Daha sonra Münih’e gitti. 1891 de doktor Kaı-1 Ko-
vitz’le evlendi. Kocası Berlin civarında halk doktorluğu yapmak üzere yerleşti,. 1933 e kadar orada kaldılar.
1893 de muvaffakiyetleri yü-z.üuden kendisine Kayzer altın madalyası verilmesi kararlaştırılmıştı fakat Kayzer bunu reddetti. Buııa rağmen bir sene sonra Dresden’de bu madalya kendisine verildi. ■' ' '
“Dokumacılar* adlı eserleri Kayzer galerisine gizlice satın alındı. 1908 de ev işleri sergisi için hazırladığı eserlerinin çoğaltılmasına kraliçe mani oldu. Küçük çocuklara oyun yerleri yapılmasına çalışanların teklifiyle vü-cude getirdiği diğer bir resmi polis emriyle yasak edildi.
Görülüyorki Almanyada aris tokrasi sanat eserine lâyık olan kıymeti vermekten âciz bir durumda bulunuyor. Gene 1908 de yaptığı “Köylü harbi* isimli eseriyle “Villa Romana* mükâfatın kazanmıştı. Bu mükâfat ona bir yıl Floransa’da Romana villasında oturma hakkını veriyordu. FİO' ransadan yaya olarak Romaya-geçti. 1914 de birinci emperyalist harbin başlarında küçük oğlunu kaybetti.
Kate muhakkak ki, ilk eserlerinin verdiği kanaate göre, sanat tekniği bakımından Max Klinger iııd kuvvetli bir tesiri altında kalmıştır. Lâkin başka toprakların
14
t ■
i
/-•» e
mahsûlleri olan Goya, LiXuetlfeZ ■ ve Daumier onun, teknik bakımından ılerleınes'nde b'rer basamaktır. Yalnız şunu hemen söyliye ■ limki bu tesirler, onun pek erken beliren şahsiyetini taşıyan ■ eserlerinde ancak his olunur.
Daha sonraları kuvvetli şahsiyeti bütün hususiyetiyle belirmiştir. Artık eıı ileri devresinde bütün tesirlerden uzaktır, Ne Dauıııi-er’in alayı ne Goya’ııın mübalağası ne de Max Klinger’in objektif ara. malarını bulabilirsiniz. Fakat bu devrelerinde edebiyatın bilhassa Zola, Dostoyevski, İbsen, Göte» Gork', gibi kalem . ustalarının ps-kolojik atmosfer ne bürünmüştür.
İlk olarak 1897 de yaptığı “Do kumacılar» gravür, boya, lito ser ■ s yle meşhur oldu. Sanatının tekâmülündeki esas merhaleleri, şu numunelerle sıralıyabiliriz;
1895 .Kendi portresi
', 1899 İsyan
1901 Giyot'n etrafında dans
1903 Kadın ve ölü çocuk
1908 Köle harbi
1910 Ölüm ve kadın
1920 den sonra Harp v- s.
Hikâye
I Ilaştarafı İl incide _ dürü revir merdiveııindekileri görünce ilgilendi, revir kapısına geldi. Bu sefer baş gardiyan, revir aşçısının az evvel kendi önünde düştüğü durumu hatırlatarak, zorlama bir saygı içinde “mesele» yi anlattı. İşi zaten önemle dinlemi-yen, her gün bunun gibi, hatta bundan da beter nice vak’alarla karşılaşmaktan gelen bir kanıksayışla müdür, baş gardiyanın “izahı„tidan hiç bir şey anlamadı, sadece :
— Pekâlâ pekâlâ, yatırın! diye söylenip savuştu.
Eraiıı’i revire aldılar. O, revir sofasındaki tahta sıraya oturmuş, yumrukları midesinde, iki kat, hafif hafif inlerken midesi hâlâ sahiden sancılanıyordu - hiç değils: doktorun vizite gününe kadar üç
• ■ * ( t
' 1 ’ »■ • *'r ‘
■ '. • .. û- • v
gün* karyolada yatacağı, karilin 1 doyuracağı için memııundıiz Mustafa’ya gelince, o da işlerin “mayna» oluşuna seviniyordu» Çünkü, meselâ, “î. .sen kim oluyorsun da tekme atıyorsun eşş oğlu .,» falan diye “şu pis âdem baba »tun yüzünden kovulur, geııe 72. ci koğuşu boylıyabilirdi.
Sofayı süpürmek için' süpürgeyi tekrardan alırken gözleri Emin’e kaydı. Ona yeni baştan kızdı: “...Şuraya geldik ya, dolarlar gayri...» Tam bu sıra mutfaktan çıkan aşçı’ya sırıttı :
— Dayı, biliyon mu, yani hü-kûmat bir şey dimese, 'anam avradım olsun hani şu keranâcıyı iki yumrukta...
Âdem baba Emin bunları duydu, lâkin aldırış bile etmedi.
943 Orhan KEMAL •
♦♦♦♦♦♦♦♦ ♦♦♦♦♦♦ e n d i k a ya abone Olunuz
i ' J ,
V
s
İtalya seyahatinin onda sanat bakımından pek tes rii olduğu id-d a edilemez. Fakat 1910 dan sonraki durgunluk devri bu seyahatin yani kuvvetli İtalyan sanatının onu biraz, sarstığı şüphesini uyandırıyor. Kate mektuplarından b:rinde bu kanaatimizi şu cümle’er yle kuv vetlendiriyor: “Floransa ben:m çalışmalarımda bir tesir gösterdi mı? Öyle zannediyorum.ki hemen hemen hiç»... Hiç diyor. Fakat bu cümlen ıı “hemen hemen» i onun 10 yılını • durgunluk devrini - temsil ediyor. Yalnız bu 10 yıllık durgunluk büsbütün verimsiz geçmiş sayılmaz. Bu arada plastiğe çalıştı. “Bekleme» (1916), “Ebeveyn ve anneler» de.bunu sezebiliriz .
ABONE
: Yıllığı — 509, 6 aylığı—250, 3 aylığı — 125 kuruştur.
SENDİKAYA ABONE OLUNUZ
Çarşı kapı kürkçü 1er pazarı sokak No: 14 F-K Basımevi '
• • i
Geçen sayımızın kapak ren mi de Katlır* itindir.
—— XX. Yüzyıl kitapları——*
; •
■ ♦
: :
: î
♦
: :
: , : : :
:
oku- | î
|- F—K. Basımevinden tedarıu eaeDiıırsıııız. *
♦♦♦♦♦*♦*♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦*♦*♦♦♦♦t
. . s.
Hans bahrend
' ALMAN FAŞİZMİNİN PERDE ARKASI
t
Milliyetçilik maskesi altında sahneye çıkan faşizmin kimlere ve nasıl hizeet ettiğini öğrenmek
~ ŞiziEiııı ve .
♦ için, vesikalara dayanarak yazılmış bu kıymetli 100
eseri muhakkak okuyunuz. Okuyucularımıza kuruş yerine 80 kuruştur.
—-
Romain rolland
Shakespeare
Büyük insan ve dâhiyi bir -başka sanatkârın kalemi ile tanımak için bu kitaptan bir tane edi-KBİUÎZ
Büyük
Okuyucularımıza 50 kuruş yerine 40 kuruş.
Maksim Gorki
Strasti - Mordasti
Büyük halk san’atkârının nefis bir eseri yucularımıza 40 kuruş yerine 30. kuruş.
F—K Basımevinden tedarik edebilirsiniz.
i:
l
y
$
•J
t
t
Dayan arslaıı 1 , ,
Hiç bir zaman v . , ’ '1
böyle merhametli bir ümitle sevmedi hiç bir insan, hiç bir âleti.
İstiklâl'Savaşı Destanından :
ŞOFOB^HM
• : ■ ■ ’■(. • >
Ne diyorduk oğlum Ahmet?
Dökmeciler sağda, kalır, derken, Uzunça'rşıya saparken köşede • sol kolda seyyar kitapçı;
• Hikâyei .billûr köşk, altı cilt Tarihi Cevdet ve' Feııni tabahat.j.
■ C‘_> l ' "
.7 Tabahat mutfaktan, gelirmiş, yani yemek pişirmek.
Hani uskumru dolmasına, da , bayılırım pek, Yaldızlı kuyruğundan, tutup .■bir salkım üzüm'gibi yersin’
■ ' , . " ■ ? ' ' J u-
llerde bir süvari kolu gidiyor,
. saptılar, sola.
Uzıınçarşıyı dikine inersin.
Saudalyacılar, tavla pulcuları, tespilıçiler... ' M ■"’>
Ve sen İstanbullu, '■
Seıı kendi ellerinih hünetine alışmış olduğundan şaşarsın İstanbullulara;
• ne kadar ince, çeşitli hünerleri var dersin.
■ * • . ■
Rüstempaşa camisi, • ‘ urgancılar...’ * ’
Urgancılarda yüz parça yelkenli gemiyi
- ve hesapsız katır kervanlarını donatacak kadar urgan, halat, dökme tunçtan çıngıraklar satılır.
Zindaııkapı,
Babacafer, '
Uzakta Balıkpazarı, kuru yemişçiler...
1
r' ■ -'f1'
.1
Yemiş iskelesindeyiz,
O, sandalları,, mavnaları, ’ ’’7
güneşli karpuz kabuklarıyla1: -y'izüne hasret kaldığım deniz.
Sol. arka lâstik hava mı kaçırıyor, ne İnip baksam....
Yemiş iskelesinden dilenci vapurüna Eyyip’te Niyetkuyusuııa gittikti. :
Elleri yumuk yumuk, bacakları biraz çarpıktı ama yeşil’zeytin tanesi gibi gözler kaşları hijlâl gibi çekikti^
Tam Rüstempaşaya yaklaştık, beyaz başörtülü... ı .t/. jj.
Lâstik hava kaçırıyor; ' derdine deva' bulamazsak eğer,. Dur bakalım Babacafer.
* * ’ 5‘ ' ( ' ■ T’’..
Üç numaralı kamyonet durdu, Karanlık,. kriko, pompa, eller, küfreden; ve. küfrettiğine kızan elleri.
Lâstikle ve ihtiyar tekerlekle çalışırke ' Ahmet hatırladı:
Bir gece nüzüllü baba annesi, sedirden sedire taşınırken kadıncağız
*• ■ - ; »
İç lâstik boydan boya ’ patladı.
Yedek , ■■■ " ’ •
yok. .a. .
Dağlarda avaz avaz imdat istemek?
Sen Süleymaniyelisin oğlum Ahmet 1
Sana tek başına verilmiştir üç numaralı kamyonet ■ Hem hani bir koyun varmış,, kendi bacağından1 asılan bir koyun. *
Süleymaniyeli şoför Ahmet, soyun 1 Soyundu.
Caket, külot, pantol, don, gömlek ve kalpak ve kırmızı kuşak, > , ', .
Ahmedi postalların üstünde, çırılçıplak bırakarak dış lâstiğin içine girdiler, şişirdiler.
* ' . ’l *
Bu şarkı nihaventtir.
■ Deniz kıyısında bir şehir
Beyaz başörtüsü.,.,
Saatte elli yafnydrjp
Dayan ömrümiip törpüsü,' dayan da dağlar anadan doğma görsün şoför Ahmedi.
f
Sayı: 3 - 1 Kasım 1946 - Fiyatı: 25 kuruş
'CUMHUR!
■
iK wa '■ J i- ı
i r # >—_r v '
* - ( E _■ 1 J
Hiçbir Zaman Biri Diğerinden Ay
/ /
«
Sayı: 3 ■ 1 Kasım 1946 - Fiyatı: 25 kuruş
I . ■
I
Kadınlar yemin ettiler
George ( Bernard Siıaw ‘
Handan bir zaman önce Pariste Dünya Anti/aşisf Kadınlar Kongresi toplanmıştı. Hemen bütün milletler seçtikleri temsilcilerini bu kongreye gönderdiler. , Bu vesile ile Pariste büyük gösteriler 'yapıldı.- ispanya ve Yunanistan temsilcilerinin söylediği nutuklar bilhassa alâka çekti. Temsilciler, ortak irade ve çaltşmalariyle meydana gelen Dünya Kadınları Demokratik federasyonunun gelişmesine çalışacaklarına, kadınlığın iktisadi ve içtimai haklarını koruyacaklarına, gelecek nesilleri en güzel şartlar içinde yetiştirilmesini temin edeceklerine, yeryüzünde faşizmin kökünü kazımak için oms aşacakların a, sağlam bir dünya sulhunun kurulmasına uğraşacaklarına, bağlı bulundukları 81 ■ milyon dünya kadiri adına and içtiler.
t
Lajos Zilahy’nîn jesti
Plouard’lar, Aragonlar, Picasso’lar,
Lan gevin*ler, Wells’ ler, Shav’lar, Steinbecfdler irticaa karşı ileriyi, faşizme karşı gerçek demokrasiyi seçmekte tereddüt etmemişlerdi. Faşizme büyük mücadele açan bu günkü Ma-carislanda da meşhur romar.cı Lajos Zilahy aynı jesti yaparak inkılâpçı kafileye resmen katılmış bulunuyor. Okuyucularımız onun İki Esir ismiyle Türkçe ye çevrilen romanını .hatırlarlar.
l
Filim festivalinde kazananlar
(0
7
s
S
p RANSAN1N Canne şehrinde yapı* ■ lan biiyiik filim festivali sona ermiştir. Mükâfat kazananları bildiriyoruz »• En mükemmel artistlik mükâfatı kadınlardan Fransız artisti Michele Morgan a, erkeklerden Amerikan artisti Ray Milland'a verilmiştir. Sahneye koyma büyük mükâfatını Fransız Rene Clement “Ray Harbi., filmi için almıştın En iyi senaryo Sovyet Rus-yadan Çirskov’unki seçilmiştir. Müzik mükâfatını Bernad Schav'ın Cesar ve Cleopatra*sı için yaptığı besteyle. In-giltereden Georges Atıric ve ikinciliği bir Fransız kazanmıştır. En iyi filim operatörü mükâfatını "Maria Candel* laria„ filmiyle Meksikalı Picentoa, Do-kümanter filim mükâfatını Sovyet Rus-yadan Beri, sulh mükâfatın* nŞon Şans„ filmiyle İsviçre, sulh ikinci mükâfatını “ Memleketimizin Gençliği „ filmiyle Sovyet Rusya, bütün birinciliğini ise "Ray Hatbi„
* Fransa almıştır. * r ' [ c’ v • ı > : i
festival filmiyle f . ’ ’
T
’r ■ .
90 yasında. Öteden beri âdet olmuştur, bütün dünyaca tanınmış olan bu yazarın her doğum yılı kutlanırken hakkında bir kitap yayınlanır. Bu kitapta, Shaw‘ın okuyacalariyle münekkitlerin, büyük yazar hakkındaki fikirleri vardır. Bu yıl da böyle bir kitap yayınlandı. Shaw, dünya edebiyatında hususi bir yeri olan biiyiik sanatkârlardandır. Onun cemiyetçi diinya görüşü çerçevesinde kaleme aldığı sa. yısız eserleri, felsefi inanışı, üslûba ve edebi kudreti Ingilterede adeta çığır açmış ve Shavian denen edebi jan-rın doğmasına sebep olmuştur. Prof. Bernal, onu biiyiik bir bilgi adamı olarak vasıf lan diri'- ve eserlerindeki biiyiik ilmi hakikatların kolayca kavratılıp anlatılmasını buna örnek olarak gösterir. S haza, aynı zamanda lisaniyatçi, mükemmel bir ekonomist, müzik münekkidi, felsefeci ve. terbiyecidir.
Shaw*ln mizah esprisi de, daha zekicedir ve biraz da felsefeye kaçar. "Doktorun hatası» adlı eserinde sadece yıkıcı bir tenkit yapmamış yıkılanın yerine konması gereken şeyleri de göstermiştir. Kilise hakkındaki tenkilleri de İngiltere de büyük bir şöhret kazanmıştır. H. G. Wels gibi o da ilk zamarı-lartnda sosyalizmin inkılâpla değil ya’ vaş yavaş gerçekleştirilmesine taraftar
dı. Hattâ anti marksist idi. \Vebbler ve VFells’le 1883 de tabiim Society yi kurdular. İlk stratejileri liberal partiyi içinden fethetmekti. Yaymlariyle işçi sınıfının müstakil parti ihtiyacını duyurdular. Shaw bıı gün i memnun değildir. Or.u görmek istediğini her inektedir.
kii İngiltere'den t daha inkilâpçı fırsatta belirt*
Filozof Bernard
Groethuysen öldü
Bernard Groethuysen Berlin Üniversitesindeki Profesörlük vazifesini 1932 de terketmişti. Çünkü nazı rejimi-* nin istikbal için iteler hazırladığını görüyordu. Nazizme karşı önce Almanya da savaştı, sonra Fransaya geldi. Burjuva düşüncesinin Fran sudaki kaynakları ve Zaman adındaki eserlerini maalesef tamamlıyamamıştır. Ayrıca bir Antropolojisi, Monteskiyö için bir tetkiki ve öteki felsefelere dair görüşlerini to pli yan bir kitabı vardır. Olii-tpiyle ıbir kıymet-kay bediinmiş oluyor.
‘ ? t ’ •'
. « i . • i ’ I* * r V
îgnazio Silone
g.Zone faşizmden sonra daha bir kaç yıl italyada kalabildi. Bir zaman illegal neşriyatta çalıştıktan sonra Is-viçreye ilticaya mecbur oldu. Orada roman, tarih, politik eserler yazdı. Faşizm tarihi ve Diktatörler Mektebinin yayınlanması bu tarihe raslar. Diktatörler mektebi onbeş dialog olup A-merikada diktatörlük kurmak' isteyen birisine verilen satirik derslerdir. Aynı günlerde Fontamara basıldı.
Fontamaradaki realizm Ekmek ve Şarapda devam etmekle beraber Silone bu sefer davaya 'çıkar yol bulmak" tâki kendi anlayış noksanlığını ilân etrhiş oldu. Kar altında .tabumda doktrinin mücerret kalıplarından kartala i bir ihitllâcinin '-hakikati keşfedişi hikâye ediliyor. Bu eserdeki fazla hırisiiyanhk da kimsenin gözünden kaçmadı. Silone*nin bir Fransız muharrire son günlerde söylediği sözler onun bu tereddüt seyrinin nasıl devam ettiğini gösteriyor : Fransız muharririne. diyor ki :
Edebiyat canlılığını koruyabilmesi için siyasi ve içtimai sahalardan ayrı bir yere, yerleşmelidir. Sanatkârı bir alet olarak kabul etmek doğru değildir, kültür hizmetinde bir siyaseti anlarım fakat siyaset hizmetinde bir kültürü asta.
Görülüyor ki Fontamarasını beğenerek okuduğumuz Silone tehlikeli bir çıkmazdadır.
, i.-- ■ n.. ■! .. !■■■■. -1 ■■■. . İlayı l 'f
YIĞIN
Her ayın 1 inde ve 15 inek • -kar fikir vo rfnn^t «tnecnfuıisıdır. Yıllık abmıe/ı ( 600 ) kuruş, altı aylık ( 300) ) kuruttur. Öğretmen ve öğrenciler için bu fiyatlar 500 ve 25ü k u' tuştur.. Bar,ılmıyan yazılar grıi verilmez. Muhnbere adresi: Posta kutucu ( 1600 ) Galata - İstanbul - Sahibi ve y.ızt işlerini fiil en idare öden Adil Yağcı. Basıldığı yer: F. K. Basımevi
*.
_____İstanbul ______________
... . ■ • I» •
- *
Cumhuriyet Bayramı Cumhuriyeti, halkın hâkimiyetini kuran rejim olduğu için benimser, gerçekleşmesi için savaşmayı vazife biliriz
r
Cumhuriyet cumhurun reyine dayanan rejim olduğu için haki* kî bir demokrasinin ifadesidir. Padişahı - Saltanatı niçin yıktık?* Çünkü padişah ve saltanat rejimi, geniş halk kitlelerinin reyine dayanan, halk tarafından kurulmuş, halkın menfaatine işliyen rejim değildi. Bu rejim ancak idare mevkiini ellerinde tutanların, bu halkın tepesinde saltanat kuran bir sınıfm’rejimiydi. Sarayın etrafında toplanan eşraf ve ekâbiri, köyde mütegal-libeyi, -Irgatları boğaz tokluğuna çalıştıran ağalan, köylüyü soyan simsarı ve murabahacıyı, şehirde kendi kârı uğruna bütün bir mi*l-leti köle gibi kullanan hâkim sınıfı korur; hayatı alnının teri, elinin emeğiyle kazananları mutlak bir sefalete mahkûm ederdi* Saltanatı; [halkın reyine daya' nan, halk tarafından, halkın men_ faati için işliyen bir rejim olma, dığı için yıktık, Cumhuriyeti kur -duk.
Bizim anladığımız cumhuriyet, bu hakikî demokrasiyi kuran rejimdir ve rejimlerin en mütekâ-' mil şeklidir. Bu hakikî demokrasiye varmak için, cumhuriyet idaresi içinde dahi buna olanlar varsa, bunlarla bütün vatandaşların,
köylülerin en birinci vazifesidir. Çünkü bu haklarına sahip olmı-yan bir halk, ne cumhuriyet, ne de demokrasiye kavuşmuş değil' d:r.
Demokrasi, başta saltanat süren bir zümrenin, bir sınıfın menfaatlerini korumak için yüzlere geçirilmiş bir maske değildir. Bu maskenin altında halk namına, millet namına, vatan namına, geniş halk kitlelerini rzdıraba mahkûm edenler, onların reylerini hiçe sayıp cebir ve zorla saltanat sürmek istiyenler, hayatın ve hâdiseledriıı seyri içinde yüzlerin deki maskeleri düşürmiye mahkûmdurlar. 1914 - 18 harbinden sonra Almauyada kurulan Cumhuriyet diktatörleri gibi.
Diktatörle Cumhuriyet biri birine zıt iki mefhumdur. Hâkim bir sınıfın idaresiyle, balkın hâkimiyeti biribirine zıt iki idare şeklidir. Halkın hakim olduğu yerde ne diktatör, ne de hâkim sınıf
mâni mücadele işçilerin,
vardır, diktatörün ve bir sınıfın hâkim olduğu yerde ne halk, ne de halkın menfaatleri korunmuştur. Biz Cumhuriyeti, halkın hâkimiyetini kuran rejim olduğu için benimser ve tahakkuku içiıı savaşmayı vazife tanırız.
Halkın reyine dayanan bir Cumhuriyette ne sultanların, ne ekâbirin, ne eşrafın, ne agniyaıım, ne de İdarî ve askeri amirlerin tahakkümü vardır. Bütün vatandaşlar kanun nazarında olduğu gibi, içtimai haklar, insan hakları bakımından da müsavidirler. İrk, d'n, mezhep, cins farkı da yoktur. Üzerinde yaşadığımız bu toprak, bu toprağı beraber ekeıı, bu toprağı mamur etmek için emek sarfeden bütüıı insanların müşterek vatanıdır. Böyle bir Cumhuriyette yaşamak her vatandaş için en büyük bayramdır.
Bugün kutladığımız Cumhuriyet, bize hakiki bir demokrasinin temelini kurduğu için bizim bayramımızdır. Bu temelin üzerinde hakiki bir demokrasinin binasını
kurmak ve bunu korumak da bizim en büyük vazifemizdir. Çünkü Cumhuriyet, ne halk yığınlarını aldatmak için bir formül, ne de muayyen şahısların ve zümrelerin menfaatlerini sağlamak için halkın ağzına çalınmış bir parmak baldır.
İstiklâl harbinde emperyalist ordularına karşı kanını döken, bu vatanı bir müstemleke yapmak
için boğazımıza sarılanlara karşı müdafaa eden bu memleketin işçisi, köylüsü, esnafı ve bütün bir halkıdır. Hariçten gelen soyguncuyu nasıl büyük bir savletle koğmuş, cumhuriyeti kurmuşsak, bugün de hariçten ve dahilden bu Cumhuriyeti yiktnıya ve çürüt, uıiye çalışanları yine böyle bir halkın mukavemeti ile ylkınalıyız. Millî hâkimiyet, balkın hakimiyeti, ancak böyle bir Cumhuriyette inkişaf edebilir Hâkim ve mahkûm, efendi ve köle, ecir ve nıii-tegalibe Cumhuriyet rejiminin tasfiye ettiği mütehaselerdir. Cumhuriyetimiz' bu miistehaler-den temizlemek, Cumhuriyetin, halk hamiyeti rejiminin omuzlarımıza yüklediği vazifedir. Ancak halk kitlelerine bu hâkimiyeti temin eden Cümhuriyet, hakikî bir
“Rüzgârlarım -konuşuyor,,
ElLERİMİN arasında okşar-casına tuttuğum bu küçük zarif cilt, yalnız ileri bir sanatkârın müjdesini vermekle kalmıyor; insan oğlunun alın terini kendine ' iş edinen merhametli bir yüreğin acılarını vermek içiıı de çırpınıyor. Ilık bir bahar gecesinde ay ışığı nasıl “ kos kocaman, mas mavi b r çiçek gibi„ açılırsa, Cahit’in sanatı da gün geçtikçe boy atıp serpilmektedir. Onun ilk gençlik şiirlerini hatrlıyorum. Cahit, uzak iklimlerin, erişiimi-miş hazların hasretiyle yanıp kavrulan içli bir insan olarak şiiri girdi. Ekzotik ülkelerin bir ka-leidoskoptaki reıık değişikliklerini andıran coşgunluğu karşısında bir çocuk sevinciyle el çırpıyordu. Fakat bu sihirli borudan gözünü ayırdığı zaman etrafında’ dünyamızın huzursuzluğunu, iç sıkıntısını, ümitsizliğini gördü. Bu muztarip kitlenin içinde kendi yerini tereddütsüz idrak ettiği ği için şairin alnından öpesim gelir. Çocukluğumuzun feerik hayal âlemlerini masallaştlran renk dolu bir, acı ve sefalet dolu dünyamızın tesellisi olan aydınlık bir istikbale doğru rüzgarlar konuştukça Cahit’in de sesi gür.eşmiş Ve kuvvetlenmiştir. Bunun içindir ki, onda küçük adamların ferdî kuruntuları silinirken büyük hümanistlerin iç içe geçmiş tesirleri de kökleşiyor. Öte yandan, sosyal muhteva ile estetik endişeyi sıkıntı Çekmeden barıştıran sanatkâr, inkişaf istikametini lâyikiyle tasarruf edecek bir ustalığa ds yabancı görünmektedir. İkinci dünya harbinde istilâ görmüş şehirlerin, istiklâl ve hürriyet için can vermişlerin bir destanı olan “Rüzgarlarım konuşuyor,, başka bir şeyi daha hatır-, latıyor: toplar sustuktan sonra sanatkârın konuşma zamanı başlamıştır. . \
Hüsamettin BOZOK
r ■ ■ l'-JU1" 1_ 1 " !,■■ 1 ™ " ,U"
Cümhuriyet ve Demokrasidir. Böyle bir Cumhuriyette yaşamak en büyük bayramdır.
YIĞIN
3
Konseri, Operayı, Filmi, Radyoyu, Plağı, notayı ve bunlara Mt vasıtaları, işçinin, köylünün ve bütün halkın kolayca
anlıyabileceği nimetler
Cumhuriyeti kabul edeli m'i-zik terbiyesinde garp müziğini esas aldık. Yirmi üç senedetıberi mekteplerdeki müzik öğretimini, haftada bir saat olarak garp müziği üzerinden yaparız. Yedi sekiz senedenberi, Ankarada kurduğumuz Devlet koııservatuvarı" opera temsillerile de, bu görüşümüzü âdeta sahneden destekle- -inekteyiz. Operanın, bugünkü dünyadaki şüpheli durumu bizim için mühim değil. Türkçeııin garp müziğine uyması, garp müziğini • insan sesile yaymak ve dolayısile memleketimizde bir geçmişi ol-mıyan insan sesinin çeşitlerini tanıtmak gibi güzel imkânlarla dolu olması bakımından, operanın bizim için büyük bir özelliği var. Mesele, operanın, müzik terbiyesinde bizim ihtiyaçlarımıza ne nisbette cevap verdiği ve bizi ne ııisbette ihtiyaçlandırdığıdır. İş bu noktaya gelince söylenecek en cömert söz şudur :
Yedi sekiz' senedenberi, bu opera temsillerile, ancak ikiyüz-bin vatandaş temasa gelebildi. Onsekiz milyon altıyüzbin insanın, bundan haberi bile yok I
Halbuki, Ankarada Devlet konservatuvarmın kurulmasile, opera temsillerinin başlaması ve yedi sekiz senedenberi devamet-mesi az iş değildir. Fakat geri kalan onsekiz milyon altıyüzbin vatandaşın da, bu temsillerden faydalanması ve birtakım itiyatlar alması şöyle dursun, sadece bu temsilleri bir defa görebilmesi için aitıyüz sene lâzım 1
Sultan Mahmut zamanında baş-llyan orkestra hareketinden, bu güne gelinceye kadar ancak bir orkestra kurabildik. Şimdiye kadar açabildiğimiz bütün resmî ve hususî müzik okulları, bu biricik orkestrayı bile beslıyecek halde değil. Daha evvelki hareketleri ciddiye almayıp yalnız Cumhuri-
Iıaline getirmek lâzım.
yet devrinden başlıyalım : Bugün kü kalitesile memleketimizde daha beş orkestraya kavuşabilmemiz için kaç yıl lâzım acaba ?
Ciddî mânada bir müzik terbiyesi, orkestraların, koroların, solistlerin ve konserlerin adedi demektir. “Kemiyet yeni keyfiyetler doğurur.,, Bundan gayrisi ise lâftır.
Bizler hep “istidat,, ve “ferdî-gayret,, ballerile' büyüdük. Bir nesil içinde bin tane insan bir işe başlar, dokuz yüz doksan dokuz tanesi imkânsızlıklar, zaruretler akla gelen, gelmiyen çeşit çeşit düzensizlikler yüzünden dökülür. Bir tanesi her nasılsa, ya parasının, ya bildiğinin himayesinde, yahut da her hangi bir tesadüfle bu badireyi atlatıp ayakta kalır. Derhal bunun adı “allah vergisi,, ve “ferdi gayret,, olur. Halbuki Halbuki işler ne kadar başka tür-lü.lstidat ancak bir noktadan sonra başlar. O noktaya kadar, hayat ve çalışma şartları yerinde olan bin insandan en az dokuz yüz tanesi gelebilir.
1936 da komşu memleketlerden birinin bir konservatuvarını gezen ınüzikcilerimiz gördüklerini hayretlerle anlatıyorlardı: On-üç ondört yaşındaki çocuklardan dokuz on tanesi bir araya gelip orkestrada birinci keman çalar, yahut etüd yapar gibi konserto çalıyorlar. Nasıl yapıyorlar? Nasıl yetişmişler?
* » *
Alaturka mı? Alafranga mı?
Meselenin alaturka alafranga meselesi olmayıp, sadece türk - musikisinin inkişafı' meselesi olduğunu, yapılan münakaşalara bakarak hâlâ anlamadığımızı söylemek garip gelmesin. Alaturka denen müziği vermek istiyenler, onun Arap Acem, yahut daha doğru olarak Roma-Bizans müziği olduğunu, bizim müziğimiz ol
madığını söylüyorlar.- Müziğimizin geri oluşunun sebebi demek bu imiş! Hakikat şu ki, gerek din gerek kültür benzerlikleri bakımından müzikleri de bir birine benzeyen iki âlem var: Şark âle mi, Garp âlemi.
Yatıyana ve ayni şartlar içinde yaşayan medeniyetler, ister istemez birbirine benzemiş ve hiç bir zorlamaya kulak asmadan bir birine sızmıştır. Vaktile böyle olduğundan dolayı, bugün kuzeyde bir melodi,' sınırın bir tarafında Türkçe söylenir, öbür tarafında Arapça. Garba gidin; melodiler, balıklar ğibi bir Anadolu yakasına, bir Adalara ve Balkanlara
zıplar. Balkanlarda:Bulgarca, Sırp ca, Rumca söyienir, Anadoluda Türkçe. Doğu Anadolu ve bütün Kafkas memleketleri ayni türküleri söylüyor; hattâ ayni hikâye leri. Kimi Türkçe, kimi Ermenice, kimiAzerî şivesile, kimi Gürcüce; kimi de İran dilile. Toprakları siyasî sınırlara ayrılmış memleketlerin halkları, böylece kucaklaşıp duruyorlar.
Dış görünüşüyle birbirine ben-ziyen bugünkü Avrupa milletleri müziği, bundan altıyedi aSlr evvel de birbirine benziyordu. Alışık olmayan kulaklar için ilk in-' tiba olan bu dış benzerlik bozulmadan bu müzik, sosyal şartların gelişmesine bağlı olarak gelişti ve derinleşti.
Müziğimizde yalnız Hafız Post Dede, Tamburi Cemil değil, Frik-yalılar, eski Yunanlılar, BizanslIlar, Selçuklular ve bu yurtta medeniyet kurmuş kavimler, kabileler devam ediyor ve bizim kültür hâzinemizi teşkil ediyor.
Dünyanın oluşu içinde değişip gitmekte olan sosyal şartlar, daima bu hâzineyi yeniden yeniye eritiyor ve kendi potasına döküyor. İçinde yaşadığı devrin yaşayışına ve anlayışına göre yeniden şekillendiriyor.
Alaturkanın kaldıracağı, kaldırılması lâzım geldiği, bugünkü.
4
V.
zihniyetimize uymadığı lâfı edildikçe,' alaturkacıların telâşafdüş-melerine şaşıyoruz. Kim koymuş kim kaldırıyor? Yoksa: “bugünkü zihniyetimiz,, diye yaşadığl-mızın'dışında bir zihniyet mi var? Bütün azaltmalara rağmen bugünkü hakikat, alaturkanın hiç bir devirde bu kadar yayılmadığını gösteriyor.
Kadın ve erkek^okuyucunun bu kadar bol yetiştiği» başka bir' devir varmı? Hangi devrin yazlık kışlık salonlarında, gazinolarında alaturka müzik san’atkârlannın bu kadar pahalıya angaje edildiği görülmüştür? İnkilâptan sonra oraya çıkan bukünkü orta’ sınıf gi(V tikçe artan bir 'kalabalıkla} bu ga" zinoları dolduruyor. Değişen devir, zihniyetilede vasıtalariyle de ancak bunu yapabiliyor-ZDedenin ve İtrinin yerini alan .bugünkü besteciler sadece bu' cılk/kalaoa-lığın insiyaklarını beslemekle geçinip gidiyor. Yani bu şartlar, garptan da olsa ancak kendine uygun olanı alıyor.
Alaturka musikinin bütün ifade kudreti, cinsî insiyaklar, hatta dalaletler üstünde toplanır.Çünkü bütün divan edebiyatının en kuvvetli tarafı budur. Müzik, daima fikri takip e,tmiştir Yani fikir ne ise zikir o olmuştur.
Fasıl musikisi dediğimiz orta üst ve sınıf musikisi anlaşılması mümkün olmayan bu türlü* kaprislerle kıvrılır gider. Kadın müzik yapmaz, cilve . yapar. Erkek müzik yapmaz, cilve yapar Saz" lar müzik yapmaz cilve yapar, itibarda olan bir!şey var: Cilve dalkavukluk ta bunun bir başka şekli değil mi ? Fakat bunda musikinin kabahati ne ki daima ona hücum edilir? Ses, yalvarmakta da methetmekte de, küfretmekte de isyan etmekte de kullanılır; ferdili ve cemiyetin o andaki zihniyetine ve karekterine göre.
Kitleyi bir birine bağlamakta millî kültürün dil kadar mühim bir halkası olan müzik üzerinde konuşulurken neden daima bir alaturka, alafranga çıkar acaba? Bunun bir şapka ve alfabe meşe leşi olmadığını akılda tutmak lâ zim.
Cemiyetin ihtiyaç olarak duy" mağa başladığı teknik te, vas ta da kolayca girip yerleşiyor. Duymadığı ise yetmiş’sene özenilse yine eğreti olarak kalıyor. Bunca yıl önce ülkemize giren şu piyanoya bakın, halâ yerleşmiş değil. Çünkü piyano Abdülme-cit zamanında kibar konaklara
müziğimizin ; tekâmülü neticesi, duyulan bir, ilıtiyaclnKzoruyla'-de-ğil, bir yenilik özenmesi, alafrangalık taslama ve süslenme ihtiyaciyle ve bir saz olarak değil, âdeta bir mobilya olarak girmiştir. Serveti Funun şiirinde bile “Ta uzaklarda» dır. Sözün kısası, müziğimiz, balâ piyanonun karekterine uygun inkişafı elde edememiştir.
İnsan kafasının, insan ruhunun bütün nimetlerinden faydalanarak gelişmiş medeniyetler, etrafımızı sarmış bulunuyor. Korkmadan, ürkmeden, kafalarımızı, ruhlarımızı bu medeniyetler vp kültürlerle çalka-’amalıyız. O zaman dilediğimiz şey, geçmiş zamanlarda olduğu gibi yeri bir kaynamayla, yine bizim ka-rekterimizde olarak yeniden doğacaktır.
■ Yapılan ilk iş, bu çeşit çalışmaları bir istismar vasıtası olmaktan ve bu çeşit anlayışı bir kaç bahtiyar kişiye kaydı hayat şartiyle indirilmiş bir “Allah vergişi» olmaktan çıkarıp metodlarla, planlarla kütleye mal etmek, görmek isteyenin görebileceği, duymak isteyenin duyabileceği, düşünmek isteyenin düşünebileceği hale getirmek lâzım-Operaları piyano ile bucaklarda bile oynıyabilmek, küçük ses ve saz grııplariyle köy köy konserler vermek ve bu çalışmaları halk evlerinin yılhk defterlerine, raporlarına yazılacak kadar az olmaktan çıkarmak lâzım.
Garp müziğini yayma hususunda sinema, mekteplerden çok iş gördü. Fakat daha iyi iş görmesi de mümkün. Meşhur koroların or
kestraların vc solistlerin’ bir konserini, bir balesini arasıra aktüali-te olarak filimlerin başında dinler ve seyrederiz. Bu çeşit kısa müzik filimlerini bol bol getirtip göster" meşini her sinemadan isteyebiliriz İnsanların kalabalık bir halde bulundukları sinemada, fabrikada, mektepte, kışlada bunları yapabiliriz, bunları ve konserleri,
■Konseri, operayı, filimi, radyoyu, plağı, notayı ve bunlara ait vasıtayı işçinin, köylünün ve bütün halkın kolayca anlayabileceği nimetler haline getirmek lâzım.
Garp müziği terbiyesini esas olan Millî Eğitim Bakanlığının her Cumhuriyet Bayramında yayınlamakla olduğu yüzlerce klasik teı" cünıeler arasında bir tane Lied Albümü, bir tane Arya Albümü, garp müziğinin gerek tekniğine, gerek büyük ayaklaımaait bir tane esaslı kitap var mı?
Medeniyetlerin ve kültürlerin insanlardan esirgemediğini kanunlar, yasaklar, imtiyazlar kötürümleştirir-, se, bütün bunlar zenginlerin, bahtiyarların bir lüksü olmakta devam ederse, istiyen, istediğini kolayca bulup çalışamazsa, mütehassıslar getirtip milyonlar harcanarak yetiştirilen fakülte mezunu, konserva-tııvar mezunu işinde ışıldamak^ için muhtaç olduğu aleti ve vasıtayı bütün ömrünce alamıyacak, bulamı-yacak durumda bulunursa, kesmek ve takdiri İlâhiyi'beklemek lâzım. Zira, su olmadığı zaman dinde teyemmüm Var ama kültürde teyemmüm yoktur. ,
5
Hayat standardımızın gittikçe düşmesine se bep olan en mühim âmillerden biri, Ev buhranı.
HALK ..yığınlarının bir çare bulmakta âc'z kaldığı, hayat pahalılığı derecesinde önem li diğer bir mes’ele de “Ev-sizlik„tir. Son dünya harbine fiilen iştirak eden memleketlerde bu mes’ele harp hâdiselerinin tabiî bir neticesi olduğu halde harp ateşinden uzak kalmış olan bizim memleketimizde de ayni meselenin ayni buhranla seııelerdenberi halkı ezmesinin sebepleri ve bu sebeplerin izahı pek o kadar basit değildir. Evsizlik meselesi İstanbul’da harbin ilk seneleriyle beraber başlamış ve harb n de vamiyle beraber Türkiyeııiıı bir çok vilâyetlerine de sür’atle yayılmıştır.
Ankarada da ev buhranı harpten evvelki senelerde de, mevcut bina adedinin gittikçe artan şehir nüfusuna mütenasip olmaması sebebile, esasen mevcut idi. Bundan dolayı mesken bedelleri de o zamanki İstanbul piyasasına nisbetle pek yüksekti. Bu pahalılık dar gelirli balkın Ankara civarı ile Eskişehirde birleşmesini intaç ediyor ve yersizlik meselesi de bu şekilde kısmen hal ediliyordu.
Bu devrelerde İstanbul için Ev Buhranı diye bir mesele, hakikatte değilse bile zahiren mevcut değildi. 1931-32 resmî istatistiklerine göre o sıralarda İstanbul’un nüfusu (794.444), mevcut oturulan ev sayısı (95526), 100 eve düşen nüfus sayısı 723 olup, kilometre murab’baı başına düşen insan adedi 144,9 idi, aynı tarihlerde Ankarada da 100 eve 485, İzmirde de 423 kişi isabet etmekte, idi. Görülüyor ki İstanbul esasen kalabalık bir şehirdir- Yalnız bu nüfus şehre o şekilde dağılmıştır ki bazı yerlerinde hiç bir darlık bahis mevzu olmadığı halde bir çok semtlerinde halk âdeta üst üste yaşamağa mecbur olur. Beyoğlu, Şişli, Maçka gibi daha ziyade zengin tabakaların oturduğu mıntakalar-da bir eve düşen nüfus mikdarı gayet az iken Kasımpaşa, Üsküdar, Aksaray, Fatih civarı, gibi ekseriya fakir halkın yaşadığı semtler pek kalabalıktır. Bu nun-la beraber, o devirde gündelik kazancına göre herkes ayırabil-
6
_____ Yazan : .
i Sabire DOSDOĞRU I
diği cüz’î bir para karşılığı bu paranın miktarına, göre iyi veya kötü evsafta barınacak, bir yer bulabilirdi. Sağlık bakımından e-sasen elverişli olmtyan fakat halk tarafından alışılıp tahammül edilebilen bu vaziyet 1942 senesinden itibaren hakiki bir buhran, yalnız fakir halk tabakaları için değil aynı zamanda şehir ahalisinin büyük bir ekseriyetini teşkil eden orta halliler için de dayanılması imkânsız bir hal olmağa başladı.
Geçen bir kaç yıl içinde İs-tanbıılun nüfusunda pek büyük değişiklikler olmadığı halde bu sahneye hâkim olan ev buhranın sebebi ııe idi? Bunun hakiki sebebi ne İstanbula muhtelif yerlerden gelen muhacirlerin adedi, ne de İstanbul imar plânının tatbikinde belediye tarafından yıktırılan evlerin fazlalığıdır. Vakıa, bu plânın zamansız tatbiki neticesi pek çok ev yıkılmışsada bugün mevcut olan buhran o derece büyüktürki yalnız bir kaç yiiz veya bir kaç bin evin yıkılmış olmasiyie izahı kabil değildir. İstanbul’da 100 eve 723 nüfusun düştüğü senelerde bu evsizlik sıkıritısı bugüne nazaran hemen hemen his edilmeyordu. Hatta bugün bir çok ailelerin, ev buldukları takdirde orta bir fiyata severek tutmağa razı olacakları odaları dört beş liraya kiralamak imkânı vardı. Bı> va .ziyet eğer sadece hayat pahalılığına göre mevcut olsa idi nasıl-eskisinin beş misli fiyatla, bir kilo pirinç veya şeker almak gayet kolay ise yine beş misli fiyatla bir oda bulmak da o derece kol-ıy ve mümkün olurdu. Bugün İstanbul’da eski kiraların beş misli ile rahatça bir ev bulmak imkânı yoktur. Böyle yerleri bulabilmek için aylarca kapı kapı dolaşmak, komsiyonculara ve mal sahiplerine yalvarmakta kâfi değildir. Bütün varını yokunu hava parası namile mal sahiplerine yedirmek bu işin tek çaresidir. Hava parasını icat eden ve havadan kazandığının cüz’î bir miktarını kolayca havaya verebilen
bir harp zengini zümresi Fyüzün-den halk, senelerdenberi "dişinden tırnağından, arttırıp sağlığından gıdasından keserek bir köşeye koyduğunu verip bir iki o-danın havasını pek pahalıya satın almaktadır. Şimdiye kadar kenara bir şey koyamamış olan ve ekseriyeti teşkil eden kitleler ise btı (Evsizlik) karşısında büsbütün âciz bir vaz’iyette kıvranmaktadır. Hava parası mes’elesi bu gün artık o derece resmiyete gir miştirki değil evlerin üzeyinde son senelerde hemen her semtte nazarı dikkati çekecek derecede çoğalmış olan emlâk komsiyon-cularinın vitrinlerinde bile tek bir (Kiralık Ev) ilânına rastlamak mümkün olmadığı halde pek alâ evler kiralanmakta ve bütün bu ticarethaneler de kâr getirecek şekilde işlemektedirler.
Gıda maddesi kara borsacılığından çok daha mühim olan bu ev kara borsacılığı memlekette orta halli sınıfın adedini fakir sınıfa mal etmek suretile,. gittikçe azalmaktadır. Yeni bir ev tutmak mecburiyetinde olaıı orta halli bir insan bu ev buhranı karşısında doğrudan doğruya en fakir bir adam demektir. Zira kazancının ancak mühim bir kısmını vermek şartile (Hava parası ıstemiyecek derecede namuslu bir ev sahibi-nede rastlarsa) ancak bir iki oda kiralayabilmektedir.
Son yapılan nüfus sayımında İstanbul nüfusunda bir artış göze çarpmakla beraber yeni yapılan bina sayılarını da göz önüne alacak olursak aradaki farkın bir ev buhranını izaha kâfi gelmediğini görürüz. 1935 den 1941 senesine kadar İstanbul’da 4213 ev yapılmıştır. Bunların 342 sî beş katlı, 30 u . dört katlı, 857 si ise üç katlıdır, 1351 ni iki katlı, 1086 sı ise tek katlıdır. Buna tekabül eden nüfus artışı ise (935 nüfus sayımı ile 940 nüfus sayımına göre) 107.638 kişidir. Yâni bina başına vasatı 25 kişi düşmektedir ki yapılan bir çok binalarında bir kaç katlı olması da göz önüne alacak olursak pek çok evin yıkılmış olmasına rağmen hakiki bir yersizlfk mevcut olabileceğine inanmak güçleşir. Bununla beraber yine ev buhranı vardır ve yine fakir semtlerde
halk üst üste yaşamaktadır. Bunun sebebi hava parasının yanın-' da acaba harbin gayri meşru ka zançlarile zenginleşen arızî ve ' parazit bir zümrenin bir eve kanaat etm'yerek yazlık, kışlık, ai-lelık, metreslik, g?rsoniyerlik b‘r çok evleri birden tasarruflarında bulundurm ıların n da rolü varmı-dır?. Yoksa yine bu sebebe daya-. narak sefahet ve fuhuşun artına-sile evvelce ev ve pansiyon olarak kullanılan pek çok yerlerin g zli randevü evi olarak kullanıl-nıasıda bir sebepmidir?...
Bunları teker teker araştırmak imkânsızdır. Fakat şurası ınuh.-.k-kaktırki bütün bu birbirine eklenerek esasen nüfus kesafeti bakımından Türkiyenin en kalabalık şehri olan İstanbul’da mesken mes’elesi yine halk tabakalarının sırtına yüklenmiş muazzam bir davadır. Veremin dolu dizgin ; aldırışı karşısında gıdasız olan lıalk aynı zamanda yersizdir. Harp zenginlerinin bir kaç evde oturmasına mukabil halk ta" babalarında bir çok kişi- bir odada yatmağa mecbur olmakta ve bu da salgın hastalıkların halk arasında yayılmasını kolaylaştırmaktadır.
1947 Senesi başından itibaren ini llî korunma kanunun kalkma-sıyle ev kiralarının serbest olacağı rivayeti bugün balkı yeni bir harp havadisinden daha ziyade ilgilendirmekte ve endişeye düşürmektedir. Bu kanun sayesinde kiraları arttıramıyan ve eskiden girdiği yerde eski normal kira bedeli ile oturan bir aile yeni vaziyet karşısında ne yapacaktır?.. Hemen bütün mal sahiplerinin kiracılarını ya kiralarını arttırmağa veya aksi takdirde evlerini boşaltmağa mecbur edecekleri şüphesizdir. Bu hal karşısında pek çok aileler sokakta kalmak tehlikesine maruzdurlar. Yeni yapılan binaların fiyatı esasen yüksektirki orta halli bir. aile aylık gelirlerinin tamamını böyle bir evin kirasına verse bile yine kudreti kâfi gelmez. Eski binalarda ise ev sahiplerine eski kiraya zam yapma hakkını, tanımıyan kanun kalktıktan sonra tek bir oda tutmak bile mümkün olmayacaktır. Ev buhranını İktisadî ve hayatî bir mes’ele olarak karşımıza aldığımız zaman hiç bir taraftan bir hal çaresine yarılamadığını görüyoruz. Halkın selâmeti ancak resmi devlet müdahalesine bağlıdır. Hükümet bu
Gözlerim Uzaklarda
Şaiıin gibi salmışım mısralarını)
İnsanların, ümidin, hürriyetin peşinden; . •’ (
Ben kalmışım,
. Gölgeın serili kalmış toprakta .
Bahar almış dört yanım',
Bahiri seyıe dalmışım.
Suat TAŞER
( C i b a I i
Cibali dendi mi.
Aklıma siz gelirsiniz, kadınla!t
Kiminizin beş çocuğu.
Kiminizin nar gil;i vanaklnrı var.
Kinimiz kocasız kalmış,
Kiminiz ihtiyar.
Kiminiz dahil körpe henüz.
Bana umulmadık
Eskimiş tiiıkiiler düşündürür
Siyan başörtüsü altılıda yüzünüz.
Parmaklarda tülün kokusu,
Tütün kokusu, pazen entarilerde.
Biriniz ekmek alır fırından,
Biriniz durmuş, öksürüyor ilerde,
Geçiyor, bizim mahalleden biriniz.
Cibali dendi ini
A klima siz gelirsiniz kadınlar,
Çarpık ayakkaplarıntz gelir
Ve kahraman elleriniz!
Ali KARASU
eıı mühim hayatî mes’ele karşısında da halk yığınlarının ızdıra-plarına kafasını çevirtniyecek olursa daha pek çok acı günler geçirmeğe, daha pek büyük sıkıntılara, fedakârlıklara katlanmağa lıazırlaumalıyız,
Sözümüzü bitirirken Loııdrada ev buhranı içinde çırpınan halkın bir hareketini hatırlatmak isteriz. Bundan takriben bir ay önce radyoların ajans haberleri arasında verdiği bir havadise göre Londra-da bir lorda ait yüzlerce odalı muazzam bir malikâne hava bom-bardumanlarındatı sonra hükümet tarafından tâmir ettirilerek evsiz barksız dolaşan binlerce ailenin, ihtiyacını karşılamaya tahsis edileceği yerde sahibine iade edilmiş ve sahibi tarafından da yabancılar için otel yapılmağa ka
rar verilmiştir. Evsiz barksız Londra sokaklarında kalan dört yüz aile bunu haber,/ alır/almaz derhal binanın bulunduğu yere gidip beş on dakika içinde eve yerleşmişlerdir. Evvelâ müdahale ederek evi il tahliyeye uğraşan polis kuvvetleri de bir müddet sonra bu ailelerin eve yerleşme: sine yardıma mecbur olmuşlardır.
Bupları.görüp dönerken, bombardıman edilmiş bir şehirden dönüyormuş gibiydim. Fakat Istanbula bomba düşmediğine göre, ya bu neydi? Bu, ferdiyetçiliğin ve teşkilâtsızlığın bombardımanıydı
Ortaköy mahallelerinde enkaz parçalarının birisinden ötekine atlıyoruz. Sinsi bir yağmur ve soğuk yüzümüze" çarpmakta. Bir set daha çıktık; sefaletin resmigeçidi üstüste, yan yana, ardı arası kesilmeden sürüp gidiyor. Arkadaşım olan Or-taköylü bir aralık karşısını par-mağiyle işaret etti.
— Bak dedi, şu harap kemerde dokuz kişi barınıyor.'
Baktım, gösterdiği yer tonozdan başka bir şey değil. Tonoz yani eski konaklardan birisinin artakalan bir parçası şimdi iki aileye ev vazifesi görmektedir. Bir sırça yapıya girer gibi herhangi bir ziyankârlık yapmaktan çekinerek dikkatli davranıyoruz, geldiğimizi haber vermek için kapılık eden uzunca bir çürük tahtaya hafif hafif vurduk. İçerden bir kadının ince ve gamlı sesi duyuldu. Adeta bir çığlık işit-miştik. Tonozun öte tarafından yedi yaşlarında kadar bir kız çocuğu gelerek bize yol açmak ü-zere kocaman tahtayı, itmeye uğ-raşdı. Biz de yardım ettik biraz sonra açılan kümes kapısı ”gibi yerden içeri girdik. Önce^karan-lıkta birşey farkedemedik. Burası adeta bir hayvan ini gibiydi. Gözlerimiz Çalıştıkça etrafı., seç-miye başlıyorduk. Bir kadınfye-re uzanmış yatıyordu. İki küçük çocuk toprakların içinde yuvarlanıyorlar, ağlıyorlar mı yoksa gülüyorlar mı belli olmuyordu. Bize kapıyı açan kız çocuğu ise çalı çırpıyla kapının önünde yemek pişirmek için ateş yakmıya lıazırlanmaktaydı. Yerde uzanmış yatan loğusa kadına yabaneı olmadığımızı, loğusalığını işitince hatırını sormıya geldiğimizi anlattık. Fakat şüpheyi nemli elâ gözlerinden silmek çok uzun sürdü.
Bu da bir loğusa
Hemen çöküverdiğimiz yerin karşısındaki eski masanın üstünde çinkosu dökülmüş bir bardak-
|| Yazan : ______
| Aralan KAYNARDAĞ |
ta beyaz kasımpatıları vardı. Yerde uzanmış yatan kadının tütün amelesi olduğunu arkadaşım söylemişti. Uzun meşakkat günleri ondaki ince insan zevkini yok edememişti. Kertenkelelerin yuva yaptıkları şu süprüntülüğü göze güzel göstermek istiyen bir sanatkârdı bu kadın. Şüphesiz bir kadının en hassas zamanı loğusalığıdır. Ona bu zaman zarfında çok ihtimam göstermek, hürmet etmek lâzımdır. Zengin evlerinde bir düğün havası içinde geçen, etrafı neşeye, süse, hediyelere boğan, tatlı ve kırmızı şerbetler kaynatılan dünyaya çocuk getirme işi burada her türlü alâkadan u-zak kalmıştı. Toprağa dizilmiş bir takım taş ve tuğlalar üstüne tahtalar koyarak kocasının bir kaç gün öııce yaptığı yerle bir karyolada yatan kadının sarı saçları nemli siyah toprağa yayılmış sonbahar otları gibi duruyordu. Karantina sarısı yüzü mahzen kokan ağır havanın içinde bir ve-rem afişini andırıyordu, i Onunla
nedense az konuşmuştuk. O bi" zimle konuşmuyordu; mecali yoktu. Kocasının ne işte çalıştığını öğrenmek istediğim zaman öksü-’ rükler içinde, kaybolan kelimeleriyle !
— O da tütün işçisidir, dedi.
Çok fena öksürüyordu. Bu öksürükleri soğuk almaktan filan ileri gelen öksürüklere benzemiyordu.) Zihnim onun bu haline o kadar saplandı ki az daha kan tükürüyormusun diye soracaktım. Alacağım sualin evet olacağı ihtimali çok fazla olduğundan, sualimden ben de ürktüm ve sustum. Kadın kendisi anlattı: Yağmur yağarsa hep su içinde kalıyoruz kardeşim (kardeşim kelimesini çok seviyordu). Bu geceki yağmur hep şu deliklerden içeri girdi. Sabaha kadar ayakta durup ağladık.
Tonozun yansındaki hayat buydu. Öbür yansındaysa, bir ihtiyar kadınla genç kızı oturuyorlardı. İhtiyar kadın bizjmle konuşmanın kendisine büyük yardımlarda bulunacağını sanıyordu. Bu safça düşünceyle hayatını en ince yerine kadar anlatıp dert dökmiye başladı. Kadıncağız yıllarca tütün işçiliği yaptığı yüzlerce tüccarın tütün dengini doldurduğu halde şimdi böyle evsizdi ve açtı. Hele açlık onuruna dokunmuştu onun. Üç gündür ağzıma bir lokma koymadım, ne bitmez çilem varmış diyor güm güm göğsüne vuruyordu.
Biraz yürüyünce başka^bir sete geliyoruz. Tütün işçilerinin dayanılmaz hayatının bir örneği Ötekini takip ediyor. Meşhur dante bile, gördüklerimi ne düşünebilir ne de anlatabilirdi. Ne bilsin o böyle bir cehennemi. Günde milyonlarca içilen cıgara-nın işçisi nasıl birJFhayat yaşıyor, gözlerimle görüyorum. Ortaköy Kabalak civarı, Taşbasamaktak* yangın yeri onlara bir mahalle olmuş. Orada burada mantarlar gibi kulübeler yükseli yüksellermişler. Kimi korkunç yıkık duvarlara sırtınt'dayamış, kimi çukurlara bel vermiş. Aralarından geçerken paslı tenekeler elbiselerimize takılıyor."Sık sık rastla" dığımız açık helâ çukurlarından yayılan pisjkoku sabahtan beri
8
yanımızda dolaşan donsuz çocuklar gibi peşimizi bırakmıyor» ' ' .
Bizi tahsildar sanıyorlar irli, hastalıklı kadınlarla çocuklar yangın yıkıntıları a-
rasinda torbalarına kömür topla* mıya çabalarken yanlarına gidip kanuşmak istiyoruz. Önce korkuyorlar. Fakir halk alışmadığı yüzlere karşı başta yadırgama duyuyor. Bunun sebebini biraz sonra öğreniyoruz. O sizi tahsil dar sanıyor, tahkikat için gelen memur sanıyor, oturduğu hara* beyi elinden alacak mülk sahibi sanıyor da onun için öyle çekin* gen durmakta. Hakikati knlayın.
ca dertlerini dökmek için yarışırcasına'geliyorlar. Yüzü sivilce ve çıbandan ibaret olan orta yaşlı birisine ne cevap alacağımı bile bile hangi işi yaptiğını so ruyorum ve konuşuyoruz:
— Tütün işçisiyiuı, diyor. Tü tün işi bütün yıl sürmez, iş bi tince hammallık, gemilerden kömür boşaltmak, ayakkabı boyacılığı gibi şeyler yaparız.
Kümese beııziyen kulübelerinde oniki yıldan beri barııııyorlar-mış. Yanlarında başka bir aile daha varmış, üstüste yatıp kalkı-yorlarmış. Yüzü sivilceli adam aslımız aııadolulu diye ilâve ediyor, Bartıııda rençberdik, tarlalarımızı elden çıkarına zorunda kalınca naçarlıktan İstaııbula geldik Keşke gelmez olaydık. •
Taşbasamakta bu tipte onbeş kadar barınak var. Buranın elli
kişi olan halkı birer canlı cenaze halinde etrafımızda dolaşıyor. A-rada sırada açıkta rastladığımız sacayakların üstünde pişirilen yemeklere bakıyoruz : Sade suya haşlanmış mısır, bulgur yahut balık kafası. Bunları da çok kere bulamadıklarını söylüyorlar. Bi' raz ilerdeki zengin evlerinin çöplüklerini paylaşmak için aralarında sert kavgalar yaparlarmış.
Ayni semtin . az yukarı taraf
ında tütün işçisi Hatçe Kum ve oniki yaşında kızı Nafize’yi bulduk. Hatce kırk yaşında olduğu halde çocuk gibi küçük, kuru, bir deri bir'kemik. Bizi görün ce telaşlandı. Yattığın yeri» gös-tersene dedik. Eliyle hemen ar. kasındaki duvarda bulunan büyü, cek deliği gösterdi. İhsan öııce şaka yapıyor Sanıyor. Sonra içeri başımı sokunca anladım ki sahi, den öyledir. Bu küçücük yerin bütün eşyası ve konforu iki pos-teki bir testi ve iki çanak, duvarda bir de fener var. Yüzelli santim derinlikte, yüzoııbeş santim yükseklikte bir yerde iki iıı-
Deson ; Kâthe Kolwitz
sanın yatıp kalktığını, akıl güç alıyor ama gördüğümüz şey bir gerçektir. Oyuğun küçük tahta kapısı şimal rüzgârının şiddetini azaltacağa hiç benzemiyor. Hatce Kum diyor ki, yağan her yağmur fakir fıkaranın iliklerine işler. Küçük kızı hastalıktan yeni kalkmış. Midesinin açlığı gözlerinde bir fersizlik olmuş dolaşıyor Kirli bir bezle Sarılı boğazından tok öksürükler yükselirken onlardan da uzaklaşarak aşağıya doğru yürüyoruz. Sefalet resmi geçidinin içinden harp görmüş, harpte ya ralanmış insanlar da geçiyor. Tali ta barakaların yanına kelince istiklâl harbinin bütün safhalarına giren Oflu Ahmet usta işsizlikten, kendisine gösterilen alâkasızlıktan, yıırtsuzlııktan uzun uzun şikâyet ediyor. Oradan ayrılıyoruz, biraz aşağıda, kolunu Balkan har binde veren ihtiyar Osman pa* zarda maydanoz satmaktan döner, ken ayni şekilde dert yanıyor. İhtiyarın eski bir ocak içindeki evine bakmak için onunla yürü dük. Tahta kapısına dayanınca içerisi karanlık, isli lıalde bir gözüküyor. İhtiyar iki yetişkin çocuğuyla bu kışı da burada geçire cek. Yorganım yok, diye sızlanıyor adeta. Tek kolu olmadığı için onu hiçbir işe almıyorlarıniş, çöpçülükten de bu yüzden çıkar mışlar,
Burada yaşanmaz, çürünür! ehennetn yolculuğumuz da* lıa bitmedi. Bir de şu sar"
nıçta oturan dört kişilik.tütün işçisi ailesini görelim. Sarnıca iğreti bir mediveııle inip çıkıyorlar. Ömürleri esasında su saklamak için yapılmış bu yerde ve yer altında geçiyor. Tütüncünün babası daha geçende bu mahzende kalp sektesinden ölmüş. Önce sarnıçtan çıkaramamışlar. Kimsede gelip almadığından ölüyle beraber bir gün yatmışlar. Babaları tütün işçisiymiş patrondan alacağı varmış, bunu istemiye -gitmişler. Patron ölü adama para lâzım değil demiş, vermemiş-Oda gibi döşedikleri sarnıca inip bakıyorum, duvarlar ıslak ve yosunlu. Buraya yaşamak için değil ancak çürümek için intihar etmek içiıı girilebilir. Düşününüz burada bir de OrtakÖy 23 üncü Okul talebesi derslerine çalışıp hayata hazırlanacaktır. Mektepte yoksul çocuklara yardım ediyorlarmış diyo’lar ama bu-kızcağız derdini dinletememiş.
Burası, sadece Ortaköy, o da Ortaköy’üıı bir kısmıdır. Halbuki İstanbul’da daha nice Örtaköy-ler var; üstelik yıırl ta yalnızca İstaııbuldan ibaret değil—
Bütün bunları görüp, dönerken» bombardıman edilmiş bir şehir, den döııüyormuş gibiydim. Istan bula hiç bomba düşmediğine ğö re, bu nedir? Bıı, ferdiyetçiliğin, teşkilâtsızlığın bombardımanıdır.
9
H i kây e
Bir Takım İnsanlar
Âdem baba’lar hapishanelerin en fakir, en harap, lâkin en kurnaz insanlarıdır. Onlar iki ayak üstüne kalkmış, konuşan birer solucandırlar. Bütün gün hapishane içinde, buldukları her delikten sızar, önlerine çıkan her çöp tenekesinden karınlarını doyurmıya yarıyacak; öteberi ararlar: küflü ekmek parçalarından, soğan kabukları, zeytin çekirdekleri, marul, ıspanak, pırasa yapraklarına kadar neye rastlarlarsa:
Bazan âdem babalardan biri, kaynlyan bir teneereye usullacık sokulur. İçi pislik dolu uzun tırnaklı elini yemeğe daldırır, yemeği avuçlar ve hızla uzaklaşır.
Âdem baba’lar -vitaminsizlikten- ekseriya bir davul gibi şişerek hapisane revirinin bir karyolasında mosmor ölürler.
Âdem baba Emin de bunlardan biridir. Uzun boyludur. Omuzlan çok geniş, fakat çok zayıftır. Gırtlağı fırlamış upuzun boynunun üstünde insana lüzumundan fazla iri gelen bir başı ve kenarları buruşmuş ufacık ufacık gözleri vardır.
Emin o gün hapishanenin her -yerinde gezdi, dolaştı, on ikinci koğuşta, söğütlü köyünden Recep ağanın ekmeğini çalarken yakalandı, dayak yedi, anasına avradına söğdüler, ensesini kaşıdı, gitti güneşe yattı. Bir ara hapisane bahçesindeki ebegömeçlerinden yedi, sonra gene koğuşları dolaştı, gene koğuldu, gene anasına avradına söğdüler, gene güneşe yattı, ot otladı, sonunda, ikindi üstü müthiş bir sancıya tutuldu. Sancı midesini öyle buruyor, göbeği sanki bir burguyla öyle delmiyordu ki,dermanı kesildi, ıslak toprağa boylu boyunca uzandı. Güneşin altında kıvrıldı, açıldı, toplandı, bacaklarını gerdi, midesini yumruklarıyla bastırdı, ağzından acı sular aktı, parmağını boğazına sokarak zorla istifra etmek istedi Ne yapmak istedi ise nafile... Karnının ağrısı geçmedi.
O, hapisane bahçesinde, ana duvarın önünde, jandarma kulübesinin altında kıvranırken, ikinci kısım teneffüsteydi. Nöbetçi jandarma da iki duvarın birleştiği köşenin üstündeki kulübesinde, pencereye yaslanmış ona bakıyordu.
10
Bahçede birer ikişer, üçer dörder, bazan daha çok, gidip gelen gelen giden mahkûmlardan çoğu, onu kıvranırken gördü. Lâkin o kadar... Kimse ne acıdı, ne de “Bir
ORHAN KEMAL
insann m yerde kıvranışından gözü yaşardı. Hattâ biri, yanıııdaki-ni dirseğiyle d"rterek:
— Numaral dedi.
Emin neden sonra topraktan kalktı. Her tarafı dökülen paçavralarının içinde dikildi. Yumrukları midesinde, iki kat ola ola birkaç adım attı, durdu, belki gene yürüyecekti. Fakat midesinde, tekrar, hem de demindenberi duyduklarından daha müthiş bir bu. runtu, olduğu yere yıkıldı.
Şüphesiz herkes gene dolaşıyor, onu görenler oluyordu elbette. . Lâkin “...nihayet bir serse-ri’ydi bu...„
Bir ara bir başkası, ayağa kalkmış bir başka solucan peydahlandı : Âdem baba Kaya Ali. Bu da yerdeki gibi bir paçavra yığınıydı ki burun delikleriyle baktığı zaman, anırmağa hazırlanan bir eşeği hatırlatır.
Kaya Ali yerdeki adama sokuldu. Elleri belinde, bir an, ki- , sa bir an, bir hayvan kadar hissiz ona baktı. Sonra, çıplak ayağıyla yerdekinin bağrünü -lâf olsun- dürttü :
— Kak lan.
Savuşup gidecekti.. Birden bir ihtimal “...bunu omuzlar götürürsem levire, benide salarlar levire.,, Gözlerinin önünden evvelâ bir tas çorba geçti, dumanı sıcak tüten bir tas.. Çorbanın kokusunu midesinde duydu, gözleri hırsla parladı, sonra, buna pek de imkân olmadığını sezdi, içini çekti. Yere bakıyordu. Gözlerini tekrar Emin’e dikti. Bu sefer de revir’-in çöp tenekesi aklına geldi. Marul, ıspanak, pırasa yaprakları, ekmek parçaları belki, zeytin çekirdekleri filân. İçinde gene bir ü-mit uyandı.
Kaya Ali, iki metre boyunda bir soba borusuna benzer, çöınel. di, yerdekini gene dürttü :
—■ İmin lan, İmin. Kak hadi. Kak, kak levir’e...
Yerdeki adam, çektiği dayanılmaz acıyı açık eden avuç içi
kadar yüzüyle ona baktı, cevap vermedi. Kaya Aliyse hep o hayvan insiyakile sezdi ki, Emin yü-rüyemiyecek halde. Buna daha çok sevindi. Çünkü Âdem babalar revire pek bırakılmaz : “.İkide birde aç'ık, hastalık numarası filân yapar, yiyeceklere sarkıntılık e-der revirden öteberi çalarlar... So-ra bu afyonkeş serseriler ha-pisanede afyon bulamadılar mı mide ağrısını bahane eder, lâv-danom isterler. Afyon alacak paralan yoksa, revir mecbur değil ya onların harman'ığını düşünmi-ye.. Lâvdanom, lâvdanom...
Kaya Ali yerdeki adamı kollarından kavradı sırtına aldı, hapisane idaresinin taş merdivenine kadar sürükledi. Merdivenin orda meydancılar -yani hapisanenin temizlik işlerinde kullandığı mahkûmlar- karşıladı: “Haydi bakalım yallah, dönün geri...„ diye ters yüzü etmek istediler. Kaya Ali etine ateş basmışlar gibi bağırmağa başladı: “...Sizde Allah korkusu da mı yok? Herif ölüyor yahu. Biz bu vatanın evlâdı dcel miyik? “falan.. Meydancılar is-lemiye istemiye inandılar. Eğer Emin yürüyebilse yalnız onu bırakırlar, Kaya Ali’yi geri çevirilerdi. Lâkin Emin pis paçavraları içinde yatıyor, yumuk gözleri, bileğine inmiş başıyla oracıkta bekliyordu. !
Hiç bir meydancı bahşiş çık-mıyacağını bildiği yükün. ucundan bile tutmaz. Kaldı ki leş gibi kokan “pis bir serseri„yi revire salla sırt çıkarsın.
Kaya Ali’yi omuzundan hınçla iten bir meydancı:
— Ulan, dedi, yemedim numaranı, neyse... Onu bırak sen çabuk in, yoksa bak ananı avra" dini...
Kaya Ali yerdekini sırtladı, revire çıkardı. Revirin demir kapısı kilitliydi. Emin’i oracığa bırakıverdi, bırakivertnesiyle de hemen unuttu. Açlığı içlerinde taşıdığı fersiz gözleriyle içeriye de mir kapının ötesinde, revirin beton sofasını şüpüren Mustafa’ya bakıyor, yutkunuyor, lâfa neresinden başlarsa bu eski arkadaşını, 72 ci Âdem baba koğuşunda cı-gara izmaritlerine zar attıkları, birlikte ot otladıkları, hapishane" den ucuz ucuz ekmek toplayıp dı-
larda birksç misli kâriyle satan bir açık gözün birgün ekmeklerini kapıştıkları eski arkadaşı Mus tafayı kızdırmadan kapıyı açtırmayı düşünüyordu ki, Mustafa Çıplak ayakları, etli ve kocamandı-Kaya Ali’yi gördü, görmesiyle de kan tepesine sıçradı. Kaya Ali'nin orada beklemesi kendisi için tehlikeymiş gibi öfkelendi, demir kapıya yürüdü.
— Ne var gene lan? Ne isti-yon?. Ha ? ..
Kaya Ali, çabuk çabuk, kekc-liye kekeliye lâf yeliştirmiye başladı, bir taraftan da işi patırdıya vermemesi içiıı Mustafa’yı yatış-tırmıya çalışıyordu.
Bu sırada yerdekinin de aklına bir kurnazlık geldi. Durumunu çok tehlikeli göstermek için midesini brstırmağa “amman anam öldüm öldüm öldüm» diye bağırmağa başladı. Bir yandan Kaya Ali, bir yandan Mustafa, öbür yandan yerdeki Emin’in uğuııa uğu-na bağırması gürültüyü arttırdıkça arttırıyordu Bir ara Kaya Ali Emin’i ayağıyla dürttü :
— Kes lan! dedi, bir
duyar şimdi... (Gene Mustafaya döndü)
âmir ne
— Mustuva, Mustııva be, Muştu va... Bağırma be kardeşim, Mustuva...
Mustafa dinlemiyordu... Karşısındaki adamı hiç bir gün, hiç bir yerde görmemiş, onu asla tanımamış gibi davıaııiyor, Kaya Ali’yi terslerken sesini aşçı başı duysun diye mahsustan yükseltiyordu. Mahsustan yükseltiyordu , çünkü daha bu sabah aşçı onu mutfağın bir.köşeşiııe çekmiş; “âdem babalara kapı açtığını gö' rürsem, karışmam hal» diye teıı-bih etmişti.
. Ben âmirimden emir almışım. Aça» am kapı mapı. Amirlerimin de bir bildiği var zahar. Bura imarethane değil. Ben senin yüzünden ekmemden olamam!
Kaya Ali boyuna yalvarıyor yakarıyor, Mustafaııın karşısında ellerini ovalıyor, boynunu büküyor.. Lâkin Muştafa inadına bağırıyor.. Derken aşçı gözükdü. Aşçıyı görünce Mustafa, hemen yumuşadı, asık yüzü düzeldi, gülümsedi, ellerini önünde bağladı. “Vazifesini namusuyla yapan her uşak gibi» sahte bir hürmetle kenara çekildi. Aşçının bir şey sormasına meydan kalmadan Muş-
tafa hemen atıldı :
— Get. derim getmez ağa. Bellen bura Peygamber yeri, şifa o-j cağı...
Kaya Ali’ye .döndü.
—- Bıırda kaz.aıı kaynamıyor, namussuz; herif :
Kaya Ali onu dinlemiyordu bile...
— Aşçı başı, aşçı başı be. No-lıırsun be aşçı başı.. Şu çöp tenekesini ..
Aşçı birden kızdı. Hapisane
müdürü, kâtip, doktor, baş gardiyan,'gardiyanlar ona kaç kaç sefer tenbih geçmişlerdi: “.. .Bu Beşerilerin ölmesi hep pislikten. İnsan çöp tenekesinden mikroplu öteberi yer mi? Geberdikleri bir şey değil, ilâçtı, şuydu buydu boşuna bir sürü masraf oluyor.»
Din, iman, Allah kitap karışık bir parlayışla Mustafanın elinden anahtarı kapan aşçı:
—...Gidecen mi, gitıııiyecen mi lan... diye kapıya atıldı. Aşçının niyetini anlıyan Kaya Ali korktu, direk gibi boyuyla merd.venleri koşarak indi gitti.
Emiu’e gelince, o, hâlâ iki kat inliyor, Kaya Ali’den alınamıyan hıııcın kendinden alınacağını, ner-deyse böğrüne yahut baldırına atılacak tekmeyi soluk almadan bekliyordu.
Tekmeyi Mustafa attı, hem de tam böğrüne. O zaman Emin, hayaları. burulan bir hayvan gibi böğürcrek taş merdivene boylu boyunca serildi. Canı sahiden acı-mıştı ama, btıkadar yaygara da “ııumara»ydı.
Tekme attığı adamın buralara varacağım ummadığı böğürmesinden feııa halde ürken Mustafa, fena bir şey yaptığını, “Âdem babanın» gürültüsüne aşağıdakileriıı ner-deyse koşacağını, bununsa kendi için hiç de iyi olmıyacağını he-sabetti. O bilil1 ki, hükümet, adamını bu türlü süründürür, icabında asar, sürer, hapseder ama “ciğeri beş para etmez birine» bir bata getirdin mi, senden hesap da sorar!
Gürültüye baş gardiyan geldi Esmer, kısa boylu, tıl lz b riydi ki yüzü-ille fakir fıkaraya hiç gülmezdi, ne olduğunu sordu. Şimdi aşçı, başı iri bir at kestanesini hatırlatan adam, az evvel . kendi önünde el ovalıyan meydancı Mustafa gibi küçülerek baş gardiyana durumu anlattı; “...hiç bir şey olmamış... Serserinin numarası. . Zaten mâlûm, bunlar âdem baba lakımı...»
Aşçı durumu aydınlatırken meydancı Mustafa, bembeyaz yüzü, korkudan pörsümüş bakışlarıyla, dikiliyor. “...Allah vere b:r boku çıkmasada ekmemizden olmasak. “diye aklından geçiriyordu. Baş gardiyan “peki, yatırın!» diyecekti ki, helaya gitmek üzere odasından çıkan hapisane mü-
Sonu 15 inci sayfada
11
Yarı Şaka Ya r ı C i d d î
Bir
iflas bandırası
Sayın Eleştirmeci Nurullah A-taç, “Oku-mak„ a dair bir söyleşi, daha yayınladı. Eskiden, şu akıllı uslu sayılan kimselerin öğütlerine kapıldığı için midir nedir? Durmadan okurmuş. Okumadan uyuyamaz, okumadan uyanatnaz mış (I). Eline geçirdiği koca koca kitapların bir sayfasını, bir satırını atlıyacağım. diye ödü koparmış. Yaşıyacağına, “bu eşsiz yer yüzünün benzerlikler içinde biribirinden başka, ayrılıklar arasında
biribirine vefalı saatlerini birer birer tadacağına,, sıra sıra dizilmiş kara harflere bakarak .gözlerini yorarmış,.. ' Oysa ki, şimdi, eskisi gibi okuyamı-yorrhuş. En sevdiği kitabı ilgi ile dalmış okurken içinden birden bire bir “bana ne„ demek geliyor, hikâyenin sonunu öğrenmeden, merak dahi etmeden roman mı, tiyatro mu neyse işte onu atıve-riyormuş... Oh, oh, memnun olduk I.. Üstat artık, her halde okumayı bıraktığından beri dilediği gibi, dünyanın tadını çıkara çıkara yaşıyordur. Yalnız açıklanması gereken bir nokta var :
Nurııllah Ataç’m münekkit olarak tanındığı sıralarda meşhur bir hali vardı ; Tenkid ettiği kitaplar» okumadan yazı yazardı. Hattâ bir seferinde, kendini müdafaa maksadiyle, bir münekkite sevmediği kitapları değil, sevdiği kitapları okumadığı için sual sorulabilir bile demişti. Nurullah Ataç, eskiden sevmediği kitapları okumazdı. Şimdiyse sevdiklerini de okumuyormuş. Acı bir itiraf amma, çoktan beri baş-lıyan bir iflâsın bandırası olmak itibariyle bahsetmeden geçemedik.
S e v s i n I e r!
C U M H U R l Y E T gazetesinde Adile Ayla adında bir kadın yazarımız “genç kızlarımız neler okuyor?» başlıklı bir makale yayınladı. Makale sa
hibi, bazı tahsili azgenç kızlarımızın ellerinden düşmiyen veçoğu da kadın romancılar tarafından ticaret maksadiyle çırpıştırılmış bulunan piyasa romanlarının bayağılıklarından. zevksizliklerinderi ve kötü tesirlerinden bahsediyor. Bu hususta sayın Behice Boran’ın da güzel bir etüd yapmış olduğiınu hatırlıyoruz. Adile Ayda; çok rağbet görmüş olan Hıçkırık romanına karşılık bir de Kahkaha (!) adlı roman yazmış olan Kerime Nadir’in bu son kitabından "etraflıca bahsediyor ki, dikkatimizi çekti: Kahkaha romanı şöyle bir cümle ile başlıyormuş : “Sakin bir tem" muz gecesi Moda açıklarında demirli......zırhlısında büyük bir balo veriliyordu,,... Romanın kahramanı ise “beyaz üniformasının apuletinde yüzbaşı rütbes parıldıyan uzun boylu, yakışıklı bir deniz kurmay subayı,, imiş. Bu sıradaki tabiat dekoru da bu sahnenin atmosferine uyuyormuş : “Kızıl bir hilâl Mar-maranın lâcivert ufuklarında dalmak üzere,,.,.. Sevsinler l
Adile Ayda, “bir genç kız kendisini böyle bir atmosfer ve iklim içine sokan romanın hangi kusurunu affetmez ?„ diyerek bu bayağı olduğu nisbette çirkin kitapların rağbet sebeplerini araştırıyor. Bize kalırsa, bu gibi kitaplardan, kötülemek maksadiyle de olsa, bahsetmek bir nevi reklâm sayılacağından susmak yerinde olur. İşin doğrusu, gartistik görgülerinin az oluşundan dolayı bu gibi kitapları okumakta olan gençlerimizin, zevk seviyelerini yükselterek" kurtarınıya çalışmalıyız.
İki telâkki tarzı
Ulus 3 Eylül
Zavallı Reşat Halil!
MUHARRİRLER yaşlandıkça hâtırat nevinden yazılara daha çok rağbet ediyorlar. Sayın edip Falih Rıfkı Atay da son günlerde hep bu çeşit yazılar yazıyor. U 1 u s’taki bir pazar konuşmasında (22 Eylül 1946) şu parçayı okuduk: Atay İstibdat devrinin hürriyet düşmanlığından ve zulümlerinden bahsederken diyor ki; “Bir gün bizim mahallede bir fısıltı: mürekkepçi bilmem ne efendiyi dün akşam evinden alıp götürmüşler, galiba Hicaz’a süre çeklermiş! sebebi Veliaht Reşat Efendiye- mürekkep satması imiş. Bu tarihte has adlardan bütün Hamit’leri “Hâmit„ e ve Reşat’ları “Neşet" e çevirdiler. O vakte kadar bizim biraderin ismi Reşat idi„.
Neşet Halil Atayın adının böyle bir kazaya uğradığından haberimiz yoktu.- Pek, geç kaldı amma, yinede geçmiş olsunl
12
TALÂT ARTEMEL biriki senedir film rejisörlüğü ile de meşgul oluyor. Bu alanda hatı ralarını anlatan sanatkâr bir şirket kurmak istediklerini ve paraları yetmediği söyliyerek sözlerine şöyle devam ediyor: “Sonraları aklımıza gelen bir fikirle» Zehirli .Kucak’ı çevirmek istedik. Memleketteki frengi davasını açıklıyan İçtimaî bir piyes olduğu için, hükümetten müzaheret göreceğimizi de tahmin ediyorduk. Fakat alâ-
kadar makamlardan aldığımız cevap şu oldu : “Memlekette frengi yoktur ki (!) onun davası olsun ! Onun için çevirmek istediğiniz filmin senaryosuna müsaade verilemiyeceğini eseflerimizle... „
Biz bu red keyfiyetine şaşmadık. Asıl bizi şaşırtan, bu mülâkatın çıktığı gazetenin ayni sayısında (28 eylül, 1946 ) bir başka sütunda okuduğumuz bir havadis oldu : Korkunç bir rakam adını taşıyan bu yazı, Boğaziçi otellerinde yapılan bir araştırmada yakalanan uygunsuz 27 kadından 20 sinin zührevî hastalıklarla malûl olduğunu bildiriyordu l '•
Çehov’un Eserlerindeki Kadın Kahramanlar
A. P. Çehov
Çehov’un sanatı kadın şahısları yaratırken gösterdiği kudre. ti- başka bir yerde göstermemiş, tir denilebilir . Çehov’un kendi cümlesini kullanarak dîyebiliriz-ki onun eserlerinde “ Takdire değer kadın ruhları yaşar „ .
Onun kadınları daha iyi bir hayatı özler . Bu kadınlar için hayat ancak hakikatin hizmetinde olursa manalıdır . Sözleri a-henklidir , iç ve dış davranışları kusursuzdur . İyilikle doludur' lar . Başkalarına karşı güzel niyetleri vardır , ruhların en derinlerine kadar nüfuz etmesini bilirler . “ Vanya Dayı „ da Son-
ya, “ Hendeğin Dibinde „ hikâ yesinde Lıpa , “ Köylüler „ de Olga . yahut “ Üç Kız Kardeş „ piyes:ndeki-öteki kadın şahıslar hep adilikten uzak kalmışlar > saflıklarını korumuşlardır . “Be yaz Kuş „ un , martının yeni ve temiz bir hayata doğru cüretli bir hamle tasvirî oluşu sebepsiz değildir, Çehov’ün kadın ve genç Rus kızı hakkındaki fikirlerini senbolize eder .
Çehov’un kadın kahramanları için , bütün hakikat, bütün delil, hayatın bütün saadeti çalışmaktır. Toprağı süsliyen ve zenginleştiren yaratıcı bir çalışma hasreti , işte Çehov’un kadınlarının ve genç kızlarının ahlâk anlayışları • ııın temeli budur . “ Üç Kız Kardeşler# den İren’in şiire olan Sevgisi herşeyden önce bu hasre4 yüzündendir , ve’gine bu hasret yüzündendir ki uzun bir dram
Toprağı süsliyen ve zenginleştiren yaratıcı bir çalışma hasreti, işte Çehov’da kadın ve genç kız tiplerinin ahlâk
anlayışlarının
V. Yerınilov’dan Çeviren: Ali KONUK
yaşamış ve bu hasrete kurban gitmiştir . “Üç kız kardeş,,ten aldığımız cümleyi beraberce okuyalım : “ Nasıl yaşamak icap et-
tiğini biliyorum . Her şeyi biliyorum aziz Ivan Romaniç . Herkes çalışmalıdır, alnının teriyle çalışmak , hayatın mânası , sevinci , cezbesi olmalıdır . . . # . Lâkin*hür , m“s’ut , yaratıcı çalışma , Çehov’un kadınlarında tahakkuk etmiyor , yahut da edemiyor .“ Üç kız kardeş„in ikinci perdesinde yorgun , bıkkın, gençliğine rağmen ihtiyar bir İren buluyoruz . O artık kederli kederli “Şiirsiz, fikirsiz bir çalışma... „ diye konuşuyor.
Bu çalışma arzusu bir tahakkuk yolu bulamıyorsa , şüphesiz kabahat o kadınlarda değildir , O günkü Rusya’da gerçek olan buydu , iş , güzel bir şey değil bir işkence idi .
Çehov’un kadınları , küçük burjuvalara mahsus saadetlerle yetinmezler az saadete kanaat et-m’z.ler . Şahıs saadeti onlar için herzaman herkesin saadeti ile beraberdir . “ Veroçka „ hikâ-
yesinde olduğu gibi. Veroçka b’r kadındır diğer eserlerinde de herkesin saadeti için mücadele , o-nun için ızdlrap çekmek ve böy* lece aydınlık ufuklara doğru ilerlemek düşüncesi vardır .
Çehov’un başka bir hikâyesinde , “ Nişanlı „ daki Nadya , nişanlısiyle ve ona vaadettiği miskin saadetle alâkasını keser . Ailesini, şehrini bırakır , onu boğmakta olan ferdiyetçi bir hayatın bataklığından kurtulmak ister ; asıl hayata girer , herkes için çalışır ve vatanın hürriyeti için savaşır •
“ Nişanlı „ Çehov’un ölümünden az önce yazmış olduğu son hikâyesidir . Ne taze bir hayatla doludur bu hikâye I Her sa-' tırinda , cemiyetin yeni bir hayatın eşiğinde olduğu sezilir .
Son piyesi olan “ Vişne Bahçesi „ nde Anya , baharın ve is-
temeli budur!
tikbalin timsalidir. Onun ağzly-le Çehov , eskiyen bir zamana elveda eder. Anya’nın sesi piyesin sonunda “ Elveda ey eski hayat# diye yükselir. Onun arkasından Patya Trofimof “ Selâm olsun yeni hayat „ diye bağırır .
“ Vanya Dayı „ daki Söııya mükemmel bir tiptir . Diğerleri, ııiıı saadeti için kendisini feda eder . Bütün insanlık için lâzım olduğunu sandığı bir âlimin ' hayatını korumak maksadıyla çalışır.
Çehov’un yarattığı kadın tipleri arasında zamanın fenalıklarına karşı muzaffer olmuş genç kızlar da ’ görürüz . Yukarda da söylediğimiz Anya ve Nadya bunlardandır. Nina Zareçnaya “ Martı „ da aynı vasıftadır .
Bazaıı Nina gibi ümitsiz tiplere rastlamak kabil . Nina kendini kolayca ölüme verebilir , zira bir büyük gayesi , yaratmak istediği bir şeyi yoktur . Sevdikleri onu bırakmış ,• çocuğu ölmüştür . Kendisi tiyatroda aktördür . Mesleğinden soğur . Fakat sonunda ona da bir mücadele , bir fenalıkları yenmek‘arzusu hâkim olur .
Nina böylece zaferin ve. yaratıcı ifadenin timsali . Bir ruh kudretiyle beraber mükemmel bir şefkat, mücadele iradesi, iyi değerlere doğru gitme , işte Çehov’un kadın kahramanlarının vasıflan bunlardır .
Bir sigara yaktığın zaman “Garibin vatanı kahveler,.hanlar Senin vatanın duvar dipler;. Mapusane köşesinin Türküleri gibi hafifsin Güneşe çıkarıldığın zamau Anan gelir hatırına ı Yâr gelir, dostlar gelir Bir sigara yaktığın zaman. Hürriyeti seversin Parmaklıksız hürriyeti. Kızları seversin, Dişleri sedef olsun Elleri tütün koksun Dersin.
Ne tuhaf,
Hep sevdiklerin gelir hatırına Bir sigara yaktığın zaman.
Açlan SAYILGAN
13
j^Hiç’Hşüphe etmiyorum ki Kate Kolvitz asrımız sanatının en parlak varlığı, insanlık tarihinin en müstarip narasıdır. O, yarına dev" cesine merhametin cüce menfaatlere karşı açtığı mücadelede bir senbol olarak kalacaktır.
Kate Kolvitz’in resimleriyle karşılaşmam bundan yedi yıl evvel harp ihtimallerinin kuvvetlendiği sıralarda olmuştu. O zaman şu safça fikir kafamı sarmıştı:
Bu resimleri çoğaltıp bütün dünyaya dağıtmalı, harbin önüne geçmenin en kestirme çaresi bu-dur.«
Halk yığınlarının çektiği haksız izdirapları, bizzat yaşadığı için insanlaşanlar vardır; bir de insan doğdukları için müzdarip olanlar. Kate Kolvitz bu İkincilerden ve devrinin en çok iztirap çe" kenlerinden biridir.
1914 de küçük oğlu Fiandre cephesinde öldürüldü. Bu vaka belki harbe dair yaptığı birçok res* min doğmasına sebep olan hadiselerden biridir. Fakat o isyan (1899)1, kadı ı ve ölü çocuk ( 90 ) ıı ve Köle harbi (1.90 5) ııi yarat* tığı sıralarda henüz şal.si dertle re yabancı ve günlük maddî sıkıntılardan uzak yaııi müreffeh diyebileceğimiz yaşama şartlar na sahipti.
Onun sanatı ağlayanlara bir teselli olduğu gibi yalrız kendileri için yaşı yanlara bir kâb s tıı- Bunun içindir ki onunla uğ raşhlar; satılmış münekkitleri, gazeteleri, broşürkriyle onu topa tuttular; resimlerini toplattılar, tehdit ettiler ve en sonunda vatanından kaçırttılar. Fakat bütün
■ Kathe Kollvvitz
Onun saıreats ağlıyanlara teselli, kendileri içim yaşıyanfiara bir kâbustur
Yayan : Haşmet A K A L
© bunlar, bu büyük kadının gelecekte doğacak hür Alnanyanın iftihar madalyası olmasının önüne geçe miyecek tir.
Kate Kolvitz 8 temmuz 1867 de Königsberg’de dünyaya geldi. Babası Kari Şmit hukukçuydu, fakat ileri kanaatleriyle bir mevki sahibi olamıyacağıııı anladığı için, duvarcılık yaparak yaşamayı tercih etti. Daha sonraları Al-maııyanın ilk hür rahibi olan.kaynatası öldükten soııra onun yerine, kurduğu tarikatın başına geçti. Kate bir mektubunda babasından şöyle bahsediyor: “O bana yakındı, çünkü beni sosyalizme götüren odur.„
İlk resim tahsilini Königsberg-de yaptı. Sonra Berlinde iktisat tahsil eden ağabeysi Konrad Şmid’ iıı yanına gitti. Tekrar Königs berg’e döndüğü zaman, o sıralarda “ Hayattan bezgin „ eseriyle alâka uyandıran Neyde’ııin yanında çalıştı. Daha sonra Münih’e gitti. 1891 de doktor Kaı-1 Ko-
vitz’le evlendi. Kocası Berlin civarında halk doktorluğu yapmak üzere yerleşti,. 1933 e kadar orada kaldılar.
1893 de muvaffakiyetleri yü-z.üuden kendisine Kayzer altın madalyası verilmesi kararlaştırılmıştı fakat Kayzer bunu reddetti. Buııa rağmen bir sene sonra Dresden’de bu madalya kendisine verildi. ■' ' '
“Dokumacılar* adlı eserleri Kayzer galerisine gizlice satın alındı. 1908 de ev işleri sergisi için hazırladığı eserlerinin çoğaltılmasına kraliçe mani oldu. Küçük çocuklara oyun yerleri yapılmasına çalışanların teklifiyle vü-cude getirdiği diğer bir resmi polis emriyle yasak edildi.
Görülüyorki Almanyada aris tokrasi sanat eserine lâyık olan kıymeti vermekten âciz bir durumda bulunuyor. Gene 1908 de yaptığı “Köylü harbi* isimli eseriyle “Villa Romana* mükâfatın kazanmıştı. Bu mükâfat ona bir yıl Floransa’da Romana villasında oturma hakkını veriyordu. FİO' ransadan yaya olarak Romaya-geçti. 1914 de birinci emperyalist harbin başlarında küçük oğlunu kaybetti.
Kate muhakkak ki, ilk eserlerinin verdiği kanaate göre, sanat tekniği bakımından Max Klinger iııd kuvvetli bir tesiri altında kalmıştır. Lâkin başka toprakların
14
t ■
i
/-•» e
mahsûlleri olan Goya, LiXuetlfeZ ■ ve Daumier onun, teknik bakımından ılerleınes'nde b'rer basamaktır. Yalnız şunu hemen söyliye ■ limki bu tesirler, onun pek erken beliren şahsiyetini taşıyan ■ eserlerinde ancak his olunur.
Daha sonraları kuvvetli şahsiyeti bütün hususiyetiyle belirmiştir. Artık eıı ileri devresinde bütün tesirlerden uzaktır, Ne Dauıııi-er’in alayı ne Goya’ııın mübalağası ne de Max Klinger’in objektif ara. malarını bulabilirsiniz. Fakat bu devrelerinde edebiyatın bilhassa Zola, Dostoyevski, İbsen, Göte» Gork', gibi kalem . ustalarının ps-kolojik atmosfer ne bürünmüştür.
İlk olarak 1897 de yaptığı “Do kumacılar» gravür, boya, lito ser ■ s yle meşhur oldu. Sanatının tekâmülündeki esas merhaleleri, şu numunelerle sıralıyabiliriz;
1895 .Kendi portresi
', 1899 İsyan
1901 Giyot'n etrafında dans
1903 Kadın ve ölü çocuk
1908 Köle harbi
1910 Ölüm ve kadın
1920 den sonra Harp v- s.
Hikâye
I Ilaştarafı İl incide _ dürü revir merdiveııindekileri görünce ilgilendi, revir kapısına geldi. Bu sefer baş gardiyan, revir aşçısının az evvel kendi önünde düştüğü durumu hatırlatarak, zorlama bir saygı içinde “mesele» yi anlattı. İşi zaten önemle dinlemi-yen, her gün bunun gibi, hatta bundan da beter nice vak’alarla karşılaşmaktan gelen bir kanıksayışla müdür, baş gardiyanın “izahı„tidan hiç bir şey anlamadı, sadece :
— Pekâlâ pekâlâ, yatırın! diye söylenip savuştu.
Eraiıı’i revire aldılar. O, revir sofasındaki tahta sıraya oturmuş, yumrukları midesinde, iki kat, hafif hafif inlerken midesi hâlâ sahiden sancılanıyordu - hiç değils: doktorun vizite gününe kadar üç
• ■ * ( t
' 1 ’ »■ • *'r ‘
■ '. • .. û- • v
gün* karyolada yatacağı, karilin 1 doyuracağı için memııundıiz Mustafa’ya gelince, o da işlerin “mayna» oluşuna seviniyordu» Çünkü, meselâ, “î. .sen kim oluyorsun da tekme atıyorsun eşş oğlu .,» falan diye “şu pis âdem baba »tun yüzünden kovulur, geııe 72. ci koğuşu boylıyabilirdi.
Sofayı süpürmek için' süpürgeyi tekrardan alırken gözleri Emin’e kaydı. Ona yeni baştan kızdı: “...Şuraya geldik ya, dolarlar gayri...» Tam bu sıra mutfaktan çıkan aşçı’ya sırıttı :
— Dayı, biliyon mu, yani hü-kûmat bir şey dimese, 'anam avradım olsun hani şu keranâcıyı iki yumrukta...
Âdem baba Emin bunları duydu, lâkin aldırış bile etmedi.
943 Orhan KEMAL •
♦♦♦♦♦♦♦♦ ♦♦♦♦♦♦ e n d i k a ya abone Olunuz
i ' J ,
V
s
İtalya seyahatinin onda sanat bakımından pek tes rii olduğu id-d a edilemez. Fakat 1910 dan sonraki durgunluk devri bu seyahatin yani kuvvetli İtalyan sanatının onu biraz, sarstığı şüphesini uyandırıyor. Kate mektuplarından b:rinde bu kanaatimizi şu cümle’er yle kuv vetlendiriyor: “Floransa ben:m çalışmalarımda bir tesir gösterdi mı? Öyle zannediyorum.ki hemen hemen hiç»... Hiç diyor. Fakat bu cümlen ıı “hemen hemen» i onun 10 yılını • durgunluk devrini - temsil ediyor. Yalnız bu 10 yıllık durgunluk büsbütün verimsiz geçmiş sayılmaz. Bu arada plastiğe çalıştı. “Bekleme» (1916), “Ebeveyn ve anneler» de.bunu sezebiliriz .
ABONE
: Yıllığı — 509, 6 aylığı—250, 3 aylığı — 125 kuruştur.
SENDİKAYA ABONE OLUNUZ
Çarşı kapı kürkçü 1er pazarı sokak No: 14 F-K Basımevi '
• • i
Geçen sayımızın kapak ren mi de Katlır* itindir.
—— XX. Yüzyıl kitapları——*
; •
■ ♦
: :
: î
♦
: :
: , : : :
:
oku- | î
|- F—K. Basımevinden tedarıu eaeDiıırsıııız. *
♦♦♦♦♦*♦*♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦*♦*♦♦♦♦t
. . s.
Hans bahrend
' ALMAN FAŞİZMİNİN PERDE ARKASI
t
Milliyetçilik maskesi altında sahneye çıkan faşizmin kimlere ve nasıl hizeet ettiğini öğrenmek
~ ŞiziEiııı ve .
♦ için, vesikalara dayanarak yazılmış bu kıymetli 100
eseri muhakkak okuyunuz. Okuyucularımıza kuruş yerine 80 kuruştur.
—-
Romain rolland
Shakespeare
Büyük insan ve dâhiyi bir -başka sanatkârın kalemi ile tanımak için bu kitaptan bir tane edi-KBİUÎZ
Büyük
Okuyucularımıza 50 kuruş yerine 40 kuruş.
Maksim Gorki
Strasti - Mordasti
Büyük halk san’atkârının nefis bir eseri yucularımıza 40 kuruş yerine 30. kuruş.
F—K Basımevinden tedarik edebilirsiniz.
i:
l
y
$
•J
t
t
Dayan arslaıı 1 , ,
Hiç bir zaman v . , ’ '1
böyle merhametli bir ümitle sevmedi hiç bir insan, hiç bir âleti.
İstiklâl'Savaşı Destanından :
ŞOFOB^HM
• : ■ ■ ’■(. • >
Ne diyorduk oğlum Ahmet?
Dökmeciler sağda, kalır, derken, Uzunça'rşıya saparken köşede • sol kolda seyyar kitapçı;
• Hikâyei .billûr köşk, altı cilt Tarihi Cevdet ve' Feııni tabahat.j.
■ C‘_> l ' "
.7 Tabahat mutfaktan, gelirmiş, yani yemek pişirmek.
Hani uskumru dolmasına, da , bayılırım pek, Yaldızlı kuyruğundan, tutup .■bir salkım üzüm'gibi yersin’
■ ' , . " ■ ? ' ' J u-
llerde bir süvari kolu gidiyor,
. saptılar, sola.
Uzıınçarşıyı dikine inersin.
Saudalyacılar, tavla pulcuları, tespilıçiler... ' M ■"’>
Ve sen İstanbullu, '■
Seıı kendi ellerinih hünetine alışmış olduğundan şaşarsın İstanbullulara;
• ne kadar ince, çeşitli hünerleri var dersin.
■ * • . ■
Rüstempaşa camisi, • ‘ urgancılar...’ * ’
Urgancılarda yüz parça yelkenli gemiyi
- ve hesapsız katır kervanlarını donatacak kadar urgan, halat, dökme tunçtan çıngıraklar satılır.
Zindaııkapı,
Babacafer, '
Uzakta Balıkpazarı, kuru yemişçiler...
1
r' ■ -'f1'
.1
Yemiş iskelesindeyiz,
O, sandalları,, mavnaları, ’ ’’7
güneşli karpuz kabuklarıyla1: -y'izüne hasret kaldığım deniz.
Sol. arka lâstik hava mı kaçırıyor, ne İnip baksam....
Yemiş iskelesinden dilenci vapurüna Eyyip’te Niyetkuyusuııa gittikti. :
Elleri yumuk yumuk, bacakları biraz çarpıktı ama yeşil’zeytin tanesi gibi gözler kaşları hijlâl gibi çekikti^
Tam Rüstempaşaya yaklaştık, beyaz başörtülü... ı .t/. jj.
Lâstik hava kaçırıyor; ' derdine deva' bulamazsak eğer,. Dur bakalım Babacafer.
* * ’ 5‘ ' ( ' ■ T’’..
Üç numaralı kamyonet durdu, Karanlık,. kriko, pompa, eller, küfreden; ve. küfrettiğine kızan elleri.
Lâstikle ve ihtiyar tekerlekle çalışırke ' Ahmet hatırladı:
Bir gece nüzüllü baba annesi, sedirden sedire taşınırken kadıncağız
*• ■ - ; »
İç lâstik boydan boya ’ patladı.
Yedek , ■■■ " ’ •
yok. .a. .
Dağlarda avaz avaz imdat istemek?
Sen Süleymaniyelisin oğlum Ahmet 1
Sana tek başına verilmiştir üç numaralı kamyonet ■ Hem hani bir koyun varmış,, kendi bacağından1 asılan bir koyun. *
Süleymaniyeli şoför Ahmet, soyun 1 Soyundu.
Caket, külot, pantol, don, gömlek ve kalpak ve kırmızı kuşak, > , ', .
Ahmedi postalların üstünde, çırılçıplak bırakarak dış lâstiğin içine girdiler, şişirdiler.
* ' . ’l *
Bu şarkı nihaventtir.
■ Deniz kıyısında bir şehir
Beyaz başörtüsü.,.,
Saatte elli yafnydrjp
Dayan ömrümiip törpüsü,' dayan da dağlar anadan doğma görsün şoför Ahmedi.
f
Comments (0)