Kaynak: TÜSTAV - Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı Arşivi
WKCUS K
U- Varvy
îprof ınd^n
İNSANLIK İDEALİNİN FEDAKÂR HADİMİ EŞSİZ KAHRAMAN ATATÜRK, VATAN SANA MİNNETTARDIR.
I. İNÖNÜ
CUMARTESİ
10
KASIM
1945
GÜN
HAFTALIK KÜLTÜR « AKTÜÂLİTE GAZETESİ
YIL : 1
SAYI: 2
10
Kuruş
BENİM FANİ VÜCUDÜM BİR GÜN TOPRAK OLACAKTIR; FAKAT TÜRKİYE CUMHURİYETİ İLELEBET PAYİDAR KALACAKTIR.
K. ATATÜRK
NE İRTİCA,
NEDE ANARŞİ
£«(V Adil MÛSTECAPLIOĞLU
Tarihin akışı İçinde ve türlü şartların bir araya gelmesi suretiyle millî bir olgunun asmaya doğru yol almakta bulunan milletimizin günlük büyük meselelerinden biride Tiirkçenin ya-banc* kelimelerden temizlenmesi dâvasıdır.
Günlük değerini asla kaybetmemiş olan bu dâvanın, hakikatte en az yüz yıllık ömrü vardır. Selçukların OsmanlIlara bıraktıkları miraslardan biri de Arap ve Acem karışığı bir dil ve bir de kalıp ve mazmun budalası bir edebiyattı. Osmanlı derebeyliğinin mümessilleri, zadegân artıkları ve kapıkulları bu dil ve edebiyat terekesinin başına üşüşerek yüzlerce yıl onunla geçinmeğe çalıştılar.
Öte yandan, asıl halk kütleleri ve bu kütlelerin hakikî mümessilleri kendilerini köleleştiren saraya karşı olduğu kadar, saray uşaklarının diline ve edebiyatına da karşı koymanın yollarını aradılar. Halk dili ile halk edebiyatı; halk mukavemetinin yanı sıra yaşamakta, gelişmekte devam ede-geldl.
Türk milletinin, şarka karşı garp üstünlüğünü sezmiye başladığı sıralarda, terkipti, süslü, yapmacık dil ve onun meydana getirdiği edebiyat da kendini tutan zümre ile birlikte sarsılmıya başladı. Adım adım, kademe kademe yükselen, artan, ilerliyen bu hareket bir yandan bizi şarktan uzaklaştırıp garba yaklaştırırken, öte yandan da demokrasinin İlk pırıltı-tılariylc memleketimizi aydınlatmnya çalışıyordu. __ ----------
Dilde ve edebiyatta sadelik, adını taşıyan bu hareket, Türk demokrasisinde bir başlangıç, halka değer vermeye, ona yaklaşmaya doğru atılmış bir adımdı.
Şair NEDİM’de. ŞEYH GALİP’dc duraklaya, duraklaya yürüyen bu hareket siyasî cereyanların da yardı-miyle Tanzimatın peşinden birdenbire dalbudak salıverdi. Her bakımdan büyük bir ihtilâl adamı olan AHMET VEFİK PAŞA dilde sadelik dâvasını bir bayrak gibi tek başına taşımaya ve dalgalandırmaya çalıştı. O büyük adam Bursa, Balıkesir. Kütahya vilâyetlerindeki aşiretler arasında geçirdiği uzun ve mücadelcli hayat içinde, bugün bütün dilcilerin gizil gizli karıştırıp kendi Icadları gibi ortaya attıkları halis, yerli malı LEHÇE’l OSMANî yl meydana getirdi. Bu eser de, Türk milletinin köy köy, şehir şehir tedavül eden öz Türkçe kelimeleri devşirilnolşti.
Ahmet Veflk Paşa UYDURMASYONCU değildi. Halk dilindeki kelimeleri derlerken bir FİLOLOĞ gibi davranmıştı. Bu büyük adamın açtığı çığır, Edebiyatı Cedide ve Fecrlatl irtl-calarına karşı koyarak Genç Kalemler ve Millî Edebiyat cereyanları na da kaynaklık etti.
Meşrutiyet demokrasisinde Türkçülük cereyanı millî sınırları aşmalıydı, Turancılık gibi faşist bir ideolojiye sapmamış olsaydı öyle sanıyorum ki, Ahmet Vefik Paşanın büyük bir şuurla ele almış olduğu bir dâva raydan çıkmamış, soysuzlaşmamış olurdu.
Ylllnrdnnberl, kendi köşemden, sıkı bir müşahede altına aldığım, ve fırsat düşdükçe, kendi çapımda kritiğini yapmaya çalıştığım dil meselesinin ana unsurları şrınlnrdan İbarettir:
1 ) Selçuklnr OsmanlIlardan. OsmanlI devrinden de bize İntikal ede-gelen zü m re. knpukulu dili, yani A rap
ı -Acem - Türk KARMA dili temlzlen-| mell, yabancı gramerlerin artığı terkiplerle. halkın hâlâ yadırgadığı kelimeler tamamlyle atılmalıdır.
2 ) Anadolu ve Trakya'da Türk halkları arasında tedavül eden ve millî tekâmülünü az çok tamamlamış olan bütün kelimeler münevverlere, muharrirlere tanıtılmak üzere derien-mell ve bir YERLİ TÜRKÇE KELİMELER KAMUSU yapılmalıdır.
3 ) Bir yandan, Arap ve Acem
kisvesi taşıyan kelimelerin atılma-siyle boş kalan yer doldurulmalı, öte yandan ilim ve tekniğin gelişmesinden doğan zaruretler karşılanmalıdır.
Bu sonuncu mesele, büyük bir ifrata ve uydurmasyonculuğa dayanan bugünkü dil politlkasiyle asla çözülüp, başarılamaz. Bugünkü ileri tekniğin ve İlim hareketlerinin ortaya koyduğu zaruretleri, bu zaruretlerin asla mevcut olmadığı, devirlerin lehçelerinde aramak, yani ırk köküne gitmek UYDURMASYOCULUĞUN ba$-lıca sebebidir.
Meselâ ATOM kelimesini ele alalım : Bu yabancı kelimeye karşılık aram ık için ne ırk köküne, ne de millî köke baş vurmanın mânası yoktur. Bnuu her millet gibi biz de olduğu gibi almaya mecburuz. Naşı ki, otomobil, kamyon, lâstik karbüratör gibi kelimeler! aldıksa. İçine düşdüğü-müz ikinci manasızlık şudur : Millî köke mal olmuş, halk tarafından tn-m.ımiyle benimsenmiş, Türk gramerine tamamlyle ayak uydurmuş başkaca karşılığı da bulunmayan eski Os-manlıcada ki halk kelimelerini değiştirip ırkçı bir zihniyetle Uygurca’dan Çagataycadan KAZGAN. YAZG AN gibi kelimeler idhal etmek veya ÖZET gibi kelimeler uydurmaktır. Bay veya bayan tâbirleri bile o kadar mec- I buriyetlere rağmen bir türlü halkın > iç ve samimi hayatında yer tutama- . m ıştır. _____ ■_____
’ıçıııd Huştuğilmüz üçüncü 'mâna-sizlik şudur : Bir yandan yaba'ncıdır diye az çok halk tarafından benimsenmiş olan Hesap gibi, Hendese gibi, kelimeleri atarken onların yerine yine birer yabancı kelime getirdiğimizin hiç farkında değilmişiz gibi davranıyoruz. Sanki Aritmetik Geometri tâbirleri Türkçcymiş ve nınır kelimelermiş çalışıyoruz.
Nihayet içine
dîincü mânasızlık da şudur: Bir yandan İRKÇI, öte yandan GARPÇI ve liı-r iki bakımdan YABANCI, aynı zamanda MÜFRİT ve UYDURMASYONCU bu savsak ve şaşkın cereyanlar karşısında korkan, şaşıran ve başları dönen bir çoklarımız da her nt olursa olsun bir muhalif hava tutturmuşa olmak İçin eğriye olduğu kadar doğruya da karşı koymaya çalışıyorlar. Meselâ bu arada değiştirilen ayların adlarını da yadırgar görünüyorlar. Hem kelime, hem tâbir bakımından tamamlyle millî kökten gelen, halk arasında zaten mütedavll olan. Ocak, Knsım, Aralık, Ekim gibi ve daha bu- | na benzer münevverlerimizin yeni yeni tanımıya, öğrcnmıye başladıkları | yerli kelimelere de husumet gösteri-- 1 llyO^
Görülüyor ki, aslında son derece ı basit ve kendi tabiî akışı içinde gelişip, olgunlaşmaya esasen mecbur olan bu dil meselesi, politik bir dâva olarak kaldıkça bir çoklarımız İçin bir geçim, bir şöhret vesilesi oldukça I hiç bir zaman çözülüp düzenlencmi-yecektir.
Biz, dil meselesinde ne mürteci, ne de anarşistiz. Uzun yıllardanberi sürüp giden, blrblrlyle boğuşup duran. halkı münevverden; evi. sokağı, mektepten; çocuğu babadan ayıran; kanunda, İlimde, teknikte kararsızlıklara yol açan; hepimizi heın şarktan, garptan edecek olan; mazimizi, görenek ve geleneklerimizi nltüst eden, bir yandan İrticaa, bir ynndan anarşiye sürüklenen bu ınes'elenitı daha fazla soysuzlaşmasına göz yu-mıılmnsn ve İş politikanın elinden kurtarılıp, İlim ve akliselimin ışığı altına konabllse..
Sanırım ki, icabı düşünülmüş ve yerine getirilmiş olurl,.
halkça bilinir, ta-gibi göstermeye
düştüğümüz dör-
ISTİKl.AL SAVAŞ!
DESTANINDAN:
ATATÜRK
VAKTİLE DÜNYA GÖRÜŞ FARKLARINI BİR TARAFA ATARAK ESKİLERE KARŞI BİRLEŞMİŞ OLANLARDA BUGÜN ARTIK AYNI BİRLİĞİ GÖREMEMEKTEYİZ.
Kocatepe,
Şayak kalpaklı nöbetçi
Gözetleme yerinde
Duruyordu
Birdenbire onu gördü
Paşalar onun arkasnıdaydılar
O saati sordu
Paşalar üç dediler
Sarışın bir kurda benziyordu Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı
Sanki bıraksalar
Yürüdü uçurumun başına kadar Eğilip durdu.
Uzun, inee bacakları üzerinde [yaylanarak Geceden kayan bir yıldız gibi akarak
Kocatepeden
Afyon ovasına athyacaklı.
Nazım HİKMET
â
A
f *
W
I
Atatürk, bıı memlekette Tan-zimalta doğup emeklemeğe başlayan, harplerle sendeleyen, Abdülhamit istibdadile boğulmak istenen, meşrutiyetle kendi- I ni gömdürmememe çalışmış bir 1 ileri hareketin kat’i, son ve en büyük sözüdür.
Atatürk, Anadoluda emper-yalism sürülerini bozgundan bozguna uğratmış bir hâik ordusunun dâhi kumandanı,
Atatürk hilafet, tekke medrese izbelerinde çöreklenmiş irticai yerin dibine gömen köklü bir inkılapçılığın önüne geçilmez enerjisi.
Atatürk milli politikamızı sulh ve insanlık prensipleri üzerinde kurmuş bir siyaset herkülü,
Atatürk kültürümüze Huma-nisına istikametini vermiş kuvvetli tarih şuuruna malik bir önsezi sahibi, bizim bütün sosyal dilek ve tarihî ihtiyaçlarımızın muhassalasıdır,
Atatürk kuvvetini halktan ve tarihten alarak 15 yıl içinde öyle kesin hamleler yaptı, öyle büyük meseleler başardıki bu bii-ı yük inkılap kartalının hayatında lerin hayatında olduğu gibi, bir taraftan şahikalar öbür taraftan uçurumlar uzanır. O, bu baş döndürücüm esafe-rin üzerinde yükselmektedir.
Atatürk’ün halkçı ve inkılapçı yolundan yürümekte devam edelim, onun anayasasını olduğu gibi tatbik edelim, en ileri ve en medeni millet olmak için bıı yeter bize..
ölümünün ardından geçen her yıl Atalürkii biraz daha büyülüyor. O, ölümünün yedinci yıl I dönümünde hürriyet ve demokrasinin şanlı sembolü olarak yur dumuzu aydınlatmaktadır. GÜN
ESKİYEN YENİLER
Dört beş yıl önce, aralarındaki dünya görüşü farkiarını bir tarafa atarak “eskilere,, karşı birleşen gençlerin gayesi yeni bir sanatın yaratıhnasıydı. Bu gaye, ileri ve geri dünya görüşlerine bağlı olan sanatkârların yıkıcılık, eskiye karşı reaksiyon alanlarında birleşmelerinden doğuyordu. Zaman gelip te yıkıcılıktan, yapıcılığa geçmek zoru baş gösterince genç sanatkârlar arasındaki kesin metot farkı ortaya çıktı. Ayrıldılar. Ayrı gruplar halinde ayrı dergilerde toplandılar. Asıl mücadele o zaman başladı. Aktüel dünya olaylarının harp yıllan içinde, fertler üzerinde artan baskısı başta estetik gaye güden grubu estetiği ikinci pilânı atmağa mecbur etti. Me-lod ve dünya görüşü farkları ön pilânda yer alınca estetik münakaşanın yerini sosyal polemik tuttu. Böylece dünyanın her tarafında olduğu gibi memleketimizde de iki zıt kutbun sanat ve fikir mücadelesi hüküm sürdü._______ _ _ .
*^2STetik yönden ieğer tanıdıklarına inandıklarımızın bir çoğu insanoğlunun altı yıl süren korkunç buhran devresinde, mübarek gönüllerinin şahsî intihalarını söylemekte devam ettikleri için mustarip kitlelerin nazarında sıfıra müncer oldular. Artistik yaradılışları daha zayıf olmakla beraber halkın sesi olmayı bilmiş olan birçok kimse de ön plânda yer aldı.
Hemen şunu söylemek isteriz ki, estetiğe sadık kalabilmeyi sosyal olaylara ve insanoğlunun korkunç macerasına lâkayt olmakla mümkün sananlar çok yanlış ve çok eski bir temayülün kurbanı olmuşlardır. Onlar asırlık itiyatların bağı içinde okadar yerleştiler ki oradan bir adım ayrılınca değerlerinin sıfıra müsavi hale geleceği vehimine kapıldılar. İnsansız tabiatın ve cemi-yetsiz insanın sanatını yapanlar şehrin, köyün ve kendi başına kaldığı vakit de cemiyet olmakta devam eden "sosyal şahsiyet,, in ne büyük bir ilham kaynağı olduğu gerçeğine akıl erdirmek cehdini yani asırlık itiyatlardan kurtulmak ih-
KÖY VE KÖYLÜ BAHSİNDE
Şairin bize anlattığı.., hayatın bize tanıttığı...
Hasan TANRIKUT lirasını tadamadılar. Hazır bulunan bir sanat ananesine baâlanıp kalmak kolaydır fakat hergün biraz daha ilerliyerek kurulmakta olan yeni dünya sanatının kuruluş zorluklarına katılmak güçtür I Sonsuz bir aşk, sonsuz bir cehit ve yaratma gücü ister.
Her sanat cereyanının iki ucu, başı ve sonu — son, evvelkilerin bütün tecrübesini hamil olarak — zayıf, ortası zirve şahsiyetlerle doludur. Bugünkü Yunusçu, Bod-lerci v.s. sanatkârlar uzun bir sanat ananesinin sonu, realist sanatkârlar ise yeni bir ananenin başlangıcıdırlar. İçlerinde dâhi’ye Taşlanmaması bundandır. Birinciler üs-tadlarmı vermiş bir geleneğe bağlı ve bu geleneğin varisleri oldukları için belki estetik ve form bakımından daha kuvvetlidirler. Ancak onlar '«»'^halsizdirler İtlİfMÜ
bir cereyanın döküntüleriınrte*»* İkincilerinse geniş bir istikbali var, yeni bir cereyanın temelleri, müjdecileri olup bizi sonsuz hayatiyet-lerile cezbediyorlar.
Dört yıl önce tanzimatçı, Serve-tifününcu ve Hececilere karşı birleşenler daha mütekâmil bir sanat istiyorlardı. Bu müşterek nokta onları topladı. Aynı nokta onları bu gün ayırmış bulunuyor. Anlaşılmıştır ki bir sınıf edebiyatı vardır. Yenilerin, eskilerden en büyük farkı bu şuurlu anlayışta görünür. Tanzimatçı, v.s lerin şuuruna ulaşmamış oldukları cihet budur. Böylece eskilere karşı realistlerle bir aralık birleşen Yunusçu ve Bodlerciler bir sınıfa mensup oldukları gerçeğinin şuuruna ulaştıkları anda kendilerini realistlerden uzak ve-form, estetik bakımından olmasa bile muhteva hakiminden tanzimatçı, serve-lifünuncu vc Hececilere yakın duydular. Artık onlara “eski yeniler,, diyebiliriz.
i
— Sayfa 2 —
GÜN
10 Kasım 1945
KÜLTÜR HAREKETLERİ ve OLAYLAR
V
s
F
R. ROLLAD’ DAN TERCÜMELER • ölmez Eserler yayınevi büyüle renlivt ro-nınncı Romen Rolland’ın Jan Christophf'u-nu dilimine çevirme İşini üzerine almış ve enerin ilk üç cildini yayınlamıştır. Ro inen Rolland gibi büyük bir rcalint’in şaheserlerini akunınkln renlism ve halkçı sanal alanında kulak dolgunluğu ile iktifa ederek ekmek, taprak, açlık, hapishane... klişelerini gelişigüzel ve belki de sırf moda ohnuştnr diye kollanıp duran bir çok genç sanatkârlar bu, nisbeten geni» ve evrensel sanat cereyanının çok temelli kültür, derin bir ilmi bilgi istediğini anlamaya bağlıyacaklardır. Sosyalist olmok dile ko. lay. Bu işin bütün felsefi ekonomik ve politik literatürünü kazanmadıkça satıhta kalmaktan^ yani için ukalâsı olmaktan kurtulmak mümkün değildir.
AHLÂKSIZLIKTAN ŞİKÂYET: Ahlâksızlıktan şikâyetçi olanlar kimlerdir? Burjuva ahlâkının yıkılışı sıkıntısı kendini pek tabii olarak gene Burjuvalarda gösteriyor. Birbirine kopmaz bağlarla bağlanmış bulunan din ve burjuvazi feryad ediyorlar: Ahlâk buhranı var I Hayır baylar, ahlâk buhranı yok. Zenginler ahlâkının, mistik ahlâkın yıkılış buhranları, halkçı ahlâkın doğum sancıları içinde kıvranan bir dünya var... Feryad. -ahlâksızlık var I • Feryadı yüz yıllardan beri kökleşe, kökleşe hüküm süren sosyal egoizmin yerinden koparılışı feryadıdır. Evvelâ kendilerini düşünenler bu intikal devrinin kendileri için ne demek olduğunu anlamLşlardır; halkı düşünen ve sadece onun hayrına ömür-, tüketenler de öyle...
H. T.
İDEAL TİYATRO BİNASI:
Yazımda siziere gördüğüm hoş bir rüyayı nakledeceğim.
Şu atom asrında, gaz kokan odamın bir köşesinde uyuya kalmışım...
Rüyamda ben “belediye reisi., olmuşum. Ne beis var, bir zevk sahte olmuş, elverirki hakikî zan olsun.
—crüzel_____________Ista nbu 1 uinu•
zd"îttfcal bir tiyatro binası yaptırmak oldu. Evet o salaş, köhne şehir tiyatrosu yerine yepyeni bir bina.
İlk olarak sanatkârlar “Istan-bulun zaptının 500 cü yılı,, adlı telif bir eseri temsil ettiler. Bu gece tiyatro mevsiminin en canlı, en şanlı gecesi oldu. Bu zafer meşalesi Türk sanatkârlarının yaratıcı
kabiliyetlerini bir daha gösterdi, Bu sebeple muvaffakiyette payları olan değerli sanatkârlara lâyik ideal bir şehir tiyatrosu kazan dırdı-ğınıdan sevinç içinde idim...
Gazetelerin bir kısmı lehimde bir kısmı da aleyhimde yazdılar.,.,
Bunların bir kısmı şehrin daha-başka ihtiyaçları varken diyolardı
— Evet bir şehir yola da, merdivene de, tiyatroya da, hastahane-de muhtaçtır. Fakat tiyatroyu bir kültür problemi saydığımız böylc-bir devirde, şehrimizde tiyatroda zevkini aşılamak hususunda ideal binanın inkâr edilemiyecek bir hizmeti olduğunu anlattım. İlâve ola-rakta sanatkar teşvik ve güzele karşı son derece hassastır dedim. İdeal tiyatro her şeyden evvel Is-tanbulun, insanlığın malı olacaktır. Bir insan nasıl kendi malını, değerini, onun neye yaradığını bilirse, İstanbul da ideal tiyatroyu benimsemelidir.
Ne çareki bu zevklerim uzun sürmedi. Çünkü heyecanla uyandım
Artık hakikat tezâhür etmişti Fakat ben hâlâ o hayallerin tesiri altında idim. Düşünceler kafama bir sel gibi hücum ediyordu. Dahi ATATÜRKÜN şu ölmez sözlerini mırıldandım. [Efendiler, siz hayatınızda mebus olabilirsiniz, vekil olabilirsiniz, Hatta reisi cumhurda olabilirsiniz, fakat hiç bir zaman sanatkâr olamazsınız. Binaonaleyh bu çocukların kıymetini bilelim.
Rüyamın gerçekleşmesi için sanat tanrısına yalvarıyorum:
^ttitolhık.^.-lDEAL Tl-
YATRO BİNAS1J X
Aziz- FİKRET
NOTLAR:
YALNIZ ADAM : Geçen yıl şehir tiyatrosunun -can sıkıntısı* adile temsil ettiği dramı roman halinde Türkçemize çevirmiş olan Oktay Aslanapa bu eserile kültürümüze büyük bir hizmet etmiş sayılabilir.
Tanınmış Rus hikayecisi Anton çehof bu kitabında insan varlığının felsefi bir tahlilini yapmıştır.
UNUTULANLAR
Bir zamanlar bir Fılorinah Nâzım vardı, ne de çabuk unutuldu? Ozülmiye değmez, sanatın çilesi değil bul Yalnız onun gibi yaratma güçleri kısır ve sanat hevesleri özenti olanlar unutulmuyor; başlarında defne dalından bir taçla yaldızlı kadife koltuklarda haşmetle oturan ve adları efsaneleşenler de unutuluyor. Buna karşılık, devirleri için üçüncü beşinci derece bir değer olduklarında karar kılınanlar niçin hâlâ dudaklarımızda?.. .
Merak edilecek bir şey yok: sanatkârın bulunduğu kitle ile bağını kaybetmemesi ve ayaklarını toprağa metanetle basması gerekiyor. Bu, dün, sanatkârın büyüklük ve ölmezlik sebebi için yapılan izahlardan ancak bir tanesiydi; bugün tek ve biricik izah tarzı olmuştur.
Sanatkâr için en büyük kusur köksüz olmaktır.
Yarın, bir sanat müzesinde; hiçbir ziyaretçi, Marinçtti’nin resimleri önünde heyecan ve hayranlık duymıyâcaktır. Eğer birkaç dakikasını haretyan biri çıkarsa, bu, haz değil tecessüs zoruyladır. Çürüyen sınıfların, çöken sosyal değerlerin sanatını yapanlar bir daha hatırlanmamak üzere unutuluyor.
Malraux’nun bahsettiği taştan heykelin oyuk gözlerine, eğer bu, köksüz sanatkârların bıraktıkları bir kadavra ise; yarının hiçbir nesli nur dolduramıyacaktır. Küçük bir elit tabakasının veya sosyal platformunu kaybetmiş soysuzların kaprislerini ve acaip şeylere karşı meyillerini teşvik eden sanatkârlar, bîr ân için büyük kitleler karşısına çıkmış olsalar bile, gittikçe itibarlarını kaybetmektedirler.
Onun içindir ki, “Süleyman efendinin nasırı,, ile birlekte "rakı şişesinde balık olsam- bugün artık iflas etmiş bir estetik kalıbının muhtevalarıdır.
İlmi Araştırmalar
Doğan RUŞENAY
Tnsv’ır-i- şcrlf'tc bir kelebek gö z-lük, vatanına İhanet cimi» bir ateş maşası, bir demir elli şövalye, ve bir yığın ölülerin diriltilmesi konusu üzerinde ilmi araştırmalar yaparken görünüyorlar. İncelemelerini derinleştirerek bircilerinde “yirminci yüzyılın Mit’i,, öbür ellerinde “Irklar üzerine deneme,, olduğu halde gece gündüz çalışmaktadırlar. Bu. tamamile İlmî baştan başa ahlâkî ve boydan boya demokratik çalışmaların ilk hedefi «on nefesini vermiş ölüyü en geç bir yıl içinde hayata iade etmektir. İkinci hedef uzak mesafelerden, meselâ İstanbul ile Nurenberk arasındaklnİ kadar bir mesafeden vasıtasız bir şekilde telepati tesirlerini mümkün kılmak üzere Hegel’in“evrensel ruh,, unu ilmi bir kanun içinde “detcrmlne,, etmektir. Üçüncü hedef Madrit, Arjantin gibi bölgeler arasında mistik ve esirî hava yollarından faydalanarak “mubadele-i-ervahı imkân alanına koyacak aleti icat etmektir. Henüz resim! bir rapor yayınlanmamış olmakla beraber ölüleri diriltmek üzerinde çalışmalar tefessühe başlamış olan cesedin dehşetli kokusu karşısında ölü nokta’ya gelmiştir. Bunun üzerine taze ölülere ihtiyaçı hasıl oldu ve Mayıs 1915te yerin dibine teşrif eden cesedin kurtarılamayacağı anlaşıldı Rnh çağırmak tecrübelerinin yakında başlıyablleceği haber verilmektedir.
İkinci çalışma konusu olan vasıtasız telepatin determinasyonu, heyete bir ordinariyüs Profesörün katılması üzerine bir aralık masalar yürütülmüş “ervah’ı habise,, nln davetine muvaffak olunmuş İse de sonradan, anlaşılmaz sebepler yüzünden akim kalmıştır. Çalışmalar bu noktadn durdurularak hemen “akametin «ebep-■ ^MlL^hjkktndn gayri resmi bir rapor yayiblanmış’tır: •*
"Lnboratuvarımızda, Fransanin kendisine ihanet etmiş olduğu ateş maşasının Iştlrakile Mayıs 1945 günü baş-hyan İlmî araştırmalar başarılı bir yolda devam ederken Fillstine gitmek üzere boğazdan geçen vapurun taşıdığı 1000 Yahudlnin korkunç vasıtasız telepatilerine maruz kalarak Icad ve İmal ettiğimiz alet berhava olmuştur. Memleketimizde İlmî araştırmaları teşvik eden sayın hükümetimizin uzun ve yorucu çalışmaların semerelerini bir anda yok eden bu çeşit geçişlere mani olmasını rica ederi». Aksi halde çalışmalarımı»» son I vereceğimizi kendisine gayrı resmi olarak bildiririz’ İmzalar: Kelebek, ateş maşası, demircili Şövalye, yeğen.
Üçüncü hedef esiri hava yollarında uçup göze görünmeden İspanya ve Arjantlne gidebilecek hava sefinelerini vücude getirmekti’ Telepatik “mübadele-l-ervah’n imk&n hasıl | olacaktır. Esiri hava yollarının inşa-slylede “m ubadclel-i-ecsad,, tahakkuk edecektir.
Dünya hndiıelerlnln tazyiki karşısında büzüle büzük bir binaya sığmak mecburiyetine düşen, hayat sa-has(„ bu suretle adı geçen Tasvlr-I-Şerifte mistikleşmiş romantikleşmiş dinileşmiş yani hezeyan, hayal, fan-tazi haline gelmiştir.
Mistik konular üzerindeki bu ilmi araştırmalarında heyete başarılar dileriz.
mümkündür, hayatını gene uygun "şekil,,
Onlar Kimlerin — — Mümessilidirler?
Hüsamettin BOZOK
Özür Dileriz
GÜN’ün ilk sayısının çıkışında bir gün gecikme oldu, bazı yazılarda da mürettip hatasına rastladık. Kusur ve eksiklerimizin farkındayız. Bu sebeple her yeni sayı daima ileriye doğru atılmış yeni bir adım olacaktır. “Gün,, ü okuyucularımız kendilerinden saymalı, gelişmesine yayılmasına çalışmalıdırlar.
Eksik ve kusurlarımız için özür dileriz.
Oğlumun Destanı
Biirer kara yel gibi esip. Brer kara bulut gibi gelip geçtiler Durdurmak istiyenler
Tarihin akışını...
O ki, hâlâ Erimiş çelik gibi akmatadır Kölelerin kurduğu Çin setlerini Yine köleler yıkmadadır. Ve perde perde yükselmededir şarkılar: Gayri ne “ferman padişahın,, Ne de "dağlar bizimdir,, Külleri savrulup gitme de fermanların, Ve dağların yamaçları artık, Üzüm salkımlarıyla yüklü Erguvan ağaçlarıyle süslüdür.
Ahmet FEDAİ
binae-mahi-çıplak natür-
HALKveSANAT
Haşmet AKAL
Bence sanatı şu cümlelerle kısaca tarif etmek (Halkın iç ve d»ş halkın idrakine en de tesbit etmek.)
Bundan iki netice çıkar:
1 — Sanat eseri bütün cemiyetin faydasını ön safta düşünen ve onun için İçtimaî motifler ihtiva ederek alâkayı çeken bir hitap vasıtasıdır.
Halka göre ekalliyete uıalolan süslü bir enteriör kıymetli bir pan-tantif nasıl bilinmeyen şeylerse her gün içinde yaşadığı bir kır manzarası o derece alışılmış naleyh bir şey konuşmaz yetedir. Güzel yeşillikler, kadınlar veya armut, kabak
mortları ile halka yeni bir şey veremeyiz. Ve bu vasıtaları kullanmak suretile onların alâkasını çekecek bir iş görmüş olunamaz. Bütün bunlar onların belki iştahasını açar, yahut şehevî duygularını tahrik edebilir, fakat bütün bunlar sanat eserinin gayesi değildir, Fakat siz o kabak natürmortuna kabağı yetiştirip tadını unutanların muhteris bakışlarını ilâve eder, bunu gören herhangi bir (mirasyedi olmamak şartile kendi hayatından, bir safhayı hatırlamaması ve dolayısiyle alâka göstermemesi kabil değildir.
"Büyük kütle,, milleti teşvik eden fert yekûnunun ekseriyeti, yani bizzat millettir.
"Büyük kütle,, işçi, esnaf, muallim, asker, köylüdür. Bunun içindir ki (sanat eseri) milleti teşkil eden fert ekseriyetinin ahlâk, an’-ane karekter ve iş hayatını tespit eden manzaraları ihtiva ettiği nis-■frmi.ıtoıfyı f J- kUr_ ...
Bunun bir neticesi olarak halk sanat inkişafının imkânı da temin olunmuş olur.
2 — Halkın idrakini tatmin eder mahiyette bir ifade şekline lüzum görmüştük. Bu cümle aynı zamanda devrin bütün teknik bilgilerini en mükemmel bir tarzda kullanmak mânasını da taşır. Meselâ kiliseye yâni kilisede ibadet eden halka hitap eden primitif resim rönesansta tekâmül etti ve plan perspektif anlayışları yeni bilgilerle yükseldi.
Isayı oraya hıristiyan yeni bir safhaya giren ve daha müşahhas bir teknikle tesbit edilen Rönesans san’atını yadırgamadı.
Süleymaniye bütün teknik mükemmeliyetle halk san’atıdır “Halk sanalıdır. Çünkü halkan çıkmıştır. -ve 17 inci asır Türk halkının ibadetini yapması, toplaması için en mükemmel kubbeleri en güzel sütunları tanzim etmiştir. Bu sebep-tendirki (halk sanatı) (yüksek sanat) gibi bir tasnif lüzumsuzdur.
Çünkü büyük san'at zaten halk san’atıdır ve san’at eserinin en hakiki kıymet ölçüsü içtimai tekamüle ayak uydurmasile ölçülür.
Halk sanattan anlamaz diyorlar : “Bal gibi anlar yeterki sen onun için konuş onun san’atını
Ressam Nurullah Berk Italyada başından geçen şöyle bir vak’a anlattı:
“Bir gün garda tren bekliyor-muş, elindeki kutudan Nurullalı Berk’in ressam olduğunu anlıyan iki kadın yanına gelmişler, ve Italyan resminin ilk kaynaklarından itibaren bütün tekâmülü hakkında selâhiyetle konuşmuşlar, ayrılırken Nurulah Berk sormuş:
Siz ressam, yahut Üniversi-talcbesi. hoca filan misiniz?
Kadınlar cevap vermiş ve:
— Hayır, demişler, biz çamaşırhanede işçiyiz.
Londra'nın Albert Holl’ünde faşizm aleyhtarı dünya gençlik birliği “dostluk ve barış dünyası,, için büyük bir toplantı halindedir. Bu tolantıya Türk gençliği namına bazı murahhasların gönderildiğini öğrendik. Bu murahhasları tir? Türkiyedeki teşkilâtını temsil Biz, milletlerarası hil bulunan teşkilâtlı bir gençliğin mevcudiyetini ilk defa işitiyoruz! Üniversite talebesinin bile kendi kendini serbestçe teşkilâtlandırma hakkından mahrum olduğu şu sıra, bütün tür-kiye gençliğini temsil iddiasile Londra’ya gönderilenlerin hangi vekâlete mensup olduklarını da öğrenmek istiyoruz. Türkiycye dönüşlerinde temsil etikleri Türkiye gençlik teşkilâtının bir kongresini toplayıp mesaileri hakkında izahat vermeleri için her halde uzun yılar beklememiz icabedecektirl..
kimler seçmiş-hangi gençlik etmektedirler ? bir birliğe da-
NESİR
BALIK
Sahilden bir adım içeride taşlara atılmış bir balık durmadan çırpınıyor, kendini yerden yere vuruyor.
Galsamalarının değdiği taş parçalan kan damlacıklarından benek, benek.. Ben, balıkçı, bir de koltuğunun altında bir yığın gazete tutan tenbel müvezzi seyrediyoruz bu şahane ölümü!..
açılmış, derin, derin içini çekiyor, ölüm onu yerden yere vuruyordu.
Balık bağırmadan, karşı koymadan, kendini kıskıvrak saran ölümün pençesinde..
Başım döndü, içimde bir isyan şahlandı. Kollarım kendiliğinden yerde kıvranan balığa uzandı. Onu gene hayatın içine atmak istedim.
Balığı tuttuğum sırada toprak yüzlü, yalınayak ihtiyar balıkçı koluma yapıştı; gözlerimin içine gözlerini dikti ve sert bir sesle:
— Bırak! dedi, keyf için avlanmıyoruz.
İzmir - İsmet KÜLTÜR
Editörlere
Basdırdığınız kitapların intişarını haber verebilmemiz için bire nüshasını ( POSTA KUTU-SU : 792 İSTANBUL > Adresine güderiniz.
te
Kıymetli ressam hikâyesinin nihayetinde şöyle bir mütalâa da bulunmuştur:
“Italyada halka resim kültürü veriliyor.,.
Bence mesele başkadır. Resim öğretilemez alaka gördüğü taktirde alâkadarlar tarafından benimsenir, hazmedilir.
Bunun nasıl mümkün olacağını da yukarda araştırmıştık.
"Halk için halkın faydasına hitap etmek„ bütün mesele bundan ibarettir.
Çamaşırcı kızların sanata olan sevgi ve alâkası ancak İtalyan resminin ilk doğuşundan itibaren halkın ananevi, dinî ve ahlâki hayatına tercüman oluşu ile izah edilebilir.
t
10 Kasını 1945
G U N
1
HİK
"AŞKA
Ne ayıp şey! Ne kötü başlık! Ne çirkin bir hikâye ismi.
Ben de böyle düşünüyorum. Hadi bırakalım bir .tarafa dünyayı; dünyanın halini. Türk toprağı içinde sevişmek... Hadi sevişmeği de bırakalım bir yana; bir dereceye kadar onu da yarı aç insanlar içinde var sanalım. Amma neden mevzu diye seçelim. Ne ayıp şey!
Ayıp olduğunu biliyorum. Dindar birisi “ günah bu zamanda! „ bile der. Hem ayıp hem günah doğrusu!
Doğrusu bu! Doğrusu bu amma, elimde değilse... Bir başkasiyle yalnızlığı bölüşmeyi canım çekiyorsa.. Yine hakkım yok, yine ayıp,. Allah belâmı versinl Aşka dair söz açarsam. Hikâyemin başına "Kıravata dair,, de diyebilirim.
Aşka dair söylenen sözler kafamdan geçiyor. Zaman zaman ben de bir şeylere benzetmeğe çalışıyorum. Bir tiren düşündüm. İki kişilik bir kompartıman, üst kattaki yolcu hangi istasyanda binecek; umurumda mı? Ovaları, karlı dağları, akar suları, kayaları, çölü, ovayı, küçük şehri, tirene bakan o gözleri, yolculara ayıp işaretler yapan çoban çocuklarını geçtik.. Gözümüze kırların, akan suların, küçük kulübelerin, öküzlerin. çoban çocuklarının, kiminin sükûnu, kiminin çağıldayışı, kiminin pençeresinin ışığı, kiminin hü-zünü, kiminin h a y r e t i, kızgınlığı çöktü. Bir şeyler söylememiz_ lâ-(ım, içimizden güzel şeyler geçiyor. Söylemeliyiz, işte yolcu da bindi. Konuşmağa başlamalıyız.
Beğenmedim. Aşkı seyahata, sevgiliyi iki yolcuya benzetmek de ne halt karıştırmak oluyor.?
Ekmek, yemiş, su, tuz... Say sayabildiğin kadar korku, gece, gündüz, yaz, kış, uyku, döşek de, söyle...
Ben aşka dair konuşmamalıyım. Yalnızlık koyuma taş düşmemeli.
Bir akşam üstü, insanoğulları şehrin bütün nakil vasıtalarını seferber etmişti. Taksi, tıramvay, otomobil, araba, hususî otomobil bir kısmına, kimine de parke, arnavut kıldırımı, asfalt düşüyordu. Piyau-go buya ! İnsan oğullarının bir kısmı için yol da bir nakil vasıtasıdır. Ayaklarımıza da tekerlek, eski biçimde birer tekerlek diyebiliriz. Ne farkı var asfaltla hususî otomobilin; tönelle parke taşının; arnavut kaldırımıyle tıramvayın?
Tıramvaya binmekdense yüksek kaldırımı tırmanmak üzere, dört arkadaş işten çıkmıştık. Şendik, gürültücü idik, cebimizde uç, dört lira vardı, şehrin ışığına ko-şuyorddk. Vay anasını, I dünyada ne güzel kızlar vardı. Bir dakika göz göze gelir; dünyaya rengini değiştirirdik. Olur mu olurdu.
Kaç akşamlar böyle içimizde atik bacaklı bir kızla tanışıvermek, dost oluvermek yalanı geçti. Bana nasip olmadı bu yalan! Amma olana oldu. Hattâ içimizden ikisine birden bu piyango düştü. Onların başından geçti, bu aşka dair hikâyeleri bana nakletmek düştü. Benim başıma gelmiş değil.
Arkadaşlarimdan birinin güzel gözleri vardı, üst dudağında sarı bir bıyık pırıl pırıl parlardı, saçlarında bir kestane, kumral, koyu kırmızı dumanlı bir ışık yanar dö-■erdi. En kötü elbiselerin hastalıklı, zayıf vücuduna bir oturuşu vardı!... Bunlar vardı, yalan değil.
Sait Faik ABAS1YANIK
Kızların onu seçmeğe hakkı vardı.
Kıza gelince; kolları, bacakları bayağı adaleliydi Yalnız bir teni vardı. Kafasını bir sallayış sallardı. Belini: mübalâğasız, gösterişsiz yürürken tabiî bir büküş bükerdi!.. Kaşını, bir tanesi bir az yukarıya kalkık kaşını ötekisile bir, birleştirir, birleştirirdi.. Hepimiz aşka dairdik. Onu görür görmez hepimiz aşka dairdik. Yolumuz üstüne her akşam çıkardı. Suratımıza bile bakmazdı. Bana öyle gelirdi. O sarı bıyıklı arkadaşımla bir arada bakışırlarmış bilmem ki.. Ben bu bakışı yakalasam kendime sanır, bir iki akşam yatağımda uyumadan evvel tatlı, tatlı kaşınır, hülya kurardım. Yazık ki kızların o arkadaşımıza baktığının farkında bile değilim. Günün birinde olan oldu- Bu işte hepimizin içine bir acı yapıştı. Yanmayan da yandı. Güzel arkadaşımızla tatlı kız seviştiler. Bize evvelâ lâkaydı, sonra hüsran, sonra başka bir takını hisler yapıştı...
Arkadaşımızla insanoğlu’nun güzel günlerinin geleceğini konuşurduk. tnsanoğlu’nnn bugünkü halinden söz açardık.. Aşktan bahseder olduk.
Güzel arkadaşımız çirkinliğimize, halimize acıdı mı nedir ? Onu bize takdim etti. Bir müsabakaya da giriştik. Şairimiz şiirini okudu. Birimiz iyi dünyalardan, dünya görüşünden dem vurduk. Ban aşka dairdim. Derdim jki :
— Hanimi» cni raiıHil. rM-rr*-' miz aşka dairdik. Sen onu seçtin hakkın, Arkadaşım bu ara kızarırdı. Ben devam ederek:
— Senin hakkmdır, kadın seçecektir.
Genç kız cevap verdi.*
— O hayvanlar da öyle derdi. En kuvvetlisini, ama ben en kuvvetsizini seçtim.
Bir tanemiz - güzelliğin kuvveti, diye bir lâkırdı atardı. Bir diğerimiz - boksor kuvvetine benzemez, diye ötekinin cümlesini tamamlardı. Gülüşürdük.
Birimiz müstesna, üçümüz işçi sınıfıydık. Kafa işçisi diyelim de kol işçisinden ayrılalım. Çünki aramızdaki bize biralar ikram eden, paralı, zeki, şöhretli arkadaşımızın mevcudiyetinin manası kalmayacak sonra.
Dostlarım uzatmıyalım hikâyeyi. Bitirelim şu aşka dair’i. Aramızdaki apartman, şöhret, para sahibi bu kuvvetli işçi kızını hem bizden, hem güzel arkadaşımızdan cayırdı aldı.
Cüzel arkadaşımız Heybeli Sa-natoryomunda dört ay yattı. İyileşti maşallah; zar, zor işe geliyor hani insan hikâye yazarken orada öldü de diyebilir. Be n diyemem, sevmem insan öldürmeyi.
Biz zengin arkadaşımızı feda etmeğe mecbur kaldık. Hani cesaret gösterip te yaptıklarını ayıpladık. Namussuz eri dedik sanmayın. Hayır! O bizim yanımıza gelhıeğe bir müddettir çekiniyor yaptığı mühim şey değil ki. Her zaman olağan şey. Kızla beş ay beraber yaşadılar. sonra onlar da ayrıldılar.
Siz bilir misiniz Beyoğlundaki “Şelâle Saz.. ını ? Bir acayip yerdir. Bir akşam yolumuz düşse oraya giderseniz “Üsküdarlı Sevim„ diye sorun. Size gösterirler. O akşam orada yoksa, size melez bir Arap karısını işaret ederler; ona sorarsınız. Ben biliyorum onun size söyliyeceğini: — Sevim mi ? Ha ! O bu akşam "komple,, dir, der.
HAYATIN İÇİNDEN
Devlet Himayesi Ve Sanatkâr
Aziz NESİN
Her devlet kendi propagandasını yapmak için sanatkârın yardımına muhtaç olmuştur. Şarkta ve Garpta sarayların h maye-lerine, kral ve padişahla rın sahavetine mazhar olmuş, her mısraı, her cümlesi altınlarla ödenmiş bir çok sanatkârlar tanıyoruz. Fakat bu sanatkârların çoğu, saraya intisaplarından evvel şaheserlerini ve-miş bulunuyorlardı. Şahane bir himayeye mazhar olduktan sonra ekseriya alelade olmaktan ileri geçememişlerdir. Halbuki son asra kadar sanatkâra yapılan himaye, bugünküler gibi, sanatkârı dar bir çerçeve içinde hapsetmek kayıt altına almak demek de değildi. Buna rağmen, resmî bir sanatın cenderesi içine dahi girmedikleri ve yalnız himayesini gördükleri tahtın methiyesini yapmaktan başka bir vazifeleri olmadığı halde, saraya intisaplarından sonra aldıkları atiyeler bahasına verdikleri eserlerin sanat kıymetleri, kuru bir namdan ileri geçememiştir.
Ya hele bugünkü gibi, sanatkârlar ideolojilerin müdafaasında âlet olarak kullanılsalardı, ne Fir-devsi şehnamesini yazabilir, ne de, muztarip arkadaşı Beethoven’in dostluğunu feda uğruna saray himayesini kabul eden Goethc adını bugüne ulaştırabilirlerdi.
Sanatkâr, ideolojilerin üstünde, propagandanın dışında, resmî himayelerin üniformasından azade kaldıkça, yani sonsuz bir hürriyet -JyinAf.vtıUdğnfi a lak î sanat” eserleri verebilir. Yoksa kurulmuş bir saat gibi, mutarrit tiktaklar-dan. saat başlarında yani resmî tören ve bayramlarda dan dan I... diye Ötmekten daha ileriye geçemez. Sanatkâr, yalnız kendisinin olanı söyler, yalnız inandığı fikrin savaşını yapar.
İktidarı elinde bulunduranlar için, sanatkârı memur yapmak gibi bir taltifle, yahut bunun tam tersi bir tehdit siyaseti ile. sanatkârın ağzından iktidar ideolojisini konuşturmak ne kadar suçsa, inandığı bir fikri söylerken sanatkârın ağzını iktidarın eliyle tıkamak ta o kadar suçtur, ayıptır.
Bütün bu sebeplerle, yerin dibine geçen Faşizm ve Nazizm dünyasının üniformalı ve teneke nişanlı sanatkârlarından yarına hiç bir iz kalmıyacaktır.
Bizde de bir sanatkâr himayesi vardır. Bu himaye, sanatkârı memur yapmaktır. Bunun bir çok misallerini gösterebiliriz. Ya-kup Kadrı’yi, Ruşen Eşref’i, Hamdullah Suphi’yi, Fazıl Ahmet’i hatta Yahya Kemal’i bu himaye söndürmüştür. Devirlerini tamamladılar mı diyebiliriz? Ne verdiler ki, devirlerini tamamlamış olsunlar, Meselâ Hamid, sefaret
Anadolulu pir manifatura tüccarından yahutta Beyoğlulu bir yemişçi, bir birahaneciden o akşam için izinli ise masanıza çağırırsanız, size söyleyeceklerini gene biliyorum :
— Uğrumda verem olup'ölenler oldu. Sen ne diyorsun züppe!
Akşam hele biraz fazla içmişse bizimle, bizimze konuştuğu günleri hatırlarsa:
— Ne en kuvvetlisini, ne en güzelini...
Sigaradan sararmış elini göğ-siiuüzün yan tarafına vurarak : Erkeklerin en paralısını..* Şu dünyada haklı olmayan kadın varımdır?
Bizim Ansiklopedimiz :
ADALET: Hür bir cemiyette, hür bir mahkemenin, hür kanunlara dayanarak asılmasına karar verdiği adamla’ beraat ettirdiği adamın bir arada temsil ettikleri mefhum.
SANAT*. Alınıp satılması yasak olan, hür kafa ile hür bir ruhun işbirliğinden doğan eser.
SANATKÂR: Saray ve konak kapılarında dilenmiyen, bağımsızlığını geçim pazarında mezata çıkarmıyan, güzele, iyiye, doğruya ve ileriye gönül vermiş adam.
PLÂNLI EKONOMİ: Vazifelerin ve rakamların birbiri ardınca gelişi güzel sıralanmasile değil bütün bir milletin elbirliğiyle, amelî ve canlı faaliyetiyle meydana gelen tekniğe ve teknik kadrolara dayanan istihsal ekonomisidir.
TARİH: Hep birlikte altın aramıya çıkmış milletlerin ve insanların daha ilk adımda başlıyan boğuşmalarının maceralaJindan ibarettir.
HARP: Milletleri idare ve istismar edan azlıkların mukaddes demagojisi.
ENTERNASYONAL ADALET : 1) Yirminci asra kadar dünya nimetleri üzerindeki arslan payını baş pehlivanların inhisarında tutan yüksek nazariye.
2) Belki 30, uncu asırda, vücuduna lüzum kaluuyacak olan tabir.
EKMEK : Asıl sahiplerinin yiyemedikleri acayib bir meyve.)
ALTIN: Asalet, Levs, Tahakküm, Vurgun ve Nahvet kelimelerinin ilk harflerinden teşekkül etmiş bir hükümranlık-
İLİM : Ancak Üniversite tarlalarında yetişen faydalı bir mahsul.
KÖYLÜ: Öküzü ölünce sabana kendini koşan bir yoksul. Bizde bir çok ad taşır... "Velinimet,, efendi vesaire...
ÖLÜM: İnsanlık tarihin son satırı. Atomdan sonra kaos, ondan sonra da tekrar taş devri başlıyacaktır.
ŞEYTAN: İkinci cihan harbini seyrederken sekteyi kâlpten ölen uamuskâr bir dünya vatandaşı,
ADİLOĞLU
Parts İşçi üniversitesi Derelerinden ;
Etiennc Fajon fl
. fAi.’i'.U'ı ! UK PUUHLemleri
Türkçeye Çeviren :
Etat Adil M O S T E C A P L ! O Ğ L U
Pek yukında yayınlanack olan bu harikulâde eseri şimdiden I) arkadaşlarınıza tavsiye ediniz.
GÜN’ÜN YAŞAMASINI İSTİYORSANIZ ABONE OLUNUZ. HERKESE OKUTUNUZ VE YAYINIZ
başkâtibi, maslahatgüzar, sefir, mebus, şu. bu olmuş, fakat şair olamamıştır. Hem de bütün iddialara rağmen şair değildi.
Şüphesiz marifet, hele sanat marifeti iltifata tabidir. Fakat sanatkârı masa başında zincire vurmak, elini evrak imzalamak için kaleme bağlamak, dilini resmi dairelerin kamusuna uydur t-mak, iltifat olmasa gerektir.
Sanatkârı himaye lâzımdır, memur yapmak himaye değildir. Lâzım olan himaye, belediyenin ödediği kira ile Hamidi Maçkapa-lasın bodrumunda oturtmamak. Mahmut Yesari’yi kan kusarak öldürtmemek, Osman Cemal’in karısını kocasının eski elbiselerini satıp geçinmeğe mecbur bırakmamaktır.
p"k Ynkında :
SOYYETLER BİRLİĞİNDE İLİM ve KÜLTÜR
Türkçeye Çeviren :
E tat Adil M0STAPCELOĞLU
Pek Yakında ;
Demokrat Milletler İdaresi
Birinci Kitap
SOVYETLER BİRLİĞİ NASIL İDARE OLUNUR
İkinci Kitap
BİRLEŞİK AMERİKA CUMHURİYETİ NASIL İDARE OLUNUR
Eıat Adil tara finden hatırlanan bu yeni eteri bekleyinit.
Görüş Farkı
Patron Nasıl Görür.; Müşteri Nasıl Görür?..
DİKKAT
Gaket _• nizi ı okuyucularımıza bir kolaylık temin etmek, hem y.ı.; ı ; i genişletmek maksadiylc yeni bir abonman tarifesi \ a ' ' .
Abone bedellerinin, mektupların, yazıların şu adrese gönderilmesini rica ederiz : POSTA KUTUSU : 762 İstanbul
Yeni Abone Ücretleri ;
3 Aylık: 1 Lira Altı Aylık 2 Lira, 9 Aylık: 3 Lira Yıllık 4 Liradır.
GÜN
Şen Çocuk
HAFTALIK ÇOCUK DERGİSİ
Çocuğunuz, kardeşiniz, akrabanız için düşünmeden alacağınız romanları, hikâyeleri. 6 renkli resimleri ile beraber tamamen yerli olan yegâne çocuk mecmuasıdır. Kurban bayramında çıkıyor.
Yıllık Abone 5 Lira, Her say! 10 kuruştur.
HAFTALIK KÜLTÜR AKTÜALİTE GAZETESİ B İ R Yayınevi — Posta Kutusu: 28 - F A T I H
KÖYLÜ DÜNYASI:
BUĞDAY İSTİHSALÂTI
Bu sütunlarda arada bir, toprak mahsullerimiz üzerinde gazetemizin temsil ettiği fikir çerçevesi içinde ve tamamile objektif olarak incelemeler yapacağız. Bu gün mevzuumuza buğday ile giriyornz.
Her iş şubesinin bütün problemlerinin muhassalar ve bütün ekonomi yollarının sonu VERİM meselesidir. İstihsal ekonomisinin unsurlarını teşkil eden emek, sermaye, iş mevzu, teknik ve başlı başına bir sanat olan işletme muhasebesinin bütün organimi verimin artırılması gayesini güder.
Biz insanın maddi ve mânevi emeklerinin mahsulü olan verimi refah, sağlık kültür ve adalete tahvil etmek suretile insan saadetini yaratan bir kuvvet sayıyoruz. Esasen ileri bir işletme sistemi dediğimiz şeyde verimin artırılması yo-lunda ve toprak üzerinde tatbikı-n a girişilecek olan ilmi bir metoda ve teknik kuvvetlere davanân mücadeledir.
Bu mücadeleyi ziraat ekonomisi ve onu destekleyen diğer ilim ve teknik şubeleri temsil eder
Bütün bu gayretlerin gayesi de kısaca toprağın verimini aı ttırmak-Un ibarettir. Halbuki köylerimizde ■fiıp/tlgm vrn/rrrn.' -teİHlık
imkânlar yoktur. Bu sebeple toprağın verim nisbeti daima her yer- | den daha düşüktür. Değerli bir , ziraat alimimizin İtalya’dan vaktıle | getirmiş olduğu Mentani buğdayı İtalya’nın bazı bölgelerinde bire 25 — 28 mahsul verdiği halde işletme sisteminde ki gerilik dolayı-sile bizde hiç bir zaman bu nisbet bire 12 yi geçmemektedir.
Türkiyede buğday ekilen topraklar bütün ekili arazisinin yüzde 35—38 ini teşkil eder. 1941 yılında bu nisbet yüzde 37 idi.
Son üç yılın buğday ekiliş ve mahsul vaziyeti şöyledir.
Buğday ekilen
Alınan mahsul
yıllar [Hektar] [Ton]
1940 4381420 4067950
1941 4407989 3483981
1942 4369455 2000405
RAKKAMLAR - GERÇEKLER
■ Bütün dünyada, Sovyetler Birliği hariç, 1941 yılında 104,130,000 hektar buğday ekilmiş ve Rusyada dahil olmak üzere 145,546,000 ton buğday istihsal olunmuştur.
1941 yılında dünyada dn çok buğday istihsal etmiş memleketler sırayla şnnlardır:
İl Sovyetler birliği 20 milyon, Birleşik Amerika 12 milyon, Kanada 8 milyon, Hindistan 5 milyon, İtalya 3,5 milyon, Türkiye 3,4 milyon ton.
İl 1942 yılında Türkiyede en çok buğday istihsal eden vilâyetlerimiz şunlardır.
Konya 196, Ankara 130, Yoz,-gat 112, Eskişehir 88. Seyhan 83, Niğde 82 bin ton. 1942 yılı buğday istihsali bakımından en verimsiz yıllardandır.
U 1941 yıkıda ise Konya 414, Ankara. 2C6, Sivas 153, Yozgat 134, Urfa 121, Afyo.ı 120. Denizli 117 bin to.ı buğday istihsal etmişlerdi.
% Bütün Türkiye buğday istih-selatinin 1941 yılında takriben yüzde 12 sini Konya, yüzde 6 sini da Ankara vilâyetleri elde etmiştir.
Bu rakamlar da gösteriyor ki. verim nisbeti çok düşüktür 1938-1941 yılları verim vasatisi hektar başına 970 kilodur. Bazı memleketlerde buğdaydan hektar (takriben on dönüm) başına ekilen mahsul miktarı ise şöyledir :
I
Kilo
Hollanda 3080
Danimarka’da 2350
Isviçre’de 2850
Almanya’da 2280
Ingiltere’de 2180
Fransa’da 1590
Yugoslavya’da 1100
Türpiye’de 970
Memleketimizde verimin Hollan-dadan üç defa daha az oluşu toprağının fena oluşundan değil, bilgimizin, tekniğimizin, sistemimizin eksik ve gelişi göze! oluşundandır.
Türkiye’de nüfus başına ortalama 193 kilo buğday düştüğünü ayrıca hatırlarız.
A Ğ I T
I
Nihayet bir derde düçar olduk Derdimiz, dağlardan yücedir Devası bnlunmaz, tarifi müşkül dedik,
Bir ağıt yakmak dildik, ,c$i iUpcdenw. Canına kıyılan İnsanoğluna.
İşte gene geldi baharın * yazı, Lâkin çobanaIHntanlnr. tarla kuşları
Destur alıp yenibaştan öter m - ola? Açmaz badem çiçekleri,
Namı büyük, şanı büyük şu dağlar Kahrından yarılıp, yıkılır, göçer m - ola?
Gökyüzünü karartmaz mı acaba Yetimlerin ve dulların tasası? Kardeşim, ne zaman dolacak söyle, İnsanoğlunun çilesi.
Ne zaman herkes alacak nasibini hürriyetten? Nc zaman pervasız söyleyecek şarkısını — Maraş bağlarında salkım salkım üzüm var. Ey gözü kanlı zalim: sana bir çift sözüm var: Şahan gibi hür geldik, hür gideriz bu dünyadan. Hürriyct'den geçmeyiz, keçsek biie yârdan.—
II
İki şahan geliyor karşıdan - beri Birin kan tutmuş, biri yaralı. Gayri pervaz eylemişler yangın yerinden.
Llsan-ı hâl ile söylerler bize : Memleketlerine giren yabancıların Hürriyeti nasıl kurşuna dizdikleri ni, Nasıl dövüşGldüğünil şehir, şehir, sokak sokak, Ne kadar kan döküldüğünü. Hürriyet sever delikanlıların Yaşamak İçin nasıl öldüğünü.
iki |»han geliyor yavaştan yavaş. Yüreğim kan ağlıyor içerim nteş. Düşünürüm: delikanlılık nasıl gitmiş sıladan, Karanlığa karşı nasıl dîSvtfşBlmüş? Amn şimdi kimisi elsiz ayaksız dönmüş.
Orada kamış kimisi, gayrı yaşamaz Karlar arka.ına, ü,Hınca
Oy anam, oy garip anam Derdimiz âlem derdidir
Dağlar taşımaz.
Atilâ İLHAN
GÜN
Imtlyaz Sahibi ve Neşriyat Müdürü: Haşan Tnnrıkut.
Cağaloğlu yokuçu. Nnrlıbahçe soknğı No: 9 Kat: 3 - Istnnbul Yıllığı: 4, Altı aylığı: 2, Üç aylığı I Liradır
Birinci frayfn başlık 8 Lira, Dördüncü aayfa ballık 6 Lira, Diğer sayfaların santimi 50 Kuruş YARATIŞ Mürettiphanesi. Baskı TAN Mntbnnnı
Mileaala ve Başmuharriri : F.snt Adil Müatecnplıuğln
İdare Yeri Abone Şartları : İlân Şartları : Dizgi:
İKİZLER
ADİLOĞLU
— Ey güvercin bakışlı güzel çocuk : Ceyran dağlarında otlattığın keçilerini mi kaybettin! Niye ağlayıp duruyorsun öyle!..
— Biz ikiz kardeşdik.. el ele verir gezerdik, her ayak basdığı-mız yer taptaze çimenlik olurdu. Gönlümüz yıldızlar kadar rahat, gökler kadar genişti., şimdi görüyorsun: İşte bak ne hale geldim..
— Peki, kardeşine ne oldu ki.. — Onu bir gün, kolundan tutup zorla benden ayırdılar.
— Buna sebep ne idi.. Bu zorbalığı kim yaptı?.
— Biliyorsun ki, benim adıma Ceyran dağlalarında “ İlim „ derlerdi, kardeşimin adı da “ Hü-riyet „ di..
Çok iyi hatırlıyorum, siz o zamanlar daha küçücükdünüz, sizin bir çok dayılarınız, akrabalarınız vardı. Galiba bir de Volter adında bir amucanız olacak..
9 — Onu çoktan kaybettik.. Bizi bir zamanlar Emil Zola dayımız büyüttü.. Sonra bir gün Bet-hove’nin memleketinde dolaşırken JgaJları işaretli, belleri tabancalı şahıslar* İtazi tevkîlT" elitte fi larca zindanlarda kapalı tuttular.. Bir gün bana, artık eziyetli günler bitti serbestsin dediler..
U — Peki ya kardeşin..!
I — Tevkif edildikten sonra o-nu bir daha göremedim., zindan çıkar çıkmaz aradım, soruşturdum.. Bir gün ihtiyar bir adamdan; “kardeşin, belki kurtulup Türkiye ye kaçmıştır,, dedi..
H — Demek sen, onun için burada bulunuyorsun., geleli çok oldu
mu?
— Onbeş gün kadar..
— Peki, kardeşini nerelerde soruşturdun., sana ne dediler.?
Geldiğim gündenberi belki rastlarım diye bu kapıdan ayrılmıyorum.
- Niçin hep bu kapıda bekleyip duruyorsun, başka yerlerde de soruşdursana..
— Biliyorsunuz ki, biz daima ünüversite bahçelerinde oynardık.. Emil Zola dayımız tenbih eder, sakın buradan ayrılmayın derdi. Bilmez misin Volter amuca bir gün
Demokrat Terbiye
Lütfiye GÜÇLÜ
Çok eski, üzerinde çok konuşulmuş bir konu; kitnplardn yer almış, terbiye ve usul derslerinde hararetle anlatılan, Millî Eğitim Bakanlığınca her fırsatta teyit ve tekil edilen ideal terbiye prensipleri.. Henüz tenkit ve tedrip sistemi karşısında "güzel fakat tatbiki mümkün oİmıyan hayali bir şey..,, diye telâkki edilmektedir. Dış hayatta dn dört başı mamur, refah ve saadet içindeki demokratik insan hayatının bir '‘hayali mühal,, telâkki edildiği gibi....
Her çocuk evinde başka türlü muamele görürmüş.. Evde nnn( baba kavgasını dlnliyen, sarho? babasından veya sinirli annesinden daynk yemeğe alışmış bir çocuğa siz okulda "yavrum, çocuğum !la hllsp «.dcrsenlz^al sindlrmlye, riyakâr
İŞÇİ DÜNYASI :
GREV YASAĞI
Grev, hukuki bakımdan, işçilerin kendi aralarında ve kendi menfaatlerine uygun bir şekilde işi terk etmek hakkına denilir. Bu hakları kullandıklarından dolayı işçiler kanunen suçlu sayılamazlar. Bütün demokrat milletlerin iş kanunlarile. ceza kanunlarında ancak yağma ve tahrip gibi hareketler yasak edilmiş ve cezalandırılmıştır.
Grev, insan emeğinin istismardan korunmasını temin eden bir müdafaa vasıtası olduğu için kanunlar bu hakkın kullanılmasını serbest bırakmışlardır. Halbuki 1936 yılından beri yürürlükte olan 3008 numaralı İş Kanunumuzla grev yasak edilmiş, Türk işçilerine bu hakkın kullanılması yasak edilmiştir.
İş Kanununun 72,73,75 inci maddelerde 127-131 inci maddeleri nelerin grev sayıldığını ve grevciler e verilecek cezaları tayin etmektedir.
Kanuna göre şu hareketler grev sayılır ;
1) 50 kişiden az işçi kullanılan yerlerde 10 işçinin,
2) 50-500 işçi kullanılan yerlerde beşte birinin,
3) 500 den yukarı işçi çalıştırılan yerlerde ise en az 100 işçinin
_hep birlikte ve birdenbire işi bırak maları, ' - —
4) Yukarda yazılı nisaba uymasa bile işi ehemmiyetli surette atalete uğratacak olursa en az üç işçinin birlikte işi terketmeleri.
ne kadar kızmıştı kardeşime., beni bırakıp yalnızca Versaya git-ti diye..
— Belki içeridedir, hiç gidip rektörden sormadın mı?
— Sormaz olur muyum..
— Peki, ya nc cevap verdiler.?
— Biraz sertçe konuştular.. Bu isimde kimseyi tanımıyoruz dediler. Ben, nasıl olur bizi her yerde tanırlar, diye İsrar edince, oradakilerin hepsi birbirlerine tuhaf tuhaf bakışmaya başladılar.. Ben neredeyse ağlayacaktı m..
Ya sonra ne oldu..
Rektör hızla ayağa kalktı, yüzüme dik dik bakarak mânası nı iyice anlayamadığım bir şeyler söyledi..
— Neydi o söylediği., hatır-
çalışmamakla kalmaz, üstelik başınıza çıkarmış....
Eğer bir kısım vatandaşlarımız çocuklarını dövecek ve kendi aile ha-yatlnrlle yavrularına bilfiil kötü örnek alacak psikolojik ve sosyal durumda İseler ve biz henüz meseleyi kökünden halletmlyc muktedir değilsek, yapacağımız İş okulda ayni yanlış, ayni fen.ı metodu mu tatbik etmektir? Evinde dayak yiyen çocuğu bir dc biz okulda mı insani muamele* den mahrum edcllın?
Neden, niçin? Otorite namına mı ? "bizim znvnllı otoritemiz,,. .. Cemiyete korkak, şahsiyetsiz, fırsatçı, riyakâr, dalkavuk, mütereddi, kuvvete tapan fertler yetiştiren otoriterAlz..
Şüphesiz bu, en kısa ve en az yorucu bir yoldur. Çocuk küçüktür, zayıftır, yetkisizdir. Öğretmenin çatılan kaşları, sesinin tonu onu der-blr İtaate
iş ihtilâfını yapılan işi
5) Ayni şartlar altında fakat başka bir yerdeki toplu desteklemek maksadile terk etme hareketi.
Müstahdemlerin bu yan hareketlerini de kanun grev saymıştır.
Cezalar:
1) Yukarda gösterilen 1, 2, 3 üncü fıkralarda yazılı grevcilerden her birine 10-100 lira ceza kesilir.
2) Grevciler devlet müesseseleri işçileri ise para cezasına 1-6 aylık hafif hapis cezası da eklenir.
3) Eğer grev amme müesseseleri idare ve kararları üzerine tesir ve tazyik maksadiyle yapılırsa grevcilere 2 aydan iki seneye kadar hapis cezası verilir.
Kanun daha buna mümasil bir takım cezayı artıcı sebepleri tayin etmiştir.
Bu kanun, başta söylediğimiz gibi Türk işçisinin bazı hürriyet ve haklarını tamâmile kaldırmış» bazılarını da kayıt altına aldırmıştır. 1936 dan önce Türkiye’de de başka memleketlerde olduğu gibi işçilere grev hakkı tanınmıştı. Türkiyede Balya maden işçilerinin 17 gün süren grevi grevler tarihi bakımından sonuncuyu teşkil etmektedir.
şartlara u-
İş Kanunumuzun da, değiş mesi ve demokratlaştırılması icab eden kanunlar aı asında yer alması lâzımdır.
lamıyor musun?
— Galiba şöyle dedi: * Sen yabancı bir ideolojiye benziyorsun.. çıkar pasaportunu göreyim» yoksa şimdi seni polise teslim ederim „..
O A A
Zavallı çocuğun hali pek perişandı.. nemli gözlerini oğuştura oğuştura yüzüme bakıyor, benden bir cevap bekliyordu, kendisini teselli ettim. Kardeşin her halde Türkiyededir. Biz de onu çoktan beri arayıp duruyoruz. Hükümete de haber verelim, her halde az zamanda rastlaşır ve birbirinize kavuşursunuz, dedim.
Çocuğun güvercin bakışlarında sevimli pırıltılar belirdi. Yanından ayrılırken dudaklarına bir ümit tebessümü yayılmıştı..
sevketmiye kâfidir. Fakat o kadar... Baskının vc korkunun bir an üzerinden kalkması ona hemen okul adap ve muaşeretini unutturur... ve ortaya en başa çıkılmaz, İslah edilemez bir çocuk çıkar..
Çocuk niçin okuduğunu, neden kırık veya yüksek not aldığını, neden beğenildiğini veya tenkid edildiğini, nerede, nasıl hareket etmek Icabettiğini bilmelidir... Ancak çocuk bu hale getirildikten sonradır ki kendi kendini terbiye, hür terbiye bir hayal olmaktan çıkar. Bu, tahakkuku ve tatbiki güç bir şey de değildir. yalnız çocuğun insan yavrusu olduğunu unutmıyarnk uzun bir sn* tarla. onun hassas cephelerini tahrik ede ede, sevgi ve şefkatimizi cömertçe vere vere İzzetinefis sahibi istediğimiz manada İtaatli vc çalışkan çocuklar yetiştirebiliriz..
Yaşama şartları pek çok çocuklar Içln-her sınıf için bir başka ba-kımdnn-daynnılmıyacak kadar acı ve gayri müsaitken bir dc biz, onların betbahtlıklarını art t ırmıynl un. Onların şahsiyetlerini ezmlyclim. Yarım milletimizin mukadderatını ellerine teslim edeceğimiz çccuklarn hür ve şerefli, inanç sahibi birer İnsan olmak gururunu verelim..
Esasen çocuklarımızın kaçta ka çı okul sıralarında oturabiliyor?
WKCUS K
U- Varvy
îprof ınd^n
İNSANLIK İDEALİNİN FEDAKÂR HADİMİ EŞSİZ KAHRAMAN ATATÜRK, VATAN SANA MİNNETTARDIR.
I. İNÖNÜ
CUMARTESİ
10
KASIM
1945
GÜN
HAFTALIK KÜLTÜR « AKTÜÂLİTE GAZETESİ
YIL : 1
SAYI: 2
10
Kuruş
BENİM FANİ VÜCUDÜM BİR GÜN TOPRAK OLACAKTIR; FAKAT TÜRKİYE CUMHURİYETİ İLELEBET PAYİDAR KALACAKTIR.
K. ATATÜRK
NE İRTİCA,
NEDE ANARŞİ
£«(V Adil MÛSTECAPLIOĞLU
Tarihin akışı İçinde ve türlü şartların bir araya gelmesi suretiyle millî bir olgunun asmaya doğru yol almakta bulunan milletimizin günlük büyük meselelerinden biride Tiirkçenin ya-banc* kelimelerden temizlenmesi dâvasıdır.
Günlük değerini asla kaybetmemiş olan bu dâvanın, hakikatte en az yüz yıllık ömrü vardır. Selçukların OsmanlIlara bıraktıkları miraslardan biri de Arap ve Acem karışığı bir dil ve bir de kalıp ve mazmun budalası bir edebiyattı. Osmanlı derebeyliğinin mümessilleri, zadegân artıkları ve kapıkulları bu dil ve edebiyat terekesinin başına üşüşerek yüzlerce yıl onunla geçinmeğe çalıştılar.
Öte yandan, asıl halk kütleleri ve bu kütlelerin hakikî mümessilleri kendilerini köleleştiren saraya karşı olduğu kadar, saray uşaklarının diline ve edebiyatına da karşı koymanın yollarını aradılar. Halk dili ile halk edebiyatı; halk mukavemetinin yanı sıra yaşamakta, gelişmekte devam ede-geldl.
Türk milletinin, şarka karşı garp üstünlüğünü sezmiye başladığı sıralarda, terkipti, süslü, yapmacık dil ve onun meydana getirdiği edebiyat da kendini tutan zümre ile birlikte sarsılmıya başladı. Adım adım, kademe kademe yükselen, artan, ilerliyen bu hareket bir yandan bizi şarktan uzaklaştırıp garba yaklaştırırken, öte yandan da demokrasinin İlk pırıltı-tılariylc memleketimizi aydınlatmnya çalışıyordu. __ ----------
Dilde ve edebiyatta sadelik, adını taşıyan bu hareket, Türk demokrasisinde bir başlangıç, halka değer vermeye, ona yaklaşmaya doğru atılmış bir adımdı.
Şair NEDİM’de. ŞEYH GALİP’dc duraklaya, duraklaya yürüyen bu hareket siyasî cereyanların da yardı-miyle Tanzimatın peşinden birdenbire dalbudak salıverdi. Her bakımdan büyük bir ihtilâl adamı olan AHMET VEFİK PAŞA dilde sadelik dâvasını bir bayrak gibi tek başına taşımaya ve dalgalandırmaya çalıştı. O büyük adam Bursa, Balıkesir. Kütahya vilâyetlerindeki aşiretler arasında geçirdiği uzun ve mücadelcli hayat içinde, bugün bütün dilcilerin gizil gizli karıştırıp kendi Icadları gibi ortaya attıkları halis, yerli malı LEHÇE’l OSMANî yl meydana getirdi. Bu eser de, Türk milletinin köy köy, şehir şehir tedavül eden öz Türkçe kelimeleri devşirilnolşti.
Ahmet Veflk Paşa UYDURMASYONCU değildi. Halk dilindeki kelimeleri derlerken bir FİLOLOĞ gibi davranmıştı. Bu büyük adamın açtığı çığır, Edebiyatı Cedide ve Fecrlatl irtl-calarına karşı koyarak Genç Kalemler ve Millî Edebiyat cereyanları na da kaynaklık etti.
Meşrutiyet demokrasisinde Türkçülük cereyanı millî sınırları aşmalıydı, Turancılık gibi faşist bir ideolojiye sapmamış olsaydı öyle sanıyorum ki, Ahmet Vefik Paşanın büyük bir şuurla ele almış olduğu bir dâva raydan çıkmamış, soysuzlaşmamış olurdu.
Ylllnrdnnberl, kendi köşemden, sıkı bir müşahede altına aldığım, ve fırsat düşdükçe, kendi çapımda kritiğini yapmaya çalıştığım dil meselesinin ana unsurları şrınlnrdan İbarettir:
1 ) Selçuklnr OsmanlIlardan. OsmanlI devrinden de bize İntikal ede-gelen zü m re. knpukulu dili, yani A rap
ı -Acem - Türk KARMA dili temlzlen-| mell, yabancı gramerlerin artığı terkiplerle. halkın hâlâ yadırgadığı kelimeler tamamlyle atılmalıdır.
2 ) Anadolu ve Trakya'da Türk halkları arasında tedavül eden ve millî tekâmülünü az çok tamamlamış olan bütün kelimeler münevverlere, muharrirlere tanıtılmak üzere derien-mell ve bir YERLİ TÜRKÇE KELİMELER KAMUSU yapılmalıdır.
3 ) Bir yandan, Arap ve Acem
kisvesi taşıyan kelimelerin atılma-siyle boş kalan yer doldurulmalı, öte yandan ilim ve tekniğin gelişmesinden doğan zaruretler karşılanmalıdır.
Bu sonuncu mesele, büyük bir ifrata ve uydurmasyonculuğa dayanan bugünkü dil politlkasiyle asla çözülüp, başarılamaz. Bugünkü ileri tekniğin ve İlim hareketlerinin ortaya koyduğu zaruretleri, bu zaruretlerin asla mevcut olmadığı, devirlerin lehçelerinde aramak, yani ırk köküne gitmek UYDURMASYOCULUĞUN ba$-lıca sebebidir.
Meselâ ATOM kelimesini ele alalım : Bu yabancı kelimeye karşılık aram ık için ne ırk köküne, ne de millî köke baş vurmanın mânası yoktur. Bnuu her millet gibi biz de olduğu gibi almaya mecburuz. Naşı ki, otomobil, kamyon, lâstik karbüratör gibi kelimeler! aldıksa. İçine düşdüğü-müz ikinci manasızlık şudur : Millî köke mal olmuş, halk tarafından tn-m.ımiyle benimsenmiş, Türk gramerine tamamlyle ayak uydurmuş başkaca karşılığı da bulunmayan eski Os-manlıcada ki halk kelimelerini değiştirip ırkçı bir zihniyetle Uygurca’dan Çagataycadan KAZGAN. YAZG AN gibi kelimeler idhal etmek veya ÖZET gibi kelimeler uydurmaktır. Bay veya bayan tâbirleri bile o kadar mec- I buriyetlere rağmen bir türlü halkın > iç ve samimi hayatında yer tutama- . m ıştır. _____ ■_____
’ıçıııd Huştuğilmüz üçüncü 'mâna-sizlik şudur : Bir yandan yaba'ncıdır diye az çok halk tarafından benimsenmiş olan Hesap gibi, Hendese gibi, kelimeleri atarken onların yerine yine birer yabancı kelime getirdiğimizin hiç farkında değilmişiz gibi davranıyoruz. Sanki Aritmetik Geometri tâbirleri Türkçcymiş ve nınır kelimelermiş çalışıyoruz.
Nihayet içine
dîincü mânasızlık da şudur: Bir yandan İRKÇI, öte yandan GARPÇI ve liı-r iki bakımdan YABANCI, aynı zamanda MÜFRİT ve UYDURMASYONCU bu savsak ve şaşkın cereyanlar karşısında korkan, şaşıran ve başları dönen bir çoklarımız da her nt olursa olsun bir muhalif hava tutturmuşa olmak İçin eğriye olduğu kadar doğruya da karşı koymaya çalışıyorlar. Meselâ bu arada değiştirilen ayların adlarını da yadırgar görünüyorlar. Hem kelime, hem tâbir bakımından tamamlyle millî kökten gelen, halk arasında zaten mütedavll olan. Ocak, Knsım, Aralık, Ekim gibi ve daha bu- | na benzer münevverlerimizin yeni yeni tanımıya, öğrcnmıye başladıkları | yerli kelimelere de husumet gösteri-- 1 llyO^
Görülüyor ki, aslında son derece ı basit ve kendi tabiî akışı içinde gelişip, olgunlaşmaya esasen mecbur olan bu dil meselesi, politik bir dâva olarak kaldıkça bir çoklarımız İçin bir geçim, bir şöhret vesilesi oldukça I hiç bir zaman çözülüp düzenlencmi-yecektir.
Biz, dil meselesinde ne mürteci, ne de anarşistiz. Uzun yıllardanberi sürüp giden, blrblrlyle boğuşup duran. halkı münevverden; evi. sokağı, mektepten; çocuğu babadan ayıran; kanunda, İlimde, teknikte kararsızlıklara yol açan; hepimizi heın şarktan, garptan edecek olan; mazimizi, görenek ve geleneklerimizi nltüst eden, bir yandan İrticaa, bir ynndan anarşiye sürüklenen bu ınes'elenitı daha fazla soysuzlaşmasına göz yu-mıılmnsn ve İş politikanın elinden kurtarılıp, İlim ve akliselimin ışığı altına konabllse..
Sanırım ki, icabı düşünülmüş ve yerine getirilmiş olurl,.
halkça bilinir, ta-gibi göstermeye
düştüğümüz dör-
ISTİKl.AL SAVAŞ!
DESTANINDAN:
ATATÜRK
VAKTİLE DÜNYA GÖRÜŞ FARKLARINI BİR TARAFA ATARAK ESKİLERE KARŞI BİRLEŞMİŞ OLANLARDA BUGÜN ARTIK AYNI BİRLİĞİ GÖREMEMEKTEYİZ.
Kocatepe,
Şayak kalpaklı nöbetçi
Gözetleme yerinde
Duruyordu
Birdenbire onu gördü
Paşalar onun arkasnıdaydılar
O saati sordu
Paşalar üç dediler
Sarışın bir kurda benziyordu Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı
Sanki bıraksalar
Yürüdü uçurumun başına kadar Eğilip durdu.
Uzun, inee bacakları üzerinde [yaylanarak Geceden kayan bir yıldız gibi akarak
Kocatepeden
Afyon ovasına athyacaklı.
Nazım HİKMET
â
A
f *
W
I
Atatürk, bıı memlekette Tan-zimalta doğup emeklemeğe başlayan, harplerle sendeleyen, Abdülhamit istibdadile boğulmak istenen, meşrutiyetle kendi- I ni gömdürmememe çalışmış bir 1 ileri hareketin kat’i, son ve en büyük sözüdür.
Atatürk, Anadoluda emper-yalism sürülerini bozgundan bozguna uğratmış bir hâik ordusunun dâhi kumandanı,
Atatürk hilafet, tekke medrese izbelerinde çöreklenmiş irticai yerin dibine gömen köklü bir inkılapçılığın önüne geçilmez enerjisi.
Atatürk milli politikamızı sulh ve insanlık prensipleri üzerinde kurmuş bir siyaset herkülü,
Atatürk kültürümüze Huma-nisına istikametini vermiş kuvvetli tarih şuuruna malik bir önsezi sahibi, bizim bütün sosyal dilek ve tarihî ihtiyaçlarımızın muhassalasıdır,
Atatürk kuvvetini halktan ve tarihten alarak 15 yıl içinde öyle kesin hamleler yaptı, öyle büyük meseleler başardıki bu bii-ı yük inkılap kartalının hayatında lerin hayatında olduğu gibi, bir taraftan şahikalar öbür taraftan uçurumlar uzanır. O, bu baş döndürücüm esafe-rin üzerinde yükselmektedir.
Atatürk’ün halkçı ve inkılapçı yolundan yürümekte devam edelim, onun anayasasını olduğu gibi tatbik edelim, en ileri ve en medeni millet olmak için bıı yeter bize..
ölümünün ardından geçen her yıl Atalürkii biraz daha büyülüyor. O, ölümünün yedinci yıl I dönümünde hürriyet ve demokrasinin şanlı sembolü olarak yur dumuzu aydınlatmaktadır. GÜN
ESKİYEN YENİLER
Dört beş yıl önce, aralarındaki dünya görüşü farkiarını bir tarafa atarak “eskilere,, karşı birleşen gençlerin gayesi yeni bir sanatın yaratıhnasıydı. Bu gaye, ileri ve geri dünya görüşlerine bağlı olan sanatkârların yıkıcılık, eskiye karşı reaksiyon alanlarında birleşmelerinden doğuyordu. Zaman gelip te yıkıcılıktan, yapıcılığa geçmek zoru baş gösterince genç sanatkârlar arasındaki kesin metot farkı ortaya çıktı. Ayrıldılar. Ayrı gruplar halinde ayrı dergilerde toplandılar. Asıl mücadele o zaman başladı. Aktüel dünya olaylarının harp yıllan içinde, fertler üzerinde artan baskısı başta estetik gaye güden grubu estetiği ikinci pilânı atmağa mecbur etti. Me-lod ve dünya görüşü farkları ön pilânda yer alınca estetik münakaşanın yerini sosyal polemik tuttu. Böylece dünyanın her tarafında olduğu gibi memleketimizde de iki zıt kutbun sanat ve fikir mücadelesi hüküm sürdü._______ _ _ .
*^2STetik yönden ieğer tanıdıklarına inandıklarımızın bir çoğu insanoğlunun altı yıl süren korkunç buhran devresinde, mübarek gönüllerinin şahsî intihalarını söylemekte devam ettikleri için mustarip kitlelerin nazarında sıfıra müncer oldular. Artistik yaradılışları daha zayıf olmakla beraber halkın sesi olmayı bilmiş olan birçok kimse de ön plânda yer aldı.
Hemen şunu söylemek isteriz ki, estetiğe sadık kalabilmeyi sosyal olaylara ve insanoğlunun korkunç macerasına lâkayt olmakla mümkün sananlar çok yanlış ve çok eski bir temayülün kurbanı olmuşlardır. Onlar asırlık itiyatların bağı içinde okadar yerleştiler ki oradan bir adım ayrılınca değerlerinin sıfıra müsavi hale geleceği vehimine kapıldılar. İnsansız tabiatın ve cemi-yetsiz insanın sanatını yapanlar şehrin, köyün ve kendi başına kaldığı vakit de cemiyet olmakta devam eden "sosyal şahsiyet,, in ne büyük bir ilham kaynağı olduğu gerçeğine akıl erdirmek cehdini yani asırlık itiyatlardan kurtulmak ih-
KÖY VE KÖYLÜ BAHSİNDE
Şairin bize anlattığı.., hayatın bize tanıttığı...
Hasan TANRIKUT lirasını tadamadılar. Hazır bulunan bir sanat ananesine baâlanıp kalmak kolaydır fakat hergün biraz daha ilerliyerek kurulmakta olan yeni dünya sanatının kuruluş zorluklarına katılmak güçtür I Sonsuz bir aşk, sonsuz bir cehit ve yaratma gücü ister.
Her sanat cereyanının iki ucu, başı ve sonu — son, evvelkilerin bütün tecrübesini hamil olarak — zayıf, ortası zirve şahsiyetlerle doludur. Bugünkü Yunusçu, Bod-lerci v.s. sanatkârlar uzun bir sanat ananesinin sonu, realist sanatkârlar ise yeni bir ananenin başlangıcıdırlar. İçlerinde dâhi’ye Taşlanmaması bundandır. Birinciler üs-tadlarmı vermiş bir geleneğe bağlı ve bu geleneğin varisleri oldukları için belki estetik ve form bakımından daha kuvvetlidirler. Ancak onlar '«»'^halsizdirler İtlİfMÜ
bir cereyanın döküntüleriınrte*»* İkincilerinse geniş bir istikbali var, yeni bir cereyanın temelleri, müjdecileri olup bizi sonsuz hayatiyet-lerile cezbediyorlar.
Dört yıl önce tanzimatçı, Serve-tifününcu ve Hececilere karşı birleşenler daha mütekâmil bir sanat istiyorlardı. Bu müşterek nokta onları topladı. Aynı nokta onları bu gün ayırmış bulunuyor. Anlaşılmıştır ki bir sınıf edebiyatı vardır. Yenilerin, eskilerden en büyük farkı bu şuurlu anlayışta görünür. Tanzimatçı, v.s lerin şuuruna ulaşmamış oldukları cihet budur. Böylece eskilere karşı realistlerle bir aralık birleşen Yunusçu ve Bodlerciler bir sınıfa mensup oldukları gerçeğinin şuuruna ulaştıkları anda kendilerini realistlerden uzak ve-form, estetik bakımından olmasa bile muhteva hakiminden tanzimatçı, serve-lifünuncu vc Hececilere yakın duydular. Artık onlara “eski yeniler,, diyebiliriz.
i
— Sayfa 2 —
GÜN
10 Kasım 1945
KÜLTÜR HAREKETLERİ ve OLAYLAR
V
s
F
R. ROLLAD’ DAN TERCÜMELER • ölmez Eserler yayınevi büyüle renlivt ro-nınncı Romen Rolland’ın Jan Christophf'u-nu dilimine çevirme İşini üzerine almış ve enerin ilk üç cildini yayınlamıştır. Ro inen Rolland gibi büyük bir rcalint’in şaheserlerini akunınkln renlism ve halkçı sanal alanında kulak dolgunluğu ile iktifa ederek ekmek, taprak, açlık, hapishane... klişelerini gelişigüzel ve belki de sırf moda ohnuştnr diye kollanıp duran bir çok genç sanatkârlar bu, nisbeten geni» ve evrensel sanat cereyanının çok temelli kültür, derin bir ilmi bilgi istediğini anlamaya bağlıyacaklardır. Sosyalist olmok dile ko. lay. Bu işin bütün felsefi ekonomik ve politik literatürünü kazanmadıkça satıhta kalmaktan^ yani için ukalâsı olmaktan kurtulmak mümkün değildir.
AHLÂKSIZLIKTAN ŞİKÂYET: Ahlâksızlıktan şikâyetçi olanlar kimlerdir? Burjuva ahlâkının yıkılışı sıkıntısı kendini pek tabii olarak gene Burjuvalarda gösteriyor. Birbirine kopmaz bağlarla bağlanmış bulunan din ve burjuvazi feryad ediyorlar: Ahlâk buhranı var I Hayır baylar, ahlâk buhranı yok. Zenginler ahlâkının, mistik ahlâkın yıkılış buhranları, halkçı ahlâkın doğum sancıları içinde kıvranan bir dünya var... Feryad. -ahlâksızlık var I • Feryadı yüz yıllardan beri kökleşe, kökleşe hüküm süren sosyal egoizmin yerinden koparılışı feryadıdır. Evvelâ kendilerini düşünenler bu intikal devrinin kendileri için ne demek olduğunu anlamLşlardır; halkı düşünen ve sadece onun hayrına ömür-, tüketenler de öyle...
H. T.
İDEAL TİYATRO BİNASI:
Yazımda siziere gördüğüm hoş bir rüyayı nakledeceğim.
Şu atom asrında, gaz kokan odamın bir köşesinde uyuya kalmışım...
Rüyamda ben “belediye reisi., olmuşum. Ne beis var, bir zevk sahte olmuş, elverirki hakikî zan olsun.
—crüzel_____________Ista nbu 1 uinu•
zd"îttfcal bir tiyatro binası yaptırmak oldu. Evet o salaş, köhne şehir tiyatrosu yerine yepyeni bir bina.
İlk olarak sanatkârlar “Istan-bulun zaptının 500 cü yılı,, adlı telif bir eseri temsil ettiler. Bu gece tiyatro mevsiminin en canlı, en şanlı gecesi oldu. Bu zafer meşalesi Türk sanatkârlarının yaratıcı
kabiliyetlerini bir daha gösterdi, Bu sebeple muvaffakiyette payları olan değerli sanatkârlara lâyik ideal bir şehir tiyatrosu kazan dırdı-ğınıdan sevinç içinde idim...
Gazetelerin bir kısmı lehimde bir kısmı da aleyhimde yazdılar.,.,
Bunların bir kısmı şehrin daha-başka ihtiyaçları varken diyolardı
— Evet bir şehir yola da, merdivene de, tiyatroya da, hastahane-de muhtaçtır. Fakat tiyatroyu bir kültür problemi saydığımız böylc-bir devirde, şehrimizde tiyatroda zevkini aşılamak hususunda ideal binanın inkâr edilemiyecek bir hizmeti olduğunu anlattım. İlâve ola-rakta sanatkar teşvik ve güzele karşı son derece hassastır dedim. İdeal tiyatro her şeyden evvel Is-tanbulun, insanlığın malı olacaktır. Bir insan nasıl kendi malını, değerini, onun neye yaradığını bilirse, İstanbul da ideal tiyatroyu benimsemelidir.
Ne çareki bu zevklerim uzun sürmedi. Çünkü heyecanla uyandım
Artık hakikat tezâhür etmişti Fakat ben hâlâ o hayallerin tesiri altında idim. Düşünceler kafama bir sel gibi hücum ediyordu. Dahi ATATÜRKÜN şu ölmez sözlerini mırıldandım. [Efendiler, siz hayatınızda mebus olabilirsiniz, vekil olabilirsiniz, Hatta reisi cumhurda olabilirsiniz, fakat hiç bir zaman sanatkâr olamazsınız. Binaonaleyh bu çocukların kıymetini bilelim.
Rüyamın gerçekleşmesi için sanat tanrısına yalvarıyorum:
^ttitolhık.^.-lDEAL Tl-
YATRO BİNAS1J X
Aziz- FİKRET
NOTLAR:
YALNIZ ADAM : Geçen yıl şehir tiyatrosunun -can sıkıntısı* adile temsil ettiği dramı roman halinde Türkçemize çevirmiş olan Oktay Aslanapa bu eserile kültürümüze büyük bir hizmet etmiş sayılabilir.
Tanınmış Rus hikayecisi Anton çehof bu kitabında insan varlığının felsefi bir tahlilini yapmıştır.
UNUTULANLAR
Bir zamanlar bir Fılorinah Nâzım vardı, ne de çabuk unutuldu? Ozülmiye değmez, sanatın çilesi değil bul Yalnız onun gibi yaratma güçleri kısır ve sanat hevesleri özenti olanlar unutulmuyor; başlarında defne dalından bir taçla yaldızlı kadife koltuklarda haşmetle oturan ve adları efsaneleşenler de unutuluyor. Buna karşılık, devirleri için üçüncü beşinci derece bir değer olduklarında karar kılınanlar niçin hâlâ dudaklarımızda?.. .
Merak edilecek bir şey yok: sanatkârın bulunduğu kitle ile bağını kaybetmemesi ve ayaklarını toprağa metanetle basması gerekiyor. Bu, dün, sanatkârın büyüklük ve ölmezlik sebebi için yapılan izahlardan ancak bir tanesiydi; bugün tek ve biricik izah tarzı olmuştur.
Sanatkâr için en büyük kusur köksüz olmaktır.
Yarın, bir sanat müzesinde; hiçbir ziyaretçi, Marinçtti’nin resimleri önünde heyecan ve hayranlık duymıyâcaktır. Eğer birkaç dakikasını haretyan biri çıkarsa, bu, haz değil tecessüs zoruyladır. Çürüyen sınıfların, çöken sosyal değerlerin sanatını yapanlar bir daha hatırlanmamak üzere unutuluyor.
Malraux’nun bahsettiği taştan heykelin oyuk gözlerine, eğer bu, köksüz sanatkârların bıraktıkları bir kadavra ise; yarının hiçbir nesli nur dolduramıyacaktır. Küçük bir elit tabakasının veya sosyal platformunu kaybetmiş soysuzların kaprislerini ve acaip şeylere karşı meyillerini teşvik eden sanatkârlar, bîr ân için büyük kitleler karşısına çıkmış olsalar bile, gittikçe itibarlarını kaybetmektedirler.
Onun içindir ki, “Süleyman efendinin nasırı,, ile birlekte "rakı şişesinde balık olsam- bugün artık iflas etmiş bir estetik kalıbının muhtevalarıdır.
İlmi Araştırmalar
Doğan RUŞENAY
Tnsv’ır-i- şcrlf'tc bir kelebek gö z-lük, vatanına İhanet cimi» bir ateş maşası, bir demir elli şövalye, ve bir yığın ölülerin diriltilmesi konusu üzerinde ilmi araştırmalar yaparken görünüyorlar. İncelemelerini derinleştirerek bircilerinde “yirminci yüzyılın Mit’i,, öbür ellerinde “Irklar üzerine deneme,, olduğu halde gece gündüz çalışmaktadırlar. Bu. tamamile İlmî baştan başa ahlâkî ve boydan boya demokratik çalışmaların ilk hedefi «on nefesini vermiş ölüyü en geç bir yıl içinde hayata iade etmektir. İkinci hedef uzak mesafelerden, meselâ İstanbul ile Nurenberk arasındaklnİ kadar bir mesafeden vasıtasız bir şekilde telepati tesirlerini mümkün kılmak üzere Hegel’in“evrensel ruh,, unu ilmi bir kanun içinde “detcrmlne,, etmektir. Üçüncü hedef Madrit, Arjantin gibi bölgeler arasında mistik ve esirî hava yollarından faydalanarak “mubadele-i-ervahı imkân alanına koyacak aleti icat etmektir. Henüz resim! bir rapor yayınlanmamış olmakla beraber ölüleri diriltmek üzerinde çalışmalar tefessühe başlamış olan cesedin dehşetli kokusu karşısında ölü nokta’ya gelmiştir. Bunun üzerine taze ölülere ihtiyaçı hasıl oldu ve Mayıs 1915te yerin dibine teşrif eden cesedin kurtarılamayacağı anlaşıldı Rnh çağırmak tecrübelerinin yakında başlıyablleceği haber verilmektedir.
İkinci çalışma konusu olan vasıtasız telepatin determinasyonu, heyete bir ordinariyüs Profesörün katılması üzerine bir aralık masalar yürütülmüş “ervah’ı habise,, nln davetine muvaffak olunmuş İse de sonradan, anlaşılmaz sebepler yüzünden akim kalmıştır. Çalışmalar bu noktadn durdurularak hemen “akametin «ebep-■ ^MlL^hjkktndn gayri resmi bir rapor yayiblanmış’tır: •*
"Lnboratuvarımızda, Fransanin kendisine ihanet etmiş olduğu ateş maşasının Iştlrakile Mayıs 1945 günü baş-hyan İlmî araştırmalar başarılı bir yolda devam ederken Fillstine gitmek üzere boğazdan geçen vapurun taşıdığı 1000 Yahudlnin korkunç vasıtasız telepatilerine maruz kalarak Icad ve İmal ettiğimiz alet berhava olmuştur. Memleketimizde İlmî araştırmaları teşvik eden sayın hükümetimizin uzun ve yorucu çalışmaların semerelerini bir anda yok eden bu çeşit geçişlere mani olmasını rica ederi». Aksi halde çalışmalarımı»» son I vereceğimizi kendisine gayrı resmi olarak bildiririz’ İmzalar: Kelebek, ateş maşası, demircili Şövalye, yeğen.
Üçüncü hedef esiri hava yollarında uçup göze görünmeden İspanya ve Arjantlne gidebilecek hava sefinelerini vücude getirmekti’ Telepatik “mübadele-l-ervah’n imk&n hasıl | olacaktır. Esiri hava yollarının inşa-slylede “m ubadclel-i-ecsad,, tahakkuk edecektir.
Dünya hndiıelerlnln tazyiki karşısında büzüle büzük bir binaya sığmak mecburiyetine düşen, hayat sa-has(„ bu suretle adı geçen Tasvlr-I-Şerifte mistikleşmiş romantikleşmiş dinileşmiş yani hezeyan, hayal, fan-tazi haline gelmiştir.
Mistik konular üzerindeki bu ilmi araştırmalarında heyete başarılar dileriz.
mümkündür, hayatını gene uygun "şekil,,
Onlar Kimlerin — — Mümessilidirler?
Hüsamettin BOZOK
Özür Dileriz
GÜN’ün ilk sayısının çıkışında bir gün gecikme oldu, bazı yazılarda da mürettip hatasına rastladık. Kusur ve eksiklerimizin farkındayız. Bu sebeple her yeni sayı daima ileriye doğru atılmış yeni bir adım olacaktır. “Gün,, ü okuyucularımız kendilerinden saymalı, gelişmesine yayılmasına çalışmalıdırlar.
Eksik ve kusurlarımız için özür dileriz.
Oğlumun Destanı
Biirer kara yel gibi esip. Brer kara bulut gibi gelip geçtiler Durdurmak istiyenler
Tarihin akışını...
O ki, hâlâ Erimiş çelik gibi akmatadır Kölelerin kurduğu Çin setlerini Yine köleler yıkmadadır. Ve perde perde yükselmededir şarkılar: Gayri ne “ferman padişahın,, Ne de "dağlar bizimdir,, Külleri savrulup gitme de fermanların, Ve dağların yamaçları artık, Üzüm salkımlarıyla yüklü Erguvan ağaçlarıyle süslüdür.
Ahmet FEDAİ
binae-mahi-çıplak natür-
HALKveSANAT
Haşmet AKAL
Bence sanatı şu cümlelerle kısaca tarif etmek (Halkın iç ve d»ş halkın idrakine en de tesbit etmek.)
Bundan iki netice çıkar:
1 — Sanat eseri bütün cemiyetin faydasını ön safta düşünen ve onun için İçtimaî motifler ihtiva ederek alâkayı çeken bir hitap vasıtasıdır.
Halka göre ekalliyete uıalolan süslü bir enteriör kıymetli bir pan-tantif nasıl bilinmeyen şeylerse her gün içinde yaşadığı bir kır manzarası o derece alışılmış naleyh bir şey konuşmaz yetedir. Güzel yeşillikler, kadınlar veya armut, kabak
mortları ile halka yeni bir şey veremeyiz. Ve bu vasıtaları kullanmak suretile onların alâkasını çekecek bir iş görmüş olunamaz. Bütün bunlar onların belki iştahasını açar, yahut şehevî duygularını tahrik edebilir, fakat bütün bunlar sanat eserinin gayesi değildir, Fakat siz o kabak natürmortuna kabağı yetiştirip tadını unutanların muhteris bakışlarını ilâve eder, bunu gören herhangi bir (mirasyedi olmamak şartile kendi hayatından, bir safhayı hatırlamaması ve dolayısiyle alâka göstermemesi kabil değildir.
"Büyük kütle,, milleti teşvik eden fert yekûnunun ekseriyeti, yani bizzat millettir.
"Büyük kütle,, işçi, esnaf, muallim, asker, köylüdür. Bunun içindir ki (sanat eseri) milleti teşkil eden fert ekseriyetinin ahlâk, an’-ane karekter ve iş hayatını tespit eden manzaraları ihtiva ettiği nis-■frmi.ıtoıfyı f J- kUr_ ...
Bunun bir neticesi olarak halk sanat inkişafının imkânı da temin olunmuş olur.
2 — Halkın idrakini tatmin eder mahiyette bir ifade şekline lüzum görmüştük. Bu cümle aynı zamanda devrin bütün teknik bilgilerini en mükemmel bir tarzda kullanmak mânasını da taşır. Meselâ kiliseye yâni kilisede ibadet eden halka hitap eden primitif resim rönesansta tekâmül etti ve plan perspektif anlayışları yeni bilgilerle yükseldi.
Isayı oraya hıristiyan yeni bir safhaya giren ve daha müşahhas bir teknikle tesbit edilen Rönesans san’atını yadırgamadı.
Süleymaniye bütün teknik mükemmeliyetle halk san’atıdır “Halk sanalıdır. Çünkü halkan çıkmıştır. -ve 17 inci asır Türk halkının ibadetini yapması, toplaması için en mükemmel kubbeleri en güzel sütunları tanzim etmiştir. Bu sebep-tendirki (halk sanatı) (yüksek sanat) gibi bir tasnif lüzumsuzdur.
Çünkü büyük san'at zaten halk san’atıdır ve san’at eserinin en hakiki kıymet ölçüsü içtimai tekamüle ayak uydurmasile ölçülür.
Halk sanattan anlamaz diyorlar : “Bal gibi anlar yeterki sen onun için konuş onun san’atını
Ressam Nurullah Berk Italyada başından geçen şöyle bir vak’a anlattı:
“Bir gün garda tren bekliyor-muş, elindeki kutudan Nurullalı Berk’in ressam olduğunu anlıyan iki kadın yanına gelmişler, ve Italyan resminin ilk kaynaklarından itibaren bütün tekâmülü hakkında selâhiyetle konuşmuşlar, ayrılırken Nurulah Berk sormuş:
Siz ressam, yahut Üniversi-talcbesi. hoca filan misiniz?
Kadınlar cevap vermiş ve:
— Hayır, demişler, biz çamaşırhanede işçiyiz.
Londra'nın Albert Holl’ünde faşizm aleyhtarı dünya gençlik birliği “dostluk ve barış dünyası,, için büyük bir toplantı halindedir. Bu tolantıya Türk gençliği namına bazı murahhasların gönderildiğini öğrendik. Bu murahhasları tir? Türkiyedeki teşkilâtını temsil Biz, milletlerarası hil bulunan teşkilâtlı bir gençliğin mevcudiyetini ilk defa işitiyoruz! Üniversite talebesinin bile kendi kendini serbestçe teşkilâtlandırma hakkından mahrum olduğu şu sıra, bütün tür-kiye gençliğini temsil iddiasile Londra’ya gönderilenlerin hangi vekâlete mensup olduklarını da öğrenmek istiyoruz. Türkiycye dönüşlerinde temsil etikleri Türkiye gençlik teşkilâtının bir kongresini toplayıp mesaileri hakkında izahat vermeleri için her halde uzun yılar beklememiz icabedecektirl..
kimler seçmiş-hangi gençlik etmektedirler ? bir birliğe da-
NESİR
BALIK
Sahilden bir adım içeride taşlara atılmış bir balık durmadan çırpınıyor, kendini yerden yere vuruyor.
Galsamalarının değdiği taş parçalan kan damlacıklarından benek, benek.. Ben, balıkçı, bir de koltuğunun altında bir yığın gazete tutan tenbel müvezzi seyrediyoruz bu şahane ölümü!..
açılmış, derin, derin içini çekiyor, ölüm onu yerden yere vuruyordu.
Balık bağırmadan, karşı koymadan, kendini kıskıvrak saran ölümün pençesinde..
Başım döndü, içimde bir isyan şahlandı. Kollarım kendiliğinden yerde kıvranan balığa uzandı. Onu gene hayatın içine atmak istedim.
Balığı tuttuğum sırada toprak yüzlü, yalınayak ihtiyar balıkçı koluma yapıştı; gözlerimin içine gözlerini dikti ve sert bir sesle:
— Bırak! dedi, keyf için avlanmıyoruz.
İzmir - İsmet KÜLTÜR
Editörlere
Basdırdığınız kitapların intişarını haber verebilmemiz için bire nüshasını ( POSTA KUTU-SU : 792 İSTANBUL > Adresine güderiniz.
te
Kıymetli ressam hikâyesinin nihayetinde şöyle bir mütalâa da bulunmuştur:
“Italyada halka resim kültürü veriliyor.,.
Bence mesele başkadır. Resim öğretilemez alaka gördüğü taktirde alâkadarlar tarafından benimsenir, hazmedilir.
Bunun nasıl mümkün olacağını da yukarda araştırmıştık.
"Halk için halkın faydasına hitap etmek„ bütün mesele bundan ibarettir.
Çamaşırcı kızların sanata olan sevgi ve alâkası ancak İtalyan resminin ilk doğuşundan itibaren halkın ananevi, dinî ve ahlâki hayatına tercüman oluşu ile izah edilebilir.
t
10 Kasını 1945
G U N
1
HİK
"AŞKA
Ne ayıp şey! Ne kötü başlık! Ne çirkin bir hikâye ismi.
Ben de böyle düşünüyorum. Hadi bırakalım bir .tarafa dünyayı; dünyanın halini. Türk toprağı içinde sevişmek... Hadi sevişmeği de bırakalım bir yana; bir dereceye kadar onu da yarı aç insanlar içinde var sanalım. Amma neden mevzu diye seçelim. Ne ayıp şey!
Ayıp olduğunu biliyorum. Dindar birisi “ günah bu zamanda! „ bile der. Hem ayıp hem günah doğrusu!
Doğrusu bu! Doğrusu bu amma, elimde değilse... Bir başkasiyle yalnızlığı bölüşmeyi canım çekiyorsa.. Yine hakkım yok, yine ayıp,. Allah belâmı versinl Aşka dair söz açarsam. Hikâyemin başına "Kıravata dair,, de diyebilirim.
Aşka dair söylenen sözler kafamdan geçiyor. Zaman zaman ben de bir şeylere benzetmeğe çalışıyorum. Bir tiren düşündüm. İki kişilik bir kompartıman, üst kattaki yolcu hangi istasyanda binecek; umurumda mı? Ovaları, karlı dağları, akar suları, kayaları, çölü, ovayı, küçük şehri, tirene bakan o gözleri, yolculara ayıp işaretler yapan çoban çocuklarını geçtik.. Gözümüze kırların, akan suların, küçük kulübelerin, öküzlerin. çoban çocuklarının, kiminin sükûnu, kiminin çağıldayışı, kiminin pençeresinin ışığı, kiminin hü-zünü, kiminin h a y r e t i, kızgınlığı çöktü. Bir şeyler söylememiz_ lâ-(ım, içimizden güzel şeyler geçiyor. Söylemeliyiz, işte yolcu da bindi. Konuşmağa başlamalıyız.
Beğenmedim. Aşkı seyahata, sevgiliyi iki yolcuya benzetmek de ne halt karıştırmak oluyor.?
Ekmek, yemiş, su, tuz... Say sayabildiğin kadar korku, gece, gündüz, yaz, kış, uyku, döşek de, söyle...
Ben aşka dair konuşmamalıyım. Yalnızlık koyuma taş düşmemeli.
Bir akşam üstü, insanoğulları şehrin bütün nakil vasıtalarını seferber etmişti. Taksi, tıramvay, otomobil, araba, hususî otomobil bir kısmına, kimine de parke, arnavut kıldırımı, asfalt düşüyordu. Piyau-go buya ! İnsan oğullarının bir kısmı için yol da bir nakil vasıtasıdır. Ayaklarımıza da tekerlek, eski biçimde birer tekerlek diyebiliriz. Ne farkı var asfaltla hususî otomobilin; tönelle parke taşının; arnavut kaldırımıyle tıramvayın?
Tıramvaya binmekdense yüksek kaldırımı tırmanmak üzere, dört arkadaş işten çıkmıştık. Şendik, gürültücü idik, cebimizde uç, dört lira vardı, şehrin ışığına ko-şuyorddk. Vay anasını, I dünyada ne güzel kızlar vardı. Bir dakika göz göze gelir; dünyaya rengini değiştirirdik. Olur mu olurdu.
Kaç akşamlar böyle içimizde atik bacaklı bir kızla tanışıvermek, dost oluvermek yalanı geçti. Bana nasip olmadı bu yalan! Amma olana oldu. Hattâ içimizden ikisine birden bu piyango düştü. Onların başından geçti, bu aşka dair hikâyeleri bana nakletmek düştü. Benim başıma gelmiş değil.
Arkadaşlarimdan birinin güzel gözleri vardı, üst dudağında sarı bir bıyık pırıl pırıl parlardı, saçlarında bir kestane, kumral, koyu kırmızı dumanlı bir ışık yanar dö-■erdi. En kötü elbiselerin hastalıklı, zayıf vücuduna bir oturuşu vardı!... Bunlar vardı, yalan değil.
Sait Faik ABAS1YANIK
Kızların onu seçmeğe hakkı vardı.
Kıza gelince; kolları, bacakları bayağı adaleliydi Yalnız bir teni vardı. Kafasını bir sallayış sallardı. Belini: mübalâğasız, gösterişsiz yürürken tabiî bir büküş bükerdi!.. Kaşını, bir tanesi bir az yukarıya kalkık kaşını ötekisile bir, birleştirir, birleştirirdi.. Hepimiz aşka dairdik. Onu görür görmez hepimiz aşka dairdik. Yolumuz üstüne her akşam çıkardı. Suratımıza bile bakmazdı. Bana öyle gelirdi. O sarı bıyıklı arkadaşımla bir arada bakışırlarmış bilmem ki.. Ben bu bakışı yakalasam kendime sanır, bir iki akşam yatağımda uyumadan evvel tatlı, tatlı kaşınır, hülya kurardım. Yazık ki kızların o arkadaşımıza baktığının farkında bile değilim. Günün birinde olan oldu- Bu işte hepimizin içine bir acı yapıştı. Yanmayan da yandı. Güzel arkadaşımızla tatlı kız seviştiler. Bize evvelâ lâkaydı, sonra hüsran, sonra başka bir takını hisler yapıştı...
Arkadaşımızla insanoğlu’nun güzel günlerinin geleceğini konuşurduk. tnsanoğlu’nnn bugünkü halinden söz açardık.. Aşktan bahseder olduk.
Güzel arkadaşımız çirkinliğimize, halimize acıdı mı nedir ? Onu bize takdim etti. Bir müsabakaya da giriştik. Şairimiz şiirini okudu. Birimiz iyi dünyalardan, dünya görüşünden dem vurduk. Ban aşka dairdim. Derdim jki :
— Hanimi» cni raiıHil. rM-rr*-' miz aşka dairdik. Sen onu seçtin hakkın, Arkadaşım bu ara kızarırdı. Ben devam ederek:
— Senin hakkmdır, kadın seçecektir.
Genç kız cevap verdi.*
— O hayvanlar da öyle derdi. En kuvvetlisini, ama ben en kuvvetsizini seçtim.
Bir tanemiz - güzelliğin kuvveti, diye bir lâkırdı atardı. Bir diğerimiz - boksor kuvvetine benzemez, diye ötekinin cümlesini tamamlardı. Gülüşürdük.
Birimiz müstesna, üçümüz işçi sınıfıydık. Kafa işçisi diyelim de kol işçisinden ayrılalım. Çünki aramızdaki bize biralar ikram eden, paralı, zeki, şöhretli arkadaşımızın mevcudiyetinin manası kalmayacak sonra.
Dostlarım uzatmıyalım hikâyeyi. Bitirelim şu aşka dair’i. Aramızdaki apartman, şöhret, para sahibi bu kuvvetli işçi kızını hem bizden, hem güzel arkadaşımızdan cayırdı aldı.
Cüzel arkadaşımız Heybeli Sa-natoryomunda dört ay yattı. İyileşti maşallah; zar, zor işe geliyor hani insan hikâye yazarken orada öldü de diyebilir. Be n diyemem, sevmem insan öldürmeyi.
Biz zengin arkadaşımızı feda etmeğe mecbur kaldık. Hani cesaret gösterip te yaptıklarını ayıpladık. Namussuz eri dedik sanmayın. Hayır! O bizim yanımıza gelhıeğe bir müddettir çekiniyor yaptığı mühim şey değil ki. Her zaman olağan şey. Kızla beş ay beraber yaşadılar. sonra onlar da ayrıldılar.
Siz bilir misiniz Beyoğlundaki “Şelâle Saz.. ını ? Bir acayip yerdir. Bir akşam yolumuz düşse oraya giderseniz “Üsküdarlı Sevim„ diye sorun. Size gösterirler. O akşam orada yoksa, size melez bir Arap karısını işaret ederler; ona sorarsınız. Ben biliyorum onun size söyliyeceğini: — Sevim mi ? Ha ! O bu akşam "komple,, dir, der.
HAYATIN İÇİNDEN
Devlet Himayesi Ve Sanatkâr
Aziz NESİN
Her devlet kendi propagandasını yapmak için sanatkârın yardımına muhtaç olmuştur. Şarkta ve Garpta sarayların h maye-lerine, kral ve padişahla rın sahavetine mazhar olmuş, her mısraı, her cümlesi altınlarla ödenmiş bir çok sanatkârlar tanıyoruz. Fakat bu sanatkârların çoğu, saraya intisaplarından evvel şaheserlerini ve-miş bulunuyorlardı. Şahane bir himayeye mazhar olduktan sonra ekseriya alelade olmaktan ileri geçememişlerdir. Halbuki son asra kadar sanatkâra yapılan himaye, bugünküler gibi, sanatkârı dar bir çerçeve içinde hapsetmek kayıt altına almak demek de değildi. Buna rağmen, resmî bir sanatın cenderesi içine dahi girmedikleri ve yalnız himayesini gördükleri tahtın methiyesini yapmaktan başka bir vazifeleri olmadığı halde, saraya intisaplarından sonra aldıkları atiyeler bahasına verdikleri eserlerin sanat kıymetleri, kuru bir namdan ileri geçememiştir.
Ya hele bugünkü gibi, sanatkârlar ideolojilerin müdafaasında âlet olarak kullanılsalardı, ne Fir-devsi şehnamesini yazabilir, ne de, muztarip arkadaşı Beethoven’in dostluğunu feda uğruna saray himayesini kabul eden Goethc adını bugüne ulaştırabilirlerdi.
Sanatkâr, ideolojilerin üstünde, propagandanın dışında, resmî himayelerin üniformasından azade kaldıkça, yani sonsuz bir hürriyet -JyinAf.vtıUdğnfi a lak î sanat” eserleri verebilir. Yoksa kurulmuş bir saat gibi, mutarrit tiktaklar-dan. saat başlarında yani resmî tören ve bayramlarda dan dan I... diye Ötmekten daha ileriye geçemez. Sanatkâr, yalnız kendisinin olanı söyler, yalnız inandığı fikrin savaşını yapar.
İktidarı elinde bulunduranlar için, sanatkârı memur yapmak gibi bir taltifle, yahut bunun tam tersi bir tehdit siyaseti ile. sanatkârın ağzından iktidar ideolojisini konuşturmak ne kadar suçsa, inandığı bir fikri söylerken sanatkârın ağzını iktidarın eliyle tıkamak ta o kadar suçtur, ayıptır.
Bütün bu sebeplerle, yerin dibine geçen Faşizm ve Nazizm dünyasının üniformalı ve teneke nişanlı sanatkârlarından yarına hiç bir iz kalmıyacaktır.
Bizde de bir sanatkâr himayesi vardır. Bu himaye, sanatkârı memur yapmaktır. Bunun bir çok misallerini gösterebiliriz. Ya-kup Kadrı’yi, Ruşen Eşref’i, Hamdullah Suphi’yi, Fazıl Ahmet’i hatta Yahya Kemal’i bu himaye söndürmüştür. Devirlerini tamamladılar mı diyebiliriz? Ne verdiler ki, devirlerini tamamlamış olsunlar, Meselâ Hamid, sefaret
Anadolulu pir manifatura tüccarından yahutta Beyoğlulu bir yemişçi, bir birahaneciden o akşam için izinli ise masanıza çağırırsanız, size söyleyeceklerini gene biliyorum :
— Uğrumda verem olup'ölenler oldu. Sen ne diyorsun züppe!
Akşam hele biraz fazla içmişse bizimle, bizimze konuştuğu günleri hatırlarsa:
— Ne en kuvvetlisini, ne en güzelini...
Sigaradan sararmış elini göğ-siiuüzün yan tarafına vurarak : Erkeklerin en paralısını..* Şu dünyada haklı olmayan kadın varımdır?
Bizim Ansiklopedimiz :
ADALET: Hür bir cemiyette, hür bir mahkemenin, hür kanunlara dayanarak asılmasına karar verdiği adamla’ beraat ettirdiği adamın bir arada temsil ettikleri mefhum.
SANAT*. Alınıp satılması yasak olan, hür kafa ile hür bir ruhun işbirliğinden doğan eser.
SANATKÂR: Saray ve konak kapılarında dilenmiyen, bağımsızlığını geçim pazarında mezata çıkarmıyan, güzele, iyiye, doğruya ve ileriye gönül vermiş adam.
PLÂNLI EKONOMİ: Vazifelerin ve rakamların birbiri ardınca gelişi güzel sıralanmasile değil bütün bir milletin elbirliğiyle, amelî ve canlı faaliyetiyle meydana gelen tekniğe ve teknik kadrolara dayanan istihsal ekonomisidir.
TARİH: Hep birlikte altın aramıya çıkmış milletlerin ve insanların daha ilk adımda başlıyan boğuşmalarının maceralaJindan ibarettir.
HARP: Milletleri idare ve istismar edan azlıkların mukaddes demagojisi.
ENTERNASYONAL ADALET : 1) Yirminci asra kadar dünya nimetleri üzerindeki arslan payını baş pehlivanların inhisarında tutan yüksek nazariye.
2) Belki 30, uncu asırda, vücuduna lüzum kaluuyacak olan tabir.
EKMEK : Asıl sahiplerinin yiyemedikleri acayib bir meyve.)
ALTIN: Asalet, Levs, Tahakküm, Vurgun ve Nahvet kelimelerinin ilk harflerinden teşekkül etmiş bir hükümranlık-
İLİM : Ancak Üniversite tarlalarında yetişen faydalı bir mahsul.
KÖYLÜ: Öküzü ölünce sabana kendini koşan bir yoksul. Bizde bir çok ad taşır... "Velinimet,, efendi vesaire...
ÖLÜM: İnsanlık tarihin son satırı. Atomdan sonra kaos, ondan sonra da tekrar taş devri başlıyacaktır.
ŞEYTAN: İkinci cihan harbini seyrederken sekteyi kâlpten ölen uamuskâr bir dünya vatandaşı,
ADİLOĞLU
Parts İşçi üniversitesi Derelerinden ;
Etiennc Fajon fl
. fAi.’i'.U'ı ! UK PUUHLemleri
Türkçeye Çeviren :
Etat Adil M O S T E C A P L ! O Ğ L U
Pek yukında yayınlanack olan bu harikulâde eseri şimdiden I) arkadaşlarınıza tavsiye ediniz.
GÜN’ÜN YAŞAMASINI İSTİYORSANIZ ABONE OLUNUZ. HERKESE OKUTUNUZ VE YAYINIZ
başkâtibi, maslahatgüzar, sefir, mebus, şu. bu olmuş, fakat şair olamamıştır. Hem de bütün iddialara rağmen şair değildi.
Şüphesiz marifet, hele sanat marifeti iltifata tabidir. Fakat sanatkârı masa başında zincire vurmak, elini evrak imzalamak için kaleme bağlamak, dilini resmi dairelerin kamusuna uydur t-mak, iltifat olmasa gerektir.
Sanatkârı himaye lâzımdır, memur yapmak himaye değildir. Lâzım olan himaye, belediyenin ödediği kira ile Hamidi Maçkapa-lasın bodrumunda oturtmamak. Mahmut Yesari’yi kan kusarak öldürtmemek, Osman Cemal’in karısını kocasının eski elbiselerini satıp geçinmeğe mecbur bırakmamaktır.
p"k Ynkında :
SOYYETLER BİRLİĞİNDE İLİM ve KÜLTÜR
Türkçeye Çeviren :
E tat Adil M0STAPCELOĞLU
Pek Yakında ;
Demokrat Milletler İdaresi
Birinci Kitap
SOVYETLER BİRLİĞİ NASIL İDARE OLUNUR
İkinci Kitap
BİRLEŞİK AMERİKA CUMHURİYETİ NASIL İDARE OLUNUR
Eıat Adil tara finden hatırlanan bu yeni eteri bekleyinit.
Görüş Farkı
Patron Nasıl Görür.; Müşteri Nasıl Görür?..
DİKKAT
Gaket _• nizi ı okuyucularımıza bir kolaylık temin etmek, hem y.ı.; ı ; i genişletmek maksadiylc yeni bir abonman tarifesi \ a ' ' .
Abone bedellerinin, mektupların, yazıların şu adrese gönderilmesini rica ederiz : POSTA KUTUSU : 762 İstanbul
Yeni Abone Ücretleri ;
3 Aylık: 1 Lira Altı Aylık 2 Lira, 9 Aylık: 3 Lira Yıllık 4 Liradır.
GÜN
Şen Çocuk
HAFTALIK ÇOCUK DERGİSİ
Çocuğunuz, kardeşiniz, akrabanız için düşünmeden alacağınız romanları, hikâyeleri. 6 renkli resimleri ile beraber tamamen yerli olan yegâne çocuk mecmuasıdır. Kurban bayramında çıkıyor.
Yıllık Abone 5 Lira, Her say! 10 kuruştur.
HAFTALIK KÜLTÜR AKTÜALİTE GAZETESİ B İ R Yayınevi — Posta Kutusu: 28 - F A T I H
KÖYLÜ DÜNYASI:
BUĞDAY İSTİHSALÂTI
Bu sütunlarda arada bir, toprak mahsullerimiz üzerinde gazetemizin temsil ettiği fikir çerçevesi içinde ve tamamile objektif olarak incelemeler yapacağız. Bu gün mevzuumuza buğday ile giriyornz.
Her iş şubesinin bütün problemlerinin muhassalar ve bütün ekonomi yollarının sonu VERİM meselesidir. İstihsal ekonomisinin unsurlarını teşkil eden emek, sermaye, iş mevzu, teknik ve başlı başına bir sanat olan işletme muhasebesinin bütün organimi verimin artırılması gayesini güder.
Biz insanın maddi ve mânevi emeklerinin mahsulü olan verimi refah, sağlık kültür ve adalete tahvil etmek suretile insan saadetini yaratan bir kuvvet sayıyoruz. Esasen ileri bir işletme sistemi dediğimiz şeyde verimin artırılması yo-lunda ve toprak üzerinde tatbikı-n a girişilecek olan ilmi bir metoda ve teknik kuvvetlere davanân mücadeledir.
Bu mücadeleyi ziraat ekonomisi ve onu destekleyen diğer ilim ve teknik şubeleri temsil eder
Bütün bu gayretlerin gayesi de kısaca toprağın verimini aı ttırmak-Un ibarettir. Halbuki köylerimizde ■fiıp/tlgm vrn/rrrn.' -teİHlık
imkânlar yoktur. Bu sebeple toprağın verim nisbeti daima her yer- | den daha düşüktür. Değerli bir , ziraat alimimizin İtalya’dan vaktıle | getirmiş olduğu Mentani buğdayı İtalya’nın bazı bölgelerinde bire 25 — 28 mahsul verdiği halde işletme sisteminde ki gerilik dolayı-sile bizde hiç bir zaman bu nisbet bire 12 yi geçmemektedir.
Türkiyede buğday ekilen topraklar bütün ekili arazisinin yüzde 35—38 ini teşkil eder. 1941 yılında bu nisbet yüzde 37 idi.
Son üç yılın buğday ekiliş ve mahsul vaziyeti şöyledir.
Buğday ekilen
Alınan mahsul
yıllar [Hektar] [Ton]
1940 4381420 4067950
1941 4407989 3483981
1942 4369455 2000405
RAKKAMLAR - GERÇEKLER
■ Bütün dünyada, Sovyetler Birliği hariç, 1941 yılında 104,130,000 hektar buğday ekilmiş ve Rusyada dahil olmak üzere 145,546,000 ton buğday istihsal olunmuştur.
1941 yılında dünyada dn çok buğday istihsal etmiş memleketler sırayla şnnlardır:
İl Sovyetler birliği 20 milyon, Birleşik Amerika 12 milyon, Kanada 8 milyon, Hindistan 5 milyon, İtalya 3,5 milyon, Türkiye 3,4 milyon ton.
İl 1942 yılında Türkiyede en çok buğday istihsal eden vilâyetlerimiz şunlardır.
Konya 196, Ankara 130, Yoz,-gat 112, Eskişehir 88. Seyhan 83, Niğde 82 bin ton. 1942 yılı buğday istihsali bakımından en verimsiz yıllardandır.
U 1941 yıkıda ise Konya 414, Ankara. 2C6, Sivas 153, Yozgat 134, Urfa 121, Afyo.ı 120. Denizli 117 bin to.ı buğday istihsal etmişlerdi.
% Bütün Türkiye buğday istih-selatinin 1941 yılında takriben yüzde 12 sini Konya, yüzde 6 sini da Ankara vilâyetleri elde etmiştir.
Bu rakamlar da gösteriyor ki. verim nisbeti çok düşüktür 1938-1941 yılları verim vasatisi hektar başına 970 kilodur. Bazı memleketlerde buğdaydan hektar (takriben on dönüm) başına ekilen mahsul miktarı ise şöyledir :
I
Kilo
Hollanda 3080
Danimarka’da 2350
Isviçre’de 2850
Almanya’da 2280
Ingiltere’de 2180
Fransa’da 1590
Yugoslavya’da 1100
Türpiye’de 970
Memleketimizde verimin Hollan-dadan üç defa daha az oluşu toprağının fena oluşundan değil, bilgimizin, tekniğimizin, sistemimizin eksik ve gelişi göze! oluşundandır.
Türkiye’de nüfus başına ortalama 193 kilo buğday düştüğünü ayrıca hatırlarız.
A Ğ I T
I
Nihayet bir derde düçar olduk Derdimiz, dağlardan yücedir Devası bnlunmaz, tarifi müşkül dedik,
Bir ağıt yakmak dildik, ,c$i iUpcdenw. Canına kıyılan İnsanoğluna.
İşte gene geldi baharın * yazı, Lâkin çobanaIHntanlnr. tarla kuşları
Destur alıp yenibaştan öter m - ola? Açmaz badem çiçekleri,
Namı büyük, şanı büyük şu dağlar Kahrından yarılıp, yıkılır, göçer m - ola?
Gökyüzünü karartmaz mı acaba Yetimlerin ve dulların tasası? Kardeşim, ne zaman dolacak söyle, İnsanoğlunun çilesi.
Ne zaman herkes alacak nasibini hürriyetten? Nc zaman pervasız söyleyecek şarkısını — Maraş bağlarında salkım salkım üzüm var. Ey gözü kanlı zalim: sana bir çift sözüm var: Şahan gibi hür geldik, hür gideriz bu dünyadan. Hürriyct'den geçmeyiz, keçsek biie yârdan.—
II
İki şahan geliyor karşıdan - beri Birin kan tutmuş, biri yaralı. Gayri pervaz eylemişler yangın yerinden.
Llsan-ı hâl ile söylerler bize : Memleketlerine giren yabancıların Hürriyeti nasıl kurşuna dizdikleri ni, Nasıl dövüşGldüğünil şehir, şehir, sokak sokak, Ne kadar kan döküldüğünü. Hürriyet sever delikanlıların Yaşamak İçin nasıl öldüğünü.
iki |»han geliyor yavaştan yavaş. Yüreğim kan ağlıyor içerim nteş. Düşünürüm: delikanlılık nasıl gitmiş sıladan, Karanlığa karşı nasıl dîSvtfşBlmüş? Amn şimdi kimisi elsiz ayaksız dönmüş.
Orada kamış kimisi, gayrı yaşamaz Karlar arka.ına, ü,Hınca
Oy anam, oy garip anam Derdimiz âlem derdidir
Dağlar taşımaz.
Atilâ İLHAN
GÜN
Imtlyaz Sahibi ve Neşriyat Müdürü: Haşan Tnnrıkut.
Cağaloğlu yokuçu. Nnrlıbahçe soknğı No: 9 Kat: 3 - Istnnbul Yıllığı: 4, Altı aylığı: 2, Üç aylığı I Liradır
Birinci frayfn başlık 8 Lira, Dördüncü aayfa ballık 6 Lira, Diğer sayfaların santimi 50 Kuruş YARATIŞ Mürettiphanesi. Baskı TAN Mntbnnnı
Mileaala ve Başmuharriri : F.snt Adil Müatecnplıuğln
İdare Yeri Abone Şartları : İlân Şartları : Dizgi:
İKİZLER
ADİLOĞLU
— Ey güvercin bakışlı güzel çocuk : Ceyran dağlarında otlattığın keçilerini mi kaybettin! Niye ağlayıp duruyorsun öyle!..
— Biz ikiz kardeşdik.. el ele verir gezerdik, her ayak basdığı-mız yer taptaze çimenlik olurdu. Gönlümüz yıldızlar kadar rahat, gökler kadar genişti., şimdi görüyorsun: İşte bak ne hale geldim..
— Peki, kardeşine ne oldu ki.. — Onu bir gün, kolundan tutup zorla benden ayırdılar.
— Buna sebep ne idi.. Bu zorbalığı kim yaptı?.
— Biliyorsun ki, benim adıma Ceyran dağlalarında “ İlim „ derlerdi, kardeşimin adı da “ Hü-riyet „ di..
Çok iyi hatırlıyorum, siz o zamanlar daha küçücükdünüz, sizin bir çok dayılarınız, akrabalarınız vardı. Galiba bir de Volter adında bir amucanız olacak..
9 — Onu çoktan kaybettik.. Bizi bir zamanlar Emil Zola dayımız büyüttü.. Sonra bir gün Bet-hove’nin memleketinde dolaşırken JgaJları işaretli, belleri tabancalı şahıslar* İtazi tevkîlT" elitte fi larca zindanlarda kapalı tuttular.. Bir gün bana, artık eziyetli günler bitti serbestsin dediler..
U — Peki ya kardeşin..!
I — Tevkif edildikten sonra o-nu bir daha göremedim., zindan çıkar çıkmaz aradım, soruşturdum.. Bir gün ihtiyar bir adamdan; “kardeşin, belki kurtulup Türkiye ye kaçmıştır,, dedi..
H — Demek sen, onun için burada bulunuyorsun., geleli çok oldu
mu?
— Onbeş gün kadar..
— Peki, kardeşini nerelerde soruşturdun., sana ne dediler.?
Geldiğim gündenberi belki rastlarım diye bu kapıdan ayrılmıyorum.
- Niçin hep bu kapıda bekleyip duruyorsun, başka yerlerde de soruşdursana..
— Biliyorsunuz ki, biz daima ünüversite bahçelerinde oynardık.. Emil Zola dayımız tenbih eder, sakın buradan ayrılmayın derdi. Bilmez misin Volter amuca bir gün
Demokrat Terbiye
Lütfiye GÜÇLÜ
Çok eski, üzerinde çok konuşulmuş bir konu; kitnplardn yer almış, terbiye ve usul derslerinde hararetle anlatılan, Millî Eğitim Bakanlığınca her fırsatta teyit ve tekil edilen ideal terbiye prensipleri.. Henüz tenkit ve tedrip sistemi karşısında "güzel fakat tatbiki mümkün oİmıyan hayali bir şey..,, diye telâkki edilmektedir. Dış hayatta dn dört başı mamur, refah ve saadet içindeki demokratik insan hayatının bir '‘hayali mühal,, telâkki edildiği gibi....
Her çocuk evinde başka türlü muamele görürmüş.. Evde nnn( baba kavgasını dlnliyen, sarho? babasından veya sinirli annesinden daynk yemeğe alışmış bir çocuğa siz okulda "yavrum, çocuğum !la hllsp «.dcrsenlz^al sindlrmlye, riyakâr
İŞÇİ DÜNYASI :
GREV YASAĞI
Grev, hukuki bakımdan, işçilerin kendi aralarında ve kendi menfaatlerine uygun bir şekilde işi terk etmek hakkına denilir. Bu hakları kullandıklarından dolayı işçiler kanunen suçlu sayılamazlar. Bütün demokrat milletlerin iş kanunlarile. ceza kanunlarında ancak yağma ve tahrip gibi hareketler yasak edilmiş ve cezalandırılmıştır.
Grev, insan emeğinin istismardan korunmasını temin eden bir müdafaa vasıtası olduğu için kanunlar bu hakkın kullanılmasını serbest bırakmışlardır. Halbuki 1936 yılından beri yürürlükte olan 3008 numaralı İş Kanunumuzla grev yasak edilmiş, Türk işçilerine bu hakkın kullanılması yasak edilmiştir.
İş Kanununun 72,73,75 inci maddelerde 127-131 inci maddeleri nelerin grev sayıldığını ve grevciler e verilecek cezaları tayin etmektedir.
Kanuna göre şu hareketler grev sayılır ;
1) 50 kişiden az işçi kullanılan yerlerde 10 işçinin,
2) 50-500 işçi kullanılan yerlerde beşte birinin,
3) 500 den yukarı işçi çalıştırılan yerlerde ise en az 100 işçinin
_hep birlikte ve birdenbire işi bırak maları, ' - —
4) Yukarda yazılı nisaba uymasa bile işi ehemmiyetli surette atalete uğratacak olursa en az üç işçinin birlikte işi terketmeleri.
ne kadar kızmıştı kardeşime., beni bırakıp yalnızca Versaya git-ti diye..
— Belki içeridedir, hiç gidip rektörden sormadın mı?
— Sormaz olur muyum..
— Peki, ya nc cevap verdiler.?
— Biraz sertçe konuştular.. Bu isimde kimseyi tanımıyoruz dediler. Ben, nasıl olur bizi her yerde tanırlar, diye İsrar edince, oradakilerin hepsi birbirlerine tuhaf tuhaf bakışmaya başladılar.. Ben neredeyse ağlayacaktı m..
Ya sonra ne oldu..
Rektör hızla ayağa kalktı, yüzüme dik dik bakarak mânası nı iyice anlayamadığım bir şeyler söyledi..
— Neydi o söylediği., hatır-
çalışmamakla kalmaz, üstelik başınıza çıkarmış....
Eğer bir kısım vatandaşlarımız çocuklarını dövecek ve kendi aile ha-yatlnrlle yavrularına bilfiil kötü örnek alacak psikolojik ve sosyal durumda İseler ve biz henüz meseleyi kökünden halletmlyc muktedir değilsek, yapacağımız İş okulda ayni yanlış, ayni fen.ı metodu mu tatbik etmektir? Evinde dayak yiyen çocuğu bir dc biz okulda mı insani muamele* den mahrum edcllın?
Neden, niçin? Otorite namına mı ? "bizim znvnllı otoritemiz,,. .. Cemiyete korkak, şahsiyetsiz, fırsatçı, riyakâr, dalkavuk, mütereddi, kuvvete tapan fertler yetiştiren otoriterAlz..
Şüphesiz bu, en kısa ve en az yorucu bir yoldur. Çocuk küçüktür, zayıftır, yetkisizdir. Öğretmenin çatılan kaşları, sesinin tonu onu der-blr İtaate
iş ihtilâfını yapılan işi
5) Ayni şartlar altında fakat başka bir yerdeki toplu desteklemek maksadile terk etme hareketi.
Müstahdemlerin bu yan hareketlerini de kanun grev saymıştır.
Cezalar:
1) Yukarda gösterilen 1, 2, 3 üncü fıkralarda yazılı grevcilerden her birine 10-100 lira ceza kesilir.
2) Grevciler devlet müesseseleri işçileri ise para cezasına 1-6 aylık hafif hapis cezası da eklenir.
3) Eğer grev amme müesseseleri idare ve kararları üzerine tesir ve tazyik maksadiyle yapılırsa grevcilere 2 aydan iki seneye kadar hapis cezası verilir.
Kanun daha buna mümasil bir takım cezayı artıcı sebepleri tayin etmiştir.
Bu kanun, başta söylediğimiz gibi Türk işçisinin bazı hürriyet ve haklarını tamâmile kaldırmış» bazılarını da kayıt altına aldırmıştır. 1936 dan önce Türkiye’de de başka memleketlerde olduğu gibi işçilere grev hakkı tanınmıştı. Türkiyede Balya maden işçilerinin 17 gün süren grevi grevler tarihi bakımından sonuncuyu teşkil etmektedir.
şartlara u-
İş Kanunumuzun da, değiş mesi ve demokratlaştırılması icab eden kanunlar aı asında yer alması lâzımdır.
lamıyor musun?
— Galiba şöyle dedi: * Sen yabancı bir ideolojiye benziyorsun.. çıkar pasaportunu göreyim» yoksa şimdi seni polise teslim ederim „..
O A A
Zavallı çocuğun hali pek perişandı.. nemli gözlerini oğuştura oğuştura yüzüme bakıyor, benden bir cevap bekliyordu, kendisini teselli ettim. Kardeşin her halde Türkiyededir. Biz de onu çoktan beri arayıp duruyoruz. Hükümete de haber verelim, her halde az zamanda rastlaşır ve birbirinize kavuşursunuz, dedim.
Çocuğun güvercin bakışlarında sevimli pırıltılar belirdi. Yanından ayrılırken dudaklarına bir ümit tebessümü yayılmıştı..
sevketmiye kâfidir. Fakat o kadar... Baskının vc korkunun bir an üzerinden kalkması ona hemen okul adap ve muaşeretini unutturur... ve ortaya en başa çıkılmaz, İslah edilemez bir çocuk çıkar..
Çocuk niçin okuduğunu, neden kırık veya yüksek not aldığını, neden beğenildiğini veya tenkid edildiğini, nerede, nasıl hareket etmek Icabettiğini bilmelidir... Ancak çocuk bu hale getirildikten sonradır ki kendi kendini terbiye, hür terbiye bir hayal olmaktan çıkar. Bu, tahakkuku ve tatbiki güç bir şey de değildir. yalnız çocuğun insan yavrusu olduğunu unutmıyarnk uzun bir sn* tarla. onun hassas cephelerini tahrik ede ede, sevgi ve şefkatimizi cömertçe vere vere İzzetinefis sahibi istediğimiz manada İtaatli vc çalışkan çocuklar yetiştirebiliriz..
Yaşama şartları pek çok çocuklar Içln-her sınıf için bir başka ba-kımdnn-daynnılmıyacak kadar acı ve gayri müsaitken bir dc biz, onların betbahtlıklarını art t ırmıynl un. Onların şahsiyetlerini ezmlyclim. Yarım milletimizin mukadderatını ellerine teslim edeceğimiz çccuklarn hür ve şerefli, inanç sahibi birer İnsan olmak gururunu verelim..
Esasen çocuklarımızın kaçta ka çı okul sıralarında oturabiliyor?
Comments (0)