Kaynak: TÜSTAV - Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı Arşivi

Her şey,milletin varlık ve refahına bağlıdır
Devletin gayesi, hükümetler ve parlâmentolar kurup insanları idare etmek değil, vatandaşları korkudan, işsizlikten ve açlıktan azâde kılarak mesut etmektir.
■■ Esat Âdil MOSTECABÎ „
Recep Peker hükümeti bir taraftan harp sonu millî ekonomisini tanzim etmek, bir tarattan da, Türk Demokrasisini geliştiamek mes'uliyetini yüklenerek işe başladı.
Başvekil bu iki ağır mes’uliyetin şüphesiz ki hâla farkındadır. Hükümetin ilk eseri olan 7 eylül kararlarının yürürlüğe girdiğindenberi geçim zorluğu durmadan artmaktadır. Bunu önleyici bir çok projeterin ileri sürülmesi de ispat ediyor ki, hükümet yaptığına aişmandır. Aldığı kararları değiştirmeğe lüzum hissetmektedir. Fakat «Hükümet nüfuzu» nun .zâfa düşmemesi için, milletin daha bir müddei bu sıkıntılara katlanması, Sayın Başvekilin yüksek hatırı için biraz daha dişini sıkması icabediyor.
Türk Milleti kahır ve meşakkat çekmeye, ülülemre saygı göstermeye alışıktır. “Sabır ile koruk helva olur» onun atalar sözüdür. Etbette bir gün 7 eylül koruğu da tadına doyulmaz bir helva olacaktır I
Dost sözü acı olurmuş. Gerçi biz Recep Peker hükümetinin vefalı bir dostu sayılmayız. Fakat şunu gerçek bir samimiyetle ilân ederiz ki arzumuz bu hükümetin başarılar elde etmesinden ibarettir. Hnkûmet değişikliğini arzulamaktan ne çıkar? Mademki, Halkpartisi bir ekseriyet partisidir. Mademki, her yeni hükümet yine onun malum kadrosu içinden çıkacaktır. Şu halde, kabine değişmeleri, hayal sukutundan başka millete ne getirebilir ?
Problemi akıllıca çözmek istiyorsak, ya Reczd Peker hükümetinin ciddî başarılar elde etmesi yolunda mümkün o-lan her şeyi yapmak ve onu desteklemek, yahut, C. H. partisine, devlet gemisini daha iyi yürütecek mahir kaptanlar ihsan etmesi için gece gündüz Allaha yalvarmak lâzımdır.
C. H. Partisinin bu memlekette oynadığı tarih! rolü, Millî Kurtuluş ve kalkınma dâvasına ettiği hizmetleri, Türk Cemiyetinin ileriye doğru geçirdiği gelişme ve değişme devrelerindeki yapıcı gayretlerini hatırlamamak, unutuvermek isteyenleri biz tasvip edemeyiz.
Fakat bu hareket tarzımız bizi, C. H. P. nin yeni demokratik ihtiyaçlara ayak uydurmadığı taktirde çökmeye mahkûm olduğunu ilân etmekten alıkoyamaz.
Cunıhuriyet Halk Partisini bu inkırazdan kurtaracak tek vasıta, adalete, demokrasiye sayğı göstererek, halkın refahını ve saadetini gözetebilecek bir idare tesia etmesi ve bugünki hükümeti o yolda başarılar elde edebilecek bir İçtimaî basirete ulaştırmasıdır.
Tehdit, tazyik usullerinin bir kurtuluş vasıtası olmaktan ziyade halkın net ret duygularının sertleşmesine yaraya-Devamı 2 incide
HAYAT NEYE BUKADAR UCUZ!
Memlekatln bugünkü geçim şartları içinde yoksul halk kütlelerinin karşılaştıkları zorluklar bana daima sürrealist bir ressamın tablosunu hatırlatır. Büyük bir ormanda yolonu şaşırmış bir yolcuyu tasvir eden bu tabloda vahşetle korkunun mücadelesi en keskin hatlariyle tesbit e-dilmiştir. Biçare yolcunun halka, halka boğazına dolanan bir cellât ipinin ilmeğiyle boğuşması, durmadan azgınlaşan gecenin canavar gölgeleri, fırtına çığlıklarıyla yüklü vahşeti... ve korkunun, şaşkın, takattan kesilmiş, fakat sen nefeslerini veren her mahlukun gösterdiği çılgın mücadelesi..
Bu karma karışık, renk, renk boya dalgalariyle ressamın bize anlatmıya çalıştığı hikâyenin yamada, hakiki hayat hi-
Âdiloğlu
kâyelerinln hiç bir sanatkâr yardımına muhtaç olmıyan çırıl çıplak dehşeti, herhalde çok daha düşündürücü ve çok daha korkunçtur.
Hayat korsanlığı yapmakta ola" kara yüzlü çetelerin himmetiyle hakikatte, hayat o derece ucuzlamıştır ki, kirli paçavralar gibi sokak köşelerihin, izbe duvar diplerinin sefil birer mevzuu olmuştur.
Emtia fiyatları yükselip, geçim şartları Öküz kanı gibi pıhtılaştıkça, hayat o derece ucuzlamaktadır ki, oh beş yaşındaki bir genç kızın ırzı, Beyoğlu kaldırımlarında iki kilo et. fiyatına, yoksul mahalle ço-cuklaı inin canı ise Karacaahmet pazarında iki arşın murabbaı kara toprak tutarına alınıp satılmaktadır!
Bu «hayat enflâsyonu» na iktisatçılarımız aoaba ne buyuruyorlar?
Not: Bu yazı 1944-1945 de, haıp ekonomisinin hüküm sürdüğü bir zamanda yazılmıştı. Aradan bunca zaman geçtiği halde hayat pahalılığının ilmeği boğazı mızı daha şidddetle sıkmakta devam ediyor.
Halkın bu günkü ıztırabını anlatmak için yukarıkı yazıdan daha iyisin [yazamazdı m.___________
İç Salıifelerde:
Matbuat tenkitleri
Parti ve Sendika hareketleri
Dünyanın gidişi
Dünya yiyecek variyeti
Ingilterede doğum ve çocuk bakımı
Diyalektik materyalizm ©
Türkiye işçi sendikaları
Küçük Ansiklopedi
Jl
İnkilâpcı münevver : Anatol France

Uzun yıllardanberi bu memlekette Vatan, Millet, ve Hamiyet duygulan C. H. P mensuplarının monopolü olarak ka dı. Her ileri fikir güdeni kötü propogandalarile kirlet mek istediler.
İktidar hırsı, onların gözlerini bürümüştü. Bir çoğu koltuk altınd ı gizli bir haç taşıdığı halde, durmadan herkese iftira ve töhmet savurdular.
Hele son hâdiseler karşısında şu meşhur sö.ü nasıl tekrarlamayalım:
Dahi eden d nitnize bari nıüslüman olsal
Köy ve köylü
Yunanistan Milli mukavemet hareketi
«*
Kadın ve zafer
Memleket portreleri
Hayattan röportaj
Kültür hareketleri
Rakamlar - gerçekler
Hikmet kırıntıları
Şiirler
I
i
5
i L
[Sendikalar Federasyonu kuruldu]
Türkiye işçi sendikaları federasyonu :
Tiirk işçilerinin kendi emek ve meslek haklarım kanun çeaçevesi içinde korunmasını sağlamak için bir çok sendikalar kurdukları ve bu meslek birlikleri etrafında taplandıkları malumdur.
Haber aldığımıza göre, Türkiye Tekel işçileri sendikasının teşebbüsı'yle «Türkiye İşçi Sendikaları federasyonu» adı altında yeni bir teşkilât kurulmuştur. Bu Federasyona şimdiki halde, bağlanmış olan sendikalar şunlardır: Türkiye Tekel işçileri, Türkiye deniz işçileri, Türkiye Basın ve Basın makinistleri, Türkiye Mensucat işçileri ve Türkiye Demir ve çelik sanayii işçileri sendikaları. Federasyon kurucularını tebrik eder, federasyona başarılar dileriz.
Meclis kanunun î’t.nbul milletvekili Abdurrahm.n Münip hiç bir kanuni sebebe dayanmayan bir kararla mdletvekıllığıa-fevkinde midir? den iskat edildi,
Biz bn hukukî inceliği kavrayamadık. Komisyonun «Milletvekilliğine mam bir hali yoktur» demesine rağmen bir parlâmento ekseriyetiyle, milletin seçtiği bir vekilin kapu dışarı edilebilmesi işidilmemiş bir hadisedir.
Anayasanın fevkinde böyle bir “örf» tesisine meclisin selâkiyetli olup olmadığını bütün Hukuk bilginlerimiz, bilhassa «Hukuku esasiye» mütehassıslarımız araştırmalı ve münakaşa etmelidirler.
Çünkü bu “örf» ekseriyet partilerinin elinde muhaliflere karşı kullanabilecekleri en müessir bir silâh olabilir.
Yüzde 156,5 gümrük zammı, şürmüştür.
Türk parasının yeni esaslara göre ayarlanmış olmasının tepkileri arasında gümrük resimleri tarifesinin %156.5 nisbetinde yükselmesi hadisesi herkesi heyecana dü-
girişilen bu zamlı tarifenin ithal mallarından ancak lük* benzeri memleketimizde imal olunan maddelerle ilgili
9 aralıkta tatbikine ihtiyacı karşılayan ve olduğunu her nekadar Gümrük Bakanı ileri sürmüş ise de bu zamların halkı* umumî geçim zorluğuun biraz daha arttırmayacağını sanmak, ticaret psikolojisinden tecahül etmek olur. Muhielı’f vilâyetlerden alman piyasa haberleri, daha şimdiden bu zamların şiddetli tepkiler uyandırdığının sapasağlam delilleridir. Bize öyle geliyorki, hayat pahaliliğı gemi azıya almış azgın bir koşu beygirine ben-mektedir. Onu yola getirmek gerektir.
Millî Eğitim
Şûrası:
Halkın sadece bir gazete havadisi olarak okuyup Öğrendiği bazı hareketler ve hadiseler vardır. İşte Millî Eğitim Şurasının Ankarada toplanışı da bunlardan biri-
dir. îcra kuvvetlerine karşı maddî bir baskı vasıtasına malik olmayan, sadece dileklerde bulunmaktan ibaret kalan bu gibi kalan bu gibi İlmî hareketleri umumi efkâra maletmenin yollarını aranmalıdır.
Okul idareci ve öğretmenlerinden başka bu gibi şuralara parti ve diğer ilgil teşkilât ve halk mümessilleri de iştirâk ettirtilmeli, ilim ile hayat arasındaki münasebetler daha yakından rİlmelidir.
gözden geçi-
Âdet yerini bulsun diye hemen yirmi görenek ar-
Millî iktisat ve tasarrf haftası;
yıldır sürüp giden bu tık büsbütün tesirini kaybetmiş gibidir.
Günlük geçimi düşünmekten başka elinden bir şey gelmeyen milyonlarca halkın sıfır altına düşmüş olan iştira kudreti karşısında onu bir taraftan tasarrufa, diğer taraftan bol bol yerli mallar istihlâkine teşvik etmek şaşırtıcı bir olay, belki de bir alay kılığına girmiştir.
Millî İktisat ve Tasarruf Cemiyeti adını değiştirerek «Hayatı ucuzlatma halkı gerçekten
ı
Kanunlar, insan saadetini ve cemiyetin huzurunu kol-
i
!
1
Cemiyeti» adını taşısa, sevindirmiş olur.
Matbuat hürriyeti ve İzmir faciası :
layıcı ve artırıcı maksatlarla yapılır ve tatbik olunur. Matbuat kanununun da gayesinin şüphesiz ki bu olması icad eder.
Fakat bu kanuna göre bir yazı yalnız yazanı değil, gazete veya derginin sahibi, neşriyat müdürünü de ayni zamanda mesul etmektedir.
Herkes hatırlar ki, İzmirde bu yüzden büyük bir aile faciası oldu. İzmir gazetesinin sahibi olan hamile bir ka-Devamt 2 de
Sahile 2
GÜN
14 Aralık 1946
-a.-------
J-jaftanın siyasi karakterini belirtmi-ye çalışalım. Yazılar tomar tomar önümde serilmiş duruyor. Bunları tasnif etmek kolay otamakla beraber yorucu bir iş.. Sekiz on başmuharririn ve 5-10 fıkracının yazılarım ve diğer memleket gazetelerinin kasaba ve şehir çapındaki neşriyatını dikkatle okuyup neticeler çıkarmak, ve bu neticelerden okuyucuları faydalandırmaya çalışmak, herhalde akıntıya kürek çekmek sayılmaz.
Açalım haftanın şu karakaplı dosyasını.. Bakalım neler var:
KIZILLAR VE KIZIL DERGİLER:
Umumiyetle halkın, bilhassa köylünün pek sevdiği bu renkten şu Hüse yin Cahit hoşlanmaz, anlamıyorum! işin garibi gazetelerinin başlığı kızıl olduğu halde..
İran şahı İsmail Safevinin askerleri kızıl takke giydikleri için kendilerine (Kızılbaş) denmişti. Osmanlı propagandacıları bu işi okadar istismar ettiler ki, kızılbaşlık halkın araş nda, dinsizlik imansızlık, ahlâksızlık mefhuınlarile müteradif olarak kaldı.
Hüseyin Cahit ve onun çömezleri de. nerede bir ileri fikir, nerede bir hakikat. Duyarlarsa hemen orada kıpkızıl bir alev vehmedip âalemi telâşa veriyorlar: Yangın varl Tehlike var!
Zavallı Ahmet Haşim, sen ki;
«Kızıl şafakları seyret ki, akşam olmakta! >
Der ve sanat yapardın. Gel de gör şimdikileri.. Evet, sözü mecrasına sokalım da, şu bizim bembeyaz ihtiyar bakirenin manastır dualarını dinleyelim.
Ankara ve İstanbulun mahut demir kuşaklı basın pehlivanları gine peşrev tutmaya, davul, zurna çaldırmaya başladılar. Bu peşrev ve zurna gürültüleri manaitır dualarile karışınca şöyle bir fasıl meydana geliyor:
«Yine her yeri kızıllar sardı.. Harıl, harıl kızıl dergileri çıkıyor.. Türkiye kızıllaşıyor, kızıllaşıyor Ey Ümmeti Muhammet yetişin, vatan, millet elden gidiyor..»
Fakat ey Ümmeti Muhammet, elden ne din, ne vatan, ne millet gidiyor. Giden sadece, Hâseyin Cahit beyin ve onun çömezlerinin akıl ve izanlarından ibarettir!
Çünkü; onlar anlıyorlar k:, artık bundan böyle halka maval okuyup, key-e bakmanın modası geçmek üzeredir.
Onların kızıl dedikleri insanlar ve dergiler hak görüp, hakikat söylüyorlar ve halka kıymetten başka bir şey düşünmüyorlar. İşte, şayia üstatları çıldırtan da budur.
KÖKÜ DIŞARDALIK ;
Yine Demokrasi havasını bozmak, bnlanık ve sisli bir hava yaratıp keyfine göre avlamak isteyan bizim mahut reak-siyonerlere göre «Her gerçeğin, her gerek konuşanın mutlaka kökü dışardadır. Otuz yıl içinde, otuz renk değiştirenlerin hepsinin kökü ise milletin bağrinda-dır. Bu gün sahibi oldukları şöret, servet ve nüfuz işte bu köklerle sömrüle, sömrüle meydana gelmiştir. Bu cihet eümlenin malûmudur.
Eğer biz; de sömürgelerine dâvet ediyorlarsa, bu bizim elimizden gelmez. Çünkü, biz milletimizi sömürenleyiz. Ona olaa -gerçek sevgimiz ve bağlılığımız
buna manidir.
Basın ve kürsü sahiplerine sadece şunu söylemek isteriz.
«Sîzler gibi çok hacıların çıktı haçı zîri begaldr*.
PARLÂMENTO ANAYASA İHTİLAFI : Bu hafta, uygun ve aykırı bütün gazeteleri meşgul eden eıı mühim hâdise iki millet vekilinin seçim mazbatalarının red edilişi olmuştur.
Hemen her başmuharrir bu konu üzerinde düşüncesini açıkladı. Bize göre bıınun en iyi tahlilini Cumhuriyet baş yazarı Nadir Nadİ yaptı.
Son Saat meclisin bir “örf,, tesis etmek üzere olduğundan duyduğu endişe-
■n
Yeni açlık senesi harbe iştirak etmiş olan Avrupa ve Asya’yı dehşete düşürmektedir.
Açlığa harpta mağlup olan sahalar, Ren kıyılarından, Çanakkale sahillerine kadar, olan bölgeler değil, Çin ve Hindistan da dahildir.
Doğrusunu söylemek lâzım gelirse bu sene geçen seneye nazaran açlık biraz olsun kuvvetini kaybetmiştir.
Fakat önümüzdeki ilk baharda milyonlarca insan yiyeceğinden daha fazlasını bulduğu halde milyonlarca insan da yiyecek bulamıyacaktır. Acaba bu fakirliğe sebep nedir?
Bir İngiliz papas Alimi Maltüs’ün geniş surette yayınladığı nazariyesine göre halk kütleleri Fakirliğinin önüne geçilmesi imkânsız bir akibet olduğunu, zira dünya nufusunun sur’atle artırası yüzünden yer yüzünde daha fazla yiye cek temini mümkün olmadığıdır, ilim böyle küstahça ve gülünç bir nazariyeyi çoktan tekzip etmiştir.
Ziraat ilmi ve nazariyesi şunu isbat etmiştir ki, dünya yiyecek madde istihsal atı umumun mes’uliyetli alâkası şar-tiyle, dünya nufusunun iki hatta üç mislini beslemeğe yeter vaziyettedir.
Açlığın hakiki sebeplerini doğuran, köy iktisadiyatının tekemmülüne engel olan şartlarda da aramak lâzımdır,
Netekim muayyen zamanlarda iktisa di krizler, harplar, muazzam yiyecek maddelerin mahvolmasına sebep olan, açlık dehşetinin hakiki köküdür.
Hülâsa, Avrupa’yı saran bu günkü açlık dehşeti, tersine müzmin bir şekil almış bulunan Hindistan ve Çin Amerika bölgeleri içinde bulunduğumuz yüz yıl zarfında, fakirliğe düçar olan ayrı ayrı bölgede açlık ve fakirliğe uğrayan Birinci Dünya harbından sonra beynelmilel irticaın kara kuvvetleri ile el birliği yapan Alman Emperyalizmi eşkiya sürüleri tarafından hazırlanmıştır.
Harp, Avrupa karasında bütün stokları yutmuş köy iktisadiyatı muazzam kayıplara uğramış, istihsâl kuvvetleri tahrip edilmiş muazzam işçi kuvveti işe yaramaz bir hale gelmiş milyonlarca hayvan başı tükenmiş bu kayıplara ev eşyası, yakacaklar da dahil olursa açlık dehşetinin sebepleri anlaşılmış olur.
Bundan mada münbit toprak parçaları uzunluğuna tahkimata ayrılmış tayyare meydanları ve mayın tarlaları haline getirilmiştir.
yi gizlemedi. Şüphesiz ki, suyun akarına ve hâdiselerin uyarma giderek meseleyi küçümseyenler de çıktı.
Biz fikri kasiı anemizce, bir parle-mento ve anayasa ihıîlâfıdır. Ve bazı larıtıa göre ise, meclis anayasamızdan üstün olduğunu iddia ve isbat ermişti. Halbuki, mesele bir hukukçu gözüyle şöyle görünüyor:
Meclisin hiçbir kararı anayasaya aykırı olamaz. Parlementc böyle bir şey yapmak isterse, önce anayasayı tâdile mecburdur. Bunun için de bir takım kanunî şartlar ve üçte iki çoğunluk gerektir.
Madem ki, Anayasa, milletvekili olmanın şartlarını tadat ve tahdit etmiş-
memlekeilerinde
harpten senesin-
31 mil-
rakkam-
Avrupa kapitalist ekin yani ekmeklik hububat evvel 60 milyon ton iken 1944 de 46 milyon ton, 1945 yılında yon ton yani harpten evvelki
ların hemen yarısını teşkil etmektedir. Şunu da zikretmek lâzımdır ki 1945-1946 senelerindeki iklim şartları buğday yetiştirmeğe hiç de elverişli değildi. Bir çok bölgelerde kuraklık ekinin mühim bir kısmını mahvetti,
Mamafi harp neticesi olarak toprak zayıflamamış olsaydı, köy istihsalâtına lâzım gelen malzemeye ihtiyaç hissedilmemiş olsaydı, ve her şeyden evvel işçi emeğinin azlığı hissedilmemiş bulunsa idi, muazzam hayvan kayıbı olmasaydı, toprak harpten evvelki vaziyette işlenmiş olsaydı, elbetteki kuraklığın, buğday ekimine bu kadar zararı dokunmazdı.
Fakat açlığa fakirliğe sebep yukarda saydığımız vaziyetler kâfi değildir. Daha ler
lar lık
önüne bir se-dünya müsavi
mühim ve daha ehemmiyetli sebep-vardır.
«Avrupa karasında müthiş çarpışma-yüzünden tahribat olmuştur. Kurak-yüzünden mahsul yeter derecede
olmamıştır. Bu yüzden açlığın geçilememiştir», demek doğru bep teşkil etmez. Asıl sebebi yüzündeki yiyecek maddeleri surette taksim edilmemiş olması teşkil
etmiştir. İşte asıl muasır dünyamızda bu mümkün olmıyor.
Bir de nazarlarımızı başka tarafa çevirelim. Harp yüzünden açlık felâketine uğramak şöyle dursun zenginliklerini bir kat daha arttırmış olan Amerika Birleşik Cumhuriyetlerine,
Amerikanın on seneye yakın bir zamandan beri buğday ekini siyasetini yürüten arazi mükâfatı tertip etmektedir. Bu suretle piyasadaki yiyecek Batlarını tabii olarak yüksek talebe arz etmeyişi, temin etmektir. Bu yüzden Amerika çiftlik sahipleri hükümetten her hektar toprak başına muayyen bir tazminat almaktadır. Bu tazminat mühim bir yekun tutmaktadır. Hükümet buğday ekilecek araziyi ya hayvan otlamasına yarar mahsul yetiştirmesine yahud da ta-mamile mer’a haline getirilmesi siyasetini uygun bulmaktadır.
Az ekme mükâfatı siyaseti Amerika Kanada haprleri Avrupa’da açlık doğuracağını velden görmesi icabederdi.
Amerika ve Kanada hükümetleri dünyanın başka taraflarında milyonlarda
usulünnü yüzünden daha ev-
tir. Şu halde, bu şartların dışında kalan her hangi bir hususî sebebe dayanıp karar vermek, ya Anayasayı tâdil veya ona muhalefet tazammum eder.
B. M. Meclisinin ise her iki manâdu da' parlâmanter bir iddiası olacağını sanmıyoruz.
Şu halde, bu hâdisedeki lıer türlü hukukî mesuliyetin doğrudan doğruya Meclis cTejkilâtı Esasiye* encümenine ait
Esasiye» olması icabetmektedir. Çünkü, Anayasa hükmünün lâfzan masuniyetini gözetmek meclis nâmına bu encümene
ruhen millet veril-
ve
ve miş bir vazifedir.
Bu, bir Hukuku esasiye hadisesidir. Bunu İlmî şekilde münakaşa etmek her kesin vazifesidir. Matbuat sütunlarımda bu meselenin tedkikinin B. M. M. n’n yüksek ve millî şerefine her hangi bir hürmetsizlik teşkil etmiyeceği aşikârdır.
Çünkü dediğimiz gibi bir hadiseyi bir dedikodu meselesi yapmak bunun İlmî ehemmiyetini hiçe saymaktır ve bu aleme karşı çok ayıp bir şeydir.
***
aç halkı yedirmek için kendi çiftçilerine daha fazla buğday ekmelerini teklif etmedi. Bilakis hububat ekim sahasını daraltmasına çalıştı.
Her şey milletin varlık ve refahına bağlıdır
Başmakaleden devam cağını, C. H. P. Devlet adamlarının herkesten daha iyi takdir ettiklerine inanmak lâzımdir. Çünki son hâdiselerin onlar için tarthi birer ders ve ibret teşkil etm’ş olmaması imkânsızdır.
Memleketimizi geçirmekte olduğu malî ve İktisadî buhranı bugünkü devlet adamlarının küçümsemiyeceklerini ve tevile kalkışmıyacaklarını sanıyoruz. Çüu-kü bunun aksini tasavvur etmek onların millet ve yurt sevgisinden gerçekten mahrum olduklarsnı kabul etmek olur. Onları, bindikleri dalı kesecek kadar gaflet uykuauua dalmış sananların mübalağa ve haksızlık ettiklerine şüphe yoktur.
Harp sonrasının millî ekonomisi ve henüz pek taze ve pek toy olan Demokrasimizin gelişmesi meseleleri karşısında C. H. partisi ile hükümetin şu büyük hakikati gözden İrak tutmamasını kendi öz menfaatlerine de uygun görmekteyiz. Herşey, milletin varlık ve topyekûn refahına bağlıdır. Halkpartisinin de milletten gayri bir varliğı, milletten ayrı bir refah hakkı olamaz. Devletin de gayesi, hükümetler ve parlâmentolar kurup insanları sadece idare etmek değil,, vatandaşları korkudan, işsizlikten ve açlıktan azade kılaraic mesut etmektir.
Bunu böyle düşünmeyen, bu uğurda çalışmayan bir hükümetin dostu olmak biz:m elimizden gelmez. Bu, ancak riyakârların, menfaatperestlerin hüneridir.
Matbuat hürriyeti
(Birinci sayfadan devam) din bir makale yüzünden mahkûm oldu, ve çocuğunu hapishanede doğurdu. Kocası teessüründen kendini öldürdü. Şimdi de karısının çıldırdığını haber aldık.
B« dram bu kadarla kalmıyor. Geride henüz süt emen bir yavru ile bir küçük çocuk daha var. Bunlar fikir uğruna ölen bir babanın ve çıldıran bir ananın öksüzleridir.
Kanunlar yalnız mesul etmemeli, bir azda mesuliyet taşımalıdır.
14 Aralık 1946
GÜN
Sahile 3
I
HAFTANIN
KULTvK


T

Üç Diktatör altında ” Romanyadaki Sosyalist Gro-za kabinesinde Adliye “Bakanı ve Romanyadaki işçi ^hareketinin en mühimj, şeflerinden biri olan Patrascanu'nun 1941 yılında hapishanede yazdığı bu eser Romanyada faşist politikasının başladığı 1938 yılından 1944 yılına kadar geçen zaman zarfında bu memleketin siyasî, İktisadî ve İçtimaî vaziyetini gayet iyi anlatan mühim bir kitaptır. Önce kıral Carol, sonra demir muhafızlar, daha sonra da Hitler idaresi altında Ro-nıanyanın yedi yıl nasıl bir tedhiş politikasile idare edildiğini anlamak isteyen herkes için bu eser bir vesikalar mecmuası değeri taşımaktadır.
Fransaya ihanet edenler
Fransız hâriciyesinin kulislerini gayet iyi tanıyan bir gazeteci, Andre Cimone Fraıısanın 1930 - 1943 yıiları arasındaki oabir yıllık politika hayatını bütün vesikalarile açığa vuruyor, ve Fransanın faşizmin kucağına kendini atması için Radikal Sosyalistlerin, Sosyalistlerin, Petain ve hempalarının, Fransız malî sermayesiyle işbirliği ederek nasıl çalıştıklarını, İspanya meselesinde çevrilen dolapları, Hitler kaşısında Fransız küçük burjuva politikasının nasıl iflâs ettiğini, ve bu iflâsta beşinci kolun Fransadaki faaliyetlerini ve bütün bu bozguncu ve halk menfaatlarını baltalayan mücadeleler karşısında komünizmin nasıl cesaretle döğüştüğünü kü çük, lâkin özlü plan bu kitapta bütün vesikalarile okuyacaksınız. Bu mühim eseri gelecek sayılarımızda tefrika 'etmek ta-savvurundayız.
BÖYLE ÖLÜYORLAR
Ağızlarında yarım kalıyor nağraları, Son ahları çıkamıyorgırtlaklarmdan Taş kesilen vücutları
Tok bir sesle Kaldırımlaradüşüyor, İnce bir kan sızıntısı Lekeliyor taşları.
Dostları çiğniyerek cesetlerini Aşıyor üzerlerinden,
Ve açık gözleri arkalarından Gülerek uğurluyor.
Orhan Müstecâbi
AMERİKA İŞÇİ GREVLERİ ™
İşçinin haklarını koruma yolunda biricik silâhı olan grevin Türkiyede uzun yıllardatıberi yasak edilmiş olbuğunu burada açıklamaya -belki bilmeyenler vardır diye- lüzum görüyoruz.
Herkes bilirki, grev kapitalist ekonomi nizamının zaruri bir neticesidir. Emek ile sermaye arasındaki mücadelede emek kendini ancak bu silâhla büsbütün he £der olmaktan kurtarabilir,
Birleşik Amerikada ortalama altmış bir milyonlnk bir işçi kütlesi vardır- Bunun yine ortalama olarak iki milyonu işsizdir. Amer ikadaki grevlerin başlıca sebebi hayat pahalılığı nisbetleri üzerinde hükümetle işçi sendikaları arasındaki anlaşmazlıktır. Sendikalar işçi gündeliklerinin hayat pahalılığı artış nisbetini takip etmesi lâzımgeldiğini haklı olarak ileri sürmektedirler.
Son aylarda Amerikada fiatlar yüzde 25 arttığı halde gündelikler bu nisbet-te arttınlmamışdn.
Yarım milyona yakın manen işçisinin son grevi Amerikada 3300 madenî işlemez bir hale getirmiştir.
YUNANİSTAN HADİSELERİ VE MAKEDONYA Fransanın kurtuluşunu ko-Fransız mukavemet hareketinin mensuplarının her biri bugün birer millî kahraman sayılmaktadır- Halbuki Yunan millî mukavemet mensuplan için hadiseler tamamile menfi neticeler doğurmuştur. Krala ve kral taraftarlarına karşı ayaklanan bu dünkü antifaşist ve millî mukavemet kahramanları bu gün bütün sağ cenah gazeteleri tarafından birer asi hattâ birer eşkiya gibi tanıtılmak istenmektedir.
Nasıl ki, on binlerce Bosna Hersek müslümanını boğazlamış ve sonunda Almanlarla iş birliği ettiği meydana çıkarılarak ölüme mahkum edilmiş olan general Mihailoviç de bir vakitler balkanların en şerefli ve Yugoslavyanm en büyük millî kahramanı gibi tanıtılmıştı.
şüphesiz ki, her gazete, her ajans hadiseleri kendi temayülüne göre vasıflandırır. Biz komşu devlet Yunan milletini daima huzur ve saadet içinde görmek isteriz. Fakat okuyucularımıza, şıınu hatırlatırız ki, Ferit paşa matbuatı millî kur tuluş kahramanı Atatürkü bir asi, bir “Bağî„ gibi tanıtmaya çalışırken bazan hakperest Avrupa gazeteleri hadiseleri bu gün bizim gördüğümüz gibi görüyorlar, ve millî ideal uğruna döğüşenlere hiç olmazsa saygı gösteriyorlardı I
Yunanistandaki ihtilâl hareketlerinin takip ettiği siyasî hedefin birincisi kıral-Iığı bertaraf etmek, İkincisi de Yunanistanın bu günkü balkan siyasî ve içtimai nizamının dışında kalmasını önlemektir.
Makedonya meselesi ise, bir Yunan meselesi olmaktan ziyade müşterek bir balkan meselesidir. Bize öyle geliyor ki, balkanlarda kurulmuş olan federatif ve demokratik İçtimaî nizam er geç Yunanistana da hakim olacaktır-
İRANDAKİ HUZURSUZLUK aralıkta yapılacak seçimlerin geri bırakılması azerbeycan kuvvetlerde İran kuvvetlerinin yeni bir savaşa girişmesi, Sovyetler Birliğinin bu askerî hareketlere girişmemesi için İrana tavsiyede bulunması, bil-mukavele bu müdahalenin İran tarafından güvenlik konseyi nezdinde bir şikâyet konusu haline getirilmesi son haftanın dikkati çeken başlıca lıadiselerindendir-
İran milleti, tamamile demokratik ve federatif bir memleket haline gelmedikçe ve emperyalizmin istismar oyuncağı olmaktan kurtulmadıkça bu huzursuzluğun sürüp gideceği muhakkaktır.
Çektiklerimiz
Holivot televizyonun inkişafına mani olmak için her [yıl 300.000 mlljon dolar harcıyor
Fransız âlimleri tarafından keşfedilen televizyon, on beş yıldanberi bir türlü inkişaf edemiyor. Sebebi de şu: 1929 yılında sesli filmin ortaya çıkmasile yeni sinema âletleri yapan bir takım Amerikan, İngiliz ve Fransız fabrikalarile, Hollywood’daki sinema kumpanyalarının iflâsından korkuluyor. Bu sebeple sinema âmilleri, beyaz perdenin bütün büyük sanatkârlarını televizyon müessesele-rile mukavele yapmaktan menettiler. Beri taraftan Hollyvvood'un film kralları, televizyon müesseselerinin inkişafına mani olmak üzere, bu müesselere yılda 300.000 milyon dolar diş kirası veriyor.
Yalnız yedi Zenci oy verebilmiş
Birleşik Amerika Devletlerinde Louisiane hükümetinin Yeni Orleans şehrinde demokrat partinin ilk seçimleri yapılmıştır. Buralarda zenciler tramvaylarda, otobüslerde beyazlara ayrılan yerlere oturamaz, beyazların devam ettikleri lokantalara, kahvelere, çeşmelere, mezarlıklara gidemezler. Yeni Orleans şehri ' halkının üçte biri zencidir. 947 seçmenin kayıtlı olduğu bir seçim sandığına ancak 7 zenci rey atabilmiştir. Zencilerin reylerini kullanmalarına mâni olmak için her türlü hileye, dalavereye, kâfi gelmezse tazyika baş vurulmuştur, Seçim kontrol komisyonunun başında bulunan zat, zencilerin bu küstahlığına öfkelenerek: «Otuz altı yıldır bu kontrol komisyonunda çalışırım, ilk defadır ki zencilerin sandığa rey attıklarını görüyorum, olmadık bir rezalet bu! » diye bağırmış, bu zencileri döğmeğe kalkışmıştır.
Türkiye Sosyalist partisi yayınları :
ALMANYAYLA BARIŞ
İtalya ve Balkan memleketleri barış muahedeleri sona erdirilip imzaya bırakıldıktan sonra dörtler konferansı Almanya ile bar ş meselesini ele almış bulunmaktadır- Avrupa siyasî nizamının yarınki karakterini ayarlayacak olan bu müzakerelerin nerede ve ne zaman başlayacağı henüz tesbit edilmemiştir. Nazi felâketinden kurtulmuş olan Alman milletinin bundan böyle gerçek demokrasi yolundan ayrılmayacak İçtimaî ve siyasî şaıtlara kavuşturulması bu müzakerelerin neticesine bağlıdır.
SİLÂHSIZLANMAĞA DOĞRU
Her harp sonu, felâketlerin sebep olduğu bîr uyanma ve kendine gelme hareketi başlar. Milletler, bütün kabahati öldürücü silâhlara yüklerler ve onu ya azaltmak veya büsbütün yok etmek arzusuna kapılırlar. Biriuci dünya harbinden ikinci dünya harbine kadar sürüp gitmiş fakat daima gizli gizli silâhlanma ile neticelenmiş olan bu müzakereler bugün tekrar başlamış bulunuyor.
Milletler genel kurulunun siyasî bürosu silâhların azaltılması hakkındaki Sovyetler Birliği delegesinin teklifini incelemeğe başlamıştır. Müşterek emniyeti silâhsızlanma da gören Molotof şu teklifleri ileri sürmüştür: 1) genel kurul silâhların azaltılması lüzumunu kabul etmelidir; 2 ) önce atom bombası meselesi ele alınmalıdır; 3) teftiş kurulu ve kontrol sistemi güvenlik konseyi tarafından tatbik edilmelidir.
Şimdiki halde, üç büyük devlet arasında silâhsızlanmanın lüzumu üzerinde tam bir görüş birliği vardır denilebilir- Asıl mühim olan bunun bir yasaya bağlanma ve bu yasa hükümlerinin iatbik edilebilmesidir.
Eski milletler cemiyetinin silâhsızlanma komisyonları harıl harıl çakşırken, Almanya, İtalya ve Japonyanın da harıl harıl silâhlanmakla meşkul olduğunu daima hatırlamak gerektir.
STALiNIN HASTALIĞI Bütün dünya matbuatını meşgul eden bu haberi türlü tefsirlere yol açtı- Ikıiyüz milyonluk sosyalist bir milletin başında bulunan bir şah-” sa ait her hangi bir haberin bütün dünyada yankılar uyandırması şüphesiz ki, şaşılacak bir şey değildir. Stalinin hastalığı haberinden müteessir olanlar kadar” sevinenlerin de büyük bir ytkû ı tuttuğuna, şüphe yoktur.
Lelin’den sonra Sovyetler aleminin bu en büyük devlet adamını alelade bir diktatör yerine koyanların S. S- C. B. nin idare sistemi hakkında hiç bir bilgiye sahip olmadıklarım da bu vesile ile açıklamak faydalı olur. Çünkü Sovyetler birliği 86 kiş lık bir hükümet, 650 azahk sovyetler birliği şûrasile 631 azalık S. S. C. B. hükû netleri şûrasından müteşekkil yüksek Sovyet şûrası ve ayrıca 14 kişilik Polıt büro ve yine 15 kişilik b r Urgbüro tarafından idare olunmaktadır, ayrıca 16 cumhuriyetin kendi devlet reisleri ve şûraları vardır.
Bu güne kadar satışa çıkartlmış-olan-lar:
1 — Siyasi mücadele ve Marksizm
2 — Devlet ve inkılâp
3 — Demokrasi ve sosyalizm. Dördüncü kitap:
Plânizm ve Sosyalizm
Bu hafta içinde yayınlanacaktır. Bu küçük eserlerin herbiri 32-40 sayfadır. Fiat 20 kuruştur. İlmî sosyalizmi öğrenmek ve sosyalist politikayı kavramak için bu eserin mutlaka okunması lâzımdır.
OKuyunuzs
SES
Haftalık siyasî ve edebî gazete. Çarşamba günleri çıkar.
M a r k o p aşa J„ÖX kem mel siyasî mizah gazetesi. Her hafta Pazartesi günleri çıkar.
İki Harabe
Sahife 4
GÜN
14 Aralık 1946
14 Aralık 1946
GJN
Sa’nife"'5
L. L Lı 14 “ve l-L/A'Ar.
Türkiye Sosyalist Partisi genel sekrelerile bir mülakat:
YAZAN: ESAT ADİL MÜSTECABI
İC-POLÎtiKA
OiyalektikMateryalizm
Diyalekti k materyalizm Markscıların dünyayı görüş tarzıdır. Ona diyalektik materyalizm denilir, çünkü, onun, tabiatın hadiselerine yanaşma tarzı, tabiatın hadiselnrini araştırma ve öğrenme metodu, bu hâdiseleri- kavrayış metodu diyalektiktir. Tabiatın hadiselerini tefsir ve izah tarzı, tabiatın hadiselerini kavıama ve anlama tarzı ve keza nazari-yesi materyalist’dir. Tarihî materyalizm, diyalektik materyalizm prensiplerinin İçtimaî hayatın tetkikineteşmil edilmesi ve diyaliktik materyalizm prensiplerinin cemiyet hayatının hadiselerine, cemiyetin tetkikine, cemiyet tarihinin tetkikine tatbik edilmesidemektir.
Mark ve Engels, kendilerinin diyalektik metotlarını karekterize ederken Hegel’i yani diyalektiğin esas hatlarını formüle etmiş olan bu filozofu gösterirler. Fakat bu, Marks ve Engelsin diyalektiği Hegel’in diyalektiğinin aynı dır denilemez. Hakikat halde, Marks ve Engels, Hegel’in diyalektiğinin yalnız, rasyonel çekirdeğini alarak onun Heğel-ci idealist kabuğuğunu bir yana atmış ve zamanımıza uygun İlmî bir şekle sokmak için bu diyalektiği daha ilerleterek yükseltmişlerdir.
Marks şöyle der: »Benim diyaliktik metodum, esas ve temeli itibarile He-gel’inkinden farklı olmakla kalmıyor, onun bütün bütün zıddıdır. Hegel’e göre Fikir (idee) ismi altında müstakil bir sujeye bile tahvil ettiği düşünme prosesi, bu prosenin zahirî ifadesini teşkil eden şeniyetin haliki, yaratıcısıdır. Bana göre, tam tersine, fikri olan her şey insanın kafasına konularak orada yeniden yuğrulmuş maddi bir şeyden başka bir şey değildir. (Kari Marks, kapital cilt 1 Almanca ikinci basımına son söz) Marks ve Engels materyalizmlerini karekterize ederken, materyalizmin haklarını yeniden tesis ve iade etmiş olan filezof Föyerbah’ı gösterirler. Fakat bu, Marks ve Engels’in materyalizmi Föyerbah’ınkinin aynıdır demek değildir. Hakikatte Marks ve Engels, Föyer-balı’ın materyalizminden esas çekirdeği alarak bunu inkişaf ettirmiş, bunu materyalizmin İlmî ve felsefî n’zariyesi haline vardırmış ve bunun idealist ve dînî ahlâkî kabuklarını bir yana atmış lardır. Malûmdur ki, Föyerbah esas itibarile materyalist olduğu halde materyalizm ismine isyan eder. Engels bir çok defalar beyan etmiştir ki, “Föyerbah, dayandığı materyalist temele rağmen, eski idealist bukağılardan henüz kurtulmuş değildir» ve “ahlâkiyat ve din felsefesine dokunulur dokunulmaz kendisinin hakikî idealizmi hemen meydana çıkar.,, (Kari Marks ve Fredrik Engels cilt XIV sahife 652-654)
DİYALEKTİK: Yunanca muhavere ve münakaşa yapmak manasına gelen “diyalogo,. kelimesinden doğmuştur. Kadim zamanlarda diyalektik diye söylendiği vakit, hasmın muhakeme ve düşüncesindeki tezadları bulmak ve bu tezadları yenip aşmak suretiyle hakikati elde etmek mahareti murat edilirdi. Kadim zamanlarda bazı filozoflar, düşünüşteki tezatları bulup açığa çıkarmağı ve birbirine zıt fikirlerin çarpışmasını hakikati bulmak için en iyi vasıta sayı-
1
yorlardı. Daha sonraları tabiatın hadiselerine teşmil edilmiş olan bu diyalektik düşünüş tarzı, diyalektik tir surette tabiatı kavramak metoduna inkilâbetti. Ve bu metod tabiatın hadiselerine sonsuz ve biteviye hareket eder ve değişir hadiseler olarak bakar. Tabiatın inkişafını ise, tabiattaki tezatların inkişafı neticesi olarak, tabiatteki birbirine zıt kuvvetlerin karşılıklı tesirlerinin neticesi olarak kabul eder.
Kendi esas ve temelinde diyalektik, metafiziğin taban tabana zıddıdır.
1 — Marksist diyalektik metodu ayırd eden esas aasıflar şunlardır:
a) Metafiziğin aksine olarak diyalektik, tabiata, birbirinden ayrı, birbirinden tecrit edilmiş ve birbirine tâbi olmıyan eşyaların, hadiselerin tesadüfi bir men-baı olarak değil, eşyaların, hadiselerin organik bir surette birbirlerine bağlı ol duğu, birbirlerine tâbi bulunduğu ve birbirinin şartı olduğu bir bütün olarak bakar.
Bunun için diyaliktik metod, tabiattaki hadiseler tecrit edilmiş Lir şekilde ve onları saran münasebetlerin dışında ele alındığı takdirde tabiatta hiç bir hadisenin anlaşılamıyacağı fikrindedir. Çünkü tabiatın herhangi bir sahasındaki herhangi bir hadiseye, etrafını saran şartların dışında ve bunlardan ayrı bir vaziyette bakılacak olursa hadise manasız bir şey haline getirilir ve bunun tam tersine olarak herhangi bir hadise kuşatılmış bulunduğu hadiselere kendisini çözülmez bir surette bağlayan münasebetler içinde, etrafındaki hadiselere kendisini bağlamakta olan şartlar içinde ele alınırsa bu hadise anlaşılabilir ve esas-landırılabilir.
b) Metafizikin aksine olarak, diyale-tik, tabiata bir huzur ve hareketsizlik, durgunluk ve değişmezlik hali olarak değil, her an bir şeylerin doğduğu ve inkişaf ettiği, bir şeylerin yıkılıp çöktüğü ve ömürlerini yaşayıp geçtiği bir hal, yani ardı arası kesilmeyen hareket ve değişmeler, durmadan yenilenmeler ve inkişaflar hali olarak bakar.
Bunun için, diyaliktik mefod, hadiseler yalnız onların karşılıklı münasebetleri ve birbirini şartlandırmaları noktasından değil, kendilerinin hareketleri, değişmeleri, inkişafları, doğmaları ve sönerek ortadan kaybolmaları noktasından da ele alınıp bakılmasını talep eder.
Diyalektik metod için herşeyden evel mühim olanlar, halihazırda sağlam görünen fakat artık ölmeğe başlamış olan şeyler değil, halihazırda sağlam görünmüyorsa dahi meydana gelmekte ve inkişaf etmekte olanlardır. Çünkü diyalektik rne-tod için önüne geçilemeyen şey, yalnız doğan ve inkişaf halinde olanlardır.
Engels şöyledir: “Tabiat, en ufacık parçalarından tut da en biiyük cisimlerine varıncaya kadar bir kum tanesinden al da güneşe varıncaya kadar ve bir Protistten (ilk canlı hücre) tut da insana varıncaya kadar hepsi ezelî ve ebedî bir meydana gelme ve mahvolma halinde, ardı arası kesilmeyen bir akış, durmadan devam eden bir hareket ve değişme halindedir. Bunun için diyalektik, şeyleıijve bunların zihindeki akislerini, başlıca olarak aralarındaki karşılıklı — Devamı var —
İşçi sınıfının birleşmesi zarureti - Türk sendikacılığının gelişme şartları - sendikalara karşı bozguncu hareketler - işçi sınıfının ana partisi - teşkilâtlanma hürriyeti ve hükümetin yeni tasarısı - iş kanunu demokratik bir kanunmudur ?
Mülâkatı yapan Aziz: NESİN Haftalık SES gazetesinden
lürkiye Sosyalist Partisinin Genel Sekreteri Avukat Esat Adil müstecabİDİn İşçi Sendikaları üzerinde düşüncelerini öğrenmek istedik muharririmizin sorduğu sualleri ve Esat .Adilin cevaplarını neşrediyoruz.
TÜRKİYEDE KÖY VE KÖYLÜ MESELESİ
S — Memleketimize en uygun İşçi Teşki-ianma sistemi hangisidir ?
C — Türk işçi sınıfı demokrasimizin gelişmesinden f aydalancrak emektik haklarını koruma yolunda birleşmek zorundadır, İşçinin birleşmesi demek muayyen bir istihsal veya işletme şubesine bağlı bütün işçilerin kendi aralarında haklarını korumak, medeni salâhiyetleri kullanmak maksadile bir meslek birliği meydana getirmesi demektir.
Bütün dünyada olduğu gibi, bizde bu meslek birliklerinin sendika adını taşıması gayet tabiî görülmelidir. Cemiyetler kanununun siyasi ve gayri siyasi bütün teşekküller için (Dernek) tabirini kullanması sadece bir ıstılah meselesidir. Nitekim kanunun adı da Dernekler değil, cemiyetler kanunudur:
Diğer taraftan şu ciheti de iyice bilmek lâ zımdır ki, kanuni teşekküllerin ismi üzerinde hiç bir hükmü ihtiva etmez. Kanun siyasi derneklerden bahseder. Halbuki siyasî teşekiillerin hiç birisi dernek adını taşımaz. Kanun da ise parti kelimesi yoktur.
S t- Türkiyede Sendikaların gelişmesi »e gibi şartlara bağlıdır ?
C — Ben, Sendikaların gelişmesini iki esas lı şarta bağlı görmekteyim; Bunlardan biri Sendikalaşma, metodunun işçiyi yaralayıcı ve dağıtıcı değil birleştirici olmasıdır. Bu sebeble ben,Şendi katarın Türkiye çapında kurulmasına, bir istihsal veya işletme şubesine bağlı bütün işçilerin bir tek Sendika etrafında toplanmasına taraftarım, Bu suretle Türkiyede Sendikaların sayısı 20 yi geçmemiş olur. Sendika kendi Branşında vilâyet
veya fabrika şubeleri açmak suretle teşkilâtinı genişletir. Türkiye çapındaki Sendikaların kendi aralarında bir federasyon kurmak suret ile birleşmeleri de işçi ve meslek tesanüdü bakımından zaruridir. Bahsettiğim metodla kurulmuş, bugiin Türkiyede altı büyük Sendika mevcuttur. Bunların kendi aralarında derhal bir fedarasyon meydana getirmeleri çok iyi olur. Vilâyet çapında kurulmuş olân diğer Sendikaların da her biri kendi büyük Sendikasına bağlanmak suretiyle f edarasyona girmiş olurlar.
Sendikaların gelişmesinin ikinci şartı, muh telif siyasî ve içtimai temayülleri olan bugünkü Türk işçisinin Sendikalar içinde toplanmasını kolaylaştırmak için Sendikaların tama mile gayri siyasî bir hüviyet taşımalarıdır.
.Şimdilik hiç bir işçi, Sendikası içinde siyaset yapmamalrdır. Ferd olarak istediği partiye girmekte serbest olan işçi siyasi faaliyetini Sendikasında değil partisinde göstermelidir.
S — Sizce işçi teşkilatlanmasını zorlaştıran engeller vo bozgunculuklar varmıdır ?
C — Şu ciheti hatırlatmak isterimki, de-mokrusimiz gibi, işçi teşeküllerimizde henüz genç ve toydur, İşçilerimiz arasındatam bir sınıf şuuruna ermiş olanlar oldukça azdır. Bu işçilerin bir çoğu Sendikaların faydalarını ve lüzumunu tamamiyle kavramış değildirler. Bu sebeble Sendikaların birdenbire gelişmemesini çok tabii karşılamak gerektir.
Diğer taraftan, uzun yıllarferd olarak yaşamış olan işçi teşkilat terbiyesi almadığı için kolayca korkutulmakta ve aldatılmaktadır.
Bugün Türkiyede işçi sınıfı ile köylü ve
küçük halk tabakalarına dayanan partimizden başka ikinci derecede bir iki parti daha vardır-ki,bunlar büyük burjuva partileriyle henüz boy ölçüşecek durumda değildirler. Bu sebeple büyük burjuva partileri işçi stnıfını dağıtmak, parçalamak, hatta mevcudiyetlerini inkâr etmek yoluna gitmektedirler. Ortaya sürdükleri çeşitli isimler taşıyan İşçi teşkilleri bu maksatla hizmet eden birer vasıtadan başka bir şeğildir.
Diğer taraftan işçi sınıfının demoprattk gelişmesini ve kalkınmasını zorlaştıran bazı ta-kikatlar yapıldığını haber alıyoruz. İşçi sınıfının ana partisi olan Türkiye Sosyalist partisi bu gibi tazyikleri ferd ve teşkilâtlanma hürriyetine karşı bir kundakçılık, haksız ve yersiz bir müdahale saymaktadır.
S — Hükümetin hazırladığı yeni tasarı hak-kmdak düşüncelerinizi açıklamışınız ?
C - Bu tasarının sanıldığı gibi işçi hukukunu teşkilâtlanma hürriyetini daha da daraltacağını sanmıyorum Çünkü bu hukuk ve hürriyet zaten lüzumu kadar daraltılmıştır. Tasarının cemiyetler kanununa aykırı ve anti demokratik bazı hükümleri vardırki, bunların Büyük Millet Meçlisi taraf inden reddedileceğini umuyorum.
S - Bugünkü İş Kanunu hakkında ne düşünüyorsunuz ?
C • Çok şey düşünüyorum. Ben memleketimiz için lâzım ölün İş Kanunu üzerindeki fikir mücadelesine 1934 yılında Balıkesirde çıkardığım SAVAŞ gazetesindeki neşriyatımla başlamıştım O günden bugüne kadar memleket umduğum bir iş kanununa kavuşamadi. Size yalnız şunu söyleyeyim ki, grevi yasak eden bir kanun demokratik kanun sayılamaz.
Yunanistanın Milli kurtuluş savaşı
Yunanistandaki vatandaş harbinin hakiki sebepleri*
İngiliz ve Amerikan menfaatlerine ayak uydurmuş ajansların haberlerini neşreden Anadolu ajansile, bu havadisleri şerh eden Radyo gazetesinden, ve bunların peşine bir güruh halinde takılarak hep bir ağızdan yaygarayı basan muhalif ve muvafık Türk gazetelerinden Yunan faciasını doğru olarak öğrenmek mümkün değildir. Emperyalizm bo-yundruğundan kurtulmak için bundan yirmi yedi yıl önce Türk milleti de bir Kurtuluş Savaşma atıldığı zaman OsmanlI İmparatorluğunun resmi ajansı İngiliz menfatlerine ayak uydurarak, peşine takılan birkaç Türk gazetesile beraber yine bugünkü Babıâli caddesinde “Anadoludaki Millî Kurtuluş Hareketleri” için ‘.‘Âsiler, milli birlik düşmanları, Padişah ve Halifeye karşı isyankâr olanlar” yaygaralarını basmak, Türk milletine Amerikan mandasını kabul etmek, İngiliz Dominyonu haline gelmek tavsiyesinde bulunmuştu. OsmanlI İmparatorluğunun dejenere Da-mad Ferid Hükümetini, ve yaygaracılarını mazur görürdük, çünkü o yere milletin iradesile gelmemişlerdi. Lâkin, aralarında Türk Millî Kurtuluş hareketine katılmış, halk kütlelerinin başına geçmiş, ve halkın hürriyet için nasıl büyük bir iştiyakla döğüştüğiinü gözlerde görmüş olanlar da bulunan ve bugün hâlen istiklâl Harbini başarmış olmakla övünen Halk Partisinin kurduğu bir hükümetle matbuatının, bir kurtu-
luş mücadelesi yapan komşu halk hak-kındaki “âsi, isyankâr, hunhar çeteciler” sözlerini, politika icabı söylenmiş bile olsa, affedemeyiz.
Yunanistanda bir kurtuluş savaşı haline gelen dahilî harbin sebepleri nedir? Halk niçin hükümete, hükümet kuvvetlerine ve hükümeti destekliyen İngiliz işgal ordusuna karşı amansız bîr mücadeleye girişmiştir?
Yazan ---------------------. | Şerif Hulusi-----|
Hâdiseleri iyi anlıyabilmek için, İkinci Cihan Harbi sıralarında İngiliz politikasile, Kahiredeki Yunan hükümetinin entrikalarını yakından takip edelim.
Önce İngiliz politikası. İngiltere İkinci Cihan Harbinde üçüz bir politika takip etmiştir. İngiltere XX nci asrın başından itibaren, Amerika ve Al-
manya gibi yeni rakiplerin ortaya çık-masile iktisaden büyük bir zaafa uğramıştı. Sovyet ihtilâli, 1929 İktisadî buhranı. Alman faşizminin Orta Doğu pazarlarına hâkim olması bu zaafı daha da arttırmıştı. Binaenaleyh Alman fa şizmile mücadele esnasında yarınki İktisadî imkânları gözönünde tutarak, Almanyamn kaybedeceği pazarlara kon mak, mağlûp milletlerin ordularından
Alma nyaya karşı savaşacak yetmiş iki milletten mürekkep bir Ingiliz orousu kurmak ve İngiliz zayiatını asgariye indirmek, İkinci Cihan Savaşında büyük bir kuvvet olduğu anlaşılan Rusyanın epeyce kuvvetten düşmesini sağlamak için Batıda açılacak cepheleri mümkün olduğu kadar geciktirmek. İngiltere bütün politika hesaplarında aldandı. Harb bittiği zaman İngiltere Rusyadan daha fazla yıpranmış bir vaziyette idi, hattâ İngiliz imparatorluğu ayakta duramı-yacak bir hale geldi, ve kendisini Amerikanın kucağına atmak zorunda kaldı. Londrada kör gibi beslediği taçsız kı rallardaıı ve faşist liderlerden, Alman-yanın kaybettiği Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Yugoslavya, Romanya. Bulgaristan, Arnavutluk, ilâh, gibi pazarları ele geçirmek hususunda faydalanamadı. Ancak İtalya ile Almanyamn bir kısmım ele geçirebildi, Akdeniz hâkimiyeti - ki bugün o hâkimiyeti de A-merika ile paylaşmak zorundadır. - ve Hindistan yolunu emniyette bulundurmak için Yunanistanın mutlaka Ingilte-renin avucu içinde bulunması şarttı, işte Yunan faciası, îngilterenin bu başka milletlerin esareti bahasına temin edilen emniyetinden doğmuş emsalsiz felâketlerden biridir.
İkinci Cihan Harbinin başlangıcında Yunanistan İtalyanın hücumuna maruz kalmıştı. Yunan milletini büyük bir cesaretle ve bütün dünyayı hayran eden bir kahramanlıkla faşist saldırgana karşı topraklarını karış karış müdafaa eder görüyoruz. Almanya, Sovyet Rusyaya karşı girişeceği büyük savaş için sağ kanadını emniyet altına almak maksadile Yunanistanı kısa bir zamanda işgal edince, memleketin faşist zümresi derhal istilâcı ile iş birliği yaptı Yunanistanda istilâcıya karşı mücadele etmek üzere tamamen halk içinden be-
Türk köylüsünün içtimai durumu
I
Köy ve köylü meselesine gjriş
1 — Iç politikada köy, ve köylünün yeri:
A — Türkiyede köy. istihsal ve istihlâk bakımından Millî ekonomi bünyesinin gövdesini teşkil eder.
Köylü ise, yüzde yüz toprağa bağlı vatandaş demektir. Türkiyede ^.toprağa bağlı vatandaşlar yalnız köylülerden ibaret değildir. Şehir ve kasabalarda da büyük bir halk kitlesi yarı köylü sıfatını taşır. Bu bakımdan onların İktisadî ve içtimî durumlarını da köy meselelerinin çevresi içinde tetkik. etmek icap eder.
B — Türkiyede köylü ve yarı köylü hafinde onbeş milyona yakın insan yaşamaktadır. Nüfusumuzun takriben % Öl i yalnız köylülerden ibarettir. Faal nüfusumuzun % 8z sini toprak istihsalâtı ile uğraşanlar teşkil etmektedir ki, Sov-yetler birliği müstesna, hemen hiç bir memlekette toprağa bağlı nüfus nisbeti bu derece yüksek değildir.
C — Ekili ve dikili toprak genişliğinin azlığına, istihsaldeki teknik ve randıman geriliğine rağmen hususî tica. ret yoluyla olan ticaretimizin hemen liren mukavemet hareketi, küçük çeteci grupları halinde hemen bu istilânın arifesinde meydana çıktı. Halkçı, liberal, sosyalist ve komünist partiler tarafından teşkilâtlandırılan bu hareketin en büyük iki grubunu EAM le ELAS teşkil etmekte idi. Albay Zervas tarafından idare edilen EDES grubu ise, istilâ arifesinde Kahireye sığman Yunan hükümeti tarafından resmen tanındığı ve her türlü maddî yardımı gördüğü halde, EAM’la ELAS hemen hiç yardım görmüyor, çete muharebelerini kendi imkr.nlarile ve güçlükle devam ettirebiliyordu. Önce Çuderas, sonra da Papaandreu tarafından Kahirede kurulan ve aslında reaksiyoner temayüllü Yunan hükümeti, Almanya yenilip de memleket kurtulduğu zaman kurulacak hükümette geniş halk kütlelerini temsil ve halk kütlelerini mücadele saflarında toplamış olan EAM’la ELAS ın iktidarı ele almalarından, ve memlekette bilhassa Çörçil hükümeti tarafından telkin edilmiş, hattâ o zamanki İngiliz dış işleri bakanı Eden Kahiredeki Yunan hükümetinin politikasını idareyi aşağı yukarı üzerine almıştı. Eden’in Kahireyi sık sık ziyareti, Avam kamarasında Yunan politikasının inkişafı hakkında verdiği türlü beyanatlar bunun apaçık bir delilidir, işte, bu sebeple, yani İngiliz menfaatlerinin sev-kiledir ki, Kahiredeki Yunan hükümeti Yunanistanın millî mukavemet guruplarından reaksiyoner temayülleri ve harbdeıı evvelki şüpheli hareketleri bakımından EDES’i ve bu grubu idare eden Albay Zerves’i destekledi. Gerek Lübnan kongresinde, ve gerekse bu kongrede kabul edilen beyananmeye göre hükümet teşkilinde EAM ve ELAS temsilcilerinin kabineye girmelerine mâni olmak için önce Çuderes, sonra da Papaandreu hükümeti, İngiliz hii-kûmetile işbirliği ederek türlü türlü oyunlara, dalaverelere, şantajlara baş vurdu, millî birlik hükümeti kurulması hususunda her türlü mukavemeti gösterdi, bu iki grubu halk nazarında kötülemek için her türlü iftiraya baş vurdu, ve faşist saldırganlara karşı Devamı 7 de
% 73-75 ini toprak vc hayvan mahsulleri teşkil etmektedir. __
Biz, İçtimaî ve İktisadî rolü bakımından toprağı ve toprağa bağlı insanları Türkiye iç politikasının temel taşı olarak kabul ediyoruz. Köy ve köylü problemini de haiz olduğu bu ehemmiyetle tetkike çaİ!şacağız.(
2. Psikoloji ve tarihçe:
A ___ Bir kısım halk kütlelerinin
uzun bir tarih boyunca toprağa bağlı olarak yaşamaları ve köylü sıfatını muhafaza etmeleri her türlü siyasî, içtimai gelişme ve değişmelere rağmen köy sınırları İçinde yüzlerce yıl barınmış olmaları basit tesadüflerin'' neticeleri değildir. >
Haricî baskılara dayanacak kadar kuvvetli görenek ve ğelenekler köy kültüründeki değişmezlikler birer amil olarak ele alınabilirse de asıl sebep millî 'ekonomi‘bünyesinin derin ve esas-I1 değişmelere uğramamış olmasındadır.
Şehirlerin hayat cazibesi artdıkca, köy ekonomisi şehir ekonomisinin baskısı altında dayanamaz hale geldikçe, Şehir kültürü köylü üzerinde tesisini arttırdıkça köylü sıfatını değiştiren in sanların sayısı çoğalır.
Yoksul köylü maden ve sanayi bölgelerine akın etmeğe başlar. Zengin köylü daha cazip olan şehirlere göç eder ve İktisadî meşguliyetini değiştirir. Bütün bu hareketler en çok köy mah-rutunun zirvesindekilerle en alt kaidesini teşkil edenler arasında göze çarpar.
Şehirlerin 'doğması, büyümesi hep bu İktisadî ve İçtimaî psikolojinin köy ve köylüler Üzerindeki tesirlerinin neticesidir.
Memleketimizde toprak bugünkü yoksul ve geri durumunu muhafaza ettikçe, köylerin teknik ve kültür geriliği köylü nufusu ile toprak genişliği arasındaki tezatlar bertaraf edilmedikçe, şehir cazibesinin tesiri altında bulunan köylülerin şehirlere akını devam edip gidecektir. Şehirler ise İktisadî organizasyonu bakımından bu nüfus toplanmasını muayyen bir refah seviyesi içinde kadrolaştırmayacağından şehirlerdeki maddî sefalet daha fazla artacaktır.
B — Türkiyede uzun asırlar köy ve köylü tarihinde büyük siyasî değişmeler olmamıştır. Osmanlı imparatorluğunun kapı kullarıyla idare edildiği devirlerinde halk kitleleri kendilerini istismar eden siyasî ve askerî şeflerinin temayüllerine göre harekete mecbur ka-ırlardı. Her ayaklanmada kendileri için mukadder olan daima kaybetmek kaidesi asla değişmezdi.
Sipahi ve Yeniçeri münafereti, Toprak zadeganı ile Saray arasındaki mücadelelerin hesapları daima köylülerin sırtında görülürdü. Hiç bir sosyal ve ekonomik metodu olmayan basit görüş-ü müverrihlerle, hadiseleri kuyruğundan tetkik eden bir çok modern mütefekkır-erin bu hareketlerden çıkardıkları neticeler yekdigerinden fark edilmiyecek tadar şaşkıncadır.
Hakikat şudur ki, uzun asırlar bir çok sathî inkılâplara rağmen köylü kitlelerinin nasibi kültür, refah, sağlık ve adalet unsurlarından mahrum sefil bir
hayattan ibareKkalmıştır. Onları;, kurtaracak olan; ancak-Cumhuriyeı rejiminin cevherijjolan hakiki demokrasidir.
C — İslâm hukukuna aynen bağlı kalmış olan Osmanlı imperatorluğunda toprağın altı ve üstü teorikman Devlete ve onu mutlak olarak temsil eden Padişah otoritesine aitti. Köylü ancak toprağın menfeatlerine tasarruf edebilirdi. Bu sebeble toprak üzerindeki hükümranlık, otoritenin Yüksek hukuk kaidelerindendi. Fakat bu hükümranlık kollektif bir ekonomi zihniyetini değil, toprağa bağlı kölelik zihniyetini temsi etmekte idi. Orta çağ toprak hukuk sistemi pek az değişikle Osmanlı İmpe ratorluğunda uzun zaman hükmünü yürüttü. Parçalanmış küçük topraklar, işleten köylüler beş guruba ayrılmışlardı:
1 — Doğrudan doğruya Devlet hâzinesine ait topraklar üzerinde çalışan ırgatcı köylüler.
iL 2 — Askeri şeflerinin yani tımar sahiplerinin hukuki otoritesine bağlı erazi işleten köylüler.
3 — Şehzade, vezir ve beylerin tasarrufundaki eraziyi işleten köylüler.
4 — Vakıf erazi işleten köylüler.
5 — Kale muhafızlarının hükmü altındaki yurtluk, ocaklık adlarını taşıyan arazi işleten köylüler.
işte o devirlerde köylüler bu beş çeşit toprak efendisinin kölesi idi. Köylü elde ettiği toprak hasılatından has, zeamet, vakıf, yurtluk, ocaklık adlarını taşıyan ve toprağın efendileri olan Vali, Kumandan, Memur, Asker, Sipahi ve Kale muhafızlarına vergiler verirdi.
Toprağa bağlı bu halk kitlesinin zamanla vaziyetlerinde husule gelen hukuki değişmeler neticesi toprak mülkiyeti elden ele geçerek bugünkü vaziyeti almış bulunuyor. Bu hukukî tasarruf değişmeleri köylü sınıfını bir takım İktisadî guruplara ayırmış ve bu suretle lüyük toprak sahipleri, büyük toprak sermayedarları, orta halli köylü, fakir köylü, yoksul ve yarı emekçi köylü gurupları teşekkül etmiştir.
Tarih boyunca devam eden ve şekil değiştiren fakat köylerin içtimai, İktisadî ve kültürel bünyesinde esaslı bir değişiklik yapmaksızın köylü durumunu daima olduğu gibi muhafaza etmiş olan bu sistem her Memlekette olduğu gibi bizde de geri ve* istismarcı bir karekter taşımaktadır.
İçtimai ve iktisadî^durumu bakımından Türk köylüsünü tarif etmek icap ederse bir Macar, birJH Amerikan, veya bir Fransız köylüsü için de doğru olan şöyle bir tarif yapabiliriz:
Büyük arazi sahiplerinin, tefecilerin köy ve kasaba bezirgânlarının geniş mikyasta istismarına maruz bulanan hususi mülkiyete bağlı, tekniği geri, küçük müstahsiller gurubu.
II
Nüfus ve toprak bakımından gruplaşma
1 — Nüfus
A — 1935 istatistiklerine göre Türkiyede 34876 köy vardı. Fakat 1942 de köy sayısı 43486 ya yükseldi. Bu miktarın 34465 inde muhtarlık teşkilâtı Devamı 8 de
Sahife 6
GÜN
14 Aralık 1946
İnkılâpçı Münevver
,ANATOLE FRANCE
İnsan olduklarını idrâkten âciz olan zayıf ruhlu burjuva münevverlerini çileden çıkaran münevver
ı Bütün™ dünya burjuva muhitlerinde olduğu gibi bizde de, Anatol Frans’ı büyük bir romancı, büyük bir nasır ve ender olarak ta büyük bir mütefekkir alarak tanımağa çalışırlar. Biz bunları inkâr etmeyiz; fakat bunlara ilâve edile cek bir cebhesini de ortaya koymakla, bîmisil münekkitlerimiz tarafından ibli-sane bir hareketle tavsif edileceğimize eminiz. Hakikatler gözlerimize batar, kulaklarımızı tahriş ederken bigâne kalmak insanoğluna yakışır hallerden değildir. Bunun için A. Frans’ı her cephesile öğrenmek ve onu seviyorsak, sırf edebiyatçı olduğu için değil, bir idealist, bir dâva adamı olduğu için de sevmenin zaruretine inanıyoruz.
A. Frans, içinde yaşadığı mütefessih muhitin reziletleri ile, arzu ettiği cemiyetin faziletlerini uzlaştırmak istedikçe kederlenmiş, hiçbir şey yapamamanın verdiği sıkıntı ve ıstırapla, ister istemez bedbinliğe sürüklenmiştir. Hemen hemen her eserinde müşahede edilen o san'atkârane istihzanın sebebi de budur.
Gençliğinde uğraştığı cazım, tarihî ve felsefî bilgisini ifadeye kifayet etmediği için gittikçe nesre teveccüh etti ve Allah tanımayan felsefesi ile, insan olduklarım idrâkten bile âciz olan zayıf ruhlu burjuva münevverlerini çileden çıkardı. Fakat, henüz yirmiyedi yaşında ken neşrettiği «Silvestr Bonar’ın Cüı-raü> adlı romanı, burjuva hissiyatına uygundu. Kendi kubuğuna çekilmiş bir ki-tabiyat alimi, bir antika meraklısı olan
roman kahramanı Bonar, bir papazin yazmış olduğu “Müzehhep Efsane,, adlı bir antika kitap için türlü maceralara atılır, sonra da Jan ismindeki rüştünü bile is-bat etmemiş olan bir küçük kıza aşık olur. V.s.. Roman burjuvazinin çok takdirine mazhar olmuştu ki, A. Frans’ın, bundan sonra talii yaver gitti; sonradan karısı olan bir sevgili kazandı; edebî mahfillerle sıkı bir alâka peyda etti. Arka arkaya verdiği eserlerle şöhretini yaparak 1896 yılında elli iki yaşında iken, «Ölmezler* arasına karışmak üzere Rişliyö akademisine kabul edildi. Anatol Frans, artık tam bir burjuva idi; yapacağı şey, edebiyat heveskârlarınm medhü senasını diliyerek tefahur etmek, hayatının sonlarında rahat, sakin ve asude bir hayat yaşayarak, kadife koltuğunda, kuştüyü yastığında ölümü beklemekti.
Fakat, burjuvaziyi daima mutazarrır edecek olan bir sürpriz, onun hakiki mahiyetini tebarüz ettirmekte gecikmedi. Kitapçı olan babasının sayesinde edindiği gen’Ş burjuva kültürü, onu bütün ömrü boyunca müteessir etmesine rağmen, zaman zaman kafasında çakan hakikat şimşekleri A. Frans’ı, İnsanî vazifelerini yapmağa sevk ve icbar etmiştir. Haksızlıkların son derecede burjuvazinin korkunç ve ölmeğe âmâde çehresini ayan ettiği bir sırada, Dreyfüs hadisesinde, evvelce aristokrat hissiyatına mağlup olarak «domuz huylu» diye tavsif ettiği Emil Zolâ’ya iltihak ederek, yüksek zümrenin en şerefli (?) akade misinde, sosyalist olduğunu ilândan, i.-çi toplantılarına iştirakten ve irtica edebiyatının ana kanunu elan "san’at san at
içindir,, kanununu inkardan çekinmedi'
Yahudi bir Fransız subayı olan Drey-füs, almanlar hesabına casuslukla itham edilerek; divanı harpçe mahkûm edilmişti. Buna mukabil hakiki suçlu Esteı-hazy serbestçejj-dolaşıyordu. Para aşığı aristokrasi ve onun iftiralarına inananlar yahudi aleytarlığını körükliyerek Drey-nm -t ——
füs'ün tecziyesini makul buluyorlar, hakikat ve adalet aşıkı olanlar da, Zola, Jores, Frans, kuvvetli olmasalar bile, irticaın müdafiliğini yapan aristokrasi ve burjuvazi ile mücadeleden çekinmiyorlardı. Gayretleri,, geç olmasına rağmen semeresiz kalmadı; Dreyfüs beraat etti; fakat onun cesur avukatı Jores, bir müd-det"sonra öldürtüldü ve şu hazin ve hazin olduğu kadar dı tiksindirici neticeye bakın ki, katile suç isnat edilmedi, haksızlığın bu kadarına tahammül ede-miyen ve 1908 de “Pengoen adaları,, adlı hicviyesini neşrettikten sonra birinci cihan harbinde, gönüllü olarak vatan müdafaasına koşan A. Frans, radikallerle birleşerek, bu adaletsizliği şiddetle protesto etti.
Lâkin bütün bunlara rağmen o, kafasında yer eden kültür artıklarından kurtulamıyordu. ihtilâlci yaratılışı ve keskin zekâsı bu bayat kültürün harabî-sinde tenakuzlara düşüyor, bir taraftan irticaın aleti olmaktan kendini kurtarır ve proletaryanın zaferine inanmaktan ha-
Bir milletin bekası anneler ve çocuklara gösterilen ihtimama tabidir. Geçen 10) yılın son 25 senesi zarfında Ingilterede doğum bakım servislerinin tesisine çok ehemmiyet verilmişti.
Evvelâ, Türkiyede tanınmış bir ismi zİkredİyoru n. Florence Niglıtingale’i hepiniz tanırsınız. Üsküdarı ziyaretimi pek iyi hatırlıyorum. Florence Nightin-gale’în insaniyet uğrundaki işinin basadığı eski hastanenin bulunduğa yere bakınca onun Istanbulda başlamış ve şimdi dünyanın her tarafına yayılmış olan ilham verici çalışması neticesi hasta tedavisinde vücuda gelen müthiş gelişmeleri düşünmekten kendimi alama dım.
Hastalığın önüne geçmenin onu tedavi etmek kadar önemli olduğunu idrak eden Florence Nightingale bir hastabakıcı sıfatıyla yalnız bir rehber olmamış, aynı zamanda ilerisini gören bir kâhin olmuştur. Onun fikri üzerine 1892 senesinde ilk defa olarak atırelik bilgisi öğretilmeğe başlanmıştır. Evlerinde anneleri ziyaretle onlara kendi ve çocuklarının, bilhassa, yeni doğan yavrularının sıhhatlerine da r öğüt verme'eri için Sağlık memurlarının istihdam etmelerine Ingilterede bazı makamları iknaa muvaffak olan keza Nightingale olmuştur.
Şimdi mevcut olan Devlet idaresindeki bir sisteme göre, çocuk doğurması yaklaşan her bir kadının evine gidilerek kendisine ve çocuğuna nasıl bakıcığı hakk nda öğüt veril’r. Savaş dolayısıyla Sağlık memurlarının azlığı yüzünden grup halinde öğretim tertip edilmiştir. Ankara’da Etmesutta ve İstanbul'da
li kalmazken, bir taraftan da, «Allahlar susamışlardı», «Meleklerin isyanı* v.s gibi romanlarile bedbinliğin felsefesini yapıyordu.
Fakat bu hal zail oluyor, bir zaman geliyordu ki, o, bütün varlığı ile davasına inanıyor ve inandığını anlatıyordu: Mademki “çalışma şekillerinin» (yani istihsal münasebetlerinin) «daima değişmekte olduğunu, esarete köleliğin, köleliğe gündelikçiliğin halef olduğu» nıı biliyoruz şu halde “sermayedarlık reji-mi„ııin “kollektivizme müncer olacağı,, na inanmak zaruridir. Sınıfsız cemiyette harp afeti bulunmadığını bilen A. Frans maziye, yani yazılı tarihten evvelki devirlere bakarak “harbin, sosyal hayatın esaslı bir şartı olmadığını zannettirecek deliller,, görüyor. Ve mademki, “işçilerin birliği, dünyanın sulhu olacaktır,, öyle ise. “bütün insanlığı birleştirmeğe başlayan rabıtalar,, proletarya sınıfının teşekkülü ve inkişafını hazırlayan rabıtalardır. “ihtilâfların, mübadelelerin daima artmakta olan çokluğu, bütün hükümet merkezlerindeki malî pazarlar ve kötü çarelerle nafile yere istiklâlleri temin edilmeğe çabalanan ticarî pazarlar (yani müstemlekeler) arasındaki mecburi tesanüt, milletler arasında sosyalistliğin süratle artması, bütün kıtalardaki ka-vimlerin er geç birleşmesini intaç edecektir.,,
Denıekki, Marks’ın “bütün ülkelerin proleterleri birleşinizi,, diye haykırışı onun da kulaklarında çınlamıştı. Kapitalist tezatlarının son haddine yaklaştığı bir sırada, A. Frans’ın, bu sesin ulviyetine inanmaması için hiç bir sebep yoktu. Hiç bir milletin efendiliğini kabul etmeyen, ırk üstünlüğü denen saçmayı reddeden adam zaten başka türlü düşünemezdi.
Edirnekapı’dıki Sağlık merkezlerinde bu nevi işler yapıldığını hatırlıyorum. Fakat işin taamındın etmesi lâzımdır.
Zikredilecek daha iki isim vardır. Bunlardan birisi geçen yüz y lın sonuna doğra Parisjte Charite Hastanesinde yeni doğan çocuklara mahsus bir klinik açan Dr. Pierre Budin’dir. Dr. Budin zaman zaman sıhhatlerinin kontrol edilmesi için anneleri, çocuklarını kliniğe getirmelerine teşvik etmiştir. Bu hususta Dr. Budin şimdi Ingilterede “Yavru Bakım Kliniği,, namı altında tanınan çocuk bakımı alanında bir rehber olmuştur. Tekmil doğum hastanelerinden gayri başka yerlerde de klinikler kurmuştur. Lâstik emziklerin şiddetle aleyhinde oluşumuza rağmen Yavru Bakım Klinikleri çok rağbet bulmuştur.
Yavru Bakım Kliniğinde yapılan iş de bu nevidendir. 1944 senesi zarfında İngilteredo ilk defa olarak bu kliniklere götürülen bir yaşından aşağı 531, 492 yeni doğmuş çocuk vardı. Bu rakam tekmil sağ doğanların takriben % 71 ini teşkil eder. Ancak hayatlarının bu en buhranlı anında tekmil yavrular kontrol altına alındığı taktirde biz memnun olacağız.
Görüyorsunuz ki bir memleketin sağlığının en kıymetli miyarı çocuk ölümünün nispetidir. Bu da hayatının ilk senesi zarfında doğan 1.000 yavru arasında ölenlerin miktarı demektir. Bu memlekette bu hususta vukua gelen ıslahat bir kararda olmuştur, fakat dünyanın en az ölüm nispetine malik olan Yeni Zelandadaki nispete varmak için daha çok gayret etmek lâzımdır.
Kapitalizmin en son merhalesi olan emperyalist devrin ‘‘müstemleke politikası,, onun için “barbarlığın en son şekli,, dir. Medeniyetin bu barbarlığa alet edilmesi ise, insanlığın yüz kara sidir. Bu vahşete bir son vermek İçin, “işçi sınıfının kâfi derecede tensik,, edilmiş olması ve proletaryanın kendi kuvvetine inanmış olması lâzımdır. Bundan sonra yapılacak bir inkılâpçı hareketle «kapitalist sosyetesi, kollektivizm sosyetesine» tahavvül edebilir ve bu devir sasyetesi (asrî sosyete, ferdî tasarrufun tamamen ’lgasına müstenittir. *
Sosyetenin tekâmülünü böyle ileri bir görüşle mütalâa edebilen A. Frans bîr zaman gelip te Sovyetlerin müdafaası zaruretini duymuşsa, veya işçileri üçüncü Enternasyonale girmeğe teşvik etmişse hiç şaşmamalıdır.
Bir yazımızda (Gün, sayı: 20), dediğimiz gibi, “bizim kültürümüz, ne mücerret ve metafizik ne de değişmez bir kalıptır; bizim kültürümüz İçtimaî ve politik mücadelenin, inkılâpçı hareketin edebî bir ifadesidir. Hayatının sonlarında A. Frans bu kültüre inanmış ve ona hizmet etmiş olduğundan, bizzarure «san’at san’at içindir» palavrasının müdafiliğini yapan dünya burjuvazisi tarafından geniş kültürünün bu cephesi unutulmak isten m iştir.
Biz soruyoruz :
— Ey münekkit geçinen, tozlu kütüphane raflarının gayretkeş fareleri. Bilmezlikten geldiğiniz hakikatlar şahlanıyor. Kendinizden sandığınız burjuva A. Frans, proletarya kavgasının bayraktarı oluyor. Buna ne buyurursunuz?
F. HİKMET
Ingilteredeki halk sıhhati alanında yapılmış büyük terakkilerden birisi 1936 senesindeki Halk Sıhhat Kanununun yürürlüğe konmuş olmasıdır. Sıhhat Bakanlığı loğusa ve emziren annelerle 5 yaşma kadar çocukların bakımından mes’ul tutulmuştur.
Bu isabetli kanunun neticesi ne olmuştur? Misal olarak 1944 senesini alalım ki o sene zarfında bir rapor neşredilmişti. O senede 1941 tana gebelik kliniği vardı. Buralara devam eden annelerin sayısı 583832 yi bulmuştur. Bu kliniklerde yapılan iş preventif tedavinin belki en iyi misallerinden birisidir. Yine tekrar ediyorum “tedbir almak tedaviden daha iyidir.,, Anneler gebelik zamanında zaman zaman muayeneye tabi tutulur ve kendilerine perhiz ve sıhhatin diğer şekilleri hakkında öğüt verilir. Bu gebe kadınlara C vitaminini havi kondanse portakal suyu dolu şişelerle A ve D vitaminlerini havi kapsüller verilir. Dünyada mevcut yemişlerle denizdeki balıklardan tatmak isteyen dostlarıma İstanbul’a gitmelerim* tavsiye ederim. Normal gebelik için muayyen bîr gıda esaslı olduğundan bu memlekette şimdiki yiyecek kıtlığı esnasında gebe kadınlara fazla süt ve diğer vesikaya bağh yiyecek verilir. Bizim memlekette anneler vitaminlerini şişeden alırlar. B'zler sizin kadar bahtlı değiliz. Siz vitaminleri doğrudan doğruya mey-valardan alıyorsunuz. Bu konulmayı dinlediğiniz zaman, Boğaziçinin uzak kıyılarında kiraz ağaçları -belki hâlâ beyaz bulutlara benzeyemçiçeklere bürünmüş olacaktır.
14 Aralık 1946
GÜN
Sahafa 7
KADIN VE ZAFER
Pearl Buck’ın Amerika birliği ve Asya (American Ünity and Asia adlı kitabından
Harp, kadınla erkeğin ayrılmasında daima müessir bir rol oynamamışdır. Kadının evde iplik bükmiye başladığı ve şövalyelerin haçlı seferlerine çıvdığı günlerde mevcut olan bu ayrılık bilahe-re kadınların fabrikalarda çal ştınlması suretile de giderilememiştir. Her ne kadar harpte kadınların yapabileceği işler vucude getirilmiş ise de halkın kadın erkek diye guruplandırılması itiyadı önlenememiş ve harp devam ettiği müddetçe bu zaruri ayrılığı giderecek hiç bir şey yapılamamışdır. Bu ayrılık Ame-rikada çok bariz şekilde müşahede edilmektedir. Geleceğin hazırlanmasında erkek kadar kadının da rolü olduğunu düşünerek kadınlar üzerinde duruyorum.
Amerikan kadınlarını ele alalım : Amerikan erkekleri dünyanın muhtelif yerlerindeki seferi kuvvetlere iştirak ettirilmiştir ve zayiatımız evvelki harplerden fazladır. Fakat kaybettiğimiz kadın mıkdarı diğer memleketlere nazaran daha azdır. İngiltere, Çin ve Avustu-ralyada bombardıman neticesinde kafin erkek çocuk hep birlikte ölmektedir. Memleketimiz halkı ise diğer memleketlere nazaran daha refah içinde olup bombaların tesirinden uzaktadır. Bunun harpten sonraki zaruri neticesi memleketimizde kadın miktarının erkeğe nis-beten daha çok olmasıdır. Bu vaziyette Amerikan kadınlarını geleceğin açıklığı ile karşılaşdırmamız lâzımdır. Kadınlar için hakiki fedakârlık yalnız kocalarını askere göndermek, fabrikalarda çalışmak değil yarını yapmak için bu günden mücadele etmeleridir.
Yuvayı erkekle kadın birlikte kurarlar fakat yalnız kalınca da kadın çocuklarını yetiştirebilmelidir. Ben dul kadınlara değil, tahsil yapan ve henüz evlenmemiş genç kızlara hitap ediyorum. Harpten sonra bu kızların yalnız yaşamaları, ihtiyaçlarını kendileri temin etmeleri ve dolayısile başarmaları lâzım gelen işlerin mikdarının artması muhtemeldir.
Harp bitiminde bir çok İngiliz kadınları ölmüş olacak (Çünkü Amerika harp sahasından uzaktadır).
Şu noktayı hiç bir vakit hatırdan çıkarmamalıdır ki: insanlar hayatı anlamadıkları için ve hayata hazırlanmadıkları için bir çok fırsatlar kaçırılmıştır. Harb yeni bir dünya yaratır, ve harp bitiminde artık eski günler geri gelmi yecektir. İşte bizim bu yeni dünya için hazırlanmamız lâzımdır. Harp için evvelden yapılan hazırlıklar anide husule gelen sulh için yapılamaz. Harbin silaha, gemiye tayzaıeye ihtiyacı vardır; mücadelenin kesilmesi, ve istilâ gibi hallerde harbi zafere ulaştırır ve harp için yapılan hazırlıklar daha kolaydır. Sulh zaferine gelince bunun gerçekleşmesi çok zordur; silaha ihtiyaç yoktur, insanlara açık ve doğru düşünmeyi öğretmek lâzımdır ki bu da zamana bağlı olduğundan sulhte zafer hemen gerçekleşemez. Sulhte zaferi gerçekleştirmekte daha çok kadınların rolü olacaktır. Buna sebep onların erkeklere nisbeten miktarca çok olma’arı değil, bazı işlerde erkeklere nazaran daha müstait olmalarıdır. Bunun için kızlarımızı harpten sonraki hadiseler için hazırlamamız lâzımdır.
Haıp belki bu gençlerin evlenmelerini ve normal hayata sahip olmalarını
ekseri peşin-olduk-
Belki
için erkekle ise de, öğretmez-arasındaki ahlâkiliğe için kızla-
imkânsız kılacaktır, harpten sonra bir çok kadınların evsiz, erkeksiz ve çocuksuz yaşamaları muhtemeldir. Kadın egoist ise, vazifesine ve memleketine karşı lakayit bir tavır takınıp, çıkan fırsatlara göz yumarsa; bu kadın sırf şahsi ihtiyacı için herhangi bir erkekle münasebette bulunmaktan çekinmiye-cektir. Çocukken İncilin bir bahsi beynimi karışdırmıştı; kitapta bir kadının yedi erkekle münasebette bulunabileceği yazılı idi. Bunun manasını şimdi daha iyi anlıyorum. Harp sonunda erkeğin adedi azalacağına göre erkekle münasebette kadınlar arasında rekabet baş gösterecek bu da kadınların şahsi şeref ve iffetlerinin kaybı neticesini doğura çaktır. Bu günkü cemiyette karşılaşdı-ğımız bazı hadiseler bizi üzmektedir, kadını gerek sevkitabii ge-ek ekonomik menfaat düşüncesile evlenmiye istekli oluşu bir hakikattir. 18 ile 30 yaş arası erkekler için çalışma zamanıdır kadınlar ise bu çağlarda evlenme dedirler, ancak 1 u işde mağlup ları zaman çalışmıya başlarlar,
bu kadınlar yanılıyorlar fakat ben onları ayıplamıyorsam da evlenmede yalnız iktisadi menfaat gayesi güden ve kendi şahsi emniyetini düşünen kadının yanıldığı kanaatindeyim.
Kadınların tahsil sisteminde değişiklik yapılmadıkça yanlız l-adınlar için değil bütün cemiyet için fena neticeler husule gelecektir.
Kadınlar bir erkek için aralarında rekabet ederlerse, erkek mevki ve kuv-vetile gururlanacak ve bunun neticesi olarak erkekle kadın arasında faşist bir rabıta teessüs edecek, erkeğin sözü dinlenip erkek hürmet görecektir. Kadınlığa erişmiş bir kimse
münasebette bulunmak zaruri kızlarımıza luzumlu bilgileri sek harp bitiminde kadınlar münasebetler milletleri gayri doğru sürükliyecektir bunun
nmıza harpten kaçınılamıyacağmı güçlüklerle kaaşılaşacaklarını, ve bu gibi hallet de şahsi menfaatlerin önde gelmesi-nin^sosyal karışıklıklarla neticeleneceğini öğretmiye ve ferdiyetçiliğin hüküm sürdüğü bir cemiyette hiç bir saadetin gerçek’eşemiyeceği hakikatini anlatmıya çalışmalıyız.. Bu suretle erkekler kadınları kolaylıkla elde edemiyecekler . ve kadın için hayat daimi bir mücade’e olacak ve kadının şerefini gideren hareket tarzları sona erecektir.
Poligaminin hüküm sürdüğü memleketlerdeki aile yuvalarında hiç bir saa det gerçekleşemez.
Netice, sulhte zaferin elde edilmesi kadına bağlıdır ve kadının şahsî menfaatlerine sıkı bağlı kalması bize bu zaferi kayıp ettirebilir.
Kadın bilgili ve fedakâr olmalıdır. Ve evlenmediği hallerde de faideli şekilde yaşamıya karar vermeiidir. Ruhan ve bedenen kadın buna hazırsa beşeriyete büyük yardımlarda bulunabilir. Bu suretle evvelce evlerde kapanan kadınlar serbestliyecekler; cem'yette fenalıklar düzelecek ve iyi bir idare temin edilmiş olacaktır. Kadınların İdarî işlerde rolü olacak; fen, tıp ve san’at saha sında çalışacaklardır. Kadının göstere ceği fedakârlık kıymetini arttırır ben kadınla erkeğin müsaviliğini ispatta bir an bile fırsat kaçırmiyanlardan biriyim
Çinde kadınla erkeğin müsaviliği meselesi münakaşa edilmez, bu hususta sual sormak manâsız telakki edilir, orada kadınla erkek aynıdır.
Cemiyette muvazene tesisi için kadınla erkeğin birlikte çalışması lâzımdır. Çinde ise asırlardan beri bu muvazene mevcuttur. Amerikada ise millî hayat (m a s e ıı 1 i n e) prensiplere dayandığı içi» muvazene o kadar iyi tesis edilememiştir. Çinde kadınlara kıymet verip onlara bütün insanlarla eşit nazariyle bakarlar. Bir Amerikan erkeği ise kadının mahiyetiai belirtmenin zayıflığa cesaret noksanlığına işaret olduğunu düşünür. Çin erkeklerinde ise bıı gibi düşünceler yoktur ve kadınlara verilen önem Çin devletinin Japonlar ile çarpışmasındaki muvaffakiyetinde müessir bir rol oynamıştır. Onun için genç kızlarımıza harp bitiminde doğan fırsatlardan istifade etmesini öğretmeliyiz. Kadının evlenmesi iyi bir şeydir fakat evlilik müessesesi hayatî işlerin fevkinde ekonomik bir yardım olarak sayılmamalıdır.
Evlenemiyen kadınlar için yapılacak o kadar çok iyi işler vardır ki, bu ba-kımdanjıiç kimse kadının işe yaramadığını iddia edemez.
Erkekler harbe gittiğinde kadınlardan ne şekilde istifade edilebilir?... Kadınların çalışabileceği sahalar vardır, bunlardanbiri yeyecek işlerinin idaresidir. Birde sulhün idamesi harbin giderilmesi yolunda gençlerin tahsil sistemini de plânlaştırma vazifesi öğretmenlik yapmak suretiyle harp bitim.nde kadınlara ait bir görev olacaktır. Harp düşüncesi çocukların kafasında yer etmiştir vö harp tecrübelerinin hatıraları onlarda derin izler bırakmıştır. Tahsil sistemi düşüncelerde değişiklik yapmadıkça bu acı meyvalar ayaı şekilde devam edecektir. İnsan değerinin izahı lâzımgeleıj her yerde kadın başta gelmelidir Ve bunun için lüzumlu malûmat ve geniş
* , , , LU ’j 1 ■ 7 T
görüşe sahip olmalıdır. Yarınki .bayatı? mızda, harp ve sulh meselelerinin,'■ haklinde mühim esaslara nufuz etmâ kabiliyeti düşüncelerimizde yer almâlıdfr.
Hemşehrilerimiz arasında fart İıysille getirmek ve bu ayrılığı ıpelçtep^ri mizde müttefiklerimizin çocuklarındı Ra* dar genişletmek birliğimizi- ve harbin Önlenmesi için sarfedilenga^f^tİâ/Hö tehlike teşkil eder. Bizim .fİBtün teşerir yetle meşgul almamız lâzımdır.
Biz kadınlar çalışmâlhriinrtâî' fcamâı. ve düşüncelerimizi küçük, hşdiâelerjii tahdit edemeyiz. Dünya btzım çalışmalarımızın vereceği bir çok şeyler beRr (emektedir. Ve biz kadınlar 'yaşadığımız müddetçe dünya m/tıâ rim diye düşünmeliyiz. ,
Harp bitimindeki hadiselerde kadın kafasının da rolü oltnalıdır. Kadiri kendi şahsî emniyetini ve şahsî hırsını unutmalıdır ve yeni dünyaya, hazırlanmadıkça zaferin gerçekleş,emiyecağini düşünmelidir. rbsmims ııâîfİBnHgl
Yarının büyük işleri ' İçiri yliksak düşünmek lâzımdır, ancak bu suretle kadın yarını yapabilecektir ve sulhte zafer gerçekleşebilecektinAH3RAQ
♦ * * i
yâpabüi-
Yunanistan vatandaş harbi
amansız bir mücadeleyi girişmiş olan Yunan halkını ikiye ayırdı. Çünkü, Kahire hükümeti için takip edilen poli-Jika, kapitalist
kiralın memlekete genrilmesi idi. Oysa ki, asırlarda nber i önci Osmanlı feodalizminin, sonra iktidara gelen ve fjgiliz politikasına âlet oW'fe8nâPŞfrıflıT kısa bir müddet devam edöft ■tataüi'fyebtta sonra patlak vereıi'MetaxaB■'İafiünrtirtfh şidde tli tazyiklerinden n ¥»-
nan halkı hürriyetg^a^jşçç^
faşist Metâxas m .Içuklası kıralı muhakkak ki. memleketi kptal etmek istenm-yecekti. İngiltere ’lıa^8Me^Wani^e, Yunan hükümet reisi' aVîftîifcfa’brr â'A-laşma gereğince,1 İtKİö' ba Harında İngiliz ordusu önce atfalm» k»»halda.tl¥Ûniı-nistana, artık tgşfcgâ^an^^Yfl^Müiİl-lı mukavemet ordus^ y^dım üzere gelds. Almaçlar mağlup olduğu halde, İngiliz ordusu Yunanislanı, terk etmedi. Daha(W 4®ftîaniajr* bdslr/ah EDES kuvvetleriyle; ■ feAM "W ‘EÜÂS "Hlaf ‘‘Srh-sındaki mücadelede İE(taâ# fcitVvtafdfi-ne yardıniji efteğrıhihn^âtettıeıabsşiıyan polis tedh^itjrjrçi, dçşJfeMjJÜU İUgife' ordusunun Yunanistandakj vuziiiesi, memlekette yaptır-
mak Ingı)(z ^'1/üka.c.nıykteİiğU^Û-tazyik altında yapılacak bir plebesıfle halkı kıralı taer&îel&te' dâvcH^nıege zorlanlAİttıZ-S?fipılta5 rff&cllk ‘’SSâıMterin-de hâHhH^üzd£)y‘lfWisî i.ştirakrrçdeWMi, seçtae raası için İngiliz ordusu bjiâürfc imk&fı-l^ra rbğ§v1w4ı(ı, arz^e değil,
lngijtçrepin. arzuşiU seei^ |f-
te#len hürmeti j^du^^^ükAçaçt tabii kiralın memlekete gelmesini kabul, efti. İttırat ğ^İfhce de, faşist."tçm.ı-yüllerfle halkın hfefrdfinİ kazanmış Çâl-darita kabinemi' teşkile daVet etti. İşte Mistgjtı f; 'Bçvin-' ı -, Güvenlik ■; Kcnaseyirtde ■‘■YUa^jıigtgnda 1 fİngiliz. ordularuun bulunuşu sulh için bir tehlikedir’’, ithamı-ttö 9F/MŞCT Yapnistana,
maKhlh hükümetin
ve orada bulunjpğjaçj sûta;ğjjı bir tehlike tpşkiİ edeme?*’ cevabını verdiği zıhtan, 'ğei-cekte bu ordu Yunanistânda İngiliz taparatorluğttam hayatî menfaatlerini müdafaa etmek' ’ ve Yunan halkını ezmek ve arzusu-" 4iilâfırie! rey •verıptikijvaziidstlebulumıyovdıtj toY ,-£ojP halde,,,meıdleketi®fektöıidi kanile
«kalkıpın, tam
bir 'Ingiliz işgali altına düştüğünü, ve 'reaksiyoner ve" faşist ' ’terhayüiltf bir hükÛmetitı Vatani ‘ yabahcı bir tİbVtete sattığım görünce, hürriyetini, istiklâlini, toprak bütünlüğünü "mûbafaza etmek; emperyalizm boyundruğundan kurtulduk .için silâha; ^rüıp,; dgğlaja yıkmasından,-.-., birincisindenj daha çejtin bir millî kurtuluş Savaşma girişmesinden daha insanca, dahş kahramanca ve daha, asilâne bir hareket tasavvur edilebilir mi? Ayni siyası sebepler ğl-fmÜa'byrii hbviddfı Ki? Âillr Rütfuİdş 'savata6' 'girişmiş olan Türk halkı, bu savaşı yapanların ne "müthiş bit hürriyet ve-istiklâl â şıkı olduklarım',1 ta mücâdeleyi yaşamış her millet gibi ruhunun .derinliklerinde duymaktadır. Hür-rjyet mücadelesini geçirmiş miletler misalini gözönünde. t u ta
nap.tla^a
kacagına bütün küvetimizi^ inanıyoruz. Yunan millî mukavemet hareketinin he türlü politika oyunlarına kurbap edildiğini, hâdiselerin içinde yaşamış bir Yunan muharriri tarafından 'jlazıİah1 bir eserin tercümesinde, geldcdlt sayımızdan itibaren hu sayfalarda bütün tefei?-.rüatiletokuyacaksınız, ■ ü!yö?l

: EMEK Basımevi
ua anovlıM C.I sDılyai
Sahife 8
GÜN
14 Aralık 1946

Hayattan Sahneler
■ ■ ■ - . —t
Röportajı Yapan: AZİZ NESİN
ilim, San’at, Politika
TEŞKİLÂTSIZLIĞIN SONU: SEFALET!
86 senedir istanbulun dört köşesine ğazete yetiştiren adam Buğun aynı kaldırımlarda sürünüyor
ko-bir an-
On sene evveline kadar onu tanırdım. Şimdi tanınmıyacak haldedir. Yeni adile Ankara caddesi olan Babıaliden gelip geçenler onu kâh bir kaldırım üstünde, kâh bir dükkân eşiğinde otururken görmüşlerdir. Ufak tefek, ve ayakları^sakat, tam bir asırlık ihtiyardın Sakalları,^sevimli yüzünü çevirmiş-tir.*Bir zamanlar,9
— Basiret, Sadakat, yazıyor Vakit Sabah, tkdaml diye İstanbul’un dört köşesinde haykıran buladamın sesijjpek zor duyulacak kadar yavaş çıkmaktadır.
*
* ♦
“— 1265 de Samsun'da doğdum. Daha memede iken, Sultan Mecit zamanında bizi İstanbul’a muhacir ettiler.»
Sözlerini anlayabilmek için kulağımı Şömendöfer Kenan'a yaklaştırıyorum, o devam ediyor :
“— Bizi İstanbul,a sevkeden Kaba-taştaki Namık Paşa idi. On yaşımda gazete satmağa başladım. İki sene evveline kadar da satıyordum.»
86 senedir gazete satan adam, nuşmaktan yorulmuştu, çayından yudum daha alıyor ve yavaş yavaş latmağa başlıyor:
(— Asker olduğum zaman beni^ Si-noba verdiler. Sinopta kale topçusu îdim. O zaman bizim kaleye tahrirat müdürü olarak BabaJTahir -gelmişti. 308 de teskere alıp Istanbula geldiğim zaman,. Baba Tahiri de burada buldum. «Malûmat» gazetesini ^çıkarıyordu,»______
İÇİui çekiyor, hatıraları onu muazzep etmiş gibidir.
“— En fazla Ahmet Cevdetin İkdamı Mihranın Sabahım da satardım. Vakit de çok satılırdı. O zaman daha, Basiret Çaylak, Sadakat, Malûmat Âjvardı. Biz gazeteyi 30 paraya alır, 60 paraya satardık. Günde sekizyüz bin gazete sattığım olurdu.,,
Yorgun gözleri duvarlarda dolaşıyor, “— Gazeteleri aldığım gibi doğru Fatih, Hafızpaşa. Sultan Selim. Balat, Eyüp, Eğri kapı, Topçular, Maltepe, oradan ver elini Davutpaşa.. Davutpaşa-da askerlere gazete verirdim. Beni çok severlerdi, karavanadan yemek yerdim.
Köy ve köylü
5 den devam
mevcuttur. Aradaki bu fark yeni kurulan köylerle Hatay Vilâyetinin 641 köyünden ileri gelmektedir.
Yine 1935 istatistiğine göre köylerde yaşayan nüfus sayısı 123553/6 dır. O tarihte Türkiyenin nüfusu 16157430 olduğuna göre % 79 unu köylerde oturan Halk teşkil etmektedir.
1940 istatistiği Türkiye 17811833 göstermektedir. Bu kişilik artışının köylere tesiri
memiş olmakla beraber Türkiyenin bugünkü nüfusunu ortalama 18 Milyon kabul eder ve 1935 deki köylü nisbeti-ni de pek haklı olarak bugün için de isabetli bir nisbet olarak ele alırsak yalnız köylerde yaşayan halk aşağı yukarı 14 milyonu bulur, isterseniz bu yekûna Türkiyede mevcut 444 kaza ve 916 nahiye halkının toprağa bağlı ve yan köylü sayılabilecek nüfusunu da ilâve edebilir ve köylü yekûnunu kolaylıkla 15 Milyona çıkartabilirsiniz.!
nüfusunu
1554403 izah edil-
Ata bindirirlerdi, öğleden sonra Top kapı, Samatya... Anlayacağın bir günde bütün Istan bulu dolaşırdım. Tirenle gider gazete satardım. Bakır köyünden geçerken, hayyyt diye bağırırdım. Sesimi duyanlar istasyondan gazete alırdı.,, Hikâyesinin burasında, Şömendöfer Kenan’ın gözleri yaşardı, lafları boğazı na düğümlendi. Çünkü o yine böyle bir gün tirende gazete satarken ayağı kayıp düşmüş ve bu yüzden de sakat kalmıştır. Gazete satmak için tirenle yarışan bu adama arkadaşları, Şömendöfer Kenan derlerdi. Otomobil hıziyle şehri dolaştığı için Kaptıkaçtı Kenan’da derler. Bugün o, Kötürüm Kenandır.
Film Tenkidi:
UNUTULMAZ ŞARKI
îpek ve Melek sinemalarında gösterilen "Unutulmaz Şarkı" (A song to remember) adlı film Paul Muni, Merle Oberon ve Carnel Vilde tarafından oynanmıştır .Filmin rejisörü Charles Vi-dordur’, ve eser baştan başa renklidir. PolonyalI değerli musikişinas Fredericlı Chopin’in hayatını anlatan filmin mevzuu şudur:
Eser gerek senaryosu, gerek rejisi, gerekse oynanışı ve sanatkârların seçimi bakımından, İkinci Cihan Harbinden önce Almanlar tarafından çevrilmiş ve Chopin’in hayatını tasvir eden filmden çok üstündür. Filmin musikisi Chopin’in eserlerinden yapılan çok güzel seçmelerle süslenmiştir. Filmde sanatkârın üç Polonaise’ini, “Gurbet” le beraber dört baladmı, üç meşhur etüdünü, birçok valslerini, ilâh., zevkle dinlemiş oluyoruz. Vakanın cereyanı, canlılığı hareketi, filmin devamınca dik katimizi bir an için bile perdeden ayırmamıza imkân bırakmıyor. Renklerin tabiîliği, bizi yoracak çiy renklerin kullanılmamış olması, dekor zenginliği filmi eşsiz hale getirmiştir. Bu fevkalâdeliklere sanatkârların büyük muvaffakiyetini de ilâve edelim.
Prof. Joseph Elsner (Poul Muni) eserde, Chopin’den (Cornel Vilde) sonra gelmesi icab ederken, sanatkârın büyük kudreti, öğretmenin coşkun ihtilâlci ruhu, talebesinin sanatını bir anne şefkatile beslemekteki harikulâdeliği, mu derhal birinci plâna alıyor, hattâ denebilir ki, film Elsner’in etrafında dönüyor. Paul Muni’nin gayet rahat oy-nıyarak arasıra mübalâğaya düşmekle beraber, çoğu zaman müvazeneli olan safdilliği, samimî üzüntüleri, talebesinin menfaatine gösterdiği derin alâka, hattâ talebesinin ruhunda yaşıyan bir insan olmak arzusu, nihayet ihtilâlci ruhu, sanki Chopin’in “Gurbet” baladının kadansları gibi âhenkle birbirini takip ediyor. Talebesinin Paristeki ilk konserinde kazandığı muvaffakiyet için sevinç gözyaşları dökmekte; ruhunun bütün sevgisini yüzüne aksettirmekte, bu muvaffakiyetten kendisine düşen payı anlatmak üzere gözlerine verdiği belli şaşkınlık ifadesinde gerçekten Paul Muni emsalsizdi. Makiyajmdan, elbisesine tavırlarına, mimiklerine varmcıya kadar her şeyi filme uygundu. Bu ha’i bana Emile Zola filmindeki o fevkalâde sanatkârı aratmadı.
Cornel Vilde, Chopin’in yalnız in"’ I
SAHİBİ, BAS MUHAPRİRI VE NEŞRİYATI FİİLEN İDARE EDEN: ESÂT ADİL MDSTECABİ
İDAREHANE: CAĞALOĞLU, ÇUKURH N - TELGRAF, MEKTUP VE HAVALE ADRESİ: POSTA KUTUSU: 519 - İSTANBUL I TENZİLATLI ABONE FIATLAR1: YILLIK: 1COO. ALTI AYLIK 500, DÇ AYLIK 250 KURUŞ.
— Şimdi ne yapıyorsun?
Şömendöfer Kenan ağlıyor:
”— Sesim çıkmıyor, yürfiyemiyorum. İki sene evvel arkadaşlar tekaüde sevk ettiler. Onbeş arkadaşım, aydan aya kırk elli kuruş veriyor.,,
Şömendöfer Kenan’ın dünya yüzünde kimsesi yoktur ve açlıkla, ğsoukla, hastalıkla baş başa kalmıştır. Şömendöfer Kenan’a biri akıl vermiş, Gazeteciler Cemiyetine göndermiş, o,
— Üç ay oldu, daha bir emir çıkmadı diyor.
İşte 86 sene İstanbulun dört köşesine gazete yetiştiren Şömendöfer Kena-nın hikâyesi. Onun alın terile geçinen muharrirler, gazeteciler, patronlar bu
ve hassas tarafını bize gösterebildi, ihtilâlci Chopin’i hiç tanımadığı muhakkak. Öğretmeni bir ihtilâlci olarak - aslında öyle olmadığı halde - ondan çok üstündü. Elsner’le her karşılaşmasında, Chopin’in ne kadar zayıf olduğunu görüp, üzülmemek imkânsızdı. Cornel Vilde de bütün bunlara üstün olan mühim bir kusur, sanatkâr Chopin’i bize iyi tanıta-mayışı oldu. Muvaffak olmak için çok gayret sarfedişi ancak, bu genç sanatkârı ayakta tutabildi. Lâkin, büyük sanatkârların hayatlarını canlandıran filmlerde bu rolleri yapmanın ne kadar güç olduğunu teslim etmemek de haksızlık olur.
Merle Oberon bize yalnız sâkin. sevimli bir Georges Sand’ı gösterebildi. O peri masallarına yakışır aşkların ih-
SAAT BEŞTE İSTANBUL
Uzun ateşli bir hastalıktan sonra o gece İlk defa beş saat uyudum
Galata rıhtımında bir otelde
Vucudum yeniden kuvvetini kazanıyordu Acıktığım ve uyuyabildiğim için seviniyordum
Oda arkadaşım üç Gebzeli Horultularla u', uyorlardı
Sokak lâmbasının ışığında yüzlerini seyrediyordum iş adamıydılar yorgundular
Elbiselerinden kasketlerinden belliydi
Seni o sabah saat 5 te gördüm İstanbul
Halicin üstündeki evlerde
Tek tük ışıklar yanmıya başlıyordu
Motörler açılıyordu denize
Trenlerin hazırlandığını işidiyordum.
Rıhtımdan bir adam geçti Adımlarının sesini duydum
Sonra biri bir kayığa atladı
Demir gürültüsü bir haşırtı denizin üstünde
Bütiin bu sesler öyle güzeldi ki
Seni yeni bir günün sabahında gördüm Çalışan İstanbul, talihsz İstanbul. fak:r Istaebal Kalbim bütün i. iliğiyle sevmeğe hazır
Artık o sıkıntılı avare adam değildim Yeniden atka ve sefalete dönüyordum
Necati CUMAU
hikâyeyi bilirlerini bilmem?
Bugün yarı çıplak yavrucukların, soğukta, yağmur ve karda sokak sokak dolaştıklarını, lokantalardan, vapurlardan kovulduklarını, ve beyefendileri (1) rahatsız etmemeleri için döğüldükleriai görüyoruz. Yarın binlerce Şömendöfer Kenan yetişecek. Onlarda bulabilirlerse on hayır seven arkadaşından alacakları ayda elli kuruşla geçinecekler ve çıkacak emri bekliyecekler.
Yarının Şömendöfer Konanlarını kurtaracak olan yine kendileridir, ancak onları bir sendika bağrında toplayabilirse, açlıktan, sefaletten ve dilenmekten kurtulabilirler. Zavallı Şömendöfer Ke nanlar ve bin kere zavallı bizler...
tiraslı, kıskanç, aşkında son derece inhisarcı, egoist romancıyı filmde beyhude aradık. O da Cornel Vilde gibi çok burularak oynıyordu. 'Kabul etmek lâzımdır ki, Merle Oberon rolünde, yukarıda bahsettiğimiz Alman filminde Georges Sand rolünü oynıyan Sübil Schmidt kadar muvaffak olamamıştır. Bilhassa yüz ifadesindeki yeknesaklığı, Oberin-un rejisörden de pek yardım görmediğini anlatıyordu.
Filmde Franz Lizst, Louis Pleyel, Konstansiya, A. de Musset, ilâh, gibi ikinci derecede roller almış sanatkârlar muvaffak olmuşlardır. Muhakkak ki, Chopin’in hayatına ait bu film, bugüne kadar gördüğümüz büyük sanatkârların hayatlarina ait filmler arasında aktörlerinin muvaffakiyeti, musikinin zenginliği, rejisi, tabiî şekilde renklendi rilmesi bakımından muvaffak olmuş biricik filmdir.
Ş. H

Comments (0)