Kaynak: TÜSTAV - Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı Arşivi
Sadak Boran
. Cumbonle luınpheryn ilimi Ziya Ülken mar
ol Günü r S. Şcnyllrek) hiçe S. Boran)
— Hüseyin Rb. Psikolojisi Kuranlar ( S. Eglar)
iyinde» : Ankmd t Temsil Bi yanlar : Muzaffer Şe
Saffet Korku- *
Çev.-Mhdiha
Yeni 1 gi Teorisinde Kanun
Musik
Adimi
re Cemiyet
■’lH Hıımnntgma
Eski 4 kadas (Hikâye)
İÇİNDEKİLER
r, sanat cemiyet içindir
Romanı
Ankaj Üniversitesinde bir konferaıuı : Halk vb şJ
• •
Adımlan Beğeniyorsanız
Abone olunuz, Abone bulunuz
Gelecek Bayılaruunda:
Kültür Otarşisi.
Durkheim - Ziya Gükalp Sosyolojisinin Tenkidi. Ankaramızda Bugünkü Fikir Cereyanları. Şehir vo Köy Anlayışında İkilik.
Terbiye ve Meslek Seçimi.
Hangi mânada Milli ilim ?
Memleket Gençliğinin Sosyal Psikolojisi Shakespeıırc'in Bir Tahlili.
..Modiuınr SosVal Psikolojisi.
psikolojisi.
TüiŞ',%,——gg
vay, Stainbeck.
: Kokusu»
■l;:; W‘-
neft mı ı
psitalo ı
miyefi
— ■
tınılar için öl Makaleler,
(vardığı ve kî («■kur.
>ug'iinl«i k eJıurn-
re.nme psikolojisi hal ınıla bir ide, vazıh bir dille, liiilt bayatımızda pru
.öbiytıhnda rnard Shav
Ter Şerif Başoftin te hazırlaıııulituıUr. ıı öğrenime alanında ı neticeleri hülâsa ec
yakında
TÜSTAV
ADIMLAR
Aylık Fikir ve Kültür Dergisi
W—■
YIL: 1 HAZİRAN - 1943 Sayı: 2
«Sanat Sanat İçindir» «Sanat Cemiyet İçindir»
Dolambacı
Belıiee Sadık Boran
Sanat, sanat içindir; saııat cemiyet içindir hükümleri ateşli taraftarları olan ve bir türlü halledilemiyen meselelerden birini teşkil ediyor. Halbuki bizce mesele böyle bir zıt hükürrç birbu-mc hasım iki iddia halinde ele alınacağına, gerçekte vaziyetin ne olduğu, hâdiselerin nasıl cereyan ettiği noktasından hareket edilse, daha verimli, gerçeğe daha uygun neticelere varmak mümkün olurdu. Sanat İşerinin ve sanatkârın faaliyetinin tetkiki bir taraftan sosyolojiyi, diğer taraftan psikolojiyi ilgilendirir. Bu ilimlerin beniiz katiyete erişmediği, bunlarda kimya, fizik, v. ilimlerde olduğu kadar da ittifak mevcut olmadığı, bilâkis i itilâflarla ayrıldığı söy lenebilir ve doğrudur! Fakat ihtilâfla ra rağmen bugünkü psikoloji ve sosyolojide belirmiş noktalar vardır w gittikçe biriken psikolojik ve sosyolojik bilgi hâzinesi öteden beri devam edip gelmekte olan, geleneğin verdiği itiber ve ve-kan taşıyan bazı • saalı inançları, gülüşleri, fikirleri şimdiden baltâîâfnifctndır (Meselâ tabı beşerin değişmezliği, zihnin psikolojik melekelere ayrıklığı, sosyal..hadi— selerin maşerî vicdandin doğduğu, sosyal tekâmülün tedricî olduğu fikirleri’ illi.'» Bu hususlarda verileli? hiik Haber, varılan
neticeler sanatuı tahlil ve tenkidinde karşılaşılan meseleleri de ilgilendirir.
ilkin, sanat, sanat içindir hükmünü alalım ve bu hükmün tazııınmiin ettiği mâna veya mânalardı dayandığı psikolojik ve sosyal faraziyeleâ bugünkü sosyolojik ve psikolojik bilginini ışığında inceliyelim. Bunu yaparken aynı zamanda sanatın sosyal mahiyeti ve sanatkârın faaliyetinin psikolojik mahiyeti meselesin varacağız.
Sanat, sanat içindir hükmü iki taraflı bir iddiaya dayanır. Birincisi, sanatkâr eserinde kendi hususî hislerini, ruh hallerini ifade eder. Sanatkâr, içinde yaşadığı cemiyet şartlarını, hayat şartlarım ifade etmekte alâkadar değildir ve bunlarla uğraşmak onun işi de değildir. Sanatkâr eserinde bir tez. bir hayat görüşü de gütmez ve plitmemelidir; o zaman eser «propaganda! olur, sanat kıymetinden kaybeder. Eser, saf tpıırej sanat eseri olmalıdır. Sanatkâr. diğer insanlarla müşterek olan, herkesin iştirak elliği veya edebileceği, htflmtDİİeccğİ'ffisleri, rıh 'hâllerini do ifade etmez. Sanatkâr daha duygulu, diğer in «anlardan dalla ayırt edidİ bir insan ol-ıluğundân o bankalarının doymadığını duyar; onda kcudi sanatkâr ın ianenun icabı benzeri olmıyan ferdî ni₺ halleri, duygula
38
rı vardır. Sanatkârda Güzel'i duymak hassam vardır; eserinde bu Güzel duygusunu işler. Sanat eseri Giizel’i ifade eder.
Dikkat edilirse bütün bu fikirlerin altılıda, mücerret bir Güzel tasavvuru, mücerret bir «estetik ruh hah» faraziyesi vardır. Bu mânada «estetik ruh hali», «Güzel’i duymak hassası» başka ruh hallerine benzemiyen, onlarla ihtilafı olmıyan, diğer hayat tecrübelerinden (experienccs) ayırt edilebüen nevi salısına münhasır bir ruh hail, bir tecrübe (ezperince) dır. Böyle bir faraziye, tecrit edilmiş, kendi basına bir «estetik ruh hali» nin mevcudiyeti ise, son zamanlarda çok meşhur İngiliz münekkidi Rlchards'ın (1) işaret ettiği gibi bugünkü psikolojinin tutiriadığı, bilâkis reddettiği bir görüştür. Böyle bir ruh halinin mevcudiyetini ileri sürmek eski melekeler (faculties) psikolojisine uygun olan bir görüşün ifadesidir. Bilindiği gibi, eski psikoloji insan zihnini birbirinden ayrı, kompartmanlar halinde bir takım melekelere, kabiliyetlere ayırıyordu. Böyle bir psikolojiden hareket edince, «iiğer psikolojik kompartmanlar, bölümler yanında bir de «estetik ruh hali» nin ayrı bir bölüm olarak mevcudiyeti düşünülebilir.3. Melekeler psikolojisi» artık üzerinde üurulmı-yacak, münakaşa etmeğe değmiy. cek kadar bugünkü psikoloji ilmi tarafından arkada bırakılmış, carh edilmiş bir psikoloji anlayışıdır. «Estetik bir ruh hali» nin, mücerret bir «Güzel’i duymak» hassasının mevcut olup olmadığı estetikçiler::., sanat felsefesile uğraşanların, bu hususta ne dedikleri ile halledilemez. «Estetik ruh hali» bir ruh lıalı olarak, diğer ruh MlerTgıbı. psikolojinin mevzuuna girer, o ilmi ilgilendirir. Kompartnıafi halinde, diğer ruh hallerinden tecrit edilmiş, »estetik hnl* diyebileceğimiz kendi haşini bir psikolojik hâdise var nudır.? Bu sçrımun .cevabını ancak miişbet bir ilim j olg’ak^ıuu-
111 I. A Ri« l-«âis, Priılipleî ıf I tercıy,■ tisin, 1938.
şan psikoloji verebilir: onun cevabı ,sc menfidir.
■ -İkinci iddia, sanatkârın, eserinin hitap ettiği ziimre ile alâkalanmadığıdır. Bu noktada iki ayn hâdise birbirine kanştırüı-yor: (1) Sanatkânn kendi faaliyeti ve eseri hakkındaki görüşü; (2) bu faaliyetin ve mahsulü olan eserin gerçekte ne olduğu meselesi. Sanatkâr çalışırken eserinin hitap edeceği zümre ile ilgilenmiyebilir; sırf kendisini tatmin etmek için eser yaratabilir. Eserinde şuurlu olarak hiç bir görüş, bit- tez ifade etmiyebilir. Fakat onun ruh hali içinde çalışması eserinde gerçekten sosyal şartları, bir hayat görüşünü aksettirmemesi demek değildir. Sanatkânn sübjektif görüşüyle, onu faaliyete sevkeden psikolojik saiklerle onun faaliyetinin ve yarattığı eserin gerçekteki mahiyetini birbirine karıştırmamaiıdır. Yapılan faaliyetin sübjektif ve içten objektif ve dıştan değerlendirilmesi arasındaki farkı geçen sayıdaki üim ve cemiyet nıakalesjçİM :iknin fonksiyonunu in-cçleıken >üaı»t etmiştik. Âlim için bu teftik daha varittir; sanatkânn sübjektif ba-ımından vaziyet cio alındığı zaman dahi onun hitap ettiği zümre ilo ilgilenmediğini kabul etmek güçtür. Ssnat faaliyetinin mahiyeti icabı sanatkâr ilim adamından daha fazla, çok daha yakın bir surette eserinin içtimai çevrede bıraktığı tesirle alâkalardır. Okuyucusuz edebiyat, seyircisiz ti-.■atro, dinieyicisiz musiki olamaz.
Sanat, sanat içindir diyenlerin faaliyetlerine baktığımız zauıan da kendilerinin tenakusu düştüklerini görürüz. Yarattığı . vicrin. bile kime hitap edip kime etmediği lir ügilenmiyer. kimse, neden sanat, sanat içindir iddiasını makale, kitap yazarak, Ttriiiferans'5v®^eİ:' iVfeya karşısındaki ile münakaşa ederek müdafaa ediyor? Neden karşısındakinkılkııa etmeğe çalışıyor? Değnek ki,«karşı İsraf »'üe, yani okuyucu ile, «dinleyici ite alâSzdar olunuyor. Sanatkâr-şjarın hayâ'Öarındiı da buna benzer tena-
39
kuşlar görüyoruz. Meselâ Gaugin, kendi cemiyetine küsüyor, Garp medeniyetinden kaçmak için sıcak iklimlerde bir adaya gidip iptidai yerlilerin hayatına karışıyor, orada yerli bir kadınla evleniyor. Buna rağmen eserlerini teşhir edilmek için bırakıp kaçtığı cemiyete, onun sanat merkezi olan Paris’e gönderiyor ve eserleri büyük alâka ile karşılanmayınca kızıyor (1).
Sanatkâr kendisi ister farkında olsun, ister olmasın, zarurî olarak mensup olduğu devrin, cemiyetin, zümrenin hattâ ba-zan küçük bir kliğin kıymetlerini, görüşlerini eserinde aksettirir. Sanatkâr, cemiyette değişen şartların, yeni beliren cereyanların tesiri altında ise, bunların şuuruna varmışsa, bu yeni değerleri aksettirir ve bunun için eseri hayatında anlaştlmıyabilir, takdir edilmiyebilir; ancak yeni kıymetler kuvvetlenip yerleşin >yc başladıktan Bonra, geçten geçe eseri kıymet kazanabilir. Fakat ister eski, ister yeni olsun, sanatkârın hayat şartlanna göre eseri muhakkak sosyal değerleri aksettirir. Bunun böyle olduğunu, bunun zarurî olduğunu yine bize ınilsbet ilim, etnoloji, sosyoloji ve psikolojide biriken veriler gösteriyor. Bu yeni ilimlerdeki muhtelif mekteplere, ihtilâflara rağmen bugünün salâhi-yettar psikoloğlaıa sosyologları ve etnologları arasında insanın doğuştan bir şahsiyete sahip olmadığı: şahsiyetin, sosyal şartlara, değerlere göre)teşekkül edip farklar gösterdiği üzerinde ittifak vardır. 21 Tabı beşer hakkında bugünkü bilgimizin ışığında- sanatkârda doğuştan bir Güzel’i anlama ve ifade etme hassası, .-estetik bir ruh hali» olduğu kabul edilemez. Bunun için, sanatkâr, kendini tatmin etmek ve iç
âlemini ifade etmekten başka hiç bir şuurlu gaye, tez gütmese bile yine farkında olmadan şahsiyetinin bir parçası luıline gelmiş olan, onda yerleşmiş olan sosyal değer leri eserinde aksettirecektir. Sanatkârın iç âlemi, dış şartların tesiri altındadır, Şodsân A*t, 1935 Otu, ijnson
o şart-
tU Thomas Gaven, (21 Muzaffer Şeni A:
Nizam, Adımlar, so.
ların sübjektif bir aksidir. Diğer taraftan, bir eser, dar veya geniş olsun, ancak bir zümreye hitap ettiği, onun tarafından kabul edildiği takdirde bir sanat eseri olur. Eserin sanat değerini onu yaratan sanatkâr kendisi değil, dışındaki zümre veya zümreler biçer. Esere değer biçen zümre iki çeşittir. Bir, o sahada salâhiyettar, ihtisas sahibi olanlardır: eserin çeşidine göre şairler, romancılar, ressamlar, musikişinaslar, münekkitlerdir. İkincisi eseri okuyan, dinliyen veya seyreden zümrelerdir. Bu iki gurupun eseT hakkında biçtiği değer birbirinden farklı olabilir; fakat hiç şüphe yok ki büyük sanat eserleri mütehassıs zümresini aşan, daha geniş zümrelerin de beğenip kabul ettiği eserlerdir.
Umumi çerçeveyi verdikten Bonra şimdi burada çatallı bir mesele ile karşılaşıyoruz: bazı modem sanat cereyanlarının durumu (1), Bilhassa bu asrın başından (I) Modern sonat devresi dediğimiz ve boj-Icınaıç Tarihîni irlburi □iorok bu ovr. banndarj savdığımız bu devrede ruhtetif celiden veri cereyanlar belirmijTk. Bunlar, i İçinde, bize gerin görünen ve bugün artık cc-ju ölmûs bulunun cereyanlar olduöu olbl, kitlelerin İleri hainleş ıi duyarak onlarla beraber ilerlivcrr. onların şapelini Temsil eden, buoi ün sonar kudretine sehadet eden sanor cereyanım ve sanatkârlar do vardır. Diâor ıcroftan. bugüne., sanaldaki realizme ayer uvduraımvon, imtiyazlnramuhafozakâr bir zümrenin himayesi al* ■ - ı- ı ve o zümreyi tatmin etmek için kalıplaşmış sek ı. içinde, dünyanın gidisinden uzak eski yollarına devam edenler de vordır. Bizi burada Hallendiren ineselo. sanalın sos-volifedesi ve fonksiyonu olduöu İtin, modern sanatta, cemiyetle alâ-kasivok’nut olmazmış olbl oöcünen, onlosılmıyan cereyanların ve eserlerin neyi ifade ettiği meselesi
II® karşılaştık ve Onun için bu çeı - eserler ûzeıln-dürdA Yıjfeerm'otfefn sanal devresinde asıl mühim olanksı, bayie garabetlere, Çıkmazlara sapon-'far de^il, faket sonat'mesafesini hık söndürmeden, hattâ daha parlak olarak yarına geçirecek alan, daha geniş ceı^vot çerçevesi,He baölannı hiç 1 kOvbefiHveh haMk: büyük sanal kürlerdir. Dergiyi içirtsin, r-'zln daha so/ral^ sovıladjnd/bu sanatkarları ta-I . 4Bh rnıtocoffiz. i W/
✓ k-z X X Jk ▼
40
beri muhtelif sıınat şubelerinde, romanda, şiirde, resimde, musikide muhtelif «...isim» lerie, sanat mektepleri Uç karşılaşıyoruz. Bu mekteplerin bazılarının ortaya çıkardığı eserler karşısında bugünün seyircisi, okuyucusu ve dinleyicisi çok defa nfaUıyor. Eseri anlamıyor. Bazılan anlamadan, sanattan anlıyor diye geçinebilmek için kör bir hayranlık duyuyor, banlan da saçma, böyle şiir, böyle resim olur mu? deyip sanata arkasını çeviriyor. Resimde, muhtevanın, «temsil» in (repsantation) ehemmiyetinin inkâr edildiğine rastlıyoruz; resim diye ortaya tecritler, bendesi şekiller konuyor. Şiirde, mantıkî teselsülün, şiiri fikri olarak anlamanın mühim olmadığı iddin ediliyor ve hakikaten de modern şiirleri aklî olarak anlamağa, onlardan mantıkî bir mâna çıkarmağa çok zaman imkân olmuyor. Burada resimden misal vermiyeceğimiz için biraz şiir üzerinde duralım: (Bizde açılan resim sergilerinde okuyucularimiz kendile rine garip gelen, faBan m- eşya şekillerinin tabiî mabetlerini ajriıyzn, değiştiren resimler görmüşlerdir) ıSModcrıı şiir, yalnız vezin ve kafiyeyi bırakıp, «surbesa nazımda yazılmış olmakla şiir geleneğinden ay-nlmış olmuyor; mantıkî teselsül v> mânayı rçd etmekle de ayrılıyor. Ser beşi nazım bizim genç şairlerimizin ajggjnaa da çok revaçtadır; fakat mânası anlaşılnu : > ilk okuyuşta aaçM gibi görünen şiiri i . . yaygın değ ililir ve bu vuzuhsuzluk Garp memleketlerindeki şiirlerde görülfn dereceyi bulmrıHUgttr. Modern Aikglosaltson edebiyatımın ve Avrupanın en tanınmış şairlerinden olan T. S. Eliot’tan misal olarak bir örnek vermek bu ytusu'hsıfz’uğtm derecesi hakkında, bir fikir verir. Dergimizin bu sayısındaki «Mo i. tn İnmkzSiinnde Halk ve Şair» isimli yazıda da işaret edildiği gibi, bu Amerikan - İngiliz şairinin en mühim gürlerinden biri, Bjrinci^Çüıun Harbinden .-dnrarbelrrdi kargUaBgı, tjeılT binliği, bocalamağı ifama eden j-Hmap Ülke» (Waate Lantl) adlı şiirdir. Yi&kırk küsur satırdan ijgaret olası bu şiirde şhir
Latince, Fransızca, Almanca, İtalyanca iktibaslar yapar, diğer şairlerin eserlerinden parçalar alır, iyi tanınmamış muharrirle* rin eserlerinde geçcıı hadiselere telmihlerde bulunur, haritada bulatnıyacağmıız yerlerin isimlerini verir, birden bire Fenikeli bir gemiciden, onun akıbetinden bahseder. Madame Sosistria admda meşhur bir falcı mevzuun içine sokulur, hamli şair okuyucunun dikkat ve sabrım iyice yıpratır. Bu meşhur, uzun şiir şu satırlarln sona erer: (Jııando fianı clıelidon-o sawllow saıvlloıv Lo Prltıce D’ Aquitalne â lıı tour abolie
Tlıese fragments ha ve I uh.ıred against my roîns
Why tlıen İle fit you. Hieronymo*» mad agaiııe.
Dâtta. Dayıullıvam. Damyata.
Shrmtih Slıantilı slıaatih
Baş!ııngıç.tp.tiımçpir. kimin tarafından venc zaman yazıldığı btünmlyen lâtince bir ■ iirden alınmıştır, İkinci; i İngiliz şairi Ten-nysotı'dandır Sondan bir evvelle! satırdaki «Dattu, Dayadhvaın. Damyata» keliınc-rinin mânasını şair kendisi haşiyelerle , ah mecburiyetini hissetmiştir (1). Kalan d buçuk İngilizce satarı kelime mânası ile Tilrkçeye çevirirsek fiBu satırların hakiki anasını, şairin kastettiği mânayı bilip ço-■rebilmiye imkân yoktur) şöyle bir şey eydana gelir:
Quando finin, elıelidon Ey kırlangıç kırlangıç
Le Princo D’Aıjuitalıın iı ia tour abolie
Bu parçnlun yıkıntılarının sahiline yığdım İyi y» saıiâ uyuyorum işte, llieronynıo gine çılgm
Dutta. Ilayadhvıum Duınayata.
Siıanlilı slıantilı stıantih.
'Nııkajeyi-itazla. uzatmamak için bu ta-fiıınıiş ştıirin pek tarfmmış bir şiirinden I d I y. GTOes~Mfc.ev/'O modem Enc'ish Poelry, p / t V
41
nıamazlığında kasit var, şair biraz da kimden mudil, yan anlaşılır bir tarzda yazıyor. İkincisi, modern cemiyetlerin hayat şartları, bilhassa Birinci Cihan Harbinden sonra husule gelen kargaşalık, harbin bitiminden beklenen ümitler suya düşünce bu vaziyetin fertlerde, şairde, doğurduğu iç huzursuzluğu fertleri kendi içlerine kapanmaya, kendi iç âlemleri, ferdî, hususi tecrübeleriyle fazla meşgul olmıya, dış realiteden kaemıya. götürüyor. Kendi kendisiyle fazla meşgul olan şair, gürlerinde başka insanlarla müşterek olan tecrübelerinden ziyade hususi iç âleminin başkalarmkine ben-zemiyen cephelerini işliyor ve bunun için de başkaları tarafından okuyucu tarafından anlaşılması güçleşiyor. Buhran zamanlarında, güçlükler karşısında fertlerin realiteden kaçmaları, kendi içlerine kapanmaları yine modern psikolojinin tesbit ettiği ilmi bir hakikattir.
Bu çeşit şiirler kime, hangi zümreye hitap ediyor, sualine gelince, bu şiirler anlaşıldığı, (l'.itap» ettiğı uısbctte şairlerin kendi küçük zümrelerine, sanat münekkitlerine. lhtisadİBşmıs dar bir zümreye hitap ediyor. Hiç anlaşggW$ kısımlar ise ancak yine şüri yazan şairin! kendisine hitan , r, yani o noktalarda sanat ezeri olmak vasfını kaybediyor; o noktalarda şairin ’ış âlemle bağı kopmuştur.
Modern cemiyet sarflar: nuı bu iki kolit; modern sanata tesiri menfi neticeler dtoğu^H tesirlerdir. Modern şiirde ve diğer t t lıırda görülen vuzuhauzluğun bir de müsi.et bir mânası var; bugünün cemiyetlerin n mudil, hareketli, makineye dayanan şartları altında insanların geçirdikleri tecrübeleri sanatta ifade edebilmesi için eski . : t'. ' üt’eri, geleneğe uygun şiir tarzı
bu misali vermekle iktifa ediyorum. Şiirin hepsini vermeden sade sondan birkaç sanrı almak şüphesiz şaire haksızlık etmektir, fakat şiirin hepsi okunsa bile bit altı satırdan mâna çıkarmanın güç, hetn pek güç olacağı hakkında okuyucularımıza bir fikir verebilir sanıyorum. Biraz evvel işaret ettiğim gibi, bizim bazı genç şairlerimizde görülen vuzuhsuzluk temayülü bu derece sivrilmiş değildir, fakat hiç değilse geleneğe uygun şiir tarantı alışkın okuyuculara garip, saçma görünen sürrealist şiirler bizde de neşredilmiştir,’ Modern şiirin bu anlaşılmazlık vasfı karşısında şu iki sual önümüze çıkıyor: eğer sanat eseri, binaenaleyh şiir de, sosyal şartlan ifade ediyorsa, modem .şiirdeki bu vuzuhsuzluk ııeyifı ifadesidir? Mânası anlaşıhniyalı §iir neyi ifade edebilir? İkincisi, sanat eseri muhakkak bir zümreye veya zümrelere hitap etmek zorunda ise, bu anlaşılmıyan şiirler kime hitap ediyor? Onlardan kimler anlıyor?
Modern şiir-l / şuhsuzluk ■ ;
şeyi diğer sanat şubeüvti için da söyliye-biliriz - yazıIdıklstriiMunaşın sosyal şartla-rmın kanşıklıjml, Vumhsuzluğ;:.’iu, bu şartlar altında ferdin içine düştüğü pişkinliği, istikrarsızlığı ifade ediyor. İr.:-, iliz sanat münekkitlerinin belki en meşinim olan Richards, yukarıda misal olarak aklığımız şiirin «biitürrbir neslin bozgun: ifade ettiğine işaret ediyor. Yine ay® eser için diğör bir münekkit şöyle diyor: iO, devrinin sadece bir vesikası değil, fakat en mükemmel vesikasıdır. Gayesi, b bir neslin, harbiniardında bıraktıkların:; : variis eden neslin mürekkep zihniyetin—, bir tablosunu çizmektir.» (1) Sosyal şart-' lar iki koldan tesir ederek şiirde . ve diğer „.umL D-___o- -Ja___ 7-
satıatlarda - vuzuhsuzluğa sebep oluyor: kâfi eo]n)iyorfYcnrre^yet şartlarının ifa-O, . ♦ ™™ı ...... ™ __ ...ni ı„jtn|M«ffcin geliştirilme-
Miif icap ettiriyor- Modern sanatta görülen çeşit çeşit cereyanalr, bocalamalar, kan-bugüııkiLncmiycpe uygun sanat ifâdesini bulmak için yapılan de ııenglerdir, eeşîtyçe.şi’ sanat mekteple
/\ V
Birincisi, sanat sosyal şa rtlarııfâdc ettiği için, karışık, çok taraflı, fert tarafından anlaşılması güç şartların ifadesi olan şiir de aynı vasıflan taşıyor ; şiirli 8u anlaşıl»
42
rinin çoğu tkinci Cihan Harbinden biraz evvelki senelerde ölmUştiir, fakat geçirilen bocalamalardan, yapılan denemelerden milebet neticeler kalmıştır. Artık eski sanat tekniğine, tarzına dönmek mümkün değildir. Eskiye geri dönmeden, kargaşalık nisbeten durularak bir istikamet almış ve sanat tekrar daha geniş halk kitleleri ile irtibatı temin etmeğe başlamıştır. Meselâ, yukarıda kısaca ele aldığımız T. S. Eliot bile artık anlaşılabilir eserler veriyor. Şiirin tekrar, halkla, daha geniş kitlelerle, kaynaşmasına konferansım bu sayımızda hulâsa ettiğimiz Prof. Humplıreys de işaret ediyor.
Cemiyet şartlarının sanatkâr ve sanat eseri üzerine olan tesirinin bu kısa tahlilinden çıkan netice şudur ki, içtimai şartlar mekanik bir surette, mekanik, tek tarafh bir sebep-netice münasebetile sanat eserini ve sanat hareketlerini tayin etmiyor. Sanat sosyal şartlan aksettirir derken, aynanın dış ardaki eşyayı aksettirmesi nevinden mekanik bir. akis, bir ikinci kop-ye kastetmiyoruz. Faal, dinamik unsur, insanın kendisi, giriştiği faaliyetlerdir. Muayyen hayat şartlan, o şartlar altında yaşıyan insanlarda muayyen çeşitlerde ruh halleri, fikirler, hisler doğuruyor. Bu şartları ve doğurdukları ruh hallerini duyan sanatkâr, kısmen gayri şuuri olarak fakat kısmen de şuurlu, kasitli olarak bu şartları ve husule gelen psik. >Ioji(■; halleri eserinde ifadeye gayret ediyor. İyi ifade edebilmek için yeni teknikle: va
sıtalar, yollar arıyor, buluyor ve bunları eserinde deneyor. Muvaffak olan, yani eserleri daha geniş cemiyet çerçevesinde tutunan., okuyucu, dinleyici veya Seyirci kitlesine hitap eden sanatkârların kullandıkları teknikler, vasıtalar kendi sanat şubelerinde yayılıyor, o şubelerin sanat tekniğinin, geleneğinin bir parçası oluyor ve maziden gelip biriken sanat mirast ile beraber gelecek nesillere geçiyor. Sanatkârın büyüklüğü, cemiyetin sanat mirasına ilâve ettiği bu hissenin kalitesine ve mikyasına bağlıdır.
Bugünün büyük sanatkâr yaratmadığı iddiasını yalanlıyan böyle büyük sanatkârlar bugün de vardır. Son yarım asrın karışık sanat durumunda yolunu kay-betmiyen, cemiyetle, kitlelerin hayat ve duygusu ile temasını kesmiyen, bugünden yarına büyük sanat yaratıcıları olarak geçecek sanatkârları dergimizde tanıtacağız.
Böylece, Banatın sosyal şartlarını, âmillerini kabul etmek, sanatkârın ferdî kıymetini, oynadığı rolü, küçültmek değildir. cSanat, sanat içindir», . Sanat, cemiyet içindir» ikiliği, kökünde, daha umumî olan fert ve cemiyct^kiliğinin, artık eskimiş, gfiyri ilmi dıyebüeceğimiz mekanik İçtimaî 4C- rminizm. görüşünün kanat sahasındaki '.ozahürüdiir. Bugünkü sosyolojide hâkim olan göriiş, fert ve cemiyet diye birbi-riyle kabili telif olmıyan. iki ayrı varlığın (eııtite) vo mekanik, tek tarafh illiyet! ta-zammun eden eski görüşün hatalı olduğudur.
Bu makale Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih - • Coğrafya Fakültesi, Fransız Dil ve Edebiyatı Enstitüsü direktörü Prof. J. Camborde tarafından Adımlar) için yazılmıştır. Prof. Camborde gelecek yazılarında bugünkü Fransız içtimai romanının karakterini verecektir.
Bugünün Fransız Romanı
Prof, Jean Camborde
( Ankara Üniversitesi
Bugünkü edebiyatın tarihini incelemiş olan tenkitçi yahut tarihçileri rahatsız eden şey, ellerinde muayyen bir sınırın bulunmaması olmuştur. Bunlar bu yüzden fikirlerini emniyetle ileri süremiyor; eserleri de son bir mükemmellikten mahrum kalıyordu. Araştırmalarını, bugünde durdurmak zorunda olan bu müdekkikler, hareketlerinin keyfiliğini vuzuhsuz bir şekilde hissediyor, neticeler çıkarmaktan çekindikleri gibi, faraziyeler yürütmekten de kaçmıyorlardı. İşte bu gkraflarilcdir ki tenkit sahasında kalıyorlardı. Zira tenkid, çok kere, istikbalin koltuk değneğinden mahrum topal bir tarihten başka bir şey değildir (1).
Fakat şimdi sınır tarih bulunmuştur, incelenecek devrenin seçimini olayların kendisi tayin etmiştir. Kronolojiyi, tarihi olaylara bas olah amanslzlıkla takip eden, işte bu olaylar olmuştur. 1939 da, asrımız da ikinci defa olmak üzere perde cihan dramı üzerine açılmış biri 1914 -1918, öteki 1939 da vukua gelmiş olan o iki kanlı hercümercin arasında, tarihin sınırladığı bir insanlık parçası, yani edebi hayat parçası, tetkikimize kendini ırzetmektedir.
Şimdiden şu nokta da muhakkak görünüyor ki, harbin insanlar üzşrmc vurduğu darbe ile askerî mağlubiyet ve va-
tan topraklarının işgali, Fransa'da roman nevinden eserlerin kaynağını bir zaman için kurutmuşuur. Bu sütunlarda çıkmış olan pek dakik bir inceleme (2) şiirde durumun böyle olmadığını gösterdi. Romanın şu farkı vardır ki, kendi üzerine kapanmış olmıyan roman, gelişmek için hürriyete muhtaçtır, halbuki şiir, sade ve vasıtasız bir tepki, şuurlu bir işlenmeğe ihtiyaç gösterebilen kısa nefesli bir elem haykırmasıdır, roman işe, daima uzun nefesli bir eserdir; şiir, isterse konusunu örtebilir ve sembol kullanabilir. Halbuki roman yüzü açık olarak yürür ve hayatı, elden gelen en büyük samimiyetle tasvir eder. Şuna şüphe yoktur ki, bu felâketli devrimizin kroniki ile romanı Fransa'da için için pişmektedir, ve günün birinde istilâya] uğrayanların başlarına gelenlerle, zulüm görenlerin isyanını yaşatan romanlar, Zola’nm 1870 harbi haklımdaki «La I>cbâc!a»ma, yahut da son harp hakkında Maxenöe van der Mersch’in invasion 14s adh romanına benzer eserler göreceğiz, yah^r isterseniz Türk roman çevresinden misaller alarak söyliyelim: Halide Edib'in «Ateşten Gömlekr ine, yahut Yakup Kad-ı'i'üiıı»Yaban- ma benzer eserler göreceğiz. Faknt bngün henüz gelmemiştir. Gelince, görüşlerin değişmiş, evvelce başlanılmış hareketlerin muvaffa^öTathamış olması, yeni cereyanların doğmuş olması karşısın-
av
44
da gaşmamalyız; onun için 1918 - 1940 devrini, doğru olarak, bir bütün teşkil eden, ayrıca bir tetkike konu olabilen bir devir olarak alabiliriz.
mek için mevzu fazla geniş, haber alma unsurları fazla kifayetsiz, araştırmalar da o nisbette gilç ve zaruri olarak, natamamdır, Bu usullerin son yıllarda sebep olduğu münakaşalar, herkese, bu husustaki durumunu bildirmek fırsatını vermiştir (3). Bizce tam mânasında bir tarihçi iddiasile çıkmamakla beraber fakat merhaleleri gösteren işaretler koymak, bir anket yapmak, yabancı okurlara rehber olmakla iktifa etmek gerek. Bizden sonra geleceklerin muhakkak yanlış diyecekleri muvakkat hükümler vermek, ayni zamanda da bu balta girmemiş ormanda dallan budaklan kesmek, içinde ilerideki araştırmalar için yollar çizmeğe tesebbtls etmek, işte maksadımız budur; tabiî, Sainte-Beuve’in, mahviyeti! görünüşü altında, ihtiraslı olan, sözünde ifade edildiği gibi, tenkitçinin hikmeti vücudu, herşeyden önce «başkalarına okumağı öğretmek» ise...
İncelememizin konusunu teşkil eden maddenin içinde bir takım çalışmalar bazı yolları açmışlardır; bunlar, bir plân çizmek hususunda, bize yardım edebilirler. Bu mesele ile ilgilenmiş lritap yazanlarla, tenkitçilerin takip ettikleri türlü yollan bir-lıirile karşılaştırırsak, bunlarda müşterek noktalar bulunduğunu tesbit edebiliriz. Açıkça pedagojik temayüller taşıyan bazıları ananeden gelen taksimatı kabul etmiş, gittikçe daha hareketli ve sınırsız bir hale giren roman nevinden, .şimdiye kadar tanınmış şu tâli nevileri kabul etmişlerdir: Tahlil romanı, sergüzeşt romanı, regiona-list (yurdun muayyen bir köşesini canlandıran roman), «tetik teman (4) başka bir
Edebî hayatın doğrudan doğruya hayata intibak ettiğini kabul edersek - ki bu, roman nevi için, öteki nevilerin hepsi için olduğundan, daha doğru göriinüyoıf - bu devir geçici muvazeneli, tehditlerle dolu bir devir olarak görünmektedir; bu zamanda milletlerarası istikrarsızlığın derecesi millî sükûnetin gafleti ile rekabet ediyordu; ekonomi alanında son derece had bir dünya buhranı kısa bir aldatıcı refah çağının hemön arkasından geliyordu: estetik na-zariyelerle taşıyor, doktrinlerle doluyordu; kapalı mektepler çoğalıyor, öte yandan da siyasal ve sosyal sahada ideologia-lar karşılaşıyordu. Onun İçindir ki bu gürültülü çeyrek asn araştırmak güç bir iştir. Zira tarihçilik edebümek için insanın elinde konu olarak iyice sınırlanmış bir devir bulunması yetmez, ayni zamanda o devrin zamanca bizden uzak olması lâzımdır. Bugünkü edebiyatların müşterek bir bir karakteri, bunların zenginliği, ayni zamanda da şaşılacak derecede mudilliğidir. Naturalizm vo sembolizmden itibaren Fransız edebiyatı, öte yandan da. Ingiltere-de Viktorya devrinden sonraki aksülamcl edebiyatı, teşebbüslerin türlil türlülüğii, yeni fikirlerin bolluğu, temayüllerin taş-kinliği, nevilerin birbirine karışmış olması, tekniklerin yenilenmesiyle insanı şaşırtmaktadır.
Afallıyaıı araştırıcı, basit ve pek kolay taksimler zamanlarına eskiler, yenil.r; takımları, tecessüs uyandıran, umulmadık klâsik, romantik, taksimatının Mliteber öîğ” duğu zamanlara tahassürle bakar. Tenkitçi
(31 Cf. Ph. Van Tıeçhcı "Tendanceı novvel-
uugUAUiıaııiıUcL uuicumıııu uontu.
Albert Thibaadet’nin dostlarına dediği gibi, - -; -^ıre '■»»örOo... Rı. s, .1929, «şimdiki devir karşısında İnsan ne yapacak ° C
ğını pek bilemiyor... Bu, kalburdan, geçmemiş bir edebiyattır... Sadece bir şema ile iktifa etmek lâzım Üstelik, Gustave
Lanson'un vş Danicl ^JörnetTİIe birlikte Fransız mektebimin tesbit ettiği Bdebryat tarihi usullerini poğrı^olaraij tatİ^,ct-
Ter • teMre?... B'i aserdo, SDİnoarn tColombic •Uateh.D,. Mofnşl iSorbOftliel. 8. Föy (Clermonl ■ nnej, Forlnolll (Turtnl, Dranomırescu ve Cysorz'ın vo Rus "formoliv,, oku-lunun tezleş incelanrıe-.laö.l*'.
|4| Asra Bl'y* 'J'lote'jus frcnçoîse coreom-gcrcılre./ ırişjt A /■
lu
bir başlığa olan meyle kendilerini vererek yeni bir tasnifi kabul ediyor. Gidilen yolların istikametini göstermeğe gayret etmekle beraber, bu yolların tenevvüii karşısında rahatsızlık duyuyorlar (5). Aralarında bir tanesi. - en ince, vo cn iyi haberdar olanı - roman nevinin mekteptik tasnifini terk ediyor ve eserinde ayni zamanda, muvazi olarak şiirde, «essai» de ve romanda kendilerini gösteren estetik hareket ve temayülleri tetkik ediyor: Bu empresyonist okur, eğer en son zamanlarda, ferdin romanı, taşranın (eyaletin) romanlara, cemiyetin romanları, cihanm romanları, muhayyile romanları, mukadderatın romanlara gibi bölümlerle, eserini tamamlamamış olsaydı, onun zekice dokuduğu neşe içinde yalnız başına roman meselesini kavrayan çerçeveyi meydana çıkarmak biraz güç olurdu (6). Başkaları, büyük bir isime, o ismi bir yere yerleştiren bir formülü yapış-tırnaktan zevk duyuyorlar, meselâ, Prount yahut zevkin mucidi, Paul Valery yahut sükûtun sesi. Antirc Gide yahut arzunun zaferi, gibi. Fakat bu [masum oyun, meseleyi etraflıca, kavramağa yetmez (7), çoğu için de, kronoloji zemini üzerinde çalışmak zor oluyor; bunu yapanlar da^mcsııliyeti kendi üzerlerine alarak yapıyorlm Şûr.-ii, önümüzdeki bütün-ü devrelere ayırmağa teşebbüs etmek daha kolay olmuştur
Birinci devre, yani harp sonu devresi. Thibaudefnin tabirile yeni «yeManıı b-lirdiği, bir ur aştırma devresidir - e 1916 den 1925 e kadar gider. Bu devrede hiç bir şey öğrenmemiş, hiç birşeyi unutmamı-;, fakat yakında yerlerini başkalarına bırakacak olan bir kaç eski üstadın hâlâ yaşamakta olduğu görülür. Sonra, bir nevi tasasızlık, kolaylığa doğru bir meyil,- .ayini zamanda da. fırtınadan sonra edebî lâlemin,
(S Albsıı Thlbeudr-1
ror.CTİse en 1789 i nt» lOurn sp/iş».Jj.toçk. .»jo,
16) Ren4 lolou^^^oaıonTr!-cr’s Jet .
Pcvis, Presses Un’v. 1941. ®
17) Berno-d F-oıtcaisŞ’
TOS) Paris, Ed. KrcSn929. W
dünyanın tepkisini taklit eden tepkisinden başka bir şey olrnıyan bir kaynaşma, bir bolluk müşahede ediliyor. Bu araştırma d-ı »-resi endişeden büsbütün kurtulmuş değildir: bunda, yeni bir «asrın derdi» nin baş gösterdiği görülür; bundan öncekinin yüz yıl önce Napoleon savaşlarından hemen sonra gelmesi gibi cihan harbinden hemen sonra gelen bil «dert» belki nyni aha sebepler yüzünden vücut bulmuştur. Bszı romancılar bunu tahlile muvaffak olmuşlardır, meselâ, «Les Enfnnts du Sicclc» de Andre Lamaudc'nin ve bilhassa Mareei Arland’m, L'Ordre adlı o pek güzel romanda yaptıkları gibi... Sonra 1925 den 1930 za kadar, sükûnete, bir sulh ve istikrar devresine, bir nevi uslulaşmağa, ananeden gelen sanat şekillerine geri dönmeye şahit oluyoruz. İşte o zaman bir ölü noktaya varılmış oluyor ve umumiyetle edebiyat hareketinin, hususiyle de roman hareketinin hangi istikameti alacağını haber veren hiç bir şey görünmüyor. Fakat ~.->k zaman gemimden,,gaşlangıçtaki sırf estetik endişe yerine başka bir endişe geçiyor; harp sonrasının illi senelerinin tasa-sızlmı körlüğü yeril» gittikçe büyüyen I. ir huzursuzluk geçiyor. O zamanlar kulla-ınlaıı ve kimsenin dilindin düşmiyen «buhran» kelimesi ayni zamanda iktisadi dıır-gıınlnğn otoritenin sukutunu, ve sanat ve edebiyat değerlerinin düşmesini ifado ediyor. 1930 a doğru, bu tesirin altında felâ-’ itin duygusu hattâ şuuru fazlalaşıyor ve il müstakil yazarlar, ferdiyetçiliğin en ıviz kabul etmez mHdB fileri, yahut «Fildi-i Kulesi» taraftarları cenk meydanına inmek ihtiyacını buyuyorlar. öyle ki, 1930 JjUji 1940 a kadar giden devir, bize kısa bir znmnn irinde, sanki herşey sürat ritmine uymuş gibi, modern dünyanm 17 inci ve 18 inci asırlar atasında yavaş olarak arz ettiği tekâmülü çabuk olarak arzetmekte-dir. Ders kitapları bize, on dördüncü Louis zamanının eserlerinde en son gayenin ss-nat ye g&ellite; filoîSTlar asımın esorie-nnde r-e sösyalwe sansal doktrin olduğu-
46
araştırma ve için için oluş
durgunluk ve klâsik tepki
savaşçı devre; bunda tezli
nu söylüyorlar. Burada da ayni: Her yazarın kendi inkişafında, istidatların yerlerini yenilere bırakmasında ve günü geçmiş yazarlar yerine gençlerin geçmesinde hep, ilgisiz ve sırf estetik bir noktai nazardan, bir taraftar hattâ savaşçı noktai nazarına geçişi müşahede ediyoruz. Hasbî sanat, sanat için sanat, daha doğrusu roman için roman yerini bir fikir, bir doktrin yahut bir parti hizmetinde bulunan romana bırakıyor. Roman bir kürsü oluyor. Halbuki bu, tiyatronun bir imtiyazı sanılıyordu; roman kahramanı artık muayyen bir zihnî durumu temsil ve terennüm ediyor. Kimi, Leon Bopp gibi (8) söylenip duruyor; kimi A. Malreauz (D), Aragon CIO), Jean-Paul Sartre (11), Paul Nizan (12), Loubc Guil-loux (13) gibi savaşıyor; bazısı, sonradan o nîsbette muti ve köleliğe hazır olmak üzere, şimdi isyan ediyorlar. Meselâ: Mont-herlant ve Drieu la Rochelle (14) gibi kayıtsız duranlar pek azdır. Mamafih bazıları Jules Romains (15) gibi, zamanlarının kronikmin hiç olmazsa zahirî tarafsızlığı arkasına saklanıyorlar, bazıları, şaşmadan, kendüerine çizdikleri yoldan gidiyorlar,| aktüel olana yüz çevirmeğcMayret ederek, «Les Thibault» adlilerini Vcruıç^dçyam eden Roger Maitrı du Gard (16) gibi; bazıları da arkalarından regionalisme’in, yeşil ve parmaklıklı kaplamı istilâcı gelince açmak üzere kapıyorlar (İT). Başkaları‘vi-
I8İ llolsons du W,onda (koman (fun oölitltHol Park, N. R. F. 1938. g ,
|9| lo CondıHorı /ıfjtmaine. (Prix Goncc ' 19331: l'Esnor. 1938.
110) les Clochos du Bâlâ (Prut Thâophrc » Renoudot 1937).
(11) te Mor (1937), lo Nousde (19381.
(123 te Chevol .•!( Troin 11935), la Conıpırar- uzun roman) Balzac vo Zola zamanında he-onll?38l . . niiz. tarif edilmemişse de, bu iki yazıcının
(13) lo 5ano Nc 11935). eserlerinde: Balzac’ın muhteşem duvar
(14) Gllles don,
(15) Los yomnıes do Bonn.e VotMle^
(16) lus Thlboulı (Priz Jğobe! JJŞT]
(17) Alphvnso de ChŞteaub-ı?nı |Pa>
ıırt 19111.
lâyetin inatçı sağırlığı sayesinde kendilerini tutuyor ve F. Mauriac gibi vilâyetin hararetli ve ihtiraslı iklimi içine kapanıyorlar (18). Nihayet, bazıları da Mare Chadourne gibi, genişlemiş bir exotisme’in tazelenmiş debdebesine, ebedî sergüzeştine kaçıyorlar. Fakat bu istisnalara rağmen, ekseriyete zarurî görünen faal durum alma keyfiyeti, bizce 1930 dan 1910 a kadar giden bu devrin karakterlendirîci vasfıdır. Artık şu kronoloji tasnifini teklif edebiliriz:
1918-1925:
devresi,
1925-1930: devresi,
1930-1940:
roman, «essais> ye doğru temayül gösteriyor.
Fakat romanın yaratılmasında ve kavradığı türlü maddelerde muhtelif şekilleri ayırd etmek gerekir. Çok kanlan geçmeden farkına varılıyor ki bir yandan madde genişlemiş, öteyandan da şekiller tekâmül ctmiştiı . Bununla beraber, reklâmcılık peşinde koşan bir Ukım naşirlerin inandırmak iatediklaHijM aksine, bu devri, tamamen yem İliç bir eser karakterlendir-memektedir. Yalnız şu kadar ı tespit edilebilir ki roman nev’i tekâmül etmiş, ananevi tarzlar muayyen kanunlara göre yollarını değiştirmiş, inkişaf etmiş ve umulmadık filizler vermiştir; fakat eski tarzlar yine yaşamaktadır ve yenilerin nereden geldiğiı^ meydana çıkarmak pek güç bir ış değildir. İşte böylece, populiste romanda, natüralist romanın tamtıylillerini mo-demleşmiş alarak görüyoruz Bımun gibi »roman - fleuve» netıir-romaıı (yani gayet
[1938..
(181 Froncois Moerloc. Acadömio Franco!se
âzasından.
■19) Vcsco. Cccılc ce la Folie (Prix Fomlna .,'»bsetıce, ,-:Diet crea d’ajpord Lillth (1937| ellerin mOellifi. % /
ı
k. adlı
Bu makale Ankara Üniversitesi, Di! ve Tarih - • Coğrafya Fakültesi, Fransız Dil ve Edebiyatı Enstitüsü direktörü Prof. J. Camborde tarafından Adım-laıt için yazılmıgtır. Prof. Camborde gelecek yazılarında bugünkü Fransız içtimai romanının karakterini verecektir.
Bugünün Fransız Romanı
Prof. Jean Camborde
1 Ankara Üniversitesi
Bugünkü edebiyatın tarihini incelemiş olan tenkitçi yahut tarihçileri rahatsız eden şey, ellerinde muayyen bir sınırın bulunmaması olmuştur. Bunlar bu yüzden fikirlerini emniyetle ileri süremiyor; eserleri de son bir mükemmellikten mahrum kalıyordu. Araştırmalarını, bugünde durdurmak zorunda olan bu müdekkikler, hareketlerinin keyfîliğini vuzuhsuz bir şekilde hissediyor, neticeler çıkarmaktan çekindikleri gibi, faraziyeleç yürütmekten de kaçınıyorlardı. İşte bu Rraflariledir ki tenkit sahasında kalıyorlardı. Zira tenkid, çok kere, istikbalin koltuk değneğinden mahrum, topal bir tarihten başka bir şey değildir (1).
Fakat şimdi sınır tarih bulunmuştur. İncelenecek devrenin seçimini olayların kendisi tayin etmiştir. Kronolojiyi, tarihî olaylara has olan amansızlıkla takip eden, işte bu olaylar olmuştur. 1939 da, asnmız da ikinci .defa olmak üzere perde cihan dramr üzerine açılmış biri 1914 - 1918, öt ■ ki 1939 da vuku.' gelmiş olan o iki kailli hercümercin arasında, tarihin sınırladığı bir insanlık parçası, yani edebi hayat har
çasi, tetkikimize kendini ırzetmektedir. «Ateşten Gömlek» ine, yahut Yakup Kad-Şimdiden şu nokta da muhakkak, go- rı'nuı «Yabau, ma benzer eserler göreceğiz, rünüyor ki, harbin inBanL.r tlzerftil'vtir- Fakjf bugün henttt gelmemi.;tir. Gelince, duğu darbe ile askeri mağlubiyet ve va- görüşlerin değişmiş, evvolce başlanılmış _hvi e,. hareketlerin muvaffak olamamış olması. ' Jrş Bi ' -veni cereyanların doğmuş olması karşısın-2>§h4errçıin Nftnernt?ntioölu. B-j Harp Yılların-foSaz 5'‘-ri/3®imlar^rvı /.
1 AV .
|l) Bu tenkitçilerden: Mcırcel Brau.nschv
dünü 1925 de; Bernard Fay 1928 dg* ıSdr-------------, __
1929 do, Jean R. Ehrhjfd U)2 'üe.lKne lölü 7
do durduruyor.
tan topraklarının işgali, Fransa'da roman nevinden eserlerin kaynağını bir zaman için kurutmuşuur. Bu sütunlarda çıkmış olan pek dakik bir inceleme (2) şiirde durumun böyle olmadığını gösterdi. Romanın şu farkı vardır ki, kendi üzerine kapanmış olmıyan roman, gelişmek için hürriyete muhtaçtır, halbuki şiir, sade ve vasıtasız bir tepki, şuurlu bir işlenmeğe ihtiyaç gösterebüen kısa nefesli bir elem haykırmasıdır, romsa ise, daima uzun nefesli bir eserdir; şiir, isterse konusunu örtebilir ve sembol kullanabilir. Halbuki roman yüzü açık olarak yürür ve hayatı, elden gelen en büyük samimiyetle tasvir eder. Şana şüphe yoktur kİ, bu felâketli devrimizin, kroniki ile romanı Fransa’da için içiıt pişmektedir, ve günün birinde istilâyajuğrayanların başlarına gelenlerle, zulüm sirenlerin isyanını yaşatan romanlar, Zola’nm 1870 harbi hak kındaki «La Dcbâcle» ına, yahut da son harp hakkında Maxencç vatı der Mersch'in. «Invasion 14» adlı romanına benzer eserler göreceğiz, yahut isterseniz Türk roman çelmesinden misaller alarak söyliyelim: Halide Edib'in
dö Fr
da şaşmamalyız; onun için 1918 - 1940 devrini, doğru olarak, bir bütün teşkil eden, ayrıca bir tetkike konu olabilen bir devir olarak alabiliriz.
Edebî hayatın doğrudan doğruya hayata intibak ettiğini kabul edersek - ki bu, roman nevi için, öteki nevilerin hepsi için olduğundan daha doğru görünüyot| - bu devir geçici muvazeneli, tehditlerle dolu bir devir olarak görünmektedir; bu zamanda milletlerarası istikrarsızlığın derecesi millî sükûnetin gafleti ile rekabet ediyordu; ekonomi alanında son derece had bir dünya buhranı kısa bir aldatıcı refah çağının hemdn arkasından geliyordu; estetik na-zarîyelerle taşıyor, doktrinlerle doluyordu; kapalı mektepler çoğalıyor, öte yandan da siyasal ve sosyal sahada ideologia-lar karşılaşıyordu. Onun içindir ki bu gürültülü çeyrek asrı araştırmak güç bir iştir. Zira tarihçilik edebilmek için insanın elinde konu olarak iyice sınırlanmış bir devir bulunması yetmez, ayni zamanda o devrin zamanca bizden uzak olması lâzımdır. Bugünkü edebiyatların müşterek bir bir karakteri, bunların zenginliği, ayni zamanda da şaşılacak derecede mudilliğidir. Naturalizm ve sembolümden itibaren Fransız edebiyatı, öte yandan da îngiltcre-de Viktorya devrinden sonraki aksülamel edebiyatı, t-cbbüslerin tiirlü tiirlülüğü, yeni fikirlerin bolltlğıı, tamayüllesin taşkınlığı, nevilerin birbirine karışmış olması, tekniklerin yenilenmesiyle insanı şaşırtmaktadır.
Af allı yan araştırıcı, basit ve pek kolay taksimler zamanlarına eskiler, yeniler; klâsik, romantik, taksimatının mutobrır Olduğu zamanlara tahassürle bakar. Tenkitçi A Ibert Thibaudet’nin dostlarına dediği, gibi, «şimdiki devir karşısında, instali-ney-apa'ca -ğını pek bilemiyor... Bu, kalburdan geçmemiş bîr edebiyattır... 'Sadece mr şema ne iktifa etmek lâzım...». listelil-r. Gustave Lanson’un ve Dantel Sfonıet ile birlikte Fransız mektebinin tfesBİt ettiği edebiyat tarihi usullerini doğru plaralt tatbik,»et
me k için mevzu fazla geniş, haber alım unsurları fazla kifayetsiz, araştırmalar da o nisbette güç ve zarurî olarak, jıâtanıam-dır. Bu usullerin son yıllarda sebep olduğu münakaşalar, herkese, bu husustaki durumunu bildirmek fırsatını vermiştir (3). Bizce tam mânasında bir tarihçi iddiasile çıkmamakla beraber fakat merhaleleri gösteren işaretler koymak, bir anket yapmak, yabancı okurlara rehber olmakla iktifa etmek gerek. Bizden sonra geleceklerin muhakkak yanlış diyecekleri muvakkat hükümler vermek, aynı zamanda da bu balta girmemiş ormanda dallan budaklan kesmek, içinde ilerideki araştırmalar için yollar çizmeğe teşebbüs etmek, işte maksadımız budur; tabiî, Sainte-Beuve’in, mahviyetti görünüşü altında, ihtiraslı olan sözünde ifade edildiği gibi, tenkitçinin hikmeti vücudu, herşeyden önce «başkalarına okumağı öğretmek» ise...
incelememizin konusunu teşkil eden maddenin içinde bir takım çalışmalar bazı yollan açmışlardır; bunlar, bir plân çizmek hususunda bize yardım edebilirler. Bu mesele ile ilgilenmiş kitap yazanlarla, tenkitçilerin takip ettikleri türlü yollan bir-birile karşılaştırırsak, bunlarda müşterek n ktalar bulunduğunu tesbit edebiliriz. Açıkça pedagojik temayüller taşıyan bazılar® ananeden gelen taksimatı kabul etmiş, gittikçe daha hareketli ve sınırsız bir hale giren roman nevinden, şimdiye kadar tanınmış şu tali nevileri kabul etmişlerdir: Tahlil romanı, sergüzeşt romanı, regiona-list-1yurdun muayyen bir köşesini canlandıran roman), erotik roman (4) başka bir takımları, tecessüs uyandıran, umulmadık
(31 Cf. Ph. Yon Tıoohcır. "Tendanccs aoı/ve’-e: «Ssk' e lltlârolre,,, Po' 192?, Ed. Tes 8e'-fes - tnifres... bu eserde, "olnaorn iColombio İŞ8*01"181 ■ 8. Fov iClermosıl • Fcffcnd). R6s6 Prov f’.eısdnnel, Farinelli [Turlnl. Dranomlrescu ve Cysarz'ın ve Rus "formalist, olu-juaunjezlerk Inesknpektodk.
|4|' An(ÜŞi B- .-ıj.LMıSıoı ıro frencolsa Contern-nBolr.e, fflr^İA. C»J. /
45
bir başlığa olan meyle kendilerini vererek yeni bir tasnifi kabul ediyor. Gidilen yolların istikametini göstermeğe gayret etmekle beraber, bu yolların tenevvüü karşısında rahatsızlık duyuyorlar (5). Aralarında bir tanesi, - en ince, ve en iyi haberdar olanı - roman nevinin mekteplik tasnifini terk ediyor ve eserinde ayni zamanda, muvazi olarak şiirde, «essai» de ve roman-da kendilerini gösteren estetik hareket vc temayülleri tetkik ediyor: Bu empresyonist okur, eğer en son zamanlarda, ferdin romanı, taşranın (eyaletin) romanları, cemiyetin romanları, eilıanm romanları, muhayyile romanları, mukadderatın romanları gibi bölümlerle, eserini tamamlamamış olsaydı, omın zekice dokuduğu nene, içinde yalnız başına roman meselesini kavrayan çerçoveyi meydana çıkarmak biraz güç olurdu (6). Başkaları, büyük bir isime, o ismi bir yere yerleştiren bir formülü yapıştırmaktan zevk duyuyorlar, meselâ, Prount yahut zevkin mucidi, Paul Valery yahut sükûtun sesi, Andre Gide yahut arzunun zaferi, gibi Fakat bu İm astım oyun, meseleyi etraflıca kavramağa yetmez. (7). çoğu için de, kronoloji zemini üzerinde çalışmak zor oluyor; bunu yabanlar dyncsuliyeti kendi üzerlerine alarak yapıyorlar Şimdi, önümüzdeki bütünü devrelere ayırma.’? teşebbüs etmek daha kolay olmuştu:
Birinci devre, yani harp sonu devreni, Thlbaudet’ııin tabirlle yeni «yol» larııı K lirdiği, bir araştırma devresidir ve 10. s den 3925 c kadar gider. Bu devrede hiç bir şey öğrenmemiş, hiç bfrşeyi unu: : fakat yakında yerlerini başkalarına bırakacak olan bir kaç eski üstadın bât' makta olduğu görülür. Sonra, bir nevi tasasızlık. kolaylığa doğru bir meyil, ayni zamanda da. fırtınadan sonra edebî filemin
ISI Absn Thlbuudcl I- W4
l-oncoi» de 1789 6 not io(..'s, raııs, oiövn, mjo.
İdi Rend
dünyanın tepkisini taklit eden tepkisinden başka bir şey olmıyar. bir kaynaşma, bir bolluk müşahede ediliyor. Bu araştırma t:.,resi endişeden büsbütün kurtulmuş değildir: bunda, yeni bir «asrın derdi» nin baş gösterdiği görülür; bundan öncekinin yüz yıl önce Napoleon savaşlarından hemen sonra gelmesi gibi cihan harbinden hemen sonra gelen bu «dert» belki ayni ana sebepler yüzünden vücut bulmuştur. Baz! romancılar bunu tahlile muvaffak olmuşlardır, meselâ. «I.es Enfants du Siecle» de Andre Lamaude'nin ve bilhassa Marcel Arlnnd’ııı, L’Ordre adlı o pek güzel romanda yaptıkları gibi... Sonra 1925 den 1930 ztı kadar, sükûnete, bir sulh ve istikrar devresine, bir nevi uslulaşmağa, ana* neden gelen sanat şekillerine geri dönmeye şahit oluyoruz, iste o zaman bir ölü noktaya varılmış oluyor vc umumiyetle edebiyat hareketinin, hususiyle de roman hareketinin hangi istikameti alacağını haber veren hiç bir şey görünmüyor. Fakat (;.’k zaman geçmedeu, başlangıçtaki aırf estetik endişe yerine başka bir endişe geçi-yor; harp sonrasının ilk senelerinin tasa.-
::.ı:ğı v . lüğü yerin'. gittikçe büyüyen i ir kusursuzluk geçiyor O zamanlar kullanılan vc kimsenin diline n diişmiyen «buhran» kelimesi ayni zamanda İktisadî dur-. unluğu, otoritenin sukutunu, vc sanat ve lebiyat değerlerinin düşmesini ifade edi->r. 1930 a doğru, bu -teşirin altında felâ-■tin duygusu hattâ şuuru fazlalaşıyor ve eri müstakil yazarlar, ferdiyetçiliğin en i viz kabul etmez müdai 'leri, yahut «Fildi-Kulesi» taraftarları, cenk meydanına ötmek ihtiyacını duyuyorlar. Öyle ki, 1930 dan; 1940 a kadar giden devir, bize kısa bir zamnn içinde, sanki herşey sürat ritmine uymuş gibi, modern jjiınyanın 17 inci ve 18 inci a.-? ırksmâa yavaş olarak arz ettiği tekâmülü çabuk • iarak arzetmekte-dir. Ders kitapları bize, on dördüncü Louis zamanının eserlerinde en son gayenin sanı. ‘ ye gdzelliltjf fil.,s^lar asrının cserle-Hnde ise sö-y.?ffv., siyasal doktrin olduğu
•46
nu söylüyorlar. Burada da ayni: Her yazarın kendi inkişafında, istidatların yerlerini yenilere bırakmasında ve gilnil geçmiş yazarlar yerine gençlerin geçmesinde hep. ilgisiz ve sırf estetik bir noktai nazardan, bir taraftar hattâ savaşçı noktai nazarına geçişi müşahede ediyoruz. Hasbi sanat, sanat için sanat, daha doğrusu roman için roman yerini bir fikir, bir doktrin yahut bir parti hizmetinde bulunan romana bırakıyor. Roman bir kürsü oluyor. Halbuki bu. tiyatronun bir imtiyazı sanılıyordu: roman kahramanı artık muayyen bir zihnî durumu temsil ve terennüm ediyor. Kimi, Leon Bopp gibi (8) söylenip duruyor; kimi A. Malreauz (D), Aragon (10), Jean-Paul Sartre (11), Paul Nizan (12), Louix Guil-loux (13) gibi savaşıyor; bazısı, sonradan o nisbette muti ve köleliğe hazır olmak üzere, şimdi isyan ediyorlar. Meselâ: Mont-herlant ve Drieıı la Rochelle (14) gibi kayıtsız duranlar pek azdır. Mamafih bazıları Jules Romains (15) gibi, zamanlarının kronikinin hiç olmazsa zahirî tarafsızlığı arkasına saklanıyorlar, bazıları, şaşmadan, kendilerine çizdikleri yoldan gidiyorlar,, aktüel olana yüz rjevirmeğefgByrct ederek, ı Les Thibault> adlı eserini vermeğe devanı eden Rogor Maitin du Gard (16) gibi; bazıları da arkalarından rcgionalisme’in, .yeşil ve parmaklıklı kapışım istilâcı gelince açmak üzere kapıyorlar (17), Başkaları vi-
181 Llaisans du Monde IRoman dün po’iliopnl Paris, N. R. F. 1938.
191 (a C'ondiliorr 'Hümoîne. lPHx Gonca1' 1933),- LEspoir, 1938.
1101 tes Çlöches du Bâlo IPrix Hıe.ophrqs-e Renoudor 19371.
İlil te Mur 11937® Nousee (1938).
1321 te Cheval deçTtoie H93SI, La Conspi.'otl-on (1938).
|I3| le Sonu Nbir ftraa.
|14| Gllles (1936 . Drreu te ?.cc.ıelliUs«t₺ dan.
|15l les Jtommes de Bonne Volo^e.^ 1161 tos Thlbault IPflx tŞabel .1K7İ.
1171 Alphonse de'Chdfeounndji (Pr-x poıfco urt 19111. ■'! S 1
lâyetin inatçı sağırlığı sayesinde kendilerini tutuyor ve F. Mauriac gibi vüâyetin hararetli ve ihtiraslı iklimi içine kapanıyorlar (18). Nihayet, bazıları da Mare Chadoumc gibi, genişlemiş bir exotiame’in tazelenmiş debdebesine, ebedi sergüzeştine kaçıyorlar. Fakat bu istisnalara rağmen, ekseriyete zaruri görünen faal durum alma keyfiyeti, bizce 1930 dan 1940 a kadar giden bu devrin karakterlendirici vasfıdır. Artık şu kronoloji tasnifini teklif edebiliriz:
1918-1925: araştırma ve için için oluş devresi.
1925-1930: durgunluk ve klâsik tepki devresi,
1930:1940: savaşçı devre; bunda tezli roman, «essais» ye doğru temayül gösteriyor.
Fakat romanın yaratılmasında ve kavradığı türlü Maddelerde muhtelif şekilleri ayırd etmek gerekir. Çok zaman geçmeden farkına varılıyor ki bir yandan madde genişlemiş, o.lcyımdun du şekiller tekâmül etmişti) Bununla beraber, reklâmcılık peşinde koşan bir takım nâşirlerin inandırmak istediklerinin, aksine, bu devri, tamamen, yeni lıiç bir eser kıırakterlendir-racmektedlr. Yalnız şu kadarı tespit edilebilir ki roman nev'i tekâmül i tmiş, ananevi tarzlar muayyen kanunlara göre yollarını değiştirmiş, inkişaf etmiş ve umulmadık filizler vermiştir; fakat eski tarzlar yine yaşamaktadır ve yeniklin nereden geldiğim meydana çıkarmak pek güç bir iş değildir. İşte böylece, popüliste romanda, ııatüralist romanın temayüllerini modernleşmiş olarak görüyoruz, fiunutı gibi -roman - fleuves nehir-roman (yani gayet uzun roman) Balzac ve Zola Zamanında henüz tarif edilmemişse de, bu iki yazıcının eserlerinde: Balzae’m muhteşem duvar
1181 FranrOlç-'MaıMoc.- AajdCmie Françalse âzasından.
■liyiJfasco. Çeclejda ta Es^e IPrix Femino *İ93b). AbıerKS, Dieu enja c'oVorrl lllilh Iİ937) .ad'. eıSle-in njfeliL % /
tablolarında ve Zola’nuı Rougon-Maquart serisinde kendini haber vermektedir. Nihayet, eski devirlerde adı henüz bulunmamış olan unanimiste romanın kendisi, kötü bir Fransız romancısı olan Victor Hugo'nun bazı fasülarında mevcuttur, o V. Hugo kİ insan kitlelerini yaşatmağı, kalabalıkları titretmeği hayranlık verecek derecede bilirdi. Şuuraltının romanı bile, son psikoloji araştırmalarının imkânlarını kullanmakla beraber realizmin klâsik an'anesinde kalmaktadır; Freud temayülü, modem bir romancı ile Lavater’ın nazariyclerinl kullanan Stendhal'da ayni zihnî duruma şahit olabiliriz.
Bugünkü Fransız roman edebiyatının teşkil ettiği sık ormanın içinde aydın, yerlere girmeden önce, böyle bir araştırmadan neler beklediğimizi söyliyebiliriz. Tâ eski zamanlardan beri başkalarına çok şeyler vermek âdetinde bulunan bu edebiyata karşı fazla müşkülpesent davranılıyor. Unutuluyor ki edebiyatta sıklet merkezi, yerini değiştirmiş, dünya tekâmülü mik-aysında merkeziyetten uzakl aşılmıştır. Fransız edebiyatından, 17 inci. 18 inci asırlarda verdiği, 19 uncu asırda vermeğe devam ettiği şeyleri yani higkiikmjdp nü-munder ve kııl'î mahiyette sanat eserleri vermesi hâlâ isteniyor. Neticedo, ®ndan klâsik olması talep ediliyor ve bu,klâsik kelimesine en geniş mâna veriliyor. Fakat ayni zamanda, garip bir tenakuza düşülerek, bu edebiyat fakrüddeme tutulmuş olmakla itham ediliyor, modanın ön sgfıuda bulunmamasından, şikâyet ediliyor; başkalarının yapmağa kendilerini kâfi derecek kuvvetli bulmadıkları tecrübeleri yapması isteniyor. Biraz köruköriine olan bu ituuaL, sadakate güzel bir nişanedir. Biz (de.^1-. eliğimiz devrin romanı hakkında bir incelemenin bu çift arzuyu hiç boşa gidertmi-yeceğine iyice kaniiz. Aleyhinde bulunmak hususunda belki biraz acele edilmiş olan bu devrin bir gün gelecek, değeri teslim edilecektir.
İçinde değersizleri şüphesiz boksta ol-mıyan bugünkü Fransız roman eserlerin :r.
dünya edebiyatına büyük mikyasta iştirak ettiğini göstermek için bîr kaç misal kifayet eder. Klâsik eser mi isteniyor? Tahlil romanının an’anevî sahasında, Andrc Gi-de’in yahut Jacçue Chardonne’un eserleri gibi eserler bize Adolphe’i vermiş olan ve tâ Princesse de Clâve’c kadar geri giden bir formülün en mükemmel modern ifadesidir (20). Örf ve ahlâk romanında, G. Duhamel’in, F. Mauriac’ın, J. Romains'in eserleri, Balzac’dan Zola'ya kadar en büyüklerle mukayeseye tahammül edecek değerdedirler. Modern eser mi isteniyor’En sun’iai, en titreği Paul Morand yahut Kesecikle, en incesi, en esrarlısı, sihirbaz Gi-raudoux'da bulunur (21). İnsanın en büyük zaferlerinden biri olan tayyare, tercümanını bekliyordu. Bu tercümanı, Fransız romancısı dc Saint-Exupery’nm şahsında bulmuştur. Bu romancı, okurunu, yıldızlarla döşenmiş gök yollarından götürerek sulhçu seyahatlerin sarhoşluğuna süriik-leyor ve nefesi durduran sükûneti sonsuz bir esir iklimi içine âlî ve muhteşemi maddi yükseklikle nıeczetmek, çarpan kalbi in-liyen motöre karıştırma; gibi eşsiz bir sanati gerçekleştiriyor (22). öte yandan, tespiLgtıaia uidnğumuz gibi, hayatiyeti gün geçtikçe artmış olan roman nevinin terakkisinde ne inkılâp ne de eksilme olmamış olmakla beraber, bugünün romancıları bir takım yenilikleri denemişlerdir; bu yeniliklerin ne gibi neticeler vereceği henüz
Ol Andrâ Gıda, l'Ecole dos Femmes. Roborf. les Faux Monnovcu s. Bazıları taiklk ^,nHI dövrode-> daha ânc vazılm-s olan bu ....r, Gido- bugünkü romanc ve ’es^ai,, eller icra etmiş olduğundan gire devre-
1211 Paul Morand: Lewisse’ İrine, L'Euroce Galonte, Ouvort la Nurt.
Jeon Gira udoüi- Pcovirtçicıles, L'Ecole des IndrfFdrents, Simam le PothetKjue, Sieof’ied et la Limousin, Bel la .
(22) Antoirû de Salnt-Exuperv: Cnurrler Sud
i -®l. da 'i 11 •• ’ -e des Hommes
P:'ote ’de.'.Guerri 119121
48
bugünden ölçülemez. Dâhi İrlandalI James Joyce’e şeref kazandırmış olan «Iç Monolog» usulü, Eduart Duyardın (23) adlı bir Fransız mübcşşir tarafından keşfedilmiştir. E. Dujardin, daha 1896 dn«Ix.-s Laurles sont coupes» adlı eserinde okurları kahramanın düşüncesinin içine vazediyor, ve hikâyenin mutad şekli yerine şuurun sürekli filmini koyarak, en gizli, en vasıtasız düşünceleri, yani düşüncenin, ifadenin mantıkî nizamından önceki halini verebiliyordu: böylece psikoloji romanına yeni bir ufuk açılmıştı. Marcel Prouat’a gelince o (24), mazinin endişeli bir araştırmasından başka bir şey olmıyan kayıp zamanın araştırmasında, anatomi yerine ne-sıçler ilmini, nişter yerine mikrofonlu, pertavsız yerine mikroskobu ikame ediyor, hattâ, en mükemmel kullanılışını Virjina Wolf’un (25) muhteşem eserinde gördüğümüz «ralenti» (yavaşlatarak gösterme) usulünü icat ediyordu. Gcorge Sand’dan beri, görünüşe- göre, soysuzlaşan, hiç olmazsa kendini tekrar eden köylü romanının nasıl birdenbire yeniden canlandığım, vilâyetin sınırlarını aşıp Jean Giono (26)
G3I Cf. Me-cUre de farce I.drv. ’938l. Me-mokes ö Rebosjs, de Jaan Aio bert, de l'^jc.lOmin Goncourt. Jcmes Jövca Î188Z-I9ZII: UyssdŞ Iİ922I-
B4I A l'Ont-e des Jeunes Frllei en rleur» (?nx Goncourt 1191. Gidem bezi eserleri t M. Proust'ın eser er le iki ho-fr orosrndon dal-vezılmıssa de j. zaırarrda tanınmış ve t mistir.
125) Virainîı mili: Mu. 3a.lOtnra»’flB5:. Orlonda U?28). ti hususa. F. Dotaırre. tel Roman
?5ychc’ogiqjfl (> Virçinic WoJi 119321 od! -----müracaat ediniz. - ■ 4
1261 Jecn Gicffl; Jean le ^u'.^fcbyoarcr(_________
raman), Collire. ‘teşair., Naissar.ee de l'Odvssee.
le chant du Mı de, Que na joîe demeure, Bata-i'les dans la Morfagne.
da dünyanın şarkısı içinde nasıl yer aldığını bilmem hatırlatmalı mı? Giono, bir nevi hülyalı şiiri romana geçirmekle kalmış olan romancı Alain Fournier’den daha büyük bir cüretle, şahıslarını, manzaralarını, derin bir köy hayatının - gizli filizlenmeleri ve dayanılmaz bir sürekliliği hissettiren köy hayatının - «Pan» cı ve panteist bütün nefesi ile dolduruyor. Lehistanda Ladislas Rcymont'un yazdığı köy destanından daha ilatün bir şey olarak Giono, yeni bir eda. keşfetmiş ve toprağın lirik destanını yaratmıştır (27). Nihayet, nehir - roman, Fransız edebiyatında kendi şuuruna varmış ve varlığa lâyık olduğunu isbat etmiştir: Bu sahada üç tecrübede bulunulmuş yahut bulunulmaktadır. Biri Martin dıı Gard'ın, İkincisi Duhamel'in, üçüncüsü do Jule» Rcımains’in (28) tecrübesi.
Bu sonuncu, niyetinin büyüklüğünü çok vuzuhlu şekilde anlattığı bir önsözde yeni bir sanat şeklinin alın yazısını tesbit ve birbiri kalıriLtuıuılizerint-J ayarlanmış roman telâkkisi yerine, hay itin - bütün mu-dillikleriyle rnsHaınnlnrrit rastlanan ve kopan ince telleri (e, tesadüfi bir kuvvet olarak gösteren ferdi yerine koyan hayatın -tasvirini veren bir roman telâkkisi ikame etmektedir.
Kendi zenginliklerini çok kere bilmi-yen bir varlığın plânçoıunu vermekten pek uzak olan bu mülâhazalar, belki bazılarına bu sahayı araştırmalı isteğini verecek ■ s illiyettedir.
1271 ladislcs Rovıron*: '.es F-ysans (Pr x Nobc-
1281 Roaer Martin de Gö"■ ■ la» ThibuıJl. * Georaes Ouhamel: les Posquicr.
Jvles Roroır. I .. Hommes de Sonnş Volont4.
İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi İngiliz edebiyatı profesörü Humphreys’ln 20 Nisan 1943 de Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesinde verdiği konferansı bugünün sanat ve cemiyet münasebetleri bakımından mühim bulduğumuzdan okuyucularımıza bir hülâsasını veriyoruz.
Ankara üniversitesinde bir Konferans: Modern
İngiliz Şiirinde Halk ve Şair
Konferansı veren: Prof. Humphreys İstanbul Üniversitesi
Yirmi Nisanda Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Profesörlerinden, Profesör UumphGrys tarafından modern İngiliz Şiiri hakkında gayet değerli bir konferans verilmiştir. Konferansçı sözlerine, bugünkü şiirin içinde bulunduğu dünya gibi çok cepheli ve karışık olduğuna işaret etmekle başlamıştır. Sonra: «Bugünkü şiirden, kas-dim, demiştir. 1920 den sonra yazılmış şiirlerdir». Bugüakil şiirin konusunu sosyal ve milletlerarası büyük güçlükler teşkil eder. Bu son yirmi sene ujinde Avrupa, 1914 harbin:: doğurduğu karışıklıkla: ia tâ kökünden sarsılmıştır. Her yanda infeunlar, güvençlerini kaybetmiş, işsizlik, aplik v.-hastalık baş göstermişti. İşsizlikle arlık la şiire mevzu oldu. «Stephan Spcnıler. in şiiri buna, bir misaldir:
Fersiz eigaralıırm arkasındaki seSsiz ka-■ ■İ&balsğın Sokaklarda boş, gezen bu adamlara: Arasında yav aş yavaş yürürken Bir ışığın söndüğünü sezer gibi olurum. Sokak köşele: inde tenbd tenbel bekleşir, Omuz silkerek bir dostu Maunlar, Ve boş ceplerini dışına çevirirler Öyle aç gözlerle baknuıtaki— Bu hayaller
Onların boş mideleri hat aynıdan hiç çık-
Tl’T’' T rVl tenjftonra
lc devam, etmiştir: «Harp ııda bir ftrcünffirçl içmlc
Bu misali veglikteı çı sözlerine şöyle sonu Avrupasım
bulunan yalnız siyasî ananeler değildi. Güzel sanatlar, edebiyat, her şey, on sene müddetle hummalı bir mücadele ve tecrübe devresi geçirdi. «İyi şeyler ekseriya büyük bir şahsî mücadele neticesi meydana çıkarlar. Sanatkâr hiç bir zaman bugünkü kadar çok düşünmemiştir. Bugütıiln şiirlerini okurken insan, hep derinden ve hızla akıp giden bir fikir cereyanı bulunduğunu farkeder. I
Çünkü Lııyünlin. genç şairi gözünün önündeki ıztlrnjf ttıanzartıma bigâne kalamıyor. «Sokak köşelerine! vakitlerini ziyan eden, işsizlerin çektikleri, dahilî harplerle parçalanmış Ispanya'ma elem ve kederi, her taraftan kovulan evsiz barksız; mültecilerin faciası vc siyasi tazyikle zulüm gö-> ‘illerin acı hali şairlerd - ganili bir heyecan uyandırmıştır.. En genç şairlerden biri olan «Gcorge Barker» insanların çektiği işkenceyi anlatan bir şiirinde, insan ıştıra-bini, can çekişirken öten kuğu kuşunun feryadına benzetiyor. «Kalktım vc lapan -. .'nm elemini duydum.» diye başlıyan bu şiirde Barker, durmadan ağlaşan kadınların yüreklen kopan çığlıklarında milyarla-1 rm »esîsûıi ’z'ltîğini anlatıyor. Konferansçı, genç şairin, devrindeki fikir hareketleri ve hayat kavgasına karşı bigâne kalmadığına bir misal daha göstermek için yine «Stepken Spender» in «YıkııS Unsur» adlı kıtahu&ian da birfpurça okudu. Şair, bu İtilabmda: «Ylkıot unsura dalınız ve kolkııınızm. bucaklarınızın hareketiyle de
50
rin denizin sizi suyun yüzünde tutmasını teinin ediniz. Dünyadan kaçmağa çabşma-malı, sonra onun içinde de boğulmamalı-yız. Bu denizin içinde biz yüzebiliriz; yüz-meliyiz de.» Daha sonraki bir tenkit kitabında da Spender: «Şair, dünyayı öldüğü gibi almalı ve onu kelimelerle izah etmelidir.» der.
Konferansçı bu son fikir münasebetle mühim bir noktaya da dokunmuştur: Şair dünyayı olduğu gibi kabul edebilmek için şiir yazmak istidadından başka şairin fevkalâde bir cesarete de sahip olması lâzımdır. Genç şairlerin çoğu hayatta, harpte ve siyasette bu türlii cesareti göstermekten geri kalmamışlardır. Netekim cJ Conford» İspanya harbinde gönüllü olarak savaşırken ölmüştür.
«Stephen Spender» le «W. H. Auden» de Ispanya'da çarpışmışlardır. Aliden Çin-deki mücadele hakkında yazı yazmak için Çin'e kadar gitmiştir. Mamafih modern şair, yalnız maddî cesareti! göstermeği yeter bulmaz; fikri cesaret jgöslcrmeain de lüzumunu duymuştur. O, bugün edebiyat ta, ilimde, zengin ve uzun üir ananeye, Freud'un psikolojisi, matematik, felsefe, teknik meseleler, antropoloji vesaireye tevarüs etmiştir. Şair, bunlardan yılmaycr 40sene evvel, hakikaten kendi içinde ve kendisi için yaşıyan. bir güzellik şiiri vardı. 30 sene evvel, şehirle alâkası olmıy.uı. tabiî bir kır hayatım tasvir eden şiir vardı. Fakat bunların izleri halâ devam etmekle beraber bugünkü şiire hâkim değillerdir. BugUnkü şair, «fikir cesareti Sayesinde modern dünyada vatandaşlığını ilân etmiştir.» Konferansçı bu fikrini teyit için şair «C. D. J»ewis» den bir misal vermiştir:
«Ürkiiyoı-um, amma ümitsizlikten bir
maişet.
Çelikten de bir şarkı çıkarmam -lâzım. Şarkı ve nefes kışa da ’
Kaçanlarla, satıhta kalanlarla, Küçüklüğü ben paylsşmıyaeağım.
Modern şairlerin eserlerinde asil göze çarpan konu, fedakârlık olduğuna işaret eden konferansçı demiştir ki: «Şair, dünyanın bir ölüm buhranı içinde olduğunu kabul eder. Kötü ruhları yok ederek dünyayı bu kâbustan kurtarmak, ona bereketini iade etmek ye yer yüzündeki kardeşliği yeniden kurmak İçin asıl bir fedakârlığa da İhtiyaç olduğuna inanır.» İngiltere’nin bugün en ileri gelen şairleri, «S. Spender «W. H. Audcn», «T. S. EJiot» buna kanidirler. «T. S. Eliot» un «Waste Land—Harap Ülke» si, «W. H. Auden’in «Prologue—önsöz» ü bu konu etrafında yazılmıştır.
Konferansçı buraya kadar modern şiirin sosyal zeminini anlattıktan sonra, konferansının, son. kısmını bu şiirin teknik ve konusuna hasretmiştir. Teknik ve konunun aslında bir bütün olduğuna işaret ettikten sonra profesör, son yirmi sene içinde teknik bakımdan yapılan denemelerin hepsi şıırinsv.topiu bir bütün olan mânasına âzami ifade canlılığı vc tamara-lığı vermek için, y apılan denemeler olduğunu belirtmiş ve: On dokuzuncu asırda şiir. kelimelerin musikisi îdi. Hugilnse, muhayyileye mümkün olduğu kadar canlı bir surette tesir eden cümlelerle ifade edilmiş, kuvvetli vc mâna yüklü bir muhtevadır.» demiştir.
Dugilnkü şiirin teknik inkılâbı başlıca iki Amerikalının esefidir: «T. S. Eliot», (1888—) ve «Ezra Pound» ;1885—). İkisi de Amerika'dan Avrupa'ya gelmiş, İngiltere, Fransa ve îtalyada dolaşmış, Ingiltere-de yerleşmiş, kültürleri gayet zengin sanatkârlardır. Bunların elinde bugünün şiiri, Yılnan, Çin, Japon şairleri, Fransa ve Ital-yanın Ortaçağ şairleri, Şhakespeare’in mu-ırlan ve on dokuzuncu asız Fransız sembolist şairlerinin tesirile çok zenginlen-miştir. «Ezra Pound», bühassa harp son-rası dünyasının inkisara uğrayışını, ve bu dünyanır. adiliğini teşrih eder. Şiirlerinde, kelimeden tasarruf, serbeet bir ifade, zen-: gın fikirler, alaycı bir eda, manbH bir sil-
51
şileden ziyade, yanyana konmuş, zıt fikirlerin yaptığı kıvılcım nevinden tesirler görülür. Pound, bu tezadı, devrimizle, tarihin güven ve haşan devirlerini karşılaştırmak sııretile temin eder. Geniş kültürü ona bilhassa bu hususta yardım eder., «Poundsun, kendisinden daha kudretli bir şair olan «Eliot» a tesiri bu bakımdan olmuştur.
«T. S. Eliot» un şiirini, bilhassa bilgi huzmesinin zenginliği ve edasının gayet mütekâsif ve çetif oluşu yüzünden anlamak giiçtür. The Waste Land «Harap Ülke» böyle bir şiirdir. Bundan sonra yazdığı şiirlerle «Eliot» seçkin ve hisleri gayet incelmiş, hususî, dar bir zümrenin şairi olmaktan kurtulup kendisine daha büyük bir dinleyici kitlesi teminine çalışmıştır. «Sweny Agonistes» «The Rock» Kaya, «Murder in The Calhedral=Katedralda Cinayet», «The Femily Reunion —Aile Toplantısı» adlı dram eseı-lcıile pek büyük bir seyirci kitlesi toplamağa muvaffak olmuştur.
Konferansçı bugünkü nazını tekniğinin kuruluşunda müessir olan «W. B. Yeats (1865 - 1939) Şile G. M. Hopkins, (1889 da ölmüş) üzerinde de durduktan sonra Yeats’ın, İngiliz şiirinehakikî güzelliği, serbest ve heyecanlı bir lisanla verdiğini, dünyamızın artık büyült şiirler yazmağa müsait olmadığını iddia eden kimseleri yalanlamağa canlı bir misal olduğunu belirtmiş, bütün bu şairlerden 1930 danberi eser veren şairlerin yazma ve hissetme metodlan öğrendiklerini söylemiştir. «Fakat, bugün hayatta bulunan bu genç şairler, demiştir, - C. D. Lawıs (1905—); 1 ,anis Macniece (1907- ); W. H. Auden (1907—); S. Spender (1909—I : G. Barker; D. Thomes (1914?) - şiirlerinin konusunu içinde yaşadıkları dünyada buldular.» Bunlar, 1925 - 1935 arasındaki sıkıntı, fakirlik ve işsizlik ile dolu devri gördüler. Bunlar, bazı 'devlet adamlarınca kabul edilen, fakat heçkesce yalan olduğu bilinen bir hayşje. yani her şeyin bugünkü şartlar altında, iyi olacağına
inanmıyorlardı. Bunların şiirleri. kardeşlik ve sosyal adalet için duydukları ateşli arzuyu, yıkılmakta ve yeniye doğru değişmekte olan bir dünyada insanların ihtiyaçlarına karşı keskin bir anlayışı göstermektedir. Konferansçı bu fikrini G. Barker’den aldığı bir şiirle izah etmiştir. Şair, «karanlık bir zaman, dimağı istilâ edip mahvederken, o, nasıl siyasî mücadeleden vaz geçer, kılıç onun elindi» nasıl uyuyabilir?» diye soruyor.
Genç şairlerin dikkati çeken bir tarafları da dünyaya bağlanışlarıdır. Onlar, şehri de, kırı da severler. Kırları, eski romantik şairler gibi, şehirlerin velvelesinden kaçıp sığınabilecekleri bir yer, sakin bir köşe olduğu için değil, şehirlerle ayni dünyaya bağlı, o dünyanın bir parçası olduğu için severler. Dünyayı olduğu gibi gördükleri için ilkin bizde gamlı bir kötümserlik intibaı uyandırırlar. Fakat bu kötümserlik, azim, enerji ve cesaretle İstikbalden. ümitli olmak, hayatın asaletine inanç dııygularile tadil edilmiştir. Onların her yazdıkları şeyde bir canlı şekil, bir sanatkâr disiplininin İzleri vardır. Halka Icırşı büyük bir sempati beslerler.
Teknik itibariles, bu genç şairlerin eserlerini çok kuvvetli bir disiplinle tâbi olarak yazılmış buluyoruz. Bunları okurken dikkatin hiç gevşememeni lâzımdır. Bu, şiirlerin her birini otomotik bir surette dalıp okuyanlayız. Tasvir ettikleri manzaralar. çıplak, az meskûn, geniş mesafelerdir.
konferansçı bu Şairlerin halka karşı duydukları sempati meselesi üzerinde durarak şu dikkate şayan ve değerli fikirleri ileri sürmüştür: «Geçen dünya harbinden sonra bir müddet ciddi şairler ve münekkitler cemiyetin şiiri mühimsemiyecek kadar sefilleştiğini iddia etmişlerdi. Şiirler de ancak bir güzideler zümresine hitap edebilecek şekilde güçleşmişti. Halk, bu dar grubun şiirini anlamıyor ve aldırış etmiyordu. Kaballat, kısmen halkta, kısmen de aainfle idi. Fakat, esas itibarile bu du
52
rum, demokrat kültürün geçirdiği buhranlardan biri idi. Uzun sürmedi. Şairlerin artmakta olan siuysî şuurları onları halkla yeniden temas teminine sevk etti. Bir zaman şiiri her şeyden üstün gören şair, şimdi işsizlik, grevler, harp gibi şiirden daha hayatî ehemmiyeti olalı şeyler karşısında şiire hususî bir ehemmiyet verilmesini talep edemezdi. Artık şairler: «Şiiri insanın çektiği ıstırabın bir ifadesidir.» telâkkisini kabul ettiler. S. Spender'e göre şair, insan oğlunun tercümanıdır. Şair, diğer dimağların nıekni şiirini kelimeyle ifade eder. Aliden: «Şiir, insan tabiatından ne daha iyi, ne daha fe
nadır. > diyor. Modern şairlerin halka ve insana sempati göstermelerine mukabil halk da edebiyat, sanat ve muBikiye karşı s lâk a göstermekle bu sempatiye lâyık öldüklerim anlatmışlardır. Konferansçı sözlerine şöyle nihayet vermiştir: «Bu vaziyet sairlerin hitap edeceği bir halk kütlesi ve halkın okuyacağı şairler bulundtığuha, yani bugünün dünyasında yasayan ve bu dünyayı küçümsemedikleri gibi ona köle-ceshıo boyun da eğmiyen hattâ zamanın faciaları tıraşında bile manevî hürriyetten bahseden şairler bulunduğuna bir delildir.».
• •
TUSTAV
Felsefî ve İlmî inkişafın seyrini geriden takip edenler ve kendilerini cemiyetin eski,kökleşmiş kıymetlerinden kurtaramıyanlar, bugünkü fiziğin bazı neticelerine dayanarak kendi dini ve mistik görüşleri lehine netice çıkarmak ve felsefî idealizmi yeniden diriltmek istiyorlar. Halbuki riflâs eden», determinizm değil, fakat eski, mekanik, yeni realite müşahedelerine uygun olmıyan muayyen bir determinizm görüşüdürö Bu yazıda bu problem İncelenmektedir.
Yeni Bilgi Teorisinde Kanun Fikri
Tabiat kanunu fikri bütün ilim adamlarını şiddetle ilgilendirir. Ök çağdanberi temelleri kurulmuş, olan ilimler onu şüphe götürmez bir postulat gibi kabul eder ler. Yeni kurulmakta olan ilimler ise sağlamlıklarını onunla teinin etmek için bu postulayı olduğu gibi kabule meylederler. Astronom hesaplarında -yanılmaz derecede isnbet gösterdiğini iddia edebiliyor. Fakat ayni iddia, bir filik Yetjtimya âliminde kuvvetini kaybediyor» ;0 anman kabajıati tecrübe âletlerimizin eksikliğinde bularak işin içinden çıkmak istiyorlar. Galilfee’dnı beri hâkim olan bu fikri şöyle hulâsa edebiliriz: Bütün tabiat hâdiselerinin temelinde bir kanun vardır. Eğer bu kanunu bilmiyorsak kabalist keudimizdedir. İlim adamının işi bu kanunu bulup meydana çıkarmaktır. Vakıa bazı hâdiselerin sebepleri bize çok karışık olarak görünüyor: Meselâ yarın havanın açık olup olmıyaca-ğını veya cumartesi günü gardan kaç erkek ve kadın çıkacağını tayin etmek istediğimiz zaman bütün âmilleri hesaplıya-madığımız için ancak takribi hükümler yerebiliyoruz; ve bu nevi hâdiselere muhtemel (probablı) diyoruz. Fakat bunlu nn muhtemel gibi kabul edilmeleri tama-miie görünüştedir. Eğer bu hâdiseleri meydana getiren bütün şartlan tophyacak olursak, buradaki muhtemellik derhal or»
Prof. Hilmi Ziya Diken
İstanbul Üniversitesi
tadan kalkacak ve bu türlü hâdiseleri de astronomik hâdiseler gibi bütün kat’ilikle-rilc ifade edebileceğiz. Bu fikri en yetkin olarak Laplace meşhur «Üstün adam» remzi le gösteriyordu. Ona göre hâdiselere yukarıdan bakabilecek bir üstiin zekâ onları bir anda kavrıyabilecek ve değişmeler, tesadüfler, ihtimaller tamamen Bilinecektir.
İT inci aBirda Pascal'' ’ve Fermat za-mantarında ıııkiyif eden ihtimaller hesabı bu işi başarabilecek en kuvvetli âlet sayılmışı^. Muhtemel ilk önce muayyen ol-mıyan gibi göründüğü halde, bu mefhum büyiik sayılara tatbik edildiği zııman kat’i ve muayyen bir netice eld-- edilebiliyor. BcrnoÛUi bu suretle her hangi bir hâdisenin meydana çıkma ihtimu linin o hâdise tekrar edilir ve silsile uzatılırsa bire yaklaştığım gösterdi. Meselâ parayı yere attığımız zaman yazı veya tuğra çıkma ihti-maiı 1/2 djr. Fakat bir çok defalar attığımız zaman bu ihtimal çoğalacak; nihayet bire pek çok yaklaşacaktır. Sayılar sonsuz olduğu zaman ihtimal tam bize ulaşır, Şu halde ihtimial daima bire yaklaşacak, fakat asla tamam bir olmıya-caktır ki. buna matematik tabirile limit diyoruz. Şu halde ihtimaliyet hesabının" gösterdiği yolla .kat’i yakine hiç bîr znmâiı ula.şamayız: ancak ona her an bi-kraz daha yaklaşabiliriz.
Fakat ihtimuliyet hesapçıları bu meseleyi hâlletmek için bir hatalar nazariye-si ileri sürmüşlerdi. Büyük sayılarda hâdiseler göze çarpacak derecede bir düzen gösterirler. Burada eğer az çok inhiraflar görülürse, bunlar müşahede hatalarından ileri gelmektedir. En doğru müşahede yapmak iddiasında olan astronomlar bu hata kanunlarını müşahedelerine itinayla tatbik" etmeye çalışırlar.
İlli kanunların ifade edilebilmesi için bütün, sebeplerin tam şekilde bilinmesi lâzımdır. Fakat bütün, sebepleri tart1 olarak bilmek imkânsız olduğundan, şu halde bütün neticeleri tam olarak bilmek imkânsız olduğundan, şu halde bütün neticeleri tam olarak hesaplamak da imkânsız olacaktır. Fakat bilinmiyen sebeplerden ileri gelen inhiraflar istatistik kanunlarına göre birbirlerini tadil ederler. Bundan dolayı ölçiı-lerin vasatisini almakla oldukça yakinî bir neticeye ulaşırız. Tek bir ölçü kullandığımız zaman bazı haclar görülür. Fakat çok nevi ölçü kullanıldığı ve vasati alındığı zaman lıa‘. dar birbirini siler. Hasılı sta-tistik kanun inBanın Ht'iliğe ulaşmak hususundaki kıı Iretsizliğinc çare buluyor. Hesaplarımızda bu küçlik hataların bıkması bizim vasıtalarımızın yetmezliğiidendir. Buna rağmen hatalar daima en aza indi-riliebilirse bu da statistik kanun şay(si ildedir.
Alman matematikçisi Gauss ve Fransız Laplace bu esaslardan hareketi; ederek fizikçilerin müşahede hatalarım düzeltme 'çarelerini gösterdiler.
Böyle olmakla beraber, fizikte kinetik gazlar teorisi ile elektronlara ait olan Quanta mekaniğinin inkişafı Eu nkirlenn esasından sarsılmasına, ihtimaliyet görüşünün yeni bir İ8tikmı:-..-ıe.gtocBİlıe fietrçjj olmuştur. Kinetik gezilir teorisine göre hararet, gazlanr. moleküllerinin hareketinden hasıl olur. JSslsiricufierı.lşiingju^lii-riotte ve Böyle kanunları gazltrın.'jbasmei! ile hacminin çarpışıl sabtt olduaunüSğfcue-riyordu. Bu tarz(fi anlamlan gâzlar teori
sinde kat'i kanundan bahsedilebilirdi, Laplacc'in bahsettiği üstün insan bir gaz kitlesindeki atomlardan her birinin hareketini tayin edebilecektir. Onlardan her birinin hareketi tamamen, mekanik kanunlarına tâbidir. Bunlar tıpkı gezgenlerin hareketlerini idare eden kanunlar gibi kanunlara bağlıdırlar. Üstün insan için büyük cisimler âleminde olduğu gibi küçük cisimler âleminde (mikroskopik âlemde) de ayni kanunlar hüküm sürmektedir. Bunların statistik kanunlar gibi görünmeleri sırf biz insanlar, yani müşahade vasıtaları yetmez ve kudretsiz olan mevcutlar içindir.
Bu nevi araştırmalar fizikçüere büyük bir cesaret verdiği gibi, onun dışında sebepleri belirsiz denecek kadar çok. veya toplanması güç. hâdiseleri tesadüfe bağh gibi görünen tabiat alanlarına da ayni fikrin yayılmasına hizmet etti. Bu sayede biyoloji âlimleri, psikologlar, sos-... •«loğlar tesadüf ve ihtimallerin üzerindeki kat'i ve sarsılmaz muayyenliklerden bahsettikleri gibi füosoflar da' mekanik determinizmin zaferini ilân etmek için t undan istifade ettiler. I şte bilgi teorisinde mekanik determinizmin kuvvetle müdafâa edilmesi bu surede- mümkün olmuş-t ur.
Mekanik kanunları ideal şekillerinde bize, zaman içerisinde «ksedilebilir olarak ..rünüyorlar, Bunu şöyle ifade edebiliriz: yıldızların başlangıçta içinde bulunduklar! şartlar, onların ilerideki hareketlerini tayin ettiği gibi, onların ilerdeki hareketleri de başlangıçtaki şartlarını tayin .ed&f. Bn tarzda anlaşılan nedensellik münasebetinin hiç bir zaman istikameti yoktur. Meselâ A. B yi tayin ettiği gibi B de A yı tayin eder. Bunun içindir ki mekanik hâdiseleri aksedilebilirler denir.
Fakat termodinamikte rastladığımız ve .çntjgpie dediğimiz hâdiseler bunun aksini göl Iımmektjşdir. Meselâ yüksek hararet ■ lisrecesinâe ulan’bır cisimden daha aşağı hararette oiâiı bir oisme geçme bu neviden
55
bir hâdisedir. Burada aksedüemcz (irre-versible) bir hâdise karşısındayız.
ikinci termodinamik kanunu diye meşhur olan Boltzmann kanunu bu, zaman içinde bu aksedilemezlik halini daha çok meydana çıkardı; arası bir camla ayrılmış bir kap alalım. Bir tarafına oksijen öbür tarafına azot koyalım. Buradaki camı kaldırınca iki gazın molekülleri, birbirile karışacak ve bir müddet sonra iki gazdan mürekkep bir halita olacaktır. Burada başlangıçta O ve N birbirinden ayrı olduğu halde, bir zaman sonra onlar aksc-dilemez bir surette birbirine karışmış olacaklardır.
Halbuki ideal ve kat'i nedensellik zaman istikametini hesaba katmıyacaktır. Çünkü illetle eser arasında tek taraflı mil-. nasebetten dolayı bunların ikisi arasında bil* fark yoktur. Biraz önce bahsettiğimiz entropie hâdiseleri, statiktik karakterde olan termodinamik hâdiseler alanına girince sebepler zincirinde zamanın mühim bir rol oynadığı, aksedilcmezliğin esas olduğu görülmektedir. Şu halde diyebiliriz ki rasyonel mekaniğin aksedîlebilir kanunları tamamen fici il' bir âlemin kanunları dır. Bir nevi ideaiısationdur. Onlar hakikatte ihtimali kanunların yüksek derece de takriplerinden ibarettir.
Hâdiselerin bu aksedilmez akışı yaj tuz fizik alanında kalmaz. Canlılar alanın da, şuurda ve cemiyette de ayni karakteri görürüz. Canlı varlıkların tohumdan meydana çıkması ve organlaşmasına doğru gidişi akaedilemez bir karakter gösteril Netckim şuur hâdiseleri de zaman içiııd, aksedilemez bir hat çizerler. Nihayet cemiyet hâdiselerinin tarihî bir akışı olduğunu ve bu akış içerisinde yeni sentezler halinde sürekli b. ı aksedilemezler serisi meydana getirdiğini görüyoruz.
Fizikten bağlıyarak sosyolojiye kadar bütiîn bügi alanlarını gözden geçirince, tabiat olaylarındaki akge(İileriwzliğin| doğrudan doğruya tabiata; ait. objektif ve gerçek bir karekteri olduğu; zamanın bu
aksedilemezlikten başka bir şey olmadığı ve tabiattaki nedensellik (causalitö) bağlarının ancak bu objektif vasfa görç anlaşılabileceği görülür. Halbuki Kant vaktiyle bunun tam tersine olarak (neden-scllik» i sübjektif zamanla izah etmiye çalışıyordu.
Son yirmi - otuz senedanberi atom firiği gerek teori gerek tecrübe alanında büyük adımlar attı. Teori alanında bu devri açan şuanla teorisi ile mcvceler mekaniğidir. Quanta teorisi, meşhur yakin-sizlik prenslpi ile modern atom teorisinin ilk adımlarını teşkil eden münakaşalara kapı açmıştı. O sırada fizikte büyük bir kriz olduğundan bahsediliyordu, idealist filosoflar. ve onlarla ayni düşüncede olan fizikçiler, meselâ Eddington, Jeans, Jordan, Dirac vesaire... fizikteki yeni terakkiler sayesinde artık tefekkürden müstakil gerçek bir âlem olmadığını, gerçeği tanımak için u zumuzun geçil, mez engellere uğradığmı. nedensellik ve determinizmin yalnızca ruhumuzda ve bazı hudutlar içerisinde aranabileceğini ve onlarm dışında asıl vakıalarda yakinsizük, belirsizlikten başka bir şey olmadığım iddiaya kadar vardılar. Bıı muhtelif iddialar, bilhassa sonuncusu Heisenbcrg tarafından keşfedilen y.ıkinsizlik münasebetleri» ne ait bir çok tefsirlerde üeri sürülmüş ve eski idealist felsefeyi diriltmek için vesile diye kullanılmıştır.
Bu tezler ister filozoflara, ister fizikçilere ait olsun, o kadar aceleyle ileri sürülmüştü ki, bizzat onların müellifleri de yanı hâdiselerle karşılaştıkça her gün fikirlerinin yakalandığını görmede gecik-mediler.
Yakinsizlik» prcnSİpİDİn ileri sürüldüğü seneler içinde, bazı fizikçüer bizim atomlara ait bilgimizin 1931 civarında ujaş^ğı .ş.eyiyevi asla, şşamıyacağını söylüyorlardı. Ö sırada atom ve çekirdeği bi-liniyor®, l'akat bünyesi bilinmiyordu. Halbuki ondan sonra yeni araştırmalarla
56
bir physique nuclfcaire teşekkül etti. Vakıa, madde hakkındaki bilgimize hiç bir geçilmez hudııt koymak doğru değildir. Netekim atom mikyasında objektif nedensellik olmadığını, atomun hiç bir tayine tâbi obnayan vakaların alanı olduğunu söylemk de pek doğrıı olamaz. Bu tarzda verilen hükümler, hakikatte, mevcut bilginin aceleci ' ve hatalı tefsirine dayanmaktadır. Yeni atom fiziğinin tekâmülü bize bunu gösteriyor.
Bu meseleyi aydınlatmak için, ünce «yakinsizlik münasebetleri» diye meşhur olnn Heisenherg'iıı keşfinden bahsedelim:, Bir şeyi müşahede etmek istediğimiz zaman bazı müşahede âletleri kullanmalıyız. Umumiyetle zannedilir ki miişahede âleti müşahede edilecek objede bir değişiklik yapmaz. Fakat bu tamamen doğru değildir. Her âlet müşahede edilen objeye tesir eder ve onu değiştirir. Bir suyun sı-çaktığını ölçmek için kaba termometre koysak, termometre Sıyun sıcaklığım değiştirecektir. Bu değişikliği azaltmak için daha küçük termometre koymalıyız. Hiç değişiklik yapmamak J$n.şon§ıız.derecede küçük bir termometre koymalıyız ki, bunu tasavvur etsek bile tatbik edemeyiz.
Heisenbeçg, işte bu düşünceden hareket ederek Compton tesiri diye tanılan hâdiseyi inceledi. Burada bir ışık şuamın önüne çıkalı bir cisimcik üzerinde yaptığı basınç bahis mevzuudur. Işık şuaı cisimciğin yerini değiştirecektir. Bu 'kasıncın şiddeti ışığın dalga, uzunluğuna bağlıdır. Dalga nc kaılaf küçük olursa basınç o kadar büyük olur. Dalga ne kadar büyükse basınç a kadar küçüktür. Bir elektronun hareketini görmek istediğim. zaman kullandığım rasat âletinden çıkan nhnton elektronun vaziyetini değiştirccekuı. Büyüle bir halde büyük Mgn nzı'mlüğıı kiiî’r. narak basıncı azaltabiliriz. O zaman cismin yerini kati , olarak tayfa»-cdşmajiz. Öyleyse ya uzun dalgalı bir ışık alınır ve cisimciğin yeri tayin edflcmez. iYara^kısa dalgalı bir ışık attnır, o Saman i cişimdiğjn
hayali vazıhtır. Fakat yapılan tesir fazla olduğu için cisiftıeiğin hareketi değişmiştir. Hasılı eğer cisimciğin vaziyetini kat’î olarak bilmek istersek sürati belirsiz katır; süratini bilmek istersek vaziyeti belir siz kalır. Halbuki büyük cisimler âleminde (makroskopik âlemde) mekanik kanunlarına göre bir cismin hem hareketi hem süratinin bilinmesi mümkündür. Ve bütün mekanik kanunlarının kat’iliklcri bunun sayesindedir.
İşte bir çok filosoflara ve fizikçilere türlü fanteziler yapmak için fırsat veren yakinsizlik münasebetlerinin esası budur.
Buradan hareket ederek «determinizmin iflfıst» ndaıı bahsedenler büyük ilmi bir yanlışlığa kurban olmaktadırlar. Her hangi bir cisimciğin tecrübe ile ayni za-manda hem. vaziyetini, her süratini tayin etmek imkânsız olduğu içih, cisimciklerin hareketinin muayyen olmadığı kabul edilmiştir. Fakat bu ancak Laplaca’ın tarif ettiği mânada bir determinizmin mümkün olmadığım söylemek demektir. Yoksa her hangi bir determinizmin yokluğunu söyle-mekdgmgk değildir, Işık hâdiseleri Louis deİBıoglie'nin izah ettiği gibi (1) bize daima çift marızaralarilc görünmektedir; Ci-siıpçUt, dalga, ışığın .dşlga manzarası bı-: i Lapluca’ıııkindcn farklı bir determinizm karşısında bulunduruyor.
Laplace'in anladığı mânada determi-n izinin tahakkuk etmemesinden dolayı • l .'ktroiılann gûya «eiiz'î irade» sinden i iir intihaba ı olduğundan bahsetmek I. ıdar hayalî, bunun kadar hatalı bir şey olamaz. Böyle düşünenler elektronu insana benzetiyorlar, ve yalnız idealizmi değil, , onunla birlikte misistizıni ve bîitün eski dinî doktrinleri dirillec-klerini vehmediyorlar. Meselâ, bunlardan Eddington «Fizik Âlemin Mahiyeti-» ndlı eserinde şöyle yazıyordu: «Modem ilmin verdiği bu de-liller saycsinda«dctıebifa: ki 1927 denberi
L> |l| lyıcW'(holWvıll»ındo t, cc Broglio'rJn ■■ nakden»-! a- 11934"- 1935).
57
makul bir ilmi zihniyet için, din artık kabul edilebilir bir şey haline gelmiştir He-iaenberg, Bom ve Bohr tarafından Hıkı determinizmin kat'î olarak ortadan kaldırılması ilmi tefekkürün inkişafında en büyük merhalelerden biridir.»
Netekim. Jordan. «Yirminci Asrın Fiziği, 1938» adlı eserinde şu tabirleri kullanıyor: «Materyalizmin tasfiyesi, dindara kendi hayat sahasını ilmi tefekkürle tenakussuz olarak temin edecek tama-mamen yeni pozitif imkânlar, objektiflikten vazgeçme, ilh...»
Şimdi meselemi biraz derinleştirelim. İlim atom alanında ilerledikçe yeni mev-zularla karşılaştı; elektron, foton, çekirdek gibi. Klâsik mekaniğin ve elektromanyetiğin bilinen telâkkilerini bu yeni mikyasa nakletmeye çalıştı. Basit mekanik hareket, Laplace'ın mekanik determinizm mc' kumlarını kullanmaya uğraştı. Görüldü ki elektronlar ve diğer cisimcikler için bu mümkün değildir. Fakat buradan, tabiatta determinizm meycııt değildir hükmünü çıkarmıya hakkımız yoktur. Ancak eski determinizm meselesinin fena konulmuş olduğunu, ve elektronun, klâisîk mekanikteki «'isimçiğin ayni olmadığını soyhyobiliı iz Burada umumiye! le bir determinizm krizi değil, fakat yalnız bir mekanizm krizinden bahsedilebilir. Klâsik mekanik ile Qıuuıta mekaniği arasımla asla mutlak tenakuz yoktur. Klâsik mekanik quanta mekani: nin hususî bir halinden ibarettir-ki ora in kaba mikyasta Planck Konstaııt’ı diye meşhur olan süreksiz kudret parçalan (hvl ihmal edilmiştir (i). Klâsik mekanik gerce
fi) Büro quöiiluımS^'Aölöft da deniyor, asır batında daâön va' eski sürekti ışık dalne-kın .teorisi verine sürvl. ız kt-drer corcalorı tocr's ni aslin» bu telâkkin ı rasıl dofidüiuı.j. >.■.■ fizikte ne derecede lıûvilt b'«Jrâ»WröO’i(.'=hı.-
ğe ait öyle bir bilgidir ki quaııta mekaniği bunun daha derinleştirilmişini, daha sarihini bise verir. Quanta mekaniği de klâsik mekanikle ayni mikdarları kullanır. Fakat klâsik mekanikte vaziyetler ve süratler cebir sayılan ile gösterildiği halde quanta mekaniğinde ma.tricç adı verilen daha yüksek dereceden bir takım sayılarla gösterilir. Bu matriceler mevzuubahs mikda-rın süreksiz bir tarzda alabileceği değerlerin mecmuunu ifade eden bir takım mik-dar levhalarıdır. Bu zıtlığın fizik tefsiri şudur ki: klâsik mekanik müstakil alarak her hangi değerleri alabilen vaziyet ve süratleri tetkik ettiği halde, şuanla mekaniği, değerleri her hangi bir surette alınmayıp Planck konstantına nazaran süreksiz bir surette değişen vaziyetleri ve süratleri tetkik eder.
Görülüyor ki «muayyensizlik münasebetleri» denilen hâdiseler Planck Kons-tantı tarafından tayin edilmiştir. Fakat bu tayin artık ince mikyasta matricelerle gösterdiğimiz statistik bir tayjndir. Ve bu mânada tabiatın ince mikyasında sta-tistik kanunlardan bahsedilebilir.
Tabiatta eski mekaniğin ve astronominin tarit ettikleri tarzda zaman faktöründen?! tecrit edilmiş aksedilebilir. kat’! bir determinizmin yalnız görünüşte hâkim olduğu halde, daha derin mikyasta ancak akscclilShâs,: zaman faktörüne bağlı, statiktik bir determinizmin hâkim olduğu fikri gittikçe inkişaf etmektedir. Dinamik ve evi imli "(evolutif) bir tabiat görüşüne ister istemez bizi götürmesi lâzım gelen bu '. iııkkinin bügi teorisindeki yerinden başka Bir makalede bahşedeceğim.
rntlo derln'.«ıf-ır»ıvo imkân yoldu Sraıisrlk de'e--jinizn^uluy.ı. ;'bı meselevSAc-ıidon dönem-S'z
Musiki ve Cemiye!
Lika Alfıiır
Her alanda değişiklik doğuran Rönesans devrine kadar musikinin durumunu geçen yazımızda anlatmıştık. Rönesansta. görüş ve duygularının istikameti büsbütün değişmiş olan bir insanlıkla karşılaşırız. Siyasî hâkimiyetin ycryiizündeki te-vezzünde yeni bir durum meydana gelmiştir. Aşağıda göreceğimiz gibi, bu durum musikinin gelişmesinde de kesin merhaleler doğurmuştur. Hümanizma ve Röne-sansm tesiri, katolik dininin tahakkümünü tahdit etmişti. Din, gâh zorla (engizisyon, başka mezhepten olanlara zulüm), gâh söz, yazı ve musiki ile propaganda yaparak, bu gibi dünyevi vasıtalar kullanarak muJjasımlanjrUı mücadele etmek zorunda kalmıştır. Böylecc- musiki de sadece dini olmaktan çıkmış,! lâik vc burjuva bir musiki olmuştur.
Evvelâ lâik idare sistemlerindeki değişikliği tetkik edelim. Feodal derebeylik sisteminin vu ona tâbi olan patriyarkal. mutlak hâkimiyet yerine modern, arazi birliğine dayanan devlet teşekkül etmiştir. Bu devlet şekli Fransa’da milli bir devlet şekline girmişse de, Almanya’da muhtelif büyüklükte devletler 'halinde tezahür etmiştir. Büyük dahilî ve haricî mücadeleler neticesinde meydana gelen arazi birliğine dayanan devlet şekli, içtimai nizamda. da değişmelere sebep olmuş ve değişmeler her alanda olduğu gibi sanat alanında da yeni ihtiyaçlar doğurmuştur.
Arazi birliği üstünde kurulan yeni devlet, mutlak lıâkımıyeu esas tutar. Burada, bil makalenin çerçevesini aşmamak için, iki asır atlamak zorunda kalmamızı okuyucularımız mazur ftraün.İMutiak Papalık Devletinin idaresi altında bulunalı
İtalya’nın büyük bir kısmı üe, Avrupa gelişmesinin dışında kalan İngiltere bir tarafa bırakılırsa, Avrupa asırlarca mutlak hâkimiyeti esas tutan devletler tarafından idare edilmiştir. Mutlak hâkimiyet devrinin sonlarma doğru cemiyetin alt tabakalarında baş gösteren sefalete rağmen, mutlak hâkimiyete dayanan devlet şekli o zamanki Avrupa cemiyetinin tekâmül seviyesine uygundu. Kudreti, tantana ve debdebesi zamanın büyük, küçük diğer bütün devletleri tarafından taklit edilen 14 üncü Louis'nin uzun saltanatında bu devlet şekli en son mertebesine erişti, Bunun için, o devrin musiki vaziyetini ve çeşidini daha yakından-tetkik etmek bizim için faydalı olacaktır.i "i-,
Cemiyet hayatının yegâne merkezi 14-üncü Loııis’nin sarayı idi. Kültür hayatındaki bütün hamleler bu merkezden çıkıyordu. Mimari, resim, şiir ve musiki bilhassa sarayın şan ve şerefi için mevcuttular^, ve ona uygun bir şekil almışlardı. Saray etrafında toplanan, bütün asilzade ta-kakasım*ve zengin burjuvazinin bir. kamını ihtiva eden o büyük gurubun hayat ve fikir bünyesi gibi sanat da yalnız kiralın •şahsı için mevcuttu. TÇapılan her şey; etrafındakiler!, Fransa.’yı hattâ bütün Avrupa’yı aydınlatan ışıkların kendinden sadır olduğu kiralın şahsını belirtmek içindi. Aşağı yukarı yüz yıl Fransız musikisinin mümessili olarak tanılan saray bestekârı Lully’in musikisi de bütün diğer sanatlar gibi sarayda olup bitenlerin (arka' perde» si olmaktan daha fazla bir şey değildi. Salonların, mobilyası, tabloları gibi musikinin de sırf tezyini bir fonksiyonu vardı. Ona kimse kulak aşmazdı: kiralın
59
dünya şöhreti olan «24 violonfcu rol» orkestrası çalarken yemek yenilir, içilir, oyun oynanır ve konuşulurdu. Opera dahi, diğer saraylar gibi, boş vakit geçirip konuşmak fırsatını veren bir başka yerdi. Lully'nın operalarına, (bazan imparatorun da şahsan iştirak ettiği) baletlere ve Molicre'in piyeslerine caccompagncmcnt-olarak yazdan musikiye şöyle bir bakınca bile, muayyen maksatlar için yazılmış olan bu musikinin ne kadar kalıplaşmış, şekil bakımından ne kadar dar olduğu hemen göze çarpar.
Almanya'nın büyük küçük blitün prenslikleri, böyle tantanalı bir saray meydana getiren mutlak devlet rejimini tıpkı tıpkısına taklit ettiler. Yalnız bir fark vardı. Almanya’da saray bestekârları ve saray orkestra şeflşri tercihan kalyonlardan olurdu; çünkü bu zamanda İtalyan musikisi dünyayı istilâ etmeğe başlamıştı. Bu vaziyeti anlamak için Konçsan sm son zamanlarına dönmek mecburiyetindeyiz.
Ortaçağın s unlarına doğru
daki insanlığın büyük bir kısmı, Roma kilisesinin zihinler ve hisler iizeri.,;ln ğu ağır tahakkütno karsı istiklâl miic.
leşine başlamıştı.; Eskiçağın, yaııi Hiri.-.ti-yanlıktan önceki çfikir dünyasının yen keşfi ve benimsenmesi bu mücade:■ de kuvvetli bir sil âbdı. Bu mücadelenin ilk hedefi, insanm iq vo dış şahsiyetinin, hürriyete kavuşmasıydı, veya daha doğru bu istikamete götüren yolun açılması- I:. İnsıuılık, düşüncede ve duygularda devam edip gelen bu tahakkümü kabul etmiyecck
kadar olgunlaşmış, istiklâl kazanmıştı. Bu gibi yeni fikirleri bcnimsiyenler, billuiisu İtalyan site-cunılıuriyetlerinin zengin bw-juvalarr ve şehirlerde oturan ve bunun içinde feodal düşünce tarr : i bırakmış olan asilzade tabakasının bir kısmıydı. Bıı yeni istek ve fikirlere uygun olarak, on beşinci asırdan itibaren yeni bir nıiİSife gelişti. Mutlak ve mücerret Jıirıkİfakterftaşyan ve yeni fikirlere ııynııyan Bski vokal po
lifoni ıır tik İtibardan düşmüştü. Çok sa-natkârane bir şekilde birbirile bağlanan ve zamanla gittikçe mudilleşen bu ses topluluğu, muhtevayı (> kadar ezdi ki bu muhteva mânâsız, anlaşılmaz bir hal aldı. Bu noktada İslâhat cereyanları baş gösterdi. Kökten bir değişiklik meydana geldi: musikide biitiln ehemmiyet tek bir sesde, yani en üst sesde toplanmıştı ve en alt ses, yani basso. sadece yardımcı olarak kalmıştı. Aradaki mesafe, «genel basso» denilen, bazı sanat kaidelerine göre yapılan (-imporvisation> larla doldurulmuştu. Bu ortadaki seslerin musiki bakımından ne kadar ehemmiyetsiz olduğu bu vaziyetten anlaşılır. Bu, harmonik musikinin başlangıcı idi. Polifoni için esas prensip, müstakil seslerin ufkî, ve. birbirine muvazi bir şekilde teşkil ettikleri birlik iken, şimdi, lıomofoni denilen yeni prensip için akord dediğimiz şakuli destekler, sütunlar esastı. Eski polifoninin ağırlık merkezi orta sesde, yani tenorda idi, halbuki homofoni-de ağırlık merkezyunranodadır. Bu yeni musikinin olgunlaşmadı için tabiîdir kî daha çok zaman geçmesi lâzımdı. ilk önceleri, onun ne nazariyesinde ne de tatbikatında. hiç vuzuh yoktu. Eski gelenekleri, yani tnonodi’yi (tek şarkı) devana ettirdiklerine inanıyorlardı, fakat gerçekte, büsbütün yeni fikirlerden hareket eden yeni bir sanat yarattılar. Bilhassa melodiyi in safa, alan bu yeni musiki tekniği ferdi .şahsiyete uygun olan bir musiki yaratmak isteğin® gerçekleşmesine müsaitti. Bu teknik, ferdî şahsiyetin henı bir tezahürü, lıenı de bir sembolüdür. Rönesans'ın mâna-sı ve ehemmiyeti, ferdiyetin, şahsiyetin
,ku,y,ygilö belirmesindedir, Kelimeler ve sözler r.rasmdnki münasebetlerin yeniden tam‘ zimi bu yeni musikinin- (ycrıi musiki tâbiri o zaman kullanılırdı) dış âmili idi. Bir kompozisyonda, metnin muhtevasını mâna ve şeklî muhafaza edilerek müziğe çe-virmek icap ediyordu. Çok umumî bir tarz-tîa olsa da yine insim! hislerden hareket edetgiyeni fikir ılünyasıuı müzikte ifade
60
etmek için polifoni hiç de elverişli bir vasıta değildi. Polifoni ile homofoni arasındaki ayrılık atlayıcı. ihtilâlci bir şekilde meydana gelmeden evvel, uzun zamandan beri musiki alemini tedricen çöktüren bazı hareketler vuku bulmuştu. Buna misal olarak, yalnız, 15 inci asırda en olgun, noktasına varan İtalyan madrigal’ine işaret edelim. Musikide yeni devir. Floransa’da 10 inci asrın sonuna doğru beliren ve mo-nodi denilen (tek bir kimsenin söylediği şarkı) musikinin belirmesi ile başlar. Kısa bir zaman içinde bu kUçilk başlangıçtan yeni musikinin en mühim kollan doğmuştur: opera ve âletlerle icra edilen (insru-mental) saf musikî. Bu sonuncusu doğrudan doğruya yeni bir ihtiyaçtan, yâni musi-kinin.daha fazla duyulara hitap etmesi, daha hareketli ve entans olması isteğinden doğmuştur: vokal musiki bu ihtiyaçlara cevap vermek için her zaman yeter dere-eede elverişli değildi.
Yeni vokal ve enstrümantal musikiyi geliştirmek için İtalyan zengin asilzade ve burjuvadan akademi İlenilen müesseseler kurmuşlardır. Bu tfıbgjdahi yeniden canlandırılan eskiçağın yen. cereyanlar üzerindeki tesirini gösteriyor. Akademilere musiki sevenlerin ancak mahdut bir kısmı girebiliyordu, ekseriyet için başka piç bir imkân da yoktu. Enstrümantal musikiyi (sonat) ve kışa bir zaman sonra vokal kantat şeklini alan monodi'yi yaymak için şehirlilerin umumî toplantı yeri olan kiliseler kullanıln-dt Rühabin sınıfı (blergel dinsiz yeni musikiye engel olmak için teşebbüslerde bulunduktan sonra yeni zamana uymaktan ve dinî âyinlerde sonatlar, senfoniler ve kantatlar çalmaktan başka bir şey yapamadılar. Önceleri, yen: cereyanın dinî ve dinsiz eserleri arasında bir fark gözetilirdi, fakat bu cüzî ayrılık kısa bir zamanda kayboldu. 17 inci ve 18 inci asırda enstrümantal nuşiki, bilhassa yüksek kemun musikisi meydana gelmiştir. Entans ve' zetigin yeni musikinin hu suslyeti ve gelişntesi göz. önünde tutulu:
sa, bu saıfetuı neden her memlekete girmiş olduğu hayret uyandırmaz. 14 üncii ve 16 inci Louis'nin devrinde Lully’niıı eserlerinin gördüğü fonksiyonu, Almanya-nın birçok saraylarında İtalyan operasının bir kolu olan crepresentatif opera» gördü. Ingiltere ve Rusya da bu gelişmenin dışında kalmadıkları için, hemen hemen 18 inci asrın sonlarına kadar Avrupa'nın her yerinde, operaları yazmak vazifesini de üzerlerine alan İtalyan orkestra şefleri ve musikişinaslan görülür.
Diğer taraftan, Alman devletlerinin burjuvazisi de kendi musiki müesseseleri-lii meydana getirdiler. Boyleee garip bir vaziyet hasıl oldu:. Almanyada tam yüz elli sone birbirinden tamamiyle ayrı olan iki musiki nevi, Alman ve İtalyan musikisi yan yana yaşamıştır. Dar bir hayat çerçevesinden gelen Alman musikisi mağrur ve geniş İtalyan sanatıyla kabili mukayese olmamakla beraber, kendine has bir karaktere malikti ve 18 inci asrın sonunda biiyüls klâsik mektebin I emellerinden biri oldu. 16 inci ve 17 inci asırlarda Almanya iktisadi ve siyasî tekâmülde geri kalmış, olduğundan, Fransa ve İtalya ile mukayese edilemiyeeek bir durumda idi. Re-lörmasyon hareketinin verdiği hıza rağmen, arazi birliğine dayanan devletlerin tekâmülünde vukua gelen harpler, bilhaa-lıaasa Otuz Sene Harpleri. Almanya’nın iç tekâmülüne engel oldu Musiki tarihinde bilhassa keşişin bir,'rol oynamış olan iki hâdiseye işaret etmek lâzımdır: Birin-cisij Reformaayoıı hareketinin verdiği kuvvetli hamle, Kendi esas dini prensiplerine uygun olarak Reformasyon, Lâtince metinlere göre bestelenen ve cemaatten ayrı bir koro tarafından söylenen ilâhüer musikisini ortadan kaldırdı. Onun yerini, Almanca olan, bütim cemaat tarafından tok scBİe söylenen ve örgün muhtelif seslerle refaket ettiği İlâhiler aldı. Bu İlâhilerin melodileri çok defa dini olmıyan şarkılardan veya lıalk türkülerinden alınmıştı# fakat metin Seniden yazılmıştı. Bu
61
mevzu üzerinde daha fazla durmaksızm şunu söylemek isterim ki bu proteston İlâhileri ve aldıkları son şekil Alman musikisinin tekâmülünde çok büyük bir rol oynamıştır. Protestan dinî musikisi, eski polifoniyi akord şeklinde musikinin unsurları ile birleştirerek, fevkalâde zengin bir sanat kolu oldu ve kendi başına bir musiki dünyası teşkil etti. Belki daha sonraki bir makalede bu mevzuu daha etraflı olarak ele alırız.
Kilise bir tarafa bırakılırsa, saray dışında burjuva musikisinin en mühim müesseselerinden biri CoUegium Musicum denilen birliklerdi. Bu gibi birlikler. Al-man'yada sayısı çok olan üniversitelere bağlı idiler, bazan da müstakil müessese-lerdi. Bu birliklerde çalınan musiki, Alman ve yabancı bestekârların hem çalanlara, hem dinleyenlere, zevk veren çok sesli enstrümantal musikisi idi. Bu noktada, gerek eserlerin, gerek çalındıkları yer olan bu musiki müesseselerinhı karakteri dikkate şayandır; ffe.^âkisi zihnin ve hissin incelemesine, bugünkü deyimle musiki terbiyesine, doğru gelişen bir istikamet gösteriyor. Geçen makalemizde burjuva Melstersinger'lerden bahsederken işaret ettiğimiz gibiHher nevi terbiye. yani gerek pratik, gerek fikri terbiye, lıcr devirde burjuvazinin İçtimaî hayat! mücadelesinde en mühim silâhlarından ve esas hareketlerinden biri olmuştur. Halkın v-ya mahdut zümreLerin huzurunda verilen
bu musiki müsamerelerinden maada bir de zengin evlerinde ev-nıusikisi’nin hususî bir yekli (âletlerin refakati ile söylenen çok sesli şarkılar) çalınırdı. Kv-musikisi, CoUegium Mıısicum’un musikisinden esas itibarılc ayrı değildir, çünkü münevver burjuva, CoUegium Musicum’da, kendi zümresi içinde, sanki kendi evindeymiş gibi hissederdi. Bu müesseseler! bugünkü konser salonları ile mukayese etmek doğru değildir. Tek bir zümre halinde birleşmiş. yüksek ve aşağı tabakalara karşı kapanmış olan burjuvazinin vaziyetine uygun. olarak CoUegium Musicum’lann tipik vasıfları şunlardır: topluluk şuuruna ehemmiyet vermek, beşeri yakınlık ve anlaşma.
Noksan olan ve ancak ana hatları belirten yukarıdaki satırlarla 18 inci asrm eşiğine kadar gelmiş olduk. İstihsalin artması, ticaret ve münakale vasıtalarının gelişmesi ile, muhtelif Avrupa devletlerinin kültür bakımından üstün olan tabakaları yepjıeni lıkır Lu, ideolojiler ediniyor! ; biiyleee bütün kültür bünyesi değişiyor. Meydana gelen karışık ve bugün de hâlâ faal olan münasebetlerden bahsetmeli, bu makalenin çerçevesinden çok fazla uzaklaşmak olur. Fakat burada verüen misallerle şunu belirtmiş olduğumuzu zannediyoruz ki musiki ve onun üslûp değişmeleri değişen içtimai ideolojilerle ve muhtelif tarihî devirlerin İhtiyaçları ile nıiinasebettardır.
Adımlar'ın Humanizma Anke+i
Son Senelerde kültür ve fikir havamızda en çok münakaşa edilen mevzulardan biri humani2iıw'dır. Geçiş'halinite (transitten) bulunduğumuz, daha önce dayandı-dığımız Arap ve Fars klâsiğinden ayrıldığımız için, bu hususta, söz söyliyen herkesin, mevzuu ayrı durumlardan ele almasına rağmen, humanizma etrafındaki bu ilgiyi tabiî buluyoruz. Bundan dolayı artık humunizmtının ne demek olduğunu daha derli toplu bir surette araştırmanın zamanı geldiğine kaniiz. Bu düşünce ile, yakında bir humanizma sayısı çıkaracağız. Bu sayıda humanizmayı muhtelif cepheleri ile ele alacağız. Bunu yapmadan evvel, memleketimizde bu sahada görüşleri olan aydınların fikirlerini dergimizin okuyucularına bildirmeyi faydalı bulduk. Kültür ve fikir adamlarımıza şu iki suali sorduk:
1. Humanizma nedir?
2. Bugünün fikir ve kültür gelişmesinde humtınizmanın mânası ve rolü ne olabilir?
Bu ankete verilen cevapları olduğu gibi neşrediyoruz. Bunlar, cevap vermek lûtfunda bulunanların fikirleridir. Onun için Adımlar, bunların fikrî mesuliyetini hiç bir suretle üzerine almıyor. Biz bu husustaki fikirlerimizi humanizma sayımızda' etraflı olarak yazacağız.
Anketimize bu sayıda cevap veren Yunus Kâzım Könl Maarif Vekilliği Talim ve Terbiye âzasmdandır. Gelecek savımızda Ankara Üniversitesi tipin-fc Enstitüsü
direktörü Prof. 0. Laeombe’ın. Nurullah lannı neşredeceğiz.
Ataç'ın ve doçent Orhan Btırian’m eevap-
Sorularımıza topta neevap veriyoıum.
Ümanizma sözü, on dokuzuncu as:: danberi bir eğitim ideali anlamına .gelmek üzere kullanılmaktadır. İnsanlık' ideali düşüncesi ise çok daha eski bir kavran: lir. Şüphesiz bu eğitim idealinin insanlık kavramı ile bir ilgisi vardır. Ümanitc, yer yüzünde yaşıyan insanları sınıf, dire, fitillet ayrılıkları gözetmeksizin bir tutmak idealidir. Bu bakımdan Hıristiyanlık ve İslâmlık, zamanlara da., bir kavmî, bir sınfl üstün tutmak yerine, insanlığı. fçaLiİSÜmE saydırmak istemişlerdi. Ümanizma ise insanlığın kültür, uygarlık planlarında mey-■drıııa getirdiği eserleri eğitimin vâsıtası kılmak cereyanıdır. Ümanitc^'ojümanizm arasında bir bağlılık varsa da lıir eğitim ideali olan ümanizmm mîllet realitesiıfe ve milliyetçilik UlkesinAykınffiir anlamı YElfc
Yıınus Kâzını Kiinl
tur. Hattâ diyebilirim ki okulculukta, öğretim ve eğitini de ümanizm millet düşüncesinin şuur kazanmasına doğrudan doğruya ilgili olan tarih araştırmalarının hız aldığı asırda milliyetçilikle birlikte gelişmişlerdir. Ümanizmaya zıd ve bunu eskimiş saydıran anlayışlar bilhassa müsbet bilimlerden ve yaşıyan dillerin edebiyatının klâsik değer kazanmasından kuvvet alıyor. Birinci cihan harbine kadar hemen bütün Avrupa okulları iltBaıliSt bir kuru-luştaydı. Bil okullarda Yunanca ve Lâtince. öğretimin bel kemiğini teşkil ediyordu. Gençliğin foıme edilmesinde Yunan ve Lâtin dil. edebiyatı', Wtarihi vaz geçilmesi, ihmal edilmesi caiz sayılmıyan bir temeldi... Avrupa .milletlerinin Yunan ve Lâtin kültürüyle bağlılığr fasılasızdır. Ortaçağ manastırlarındaki öğretim, mukad-
6S
des kitabın ve kilise babalarının eserlerinin yazıldığı yunanca ve lâtince dillerine dayanıyordu. Rönesanstan sonra bir başka zaviyeden olmakla beraber, hu diller mevkilerini tuttu. Diyebilirim ki tenevvür devri filozoflarına kadar fikir adamlar: yazı dili olarak lâtinceyi tercih ediyorlardı. Tenevvür devrinin bir özelliği de halk dilini yazma dili olarak tamim etmesidir. Kant bile eserlerinden bazılarını lâtince yazmıştı; hattâ onun almancasmda Lâtin nahvinin etkisi duyulur. Bu hikâyenin sorunuz ile ilgili iki tarafı var: biri, Avrupa halklarının Yunan - Lâtin diliyle fasılasız bir teması bulunması yüzünden dilin lügatinin ve gramerinin oluşunda hâkim bulunması ve bunun zonınluğıı ile de bu dillerin öğretiminde lüzumlu sayılmasıdır. Cari İngilizce, fransızca ve almancadııki lâtince asıllı sözleri atmaya kalkmak abesle uğraşmaktır. Onun için bu yaşıyan dillerin öğretilmesi ve öğrenilmesi için ölü dillerden vazgeçîlememektedir. öte taraftan rön esanstan jfeonraki yeni Avrupa kültürü Yunan ve Roma kültürünü örnek almış ve âdeta gerek felsefe, gerek edebiyat ve bilimde eski Yunanı meşket-miştir. Nasıl modem Avrupa dillerindeki aslı yunanca ve lâtince sözleri atmayı düşünmek abes ise yeni kültürün anıtlarını da Yunan mitolojisi «e Yunan klâsikleri olmaksızın ne yaratmak ne de hattâ lâyı-kiyle anlamak imkânı vardır. Kral Oidi-pus'u hâlâ iki saat göz kırpmadan seyrettiren icaz, trajedinin kuruluşundu!:: işlenişindeki mükemmellikten ileri .^eliyor. Şekspir, Rasin ve Lessing bu mttkenımcli-ği^ zevkini kavramamış ve tatmamış olsalardı, eserlerini veremezlerdi. Onlar âdeta bu eserleri taklit eder gcrüncielî yafa; tıyorlardı. Bu yeni Sofokleslcrin eskisinden farkı, eski Yunun örfleri, âd
rine yaşadıkları devri, birlikte yasadıkları insanları görebilmeleridir giyebilirim ki onlar kendi zamanlarım ilâha ^sihimUj. görebilmek, sezebilijek’iı ip hayata geriliye, rek bakıyor gibiydiler.
Yenilik. yaşanan zamanla birlikte yürüyebilmekte, ebedîlik de yaşanan zamanda erimeyip, geleceği de ifade edebilmek için, zamanın dışına çıkabilmektedir. Yunan klâsikleri bunu gerçekleştirdiği gibi, rönesanstanberi Avrupa kültür âlemlerinde dc bu sır gerçekleşmektedir.
Bizim, yani yirminci asır ortalarında yaşıyan biz Türklcrin. bir eğitim ideali olan iimanizmden anladığımız, Yunan ve Lâtin diline ve klâsiklerine mutlak tâbiliğimiz olmğyıp bu mükemmelliğe ermiş canlı dilleri ve insanı anlatan, insanı förme eden mahsulleri de benimsemek olmalıdır. Çünkü kendi klâsiklerimiz yanında bu örnekleri de bilmek iledir ki dilimizi millet dili ve kültürümüzü İnsanlık kültürü seviyesine çıkaracağız, Burada şöyle ve pek yerinde bir itirazla karşılaşıyoruz. Canlı dilleri ölü dillerle bir tutmak yanlıştır. Canlı dil ve kültür, ölü dil ve kültür gibi örnek olmaz. Çünkü bunlar canlı olmak hasebiyle mütemadi bir oluş halindedir ve mahsulleri arasında asırlara karşı koyımyacali olanlar da vardır. Çağdaşlan. Bodler ve Hölderlin i değil, şimdi adları bile unutulmuş bir sürü molozu beğenmişti. Kültür alanındaki istifayı zaman yapacağına göre, çağda-- kültürlerin mahsullerine karşı septik davranmak gerekmez mi? Şu nokta djSıkla gelİT: ölü bir dil5ve kültür örnek olur. Onun etkisi kış-i ırtıcı, ilhanı vericidir, ama canlı dillerin etlçisi temsil edicidir. Yunanca yirmi asır-■iı.nberi dünyanın her y rinde öğrenildiği halde kimse yunanlıla sınamıştır. Ama canlı bir kültürle ülfet eden kavimler benli ilerini kaybetmişlerdir
Bu itirazları önlem ı-k için ümanizmi yalnız rihtik kültürlerin örnek tutulması gibi dar bir anlamda'kaimi etmek icap et-eucz. Cjintol dllimfate1 -ye eski kültürümüzle pekaz ilişiği olan bıi kültürlere, yabancıyız. Avrupa dilleri ve kültürleriyle olan .ülfetimiz çok ilaha eskiye esaslıdır. Bence çtolı^külffli'leriıt temsil tehlikesi bunların yalrhzşbirinV bağlı olmaktadır, Ter-
x X. V
Hikayei
Eski Arkadaş
Bekir Sıtkı Kunt
Saat 17. Tatil zili çaldı, önünde imza edilecek bir çok evrak vardı. Bu kâğıtları şimdi imza etse, yarın »abalı erkenden «aâdıra» edebilirdi. Canım, acelesi ne?.. Zaten bir haftadır masasında bekliyordu. Varsın, bir iki gün daha beldesin. Kıyamet kopmaz a!.. Hani, «saati mesaiden» sonra çalışmağa devam etse, daha çok mu maaş alacak?. Yok!, öyle ise, neye?..
Aslî maaşı sekiz bin kuruştu. Yalnız bu pahalılık günlerinde değil, eskiden beri. maaşının azlığından son derece şikâyet ederdi. Vazifesine karşı her zaman «nazu istiğna» gusu^i'irdı.. Kolundan tutup sokağa atsalar, dışando sekiz para kazanamıyaeağını kendisi de bilmez değildi, ama, «ağlannyâna meme yok »sözünün doğruluğuna uyarak, daima «gayri memnun» göriinmenin faydalı olduğunu da keza pek iyi bilirdi.
Zilden sonra bir dakika dahi ziyan etmeden, hemen döner iskemlesinden fırladı. Odacı talimli olduğu için, koşup eline şapkasını verdi. Odasmın kaplanılan çıktı. Üst kattan aşağıya asansörle inmek istedi. Derecesine göre, bıında keiıdı sini haklı görüyordu;-Sonra, nedense fe-
eüme Bürosunun bilgili ve şuurlu çalışma-lariyle dilimize biitün garp dilleri::Jen. kazandırılan tercümeler ve okullarımızda fransızca, almanca ve ingilizı;eı,ıiu-ayni )da? recede tutulması bizi btt canlı kültürlerden birinin tabii olmaktan kurtaracağı gibi, kültür âlemindo.tuklitçilikten yaratıcılığa geçmemizi cife sağlamaktadır. Fâkat bu, eşki dillerin tâ Kelerdâı baiıyarâk
dakârlık ederek, bundan vaz geçti. Kaypak merdivenlerden dikkatli dikkatli inmeğe başladı. Kaç yıldır, bu dairede çalışıyordu. Merdivenlerden inerken, her defasında, ikinci katta mı. birinci katta mı olduğunu derhal tayin edemez ve yanlışlıkla, sokak kapısına gidiyorum, diyerek bodrum katına inmekten, odacılara gülünç olmaktan çekinirdi.
Ulus'a gitmeği düşünüyordu. Biraz hava almak, biraz değişiklik görmek istiyordu. Otobüs durağına gittiği zaman, orayı pek kalabalık buldu. Bütün vekâletlerden böliik bölük insan boşanıyor, ona sıkıntılı mektep hayatım hatırlatıyordu. Otobüslerin ilk durağında olmasına ve her gelen arabaya ite kaka sokulmasına rağmen, bir türlü, binmeğe muvaffak olamadı. İkide Mr, vızır vızır geçen ve içlerinde ancak birer ikişer yolcu bulunun otomobillere kızarak baktı. Bir aralık, acaba yîirii-sem mi, diye düşündü. Bütiin gün oturmuştu. Yürümek çok iyi olacaktı, ama, 35 liraya aldığı kundura rahat değildi. Ulus’a kadar yürümeği göze alamadı. Çaresiz yeni gel® bir otobüse yine saldırdı. Güç-halle, ancak kapısına ayılabildi. Yavaş yavaş içeriye sokuldu, ve (ne büyük şans).
öğrenilmesi mecburiyetinden bizi kurtar-‘maz. .YıtekTm bu da okullarımızda denenmektedir. İçinde bulunduğumuz devrin ^ijyük altınlısı. Ayrupa milletlerinin bir-bîrfni Itorahyan ronesans. tenevvür devirlerini bizim, bu ulusların çağdaş kültür huyuUtuma ayak uydururken gerçekleştirmeğe çahşrtamızden iltfri geliyor. Zor, fakaSgclccegi 'feyizli feır^evir içindeyiz.
65
Sağlık bakanlığında inen bir yolcunun yerine daha yakut duran birini garip bir manevra ile önleyip, herkesin kıskanç gözleri önünde, koltuğa kuruldu. Şimdi ne kadar rahattı. Ağaçlar, binalar pencereden akıp gidiyor, kendisini pek müşterin hissediyordu. Ama, bu kalp rahatı öyle pek uzun sürmedi. Yanında derhal biletçi peyda oldu. Rahatsızlığı bilet almak meselesinden ileri gelmiyordu. Zaten bilet parasını daha evvel avucunda hazırlamıştı. Bu iiç tane beş kuruşluktu. Biletçi parayı aldı, bileti kesti, üstünü, iki kuruşu şimdi veririm, mânasına, başiyls bir işaret yaptı, öbür yolcuların biletlerini kesmeğe başladı. Onu rahatsız eden, işte bu iki kuruşun iade edilmemeğiydi. Acaba dalgaya mı getirecekti?. Ya iki kuruşu vermediğini unutursa!. Ya istenildiği zaman, veririm derse!... Olur a!.. İki kuruş bir şey değil elbette... Ama, bunu, isteyip alamamak feci şey!. İki kuruş için adetâ yalan söylemiş gibi olacaktı. Bunu her zaman düşünür, otobüse binerken on |iç kuruşu tam olarak hazır bulundurmak ister. Fakan insan her zaman tedarifcİi i^tlunamıyor ki!..
Bir iki defa, gözlerini bileitçinnı gözlerine getirip, hani bizim iki kuruşlar der gibi, manalı manalı baktı. Fakat biletçi, tâ postanenin önüne kadar, hiç oralı olmadı. Oraya gelince, tenhalaşan yolculardan bir kaçma, bu arada ona da, iki kururunu iade etti. Ancak iki kuruşu aldıktan sonradır ki, içinde derin bir emniyet ve rahatlık •duydu.
Ulus’ta otobüsten inip kalabalığa karıştığı zaman, önemli bir zatla karşılaştı. Yapma ve zoraki bir derisini kırıştırıp belini hafifçe
tebessümle yüzünün, bükerek,
eskilerin kandilli temennalarım hatırlatan duğu:
bir hareketle, başından şapkasını kaptı. . Tesçkkür ederim, iviyim, ve zâtlâli-
havaya kaldırıp dizlerine kadar indirdi. «■- nit? «.fanfetafife karşılı İt verdi, ve önüne lâm verdi. uzatılan eli. biraz ürkeklik ve şaşkınlıkla.
İki adım ötadjtbaşka 'bS-tanıdıit gör- hafifçe nemli, .olmasından dolayı da tiksi-dii. Bu, orta ayarda bimydi. Kendisin® ne nerek, sıktı. Faal, kendisine böyle ismiy-zararı, ne de faydası olabilirdi. Acaba se- 1c hitap eden adanı, türden tanıyamamıştı, lâm versem midiye t® ş tindik A.dant»en ama. ttkınrtjfclığııŞjljelli etmiyerek, gözlük-
deh En iyisi görmemezlikten gelmek!., öyle ya.. Görmemek!. Bu, insanın elinde olan bir şey. değil!. Gözlerini o tarafa hiç çevirmiyeblllrdî. Ö takdirde de bu tanıdığın oradan geçtiğinin farkında olmıyabilir-di. Şayet günün birinde kendisine sitem ederse, bu orta ayar tanıdığa, görmediğini, hattâ yeminle temin etmek te mümkündü. İmdi, görmemenin taklidini yaptı, yoluna devam etti.
Tuhafiye eşyası satan bir dükkânın vitrini önünde durdu. Yüzü tabii kalabalıktan yana idi. Vitrinden de kendisine bakan yoktu. Onun İçin, tatlı tatlı burnunu karıştırmağa başladı. Herkesin önünde burun karıştırmak pek ayıp bir şeydir. Kızında bu âdetin yerleşmemesine çok dikkat eder. Çocuğun eli kazara burnuna gitse derhal azarlar, ama, kendisi bunun müptelâsıdır ve bunun böyle olduğunu kimae bilmez.
Vitrinde gömlekleri, iç çamaşırları, bo-yunbağıları. çorapiarrfalan gözden geçirmeğe başladı Etiketler müthişti. Derhal kendi ihtiyaçları üzerindi - durdu. Beş gömleği vardı. Geçen, gün bilinin kollarının di-dilmekte olduğunu görmüştü. Harp bitinceye, her şey ücuzlaymcaya kadar idareden başka çare yok;.-. Yalnız çorapları adam akıllı eskimişti. Çorap yamasının kundura diamdan görülmesinden fena halis utanırdı. Bir müsait Hamurunda. bir kaç çift çorap almağa karar verdi.
Bir arabk, kalabalığın arasından, bir ses işitti:
— Ooo.. efendim, ;vay.. nasılsınız Şevket Bey... Burada mısmız?.
Ştmrn İliç işlemeden ağzının alışık ol-
66
lerinin camı ardından, dikkatle baktı. Bu yüz hiç te yabancı değil... Hattâ, iyi tanıdığı biri olacak, ama, kim acaba?. Zihnini kurcalıyor, fakat bir türlü bulamıyordu. Bu son zamanlarda epey dalgın ve unutkan olmuştu. Bir sinil' dok t onma mı gitmeli?. Fakat Allah kimseyi şu zamane doktorlarının. eline düşürmesin!.. Sonra, sinir doktoruna gitmek, oldukça tehlikeli bir şeydir. İşitseler arkasından ne derler. Adını deliye çıkarmazlar mı?. Hani, bunun tekaütlüğe kadar yolu vardır. Allah saklasın. İyisi mi, bunu hiç kimseye sezdirmeden şimdilik idare etmeli, başa daha büyük gaileler çıkarmamalı!.
Bıı düşünceler zihninden geçerken, bir taraftan da hatıralarını yokluyor.. Fakat kafasında en ufak bir kımıltı ve uyanıklık yok!. Nerede müşerref olmuştuk, ismi âliniz?.. diye sorsa, bu ayıp ve bayağı bir hareket olur. 0 sırada, hiç icap ve münasebet yokken. Ulus meydanındaki saatin bir kumbara biçiminde olduğunun farkına vardı. Hayret edilecek şeyi. Şimdiye kadar nasıl olmuş ta bunudSrkctmemişti.
Karşısındaki adam, hafifçe ııemti eliyle hâlâ elini sıkmakta; vc saltaıakLa, I i, yandan da:
- IC.. daha nasılsınız, iyisiniz ıngallti diye hal hatır sormakta devarp ediyordu.
O yine hiç şuuru işlemeden., tekrar
— Teşekkür ederim, iyiyim, ya zâtı s! ı niz, diye sordu.
Öbürü:
— Çok şükür ben de iyiyim. Ya hıı:ı-mefendi, çocuklar?..
Tuhaf şey,. Donnek, ailece tanıgıyorfeı İardı. Acaba İsim bu?.
— İyiler efendim, diye cevap verdi, iyiler.. Ve derhal karısının bir terlik rmıâr-lamış olduğunu htîurladı. Fakat bugün çarşıya inmediğini söyler, karısını bir iki gün daha atlatabilirdi, fjimdt karşısındakinn, ailesini sormak sırası ona gelmişte
— Sizin hanmefendi de iyiler- inşıışJ* lah, dedi, çocuklar’.
Meçhul dost, hayret içinde
k.
— Bana bir aile kurmak müyesser olmadı henüz, beyefendi, dedi, malûmu âliniz bekârım.
O bozulduğunu belli etmemeğe çalışarak aınttı ve:
- Canını, artık sizi başgiiz edelim, niye söylendi, ben herhalde artık evlendiğinizi tahmin ediyordum.
Ne fona yakalanmıştı. Şu düğümü bir defa çözebilse!. Karşısındakini bir takım kurnazca suallerle sorguya çekse, acaba bir ipucu yakahyabilir miydi?.
İlkin:
— Şimdi nerelerdesiniz, diye sordu.
— Eski yerimdeyim, Ankara’ya terfian başka bir vilâyete tahvilim için geldim. Dün müsteşar Beyefendiye gittim, eksik olmasınlar, bir çaresine bakarız, diye vaat buyurdular.
Soyadını sorarsa, küçük adını da br-raber aiiyliyeeeğini tahmin ederek:
Sahi, şey.. Soyadını ne aldınız?. Peltek!, (ve tahmin ettiği gibi, derhal arkasından ilâve etti:), Ali Peltek!.
Bu Ali Peltek adından da bir şey anlamadı. Fakat lâf olsun diye, lâtife yollu: Auıa, itiş te peltek değilsiniz, dedi. Ha, öyle tabii... Efendim, bize eskiden Peltekoğullan derlerdi de, onun için eski aile adımızı muhafaza ettik.
Meçhul dost biraz durakladıktan sonra, hatıralara dalıp şairane bir tavır ala-ı ak:
Ne günlerdi o günler Şevket beyci-ğinı, nei tatlı âlemler yapardı!:
Az daha sözünü kesip:
— Yahu neredeki, ne âlemiydi bu, diye'scmrrtktı. Fakat karşısındaki buna lüzum bırakmadı:
— O âlemler, o Sınkdede'deki eğlen-eAu-imiz...
Hahh. şoyie!.. Bu Sınkdede ismi, bir '“amııul gibi yanrms? butun hatıralarını aydınlatmıştı. Deminden beri bir türlü kim olduğuna anEıyşunadığı . meçhul dost» u da pek iyi tatildi. Bu. ınfi müdürü Ali beydi..
Yaz sabahl&nın karışık gürültülerile
£ vamı 71 înci s«hHod«)ı
Hikâye:
Sıtma
oğul dayan Hergele meydanına Bekir de girdi ve insan yığınları içine daldı. Çeşitli gürültüler meydanı doldurmuştu. Terlemiş insan gövdelerinden buğulu bir koku çıkıyor ve bu, pazarın çürük meyve, taze sebze, toz ve paçavra kokan havasına karışıyordu.
Pazar alabildiğine kalabalıktı.
Çay, kahve satmağa çalışan garsonların ince bağrışmaları, bozuk plaklardan çıkan cırlak şarki Seslerde birlikte meydanın kirli havasına siniyordu. Ayak satıcıları var kuvvetlerde bağrışıyorlardı.
«Ne çek insan var?» diye düşündü Bekir.
«Kızılcahamam'da bile bu kadar kalabalığı hiç bir arada görmedimdi».
Ayaklan çıplak çocuklar koşuyor ve haykırıyorlardı.
«Abuhuyattan iç... buz gibii..»
Ve ağzı kırık toprak testilerden sırı dökülmiig çinko' maşrabalara su dolduruyor, müşterinin verdiği meteliği ceplerine atarak yino koşuyor ve yine bağırıyorlardı.
Bazıları da yüz paraya ayrşjj.. «itiyordu. Kireç suyuna benziyen kötü ve tatsız bir ayran. Bekir:
«Bu yanıklar kim bilir akşam Ene yediler diye, düşünüyordu. Koyun basile in-zc soğan mı? Tahin helvaaile pastutuı mı?
Sonra yutkundu, yere baktı va adımlarım sıklaştırdı.
«Nereden de aklına gelmişti bu; pahalı şeyler».
Dalgın vo hızlı yürürken biri kâğıt helvacıya çarptı.
«Ulan ki :■ müsün» diye bağırdı iuühu, uzaklaşırken da «itoğlu» diye küfretti. Önce:
«Hır çıkarmak boş durmaktan iyi» di ye düşündü. Fakat sonra vazgeçti. Omuz silkti, yere tükürdü ve yavaş vavaş uzaklaşırken,
«Canım döğtt^mok istemiyor» diye söylendi.
Eski hukuk fakültesinin arkasındaki
Nöbeti
Niyazı AGIRNASLI çöp ve toprak yığınının üstünde üç kâğıtla kumar oynanıyordu. El çabukluğu ile siyah kâğıdın nereye düştüğünü belirsiz etmeğe çalışan oyuncu, yuvasında fıldır fıldır dönen gözlerile seyircilerin yüzüne bakıyor, arkadaşı da onları kumara teşvik ediyordu.
«Meteliksiz kalacaksın ulan;]iş mı sanki karayı bulmak».
Omuzu çul heybeli bir yeni yetme üç defa yirmi beşer kuruş Sürdü. Üçünde de kaybetti. Seyirciler gülüştüler. Çocuk kızardı, şaşkın şaşkın kumarbazın ustalıkla hareket eden ellerine bakakaldı. Şimdi bir başkası para basıyordu. Onun da kaybettiğini görüp sevinmek için biraz bekledi, sonra çekilip gitti.
Arkasından yine gülüştüler. Seyircilerden biri,
«Enayi» diye mırıldandı.
Bekir pantadon ceplerini karıştırdı. Beyaz bez pantakftıunuıı bir cebinden eli çıp-lak bacağına değdi. öbOrcebinde bronz şıkırtısı oldu. Sonra iki elini birden çıkardı ve şürştle oradan uzaklaştı.
Bıçak başlamıştı, Pattı nn havasına bir yorgunluk »inmiş gibi sesler hafiflemiş, gürültüler azalmıştı, Uzaklarda bir kaç bii-yiik binanın camları parlıyor, yeni sulanmış asfalttan geçen otomobillerin lâstik n ırtıları duyuluyordu.
Çamur sıvalı kireç evlerin gölgesine çönıelmiş köylü kadınlar çömlek yoğurdu, yumurta, ve çökelek peyniri satıyorlardı. Alçak bir duvarın üstünde uyuklayan bir kedinin karşısında durakladı. Köyde onun da, beş küçük yavrulu bir dişi kedisi vardı.
«Belki do açlıktan ölmüştür» diye söylendi. Karısı, oğlu Mchmedi düşündü. İçinde bir burkulmia've yanma hissetti.
«Kimbilir belki onlar da açtır şimdi» diye aklına geldi. Yüzde yirmi beşten kalan borcunu vermek için tek öküzünü satmış ve on ■çek' halleden (1) beşini de ofise feslim, ettniştı. Eviıı yeygisi daha Mart '«İl BvM94l k=’ A /vdor.
6«
ortalarında tükenmişti. Zeyncbin, babanından ödiinç aldığı çavdar da şimdi bitmiş olmalıydı.
«Acep ııe yaparlar ki» diye düşündü. Zeynep babasının evine gidemezdi. Onların da yeygisi yarımdı. Kaynatası Haşan çavuş ta yazma işinde muhtarın gadrine uğramıştı. Köyde muhtarla nahiye müdürünün gadrine uğramıyan üç ağa evi ve bir de muhtarın akrabaları vardı. Herkes ezilmiş, şikâyetler, arzuhaller işe yaramamıştı. Herkes muhtarla ağaların tarafını tutmuş, haksızlığı düzeltmeğe yanaşmamıştı. Kasabada bir dâva vekili,
«Ben sizin işinizi yaparım, kaymakam ahbabım» diye iki yüz liralarını almıştı da hiç bir iş görmemişti. Yazlık ekcmcmişlcr-di ve sapı kaldıracak, herkedecek öküzleri de kalmamıştı.
«Acep Zeynep açlıktan bunalır da muhtarla yatmağa razı olur muydu ki?»
Şakaklarının zonkladığını boğazının acı act yandığını higsçtti.
«Açlıktan gebereceğini bilse’ Zeyncb böyle şey yapmaz* diye düşündü,
Kırşehir hinimin. önüne doğru hızlı hızlı yürüdü. Kalabalık seyrekleşmişti. Bir iş bulup çalışırsa bu kötü düşünceleri :' ve ean sıkıntısından da kurtulacaktı.
Bir adam ırgatlarla pazarlık ediyordu Yanlarına sokuldu ve «ben de çalışırını diye söylendi. Fakat ötekiler pazarbğı bitirmişlerdi. Onun yüzüne bile bakmadan yürüyüp gittiler.
«Yapılara kadar gideyim» diye düşür, dü, pazarda dolaşmaktan bir fayda çıkmamış, kimse Bekir'i çağırmamıştı.
Güneş epeyce yükselmişti. Bir dükkân gölgesinde kiraz satan biç oğlan ’ ğocıyju ile ihtiyar bir sokak köftecisi konuşuyorlardı. Bekir, yüzüne vuran köfte dıımaıı -lanın iyice kokladı. Kiraz sergisine kon-muşbir sinek kümesini elile koğuş dağıttı. Sonra caddeye çıkmak için Kurtuluş a partim anının önlineipoğruüyürüdû Hiiz-gâr çıkmış ve meydanda kahn bir toz ka-
sırgası koparmıştı. Çöp ve kâğıt parçalan uçuşuyor, açık dükkânlara, kahvelere doluyordu, Kurtuluş apartmanının yanındaki fınnın önünde de biraz ayak sürüdü. Fırından sokağa taze ekmek kokusu yayılıyor, açık camlımdan ılık bir buğu taşıyordu. Bir çırak çıkan ekmekleri tezgâhın üstüne diziyordu.
Heniiz ıslak asfalttan Yenişehir yolu nu tuttu ve hızlı hızlı yürümeğe başladı. Yolda bir köylüsüne rastgeldi. Konuşmak ve dert yanmak lhtlyacile ona doğru sokulurken odacı başını çevirip geçmişti. «Gör medi her halde» diye söylendi kendi kendine vo sonra düşündü:
«Ya efendi olunca, ya da efendilere hizmet etmeğe başlayınca köylülerini unutuyorlar».
Yenişehir köprüsünün üstünden Kayseri treni geçiyordu ve asfalttan otobüsler, otomobiller. Sıcaktan yumuşayan as-fultta topuklar iz. bırakıyordu. Yol boyuna dikili genç selvilerin, akasyaların yapraklan sallanıyord^lüırşı sırtlarda otlar ■şimdiden sararmağa başlamıştı. Apartı-nınn pencereleri ve çatılardı kızıl tuğlalar parlıyordu. Bu parlak renkli yığın yığın binalar köyundckılcrc benzemiyordu. Bunlar büjük ve güzeldi, içlen de rahat ol-malıydı, her halde. Bekir’in kamı açtı ve bütün bu güzel ve büyük şeyler onun içindeki köy hasretini giden'iniyordu. Ayrılalı yıllar olmuş gibi yüreğinde bir sızı duyuyordu.
Adam sende» diye omuz silkti. «Orada (la açlık olduktan sonra». Düşünmemek için ıslık çalmağa başladı. Yenişehir caddelerinde yürüyordu. Caddelerin durgun havasına. sulanmış bahçelerden taze çayır vc hanımeli kokuları katışıyordu. Yenişehir sokaffii,rı“Tenha ve evler sessizlik içinde
Bvkır, bırakç uışaata uğrayıp iş sor-Sördtt-ve nihayet Dikmen -asfaltı üzerinde bir apartıman yapısında iş buldu.
«Öğle yaklaşıyor, sana ancak yarım yevmiye verebiliriz. demişlerdi. Ceketini çıkarıp çalışmağa başladı ve bir ameleye
69
tam gündeliğin kaç kuruş olduğunu sordu.
Üst katlara tuğla taşıyor, çamur karıyor, harç hazırlıyordu. Kum ve tuğla kamyonlarım boşaltmak için de aptronun adamı Bekir’i çağırıyordu.
«Haydi bakalım yağız oğlan» diyordu. «Senin elin çabuk».
Yapıda devamlı iş bulmak için Bekir daha gayretli çalışıyordu.
«İki lira gündelik kötü değil» diye düşünüyordu.
«Her gün bir lirasıle geçincbilirsem orak zamanına kadar on. on beş lira arttırırım».
Ağır işçi karnesi alamamıştı. Altmış kuruşa kaçak ekmek alıyordu. «Katığile han parasına kirkkuruş yetermiydi ola»
«Yetmez de ne yapar» diye söylendi. «Gönül umduğunu bulamıyor ki».
Öğle olmuştu. Sıcak; kavuran, beyinleri kaynatan bir hâl almıştı. Asfalt yer yer erimiş ve ışıldamağa başlamıştı. Yollar eriyecek, kaynıyan siyah nehirler akacak gibi îdi. Caddeler tekrar sulandı.
Ameleler sık sık . .tulumbanın altına koşuyor. Yüzlerini, boyunlarım, kıllı göğüslerini ıslatıyor ve su İçiyorlardı. Sonra daha çok terliyorlardı. Öğle paydosunda duvar gölgelerine oturup ekmek yedil '?, su içtiler. Dört beş amele ve usta, talaşlardan, ağaç kırıntılarından ateş yakıp bulgur pilâvı pişirdiler. Sonra gölgelere uza -, ıııp sigara içtiler. Genç bir amele türkü söyledi. Yandaki apartımanm balkonunda iki hanım gülüşüyor ve istekli kısraklar gibi cilveleşiyorlardı. Açık bacakları ameleyi coşturmuştu, daha açık bir başka türkü söyledi.
Öğleden sonra sıcak dayanılmaz bir hal almıştı. İsçiler, ceketlerini ve çarıklarını çıkarmış, kollanın ve bacaklarını sıvamış olarak çalışmağa başladılar. Terden gömlekler sırsıklam olmıışjJJ^JBurunlarının_ ucundan ve çenelerinden damlayan iri ter «ianelerini silmiyorlardı büe. Hiç konuşmadan çalışıyor, tükenmeğe yüz tutarj.,takjji;. ierini artırmak için birbirine bakıyor, be
raber çalışmaktan kuvvet abyor gibiydiler.
İkindiye doğru Bekir şiddetli bir baş dönmesi tıissctti. Kolları kucağındaki tuğlaların ağırlığı altında aşağı doğru inmeğe başladı. Bacaklarında titreme, vücudunda bir gevşemo ve çözülme oldu. Gözlerinim önü kararıyordu. Burnunda kaşınma, kollarında ve bacaklarında karıncalanma hissetti. Son bir gayretle kendini toplamak istedi, bir adını attı. Fakat birden bire kucağındaki tuğlalar döküldü. Sırtüstü yere düştü ve kafası arkaya doğru kasıldı. Bir tarafa çarpılan ağzının çarpık tarafından salya aktı. Bacakları ve kollan ihtilâçtı bir kaç sallanmadan sonra kaskatı kesildi. Göz bebekleri kaydı ve yan açık gözleri cam gibi bembeyaz ve hareketsiz kaldılar. Dili dişlerinin arasına şiddetin sıkıştı ve yaralandı. Düşerken bir tuğlaya çarpan başından ensesine ve toprağa kan sızmağa başladı.
Sara'sı tutmuştu.
İki amele kollarından, bacaklarından tutup yapının gölgesine taşıdılar ve yüzüne su serptiler.
«Buna ne olmuş; uyuyup kalmış mı?» diyerek patronun adamı yaklaştı ve seslendi: - —g—
Hişt, hişt».
Bekir’i oraya taşıyan amelelerden biri, «Dokunma ona» diye bağırdı. «Sar’ası , tUttU».:,
Bekir yavaş yavaş gözlerini açtı, kendini toplamağa çalıştı. Ne olduğunu hatırlamak ister gibi şaşkın şaşkın etrafına bakındı. Sonra silkinip ayağa- (kalktı, yüzünü sildi.
Bir amele yanına Sokulup,
(Her vakit oluyor mu?; diye sordu.
Bekir kısa bir sessizlikten, şaşkın bir kaç hareketten sonra hafif vc titreyen bir sesle,
«Hayır» diye cevap verdi: «Üç sene-denberi olmuyordu.»
Sonra tekrar işine başladı. Fakat kol-larında ve bacaklarında kargı gelinmez bir \ dermansızlık ve içinde tuhaf bir eziklik vc.
70
yorgunluk peydalı olmuştu. Birkaç tuğla daha noksan taşıyabiliyordu.
Akşam yaklaşmış Keçiören . taraflarından hafif bir riîzgâr esmeğe başlamıştı Hava biraz serinlemiştl. işçiler şimdi daha istekli çalışmağa başlamışlardı. Üçüncü katın bölmeleri de örülüp bitirilmişti. Yarına dördüncü kat kolonları yapılacak ve beton dökülecekti. Bekir, vücudunda bir üşüme, başında da yanma hissediyordu ve bu gittikçe artıyordu.
«Hay kör şeytan» diye söylendi. «Bunun zamanı mı şimdi, işte bu sefer de sıtma nöbeti başlıyor».
Paydosa kadar dişini sıktı ve belli etmemeğe çalıştı. Durmadan gerinip esnemek istiyordu. Vücudundaki uyuşukluğu atmak, nöbeti durdurmak imkânı olmuyordu.
Gündeliğini almak için herkesin çekilmesini bekledi. Patronun ndamı ona yet-mişbeş kuruş vermiş, yarım gündelikten do yirmi beş kuruş kesmişti. Bekir’in yüzüne baktığım görünce de,
«Hadi batalım» demişti. «Gölgede din-lenmiye bu para bile çok
Bekir hiç ses .çıkarmadan çekilip gitti.
özenin, Kutlunun önlerinde Bekir'e hallerinden memnun gibi görünen bir kalabalık oturmuştu. Şerbet içiyor, dondurma yiyor ve konuşuyorlardı.
Bir usta vakit vakit ensesini kaşıyor ı ve yanındakilere anlatıyordu.
«İşte şu ıpartımanda da çok emeğim var».
«Kendine bir kümes bile yapamadıktan sonra» diye birisi lâf attı. Neşeleri kaçmış gibiydi. Artık konuşmuyorlardı.
Tarih Fakültende Enstitünün tiranındaki yoldan, hast&nenin önünden Saman-pazarina çıktılar. Çoğu Atpazarı yolunu _ tutmuştu.
Bekir, geceliği dürt kuruştan Kayserili Mustafa'nın haiımda yatıyordu. Hanın avlusunda ateş yakıp iki köylüsüyle bulgur çorbası kaynattılar. Toprak tencereye tahta, kaşıklarla yanaştılar
»Sıtma sıkıştırmağa başladı» diye Bekir dert yanıyordu.
«Giden yaz sarımsak ezip sulfata ile karıştırdık, yaruıı maşraba rakıya katıp içtimdi. Geçti gayri, diyorlardı amma geç-inçmiş»,
«Kolay kolay geçmez» diye arkadaşı söylüyordu,
«Okutup iplik bağiatsan bâri».
Ötekiler gülüştüler. İplik bağlamayı teklif eden kızdı;
«Dinsizler» diye çıkıştı.
Yarım bir ay, kaleyi, han diyarlarını aydınlatıyordu. Kuyruk yağı, pastırma ve yağda kavrulan soğan kokulan, gübre kokusuna karışıyor ve havayı ağır, bulantı veren bir koku sarıyordu. Uzakta Yenişe-lıirde, Çankayada ve daha uzaklarda ışıklar titreşiyordu. Hanın önünde ırgatlar sigara içiyor vc konuşuyorlardı.
Bekir, han odasının toprak zeminine serili hasıra sırt üstü uzandı. Kemikleri ince bir sızı üc yanıyordu. Hücrenin camsız küçük penceresinden ay, tam yüzüne vuruyordu. Odaya küf,.toprak ve ayak kokulan iyice sinmişti. Bekirin yanıbaşmda bir başka işçi horlııyordıı. İri gövdesinden ekşi bir ter kokusu çıkıyordu.
Bekınn içini yino köy hasreti sarmıştı ve şüpheler içinde kıvranıyordu.
«Ya şimdi onlar da açsa...»
«Ya Zeyneb muhtarla.....»
«Hay dinini... neler getiriyorum aklı-mai diye söylendi. Şüphe, sıtma gibi yerleşmişti onun yüreğine ve. ansızın köye gitmiye karar verdi.
«Yakında orak ta başlıyacak zâten» diye düşünüyordu.
«Kötü düşünceler içimi kemirirken durmak olmaz gayri» diye söylendi.
Sert hasırın üstünde yan döndü. Zey-üözlerinin önünden gitmiyordu. Ona sarılırken:
«Zuynebim» demeyi kuruyordu kendi kendine.
«Sana bir oyalı yazma bile getiremedim».
Sonra'da horlamağa başladı.
A YfN İÇİNDEN:
Ankara'da Temsil Bayramı;
Devlet Konservatuvarı yedinci ders yılı sonunda şimdiye kadar opera ve dram sahasında nisbeten dar bir dinleyici kütlesine verebildiği temsilleri. Mayıs ve Haziran aylan içinde bir «Temsil Bayramı» yapıp tekrarlamak suretile çok yerinde bir teşebbüste bulunmuş oluyor. Devlet Kon-servatuvan temsil kısımları bundan önce kendi çalışma malzemesinden bazı piyes ve operaları Konservatuvar ve Halkevi sahnelerinde ancak seçkin bir davetliler heyetine veya biletleri vaktinde tedarik edebilmek bahtiyarlığına erebilen kinişe le gösterebilmişti. Bu bayram. Konservatuvar temsil talebelerinin çalışmalarım biraz daha geniş seyirci kitlesinin görmesine fırsat vermiştir. ..Temsil plânında on
Tas tamam kendisi!. Bir samanlar pek yakut dosttular.
Bilmeceyi çözmeğe muvaffak olduğu için memnun oldu. Eğer Ali beyin neci olduğunu keşfetmeden kendisinden ayrılmış olsaydı, kim bilir» bu, kaç gece uykularına dokunacaktı. Ohh, rahat etmişti. Ana. on yıl evvelki basit kasaba hayatını düşünmek, şimdi nedense hoşuna gitmiyordu. Kendisi artık az maaşlı ufak bir kasaba memuru değildi. Orada bıraktığı eski memur arkadaşlarının vaziyetlerini öğrenrıu ■ yi hiç te merak etmiyordu. Artık ayrılmak istiyordu. Ama. öbürü sakız gibi yakasına" yapışmıştı. Sabırsızlandığını görünce de:
— Eğer ayakta yoruldunuzsa, dedi, bir kahvede oturup konuşalım, şurada, be-nim oturduğum otelin altında...
— Yok, hayır.. Şey.. Biraz işim var da...
— Arzu edcrseıdz ben de gelebilirim.
— Teşekkür ederim, akma, gelebileceğiniz bir yer değil.. Şey, (ne tiemeB?.) doktora gidiyorum.,,
eser var: Üçü komedya — «Giilüuç Kibarlar», «Otelci Kınlın», «Alinnıı von Itarn-helın» — Üçü Tragedya — «Kırııl Oldl pus», «Antignne», «Julius Caesar» — Mozart, Hilecini, Beethoven ve Smetena’dan her biri ayrı bir opera nevine ait, her biri mütevazi Halkevi sahnemize güç sığan aristokratik bir dekor ihtişamı içinde oynanan dört opera. Konservatuvann temsil bayramı münasebetile çıkardığı bir broşürde «Prof. Cari Ebert», bu «örnek eserlerin temsiline gelecek senelerde de devam edi leceğini. «Goethe» nin «Faust» u üc «ibnen »in «Nora» sının da bundan sonraki programa gireceğini müjdeliyor. «Müjdeliyor.» diyoruz; çünkü bu bayram, — biletlerin günlerce eıwel satıhverdiğîne bakılır -
Ali Peltek merakla:
— Geçmiş olsun, dedi, nedir hastalığınız? Ne doktoruna gidiyorsunuz?..
Deminki kuruntusunun tesiri altında. nğzınd(iı( nasılsa:
— Sinir.. liıfı çıkmak üzere idi ki, derhal aklını başına toplayıp:
— Karaciğerimden muztaribim, dedi, bir dahiliye mütehassısına gidiyorum.
— Ya., vah vah., geçmiş olsun. Bir da-ha nasıl görüşürüz. İfakıunmızda ziyaret ’numuzdur.
Zahmet etmeyin efendim. Ben, şey. Akşam üstleri ( ..) pastahaneaine çıkıyorum. Orada görüşelim.
— Hay naj^. gelirim.
El sıkıp ayrıldılar. Daha birer adım uzaklaşmamışlardı. Şevket bey. tekrar döndü:
I — Belli.olmaz. Çıkmadığım da olu-yoiEdcdi. /% W s
■İki eski arkadaş tçende aynlan yolcu-larSjbi, birbirlerine şapkalarım salladılar.
Bekir Sıtkı Kunt
72
sa — halkın sahneye ne kadar susamış olduğunu, son gördükleri eserlerin ancak ateşlerini artırdığını göstermiştir.
Programda, yukarıda da söylendiği gibi, klâsik tragedianın en kuvvetli yaratıcılarından biri olan Sophokles, Shakes-peare, komedyanın en büyük ustası Molıere var. Halkı sahne yoluyla iyi insan ve iyi vatandaş olarak yetiştirmek, ona insanlığı sevdirmek, insana insan olarak hürmet ettirmek hakikî demokrasinin ne olduğunu ve kıymetini anlatmak için böyle eserlerin sahnede oynanması bu oyunları her vatandaşın görmesini temin etmek kadar değerli bir terbiye vasıtası az bulunabileceğini hepimiz biliyoruz. «Julius Cae-sar», Kıral Oidi|is» ve aAntigone» yüzlerce, binlerce senedenberi insan oğlunun karşılaştığı problemlerin müşahhas tezahürleri farklı olmakla beraber esas mahiyeti itibarile değişmediğini bize gösteriyor. O zamanın İngiliz! vei Yunanlısı ııc gibi acılarla kıvrandı.vsa biz de hâlâ benzer acılarla kıvranıyoruz. O insanlar, halka, ferdin hürriyetine ta lıakkiim etmek istiyenler ve haksızlık karşısında nasıl ayak diremişler-se biz bugünün insanları da hâlâ öyle ayak diremek istiyorim, tnşan o zaman naşıl taunlarla cebelleşmekten çekinmedi, açılarını nasıl vakarla çektiyae, acıdan, mücadelenin asıl çetininden kaçınmamağı, Öidipım gibi, bizde - şüphesiz o zamana göre farklı ve ço kdaha grift ve zorlu olan bugünün hakikatini, felâketimiz pahasına da olsa, arayıp meydana çıkarmaktanSçekin-merneği, hakikati sevmeği asîl buliiyoruz. Molierö nasıl kendi cemiyetinde kalp ve taklitçi olanlara fazmış ye gülmüşse biz de kendi cemiyetimizde onlara benziyen kalp ve taklit şeylere gülebiliyoruz.
Devlet Kolieerviutuvarındaıı yetişecek müstakbel Devlet Tiyatrosu sanatkârlarının her şeyden önce talebe olduklarını unutmadan onlar lıakkuıda hiİkıım vermeliyiz. Dramın İter çeşidinde müstakbel aktörlerimizin çoğunu doğru bir çığırda yürüyor bulduk. BirBcere aktörler aı-asmda temsil esnasuıda bir âlıerik var. Bu âh enir
bilhassa Yunan klâsiklerinin temsilinde göze çarpar derecede temsilin tesirini artırmak bakımından faydalı. Korolar ancak böyle bir ahenk sayesinde dramın organik örgüsünün asıl çözgülerini teşkil eden kısımlar olarak belirtilebiliyor. Koro lideri ve baş roldeki sanatkârlar icabed.en yerlerde kendilerini sadece bütünün içinde. bir parça olarak göstermesini biliyorlar. Tragedyalarda halk kalabalığı unsurundan, bunlar için oditorium muhtelif kapılarından, çok iyi faydalanılmış. Bu kalabalık bütün bir şehrin ruh halini dramın atmosferine uygun olarak ancak böyle bir âhenk havası içinde sağhyabilirdi. Yunan tragedyalarının temsilinde Oidipus'un sahneden son defa çıkışı miinasebotile burada sırası gelmişken bir şeye dikkati çekmek isteriz. Herkesin bildiği gibi Yunanlı, kanlı vakalara sahnede cereyanından hoşlanmazdı. Onun için, İngiliz dramının aksine olmak üzere, Yunan tragediasmda göz oymak, insan öldürmek gibi hareketler sahne dışında olur. Biz seyirciler de bıs vakaların hikâyesini duyarız, Kiralın kendi gözlerini oyduğunu da öylece haberciden öğrenmiştik. Yunanlı anane, kanlı manzaranın: teşhirinden kaçmıyor. Onu tragedia vekarına uygun bulmuyor. Halbuki bu temsilde kirtil Oidipus en son defa sahneden ve memleketten ayrılırken gözünden kanlar aka aka Oditorium ortasındaki yoldan tâ sahneden dip kapıya kadar, ağır ağır yürüyerek geçiyor. Bu geçiş tragedianın bırakmak istediği tesiri bozmaktan geri katmıyor. Kıral yan kapılardan, kanlarını pek uzun zaman teşhir etmeden pekâlâ çıkabilir.
Temsiller münasebetle işaret etmek iatediğimiz bir iki nokta daha var: aktörler, işitilmemek korkusundan olacak, bilhassa heyecan anında fazla haykırıyorlar. Ses bu zamanlarda yuvarlaklığını iyice kaybederek kulakları pek fazla yırtacak şekilde çatallanıyor. Fazla bağırmalar, piyeslerin, komedyada olsun tragediada olsun ses ahengini bozuyor. Bir diğer nokta da, vücut, kul, el ve göz hareketlerinin birbiri arkasına, ayni «örnek» içindo tekrar
73
etmesidir. Bu bir teviyeliğc yol açan tekerrürleri dalga dalga yükselip inen heyecanlara tekabül eden ritmik jestler diye de ifade edebiliriz. Fakat jestlerin hemen her sanatkârda Cüneyt Gökçer gibi, Muazzaz Ilgın gibi baş rolleri oynıyanlarda bile böyle monoton oluşu dramın tesirini azaltıyor. Muazzez böyle az çok kalıplaşmış jest örneklerine kendini kaptırıp muayyen falılarla yerli yersiz içini çekiyor: — rAntigone» de de, «Minna von Born-helm» de de meselâ — ellerini muntazaman nereye koyacağını önceden pek iyi tayin etmiş gibi muayyen bir yüksekliğe kadar kaldırıp indirmesi insanda o anın dram icabına göre değil de bu «jest örneğine» göre sun’î olarak hareket ettiği hissini uyandırıyor. Şuhluk yaparken de, kardeş intikamım alırken de sanatkâr, gözlerinin, ellerinin hareketinde alıştığı bu «nazlı edalı» jestler silsilesini takipten kendini alamıyor. Muazzez gibi, Cilnyet gibi istidatlı talebe ve mezunlar diğerlerine örnek oldukları için onların böyle ses ve jestte bir sahne suniliğine yol açmaları tehlikesi vardır.
Fakat bunlar ufak şeyler. Söylendiği gibi temsilleri mUstakbel sanatkârlarımız olacak talebe veriyor; ve talebe, büyüklerinden öyle teşvik görüyor, öyle plânlı, programlı yetişiyor ki ileride her hangi bir piyesi ustaca oynamağa, dünya çapında büyük sanatkârlar olmağa namzettir.
Sanatkârlarımız şimdiden güzel oynuyorlar. Gönül ister ki sahne yoluyla halkı terbiye etmenin ehemmiyetini pek yerinde olarak kabul etmiş ve bu işi bir Devlet işi olarak ele almış olan Maarif Vekâleti Devlet Konservatuvan temsillerini — -Talebenin çalışmalarından haberler» şeklinde de nisa — Ankara’ya, Ankara'da da — yer darlığından • her temsili biletleri vaktinde alıveren gözü açıklara) ve sayılı kimselere münhasır kılmasın. Talebe grııpu, yaz tatili esmasında, vilâyetlMıle, hem ziyarette bulunmak, hem de temsiller v-ımek için bir program dahilinde ^dolaşanlar. Her yerde talebeye parasız temsil geceleri ayrıl -
sın. Yer ve sahne darlığının önüne açık hava temsilleri tertip etmekle geçilebilir. Böyle açık hava temsillerinin bir çok faydalan olur. Oparlörler kullanılabilir ve büyük bir dinleyici kütlesi oyunu dinler ve görür. Şimdilik Devlet Konacrvatuvan, en son sahnede, âzami dekorsuzluk, kostümlerde külfetsizlik cereyanına aykırı olarak, pek dc lüzum olmadığı halde, dekor ve kostümlerin masraflı ve teferruatlı olmasını tercih ediyor. Açık hava temsilleri sahneyi dekordan kurtarmak sııretile temsilleri nmasrafsız olmasını temin edecektir. İçtimai kuruluşu yüzünden büyük sanatın bütün halk kütlelerine mal edilmediği în-giltereıle bile parklar, büyük bahçeler çok ucuz açık hava temsilleri için sık sık kullanılır. Klâsik oyunlar böyle sade açık hava sahnelerine hattâ daha da Uygun gelir. Devlet Konscrvatuvarının, temsiller yolu ile «Türk Tiyatrosunu, Türk operasını, Türk müziğini... derin halk tabakalarına yayabilmek» için, sahnesi, kostümleri külfetsiz vc ucuz açık hava temsillerini de bu iklimi kadar tabiat fonu da güzel olan yurdıpı her yerinde, sık sık vermesini temenni ederken, sanatkâr gençlerimizi va-itkftr başarılarından dolayı tebrik etmeği bir borç biliriz.
Hüseyin Rahmi GUnii ■■
Mayıs ayı içinde Üsküdar Halkcvinde Hüseyin Rahmi Gür pır. ar günü yapıldı, ("stadın sanat hayatı hakkında söylenildi. Piyes şekline sokulan «Miirebbiye» si oynandı. Nihayet bütün bir ömür boyunca verdiği eserlerinden mürekkep kitap sergisi teşhir edildi.
80yaşın o,ıramaklarına doğru yükselen Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın doğduğu muhit olan Aksaray semti İstanbul'un belli başlı karaketrini taşıyan insanlarının yaş a Ağı bir muhit olması onu küçük yastan İstanbul'un tam hemşerisi yaptt. tstan-bul'u ve^lstanbullııyu yakından tanıtan nadir yazıcı oldu. Eserlerini yazmak için en
74
kuytu yerlerde kıyıda bucakta oturdu. Halk içinde yaşadı. Dokümanlarını mahallinde topladığı kâğıt üzerine dökmek za manı gelince inzivaya çekildi.
Fısıldaşır gibi birbiri üzerine eğilmiş ahşap, kafesli evlerde, güneşin pek az sızabildiği dar, çıkmaz sokaklarda günlerini dolduranların dış görünüşleri sessiz ve durgundur. H. R. Gürpınar onların kendilerine has hayat görüş tarzlarını, tenkitlerini, istizahlarını, dedikodularını, dırdırlannı bize bütün canlılığı ile tattırdı. 11)08 meşrutiyetinin. Birinci Büyük Savaşın ve diğer belli başlı devrelerin İstanbul halkı üzerindeki izlerini romanlarına inikas ettirdi. Halk şıklan, gulyabanileri, züpppele-ri, kuduran kaynanaları, örümcek kafalıları yadırgamadı. Cadılar, erkekleşen kadınlar, kokotlar yolu sapıttıklarını müşahhas olarak görüyordu. Roman kahramanlan yiyor; içiyor, aç yatıyor, yaya gidiyordu. Her.nevi tip-.yftnjk,çirkindiler: güzeldiler, bayağı idiler; babayanilik vardı. Hayatın her türlü icaplarına uyuyorlardı. Bu gerçek âlemi ve kendini üstadın eserlerinde bulan halk onu sevdi. Büyük romancı halk sevgisinin mükâfatını gördü. En çok okunan romancı oldu. Her baskı 5 bin adetten az olmamak üzere kitabları 8 . 10 defa basılmak mazhariyetine İrdiler. Mebus olduğu yıllar müstesna yalnızca kalemi onun geçinme vasıtası oldu.
Yapı bakımından realizm ile bağdı-şan Hüseyin Rahmi Gürpınar’a Türk Emil Zola'sı diyorlar. Zola ihtilâlci, inkılâpçıdır. Sefaleti tam mânasüe tatmıştır. GÜrpuıar-da bu vasıflar yoktur. Zola'da güldürme yoktur. Gürpınar bizi güldürür, fakat bu gülüş bir iç sızlaması île beraberdir. Müşterek olan noktalar halk.-ı eğilnielörl, TfaI-“ ka dürbünün tcrsile bakmamalarıdır. Realisttirler. Hakıkatları çırçıplak ortaya koymaktan korkmazlar.
Hüseyin Rahmi ■İGiifyujar'ın (£>ğı£'ro-T man olmak üzere eserleri 60 şa yakındır. Romanlardan Mutallaka Aİmajlcaya çevrilmiştir. Kadın Erkekleşince piyesi İghir.
Tiyatrosunda oynanmıştır. Makale tercümeleri de vardır. 1908 de çıkardığı Boşboğaz adındaki mizahî gazetede ittihatçılaruı iftirası ile mahkemeye verilmişse de bera et etmiştir. 1024 de Bon Delimiyim adın daki romanı onu gene mahkeme kapılarına sürüklemişse de gene beraet etmiştir. Bugüne kadar bekâr kalmış olan üstad hayatım İstanbul halkının hayatına dü-ğümlemiştir. Ondan daha eserler beklerken sağlık ve ömür diler, kendisini kutlularız.
Yayınlar:
Muzaffer Şerif Başoğlıı; Irk Psikolojisi. Üniversite Kitabcvi, İstanbul, 1943. S. 123.
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih -Coğrafya fakültesi psikoloji doçenti Dr. Muzaffer Şerif Başoğlu Irk Psikolojisi adlı güzel bir eser neşretnıiştir. Doktor Muzaffer Şerifin bir çok Amerika Üniversitelerinde ders kitabı olarak kullanılan ve^ kendisine milletlerarası psikoloji âleminde kıymetli bir mevki temin eden ıThe Psychology of Sncial Normsa adlı eserinden sonra çıkardığı bu yeni kitap bugünün önemli kontlarından birisi haline gelmiş olan bir meseleye. ırkçılığa, temas etmektedir. Bugün bazı Avrupa memleketlerinde önemli bir fikir cereyanı halini almış olan ırkçılık dogmasına göre. ırklar arasındaki farklar yalnız fiziki değildir, bunların kendilerine mahsus ruhi tezahürleri de vardır ve bazı ırklar yaratılış itibariyle diğerlerinden üstündürler. Medeniyetin bu üstün ırkın bir imtiyazı olduğunu söyliyen ırkçılar, iddialarının antropoloji vcapaikok > ji ilimlerinin son sözü olduğunu iddia etmektedirler. Bu gibi iddialarda bulunanların ekserisinin antropoloji ve psikoloji ilimleriyle alâkalan olmamakla beraber, Eugen Fisc-her, Bauer, I.-etiz ve günler gibi bu konuda kendi prejüje ve fişlerine hâkim ola-mıyan aııtrcpoloji bilginleri de bu nevi fi-
75
kirleri yaymaya çalışmaktadırlar. Bu bilginlere göre ırklar arasında ruhî farklar vardır. Beyaz insanlar bütün diğer ırklardan üstündürler. Fakat beyazlar arasın* da da en üstün ırk nordikterdir. (Yani sarı saçlı, mavi gözlü, dolikosefal, uzun boylu insanlar). Bu bilginlere göre, en yüksek, en mümtaz vasıflar bu ırkta toplanmıştır. Başka bilginler de, başka ırkların üstünlüğünü iddia etmişlerdir.
Bazı ırkların üstünlüğünü İleri süren bu gibi iddiaların ortada dolaştığı bir sırada, antropoloji ve psikoloji bilimlerinin bu konu üzerindeki hakiki durumlarının öğrenilmesi bir ihtiyaç haline gelmiştir. Dr. Muzaffer Şerifin salâhiyeti! kaleminden çıkan bu kitapta ilmin bu konu üzerindeki başarılan objektif bir tetkike tâbi tutulmuştur. 123 sayfadan ibaret olan bu kitap yedi fasıla ayrılmıştır. Bu meselenin tarihçesini yapan «ırk nazari yelerine bir bakışa adlı birinci fasıldan sonra sırasiyle «nisbeten basit fonksiyonların mukayesesi». «ırklar arasında mukayeseli zekâ ölçüleri, diğer psikolojik hususların mukayesesi»,cürüm ve marazi-Jik temayülleri», «iptidai zihniyet problemi», «bioloji ve antropolojinin bugünkü durumları» ele alınmaktadır, bitaraf ilim adamlarının bu sahadaki aifâşhftnalarmı objektif bir süzgeçten geçiren Muzaffer Şerif ilmin bugünkü durumunun her hangi bir ırkın üstünlüğünü iddiıy erimekten çok uzakta olduğunu, yapılan araştırmaların bu psikolojik hususlarda kültürün çok büyük bir tesiri olduğunu gösterdiklerini tebarüz ettirmektedir. Bu meselelerin en önemlisi olan zekâ hususunda dahi, ümin ırklar arasında zekâ foklarının, mevcudiyetini katiyetle tesbitten henüz daha çok ııza.k olduğu, üstünlük iddialarının ilmen sabit olmadığı ve hatta, yapılan. bitaraf araştırmaların keneflerle beyazlar arasında zekâ farklarının bulunduğunu göstermediği' W fekânift" yötffttıe' muhitine göre değişmeler^ gösterdiği açık bir şekilde belirtilmiştir. İlmin zuncilerle
beyazlar arasında bile ruhi farkların bulunduğunu tesbit etmekten uzak olduğu bir sırada beyaz ırklar arasında bazıları-nın diğerlerinden üstünlüğünü iddia edenlerin bugünkü ilim çerçevesinin' ne kadar dışında kaldıkları aşikârdır.
Kitabın son faslında tanınmış antropoloji ve bioloji bilginlerinin bu konu üzerinde buldukları neticeler hülâsa edilmektedir. Muzaffer Şcrif’in ortaya koyduğu neticeler, antropoloji ilminin bugünkü durumuna tamamen tevafuk etmektedir. Irk psikolojisi sahasında yapılan İlmî, antropolojik ve psikolojik araştırmalar henüz daha bir gelişme devresinde bulunduklarından, her hangi bir ırkm diğerlerine üstün olduğunu iddia etmek bugün için mümkün değildir. Muzaffer Şerifin de tebarüz ettirdiği gibi bugünkü antropoloji üstün ırk diye bir şey tesbit etmiş değildir.
Avrupa'da ırkların çok fazla karışmış olduğu bir zamanda, beyaz ırklar arasındaki zekâ . farklarını bulup çıkarmak hiç te kolay bir iş değildir. Gerek oojenesis ve gerek spermatojenesisde veraset faktörlerini yanı jenleri taşıyan kromozomlar birbirlerinden müstakil olarak ayrıldıklarından yani bir spermatozoon veya ovum’dakl kromozonların hepsi yal-nızâanne veya babadan gelmediğinden bu .. .metlerin birleşmesinde ayn ırklardan gelen irsi vasıfların karışık bir şekilde toplanacaklar ımcydşndadır. Bu sahada uzun ve dikkatli İlmî araştırmalar yapılmadan, bu mesele hakkında a priori bir fikir yürütülemiyeceği meydandadır. Dünyanın sayılı antropoloji bilginlerinden olan Amerika'da Harvard Üniversitesinde kıymetli hocam profesör E. A. Hooton'un de ■ diği gibi «Bir ırkı kat'f ı.iarak tefrik etmemeyi öğreninceye ve zekâ testlerinin neyi ölçtüğünü tam bilincey.’- kadar, ırkî zekâ ■TttrMari meselesini muallakta bırakmak icabeder.».
( Trk p.siIio!oj‘isİSgüzel ve sade bir üslûpla yazılmıştır, ve her faslın sonuna mufassal bir bibijyoğrafya ilâve edilmiştir.
76
Bu kıymetli eneri meydana getiren kıymetli meslektaşımızı tebrik eder vo bu kitabı okumalarım bütün aydınlarımıza tavsiye ederim.
I)r. Muzaffer Şenyürelc Antropoloji doçenti
Saffet Korkut: İrlanda .Millî Tiyatrosunu Kuranlar ve Dramlarından NUmnne-ler, Ankara, 1!M3, s. 147.
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, İngiliz Dil ve Edebiyatı doçenti Saffet Korkutun bu küçük fakat muhtevaca kıymetli eseri, Devlet Konservatuvarımızın çalışmalarıyla gittikçe gelişen tiyatro sanatı hayatımız için çok faydalı bir eserdir. Tiyatro faaliyetlerinin gelişmesi, tiyatro edebiyatının gelişmesi ile beslenmek zorundadır. Tiyatro edebiyatımızın memleketimizde zenginleşmesi ise hem yerli, sanat kıymeti olan eserlerin yazılması, hem. dünya tiyatro edebiyatından tercümeler, hem do dünyanın yeni tiyatro cereyanlarını yakından takip etmekle mümkündür. Diğer sahalarda olduğu gibi tiyatro sahasında da gelişme, evvelâ bugünün tiyatro sanatı durumunu, bugünün tiyatro cereyanlarını, bugünün piyeslerim tanımakla, bilmekle olur. Diğer sahalarda olduğu gibi bu saha adda bugünden bavlıyarak geriye, geçmişin klâsiklerine dönülebilir. Halkta tiyatro zevkini geliştirecek, yükseltecek olan eserler, seyirciye bugünü, içinde yaşadığı dünyayı, kendi hayatını tanıtan, problemlerini işliyen eserler olabilir. Bugünün eserlerinde seyirci. tiyatronun hayatla;il gisini, bu hayatın zenginleşmesi bakımından mânasıpı kavradıktan, tiyatroyu bu suretle değerlendirdikten sonra, bugünden açılarak düne dönebilecek, dünün eserlerini değerlendirebilecektir. İşte Saffet Korkutun kitabı, muasır Avrupa’nın eti yeni, en canlı tiyatro cereyanlarından birini, İrlanda tiyatrosunun, kuruluşunu ve inkişafını bize tanıtıyor.
Muharrir, memleketimizde tiyatro münekkitlerine ve tarjhçücnne örnek ohnası lâzım gelen gayet/verimli,, doğru bir nok
tadan hareket ederek İrlanda tiyatrosunu m anal andırmağa, bize anlatmağa çalışıyor. Hiç bir sanat cereyanı muallakta, İçtimaî boşlukta meydana gelen bir hâdise değildir. Muharrir eserine İrlanda'nın kısa bir tarihini, sosyal durumunu çizmekle başlıyor: bu sanat cereyanını içinde doğduğu İrlanda cemiyeti çerçevesine yerleştiriyor. İrlanda Tiyatrosunun kuruluşu ve gelişmesi, bunun için yapılan gayretler, mücadeleler, İrlanda istiklâl savaşının bir parçası ve aynı zamanda o savaşuı muvaffakıyetsizliğe uğramasının bir tepkisi gibi görünüyor. Muharrir, «İrlanda’nın bir taraftan emperyalistler elinden vatanlarını vc istiklâllerini kurtarmaya çakşırken tiyatronun, milli varlığı kurmakta, hâkim kuvvetlere karşı halk birliğini sağlamakta en önemli bir vasıta olarak kullanılmasını dikkate değer buldum», diyor. Di-rağcr taraftan bu sanat cereyanı; reel şartla r alanındaki mücadelenin bir tepkisi gibi görünüyor. Zira, iktisadi ve siyasî istiklâl mücadelesi zorluklara, muvaffakıyetsiz-liklere uğrayınca, bu istiklâl cereyanı kültür de, tiyatro da muvaffakiyete ererek bir tatmin mahreci bulmağa çalışıyor. İrlanda tiyatrosunun kurucusu olan ve bunun için de zorluklarla en fazla. karşılaşan Yeats için, tiyatro bir realiteden kaçma vasıtam oluyor; «romantik ve mistik ruh âlemlerine kaçıp o âlemlerin senbolle-rini dramlarında» işliyor; bundan dolayı da «üniversel kıymette eserler» yaratamıyor. Synge ve O'Caaey için ise, tiyatro, îrlandagköy ve şehir hayatını, o hayatların problemlerini işliyen, halin, kendi hayatının iye problemlerinin şuuruna vardıran bir vasıtadır. Bunun için de onlar, Yeats’in erişemediği mertebelere yükseliyorlar.
İrlanda'nın ve tiyatronun tarihçesinden sonra muharrir sıraslle, bu tiyatronun kuruluşunda ve gelişmesinde rol oy-nıyan W. B. Ycats’i, Lady Gregory’yi, J. M. Syngu'i ve Sean O'Casey’yi ele alıyor ye her birinin hayatını, eserlerini tahlil ediyor; Kliharririn de işaref ettiği gibi, bu
77
şahıslar ayrı ayn muhitlerden, zümrelerden gelmekle beraber hepsinde müşterek olan bir nokta vardır; bunlar, hem geniş edebî kültürleri, bilgileri olan, hem de eserlerinde ifade ettikleri halkın hayatını, halk sanatı motiflerini ilk elden tanıyan kimselerdir. Büyük sanat eseri yaratmak için lâzım gelen bu iki şartı bilhassa «İrlanda tiyatrosunun dahisi diyebileceğimiz» Synge'de görüyoruz. O evvelâ, senelerce, kendisini bir edebiyat münekkidi ve şair olarak yetiştirmiş, dünya edebiyatım içinden tammış bir kimsedir. Sonra da senelerce Aran Adalarında halk arasında yaşıyarak halkı ve halk sanatını ilk elden tanımış, tatmış, eserleri için malzeme toplamıştır. İrlanda tiyatrosunun dâhisi olmak vasfını Synge ile paylaşabilecek olan O.'Casey evvelâ bu vaziyete bir istisna gibi görünür; çok fakir bir aileden geldiği için mektebe bite gidememiştir. Fakat o da kendi kendini yetiştirmiştir. «Zaten beni yetiştiren Shakespeare'dir; ben Shakes|>eare ile okumayı öğrendim», der. Bu noktadan muharrir-memleketimiz için do mühim bir dars çıkarıyor. Synge'in geniş kültürüne, bilgisine işaret ettikten sonra diyor ki (Görülüyor İd biz-
de halk tetkiklerinde bulunacakları iyi bir ders verebilecek bir misaldir. Halkla sanat motifleri toplamak, veya iıtrh . bir etüd yapmak için temas, ancak bu işi ele alan kimselerin ilkin hazırlığı..çlduğu takdirde verimli olur.» (S. 72) Diğer taraf tan, halfa, ilk elden tarumıyan, onu anla-mıyan kimse, sadeco masa başında halk motiflerinin kalıbını alıp işliyerek halk sanatı yapamaz,
Bu etüdlerden sonra muharrir, ele aldığı tiyatro muharrirleriniıı bir perdelik eserlerinden Üç ^numune veriyor. Bu piyesler güzel, akıcı bir üslûpla dilimize çevrilmiştir; muharririn yaptığı tahlilleri aydınlatan, dcstekliyen numunelerdir. Bize göre eserin ön sözünde, bugünün tiyatro gelişmesinin şartlarım daha olgun bir surette ele almak istikameti beliriyor. Eserin metnindeki tahlillerde her zaman
bu istikameti gördüğümüzü söyliyemiye-ceğiz. Saffet Korkut'un, bundan sonra ele alacağı tiyatro ve roman mevzularını ön. sözde vardığı istikamette kuvvetlo geliştireceğini umuyoruz ve bekliyoruz.
B. S. Boran
F. C. Cole’den: Çev. Medilıa Berkes: Uzun Yol, Yurt vo Dünya yayınlarından Ankara, 1Ö43. S. 78.
Dr. Medihn Berkes’in dilimize çevirdiği Fay Cooper Cole'ın «Uzun Yol» adlı kitabı 78 şâhife ve yedi bölümden ibarettir.
Girişte müellif modern milletlerin bir çok tiplere veya ırklara ayrıldığını, kültürler arasında önemli farklar görüldüğünü ileri sürer, antropoloji bilimi konusu insanin tekâmülü, ırklara ayrılış sebepleri, kültürlerin gelişim ve bugünkü, medeniyetleri araştırmak olduğunu söyler.
«İlk Adımlar» faslında insanın vücudunda ve iskeletinde bam ştavistlik karakterlerin insanla ıınthropoid maymunların müşterek bir cetten geldikleri gösterdiği belirtiliyor. En eski fosil insan kalıntıları Cava'd» bulunan Pithecanthropus Erectus’ tır. Bunun yanında hiçbir âlet bulunmamıştır. fakat Çin ve Ingiltere’de bulunan fosillerin yanında ateş izleri ve âletlerin bulunuşu kültürün ilk başlangıcına işaret eder.
Modem Irklar» faslında antropojide ırk teriminin biolojik anlamda kullanıldığı belirtiliyor. Irkları birbirlerinden kesin bir surette ayırmak mümkün değildir, çünkü m alarmda göze batan farklar benzerliklerden daha azdır. Irkî vasıfları birer birer alırsak insanlar arasmda ancak derece farkı buluruz, şu halde bütün insanlar bir menşeden gelmiştir.
«Eski Dünyada Yeni Taş Devri» bölümü eski taş devri, sonlarında çeşitli insan ırklarının Avrupa’ya ve Şimal Afrika'ya yayıldığını anlatır. Bu ırklarla beraber yemi taş devri başliüh. Bu devri vasıflandıran en önemli olaylar sosyal sa
78
bada vukua geldi. Hem teknik hem de BOByal organizasyonda geniş değişiklikler görilldii. Bu devirde cilâlı taş tekniği kullanıldı, çömlekçilik ve dokumacılık öğrenildi, fakat en mühim yenilik bitki ve hayvanların ehlileştirilmesi oldu. İnsanlar göçebe hayattan köy hayatına geçtiler, mülk sahibi oldular, alış veriş, korunma, içtimai kontrol ihtiyaçları baş gösterdi. Yerleşik hayatın vo yeni ekonominin etrafında dinî teşkilât kuruldu.
»Amerika’da Yeni Taş Devri» faslında Amerika İndianlnrıııın atalarının Asya’dan Amerika’ya geçtiklerini ve Asya-nın yeni taş kültürünün bir kısmını beraberlerinde getirerek buraya yaydıklarını görüyoruz.
«Maden. Devri» nde teknoloji’de büyük değişmeler oluyor. Taş tekniğinden maden tekniğine geçiliyor ve maden bulmak için yapılan araştırmalar ticaret hareketlerine yol açıyor.
»Tarihin Doğuşu» nda Nil vâdistade kurulmuş olan medeniyetin biiyiik ehemmiyeti var. Bu medeniyetin gelişiminde tabiî şartları», kaynakların biiyiik rolü olmuştur. Yinn Yakın Docıı’da Fırat v&di-sinde yüksek medeniyetler meydana geldi, Yunan me ieniyeti Roma medeniyetine tesir etti? Roraa- o zaman bilinen dünyayı fethetti ve medeniyetini Orta vJfcimo! Avrupa'ya tanıttı.
Kitabın kısa bir hülâsasını verdikten sonra bazı es-ish fikirleri ortaya koyabiliriz:
1 Yüksek gelişme safhasına erit’” medeniyet tek bir devletin, tek bîr ırkin malı değildir Bunda yüzbinlerce seuo içinde gelmiş geçmiş insanların payı vardır. Yardımları ister az ister çok olsun, vahşet devrini yaşı yani ar veya kudretli devlet kuranlar olsun hepsi yüksek medeniyete doğru giden yo-lun taşlarını dö-şemişlerdir. Medeniyet bütün dünyanın malıdır. ________________ * •
2. Kültür seviyesi ırl'la izzğh ,cdifte mez. Ayni kökten gelen /Snerikıjı yerlile
rinin kurdukları çeşitli kültürler birbirlerinden seviyece çok farklı ve değişiktir.
3. Kültürün gelişmesinde daima bir hız görülmektedir. Her yeni kültür çağı eskisine nazaran daha kısa bir zaman içinde terakki göstermektedir. Muayyen, müşahhas bir cemiyetin kültür tarihinde gerileme görülebilir, bazı kültürler inkıraz bulur, fakat dünya medeniyeti bu mevzii tesirler altmda kul miyar ak umuma bir determinizme tâbi olarak aldığı hızdan kaybetmez. Kültürde temadi görülmektedir. Bir icad kaybolmaz, yalnız yeni bir madde keşfedildiği zaman eski şekillerin, yeni maddelere tatbik ve yeni şekillerin icad edildiğini görürüz. Kültürün (cn geniş mânasında kültür, teknik ve sosyal organizasyonu da içine alır) tekâmülünde umumî bir istikamet vardır.
4. Her bir cemiyetin gelişmesinde diğer cemiyetlerle olan temas ve münasebetlerin mühim rolü var. Bununla beraber
•ayn ayrı cemiyetlerde birbirlerinden müstakil olarak ayni yenilikler, ayni değişmeler vukua gelebilir-
Bütün bu saydığımız noktaların kül-tiirüfc (yine guniş mâna- i ı) gelişmesini ayıl ulatmak, vasıflarını belirtmek bakıcından önemi vardır. Fakat bizce kitabın en mühim vasfı insanı ve cemiyetinin te-kârr.ülünii realist, tablatçı görüşten ele almasıdır.
İnşan tabiatın bir parçasıdır. Üâhi bir menşeden gelmiyor. O da diğer hayvanlar gibi eyılim safhalarından geçerek, bundan binlerce sene evvel bugün gördüğümüz en mükemmel şeklini alınıştır vc insanın sosyal tekâmülünü izah etmek için de tabi-at-üstü izahlara lüzünı yoktur. İnsanın menşei hâkkındaki bu natüralist ve l Atiist görüş’’bîsri insanı daha objektif bir tarzda tcıkike götürüyor.
»Uzun Yol» un tercüme edilmesi bir kazançtır. Bu küçük kitaptan antropoloji, ılrıblojli sosyoloji, tarih talebelerinden ırıtıaıla uruftmi bil^eriıjfc perspektif ver-
79
inek ve bilgilerini daha geniş çerçeve içine yerleştirmek istiyenler de faydalanabilir. Ayni zamanda antopoloji gibi yeni vc fakat insan kadar eski bir konuyu işleyen bir bilimin alanının ne olduğunu uzun tetkiklere girmeden öğrenmek istiyenlere bu kitap insanlığın tarihi hakkında kuş bakışı bir görüş verdiği için, antropoloji bilimini ^opülârize etmeğe yardım etmiş oluyor.
Kitabın lisanı sade, bununla beraber İlmîdir; gerektiği yerlerde İlmî tabirler kullanılmakla beraber bunlar can sıkıcı sayıda çok değildir. Bilâkis, «Uzun Yol» u en kısa bir zaman içinde ilk sahifeden son sahifeye kadar biz azalmayan bir alâka ile okuyabiliyoruz.
Zekiye Eglar Etnoloji- asistanı
Adımlar'a gelen ve tahlil edilecek eserler:
Ömer Faruk Toprak, insanlar (şiirler), 1943.
J Koth'dan çev. Bilrlıan Arpad, Eyub, A. B. C. Yayınlarından, 1943.
Yazımızın fa-zlalığındnn dolayı «Köyün İçinden» sayfamızı gelecek sayıya bırakmak mecburiyetinde kaldık; iizür dileriz.
TÜSTAV
ADIMLAR
i Sahibi ve Neşriyat Müdürü Dr. Behice Sadık Boran
Abone : Altı aylığı 150 krş. ; yıllığı. 300 krş.
Adres: Artımlar. Posta Kutusu öl, Ankara
İIÜSAW WâBf
MAN
I tali ye Perakende t ılis Aksaray ve Urf
D! RA
C/
Edime Peynirleri Ayvalık, Edremit.
I
e
ılgını: Hüsamettin . Yenıiıal
Ankara
ALİ RIZA YEĞEN
telife Cari H KRAMİI it, 3 Mayıs, kleriude yap p İKRAMb liralık =
ILALlM ŞAPÇI
Zeytin, zeytinyağı, sabun ve her nevi fiâde yağlar, peynir vesaire satı evi
OSMAN ANTEBLİ VE İSMAİL BEKRİ
BAKKAL
Toptan ve Perakende Şen Tccimevi Yeni HaJ No. 2(1 - Ankara
Tel No. 1991 Telgraf: Yeni Hal Osman
Kuruluş ta. 1929, Sicil No. 3551
ALİ PERÇİNEL VE KÂZIM BEKÇİN EK |
Ticaret Evi
Zeytin, zeytinyağı, sabun ve hernevi sâde i* yağlar, peynir vesaire toptan satış yeri jj Kooperatif arkası Ali Nazmi Ap. No. 1/2 V Tel Na 3153, Telgraf; Ali Kâzım £ Siea No. 1912, Kuruluş 1930 s
OSMAN ÖZKAL
Kayseri Pazarı
Yumurta ve hernevi Bakkaliye toptan Ticarethanesi
Tahtakale Caddesi Susanı Sokak No. 29
ANKARA
Kayseri Pastırma Pazarı
Yeni Hal No. 21
Tel No. 3975, SieU No. 2007
Kuruluş tarihi : 1930
; asını zanıe
Sadak Boran
. Cumbonle luınpheryn ilimi Ziya Ülken mar
ol Günü r S. Şcnyllrek) hiçe S. Boran)
— Hüseyin Rb. Psikolojisi Kuranlar ( S. Eglar)
iyinde» : Ankmd t Temsil Bi yanlar : Muzaffer Şe
Saffet Korku- *
Çev.-Mhdiha
Yeni 1 gi Teorisinde Kanun
Musik
Adimi
re Cemiyet
■’lH Hıımnntgma
Eski 4 kadas (Hikâye)
İÇİNDEKİLER
r, sanat cemiyet içindir
Romanı
Ankaj Üniversitesinde bir konferaıuı : Halk vb şJ
• •
Adımlan Beğeniyorsanız
Abone olunuz, Abone bulunuz
Gelecek Bayılaruunda:
Kültür Otarşisi.
Durkheim - Ziya Gükalp Sosyolojisinin Tenkidi. Ankaramızda Bugünkü Fikir Cereyanları. Şehir vo Köy Anlayışında İkilik.
Terbiye ve Meslek Seçimi.
Hangi mânada Milli ilim ?
Memleket Gençliğinin Sosyal Psikolojisi Shakespeıırc'in Bir Tahlili.
..Modiuınr SosVal Psikolojisi.
psikolojisi.
TüiŞ',%,——gg
vay, Stainbeck.
: Kokusu»
■l;:; W‘-
neft mı ı
psitalo ı
miyefi
— ■
tınılar için öl Makaleler,
(vardığı ve kî («■kur.
>ug'iinl«i k eJıurn-
re.nme psikolojisi hal ınıla bir ide, vazıh bir dille, liiilt bayatımızda pru
.öbiytıhnda rnard Shav
Ter Şerif Başoftin te hazırlaıııulituıUr. ıı öğrenime alanında ı neticeleri hülâsa ec
yakında
TÜSTAV
ADIMLAR
Aylık Fikir ve Kültür Dergisi
W—■
YIL: 1 HAZİRAN - 1943 Sayı: 2
«Sanat Sanat İçindir» «Sanat Cemiyet İçindir»
Dolambacı
Belıiee Sadık Boran
Sanat, sanat içindir; saııat cemiyet içindir hükümleri ateşli taraftarları olan ve bir türlü halledilemiyen meselelerden birini teşkil ediyor. Halbuki bizce mesele böyle bir zıt hükürrç birbu-mc hasım iki iddia halinde ele alınacağına, gerçekte vaziyetin ne olduğu, hâdiselerin nasıl cereyan ettiği noktasından hareket edilse, daha verimli, gerçeğe daha uygun neticelere varmak mümkün olurdu. Sanat İşerinin ve sanatkârın faaliyetinin tetkiki bir taraftan sosyolojiyi, diğer taraftan psikolojiyi ilgilendirir. Bu ilimlerin beniiz katiyete erişmediği, bunlarda kimya, fizik, v. ilimlerde olduğu kadar da ittifak mevcut olmadığı, bilâkis i itilâflarla ayrıldığı söy lenebilir ve doğrudur! Fakat ihtilâfla ra rağmen bugünkü psikoloji ve sosyolojide belirmiş noktalar vardır w gittikçe biriken psikolojik ve sosyolojik bilgi hâzinesi öteden beri devam edip gelmekte olan, geleneğin verdiği itiber ve ve-kan taşıyan bazı • saalı inançları, gülüşleri, fikirleri şimdiden baltâîâfnifctndır (Meselâ tabı beşerin değişmezliği, zihnin psikolojik melekelere ayrıklığı, sosyal..hadi— selerin maşerî vicdandin doğduğu, sosyal tekâmülün tedricî olduğu fikirleri’ illi.'» Bu hususlarda verileli? hiik Haber, varılan
neticeler sanatuı tahlil ve tenkidinde karşılaşılan meseleleri de ilgilendirir.
ilkin, sanat, sanat içindir hükmünü alalım ve bu hükmün tazııınmiin ettiği mâna veya mânalardı dayandığı psikolojik ve sosyal faraziyeleâ bugünkü sosyolojik ve psikolojik bilginini ışığında inceliyelim. Bunu yaparken aynı zamanda sanatın sosyal mahiyeti ve sanatkârın faaliyetinin psikolojik mahiyeti meselesin varacağız.
Sanat, sanat içindir hükmü iki taraflı bir iddiaya dayanır. Birincisi, sanatkâr eserinde kendi hususî hislerini, ruh hallerini ifade eder. Sanatkâr, içinde yaşadığı cemiyet şartlarını, hayat şartlarım ifade etmekte alâkadar değildir ve bunlarla uğraşmak onun işi de değildir. Sanatkâr eserinde bir tez. bir hayat görüşü de gütmez ve plitmemelidir; o zaman eser «propaganda! olur, sanat kıymetinden kaybeder. Eser, saf tpıırej sanat eseri olmalıdır. Sanatkâr. diğer insanlarla müşterek olan, herkesin iştirak elliği veya edebileceği, htflmtDİİeccğİ'ffisleri, rıh 'hâllerini do ifade etmez. Sanatkâr daha duygulu, diğer in «anlardan dalla ayırt edidİ bir insan ol-ıluğundân o bankalarının doymadığını duyar; onda kcudi sanatkâr ın ianenun icabı benzeri olmıyan ferdî ni₺ halleri, duygula
38
rı vardır. Sanatkârda Güzel'i duymak hassam vardır; eserinde bu Güzel duygusunu işler. Sanat eseri Giizel’i ifade eder.
Dikkat edilirse bütün bu fikirlerin altılıda, mücerret bir Güzel tasavvuru, mücerret bir «estetik ruh hah» faraziyesi vardır. Bu mânada «estetik ruh hali», «Güzel’i duymak hassası» başka ruh hallerine benzemiyen, onlarla ihtilafı olmıyan, diğer hayat tecrübelerinden (experienccs) ayırt edilebüen nevi salısına münhasır bir ruh hail, bir tecrübe (ezperince) dır. Böyle bir faraziye, tecrit edilmiş, kendi basına bir «estetik ruh hali» nin mevcudiyeti ise, son zamanlarda çok meşhur İngiliz münekkidi Rlchards'ın (1) işaret ettiği gibi bugünkü psikolojinin tutiriadığı, bilâkis reddettiği bir görüştür. Böyle bir ruh halinin mevcudiyetini ileri sürmek eski melekeler (faculties) psikolojisine uygun olan bir görüşün ifadesidir. Bilindiği gibi, eski psikoloji insan zihnini birbirinden ayrı, kompartmanlar halinde bir takım melekelere, kabiliyetlere ayırıyordu. Böyle bir psikolojiden hareket edince, «iiğer psikolojik kompartmanlar, bölümler yanında bir de «estetik ruh hali» nin ayrı bir bölüm olarak mevcudiyeti düşünülebilir.3. Melekeler psikolojisi» artık üzerinde üurulmı-yacak, münakaşa etmeğe değmiy. cek kadar bugünkü psikoloji ilmi tarafından arkada bırakılmış, carh edilmiş bir psikoloji anlayışıdır. «Estetik bir ruh hali» nin, mücerret bir «Güzel’i duymak» hassasının mevcut olup olmadığı estetikçiler::., sanat felsefesile uğraşanların, bu hususta ne dedikleri ile halledilemez. «Estetik ruh hali» bir ruh lıalı olarak, diğer ruh MlerTgıbı. psikolojinin mevzuuna girer, o ilmi ilgilendirir. Kompartnıafi halinde, diğer ruh hallerinden tecrit edilmiş, »estetik hnl* diyebileceğimiz kendi haşini bir psikolojik hâdise var nudır.? Bu sçrımun .cevabını ancak miişbet bir ilim j olg’ak^ıuu-
111 I. A Ri« l-«âis, Priılipleî ıf I tercıy,■ tisin, 1938.
şan psikoloji verebilir: onun cevabı ,sc menfidir.
■ -İkinci iddia, sanatkârın, eserinin hitap ettiği ziimre ile alâkalanmadığıdır. Bu noktada iki ayn hâdise birbirine kanştırüı-yor: (1) Sanatkânn kendi faaliyeti ve eseri hakkındaki görüşü; (2) bu faaliyetin ve mahsulü olan eserin gerçekte ne olduğu meselesi. Sanatkâr çalışırken eserinin hitap edeceği zümre ile ilgilenmiyebilir; sırf kendisini tatmin etmek için eser yaratabilir. Eserinde şuurlu olarak hiç bir görüş, bit- tez ifade etmiyebilir. Fakat onun ruh hali içinde çalışması eserinde gerçekten sosyal şartları, bir hayat görüşünü aksettirmemesi demek değildir. Sanatkânn sübjektif görüşüyle, onu faaliyete sevkeden psikolojik saiklerle onun faaliyetinin ve yarattığı eserin gerçekteki mahiyetini birbirine karıştırmamaiıdır. Yapılan faaliyetin sübjektif ve içten objektif ve dıştan değerlendirilmesi arasındaki farkı geçen sayıdaki üim ve cemiyet nıakalesjçİM :iknin fonksiyonunu in-cçleıken >üaı»t etmiştik. Âlim için bu teftik daha varittir; sanatkânn sübjektif ba-ımından vaziyet cio alındığı zaman dahi onun hitap ettiği zümre ilo ilgilenmediğini kabul etmek güçtür. Ssnat faaliyetinin mahiyeti icabı sanatkâr ilim adamından daha fazla, çok daha yakın bir surette eserinin içtimai çevrede bıraktığı tesirle alâkalardır. Okuyucusuz edebiyat, seyircisiz ti-.■atro, dinieyicisiz musiki olamaz.
Sanat, sanat içindir diyenlerin faaliyetlerine baktığımız zauıan da kendilerinin tenakusu düştüklerini görürüz. Yarattığı . vicrin. bile kime hitap edip kime etmediği lir ügilenmiyer. kimse, neden sanat, sanat içindir iddiasını makale, kitap yazarak, Ttriiiferans'5v®^eİ:' iVfeya karşısındaki ile münakaşa ederek müdafaa ediyor? Neden karşısındakinkılkııa etmeğe çalışıyor? Değnek ki,«karşı İsraf »'üe, yani okuyucu ile, «dinleyici ite alâSzdar olunuyor. Sanatkâr-şjarın hayâ'Öarındiı da buna benzer tena-
39
kuşlar görüyoruz. Meselâ Gaugin, kendi cemiyetine küsüyor, Garp medeniyetinden kaçmak için sıcak iklimlerde bir adaya gidip iptidai yerlilerin hayatına karışıyor, orada yerli bir kadınla evleniyor. Buna rağmen eserlerini teşhir edilmek için bırakıp kaçtığı cemiyete, onun sanat merkezi olan Paris’e gönderiyor ve eserleri büyük alâka ile karşılanmayınca kızıyor (1).
Sanatkâr kendisi ister farkında olsun, ister olmasın, zarurî olarak mensup olduğu devrin, cemiyetin, zümrenin hattâ ba-zan küçük bir kliğin kıymetlerini, görüşlerini eserinde aksettirir. Sanatkâr, cemiyette değişen şartların, yeni beliren cereyanların tesiri altında ise, bunların şuuruna varmışsa, bu yeni değerleri aksettirir ve bunun için eseri hayatında anlaştlmıyabilir, takdir edilmiyebilir; ancak yeni kıymetler kuvvetlenip yerleşin >yc başladıktan Bonra, geçten geçe eseri kıymet kazanabilir. Fakat ister eski, ister yeni olsun, sanatkârın hayat şartlanna göre eseri muhakkak sosyal değerleri aksettirir. Bunun böyle olduğunu, bunun zarurî olduğunu yine bize ınilsbet ilim, etnoloji, sosyoloji ve psikolojide biriken veriler gösteriyor. Bu yeni ilimlerdeki muhtelif mekteplere, ihtilâflara rağmen bugünün salâhi-yettar psikoloğlaıa sosyologları ve etnologları arasında insanın doğuştan bir şahsiyete sahip olmadığı: şahsiyetin, sosyal şartlara, değerlere göre)teşekkül edip farklar gösterdiği üzerinde ittifak vardır. 21 Tabı beşer hakkında bugünkü bilgimizin ışığında- sanatkârda doğuştan bir Güzel’i anlama ve ifade etme hassası, .-estetik bir ruh hali» olduğu kabul edilemez. Bunun için, sanatkâr, kendini tatmin etmek ve iç
âlemini ifade etmekten başka hiç bir şuurlu gaye, tez gütmese bile yine farkında olmadan şahsiyetinin bir parçası luıline gelmiş olan, onda yerleşmiş olan sosyal değer leri eserinde aksettirecektir. Sanatkârın iç âlemi, dış şartların tesiri altındadır, Şodsân A*t, 1935 Otu, ijnson
o şart-
tU Thomas Gaven, (21 Muzaffer Şeni A:
Nizam, Adımlar, so.
ların sübjektif bir aksidir. Diğer taraftan, bir eser, dar veya geniş olsun, ancak bir zümreye hitap ettiği, onun tarafından kabul edildiği takdirde bir sanat eseri olur. Eserin sanat değerini onu yaratan sanatkâr kendisi değil, dışındaki zümre veya zümreler biçer. Esere değer biçen zümre iki çeşittir. Bir, o sahada salâhiyettar, ihtisas sahibi olanlardır: eserin çeşidine göre şairler, romancılar, ressamlar, musikişinaslar, münekkitlerdir. İkincisi eseri okuyan, dinliyen veya seyreden zümrelerdir. Bu iki gurupun eseT hakkında biçtiği değer birbirinden farklı olabilir; fakat hiç şüphe yok ki büyük sanat eserleri mütehassıs zümresini aşan, daha geniş zümrelerin de beğenip kabul ettiği eserlerdir.
Umumi çerçeveyi verdikten Bonra şimdi burada çatallı bir mesele ile karşılaşıyoruz: bazı modem sanat cereyanlarının durumu (1), Bilhassa bu asrın başından (I) Modern sonat devresi dediğimiz ve boj-Icınaıç Tarihîni irlburi □iorok bu ovr. banndarj savdığımız bu devrede ruhtetif celiden veri cereyanlar belirmijTk. Bunlar, i İçinde, bize gerin görünen ve bugün artık cc-ju ölmûs bulunun cereyanlar olduöu olbl, kitlelerin İleri hainleş ıi duyarak onlarla beraber ilerlivcrr. onların şapelini Temsil eden, buoi ün sonar kudretine sehadet eden sanor cereyanım ve sanatkârlar do vardır. Diâor ıcroftan. bugüne., sanaldaki realizme ayer uvduraımvon, imtiyazlnramuhafozakâr bir zümrenin himayesi al* ■ - ı- ı ve o zümreyi tatmin etmek için kalıplaşmış sek ı. içinde, dünyanın gidisinden uzak eski yollarına devam edenler de vordır. Bizi burada Hallendiren ineselo. sanalın sos-volifedesi ve fonksiyonu olduöu İtin, modern sanatta, cemiyetle alâ-kasivok’nut olmazmış olbl oöcünen, onlosılmıyan cereyanların ve eserlerin neyi ifade ettiği meselesi
II® karşılaştık ve Onun için bu çeı - eserler ûzeıln-dürdA Yıjfeerm'otfefn sanal devresinde asıl mühim olanksı, bayie garabetlere, Çıkmazlara sapon-'far de^il, faket sonat'mesafesini hık söndürmeden, hattâ daha parlak olarak yarına geçirecek alan, daha geniş ceı^vot çerçevesi,He baölannı hiç 1 kOvbefiHveh haMk: büyük sanal kürlerdir. Dergiyi içirtsin, r-'zln daha so/ral^ sovıladjnd/bu sanatkarları ta-I . 4Bh rnıtocoffiz. i W/
✓ k-z X X Jk ▼
40
beri muhtelif sıınat şubelerinde, romanda, şiirde, resimde, musikide muhtelif «...isim» lerie, sanat mektepleri Uç karşılaşıyoruz. Bu mekteplerin bazılarının ortaya çıkardığı eserler karşısında bugünün seyircisi, okuyucusu ve dinleyicisi çok defa nfaUıyor. Eseri anlamıyor. Bazılan anlamadan, sanattan anlıyor diye geçinebilmek için kör bir hayranlık duyuyor, banlan da saçma, böyle şiir, böyle resim olur mu? deyip sanata arkasını çeviriyor. Resimde, muhtevanın, «temsil» in (repsantation) ehemmiyetinin inkâr edildiğine rastlıyoruz; resim diye ortaya tecritler, bendesi şekiller konuyor. Şiirde, mantıkî teselsülün, şiiri fikri olarak anlamanın mühim olmadığı iddin ediliyor ve hakikaten de modern şiirleri aklî olarak anlamağa, onlardan mantıkî bir mâna çıkarmağa çok zaman imkân olmuyor. Burada resimden misal vermiyeceğimiz için biraz şiir üzerinde duralım: (Bizde açılan resim sergilerinde okuyucularimiz kendile rine garip gelen, faBan m- eşya şekillerinin tabiî mabetlerini ajriıyzn, değiştiren resimler görmüşlerdir) ıSModcrıı şiir, yalnız vezin ve kafiyeyi bırakıp, «surbesa nazımda yazılmış olmakla şiir geleneğinden ay-nlmış olmuyor; mantıkî teselsül v> mânayı rçd etmekle de ayrılıyor. Ser beşi nazım bizim genç şairlerimizin ajggjnaa da çok revaçtadır; fakat mânası anlaşılnu : > ilk okuyuşta aaçM gibi görünen şiiri i . . yaygın değ ililir ve bu vuzuhsuzluk Garp memleketlerindeki şiirlerde görülfn dereceyi bulmrıHUgttr. Modern Aikglosaltson edebiyatımın ve Avrupanın en tanınmış şairlerinden olan T. S. Eliot’tan misal olarak bir örnek vermek bu ytusu'hsıfz’uğtm derecesi hakkında, bir fikir verir. Dergimizin bu sayısındaki «Mo i. tn İnmkzSiinnde Halk ve Şair» isimli yazıda da işaret edildiği gibi, bu Amerikan - İngiliz şairinin en mühim gürlerinden biri, Bjrinci^Çüıun Harbinden .-dnrarbelrrdi kargUaBgı, tjeılT binliği, bocalamağı ifama eden j-Hmap Ülke» (Waate Lantl) adlı şiirdir. Yi&kırk küsur satırdan ijgaret olası bu şiirde şhir
Latince, Fransızca, Almanca, İtalyanca iktibaslar yapar, diğer şairlerin eserlerinden parçalar alır, iyi tanınmamış muharrirle* rin eserlerinde geçcıı hadiselere telmihlerde bulunur, haritada bulatnıyacağmıız yerlerin isimlerini verir, birden bire Fenikeli bir gemiciden, onun akıbetinden bahseder. Madame Sosistria admda meşhur bir falcı mevzuun içine sokulur, hamli şair okuyucunun dikkat ve sabrım iyice yıpratır. Bu meşhur, uzun şiir şu satırlarln sona erer: (Jııando fianı clıelidon-o sawllow saıvlloıv Lo Prltıce D’ Aquitalne â lıı tour abolie
Tlıese fragments ha ve I uh.ıred against my roîns
Why tlıen İle fit you. Hieronymo*» mad agaiııe.
Dâtta. Dayıullıvam. Damyata.
Shrmtih Slıantilı slıaatih
Baş!ııngıç.tp.tiımçpir. kimin tarafından venc zaman yazıldığı btünmlyen lâtince bir ■ iirden alınmıştır, İkinci; i İngiliz şairi Ten-nysotı'dandır Sondan bir evvelle! satırdaki «Dattu, Dayadhvaın. Damyata» keliınc-rinin mânasını şair kendisi haşiyelerle , ah mecburiyetini hissetmiştir (1). Kalan d buçuk İngilizce satarı kelime mânası ile Tilrkçeye çevirirsek fiBu satırların hakiki anasını, şairin kastettiği mânayı bilip ço-■rebilmiye imkân yoktur) şöyle bir şey eydana gelir:
Quando finin, elıelidon Ey kırlangıç kırlangıç
Le Princo D’Aıjuitalıın iı ia tour abolie
Bu parçnlun yıkıntılarının sahiline yığdım İyi y» saıiâ uyuyorum işte, llieronynıo gine çılgm
Dutta. Ilayadhvıum Duınayata.
Siıanlilı slıantilı stıantih.
'Nııkajeyi-itazla. uzatmamak için bu ta-fiıınıiş ştıirin pek tarfmmış bir şiirinden I d I y. GTOes~Mfc.ev/'O modem Enc'ish Poelry, p / t V
41
nıamazlığında kasit var, şair biraz da kimden mudil, yan anlaşılır bir tarzda yazıyor. İkincisi, modern cemiyetlerin hayat şartları, bilhassa Birinci Cihan Harbinden sonra husule gelen kargaşalık, harbin bitiminden beklenen ümitler suya düşünce bu vaziyetin fertlerde, şairde, doğurduğu iç huzursuzluğu fertleri kendi içlerine kapanmaya, kendi iç âlemleri, ferdî, hususi tecrübeleriyle fazla meşgul olmıya, dış realiteden kaemıya. götürüyor. Kendi kendisiyle fazla meşgul olan şair, gürlerinde başka insanlarla müşterek olan tecrübelerinden ziyade hususi iç âleminin başkalarmkine ben-zemiyen cephelerini işliyor ve bunun için de başkaları tarafından okuyucu tarafından anlaşılması güçleşiyor. Buhran zamanlarında, güçlükler karşısında fertlerin realiteden kaçmaları, kendi içlerine kapanmaları yine modern psikolojinin tesbit ettiği ilmi bir hakikattir.
Bu çeşit şiirler kime, hangi zümreye hitap ediyor, sualine gelince, bu şiirler anlaşıldığı, (l'.itap» ettiğı uısbctte şairlerin kendi küçük zümrelerine, sanat münekkitlerine. lhtisadİBşmıs dar bir zümreye hitap ediyor. Hiç anlaşggW$ kısımlar ise ancak yine şüri yazan şairin! kendisine hitan , r, yani o noktalarda sanat ezeri olmak vasfını kaybediyor; o noktalarda şairin ’ış âlemle bağı kopmuştur.
Modern cemiyet sarflar: nuı bu iki kolit; modern sanata tesiri menfi neticeler dtoğu^H tesirlerdir. Modern şiirde ve diğer t t lıırda görülen vuzuhauzluğun bir de müsi.et bir mânası var; bugünün cemiyetlerin n mudil, hareketli, makineye dayanan şartları altında insanların geçirdikleri tecrübeleri sanatta ifade edebilmesi için eski . : t'. ' üt’eri, geleneğe uygun şiir tarzı
bu misali vermekle iktifa ediyorum. Şiirin hepsini vermeden sade sondan birkaç sanrı almak şüphesiz şaire haksızlık etmektir, fakat şiirin hepsi okunsa bile bit altı satırdan mâna çıkarmanın güç, hetn pek güç olacağı hakkında okuyucularımıza bir fikir verebilir sanıyorum. Biraz evvel işaret ettiğim gibi, bizim bazı genç şairlerimizde görülen vuzuhsuzluk temayülü bu derece sivrilmiş değildir, fakat hiç değilse geleneğe uygun şiir tarantı alışkın okuyuculara garip, saçma görünen sürrealist şiirler bizde de neşredilmiştir,’ Modern şiirin bu anlaşılmazlık vasfı karşısında şu iki sual önümüze çıkıyor: eğer sanat eseri, binaenaleyh şiir de, sosyal şartlan ifade ediyorsa, modem .şiirdeki bu vuzuhsuzluk ııeyifı ifadesidir? Mânası anlaşıhniyalı §iir neyi ifade edebilir? İkincisi, sanat eseri muhakkak bir zümreye veya zümrelere hitap etmek zorunda ise, bu anlaşılmıyan şiirler kime hitap ediyor? Onlardan kimler anlıyor?
Modern şiir-l / şuhsuzluk ■ ;
şeyi diğer sanat şubeüvti için da söyliye-biliriz - yazıIdıklstriiMunaşın sosyal şartla-rmın kanşıklıjml, Vumhsuzluğ;:.’iu, bu şartlar altında ferdin içine düştüğü pişkinliği, istikrarsızlığı ifade ediyor. İr.:-, iliz sanat münekkitlerinin belki en meşinim olan Richards, yukarıda misal olarak aklığımız şiirin «biitürrbir neslin bozgun: ifade ettiğine işaret ediyor. Yine ay® eser için diğör bir münekkit şöyle diyor: iO, devrinin sadece bir vesikası değil, fakat en mükemmel vesikasıdır. Gayesi, b bir neslin, harbiniardında bıraktıkların:; : variis eden neslin mürekkep zihniyetin—, bir tablosunu çizmektir.» (1) Sosyal şart-' lar iki koldan tesir ederek şiirde . ve diğer „.umL D-___o- -Ja___ 7-
satıatlarda - vuzuhsuzluğa sebep oluyor: kâfi eo]n)iyorfYcnrre^yet şartlarının ifa-O, . ♦ ™™ı ...... ™ __ ...ni ı„jtn|M«ffcin geliştirilme-
Miif icap ettiriyor- Modern sanatta görülen çeşit çeşit cereyanalr, bocalamalar, kan-bugüııkiLncmiycpe uygun sanat ifâdesini bulmak için yapılan de ııenglerdir, eeşîtyçe.şi’ sanat mekteple
/\ V
Birincisi, sanat sosyal şa rtlarııfâdc ettiği için, karışık, çok taraflı, fert tarafından anlaşılması güç şartların ifadesi olan şiir de aynı vasıflan taşıyor ; şiirli 8u anlaşıl»
42
rinin çoğu tkinci Cihan Harbinden biraz evvelki senelerde ölmUştiir, fakat geçirilen bocalamalardan, yapılan denemelerden milebet neticeler kalmıştır. Artık eski sanat tekniğine, tarzına dönmek mümkün değildir. Eskiye geri dönmeden, kargaşalık nisbeten durularak bir istikamet almış ve sanat tekrar daha geniş halk kitleleri ile irtibatı temin etmeğe başlamıştır. Meselâ, yukarıda kısaca ele aldığımız T. S. Eliot bile artık anlaşılabilir eserler veriyor. Şiirin tekrar, halkla, daha geniş kitlelerle, kaynaşmasına konferansım bu sayımızda hulâsa ettiğimiz Prof. Humplıreys de işaret ediyor.
Cemiyet şartlarının sanatkâr ve sanat eseri üzerine olan tesirinin bu kısa tahlilinden çıkan netice şudur ki, içtimai şartlar mekanik bir surette, mekanik, tek tarafh bir sebep-netice münasebetile sanat eserini ve sanat hareketlerini tayin etmiyor. Sanat sosyal şartlan aksettirir derken, aynanın dış ardaki eşyayı aksettirmesi nevinden mekanik bir. akis, bir ikinci kop-ye kastetmiyoruz. Faal, dinamik unsur, insanın kendisi, giriştiği faaliyetlerdir. Muayyen hayat şartlan, o şartlar altında yaşıyan insanlarda muayyen çeşitlerde ruh halleri, fikirler, hisler doğuruyor. Bu şartları ve doğurdukları ruh hallerini duyan sanatkâr, kısmen gayri şuuri olarak fakat kısmen de şuurlu, kasitli olarak bu şartları ve husule gelen psik. >Ioji(■; halleri eserinde ifadeye gayret ediyor. İyi ifade edebilmek için yeni teknikle: va
sıtalar, yollar arıyor, buluyor ve bunları eserinde deneyor. Muvaffak olan, yani eserleri daha geniş cemiyet çerçevesinde tutunan., okuyucu, dinleyici veya Seyirci kitlesine hitap eden sanatkârların kullandıkları teknikler, vasıtalar kendi sanat şubelerinde yayılıyor, o şubelerin sanat tekniğinin, geleneğinin bir parçası oluyor ve maziden gelip biriken sanat mirast ile beraber gelecek nesillere geçiyor. Sanatkârın büyüklüğü, cemiyetin sanat mirasına ilâve ettiği bu hissenin kalitesine ve mikyasına bağlıdır.
Bugünün büyük sanatkâr yaratmadığı iddiasını yalanlıyan böyle büyük sanatkârlar bugün de vardır. Son yarım asrın karışık sanat durumunda yolunu kay-betmiyen, cemiyetle, kitlelerin hayat ve duygusu ile temasını kesmiyen, bugünden yarına büyük sanat yaratıcıları olarak geçecek sanatkârları dergimizde tanıtacağız.
Böylece, Banatın sosyal şartlarını, âmillerini kabul etmek, sanatkârın ferdî kıymetini, oynadığı rolü, küçültmek değildir. cSanat, sanat içindir», . Sanat, cemiyet içindir» ikiliği, kökünde, daha umumî olan fert ve cemiyct^kiliğinin, artık eskimiş, gfiyri ilmi dıyebüeceğimiz mekanik İçtimaî 4C- rminizm. görüşünün kanat sahasındaki '.ozahürüdiir. Bugünkü sosyolojide hâkim olan göriiş, fert ve cemiyet diye birbi-riyle kabili telif olmıyan. iki ayrı varlığın (eııtite) vo mekanik, tek tarafh illiyet! ta-zammun eden eski görüşün hatalı olduğudur.
Bu makale Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih - • Coğrafya Fakültesi, Fransız Dil ve Edebiyatı Enstitüsü direktörü Prof. J. Camborde tarafından Adımlar) için yazılmıştır. Prof. Camborde gelecek yazılarında bugünkü Fransız içtimai romanının karakterini verecektir.
Bugünün Fransız Romanı
Prof, Jean Camborde
( Ankara Üniversitesi
Bugünkü edebiyatın tarihini incelemiş olan tenkitçi yahut tarihçileri rahatsız eden şey, ellerinde muayyen bir sınırın bulunmaması olmuştur. Bunlar bu yüzden fikirlerini emniyetle ileri süremiyor; eserleri de son bir mükemmellikten mahrum kalıyordu. Araştırmalarını, bugünde durdurmak zorunda olan bu müdekkikler, hareketlerinin keyfiliğini vuzuhsuz bir şekilde hissediyor, neticeler çıkarmaktan çekindikleri gibi, faraziyeler yürütmekten de kaçmıyorlardı. İşte bu gkraflarilcdir ki tenkit sahasında kalıyorlardı. Zira tenkid, çok kere, istikbalin koltuk değneğinden mahrum topal bir tarihten başka bir şey değildir (1).
Fakat şimdi sınır tarih bulunmuştur, incelenecek devrenin seçimini olayların kendisi tayin etmiştir. Kronolojiyi, tarihi olaylara bas olah amanslzlıkla takip eden, işte bu olaylar olmuştur. 1939 da, asrımız da ikinci defa olmak üzere perde cihan dramı üzerine açılmış biri 1914 -1918, öteki 1939 da vukua gelmiş olan o iki kanlı hercümercin arasında, tarihin sınırladığı bir insanlık parçası, yani edebi hayat parçası, tetkikimize kendini ırzetmektedir.
Şimdiden şu nokta da muhakkak görünüyor ki, harbin insanlar üzşrmc vurduğu darbe ile askerî mağlubiyet ve va-
tan topraklarının işgali, Fransa'da roman nevinden eserlerin kaynağını bir zaman için kurutmuşuur. Bu sütunlarda çıkmış olan pek dakik bir inceleme (2) şiirde durumun böyle olmadığını gösterdi. Romanın şu farkı vardır ki, kendi üzerine kapanmış olmıyan roman, gelişmek için hürriyete muhtaçtır, halbuki şiir, sade ve vasıtasız bir tepki, şuurlu bir işlenmeğe ihtiyaç gösterebilen kısa nefesli bir elem haykırmasıdır, roman işe, daima uzun nefesli bir eserdir; şiir, isterse konusunu örtebilir ve sembol kullanabilir. Halbuki roman yüzü açık olarak yürür ve hayatı, elden gelen en büyük samimiyetle tasvir eder. Şuna şüphe yoktur ki, bu felâketli devrimizin kroniki ile romanı Fransa'da için için pişmektedir, ve günün birinde istilâya] uğrayanların başlarına gelenlerle, zulüm görenlerin isyanını yaşatan romanlar, Zola’nm 1870 harbi haklımdaki «La I>cbâc!a»ma, yahut da son harp hakkında Maxenöe van der Mersch’in invasion 14s adh romanına benzer eserler göreceğiz, yah^r isterseniz Türk roman çevresinden misaller alarak söyliyelim: Halide Edib'in «Ateşten Gömlekr ine, yahut Yakup Kad-ı'i'üiıı»Yaban- ma benzer eserler göreceğiz. Faknt bngün henüz gelmemiştir. Gelince, görüşlerin değişmiş, evvelce başlanılmış hareketlerin muvaffa^öTathamış olması, yeni cereyanların doğmuş olması karşısın-
av
44
da gaşmamalyız; onun için 1918 - 1940 devrini, doğru olarak, bir bütün teşkil eden, ayrıca bir tetkike konu olabilen bir devir olarak alabiliriz.
mek için mevzu fazla geniş, haber alma unsurları fazla kifayetsiz, araştırmalar da o nisbette gilç ve zaruri olarak, natamamdır, Bu usullerin son yıllarda sebep olduğu münakaşalar, herkese, bu husustaki durumunu bildirmek fırsatını vermiştir (3). Bizce tam mânasında bir tarihçi iddiasile çıkmamakla beraber fakat merhaleleri gösteren işaretler koymak, bir anket yapmak, yabancı okurlara rehber olmakla iktifa etmek gerek. Bizden sonra geleceklerin muhakkak yanlış diyecekleri muvakkat hükümler vermek, ayni zamanda da bu balta girmemiş ormanda dallan budaklan kesmek, içinde ilerideki araştırmalar için yollar çizmeğe tesebbtls etmek, işte maksadımız budur; tabiî, Sainte-Beuve’in, mahviyeti! görünüşü altında, ihtiraslı olan, sözünde ifade edildiği gibi, tenkitçinin hikmeti vücudu, herşeyden önce «başkalarına okumağı öğretmek» ise...
İncelememizin konusunu teşkil eden maddenin içinde bir takım çalışmalar bazı yolları açmışlardır; bunlar, bir plân çizmek hususunda, bize yardım edebilirler. Bu mesele ile ilgilenmiş lritap yazanlarla, tenkitçilerin takip ettikleri türlü yollan bir-lıirile karşılaştırırsak, bunlarda müşterek noktalar bulunduğunu tesbit edebiliriz. Açıkça pedagojik temayüller taşıyan bazıları ananeden gelen taksimatı kabul etmiş, gittikçe daha hareketli ve sınırsız bir hale giren roman nevinden, .şimdiye kadar tanınmış şu tâli nevileri kabul etmişlerdir: Tahlil romanı, sergüzeşt romanı, regiona-list (yurdun muayyen bir köşesini canlandıran roman), «tetik teman (4) başka bir
Edebî hayatın doğrudan doğruya hayata intibak ettiğini kabul edersek - ki bu, roman nevi için, öteki nevilerin hepsi için olduğundan, daha doğru göriinüyoıf - bu devir geçici muvazeneli, tehditlerle dolu bir devir olarak görünmektedir; bu zamanda milletlerarası istikrarsızlığın derecesi millî sükûnetin gafleti ile rekabet ediyordu; ekonomi alanında son derece had bir dünya buhranı kısa bir aldatıcı refah çağının hemön arkasından geliyordu: estetik na-zariyelerle taşıyor, doktrinlerle doluyordu; kapalı mektepler çoğalıyor, öte yandan da siyasal ve sosyal sahada ideologia-lar karşılaşıyordu. Onun İçindir ki bu gürültülü çeyrek asn araştırmak güç bir iştir. Zira tarihçilik edebümek için insanın elinde konu olarak iyice sınırlanmış bir devir bulunması yetmez, ayni zamanda o devrin zamanca bizden uzak olması lâzımdır. Bugünkü edebiyatların müşterek bir bir karakteri, bunların zenginliği, ayni zamanda da şaşılacak derecede mudilliğidir. Naturalizm vo sembolizmden itibaren Fransız edebiyatı, öte yandan da. Ingiltere-de Viktorya devrinden sonraki aksülamcl edebiyatı, teşebbüslerin türlil türlülüğii, yeni fikirlerin bolluğu, temayüllerin taş-kinliği, nevilerin birbirine karışmış olması, tekniklerin yenilenmesiyle insanı şaşırtmaktadır.
Afallıyaıı araştırıcı, basit ve pek kolay taksimler zamanlarına eskiler, yenil.r; takımları, tecessüs uyandıran, umulmadık klâsik, romantik, taksimatının Mliteber öîğ” duğu zamanlara tahassürle bakar. Tenkitçi
(31 Cf. Ph. Van Tıeçhcı "Tendanceı novvel-
uugUAUiıaııiıUcL uuicumıııu uontu.
Albert Thibaadet’nin dostlarına dediği gibi, - -; -^ıre '■»»örOo... Rı. s, .1929, «şimdiki devir karşısında İnsan ne yapacak ° C
ğını pek bilemiyor... Bu, kalburdan, geçmemiş bir edebiyattır... Sadece bir şema ile iktifa etmek lâzım Üstelik, Gustave
Lanson'un vş Danicl ^JörnetTİIe birlikte Fransız mektebimin tesbit ettiği Bdebryat tarihi usullerini poğrı^olaraij tatİ^,ct-
Ter • teMre?... B'i aserdo, SDİnoarn tColombic •Uateh.D,. Mofnşl iSorbOftliel. 8. Föy (Clermonl ■ nnej, Forlnolll (Turtnl, Dranomırescu ve Cysorz'ın vo Rus "formoliv,, oku-lunun tezleş incelanrıe-.laö.l*'.
|4| Asra Bl'y* 'J'lote'jus frcnçoîse coreom-gcrcılre./ ırişjt A /■
lu
bir başlığa olan meyle kendilerini vererek yeni bir tasnifi kabul ediyor. Gidilen yolların istikametini göstermeğe gayret etmekle beraber, bu yolların tenevvüii karşısında rahatsızlık duyuyorlar (5). Aralarında bir tanesi. - en ince, vo cn iyi haberdar olanı - roman nevinin mekteptik tasnifini terk ediyor ve eserinde ayni zamanda, muvazi olarak şiirde, «essai» de ve romanda kendilerini gösteren estetik hareket ve temayülleri tetkik ediyor: Bu empresyonist okur, eğer en son zamanlarda, ferdin romanı, taşranın (eyaletin) romanlara, cemiyetin romanları, cihanm romanları, muhayyile romanları, mukadderatın romanlara gibi bölümlerle, eserini tamamlamamış olsaydı, onun zekice dokuduğu neşe içinde yalnız başına roman meselesini kavrayan çerçeveyi meydana çıkarmak biraz güç olurdu (6). Başkaları, büyük bir isime, o ismi bir yere yerleştiren bir formülü yapış-tırnaktan zevk duyuyorlar, meselâ, Prount yahut zevkin mucidi, Paul Valery yahut sükûtun sesi. Antirc Gide yahut arzunun zaferi, gibi. Fakat bu [masum oyun, meseleyi etraflıca, kavramağa yetmez (7), çoğu için de, kronoloji zemini üzerinde çalışmak zor oluyor; bunu yapanlar da^mcsııliyeti kendi üzerlerine alarak yapıyorlm Şûr.-ii, önümüzdeki bütün-ü devrelere ayırmağa teşebbüs etmek daha kolay olmuştur
Birinci devre, yani harp sonu devresi. Thibaudefnin tabirile yeni «yeManıı b-lirdiği, bir ur aştırma devresidir - e 1916 den 1925 e kadar gider. Bu devrede hiç bir şey öğrenmemiş, hiç birşeyi unutmamı-;, fakat yakında yerlerini başkalarına bırakacak olan bir kaç eski üstadın hâlâ yaşamakta olduğu görülür. Sonra, bir nevi tasasızlık, kolaylığa doğru bir meyil,- .ayini zamanda da. fırtınadan sonra edebî lâlemin,
(S Albsıı Thlbeudr-1
ror.CTİse en 1789 i nt» lOurn sp/iş».Jj.toçk. .»jo,
16) Ren4 lolou^^^oaıonTr!-cr’s Jet .
Pcvis, Presses Un’v. 1941. ®
17) Berno-d F-oıtcaisŞ’
TOS) Paris, Ed. KrcSn929. W
dünyanın tepkisini taklit eden tepkisinden başka bir şey olrnıyan bir kaynaşma, bir bolluk müşahede ediliyor. Bu araştırma d-ı »-resi endişeden büsbütün kurtulmuş değildir: bunda, yeni bir «asrın derdi» nin baş gösterdiği görülür; bundan öncekinin yüz yıl önce Napoleon savaşlarından hemen sonra gelmesi gibi cihan harbinden hemen sonra gelen bil «dert» belki nyni aha sebepler yüzünden vücut bulmuştur. Bszı romancılar bunu tahlile muvaffak olmuşlardır, meselâ, «Les Enfnnts du Sicclc» de Andre Lamaudc'nin ve bilhassa Mareei Arland’m, L'Ordre adlı o pek güzel romanda yaptıkları gibi... Sonra 1925 den 1930 za kadar, sükûnete, bir sulh ve istikrar devresine, bir nevi uslulaşmağa, ananeden gelen sanat şekillerine geri dönmeye şahit oluyoruz. İşte o zaman bir ölü noktaya varılmış oluyor ve umumiyetle edebiyat hareketinin, hususiyle de roman hareketinin hangi istikameti alacağını haber veren hiç bir şey görünmüyor. Fakat ~.->k zaman gemimden,,gaşlangıçtaki sırf estetik endişe yerine başka bir endişe geçiyor; harp sonrasının illi senelerinin tasa-sızlmı körlüğü yeril» gittikçe büyüyen I. ir huzursuzluk geçiyor. O zamanlar kulla-ınlaıı ve kimsenin dilindin düşmiyen «buhran» kelimesi ayni zamanda iktisadi dıır-gıınlnğn otoritenin sukutunu, ve sanat ve edebiyat değerlerinin düşmesini ifado ediyor. 1930 a doğru, bu tesirin altında felâ-’ itin duygusu hattâ şuuru fazlalaşıyor ve il müstakil yazarlar, ferdiyetçiliğin en ıviz kabul etmez mHdB fileri, yahut «Fildi-i Kulesi» taraftarları cenk meydanına inmek ihtiyacını buyuyorlar. öyle ki, 1930 JjUji 1940 a kadar giden devir, bize kısa bir znmnn irinde, sanki herşey sürat ritmine uymuş gibi, modern dünyanm 17 inci ve 18 inci asırlar atasında yavaş olarak arz ettiği tekâmülü çabuk olarak arzetmekte-dir. Ders kitapları bize, on dördüncü Louis zamanının eserlerinde en son gayenin ss-nat ye g&ellite; filoîSTlar asımın esorie-nnde r-e sösyalwe sansal doktrin olduğu-
46
araştırma ve için için oluş
durgunluk ve klâsik tepki
savaşçı devre; bunda tezli
nu söylüyorlar. Burada da ayni: Her yazarın kendi inkişafında, istidatların yerlerini yenilere bırakmasında ve günü geçmiş yazarlar yerine gençlerin geçmesinde hep, ilgisiz ve sırf estetik bir noktai nazardan, bir taraftar hattâ savaşçı noktai nazarına geçişi müşahede ediyoruz. Hasbî sanat, sanat için sanat, daha doğrusu roman için roman yerini bir fikir, bir doktrin yahut bir parti hizmetinde bulunan romana bırakıyor. Roman bir kürsü oluyor. Halbuki bu, tiyatronun bir imtiyazı sanılıyordu; roman kahramanı artık muayyen bir zihnî durumu temsil ve terennüm ediyor. Kimi, Leon Bopp gibi (8) söylenip duruyor; kimi A. Malreauz (D), Aragon CIO), Jean-Paul Sartre (11), Paul Nizan (12), Loubc Guil-loux (13) gibi savaşıyor; bazısı, sonradan o nîsbette muti ve köleliğe hazır olmak üzere, şimdi isyan ediyorlar. Meselâ: Mont-herlant ve Drieu la Rochelle (14) gibi kayıtsız duranlar pek azdır. Mamafih bazıları Jules Romains (15) gibi, zamanlarının kronikmin hiç olmazsa zahirî tarafsızlığı arkasına saklanıyorlar, bazıları, şaşmadan, kendüerine çizdikleri yoldan gidiyorlar,| aktüel olana yüz çevirmeğcMayret ederek, «Les Thibault» adlilerini Vcruıç^dçyam eden Roger Maitrı du Gard (16) gibi; bazıları da arkalarından regionalisme’in, yeşil ve parmaklıklı kaplamı istilâcı gelince açmak üzere kapıyorlar (İT). Başkaları‘vi-
I8İ llolsons du W,onda (koman (fun oölitltHol Park, N. R. F. 1938. g ,
|9| lo CondıHorı /ıfjtmaine. (Prix Goncc ' 19331: l'Esnor. 1938.
110) les Clochos du Bâlâ (Prut Thâophrc » Renoudot 1937).
(11) te Mor (1937), lo Nousde (19381.
(123 te Chevol .•!( Troin 11935), la Conıpırar- uzun roman) Balzac vo Zola zamanında he-onll?38l . . niiz. tarif edilmemişse de, bu iki yazıcının
(13) lo 5ano Nc 11935). eserlerinde: Balzac’ın muhteşem duvar
(14) Gllles don,
(15) Los yomnıes do Bonn.e VotMle^
(16) lus Thlboulı (Priz Jğobe! JJŞT]
(17) Alphvnso de ChŞteaub-ı?nı |Pa>
ıırt 19111.
lâyetin inatçı sağırlığı sayesinde kendilerini tutuyor ve F. Mauriac gibi vilâyetin hararetli ve ihtiraslı iklimi içine kapanıyorlar (18). Nihayet, bazıları da Mare Chadourne gibi, genişlemiş bir exotisme’in tazelenmiş debdebesine, ebedî sergüzeştine kaçıyorlar. Fakat bu istisnalara rağmen, ekseriyete zarurî görünen faal durum alma keyfiyeti, bizce 1930 dan 1910 a kadar giden bu devrin karakterlendirîci vasfıdır. Artık şu kronoloji tasnifini teklif edebiliriz:
1918-1925:
devresi,
1925-1930: devresi,
1930-1940:
roman, «essais> ye doğru temayül gösteriyor.
Fakat romanın yaratılmasında ve kavradığı türlü maddelerde muhtelif şekilleri ayırd etmek gerekir. Çok kanlan geçmeden farkına varılıyor ki bir yandan madde genişlemiş, öteyandan da şekiller tekâmül ctmiştiı . Bununla beraber, reklâmcılık peşinde koşan bir Ukım naşirlerin inandırmak iatediklaHijM aksine, bu devri, tamamen yem İliç bir eser karakterlendir-memektedir. Yalnız şu kadar ı tespit edilebilir ki roman nev’i tekâmül etmiş, ananevi tarzlar muayyen kanunlara göre yollarını değiştirmiş, inkişaf etmiş ve umulmadık filizler vermiştir; fakat eski tarzlar yine yaşamaktadır ve yenilerin nereden geldiğiı^ meydana çıkarmak pek güç bir ış değildir. İşte böylece, populiste romanda, natüralist romanın tamtıylillerini mo-demleşmiş alarak görüyoruz Bımun gibi »roman - fleuve» netıir-romaıı (yani gayet
[1938..
(181 Froncois Moerloc. Acadömio Franco!se
âzasından.
■19) Vcsco. Cccılc ce la Folie (Prix Fomlna .,'»bsetıce, ,-:Diet crea d’ajpord Lillth (1937| ellerin mOellifi. % /
ı
k. adlı
Bu makale Ankara Üniversitesi, Di! ve Tarih - • Coğrafya Fakültesi, Fransız Dil ve Edebiyatı Enstitüsü direktörü Prof. J. Camborde tarafından Adım-laıt için yazılmıgtır. Prof. Camborde gelecek yazılarında bugünkü Fransız içtimai romanının karakterini verecektir.
Bugünün Fransız Romanı
Prof. Jean Camborde
1 Ankara Üniversitesi
Bugünkü edebiyatın tarihini incelemiş olan tenkitçi yahut tarihçileri rahatsız eden şey, ellerinde muayyen bir sınırın bulunmaması olmuştur. Bunlar bu yüzden fikirlerini emniyetle ileri süremiyor; eserleri de son bir mükemmellikten mahrum kalıyordu. Araştırmalarını, bugünde durdurmak zorunda olan bu müdekkikler, hareketlerinin keyfîliğini vuzuhsuz bir şekilde hissediyor, neticeler çıkarmaktan çekindikleri gibi, faraziyeleç yürütmekten de kaçınıyorlardı. İşte bu Rraflariledir ki tenkit sahasında kalıyorlardı. Zira tenkid, çok kere, istikbalin koltuk değneğinden mahrum, topal bir tarihten başka bir şey değildir (1).
Fakat şimdi sınır tarih bulunmuştur. İncelenecek devrenin seçimini olayların kendisi tayin etmiştir. Kronolojiyi, tarihî olaylara has olan amansızlıkla takip eden, işte bu olaylar olmuştur. 1939 da, asnmız da ikinci .defa olmak üzere perde cihan dramr üzerine açılmış biri 1914 - 1918, öt ■ ki 1939 da vuku.' gelmiş olan o iki kailli hercümercin arasında, tarihin sınırladığı bir insanlık parçası, yani edebi hayat har
çasi, tetkikimize kendini ırzetmektedir. «Ateşten Gömlek» ine, yahut Yakup Kad-Şimdiden şu nokta da muhakkak, go- rı'nuı «Yabau, ma benzer eserler göreceğiz, rünüyor ki, harbin inBanL.r tlzerftil'vtir- Fakjf bugün henttt gelmemi.;tir. Gelince, duğu darbe ile askeri mağlubiyet ve va- görüşlerin değişmiş, evvolce başlanılmış _hvi e,. hareketlerin muvaffak olamamış olması. ' Jrş Bi ' -veni cereyanların doğmuş olması karşısın-2>§h4errçıin Nftnernt?ntioölu. B-j Harp Yılların-foSaz 5'‘-ri/3®imlar^rvı /.
1 AV .
|l) Bu tenkitçilerden: Mcırcel Brau.nschv
dünü 1925 de; Bernard Fay 1928 dg* ıSdr-------------, __
1929 do, Jean R. Ehrhjfd U)2 'üe.lKne lölü 7
do durduruyor.
tan topraklarının işgali, Fransa'da roman nevinden eserlerin kaynağını bir zaman için kurutmuşuur. Bu sütunlarda çıkmış olan pek dakik bir inceleme (2) şiirde durumun böyle olmadığını gösterdi. Romanın şu farkı vardır ki, kendi üzerine kapanmış olmıyan roman, gelişmek için hürriyete muhtaçtır, halbuki şiir, sade ve vasıtasız bir tepki, şuurlu bir işlenmeğe ihtiyaç gösterebüen kısa nefesli bir elem haykırmasıdır, romsa ise, daima uzun nefesli bir eserdir; şiir, isterse konusunu örtebilir ve sembol kullanabilir. Halbuki roman yüzü açık olarak yürür ve hayatı, elden gelen en büyük samimiyetle tasvir eder. Şana şüphe yoktur kİ, bu felâketli devrimizin, kroniki ile romanı Fransa’da için içiıt pişmektedir, ve günün birinde istilâyajuğrayanların başlarına gelenlerle, zulüm sirenlerin isyanını yaşatan romanlar, Zola’nm 1870 harbi hak kındaki «La Dcbâcle» ına, yahut da son harp hakkında Maxencç vatı der Mersch'in. «Invasion 14» adlı romanına benzer eserler göreceğiz, yahut isterseniz Türk roman çelmesinden misaller alarak söyliyelim: Halide Edib'in
dö Fr
da şaşmamalyız; onun için 1918 - 1940 devrini, doğru olarak, bir bütün teşkil eden, ayrıca bir tetkike konu olabilen bir devir olarak alabiliriz.
Edebî hayatın doğrudan doğruya hayata intibak ettiğini kabul edersek - ki bu, roman nevi için, öteki nevilerin hepsi için olduğundan daha doğru görünüyot| - bu devir geçici muvazeneli, tehditlerle dolu bir devir olarak görünmektedir; bu zamanda milletlerarası istikrarsızlığın derecesi millî sükûnetin gafleti ile rekabet ediyordu; ekonomi alanında son derece had bir dünya buhranı kısa bir aldatıcı refah çağının hemdn arkasından geliyordu; estetik na-zarîyelerle taşıyor, doktrinlerle doluyordu; kapalı mektepler çoğalıyor, öte yandan da siyasal ve sosyal sahada ideologia-lar karşılaşıyordu. Onun içindir ki bu gürültülü çeyrek asrı araştırmak güç bir iştir. Zira tarihçilik edebilmek için insanın elinde konu olarak iyice sınırlanmış bir devir bulunması yetmez, ayni zamanda o devrin zamanca bizden uzak olması lâzımdır. Bugünkü edebiyatların müşterek bir bir karakteri, bunların zenginliği, ayni zamanda da şaşılacak derecede mudilliğidir. Naturalizm ve sembolümden itibaren Fransız edebiyatı, öte yandan da îngiltcre-de Viktorya devrinden sonraki aksülamel edebiyatı, t-cbbüslerin tiirlü tiirlülüğü, yeni fikirlerin bolltlğıı, tamayüllesin taşkınlığı, nevilerin birbirine karışmış olması, tekniklerin yenilenmesiyle insanı şaşırtmaktadır.
Af allı yan araştırıcı, basit ve pek kolay taksimler zamanlarına eskiler, yeniler; klâsik, romantik, taksimatının mutobrır Olduğu zamanlara tahassürle bakar. Tenkitçi A Ibert Thibaudet’nin dostlarına dediği, gibi, «şimdiki devir karşısında, instali-ney-apa'ca -ğını pek bilemiyor... Bu, kalburdan geçmemiş bîr edebiyattır... 'Sadece mr şema ne iktifa etmek lâzım...». listelil-r. Gustave Lanson’un ve Dantel Sfonıet ile birlikte Fransız mektebinin tfesBİt ettiği edebiyat tarihi usullerini doğru plaralt tatbik,»et
me k için mevzu fazla geniş, haber alım unsurları fazla kifayetsiz, araştırmalar da o nisbette güç ve zarurî olarak, jıâtanıam-dır. Bu usullerin son yıllarda sebep olduğu münakaşalar, herkese, bu husustaki durumunu bildirmek fırsatını vermiştir (3). Bizce tam mânasında bir tarihçi iddiasile çıkmamakla beraber fakat merhaleleri gösteren işaretler koymak, bir anket yapmak, yabancı okurlara rehber olmakla iktifa etmek gerek. Bizden sonra geleceklerin muhakkak yanlış diyecekleri muvakkat hükümler vermek, aynı zamanda da bu balta girmemiş ormanda dallan budaklan kesmek, içinde ilerideki araştırmalar için yollar çizmeğe teşebbüs etmek, işte maksadımız budur; tabiî, Sainte-Beuve’in, mahviyetti görünüşü altında, ihtiraslı olan sözünde ifade edildiği gibi, tenkitçinin hikmeti vücudu, herşeyden önce «başkalarına okumağı öğretmek» ise...
incelememizin konusunu teşkil eden maddenin içinde bir takım çalışmalar bazı yollan açmışlardır; bunlar, bir plân çizmek hususunda bize yardım edebilirler. Bu mesele ile ilgilenmiş kitap yazanlarla, tenkitçilerin takip ettikleri türlü yollan bir-birile karşılaştırırsak, bunlarda müşterek n ktalar bulunduğunu tesbit edebiliriz. Açıkça pedagojik temayüller taşıyan bazılar® ananeden gelen taksimatı kabul etmiş, gittikçe daha hareketli ve sınırsız bir hale giren roman nevinden, şimdiye kadar tanınmış şu tali nevileri kabul etmişlerdir: Tahlil romanı, sergüzeşt romanı, regiona-list-1yurdun muayyen bir köşesini canlandıran roman), erotik roman (4) başka bir takımları, tecessüs uyandıran, umulmadık
(31 Cf. Ph. Yon Tıoohcır. "Tendanccs aoı/ve’-e: «Ssk' e lltlârolre,,, Po' 192?, Ed. Tes 8e'-fes - tnifres... bu eserde, "olnaorn iColombio İŞ8*01"181 ■ 8. Fov iClermosıl • Fcffcnd). R6s6 Prov f’.eısdnnel, Farinelli [Turlnl. Dranomlrescu ve Cysarz'ın ve Rus "formalist, olu-juaunjezlerk Inesknpektodk.
|4|' An(ÜŞi B- .-ıj.LMıSıoı ıro frencolsa Contern-nBolr.e, fflr^İA. C»J. /
45
bir başlığa olan meyle kendilerini vererek yeni bir tasnifi kabul ediyor. Gidilen yolların istikametini göstermeğe gayret etmekle beraber, bu yolların tenevvüü karşısında rahatsızlık duyuyorlar (5). Aralarında bir tanesi, - en ince, ve en iyi haberdar olanı - roman nevinin mekteplik tasnifini terk ediyor ve eserinde ayni zamanda, muvazi olarak şiirde, «essai» de ve roman-da kendilerini gösteren estetik hareket vc temayülleri tetkik ediyor: Bu empresyonist okur, eğer en son zamanlarda, ferdin romanı, taşranın (eyaletin) romanları, cemiyetin romanları, eilıanm romanları, muhayyile romanları, mukadderatın romanları gibi bölümlerle, eserini tamamlamamış olsaydı, omın zekice dokuduğu nene, içinde yalnız başına roman meselesini kavrayan çerçoveyi meydana çıkarmak biraz güç olurdu (6). Başkaları, büyük bir isime, o ismi bir yere yerleştiren bir formülü yapıştırmaktan zevk duyuyorlar, meselâ, Prount yahut zevkin mucidi, Paul Valery yahut sükûtun sesi, Andre Gide yahut arzunun zaferi, gibi Fakat bu İm astım oyun, meseleyi etraflıca kavramağa yetmez. (7). çoğu için de, kronoloji zemini üzerinde çalışmak zor oluyor; bunu yabanlar dyncsuliyeti kendi üzerlerine alarak yapıyorlar Şimdi, önümüzdeki bütünü devrelere ayırma.’? teşebbüs etmek daha kolay olmuştu:
Birinci devre, yani harp sonu devreni, Thlbaudet’ııin tabirlle yeni «yol» larııı K lirdiği, bir araştırma devresidir ve 10. s den 3925 c kadar gider. Bu devrede hiç bir şey öğrenmemiş, hiç bfrşeyi unu: : fakat yakında yerlerini başkalarına bırakacak olan bir kaç eski üstadın bât' makta olduğu görülür. Sonra, bir nevi tasasızlık. kolaylığa doğru bir meyil, ayni zamanda da. fırtınadan sonra edebî filemin
ISI Absn Thlbuudcl I- W4
l-oncoi» de 1789 6 not io(..'s, raııs, oiövn, mjo.
İdi Rend
dünyanın tepkisini taklit eden tepkisinden başka bir şey olmıyar. bir kaynaşma, bir bolluk müşahede ediliyor. Bu araştırma t:.,resi endişeden büsbütün kurtulmuş değildir: bunda, yeni bir «asrın derdi» nin baş gösterdiği görülür; bundan öncekinin yüz yıl önce Napoleon savaşlarından hemen sonra gelmesi gibi cihan harbinden hemen sonra gelen bu «dert» belki ayni ana sebepler yüzünden vücut bulmuştur. Baz! romancılar bunu tahlile muvaffak olmuşlardır, meselâ. «I.es Enfants du Siecle» de Andre Lamaude'nin ve bilhassa Marcel Arlnnd’ııı, L’Ordre adlı o pek güzel romanda yaptıkları gibi... Sonra 1925 den 1930 ztı kadar, sükûnete, bir sulh ve istikrar devresine, bir nevi uslulaşmağa, ana* neden gelen sanat şekillerine geri dönmeye şahit oluyoruz, iste o zaman bir ölü noktaya varılmış oluyor vc umumiyetle edebiyat hareketinin, hususiyle de roman hareketinin hangi istikameti alacağını haber veren hiç bir şey görünmüyor. Fakat (;.’k zaman geçmedeu, başlangıçtaki aırf estetik endişe yerine başka bir endişe geçi-yor; harp sonrasının ilk senelerinin tasa.-
::.ı:ğı v . lüğü yerin'. gittikçe büyüyen i ir kusursuzluk geçiyor O zamanlar kullanılan vc kimsenin diline n diişmiyen «buhran» kelimesi ayni zamanda İktisadî dur-. unluğu, otoritenin sukutunu, vc sanat ve lebiyat değerlerinin düşmesini ifade edi->r. 1930 a doğru, bu -teşirin altında felâ-■tin duygusu hattâ şuuru fazlalaşıyor ve eri müstakil yazarlar, ferdiyetçiliğin en i viz kabul etmez müdai 'leri, yahut «Fildi-Kulesi» taraftarları, cenk meydanına ötmek ihtiyacını duyuyorlar. Öyle ki, 1930 dan; 1940 a kadar giden devir, bize kısa bir zamnn içinde, sanki herşey sürat ritmine uymuş gibi, modern jjiınyanın 17 inci ve 18 inci a.-? ırksmâa yavaş olarak arz ettiği tekâmülü çabuk • iarak arzetmekte-dir. Ders kitapları bize, on dördüncü Louis zamanının eserlerinde en son gayenin sanı. ‘ ye gdzelliltjf fil.,s^lar asrının cserle-Hnde ise sö-y.?ffv., siyasal doktrin olduğu
•46
nu söylüyorlar. Burada da ayni: Her yazarın kendi inkişafında, istidatların yerlerini yenilere bırakmasında ve gilnil geçmiş yazarlar yerine gençlerin geçmesinde hep. ilgisiz ve sırf estetik bir noktai nazardan, bir taraftar hattâ savaşçı noktai nazarına geçişi müşahede ediyoruz. Hasbi sanat, sanat için sanat, daha doğrusu roman için roman yerini bir fikir, bir doktrin yahut bir parti hizmetinde bulunan romana bırakıyor. Roman bir kürsü oluyor. Halbuki bu. tiyatronun bir imtiyazı sanılıyordu: roman kahramanı artık muayyen bir zihnî durumu temsil ve terennüm ediyor. Kimi, Leon Bopp gibi (8) söylenip duruyor; kimi A. Malreauz (D), Aragon (10), Jean-Paul Sartre (11), Paul Nizan (12), Louix Guil-loux (13) gibi savaşıyor; bazısı, sonradan o nisbette muti ve köleliğe hazır olmak üzere, şimdi isyan ediyorlar. Meselâ: Mont-herlant ve Drieıı la Rochelle (14) gibi kayıtsız duranlar pek azdır. Mamafih bazıları Jules Romains (15) gibi, zamanlarının kronikinin hiç olmazsa zahirî tarafsızlığı arkasına saklanıyorlar, bazıları, şaşmadan, kendilerine çizdikleri yoldan gidiyorlar,, aktüel olana yüz rjevirmeğefgByrct ederek, ı Les Thibault> adlı eserini vermeğe devanı eden Rogor Maitin du Gard (16) gibi; bazıları da arkalarından rcgionalisme’in, .yeşil ve parmaklıklı kapışım istilâcı gelince açmak üzere kapıyorlar (17), Başkaları vi-
181 Llaisans du Monde IRoman dün po’iliopnl Paris, N. R. F. 1938.
191 (a C'ondiliorr 'Hümoîne. lPHx Gonca1' 1933),- LEspoir, 1938.
1101 tes Çlöches du Bâlo IPrix Hıe.ophrqs-e Renoudor 19371.
İlil te Mur 11937® Nousee (1938).
1321 te Cheval deçTtoie H93SI, La Conspi.'otl-on (1938).
|I3| le Sonu Nbir ftraa.
|14| Gllles (1936 . Drreu te ?.cc.ıelliUs«t₺ dan.
|15l les Jtommes de Bonne Volo^e.^ 1161 tos Thlbault IPflx tŞabel .1K7İ.
1171 Alphonse de'Chdfeounndji (Pr-x poıfco urt 19111. ■'! S 1
lâyetin inatçı sağırlığı sayesinde kendilerini tutuyor ve F. Mauriac gibi vüâyetin hararetli ve ihtiraslı iklimi içine kapanıyorlar (18). Nihayet, bazıları da Mare Chadoumc gibi, genişlemiş bir exotiame’in tazelenmiş debdebesine, ebedi sergüzeştine kaçıyorlar. Fakat bu istisnalara rağmen, ekseriyete zaruri görünen faal durum alma keyfiyeti, bizce 1930 dan 1940 a kadar giden bu devrin karakterlendirici vasfıdır. Artık şu kronoloji tasnifini teklif edebiliriz:
1918-1925: araştırma ve için için oluş devresi.
1925-1930: durgunluk ve klâsik tepki devresi,
1930:1940: savaşçı devre; bunda tezli roman, «essais» ye doğru temayül gösteriyor.
Fakat romanın yaratılmasında ve kavradığı türlü Maddelerde muhtelif şekilleri ayırd etmek gerekir. Çok zaman geçmeden farkına varılıyor ki bir yandan madde genişlemiş, o.lcyımdun du şekiller tekâmül etmişti) Bununla beraber, reklâmcılık peşinde koşan bir takım nâşirlerin inandırmak istediklerinin, aksine, bu devri, tamamen, yeni lıiç bir eser kıırakterlendir-racmektedlr. Yalnız şu kadarı tespit edilebilir ki roman nev'i tekâmül i tmiş, ananevi tarzlar muayyen kanunlara göre yollarını değiştirmiş, inkişaf etmiş ve umulmadık filizler vermiştir; fakat eski tarzlar yine yaşamaktadır ve yeniklin nereden geldiğim meydana çıkarmak pek güç bir iş değildir. İşte böylece, popüliste romanda, ııatüralist romanın temayüllerini modernleşmiş olarak görüyoruz, fiunutı gibi -roman - fleuves nehir-roman (yani gayet uzun roman) Balzac ve Zola Zamanında henüz tarif edilmemişse de, bu iki yazıcının eserlerinde: Balzae’m muhteşem duvar
1181 FranrOlç-'MaıMoc.- AajdCmie Françalse âzasından.
■liyiJfasco. Çeclejda ta Es^e IPrix Femino *İ93b). AbıerKS, Dieu enja c'oVorrl lllilh Iİ937) .ad'. eıSle-in njfeliL % /
tablolarında ve Zola’nuı Rougon-Maquart serisinde kendini haber vermektedir. Nihayet, eski devirlerde adı henüz bulunmamış olan unanimiste romanın kendisi, kötü bir Fransız romancısı olan Victor Hugo'nun bazı fasülarında mevcuttur, o V. Hugo kİ insan kitlelerini yaşatmağı, kalabalıkları titretmeği hayranlık verecek derecede bilirdi. Şuuraltının romanı bile, son psikoloji araştırmalarının imkânlarını kullanmakla beraber realizmin klâsik an'anesinde kalmaktadır; Freud temayülü, modem bir romancı ile Lavater’ın nazariyclerinl kullanan Stendhal'da ayni zihnî duruma şahit olabiliriz.
Bugünkü Fransız roman edebiyatının teşkil ettiği sık ormanın içinde aydın, yerlere girmeden önce, böyle bir araştırmadan neler beklediğimizi söyliyebiliriz. Tâ eski zamanlardan beri başkalarına çok şeyler vermek âdetinde bulunan bu edebiyata karşı fazla müşkülpesent davranılıyor. Unutuluyor ki edebiyatta sıklet merkezi, yerini değiştirmiş, dünya tekâmülü mik-aysında merkeziyetten uzakl aşılmıştır. Fransız edebiyatından, 17 inci. 18 inci asırlarda verdiği, 19 uncu asırda vermeğe devam ettiği şeyleri yani higkiikmjdp nü-munder ve kııl'î mahiyette sanat eserleri vermesi hâlâ isteniyor. Neticedo, ®ndan klâsik olması talep ediliyor ve bu,klâsik kelimesine en geniş mâna veriliyor. Fakat ayni zamanda, garip bir tenakuza düşülerek, bu edebiyat fakrüddeme tutulmuş olmakla itham ediliyor, modanın ön sgfıuda bulunmamasından, şikâyet ediliyor; başkalarının yapmağa kendilerini kâfi derecek kuvvetli bulmadıkları tecrübeleri yapması isteniyor. Biraz köruköriine olan bu ituuaL, sadakate güzel bir nişanedir. Biz (de.^1-. eliğimiz devrin romanı hakkında bir incelemenin bu çift arzuyu hiç boşa gidertmi-yeceğine iyice kaniiz. Aleyhinde bulunmak hususunda belki biraz acele edilmiş olan bu devrin bir gün gelecek, değeri teslim edilecektir.
İçinde değersizleri şüphesiz boksta ol-mıyan bugünkü Fransız roman eserlerin :r.
dünya edebiyatına büyük mikyasta iştirak ettiğini göstermek için bîr kaç misal kifayet eder. Klâsik eser mi isteniyor? Tahlil romanının an’anevî sahasında, Andrc Gi-de’in yahut Jacçue Chardonne’un eserleri gibi eserler bize Adolphe’i vermiş olan ve tâ Princesse de Clâve’c kadar geri giden bir formülün en mükemmel modern ifadesidir (20). Örf ve ahlâk romanında, G. Duhamel’in, F. Mauriac’ın, J. Romains'in eserleri, Balzac’dan Zola'ya kadar en büyüklerle mukayeseye tahammül edecek değerdedirler. Modern eser mi isteniyor’En sun’iai, en titreği Paul Morand yahut Kesecikle, en incesi, en esrarlısı, sihirbaz Gi-raudoux'da bulunur (21). İnsanın en büyük zaferlerinden biri olan tayyare, tercümanını bekliyordu. Bu tercümanı, Fransız romancısı dc Saint-Exupery’nm şahsında bulmuştur. Bu romancı, okurunu, yıldızlarla döşenmiş gök yollarından götürerek sulhçu seyahatlerin sarhoşluğuna süriik-leyor ve nefesi durduran sükûneti sonsuz bir esir iklimi içine âlî ve muhteşemi maddi yükseklikle nıeczetmek, çarpan kalbi in-liyen motöre karıştırma; gibi eşsiz bir sanati gerçekleştiriyor (22). öte yandan, tespiLgtıaia uidnğumuz gibi, hayatiyeti gün geçtikçe artmış olan roman nevinin terakkisinde ne inkılâp ne de eksilme olmamış olmakla beraber, bugünün romancıları bir takım yenilikleri denemişlerdir; bu yeniliklerin ne gibi neticeler vereceği henüz
Ol Andrâ Gıda, l'Ecole dos Femmes. Roborf. les Faux Monnovcu s. Bazıları taiklk ^,nHI dövrode-> daha ânc vazılm-s olan bu ....r, Gido- bugünkü romanc ve ’es^ai,, eller icra etmiş olduğundan gire devre-
1211 Paul Morand: Lewisse’ İrine, L'Euroce Galonte, Ouvort la Nurt.
Jeon Gira udoüi- Pcovirtçicıles, L'Ecole des IndrfFdrents, Simam le PothetKjue, Sieof’ied et la Limousin, Bel la .
(22) Antoirû de Salnt-Exuperv: Cnurrler Sud
i -®l. da 'i 11 •• ’ -e des Hommes
P:'ote ’de.'.Guerri 119121
48
bugünden ölçülemez. Dâhi İrlandalI James Joyce’e şeref kazandırmış olan «Iç Monolog» usulü, Eduart Duyardın (23) adlı bir Fransız mübcşşir tarafından keşfedilmiştir. E. Dujardin, daha 1896 dn«Ix.-s Laurles sont coupes» adlı eserinde okurları kahramanın düşüncesinin içine vazediyor, ve hikâyenin mutad şekli yerine şuurun sürekli filmini koyarak, en gizli, en vasıtasız düşünceleri, yani düşüncenin, ifadenin mantıkî nizamından önceki halini verebiliyordu: böylece psikoloji romanına yeni bir ufuk açılmıştı. Marcel Prouat’a gelince o (24), mazinin endişeli bir araştırmasından başka bir şey olmıyan kayıp zamanın araştırmasında, anatomi yerine ne-sıçler ilmini, nişter yerine mikrofonlu, pertavsız yerine mikroskobu ikame ediyor, hattâ, en mükemmel kullanılışını Virjina Wolf’un (25) muhteşem eserinde gördüğümüz «ralenti» (yavaşlatarak gösterme) usulünü icat ediyordu. Gcorge Sand’dan beri, görünüşe- göre, soysuzlaşan, hiç olmazsa kendini tekrar eden köylü romanının nasıl birdenbire yeniden canlandığım, vilâyetin sınırlarını aşıp Jean Giono (26)
G3I Cf. Me-cUre de farce I.drv. ’938l. Me-mokes ö Rebosjs, de Jaan Aio bert, de l'^jc.lOmin Goncourt. Jcmes Jövca Î188Z-I9ZII: UyssdŞ Iİ922I-
B4I A l'Ont-e des Jeunes Frllei en rleur» (?nx Goncourt 1191. Gidem bezi eserleri t M. Proust'ın eser er le iki ho-fr orosrndon dal-vezılmıssa de j. zaırarrda tanınmış ve t mistir.
125) Virainîı mili: Mu. 3a.lOtnra»’flB5:. Orlonda U?28). ti hususa. F. Dotaırre. tel Roman
?5ychc’ogiqjfl (> Virçinic WoJi 119321 od! -----müracaat ediniz. - ■ 4
1261 Jecn Gicffl; Jean le ^u'.^fcbyoarcr(_________
raman), Collire. ‘teşair., Naissar.ee de l'Odvssee.
le chant du Mı de, Que na joîe demeure, Bata-i'les dans la Morfagne.
da dünyanın şarkısı içinde nasıl yer aldığını bilmem hatırlatmalı mı? Giono, bir nevi hülyalı şiiri romana geçirmekle kalmış olan romancı Alain Fournier’den daha büyük bir cüretle, şahıslarını, manzaralarını, derin bir köy hayatının - gizli filizlenmeleri ve dayanılmaz bir sürekliliği hissettiren köy hayatının - «Pan» cı ve panteist bütün nefesi ile dolduruyor. Lehistanda Ladislas Rcymont'un yazdığı köy destanından daha ilatün bir şey olarak Giono, yeni bir eda. keşfetmiş ve toprağın lirik destanını yaratmıştır (27). Nihayet, nehir - roman, Fransız edebiyatında kendi şuuruna varmış ve varlığa lâyık olduğunu isbat etmiştir: Bu sahada üç tecrübede bulunulmuş yahut bulunulmaktadır. Biri Martin dıı Gard'ın, İkincisi Duhamel'in, üçüncüsü do Jule» Rcımains’in (28) tecrübesi.
Bu sonuncu, niyetinin büyüklüğünü çok vuzuhlu şekilde anlattığı bir önsözde yeni bir sanat şeklinin alın yazısını tesbit ve birbiri kalıriLtuıuılizerint-J ayarlanmış roman telâkkisi yerine, hay itin - bütün mu-dillikleriyle rnsHaınnlnrrit rastlanan ve kopan ince telleri (e, tesadüfi bir kuvvet olarak gösteren ferdi yerine koyan hayatın -tasvirini veren bir roman telâkkisi ikame etmektedir.
Kendi zenginliklerini çok kere bilmi-yen bir varlığın plânçoıunu vermekten pek uzak olan bu mülâhazalar, belki bazılarına bu sahayı araştırmalı isteğini verecek ■ s illiyettedir.
1271 ladislcs Rovıron*: '.es F-ysans (Pr x Nobc-
1281 Roaer Martin de Gö"■ ■ la» ThibuıJl. * Georaes Ouhamel: les Posquicr.
Jvles Roroır. I .. Hommes de Sonnş Volont4.
İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi İngiliz edebiyatı profesörü Humphreys’ln 20 Nisan 1943 de Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesinde verdiği konferansı bugünün sanat ve cemiyet münasebetleri bakımından mühim bulduğumuzdan okuyucularımıza bir hülâsasını veriyoruz.
Ankara üniversitesinde bir Konferans: Modern
İngiliz Şiirinde Halk ve Şair
Konferansı veren: Prof. Humphreys İstanbul Üniversitesi
Yirmi Nisanda Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Profesörlerinden, Profesör UumphGrys tarafından modern İngiliz Şiiri hakkında gayet değerli bir konferans verilmiştir. Konferansçı sözlerine, bugünkü şiirin içinde bulunduğu dünya gibi çok cepheli ve karışık olduğuna işaret etmekle başlamıştır. Sonra: «Bugünkü şiirden, kas-dim, demiştir. 1920 den sonra yazılmış şiirlerdir». Bugüakil şiirin konusunu sosyal ve milletlerarası büyük güçlükler teşkil eder. Bu son yirmi sene ujinde Avrupa, 1914 harbin:: doğurduğu karışıklıkla: ia tâ kökünden sarsılmıştır. Her yanda infeunlar, güvençlerini kaybetmiş, işsizlik, aplik v.-hastalık baş göstermişti. İşsizlikle arlık la şiire mevzu oldu. «Stephan Spcnıler. in şiiri buna, bir misaldir:
Fersiz eigaralıırm arkasındaki seSsiz ka-■ ■İ&balsğın Sokaklarda boş, gezen bu adamlara: Arasında yav aş yavaş yürürken Bir ışığın söndüğünü sezer gibi olurum. Sokak köşele: inde tenbd tenbel bekleşir, Omuz silkerek bir dostu Maunlar, Ve boş ceplerini dışına çevirirler Öyle aç gözlerle baknuıtaki— Bu hayaller
Onların boş mideleri hat aynıdan hiç çık-
Tl’T’' T rVl tenjftonra
lc devam, etmiştir: «Harp ııda bir ftrcünffirçl içmlc
Bu misali veglikteı çı sözlerine şöyle sonu Avrupasım
bulunan yalnız siyasî ananeler değildi. Güzel sanatlar, edebiyat, her şey, on sene müddetle hummalı bir mücadele ve tecrübe devresi geçirdi. «İyi şeyler ekseriya büyük bir şahsî mücadele neticesi meydana çıkarlar. Sanatkâr hiç bir zaman bugünkü kadar çok düşünmemiştir. Bugütıiln şiirlerini okurken insan, hep derinden ve hızla akıp giden bir fikir cereyanı bulunduğunu farkeder. I
Çünkü Lııyünlin. genç şairi gözünün önündeki ıztlrnjf ttıanzartıma bigâne kalamıyor. «Sokak köşelerine! vakitlerini ziyan eden, işsizlerin çektikleri, dahilî harplerle parçalanmış Ispanya'ma elem ve kederi, her taraftan kovulan evsiz barksız; mültecilerin faciası vc siyasi tazyikle zulüm gö-> ‘illerin acı hali şairlerd - ganili bir heyecan uyandırmıştır.. En genç şairlerden biri olan «Gcorge Barker» insanların çektiği işkenceyi anlatan bir şiirinde, insan ıştıra-bini, can çekişirken öten kuğu kuşunun feryadına benzetiyor. «Kalktım vc lapan -. .'nm elemini duydum.» diye başlıyan bu şiirde Barker, durmadan ağlaşan kadınların yüreklen kopan çığlıklarında milyarla-1 rm »esîsûıi ’z'ltîğini anlatıyor. Konferansçı, genç şairin, devrindeki fikir hareketleri ve hayat kavgasına karşı bigâne kalmadığına bir misal daha göstermek için yine «Stepken Spender» in «YıkııS Unsur» adlı kıtahu&ian da birfpurça okudu. Şair, bu İtilabmda: «Ylkıot unsura dalınız ve kolkııınızm. bucaklarınızın hareketiyle de
50
rin denizin sizi suyun yüzünde tutmasını teinin ediniz. Dünyadan kaçmağa çabşma-malı, sonra onun içinde de boğulmamalı-yız. Bu denizin içinde biz yüzebiliriz; yüz-meliyiz de.» Daha sonraki bir tenkit kitabında da Spender: «Şair, dünyayı öldüğü gibi almalı ve onu kelimelerle izah etmelidir.» der.
Konferansçı bu son fikir münasebetle mühim bir noktaya da dokunmuştur: Şair dünyayı olduğu gibi kabul edebilmek için şiir yazmak istidadından başka şairin fevkalâde bir cesarete de sahip olması lâzımdır. Genç şairlerin çoğu hayatta, harpte ve siyasette bu türlii cesareti göstermekten geri kalmamışlardır. Netekim cJ Conford» İspanya harbinde gönüllü olarak savaşırken ölmüştür.
«Stephen Spender» le «W. H. Auden» de Ispanya'da çarpışmışlardır. Aliden Çin-deki mücadele hakkında yazı yazmak için Çin'e kadar gitmiştir. Mamafih modern şair, yalnız maddî cesareti! göstermeği yeter bulmaz; fikri cesaret jgöslcrmeain de lüzumunu duymuştur. O, bugün edebiyat ta, ilimde, zengin ve uzun üir ananeye, Freud'un psikolojisi, matematik, felsefe, teknik meseleler, antropoloji vesaireye tevarüs etmiştir. Şair, bunlardan yılmaycr 40sene evvel, hakikaten kendi içinde ve kendisi için yaşıyan. bir güzellik şiiri vardı. 30 sene evvel, şehirle alâkası olmıy.uı. tabiî bir kır hayatım tasvir eden şiir vardı. Fakat bunların izleri halâ devam etmekle beraber bugünkü şiire hâkim değillerdir. BugUnkü şair, «fikir cesareti Sayesinde modern dünyada vatandaşlığını ilân etmiştir.» Konferansçı bu fikrini teyit için şair «C. D. J»ewis» den bir misal vermiştir:
«Ürkiiyoı-um, amma ümitsizlikten bir
maişet.
Çelikten de bir şarkı çıkarmam -lâzım. Şarkı ve nefes kışa da ’
Kaçanlarla, satıhta kalanlarla, Küçüklüğü ben paylsşmıyaeağım.
Modern şairlerin eserlerinde asil göze çarpan konu, fedakârlık olduğuna işaret eden konferansçı demiştir ki: «Şair, dünyanın bir ölüm buhranı içinde olduğunu kabul eder. Kötü ruhları yok ederek dünyayı bu kâbustan kurtarmak, ona bereketini iade etmek ye yer yüzündeki kardeşliği yeniden kurmak İçin asıl bir fedakârlığa da İhtiyaç olduğuna inanır.» İngiltere’nin bugün en ileri gelen şairleri, «S. Spender «W. H. Audcn», «T. S. EJiot» buna kanidirler. «T. S. Eliot» un «Waste Land—Harap Ülke» si, «W. H. Auden’in «Prologue—önsöz» ü bu konu etrafında yazılmıştır.
Konferansçı buraya kadar modern şiirin sosyal zeminini anlattıktan sonra, konferansının, son. kısmını bu şiirin teknik ve konusuna hasretmiştir. Teknik ve konunun aslında bir bütün olduğuna işaret ettikten sonra profesör, son yirmi sene içinde teknik bakımdan yapılan denemelerin hepsi şıırinsv.topiu bir bütün olan mânasına âzami ifade canlılığı vc tamara-lığı vermek için, y apılan denemeler olduğunu belirtmiş ve: On dokuzuncu asırda şiir. kelimelerin musikisi îdi. Hugilnse, muhayyileye mümkün olduğu kadar canlı bir surette tesir eden cümlelerle ifade edilmiş, kuvvetli vc mâna yüklü bir muhtevadır.» demiştir.
Dugilnkü şiirin teknik inkılâbı başlıca iki Amerikalının esefidir: «T. S. Eliot», (1888—) ve «Ezra Pound» ;1885—). İkisi de Amerika'dan Avrupa'ya gelmiş, İngiltere, Fransa ve îtalyada dolaşmış, Ingiltere-de yerleşmiş, kültürleri gayet zengin sanatkârlardır. Bunların elinde bugünün şiiri, Yılnan, Çin, Japon şairleri, Fransa ve Ital-yanın Ortaçağ şairleri, Şhakespeare’in mu-ırlan ve on dokuzuncu asız Fransız sembolist şairlerinin tesirile çok zenginlen-miştir. «Ezra Pound», bühassa harp son-rası dünyasının inkisara uğrayışını, ve bu dünyanır. adiliğini teşrih eder. Şiirlerinde, kelimeden tasarruf, serbeet bir ifade, zen-: gın fikirler, alaycı bir eda, manbH bir sil-
51
şileden ziyade, yanyana konmuş, zıt fikirlerin yaptığı kıvılcım nevinden tesirler görülür. Pound, bu tezadı, devrimizle, tarihin güven ve haşan devirlerini karşılaştırmak sııretile temin eder. Geniş kültürü ona bilhassa bu hususta yardım eder., «Poundsun, kendisinden daha kudretli bir şair olan «Eliot» a tesiri bu bakımdan olmuştur.
«T. S. Eliot» un şiirini, bilhassa bilgi huzmesinin zenginliği ve edasının gayet mütekâsif ve çetif oluşu yüzünden anlamak giiçtür. The Waste Land «Harap Ülke» böyle bir şiirdir. Bundan sonra yazdığı şiirlerle «Eliot» seçkin ve hisleri gayet incelmiş, hususî, dar bir zümrenin şairi olmaktan kurtulup kendisine daha büyük bir dinleyici kitlesi teminine çalışmıştır. «Sweny Agonistes» «The Rock» Kaya, «Murder in The Calhedral=Katedralda Cinayet», «The Femily Reunion —Aile Toplantısı» adlı dram eseı-lcıile pek büyük bir seyirci kitlesi toplamağa muvaffak olmuştur.
Konferansçı bugünkü nazını tekniğinin kuruluşunda müessir olan «W. B. Yeats (1865 - 1939) Şile G. M. Hopkins, (1889 da ölmüş) üzerinde de durduktan sonra Yeats’ın, İngiliz şiirinehakikî güzelliği, serbest ve heyecanlı bir lisanla verdiğini, dünyamızın artık büyült şiirler yazmağa müsait olmadığını iddia eden kimseleri yalanlamağa canlı bir misal olduğunu belirtmiş, bütün bu şairlerden 1930 danberi eser veren şairlerin yazma ve hissetme metodlan öğrendiklerini söylemiştir. «Fakat, bugün hayatta bulunan bu genç şairler, demiştir, - C. D. Lawıs (1905—); 1 ,anis Macniece (1907- ); W. H. Auden (1907—); S. Spender (1909—I : G. Barker; D. Thomes (1914?) - şiirlerinin konusunu içinde yaşadıkları dünyada buldular.» Bunlar, 1925 - 1935 arasındaki sıkıntı, fakirlik ve işsizlik ile dolu devri gördüler. Bunlar, bazı 'devlet adamlarınca kabul edilen, fakat heçkesce yalan olduğu bilinen bir hayşje. yani her şeyin bugünkü şartlar altında, iyi olacağına
inanmıyorlardı. Bunların şiirleri. kardeşlik ve sosyal adalet için duydukları ateşli arzuyu, yıkılmakta ve yeniye doğru değişmekte olan bir dünyada insanların ihtiyaçlarına karşı keskin bir anlayışı göstermektedir. Konferansçı bu fikrini G. Barker’den aldığı bir şiirle izah etmiştir. Şair, «karanlık bir zaman, dimağı istilâ edip mahvederken, o, nasıl siyasî mücadeleden vaz geçer, kılıç onun elindi» nasıl uyuyabilir?» diye soruyor.
Genç şairlerin dikkati çeken bir tarafları da dünyaya bağlanışlarıdır. Onlar, şehri de, kırı da severler. Kırları, eski romantik şairler gibi, şehirlerin velvelesinden kaçıp sığınabilecekleri bir yer, sakin bir köşe olduğu için değil, şehirlerle ayni dünyaya bağlı, o dünyanın bir parçası olduğu için severler. Dünyayı olduğu gibi gördükleri için ilkin bizde gamlı bir kötümserlik intibaı uyandırırlar. Fakat bu kötümserlik, azim, enerji ve cesaretle İstikbalden. ümitli olmak, hayatın asaletine inanç dııygularile tadil edilmiştir. Onların her yazdıkları şeyde bir canlı şekil, bir sanatkâr disiplininin İzleri vardır. Halka Icırşı büyük bir sempati beslerler.
Teknik itibariles, bu genç şairlerin eserlerini çok kuvvetli bir disiplinle tâbi olarak yazılmış buluyoruz. Bunları okurken dikkatin hiç gevşememeni lâzımdır. Bu, şiirlerin her birini otomotik bir surette dalıp okuyanlayız. Tasvir ettikleri manzaralar. çıplak, az meskûn, geniş mesafelerdir.
konferansçı bu Şairlerin halka karşı duydukları sempati meselesi üzerinde durarak şu dikkate şayan ve değerli fikirleri ileri sürmüştür: «Geçen dünya harbinden sonra bir müddet ciddi şairler ve münekkitler cemiyetin şiiri mühimsemiyecek kadar sefilleştiğini iddia etmişlerdi. Şiirler de ancak bir güzideler zümresine hitap edebilecek şekilde güçleşmişti. Halk, bu dar grubun şiirini anlamıyor ve aldırış etmiyordu. Kaballat, kısmen halkta, kısmen de aainfle idi. Fakat, esas itibarile bu du
52
rum, demokrat kültürün geçirdiği buhranlardan biri idi. Uzun sürmedi. Şairlerin artmakta olan siuysî şuurları onları halkla yeniden temas teminine sevk etti. Bir zaman şiiri her şeyden üstün gören şair, şimdi işsizlik, grevler, harp gibi şiirden daha hayatî ehemmiyeti olalı şeyler karşısında şiire hususî bir ehemmiyet verilmesini talep edemezdi. Artık şairler: «Şiiri insanın çektiği ıstırabın bir ifadesidir.» telâkkisini kabul ettiler. S. Spender'e göre şair, insan oğlunun tercümanıdır. Şair, diğer dimağların nıekni şiirini kelimeyle ifade eder. Aliden: «Şiir, insan tabiatından ne daha iyi, ne daha fe
nadır. > diyor. Modern şairlerin halka ve insana sempati göstermelerine mukabil halk da edebiyat, sanat ve muBikiye karşı s lâk a göstermekle bu sempatiye lâyık öldüklerim anlatmışlardır. Konferansçı sözlerine şöyle nihayet vermiştir: «Bu vaziyet sairlerin hitap edeceği bir halk kütlesi ve halkın okuyacağı şairler bulundtığuha, yani bugünün dünyasında yasayan ve bu dünyayı küçümsemedikleri gibi ona köle-ceshıo boyun da eğmiyen hattâ zamanın faciaları tıraşında bile manevî hürriyetten bahseden şairler bulunduğuna bir delildir.».
• •
TUSTAV
Felsefî ve İlmî inkişafın seyrini geriden takip edenler ve kendilerini cemiyetin eski,kökleşmiş kıymetlerinden kurtaramıyanlar, bugünkü fiziğin bazı neticelerine dayanarak kendi dini ve mistik görüşleri lehine netice çıkarmak ve felsefî idealizmi yeniden diriltmek istiyorlar. Halbuki riflâs eden», determinizm değil, fakat eski, mekanik, yeni realite müşahedelerine uygun olmıyan muayyen bir determinizm görüşüdürö Bu yazıda bu problem İncelenmektedir.
Yeni Bilgi Teorisinde Kanun Fikri
Tabiat kanunu fikri bütün ilim adamlarını şiddetle ilgilendirir. Ök çağdanberi temelleri kurulmuş, olan ilimler onu şüphe götürmez bir postulat gibi kabul eder ler. Yeni kurulmakta olan ilimler ise sağlamlıklarını onunla teinin etmek için bu postulayı olduğu gibi kabule meylederler. Astronom hesaplarında -yanılmaz derecede isnbet gösterdiğini iddia edebiliyor. Fakat ayni iddia, bir filik Yetjtimya âliminde kuvvetini kaybediyor» ;0 anman kabajıati tecrübe âletlerimizin eksikliğinde bularak işin içinden çıkmak istiyorlar. Galilfee’dnı beri hâkim olan bu fikri şöyle hulâsa edebiliriz: Bütün tabiat hâdiselerinin temelinde bir kanun vardır. Eğer bu kanunu bilmiyorsak kabalist keudimizdedir. İlim adamının işi bu kanunu bulup meydana çıkarmaktır. Vakıa bazı hâdiselerin sebepleri bize çok karışık olarak görünüyor: Meselâ yarın havanın açık olup olmıyaca-ğını veya cumartesi günü gardan kaç erkek ve kadın çıkacağını tayin etmek istediğimiz zaman bütün âmilleri hesaplıya-madığımız için ancak takribi hükümler yerebiliyoruz; ve bu nevi hâdiselere muhtemel (probablı) diyoruz. Fakat bunlu nn muhtemel gibi kabul edilmeleri tama-miie görünüştedir. Eğer bu hâdiseleri meydana getiren bütün şartlan tophyacak olursak, buradaki muhtemellik derhal or»
Prof. Hilmi Ziya Diken
İstanbul Üniversitesi
tadan kalkacak ve bu türlü hâdiseleri de astronomik hâdiseler gibi bütün kat’ilikle-rilc ifade edebileceğiz. Bu fikri en yetkin olarak Laplace meşhur «Üstün adam» remzi le gösteriyordu. Ona göre hâdiselere yukarıdan bakabilecek bir üstiin zekâ onları bir anda kavrıyabilecek ve değişmeler, tesadüfler, ihtimaller tamamen Bilinecektir.
İT inci aBirda Pascal'' ’ve Fermat za-mantarında ıııkiyif eden ihtimaller hesabı bu işi başarabilecek en kuvvetli âlet sayılmışı^. Muhtemel ilk önce muayyen ol-mıyan gibi göründüğü halde, bu mefhum büyiik sayılara tatbik edildiği zııman kat’i ve muayyen bir netice eld-- edilebiliyor. BcrnoÛUi bu suretle her hangi bir hâdisenin meydana çıkma ihtimu linin o hâdise tekrar edilir ve silsile uzatılırsa bire yaklaştığım gösterdi. Meselâ parayı yere attığımız zaman yazı veya tuğra çıkma ihti-maiı 1/2 djr. Fakat bir çok defalar attığımız zaman bu ihtimal çoğalacak; nihayet bire pek çok yaklaşacaktır. Sayılar sonsuz olduğu zaman ihtimal tam bize ulaşır, Şu halde ihtimial daima bire yaklaşacak, fakat asla tamam bir olmıya-caktır ki. buna matematik tabirile limit diyoruz. Şu halde ihtimaliyet hesabının" gösterdiği yolla .kat’i yakine hiç bîr znmâiı ula.şamayız: ancak ona her an bi-kraz daha yaklaşabiliriz.
Fakat ihtimuliyet hesapçıları bu meseleyi hâlletmek için bir hatalar nazariye-si ileri sürmüşlerdi. Büyük sayılarda hâdiseler göze çarpacak derecede bir düzen gösterirler. Burada eğer az çok inhiraflar görülürse, bunlar müşahede hatalarından ileri gelmektedir. En doğru müşahede yapmak iddiasında olan astronomlar bu hata kanunlarını müşahedelerine itinayla tatbik" etmeye çalışırlar.
İlli kanunların ifade edilebilmesi için bütün, sebeplerin tam şekilde bilinmesi lâzımdır. Fakat bütün, sebepleri tart1 olarak bilmek imkânsız olduğundan, şu halde bütün neticeleri tam olarak bilmek imkânsız olduğundan, şu halde bütün neticeleri tam olarak hesaplamak da imkânsız olacaktır. Fakat bilinmiyen sebeplerden ileri gelen inhiraflar istatistik kanunlarına göre birbirlerini tadil ederler. Bundan dolayı ölçiı-lerin vasatisini almakla oldukça yakinî bir neticeye ulaşırız. Tek bir ölçü kullandığımız zaman bazı haclar görülür. Fakat çok nevi ölçü kullanıldığı ve vasati alındığı zaman lıa‘. dar birbirini siler. Hasılı sta-tistik kanun inBanın Ht'iliğe ulaşmak hususundaki kıı Iretsizliğinc çare buluyor. Hesaplarımızda bu küçlik hataların bıkması bizim vasıtalarımızın yetmezliğiidendir. Buna rağmen hatalar daima en aza indi-riliebilirse bu da statistik kanun şay(si ildedir.
Alman matematikçisi Gauss ve Fransız Laplace bu esaslardan hareketi; ederek fizikçilerin müşahede hatalarım düzeltme 'çarelerini gösterdiler.
Böyle olmakla beraber, fizikte kinetik gazlar teorisi ile elektronlara ait olan Quanta mekaniğinin inkişafı Eu nkirlenn esasından sarsılmasına, ihtimaliyet görüşünün yeni bir İ8tikmı:-..-ıe.gtocBİlıe fietrçjj olmuştur. Kinetik gezilir teorisine göre hararet, gazlanr. moleküllerinin hareketinden hasıl olur. JSslsiricufierı.lşiingju^lii-riotte ve Böyle kanunları gazltrın.'jbasmei! ile hacminin çarpışıl sabtt olduaunüSğfcue-riyordu. Bu tarz(fi anlamlan gâzlar teori
sinde kat'i kanundan bahsedilebilirdi, Laplacc'in bahsettiği üstün insan bir gaz kitlesindeki atomlardan her birinin hareketini tayin edebilecektir. Onlardan her birinin hareketi tamamen, mekanik kanunlarına tâbidir. Bunlar tıpkı gezgenlerin hareketlerini idare eden kanunlar gibi kanunlara bağlıdırlar. Üstün insan için büyük cisimler âleminde olduğu gibi küçük cisimler âleminde (mikroskopik âlemde) de ayni kanunlar hüküm sürmektedir. Bunların statistik kanunlar gibi görünmeleri sırf biz insanlar, yani müşahade vasıtaları yetmez ve kudretsiz olan mevcutlar içindir.
Bu nevi araştırmalar fizikçüere büyük bir cesaret verdiği gibi, onun dışında sebepleri belirsiz denecek kadar çok. veya toplanması güç. hâdiseleri tesadüfe bağh gibi görünen tabiat alanlarına da ayni fikrin yayılmasına hizmet etti. Bu sayede biyoloji âlimleri, psikologlar, sos-... •«loğlar tesadüf ve ihtimallerin üzerindeki kat'i ve sarsılmaz muayyenliklerden bahsettikleri gibi füosoflar da' mekanik determinizmin zaferini ilân etmek için t undan istifade ettiler. I şte bilgi teorisinde mekanik determinizmin kuvvetle müdafâa edilmesi bu surede- mümkün olmuş-t ur.
Mekanik kanunları ideal şekillerinde bize, zaman içerisinde «ksedilebilir olarak ..rünüyorlar, Bunu şöyle ifade edebiliriz: yıldızların başlangıçta içinde bulunduklar! şartlar, onların ilerideki hareketlerini tayin ettiği gibi, onların ilerdeki hareketleri de başlangıçtaki şartlarını tayin .ed&f. Bn tarzda anlaşılan nedensellik münasebetinin hiç bir zaman istikameti yoktur. Meselâ A. B yi tayin ettiği gibi B de A yı tayin eder. Bunun içindir ki mekanik hâdiseleri aksedilebilirler denir.
Fakat termodinamikte rastladığımız ve .çntjgpie dediğimiz hâdiseler bunun aksini göl Iımmektjşdir. Meselâ yüksek hararet ■ lisrecesinâe ulan’bır cisimden daha aşağı hararette oiâiı bir oisme geçme bu neviden
55
bir hâdisedir. Burada aksedüemcz (irre-versible) bir hâdise karşısındayız.
ikinci termodinamik kanunu diye meşhur olan Boltzmann kanunu bu, zaman içinde bu aksedilemezlik halini daha çok meydana çıkardı; arası bir camla ayrılmış bir kap alalım. Bir tarafına oksijen öbür tarafına azot koyalım. Buradaki camı kaldırınca iki gazın molekülleri, birbirile karışacak ve bir müddet sonra iki gazdan mürekkep bir halita olacaktır. Burada başlangıçta O ve N birbirinden ayrı olduğu halde, bir zaman sonra onlar aksc-dilemez bir surette birbirine karışmış olacaklardır.
Halbuki ideal ve kat'i nedensellik zaman istikametini hesaba katmıyacaktır. Çünkü illetle eser arasında tek taraflı mil-. nasebetten dolayı bunların ikisi arasında bil* fark yoktur. Biraz önce bahsettiğimiz entropie hâdiseleri, statiktik karakterde olan termodinamik hâdiseler alanına girince sebepler zincirinde zamanın mühim bir rol oynadığı, aksedilcmezliğin esas olduğu görülmektedir. Şu halde diyebiliriz ki rasyonel mekaniğin aksedîlebilir kanunları tamamen fici il' bir âlemin kanunları dır. Bir nevi ideaiısationdur. Onlar hakikatte ihtimali kanunların yüksek derece de takriplerinden ibarettir.
Hâdiselerin bu aksedilmez akışı yaj tuz fizik alanında kalmaz. Canlılar alanın da, şuurda ve cemiyette de ayni karakteri görürüz. Canlı varlıkların tohumdan meydana çıkması ve organlaşmasına doğru gidişi akaedilemez bir karakter gösteril Netckim şuur hâdiseleri de zaman içiııd, aksedilemez bir hat çizerler. Nihayet cemiyet hâdiselerinin tarihî bir akışı olduğunu ve bu akış içerisinde yeni sentezler halinde sürekli b. ı aksedilemezler serisi meydana getirdiğini görüyoruz.
Fizikten bağlıyarak sosyolojiye kadar bütiîn bügi alanlarını gözden geçirince, tabiat olaylarındaki akge(İileriwzliğin| doğrudan doğruya tabiata; ait. objektif ve gerçek bir karekteri olduğu; zamanın bu
aksedilemezlikten başka bir şey olmadığı ve tabiattaki nedensellik (causalitö) bağlarının ancak bu objektif vasfa görç anlaşılabileceği görülür. Halbuki Kant vaktiyle bunun tam tersine olarak (neden-scllik» i sübjektif zamanla izah etmiye çalışıyordu.
Son yirmi - otuz senedanberi atom firiği gerek teori gerek tecrübe alanında büyük adımlar attı. Teori alanında bu devri açan şuanla teorisi ile mcvceler mekaniğidir. Quanta teorisi, meşhur yakin-sizlik prenslpi ile modern atom teorisinin ilk adımlarını teşkil eden münakaşalara kapı açmıştı. O sırada fizikte büyük bir kriz olduğundan bahsediliyordu, idealist filosoflar. ve onlarla ayni düşüncede olan fizikçiler, meselâ Eddington, Jeans, Jordan, Dirac vesaire... fizikteki yeni terakkiler sayesinde artık tefekkürden müstakil gerçek bir âlem olmadığını, gerçeği tanımak için u zumuzun geçil, mez engellere uğradığmı. nedensellik ve determinizmin yalnızca ruhumuzda ve bazı hudutlar içerisinde aranabileceğini ve onlarm dışında asıl vakıalarda yakinsizük, belirsizlikten başka bir şey olmadığım iddiaya kadar vardılar. Bıı muhtelif iddialar, bilhassa sonuncusu Heisenbcrg tarafından keşfedilen y.ıkinsizlik münasebetleri» ne ait bir çok tefsirlerde üeri sürülmüş ve eski idealist felsefeyi diriltmek için vesile diye kullanılmıştır.
Bu tezler ister filozoflara, ister fizikçilere ait olsun, o kadar aceleyle ileri sürülmüştü ki, bizzat onların müellifleri de yanı hâdiselerle karşılaştıkça her gün fikirlerinin yakalandığını görmede gecik-mediler.
Yakinsizlik» prcnSİpİDİn ileri sürüldüğü seneler içinde, bazı fizikçüer bizim atomlara ait bilgimizin 1931 civarında ujaş^ğı .ş.eyiyevi asla, şşamıyacağını söylüyorlardı. Ö sırada atom ve çekirdeği bi-liniyor®, l'akat bünyesi bilinmiyordu. Halbuki ondan sonra yeni araştırmalarla
56
bir physique nuclfcaire teşekkül etti. Vakıa, madde hakkındaki bilgimize hiç bir geçilmez hudııt koymak doğru değildir. Netekim atom mikyasında objektif nedensellik olmadığını, atomun hiç bir tayine tâbi obnayan vakaların alanı olduğunu söylemk de pek doğrıı olamaz. Bu tarzda verilen hükümler, hakikatte, mevcut bilginin aceleci ' ve hatalı tefsirine dayanmaktadır. Yeni atom fiziğinin tekâmülü bize bunu gösteriyor.
Bu meseleyi aydınlatmak için, ünce «yakinsizlik münasebetleri» diye meşhur olnn Heisenherg'iıı keşfinden bahsedelim:, Bir şeyi müşahede etmek istediğimiz zaman bazı müşahede âletleri kullanmalıyız. Umumiyetle zannedilir ki miişahede âleti müşahede edilecek objede bir değişiklik yapmaz. Fakat bu tamamen doğru değildir. Her âlet müşahede edilen objeye tesir eder ve onu değiştirir. Bir suyun sı-çaktığını ölçmek için kaba termometre koysak, termometre Sıyun sıcaklığım değiştirecektir. Bu değişikliği azaltmak için daha küçük termometre koymalıyız. Hiç değişiklik yapmamak J$n.şon§ıız.derecede küçük bir termometre koymalıyız ki, bunu tasavvur etsek bile tatbik edemeyiz.
Heisenbeçg, işte bu düşünceden hareket ederek Compton tesiri diye tanılan hâdiseyi inceledi. Burada bir ışık şuamın önüne çıkalı bir cisimcik üzerinde yaptığı basınç bahis mevzuudur. Işık şuaı cisimciğin yerini değiştirecektir. Bu 'kasıncın şiddeti ışığın dalga, uzunluğuna bağlıdır. Dalga nc kaılaf küçük olursa basınç o kadar büyük olur. Dalga ne kadar büyükse basınç a kadar küçüktür. Bir elektronun hareketini görmek istediğim. zaman kullandığım rasat âletinden çıkan nhnton elektronun vaziyetini değiştirccekuı. Büyüle bir halde büyük Mgn nzı'mlüğıı kiiî’r. narak basıncı azaltabiliriz. O zaman cismin yerini kati , olarak tayfa»-cdşmajiz. Öyleyse ya uzun dalgalı bir ışık alınır ve cisimciğin yeri tayin edflcmez. iYara^kısa dalgalı bir ışık attnır, o Saman i cişimdiğjn
hayali vazıhtır. Fakat yapılan tesir fazla olduğu için cisiftıeiğin hareketi değişmiştir. Hasılı eğer cisimciğin vaziyetini kat’î olarak bilmek istersek sürati belirsiz katır; süratini bilmek istersek vaziyeti belir siz kalır. Halbuki büyük cisimler âleminde (makroskopik âlemde) mekanik kanunlarına göre bir cismin hem hareketi hem süratinin bilinmesi mümkündür. Ve bütün mekanik kanunlarının kat’iliklcri bunun sayesindedir.
İşte bir çok filosoflara ve fizikçilere türlü fanteziler yapmak için fırsat veren yakinsizlik münasebetlerinin esası budur.
Buradan hareket ederek «determinizmin iflfıst» ndaıı bahsedenler büyük ilmi bir yanlışlığa kurban olmaktadırlar. Her hangi bir cisimciğin tecrübe ile ayni za-manda hem. vaziyetini, her süratini tayin etmek imkânsız olduğu içih, cisimciklerin hareketinin muayyen olmadığı kabul edilmiştir. Fakat bu ancak Laplaca’ın tarif ettiği mânada bir determinizmin mümkün olmadığım söylemek demektir. Yoksa her hangi bir determinizmin yokluğunu söyle-mekdgmgk değildir, Işık hâdiseleri Louis deİBıoglie'nin izah ettiği gibi (1) bize daima çift marızaralarilc görünmektedir; Ci-siıpçUt, dalga, ışığın .dşlga manzarası bı-: i Lapluca’ıııkindcn farklı bir determinizm karşısında bulunduruyor.
Laplace'in anladığı mânada determi-n izinin tahakkuk etmemesinden dolayı • l .'ktroiılann gûya «eiiz'î irade» sinden i iir intihaba ı olduğundan bahsetmek I. ıdar hayalî, bunun kadar hatalı bir şey olamaz. Böyle düşünenler elektronu insana benzetiyorlar, ve yalnız idealizmi değil, , onunla birlikte misistizıni ve bîitün eski dinî doktrinleri dirillec-klerini vehmediyorlar. Meselâ, bunlardan Eddington «Fizik Âlemin Mahiyeti-» ndlı eserinde şöyle yazıyordu: «Modem ilmin verdiği bu de-liller saycsinda«dctıebifa: ki 1927 denberi
L> |l| lyıcW'(holWvıll»ındo t, cc Broglio'rJn ■■ nakden»-! a- 11934"- 1935).
57
makul bir ilmi zihniyet için, din artık kabul edilebilir bir şey haline gelmiştir He-iaenberg, Bom ve Bohr tarafından Hıkı determinizmin kat'î olarak ortadan kaldırılması ilmi tefekkürün inkişafında en büyük merhalelerden biridir.»
Netekim. Jordan. «Yirminci Asrın Fiziği, 1938» adlı eserinde şu tabirleri kullanıyor: «Materyalizmin tasfiyesi, dindara kendi hayat sahasını ilmi tefekkürle tenakussuz olarak temin edecek tama-mamen yeni pozitif imkânlar, objektiflikten vazgeçme, ilh...»
Şimdi meselemi biraz derinleştirelim. İlim atom alanında ilerledikçe yeni mev-zularla karşılaştı; elektron, foton, çekirdek gibi. Klâsik mekaniğin ve elektromanyetiğin bilinen telâkkilerini bu yeni mikyasa nakletmeye çalıştı. Basit mekanik hareket, Laplace'ın mekanik determinizm mc' kumlarını kullanmaya uğraştı. Görüldü ki elektronlar ve diğer cisimcikler için bu mümkün değildir. Fakat buradan, tabiatta determinizm meycııt değildir hükmünü çıkarmıya hakkımız yoktur. Ancak eski determinizm meselesinin fena konulmuş olduğunu, ve elektronun, klâisîk mekanikteki «'isimçiğin ayni olmadığını soyhyobiliı iz Burada umumiye! le bir determinizm krizi değil, fakat yalnız bir mekanizm krizinden bahsedilebilir. Klâsik mekanik ile Qıuuıta mekaniği arasımla asla mutlak tenakuz yoktur. Klâsik mekanik quanta mekani: nin hususî bir halinden ibarettir-ki ora in kaba mikyasta Planck Konstaııt’ı diye meşhur olan süreksiz kudret parçalan (hvl ihmal edilmiştir (i). Klâsik mekanik gerce
fi) Büro quöiiluımS^'Aölöft da deniyor, asır batında daâön va' eski sürekti ışık dalne-kın .teorisi verine sürvl. ız kt-drer corcalorı tocr's ni aslin» bu telâkkin ı rasıl dofidüiuı.j. >.■.■ fizikte ne derecede lıûvilt b'«Jrâ»WröO’i(.'=hı.-
ğe ait öyle bir bilgidir ki quaııta mekaniği bunun daha derinleştirilmişini, daha sarihini bise verir. Quanta mekaniği de klâsik mekanikle ayni mikdarları kullanır. Fakat klâsik mekanikte vaziyetler ve süratler cebir sayılan ile gösterildiği halde quanta mekaniğinde ma.tricç adı verilen daha yüksek dereceden bir takım sayılarla gösterilir. Bu matriceler mevzuubahs mikda-rın süreksiz bir tarzda alabileceği değerlerin mecmuunu ifade eden bir takım mik-dar levhalarıdır. Bu zıtlığın fizik tefsiri şudur ki: klâsik mekanik müstakil alarak her hangi değerleri alabilen vaziyet ve süratleri tetkik ettiği halde, şuanla mekaniği, değerleri her hangi bir surette alınmayıp Planck konstantına nazaran süreksiz bir surette değişen vaziyetleri ve süratleri tetkik eder.
Görülüyor ki «muayyensizlik münasebetleri» denilen hâdiseler Planck Kons-tantı tarafından tayin edilmiştir. Fakat bu tayin artık ince mikyasta matricelerle gösterdiğimiz statistik bir tayjndir. Ve bu mânada tabiatın ince mikyasında sta-tistik kanunlardan bahsedilebilir.
Tabiatta eski mekaniğin ve astronominin tarit ettikleri tarzda zaman faktöründen?! tecrit edilmiş aksedilebilir. kat’! bir determinizmin yalnız görünüşte hâkim olduğu halde, daha derin mikyasta ancak akscclilShâs,: zaman faktörüne bağlı, statiktik bir determinizmin hâkim olduğu fikri gittikçe inkişaf etmektedir. Dinamik ve evi imli "(evolutif) bir tabiat görüşüne ister istemez bizi götürmesi lâzım gelen bu '. iııkkinin bügi teorisindeki yerinden başka Bir makalede bahşedeceğim.
rntlo derln'.«ıf-ır»ıvo imkân yoldu Sraıisrlk de'e--jinizn^uluy.ı. ;'bı meselevSAc-ıidon dönem-S'z
Musiki ve Cemiye!
Lika Alfıiır
Her alanda değişiklik doğuran Rönesans devrine kadar musikinin durumunu geçen yazımızda anlatmıştık. Rönesansta. görüş ve duygularının istikameti büsbütün değişmiş olan bir insanlıkla karşılaşırız. Siyasî hâkimiyetin ycryiizündeki te-vezzünde yeni bir durum meydana gelmiştir. Aşağıda göreceğimiz gibi, bu durum musikinin gelişmesinde de kesin merhaleler doğurmuştur. Hümanizma ve Röne-sansm tesiri, katolik dininin tahakkümünü tahdit etmişti. Din, gâh zorla (engizisyon, başka mezhepten olanlara zulüm), gâh söz, yazı ve musiki ile propaganda yaparak, bu gibi dünyevi vasıtalar kullanarak muJjasımlanjrUı mücadele etmek zorunda kalmıştır. Böylecc- musiki de sadece dini olmaktan çıkmış,! lâik vc burjuva bir musiki olmuştur.
Evvelâ lâik idare sistemlerindeki değişikliği tetkik edelim. Feodal derebeylik sisteminin vu ona tâbi olan patriyarkal. mutlak hâkimiyet yerine modern, arazi birliğine dayanan devlet teşekkül etmiştir. Bu devlet şekli Fransa’da milli bir devlet şekline girmişse de, Almanya’da muhtelif büyüklükte devletler 'halinde tezahür etmiştir. Büyük dahilî ve haricî mücadeleler neticesinde meydana gelen arazi birliğine dayanan devlet şekli, içtimai nizamda. da değişmelere sebep olmuş ve değişmeler her alanda olduğu gibi sanat alanında da yeni ihtiyaçlar doğurmuştur.
Arazi birliği üstünde kurulan yeni devlet, mutlak lıâkımıyeu esas tutar. Burada, bil makalenin çerçevesini aşmamak için, iki asır atlamak zorunda kalmamızı okuyucularımız mazur ftraün.İMutiak Papalık Devletinin idaresi altında bulunalı
İtalya’nın büyük bir kısmı üe, Avrupa gelişmesinin dışında kalan İngiltere bir tarafa bırakılırsa, Avrupa asırlarca mutlak hâkimiyeti esas tutan devletler tarafından idare edilmiştir. Mutlak hâkimiyet devrinin sonlarma doğru cemiyetin alt tabakalarında baş gösteren sefalete rağmen, mutlak hâkimiyete dayanan devlet şekli o zamanki Avrupa cemiyetinin tekâmül seviyesine uygundu. Kudreti, tantana ve debdebesi zamanın büyük, küçük diğer bütün devletleri tarafından taklit edilen 14 üncü Louis'nin uzun saltanatında bu devlet şekli en son mertebesine erişti, Bunun için, o devrin musiki vaziyetini ve çeşidini daha yakından-tetkik etmek bizim için faydalı olacaktır.i "i-,
Cemiyet hayatının yegâne merkezi 14-üncü Loııis’nin sarayı idi. Kültür hayatındaki bütün hamleler bu merkezden çıkıyordu. Mimari, resim, şiir ve musiki bilhassa sarayın şan ve şerefi için mevcuttular^, ve ona uygun bir şekil almışlardı. Saray etrafında toplanan, bütün asilzade ta-kakasım*ve zengin burjuvazinin bir. kamını ihtiva eden o büyük gurubun hayat ve fikir bünyesi gibi sanat da yalnız kiralın •şahsı için mevcuttu. TÇapılan her şey; etrafındakiler!, Fransa.’yı hattâ bütün Avrupa’yı aydınlatan ışıkların kendinden sadır olduğu kiralın şahsını belirtmek içindi. Aşağı yukarı yüz yıl Fransız musikisinin mümessili olarak tanılan saray bestekârı Lully’in musikisi de bütün diğer sanatlar gibi sarayda olup bitenlerin (arka' perde» si olmaktan daha fazla bir şey değildi. Salonların, mobilyası, tabloları gibi musikinin de sırf tezyini bir fonksiyonu vardı. Ona kimse kulak aşmazdı: kiralın
59
dünya şöhreti olan «24 violonfcu rol» orkestrası çalarken yemek yenilir, içilir, oyun oynanır ve konuşulurdu. Opera dahi, diğer saraylar gibi, boş vakit geçirip konuşmak fırsatını veren bir başka yerdi. Lully'nın operalarına, (bazan imparatorun da şahsan iştirak ettiği) baletlere ve Molicre'in piyeslerine caccompagncmcnt-olarak yazdan musikiye şöyle bir bakınca bile, muayyen maksatlar için yazılmış olan bu musikinin ne kadar kalıplaşmış, şekil bakımından ne kadar dar olduğu hemen göze çarpar.
Almanya'nın büyük küçük blitün prenslikleri, böyle tantanalı bir saray meydana getiren mutlak devlet rejimini tıpkı tıpkısına taklit ettiler. Yalnız bir fark vardı. Almanya’da saray bestekârları ve saray orkestra şeflşri tercihan kalyonlardan olurdu; çünkü bu zamanda İtalyan musikisi dünyayı istilâ etmeğe başlamıştı. Bu vaziyeti anlamak için Konçsan sm son zamanlarına dönmek mecburiyetindeyiz.
Ortaçağın s unlarına doğru
daki insanlığın büyük bir kısmı, Roma kilisesinin zihinler ve hisler iizeri.,;ln ğu ağır tahakkütno karsı istiklâl miic.
leşine başlamıştı.; Eskiçağın, yaııi Hiri.-.ti-yanlıktan önceki çfikir dünyasının yen keşfi ve benimsenmesi bu mücade:■ de kuvvetli bir sil âbdı. Bu mücadelenin ilk hedefi, insanm iq vo dış şahsiyetinin, hürriyete kavuşmasıydı, veya daha doğru bu istikamete götüren yolun açılması- I:. İnsıuılık, düşüncede ve duygularda devam edip gelen bu tahakkümü kabul etmiyecck
kadar olgunlaşmış, istiklâl kazanmıştı. Bu gibi yeni fikirleri bcnimsiyenler, billuiisu İtalyan site-cunılıuriyetlerinin zengin bw-juvalarr ve şehirlerde oturan ve bunun içinde feodal düşünce tarr : i bırakmış olan asilzade tabakasının bir kısmıydı. Bıı yeni istek ve fikirlere uygun olarak, on beşinci asırdan itibaren yeni bir nıiİSife gelişti. Mutlak ve mücerret Jıirıkİfakterftaşyan ve yeni fikirlere ııynııyan Bski vokal po
lifoni ıır tik İtibardan düşmüştü. Çok sa-natkârane bir şekilde birbirile bağlanan ve zamanla gittikçe mudilleşen bu ses topluluğu, muhtevayı (> kadar ezdi ki bu muhteva mânâsız, anlaşılmaz bir hal aldı. Bu noktada İslâhat cereyanları baş gösterdi. Kökten bir değişiklik meydana geldi: musikide biitiln ehemmiyet tek bir sesde, yani en üst sesde toplanmıştı ve en alt ses, yani basso. sadece yardımcı olarak kalmıştı. Aradaki mesafe, «genel basso» denilen, bazı sanat kaidelerine göre yapılan (-imporvisation> larla doldurulmuştu. Bu ortadaki seslerin musiki bakımından ne kadar ehemmiyetsiz olduğu bu vaziyetten anlaşılır. Bu, harmonik musikinin başlangıcı idi. Polifoni için esas prensip, müstakil seslerin ufkî, ve. birbirine muvazi bir şekilde teşkil ettikleri birlik iken, şimdi, lıomofoni denilen yeni prensip için akord dediğimiz şakuli destekler, sütunlar esastı. Eski polifoninin ağırlık merkezi orta sesde, yani tenorda idi, halbuki homofoni-de ağırlık merkezyunranodadır. Bu yeni musikinin olgunlaşmadı için tabiîdir kî daha çok zaman geçmesi lâzımdı. ilk önceleri, onun ne nazariyesinde ne de tatbikatında. hiç vuzuh yoktu. Eski gelenekleri, yani tnonodi’yi (tek şarkı) devana ettirdiklerine inanıyorlardı, fakat gerçekte, büsbütün yeni fikirlerden hareket eden yeni bir sanat yarattılar. Bilhassa melodiyi in safa, alan bu yeni musiki tekniği ferdi .şahsiyete uygun olan bir musiki yaratmak isteğin® gerçekleşmesine müsaitti. Bu teknik, ferdî şahsiyetin henı bir tezahürü, lıenı de bir sembolüdür. Rönesans'ın mâna-sı ve ehemmiyeti, ferdiyetin, şahsiyetin
,ku,y,ygilö belirmesindedir, Kelimeler ve sözler r.rasmdnki münasebetlerin yeniden tam‘ zimi bu yeni musikinin- (ycrıi musiki tâbiri o zaman kullanılırdı) dış âmili idi. Bir kompozisyonda, metnin muhtevasını mâna ve şeklî muhafaza edilerek müziğe çe-virmek icap ediyordu. Çok umumî bir tarz-tîa olsa da yine insim! hislerden hareket edetgiyeni fikir ılünyasıuı müzikte ifade
60
etmek için polifoni hiç de elverişli bir vasıta değildi. Polifoni ile homofoni arasındaki ayrılık atlayıcı. ihtilâlci bir şekilde meydana gelmeden evvel, uzun zamandan beri musiki alemini tedricen çöktüren bazı hareketler vuku bulmuştu. Buna misal olarak, yalnız, 15 inci asırda en olgun, noktasına varan İtalyan madrigal’ine işaret edelim. Musikide yeni devir. Floransa’da 10 inci asrın sonuna doğru beliren ve mo-nodi denilen (tek bir kimsenin söylediği şarkı) musikinin belirmesi ile başlar. Kısa bir zaman içinde bu kUçilk başlangıçtan yeni musikinin en mühim kollan doğmuştur: opera ve âletlerle icra edilen (insru-mental) saf musikî. Bu sonuncusu doğrudan doğruya yeni bir ihtiyaçtan, yâni musi-kinin.daha fazla duyulara hitap etmesi, daha hareketli ve entans olması isteğinden doğmuştur: vokal musiki bu ihtiyaçlara cevap vermek için her zaman yeter dere-eede elverişli değildi.
Yeni vokal ve enstrümantal musikiyi geliştirmek için İtalyan zengin asilzade ve burjuvadan akademi İlenilen müesseseler kurmuşlardır. Bu tfıbgjdahi yeniden canlandırılan eskiçağın yen. cereyanlar üzerindeki tesirini gösteriyor. Akademilere musiki sevenlerin ancak mahdut bir kısmı girebiliyordu, ekseriyet için başka piç bir imkân da yoktu. Enstrümantal musikiyi (sonat) ve kışa bir zaman sonra vokal kantat şeklini alan monodi'yi yaymak için şehirlilerin umumî toplantı yeri olan kiliseler kullanıln-dt Rühabin sınıfı (blergel dinsiz yeni musikiye engel olmak için teşebbüslerde bulunduktan sonra yeni zamana uymaktan ve dinî âyinlerde sonatlar, senfoniler ve kantatlar çalmaktan başka bir şey yapamadılar. Önceleri, yen: cereyanın dinî ve dinsiz eserleri arasında bir fark gözetilirdi, fakat bu cüzî ayrılık kısa bir zamanda kayboldu. 17 inci ve 18 inci asırda enstrümantal nuşiki, bilhassa yüksek kemun musikisi meydana gelmiştir. Entans ve' zetigin yeni musikinin hu suslyeti ve gelişntesi göz. önünde tutulu:
sa, bu saıfetuı neden her memlekete girmiş olduğu hayret uyandırmaz. 14 üncii ve 16 inci Louis'nin devrinde Lully’niıı eserlerinin gördüğü fonksiyonu, Almanya-nın birçok saraylarında İtalyan operasının bir kolu olan crepresentatif opera» gördü. Ingiltere ve Rusya da bu gelişmenin dışında kalmadıkları için, hemen hemen 18 inci asrın sonlarına kadar Avrupa'nın her yerinde, operaları yazmak vazifesini de üzerlerine alan İtalyan orkestra şefleri ve musikişinaslan görülür.
Diğer taraftan, Alman devletlerinin burjuvazisi de kendi musiki müesseseleri-lii meydana getirdiler. Boyleee garip bir vaziyet hasıl oldu:. Almanyada tam yüz elli sone birbirinden tamamiyle ayrı olan iki musiki nevi, Alman ve İtalyan musikisi yan yana yaşamıştır. Dar bir hayat çerçevesinden gelen Alman musikisi mağrur ve geniş İtalyan sanatıyla kabili mukayese olmamakla beraber, kendine has bir karaktere malikti ve 18 inci asrın sonunda biiyüls klâsik mektebin I emellerinden biri oldu. 16 inci ve 17 inci asırlarda Almanya iktisadi ve siyasî tekâmülde geri kalmış, olduğundan, Fransa ve İtalya ile mukayese edilemiyeeek bir durumda idi. Re-lörmasyon hareketinin verdiği hıza rağmen, arazi birliğine dayanan devletlerin tekâmülünde vukua gelen harpler, bilhaa-lıaasa Otuz Sene Harpleri. Almanya’nın iç tekâmülüne engel oldu Musiki tarihinde bilhassa keşişin bir,'rol oynamış olan iki hâdiseye işaret etmek lâzımdır: Birin-cisij Reformaayoıı hareketinin verdiği kuvvetli hamle, Kendi esas dini prensiplerine uygun olarak Reformasyon, Lâtince metinlere göre bestelenen ve cemaatten ayrı bir koro tarafından söylenen ilâhüer musikisini ortadan kaldırdı. Onun yerini, Almanca olan, bütim cemaat tarafından tok scBİe söylenen ve örgün muhtelif seslerle refaket ettiği İlâhiler aldı. Bu İlâhilerin melodileri çok defa dini olmıyan şarkılardan veya lıalk türkülerinden alınmıştı# fakat metin Seniden yazılmıştı. Bu
61
mevzu üzerinde daha fazla durmaksızm şunu söylemek isterim ki bu proteston İlâhileri ve aldıkları son şekil Alman musikisinin tekâmülünde çok büyük bir rol oynamıştır. Protestan dinî musikisi, eski polifoniyi akord şeklinde musikinin unsurları ile birleştirerek, fevkalâde zengin bir sanat kolu oldu ve kendi başına bir musiki dünyası teşkil etti. Belki daha sonraki bir makalede bu mevzuu daha etraflı olarak ele alırız.
Kilise bir tarafa bırakılırsa, saray dışında burjuva musikisinin en mühim müesseselerinden biri CoUegium Musicum denilen birliklerdi. Bu gibi birlikler. Al-man'yada sayısı çok olan üniversitelere bağlı idiler, bazan da müstakil müessese-lerdi. Bu birliklerde çalınan musiki, Alman ve yabancı bestekârların hem çalanlara, hem dinleyenlere, zevk veren çok sesli enstrümantal musikisi idi. Bu noktada, gerek eserlerin, gerek çalındıkları yer olan bu musiki müesseselerinhı karakteri dikkate şayandır; ffe.^âkisi zihnin ve hissin incelemesine, bugünkü deyimle musiki terbiyesine, doğru gelişen bir istikamet gösteriyor. Geçen makalemizde burjuva Melstersinger'lerden bahsederken işaret ettiğimiz gibiHher nevi terbiye. yani gerek pratik, gerek fikri terbiye, lıcr devirde burjuvazinin İçtimaî hayat! mücadelesinde en mühim silâhlarından ve esas hareketlerinden biri olmuştur. Halkın v-ya mahdut zümreLerin huzurunda verilen
bu musiki müsamerelerinden maada bir de zengin evlerinde ev-nıusikisi’nin hususî bir yekli (âletlerin refakati ile söylenen çok sesli şarkılar) çalınırdı. Kv-musikisi, CoUegium Mıısicum’un musikisinden esas itibarılc ayrı değildir, çünkü münevver burjuva, CoUegium Musicum’da, kendi zümresi içinde, sanki kendi evindeymiş gibi hissederdi. Bu müesseseler! bugünkü konser salonları ile mukayese etmek doğru değildir. Tek bir zümre halinde birleşmiş. yüksek ve aşağı tabakalara karşı kapanmış olan burjuvazinin vaziyetine uygun. olarak CoUegium Musicum’lann tipik vasıfları şunlardır: topluluk şuuruna ehemmiyet vermek, beşeri yakınlık ve anlaşma.
Noksan olan ve ancak ana hatları belirten yukarıdaki satırlarla 18 inci asrm eşiğine kadar gelmiş olduk. İstihsalin artması, ticaret ve münakale vasıtalarının gelişmesi ile, muhtelif Avrupa devletlerinin kültür bakımından üstün olan tabakaları yepjıeni lıkır Lu, ideolojiler ediniyor! ; biiyleee bütün kültür bünyesi değişiyor. Meydana gelen karışık ve bugün de hâlâ faal olan münasebetlerden bahsetmeli, bu makalenin çerçevesinden çok fazla uzaklaşmak olur. Fakat burada verüen misallerle şunu belirtmiş olduğumuzu zannediyoruz ki musiki ve onun üslûp değişmeleri değişen içtimai ideolojilerle ve muhtelif tarihî devirlerin İhtiyaçları ile nıiinasebettardır.
Adımlar'ın Humanizma Anke+i
Son Senelerde kültür ve fikir havamızda en çok münakaşa edilen mevzulardan biri humani2iıw'dır. Geçiş'halinite (transitten) bulunduğumuz, daha önce dayandı-dığımız Arap ve Fars klâsiğinden ayrıldığımız için, bu hususta, söz söyliyen herkesin, mevzuu ayrı durumlardan ele almasına rağmen, humanizma etrafındaki bu ilgiyi tabiî buluyoruz. Bundan dolayı artık humunizmtının ne demek olduğunu daha derli toplu bir surette araştırmanın zamanı geldiğine kaniiz. Bu düşünce ile, yakında bir humanizma sayısı çıkaracağız. Bu sayıda humanizmayı muhtelif cepheleri ile ele alacağız. Bunu yapmadan evvel, memleketimizde bu sahada görüşleri olan aydınların fikirlerini dergimizin okuyucularına bildirmeyi faydalı bulduk. Kültür ve fikir adamlarımıza şu iki suali sorduk:
1. Humanizma nedir?
2. Bugünün fikir ve kültür gelişmesinde humtınizmanın mânası ve rolü ne olabilir?
Bu ankete verilen cevapları olduğu gibi neşrediyoruz. Bunlar, cevap vermek lûtfunda bulunanların fikirleridir. Onun için Adımlar, bunların fikrî mesuliyetini hiç bir suretle üzerine almıyor. Biz bu husustaki fikirlerimizi humanizma sayımızda' etraflı olarak yazacağız.
Anketimize bu sayıda cevap veren Yunus Kâzım Könl Maarif Vekilliği Talim ve Terbiye âzasmdandır. Gelecek savımızda Ankara Üniversitesi tipin-fc Enstitüsü
direktörü Prof. 0. Laeombe’ın. Nurullah lannı neşredeceğiz.
Ataç'ın ve doçent Orhan Btırian’m eevap-
Sorularımıza topta neevap veriyoıum.
Ümanizma sözü, on dokuzuncu as:: danberi bir eğitim ideali anlamına .gelmek üzere kullanılmaktadır. İnsanlık' ideali düşüncesi ise çok daha eski bir kavran: lir. Şüphesiz bu eğitim idealinin insanlık kavramı ile bir ilgisi vardır. Ümanitc, yer yüzünde yaşıyan insanları sınıf, dire, fitillet ayrılıkları gözetmeksizin bir tutmak idealidir. Bu bakımdan Hıristiyanlık ve İslâmlık, zamanlara da., bir kavmî, bir sınfl üstün tutmak yerine, insanlığı. fçaLiİSÜmE saydırmak istemişlerdi. Ümanizma ise insanlığın kültür, uygarlık planlarında mey-■drıııa getirdiği eserleri eğitimin vâsıtası kılmak cereyanıdır. Ümanitc^'ojümanizm arasında bir bağlılık varsa da lıir eğitim ideali olan ümanizmm mîllet realitesiıfe ve milliyetçilik UlkesinAykınffiir anlamı YElfc
Yıınus Kâzını Kiinl
tur. Hattâ diyebilirim ki okulculukta, öğretim ve eğitini de ümanizm millet düşüncesinin şuur kazanmasına doğrudan doğruya ilgili olan tarih araştırmalarının hız aldığı asırda milliyetçilikle birlikte gelişmişlerdir. Ümanizmaya zıd ve bunu eskimiş saydıran anlayışlar bilhassa müsbet bilimlerden ve yaşıyan dillerin edebiyatının klâsik değer kazanmasından kuvvet alıyor. Birinci cihan harbine kadar hemen bütün Avrupa okulları iltBaıliSt bir kuru-luştaydı. Bil okullarda Yunanca ve Lâtince. öğretimin bel kemiğini teşkil ediyordu. Gençliğin foıme edilmesinde Yunan ve Lâtin dil. edebiyatı', Wtarihi vaz geçilmesi, ihmal edilmesi caiz sayılmıyan bir temeldi... Avrupa .milletlerinin Yunan ve Lâtin kültürüyle bağlılığr fasılasızdır. Ortaçağ manastırlarındaki öğretim, mukad-
6S
des kitabın ve kilise babalarının eserlerinin yazıldığı yunanca ve lâtince dillerine dayanıyordu. Rönesanstan sonra bir başka zaviyeden olmakla beraber, hu diller mevkilerini tuttu. Diyebilirim ki tenevvür devri filozoflarına kadar fikir adamlar: yazı dili olarak lâtinceyi tercih ediyorlardı. Tenevvür devrinin bir özelliği de halk dilini yazma dili olarak tamim etmesidir. Kant bile eserlerinden bazılarını lâtince yazmıştı; hattâ onun almancasmda Lâtin nahvinin etkisi duyulur. Bu hikâyenin sorunuz ile ilgili iki tarafı var: biri, Avrupa halklarının Yunan - Lâtin diliyle fasılasız bir teması bulunması yüzünden dilin lügatinin ve gramerinin oluşunda hâkim bulunması ve bunun zonınluğıı ile de bu dillerin öğretiminde lüzumlu sayılmasıdır. Cari İngilizce, fransızca ve almancadııki lâtince asıllı sözleri atmaya kalkmak abesle uğraşmaktır. Onun için bu yaşıyan dillerin öğretilmesi ve öğrenilmesi için ölü dillerden vazgeçîlememektedir. öte taraftan rön esanstan jfeonraki yeni Avrupa kültürü Yunan ve Roma kültürünü örnek almış ve âdeta gerek felsefe, gerek edebiyat ve bilimde eski Yunanı meşket-miştir. Nasıl modem Avrupa dillerindeki aslı yunanca ve lâtince sözleri atmayı düşünmek abes ise yeni kültürün anıtlarını da Yunan mitolojisi «e Yunan klâsikleri olmaksızın ne yaratmak ne de hattâ lâyı-kiyle anlamak imkânı vardır. Kral Oidi-pus'u hâlâ iki saat göz kırpmadan seyrettiren icaz, trajedinin kuruluşundu!:: işlenişindeki mükemmellikten ileri .^eliyor. Şekspir, Rasin ve Lessing bu mttkenımcli-ği^ zevkini kavramamış ve tatmamış olsalardı, eserlerini veremezlerdi. Onlar âdeta bu eserleri taklit eder gcrüncielî yafa; tıyorlardı. Bu yeni Sofokleslcrin eskisinden farkı, eski Yunun örfleri, âd
rine yaşadıkları devri, birlikte yasadıkları insanları görebilmeleridir giyebilirim ki onlar kendi zamanlarım ilâha ^sihimUj. görebilmek, sezebilijek’iı ip hayata geriliye, rek bakıyor gibiydiler.
Yenilik. yaşanan zamanla birlikte yürüyebilmekte, ebedîlik de yaşanan zamanda erimeyip, geleceği de ifade edebilmek için, zamanın dışına çıkabilmektedir. Yunan klâsikleri bunu gerçekleştirdiği gibi, rönesanstanberi Avrupa kültür âlemlerinde dc bu sır gerçekleşmektedir.
Bizim, yani yirminci asır ortalarında yaşıyan biz Türklcrin. bir eğitim ideali olan iimanizmden anladığımız, Yunan ve Lâtin diline ve klâsiklerine mutlak tâbiliğimiz olmğyıp bu mükemmelliğe ermiş canlı dilleri ve insanı anlatan, insanı förme eden mahsulleri de benimsemek olmalıdır. Çünkü kendi klâsiklerimiz yanında bu örnekleri de bilmek iledir ki dilimizi millet dili ve kültürümüzü İnsanlık kültürü seviyesine çıkaracağız, Burada şöyle ve pek yerinde bir itirazla karşılaşıyoruz. Canlı dilleri ölü dillerle bir tutmak yanlıştır. Canlı dil ve kültür, ölü dil ve kültür gibi örnek olmaz. Çünkü bunlar canlı olmak hasebiyle mütemadi bir oluş halindedir ve mahsulleri arasında asırlara karşı koyımyacali olanlar da vardır. Çağdaşlan. Bodler ve Hölderlin i değil, şimdi adları bile unutulmuş bir sürü molozu beğenmişti. Kültür alanındaki istifayı zaman yapacağına göre, çağda-- kültürlerin mahsullerine karşı septik davranmak gerekmez mi? Şu nokta djSıkla gelİT: ölü bir dil5ve kültür örnek olur. Onun etkisi kış-i ırtıcı, ilhanı vericidir, ama canlı dillerin etlçisi temsil edicidir. Yunanca yirmi asır-■iı.nberi dünyanın her y rinde öğrenildiği halde kimse yunanlıla sınamıştır. Ama canlı bir kültürle ülfet eden kavimler benli ilerini kaybetmişlerdir
Bu itirazları önlem ı-k için ümanizmi yalnız rihtik kültürlerin örnek tutulması gibi dar bir anlamda'kaimi etmek icap et-eucz. Cjintol dllimfate1 -ye eski kültürümüzle pekaz ilişiği olan bıi kültürlere, yabancıyız. Avrupa dilleri ve kültürleriyle olan .ülfetimiz çok ilaha eskiye esaslıdır. Bence çtolı^külffli'leriıt temsil tehlikesi bunların yalrhzşbirinV bağlı olmaktadır, Ter-
x X. V
Hikayei
Eski Arkadaş
Bekir Sıtkı Kunt
Saat 17. Tatil zili çaldı, önünde imza edilecek bir çok evrak vardı. Bu kâğıtları şimdi imza etse, yarın »abalı erkenden «aâdıra» edebilirdi. Canım, acelesi ne?.. Zaten bir haftadır masasında bekliyordu. Varsın, bir iki gün daha beldesin. Kıyamet kopmaz a!.. Hani, «saati mesaiden» sonra çalışmağa devam etse, daha çok mu maaş alacak?. Yok!, öyle ise, neye?..
Aslî maaşı sekiz bin kuruştu. Yalnız bu pahalılık günlerinde değil, eskiden beri. maaşının azlığından son derece şikâyet ederdi. Vazifesine karşı her zaman «nazu istiğna» gusu^i'irdı.. Kolundan tutup sokağa atsalar, dışando sekiz para kazanamıyaeağını kendisi de bilmez değildi, ama, «ağlannyâna meme yok »sözünün doğruluğuna uyarak, daima «gayri memnun» göriinmenin faydalı olduğunu da keza pek iyi bilirdi.
Zilden sonra bir dakika dahi ziyan etmeden, hemen döner iskemlesinden fırladı. Odacı talimli olduğu için, koşup eline şapkasını verdi. Odasmın kaplanılan çıktı. Üst kattan aşağıya asansörle inmek istedi. Derecesine göre, bıında keiıdı sini haklı görüyordu;-Sonra, nedense fe-
eüme Bürosunun bilgili ve şuurlu çalışma-lariyle dilimize biitün garp dilleri::Jen. kazandırılan tercümeler ve okullarımızda fransızca, almanca ve ingilizı;eı,ıiu-ayni )da? recede tutulması bizi btt canlı kültürlerden birinin tabii olmaktan kurtaracağı gibi, kültür âlemindo.tuklitçilikten yaratıcılığa geçmemizi cife sağlamaktadır. Fâkat bu, eşki dillerin tâ Kelerdâı baiıyarâk
dakârlık ederek, bundan vaz geçti. Kaypak merdivenlerden dikkatli dikkatli inmeğe başladı. Kaç yıldır, bu dairede çalışıyordu. Merdivenlerden inerken, her defasında, ikinci katta mı. birinci katta mı olduğunu derhal tayin edemez ve yanlışlıkla, sokak kapısına gidiyorum, diyerek bodrum katına inmekten, odacılara gülünç olmaktan çekinirdi.
Ulus'a gitmeği düşünüyordu. Biraz hava almak, biraz değişiklik görmek istiyordu. Otobüs durağına gittiği zaman, orayı pek kalabalık buldu. Bütün vekâletlerden böliik bölük insan boşanıyor, ona sıkıntılı mektep hayatım hatırlatıyordu. Otobüslerin ilk durağında olmasına ve her gelen arabaya ite kaka sokulmasına rağmen, bir türlü, binmeğe muvaffak olamadı. İkide Mr, vızır vızır geçen ve içlerinde ancak birer ikişer yolcu bulunun otomobillere kızarak baktı. Bir aralık, acaba yîirii-sem mi, diye düşündü. Bütiin gün oturmuştu. Yürümek çok iyi olacaktı, ama, 35 liraya aldığı kundura rahat değildi. Ulus’a kadar yürümeği göze alamadı. Çaresiz yeni gel® bir otobüse yine saldırdı. Güç-halle, ancak kapısına ayılabildi. Yavaş yavaş içeriye sokuldu, ve (ne büyük şans).
öğrenilmesi mecburiyetinden bizi kurtar-‘maz. .YıtekTm bu da okullarımızda denenmektedir. İçinde bulunduğumuz devrin ^ijyük altınlısı. Ayrupa milletlerinin bir-bîrfni Itorahyan ronesans. tenevvür devirlerini bizim, bu ulusların çağdaş kültür huyuUtuma ayak uydururken gerçekleştirmeğe çahşrtamızden iltfri geliyor. Zor, fakaSgclccegi 'feyizli feır^evir içindeyiz.
65
Sağlık bakanlığında inen bir yolcunun yerine daha yakut duran birini garip bir manevra ile önleyip, herkesin kıskanç gözleri önünde, koltuğa kuruldu. Şimdi ne kadar rahattı. Ağaçlar, binalar pencereden akıp gidiyor, kendisini pek müşterin hissediyordu. Ama, bu kalp rahatı öyle pek uzun sürmedi. Yanında derhal biletçi peyda oldu. Rahatsızlığı bilet almak meselesinden ileri gelmiyordu. Zaten bilet parasını daha evvel avucunda hazırlamıştı. Bu iiç tane beş kuruşluktu. Biletçi parayı aldı, bileti kesti, üstünü, iki kuruşu şimdi veririm, mânasına, başiyls bir işaret yaptı, öbür yolcuların biletlerini kesmeğe başladı. Onu rahatsız eden, işte bu iki kuruşun iade edilmemeğiydi. Acaba dalgaya mı getirecekti?. Ya iki kuruşu vermediğini unutursa!. Ya istenildiği zaman, veririm derse!... Olur a!.. İki kuruş bir şey değil elbette... Ama, bunu, isteyip alamamak feci şey!. İki kuruş için adetâ yalan söylemiş gibi olacaktı. Bunu her zaman düşünür, otobüse binerken on |iç kuruşu tam olarak hazır bulundurmak ister. Fakan insan her zaman tedarifcİi i^tlunamıyor ki!..
Bir iki defa, gözlerini bileitçinnı gözlerine getirip, hani bizim iki kuruşlar der gibi, manalı manalı baktı. Fakat biletçi, tâ postanenin önüne kadar, hiç oralı olmadı. Oraya gelince, tenhalaşan yolculardan bir kaçma, bu arada ona da, iki kururunu iade etti. Ancak iki kuruşu aldıktan sonradır ki, içinde derin bir emniyet ve rahatlık •duydu.
Ulus’ta otobüsten inip kalabalığa karıştığı zaman, önemli bir zatla karşılaştı. Yapma ve zoraki bir derisini kırıştırıp belini hafifçe
tebessümle yüzünün, bükerek,
eskilerin kandilli temennalarım hatırlatan duğu:
bir hareketle, başından şapkasını kaptı. . Tesçkkür ederim, iviyim, ve zâtlâli-
havaya kaldırıp dizlerine kadar indirdi. «■- nit? «.fanfetafife karşılı İt verdi, ve önüne lâm verdi. uzatılan eli. biraz ürkeklik ve şaşkınlıkla.
İki adım ötadjtbaşka 'bS-tanıdıit gör- hafifçe nemli, .olmasından dolayı da tiksi-dii. Bu, orta ayarda bimydi. Kendisin® ne nerek, sıktı. Faal, kendisine böyle ismiy-zararı, ne de faydası olabilirdi. Acaba se- 1c hitap eden adanı, türden tanıyamamıştı, lâm versem midiye t® ş tindik A.dant»en ama. ttkınrtjfclığııŞjljelli etmiyerek, gözlük-
deh En iyisi görmemezlikten gelmek!., öyle ya.. Görmemek!. Bu, insanın elinde olan bir şey. değil!. Gözlerini o tarafa hiç çevirmiyeblllrdî. Ö takdirde de bu tanıdığın oradan geçtiğinin farkında olmıyabilir-di. Şayet günün birinde kendisine sitem ederse, bu orta ayar tanıdığa, görmediğini, hattâ yeminle temin etmek te mümkündü. İmdi, görmemenin taklidini yaptı, yoluna devam etti.
Tuhafiye eşyası satan bir dükkânın vitrini önünde durdu. Yüzü tabii kalabalıktan yana idi. Vitrinden de kendisine bakan yoktu. Onun İçin, tatlı tatlı burnunu karıştırmağa başladı. Herkesin önünde burun karıştırmak pek ayıp bir şeydir. Kızında bu âdetin yerleşmemesine çok dikkat eder. Çocuğun eli kazara burnuna gitse derhal azarlar, ama, kendisi bunun müptelâsıdır ve bunun böyle olduğunu kimae bilmez.
Vitrinde gömlekleri, iç çamaşırları, bo-yunbağıları. çorapiarrfalan gözden geçirmeğe başladı Etiketler müthişti. Derhal kendi ihtiyaçları üzerindi - durdu. Beş gömleği vardı. Geçen, gün bilinin kollarının di-dilmekte olduğunu görmüştü. Harp bitinceye, her şey ücuzlaymcaya kadar idareden başka çare yok;.-. Yalnız çorapları adam akıllı eskimişti. Çorap yamasının kundura diamdan görülmesinden fena halis utanırdı. Bir müsait Hamurunda. bir kaç çift çorap almağa karar verdi.
Bir arabk, kalabalığın arasından, bir ses işitti:
— Ooo.. efendim, ;vay.. nasılsınız Şevket Bey... Burada mısmız?.
Ştmrn İliç işlemeden ağzının alışık ol-
66
lerinin camı ardından, dikkatle baktı. Bu yüz hiç te yabancı değil... Hattâ, iyi tanıdığı biri olacak, ama, kim acaba?. Zihnini kurcalıyor, fakat bir türlü bulamıyordu. Bu son zamanlarda epey dalgın ve unutkan olmuştu. Bir sinil' dok t onma mı gitmeli?. Fakat Allah kimseyi şu zamane doktorlarının. eline düşürmesin!.. Sonra, sinir doktoruna gitmek, oldukça tehlikeli bir şeydir. İşitseler arkasından ne derler. Adını deliye çıkarmazlar mı?. Hani, bunun tekaütlüğe kadar yolu vardır. Allah saklasın. İyisi mi, bunu hiç kimseye sezdirmeden şimdilik idare etmeli, başa daha büyük gaileler çıkarmamalı!.
Bıı düşünceler zihninden geçerken, bir taraftan da hatıralarını yokluyor.. Fakat kafasında en ufak bir kımıltı ve uyanıklık yok!. Nerede müşerref olmuştuk, ismi âliniz?.. diye sorsa, bu ayıp ve bayağı bir hareket olur. 0 sırada, hiç icap ve münasebet yokken. Ulus meydanındaki saatin bir kumbara biçiminde olduğunun farkına vardı. Hayret edilecek şeyi. Şimdiye kadar nasıl olmuş ta bunudSrkctmemişti.
Karşısındaki adam, hafifçe ııemti eliyle hâlâ elini sıkmakta; vc saltaıakLa, I i, yandan da:
- IC.. daha nasılsınız, iyisiniz ıngallti diye hal hatır sormakta devarp ediyordu.
O yine hiç şuuru işlemeden., tekrar
— Teşekkür ederim, iyiyim, ya zâtı s! ı niz, diye sordu.
Öbürü:
— Çok şükür ben de iyiyim. Ya hıı:ı-mefendi, çocuklar?..
Tuhaf şey,. Donnek, ailece tanıgıyorfeı İardı. Acaba İsim bu?.
— İyiler efendim, diye cevap verdi, iyiler.. Ve derhal karısının bir terlik rmıâr-lamış olduğunu htîurladı. Fakat bugün çarşıya inmediğini söyler, karısını bir iki gün daha atlatabilirdi, fjimdt karşısındakinn, ailesini sormak sırası ona gelmişte
— Sizin hanmefendi de iyiler- inşıışJ* lah, dedi, çocuklar’.
Meçhul dost, hayret içinde
k.
— Bana bir aile kurmak müyesser olmadı henüz, beyefendi, dedi, malûmu âliniz bekârım.
O bozulduğunu belli etmemeğe çalışarak aınttı ve:
- Canını, artık sizi başgiiz edelim, niye söylendi, ben herhalde artık evlendiğinizi tahmin ediyordum.
Ne fona yakalanmıştı. Şu düğümü bir defa çözebilse!. Karşısındakini bir takım kurnazca suallerle sorguya çekse, acaba bir ipucu yakahyabilir miydi?.
İlkin:
— Şimdi nerelerdesiniz, diye sordu.
— Eski yerimdeyim, Ankara’ya terfian başka bir vilâyete tahvilim için geldim. Dün müsteşar Beyefendiye gittim, eksik olmasınlar, bir çaresine bakarız, diye vaat buyurdular.
Soyadını sorarsa, küçük adını da br-raber aiiyliyeeeğini tahmin ederek:
Sahi, şey.. Soyadını ne aldınız?. Peltek!, (ve tahmin ettiği gibi, derhal arkasından ilâve etti:), Ali Peltek!.
Bu Ali Peltek adından da bir şey anlamadı. Fakat lâf olsun diye, lâtife yollu: Auıa, itiş te peltek değilsiniz, dedi. Ha, öyle tabii... Efendim, bize eskiden Peltekoğullan derlerdi de, onun için eski aile adımızı muhafaza ettik.
Meçhul dost biraz durakladıktan sonra, hatıralara dalıp şairane bir tavır ala-ı ak:
Ne günlerdi o günler Şevket beyci-ğinı, nei tatlı âlemler yapardı!:
Az daha sözünü kesip:
— Yahu neredeki, ne âlemiydi bu, diye'scmrrtktı. Fakat karşısındaki buna lüzum bırakmadı:
— O âlemler, o Sınkdede'deki eğlen-eAu-imiz...
Hahh. şoyie!.. Bu Sınkdede ismi, bir '“amııul gibi yanrms? butun hatıralarını aydınlatmıştı. Deminden beri bir türlü kim olduğuna anEıyşunadığı . meçhul dost» u da pek iyi tatildi. Bu. ınfi müdürü Ali beydi..
Yaz sabahl&nın karışık gürültülerile
£ vamı 71 înci s«hHod«)ı
Hikâye:
Sıtma
oğul dayan Hergele meydanına Bekir de girdi ve insan yığınları içine daldı. Çeşitli gürültüler meydanı doldurmuştu. Terlemiş insan gövdelerinden buğulu bir koku çıkıyor ve bu, pazarın çürük meyve, taze sebze, toz ve paçavra kokan havasına karışıyordu.
Pazar alabildiğine kalabalıktı.
Çay, kahve satmağa çalışan garsonların ince bağrışmaları, bozuk plaklardan çıkan cırlak şarki Seslerde birlikte meydanın kirli havasına siniyordu. Ayak satıcıları var kuvvetlerde bağrışıyorlardı.
«Ne çek insan var?» diye düşündü Bekir.
«Kızılcahamam'da bile bu kadar kalabalığı hiç bir arada görmedimdi».
Ayaklan çıplak çocuklar koşuyor ve haykırıyorlardı.
«Abuhuyattan iç... buz gibii..»
Ve ağzı kırık toprak testilerden sırı dökülmiig çinko' maşrabalara su dolduruyor, müşterinin verdiği meteliği ceplerine atarak yino koşuyor ve yine bağırıyorlardı.
Bazıları da yüz paraya ayrşjj.. «itiyordu. Kireç suyuna benziyen kötü ve tatsız bir ayran. Bekir:
«Bu yanıklar kim bilir akşam Ene yediler diye, düşünüyordu. Koyun basile in-zc soğan mı? Tahin helvaaile pastutuı mı?
Sonra yutkundu, yere baktı va adımlarım sıklaştırdı.
«Nereden de aklına gelmişti bu; pahalı şeyler».
Dalgın vo hızlı yürürken biri kâğıt helvacıya çarptı.
«Ulan ki :■ müsün» diye bağırdı iuühu, uzaklaşırken da «itoğlu» diye küfretti. Önce:
«Hır çıkarmak boş durmaktan iyi» di ye düşündü. Fakat sonra vazgeçti. Omuz silkti, yere tükürdü ve yavaş vavaş uzaklaşırken,
«Canım döğtt^mok istemiyor» diye söylendi.
Eski hukuk fakültesinin arkasındaki
Nöbeti
Niyazı AGIRNASLI çöp ve toprak yığınının üstünde üç kâğıtla kumar oynanıyordu. El çabukluğu ile siyah kâğıdın nereye düştüğünü belirsiz etmeğe çalışan oyuncu, yuvasında fıldır fıldır dönen gözlerile seyircilerin yüzüne bakıyor, arkadaşı da onları kumara teşvik ediyordu.
«Meteliksiz kalacaksın ulan;]iş mı sanki karayı bulmak».
Omuzu çul heybeli bir yeni yetme üç defa yirmi beşer kuruş Sürdü. Üçünde de kaybetti. Seyirciler gülüştüler. Çocuk kızardı, şaşkın şaşkın kumarbazın ustalıkla hareket eden ellerine bakakaldı. Şimdi bir başkası para basıyordu. Onun da kaybettiğini görüp sevinmek için biraz bekledi, sonra çekilip gitti.
Arkasından yine gülüştüler. Seyircilerden biri,
«Enayi» diye mırıldandı.
Bekir pantadon ceplerini karıştırdı. Beyaz bez pantakftıunuıı bir cebinden eli çıp-lak bacağına değdi. öbOrcebinde bronz şıkırtısı oldu. Sonra iki elini birden çıkardı ve şürştle oradan uzaklaştı.
Bıçak başlamıştı, Pattı nn havasına bir yorgunluk »inmiş gibi sesler hafiflemiş, gürültüler azalmıştı, Uzaklarda bir kaç bii-yiik binanın camları parlıyor, yeni sulanmış asfalttan geçen otomobillerin lâstik n ırtıları duyuluyordu.
Çamur sıvalı kireç evlerin gölgesine çönıelmiş köylü kadınlar çömlek yoğurdu, yumurta, ve çökelek peyniri satıyorlardı. Alçak bir duvarın üstünde uyuklayan bir kedinin karşısında durakladı. Köyde onun da, beş küçük yavrulu bir dişi kedisi vardı.
«Belki do açlıktan ölmüştür» diye söylendi. Karısı, oğlu Mchmedi düşündü. İçinde bir burkulmia've yanma hissetti.
«Kimbilir belki onlar da açtır şimdi» diye aklına geldi. Yüzde yirmi beşten kalan borcunu vermek için tek öküzünü satmış ve on ■çek' halleden (1) beşini de ofise feslim, ettniştı. Eviıı yeygisi daha Mart '«İl BvM94l k=’ A /vdor.
6«
ortalarında tükenmişti. Zeyncbin, babanından ödiinç aldığı çavdar da şimdi bitmiş olmalıydı.
«Acep ııe yaparlar ki» diye düşündü. Zeynep babasının evine gidemezdi. Onların da yeygisi yarımdı. Kaynatası Haşan çavuş ta yazma işinde muhtarın gadrine uğramıştı. Köyde muhtarla nahiye müdürünün gadrine uğramıyan üç ağa evi ve bir de muhtarın akrabaları vardı. Herkes ezilmiş, şikâyetler, arzuhaller işe yaramamıştı. Herkes muhtarla ağaların tarafını tutmuş, haksızlığı düzeltmeğe yanaşmamıştı. Kasabada bir dâva vekili,
«Ben sizin işinizi yaparım, kaymakam ahbabım» diye iki yüz liralarını almıştı da hiç bir iş görmemişti. Yazlık ekcmcmişlcr-di ve sapı kaldıracak, herkedecek öküzleri de kalmamıştı.
«Acep Zeynep açlıktan bunalır da muhtarla yatmağa razı olur muydu ki?»
Şakaklarının zonkladığını boğazının acı act yandığını higsçtti.
«Açlıktan gebereceğini bilse’ Zeyncb böyle şey yapmaz* diye düşündü,
Kırşehir hinimin. önüne doğru hızlı hızlı yürüdü. Kalabalık seyrekleşmişti. Bir iş bulup çalışırsa bu kötü düşünceleri :' ve ean sıkıntısından da kurtulacaktı.
Bir adam ırgatlarla pazarlık ediyordu Yanlarına sokuldu ve «ben de çalışırını diye söylendi. Fakat ötekiler pazarbğı bitirmişlerdi. Onun yüzüne bile bakmadan yürüyüp gittiler.
«Yapılara kadar gideyim» diye düşür, dü, pazarda dolaşmaktan bir fayda çıkmamış, kimse Bekir'i çağırmamıştı.
Güneş epeyce yükselmişti. Bir dükkân gölgesinde kiraz satan biç oğlan ’ ğocıyju ile ihtiyar bir sokak köftecisi konuşuyorlardı. Bekir, yüzüne vuran köfte dıımaıı -lanın iyice kokladı. Kiraz sergisine kon-muşbir sinek kümesini elile koğuş dağıttı. Sonra caddeye çıkmak için Kurtuluş a partim anının önlineipoğruüyürüdû Hiiz-gâr çıkmış ve meydanda kahn bir toz ka-
sırgası koparmıştı. Çöp ve kâğıt parçalan uçuşuyor, açık dükkânlara, kahvelere doluyordu, Kurtuluş apartmanının yanındaki fınnın önünde de biraz ayak sürüdü. Fırından sokağa taze ekmek kokusu yayılıyor, açık camlımdan ılık bir buğu taşıyordu. Bir çırak çıkan ekmekleri tezgâhın üstüne diziyordu.
Heniiz ıslak asfalttan Yenişehir yolu nu tuttu ve hızlı hızlı yürümeğe başladı. Yolda bir köylüsüne rastgeldi. Konuşmak ve dert yanmak lhtlyacile ona doğru sokulurken odacı başını çevirip geçmişti. «Gör medi her halde» diye söylendi kendi kendine vo sonra düşündü:
«Ya efendi olunca, ya da efendilere hizmet etmeğe başlayınca köylülerini unutuyorlar».
Yenişehir köprüsünün üstünden Kayseri treni geçiyordu ve asfalttan otobüsler, otomobiller. Sıcaktan yumuşayan as-fultta topuklar iz. bırakıyordu. Yol boyuna dikili genç selvilerin, akasyaların yapraklan sallanıyord^lüırşı sırtlarda otlar ■şimdiden sararmağa başlamıştı. Apartı-nınn pencereleri ve çatılardı kızıl tuğlalar parlıyordu. Bu parlak renkli yığın yığın binalar köyundckılcrc benzemiyordu. Bunlar büjük ve güzeldi, içlen de rahat ol-malıydı, her halde. Bekir’in kamı açtı ve bütün bu güzel ve büyük şeyler onun içindeki köy hasretini giden'iniyordu. Ayrılalı yıllar olmuş gibi yüreğinde bir sızı duyuyordu.
Adam sende» diye omuz silkti. «Orada (la açlık olduktan sonra». Düşünmemek için ıslık çalmağa başladı. Yenişehir caddelerinde yürüyordu. Caddelerin durgun havasına. sulanmış bahçelerden taze çayır vc hanımeli kokuları katışıyordu. Yenişehir sokaffii,rı“Tenha ve evler sessizlik içinde
Bvkır, bırakç uışaata uğrayıp iş sor-Sördtt-ve nihayet Dikmen -asfaltı üzerinde bir apartıman yapısında iş buldu.
«Öğle yaklaşıyor, sana ancak yarım yevmiye verebiliriz. demişlerdi. Ceketini çıkarıp çalışmağa başladı ve bir ameleye
69
tam gündeliğin kaç kuruş olduğunu sordu.
Üst katlara tuğla taşıyor, çamur karıyor, harç hazırlıyordu. Kum ve tuğla kamyonlarım boşaltmak için de aptronun adamı Bekir’i çağırıyordu.
«Haydi bakalım yağız oğlan» diyordu. «Senin elin çabuk».
Yapıda devamlı iş bulmak için Bekir daha gayretli çalışıyordu.
«İki lira gündelik kötü değil» diye düşünüyordu.
«Her gün bir lirasıle geçincbilirsem orak zamanına kadar on. on beş lira arttırırım».
Ağır işçi karnesi alamamıştı. Altmış kuruşa kaçak ekmek alıyordu. «Katığile han parasına kirkkuruş yetermiydi ola»
«Yetmez de ne yapar» diye söylendi. «Gönül umduğunu bulamıyor ki».
Öğle olmuştu. Sıcak; kavuran, beyinleri kaynatan bir hâl almıştı. Asfalt yer yer erimiş ve ışıldamağa başlamıştı. Yollar eriyecek, kaynıyan siyah nehirler akacak gibi îdi. Caddeler tekrar sulandı.
Ameleler sık sık . .tulumbanın altına koşuyor. Yüzlerini, boyunlarım, kıllı göğüslerini ıslatıyor ve su İçiyorlardı. Sonra daha çok terliyorlardı. Öğle paydosunda duvar gölgelerine oturup ekmek yedil '?, su içtiler. Dört beş amele ve usta, talaşlardan, ağaç kırıntılarından ateş yakıp bulgur pilâvı pişirdiler. Sonra gölgelere uza -, ıııp sigara içtiler. Genç bir amele türkü söyledi. Yandaki apartımanm balkonunda iki hanım gülüşüyor ve istekli kısraklar gibi cilveleşiyorlardı. Açık bacakları ameleyi coşturmuştu, daha açık bir başka türkü söyledi.
Öğleden sonra sıcak dayanılmaz bir hal almıştı. İsçiler, ceketlerini ve çarıklarını çıkarmış, kollanın ve bacaklarını sıvamış olarak çalışmağa başladılar. Terden gömlekler sırsıklam olmıışjJJ^JBurunlarının_ ucundan ve çenelerinden damlayan iri ter «ianelerini silmiyorlardı büe. Hiç konuşmadan çalışıyor, tükenmeğe yüz tutarj.,takjji;. ierini artırmak için birbirine bakıyor, be
raber çalışmaktan kuvvet abyor gibiydiler.
İkindiye doğru Bekir şiddetli bir baş dönmesi tıissctti. Kolları kucağındaki tuğlaların ağırlığı altında aşağı doğru inmeğe başladı. Bacaklarında titreme, vücudunda bir gevşemo ve çözülme oldu. Gözlerinim önü kararıyordu. Burnunda kaşınma, kollarında ve bacaklarında karıncalanma hissetti. Son bir gayretle kendini toplamak istedi, bir adını attı. Fakat birden bire kucağındaki tuğlalar döküldü. Sırtüstü yere düştü ve kafası arkaya doğru kasıldı. Bir tarafa çarpılan ağzının çarpık tarafından salya aktı. Bacakları ve kollan ihtilâçtı bir kaç sallanmadan sonra kaskatı kesildi. Göz bebekleri kaydı ve yan açık gözleri cam gibi bembeyaz ve hareketsiz kaldılar. Dili dişlerinin arasına şiddetin sıkıştı ve yaralandı. Düşerken bir tuğlaya çarpan başından ensesine ve toprağa kan sızmağa başladı.
Sara'sı tutmuştu.
İki amele kollarından, bacaklarından tutup yapının gölgesine taşıdılar ve yüzüne su serptiler.
«Buna ne olmuş; uyuyup kalmış mı?» diyerek patronun adamı yaklaştı ve seslendi: - —g—
Hişt, hişt».
Bekir’i oraya taşıyan amelelerden biri, «Dokunma ona» diye bağırdı. «Sar’ası , tUttU».:,
Bekir yavaş yavaş gözlerini açtı, kendini toplamağa çalıştı. Ne olduğunu hatırlamak ister gibi şaşkın şaşkın etrafına bakındı. Sonra silkinip ayağa- (kalktı, yüzünü sildi.
Bir amele yanına Sokulup,
(Her vakit oluyor mu?; diye sordu.
Bekir kısa bir sessizlikten, şaşkın bir kaç hareketten sonra hafif vc titreyen bir sesle,
«Hayır» diye cevap verdi: «Üç sene-denberi olmuyordu.»
Sonra tekrar işine başladı. Fakat kol-larında ve bacaklarında kargı gelinmez bir \ dermansızlık ve içinde tuhaf bir eziklik vc.
70
yorgunluk peydalı olmuştu. Birkaç tuğla daha noksan taşıyabiliyordu.
Akşam yaklaşmış Keçiören . taraflarından hafif bir riîzgâr esmeğe başlamıştı Hava biraz serinlemiştl. işçiler şimdi daha istekli çalışmağa başlamışlardı. Üçüncü katın bölmeleri de örülüp bitirilmişti. Yarına dördüncü kat kolonları yapılacak ve beton dökülecekti. Bekir, vücudunda bir üşüme, başında da yanma hissediyordu ve bu gittikçe artıyordu.
«Hay kör şeytan» diye söylendi. «Bunun zamanı mı şimdi, işte bu sefer de sıtma nöbeti başlıyor».
Paydosa kadar dişini sıktı ve belli etmemeğe çalıştı. Durmadan gerinip esnemek istiyordu. Vücudundaki uyuşukluğu atmak, nöbeti durdurmak imkânı olmuyordu.
Gündeliğini almak için herkesin çekilmesini bekledi. Patronun ndamı ona yet-mişbeş kuruş vermiş, yarım gündelikten do yirmi beş kuruş kesmişti. Bekir’in yüzüne baktığım görünce de,
«Hadi batalım» demişti. «Gölgede din-lenmiye bu para bile çok
Bekir hiç ses .çıkarmadan çekilip gitti.
özenin, Kutlunun önlerinde Bekir'e hallerinden memnun gibi görünen bir kalabalık oturmuştu. Şerbet içiyor, dondurma yiyor ve konuşuyorlardı.
Bir usta vakit vakit ensesini kaşıyor ı ve yanındakilere anlatıyordu.
«İşte şu ıpartımanda da çok emeğim var».
«Kendine bir kümes bile yapamadıktan sonra» diye birisi lâf attı. Neşeleri kaçmış gibiydi. Artık konuşmuyorlardı.
Tarih Fakültende Enstitünün tiranındaki yoldan, hast&nenin önünden Saman-pazarina çıktılar. Çoğu Atpazarı yolunu _ tutmuştu.
Bekir, geceliği dürt kuruştan Kayserili Mustafa'nın haiımda yatıyordu. Hanın avlusunda ateş yakıp iki köylüsüyle bulgur çorbası kaynattılar. Toprak tencereye tahta, kaşıklarla yanaştılar
»Sıtma sıkıştırmağa başladı» diye Bekir dert yanıyordu.
«Giden yaz sarımsak ezip sulfata ile karıştırdık, yaruıı maşraba rakıya katıp içtimdi. Geçti gayri, diyorlardı amma geç-inçmiş»,
«Kolay kolay geçmez» diye arkadaşı söylüyordu,
«Okutup iplik bağiatsan bâri».
Ötekiler gülüştüler. İplik bağlamayı teklif eden kızdı;
«Dinsizler» diye çıkıştı.
Yarım bir ay, kaleyi, han diyarlarını aydınlatıyordu. Kuyruk yağı, pastırma ve yağda kavrulan soğan kokulan, gübre kokusuna karışıyor ve havayı ağır, bulantı veren bir koku sarıyordu. Uzakta Yenişe-lıirde, Çankayada ve daha uzaklarda ışıklar titreşiyordu. Hanın önünde ırgatlar sigara içiyor vc konuşuyorlardı.
Bekir, han odasının toprak zeminine serili hasıra sırt üstü uzandı. Kemikleri ince bir sızı üc yanıyordu. Hücrenin camsız küçük penceresinden ay, tam yüzüne vuruyordu. Odaya küf,.toprak ve ayak kokulan iyice sinmişti. Bekirin yanıbaşmda bir başka işçi horlııyordıı. İri gövdesinden ekşi bir ter kokusu çıkıyordu.
Bekınn içini yino köy hasreti sarmıştı ve şüpheler içinde kıvranıyordu.
«Ya şimdi onlar da açsa...»
«Ya Zeyneb muhtarla.....»
«Hay dinini... neler getiriyorum aklı-mai diye söylendi. Şüphe, sıtma gibi yerleşmişti onun yüreğine ve. ansızın köye gitmiye karar verdi.
«Yakında orak ta başlıyacak zâten» diye düşünüyordu.
«Kötü düşünceler içimi kemirirken durmak olmaz gayri» diye söylendi.
Sert hasırın üstünde yan döndü. Zey-üözlerinin önünden gitmiyordu. Ona sarılırken:
«Zuynebim» demeyi kuruyordu kendi kendine.
«Sana bir oyalı yazma bile getiremedim».
Sonra'da horlamağa başladı.
A YfN İÇİNDEN:
Ankara'da Temsil Bayramı;
Devlet Konservatuvarı yedinci ders yılı sonunda şimdiye kadar opera ve dram sahasında nisbeten dar bir dinleyici kütlesine verebildiği temsilleri. Mayıs ve Haziran aylan içinde bir «Temsil Bayramı» yapıp tekrarlamak suretile çok yerinde bir teşebbüste bulunmuş oluyor. Devlet Kon-servatuvan temsil kısımları bundan önce kendi çalışma malzemesinden bazı piyes ve operaları Konservatuvar ve Halkevi sahnelerinde ancak seçkin bir davetliler heyetine veya biletleri vaktinde tedarik edebilmek bahtiyarlığına erebilen kinişe le gösterebilmişti. Bu bayram. Konservatuvar temsil talebelerinin çalışmalarım biraz daha geniş seyirci kitlesinin görmesine fırsat vermiştir. ..Temsil plânında on
Tas tamam kendisi!. Bir samanlar pek yakut dosttular.
Bilmeceyi çözmeğe muvaffak olduğu için memnun oldu. Eğer Ali beyin neci olduğunu keşfetmeden kendisinden ayrılmış olsaydı, kim bilir» bu, kaç gece uykularına dokunacaktı. Ohh, rahat etmişti. Ana. on yıl evvelki basit kasaba hayatını düşünmek, şimdi nedense hoşuna gitmiyordu. Kendisi artık az maaşlı ufak bir kasaba memuru değildi. Orada bıraktığı eski memur arkadaşlarının vaziyetlerini öğrenrıu ■ yi hiç te merak etmiyordu. Artık ayrılmak istiyordu. Ama. öbürü sakız gibi yakasına" yapışmıştı. Sabırsızlandığını görünce de:
— Eğer ayakta yoruldunuzsa, dedi, bir kahvede oturup konuşalım, şurada, be-nim oturduğum otelin altında...
— Yok, hayır.. Şey.. Biraz işim var da...
— Arzu edcrseıdz ben de gelebilirim.
— Teşekkür ederim, akma, gelebileceğiniz bir yer değil.. Şey, (ne tiemeB?.) doktora gidiyorum.,,
eser var: Üçü komedya — «Giilüuç Kibarlar», «Otelci Kınlın», «Alinnıı von Itarn-helın» — Üçü Tragedya — «Kırııl Oldl pus», «Antignne», «Julius Caesar» — Mozart, Hilecini, Beethoven ve Smetena’dan her biri ayrı bir opera nevine ait, her biri mütevazi Halkevi sahnemize güç sığan aristokratik bir dekor ihtişamı içinde oynanan dört opera. Konservatuvann temsil bayramı münasebetile çıkardığı bir broşürde «Prof. Cari Ebert», bu «örnek eserlerin temsiline gelecek senelerde de devam edi leceğini. «Goethe» nin «Faust» u üc «ibnen »in «Nora» sının da bundan sonraki programa gireceğini müjdeliyor. «Müjdeliyor.» diyoruz; çünkü bu bayram, — biletlerin günlerce eıwel satıhverdiğîne bakılır -
Ali Peltek merakla:
— Geçmiş olsun, dedi, nedir hastalığınız? Ne doktoruna gidiyorsunuz?..
Deminki kuruntusunun tesiri altında. nğzınd(iı( nasılsa:
— Sinir.. liıfı çıkmak üzere idi ki, derhal aklını başına toplayıp:
— Karaciğerimden muztaribim, dedi, bir dahiliye mütehassısına gidiyorum.
— Ya., vah vah., geçmiş olsun. Bir da-ha nasıl görüşürüz. İfakıunmızda ziyaret ’numuzdur.
Zahmet etmeyin efendim. Ben, şey. Akşam üstleri ( ..) pastahaneaine çıkıyorum. Orada görüşelim.
— Hay naj^. gelirim.
El sıkıp ayrıldılar. Daha birer adım uzaklaşmamışlardı. Şevket bey. tekrar döndü:
I — Belli.olmaz. Çıkmadığım da olu-yoiEdcdi. /% W s
■İki eski arkadaş tçende aynlan yolcu-larSjbi, birbirlerine şapkalarım salladılar.
Bekir Sıtkı Kunt
72
sa — halkın sahneye ne kadar susamış olduğunu, son gördükleri eserlerin ancak ateşlerini artırdığını göstermiştir.
Programda, yukarıda da söylendiği gibi, klâsik tragedianın en kuvvetli yaratıcılarından biri olan Sophokles, Shakes-peare, komedyanın en büyük ustası Molıere var. Halkı sahne yoluyla iyi insan ve iyi vatandaş olarak yetiştirmek, ona insanlığı sevdirmek, insana insan olarak hürmet ettirmek hakikî demokrasinin ne olduğunu ve kıymetini anlatmak için böyle eserlerin sahnede oynanması bu oyunları her vatandaşın görmesini temin etmek kadar değerli bir terbiye vasıtası az bulunabileceğini hepimiz biliyoruz. «Julius Cae-sar», Kıral Oidi|is» ve aAntigone» yüzlerce, binlerce senedenberi insan oğlunun karşılaştığı problemlerin müşahhas tezahürleri farklı olmakla beraber esas mahiyeti itibarile değişmediğini bize gösteriyor. O zamanın İngiliz! vei Yunanlısı ııc gibi acılarla kıvrandı.vsa biz de hâlâ benzer acılarla kıvranıyoruz. O insanlar, halka, ferdin hürriyetine ta lıakkiim etmek istiyenler ve haksızlık karşısında nasıl ayak diremişler-se biz bugünün insanları da hâlâ öyle ayak diremek istiyorim, tnşan o zaman naşıl taunlarla cebelleşmekten çekinmedi, açılarını nasıl vakarla çektiyae, acıdan, mücadelenin asıl çetininden kaçınmamağı, Öidipım gibi, bizde - şüphesiz o zamana göre farklı ve ço kdaha grift ve zorlu olan bugünün hakikatini, felâketimiz pahasına da olsa, arayıp meydana çıkarmaktanSçekin-merneği, hakikati sevmeği asîl buliiyoruz. Molierö nasıl kendi cemiyetinde kalp ve taklitçi olanlara fazmış ye gülmüşse biz de kendi cemiyetimizde onlara benziyen kalp ve taklit şeylere gülebiliyoruz.
Devlet Kolieerviutuvarındaıı yetişecek müstakbel Devlet Tiyatrosu sanatkârlarının her şeyden önce talebe olduklarını unutmadan onlar lıakkuıda hiİkıım vermeliyiz. Dramın İter çeşidinde müstakbel aktörlerimizin çoğunu doğru bir çığırda yürüyor bulduk. BirBcere aktörler aı-asmda temsil esnasuıda bir âlıerik var. Bu âh enir
bilhassa Yunan klâsiklerinin temsilinde göze çarpar derecede temsilin tesirini artırmak bakımından faydalı. Korolar ancak böyle bir ahenk sayesinde dramın organik örgüsünün asıl çözgülerini teşkil eden kısımlar olarak belirtilebiliyor. Koro lideri ve baş roldeki sanatkârlar icabed.en yerlerde kendilerini sadece bütünün içinde. bir parça olarak göstermesini biliyorlar. Tragedyalarda halk kalabalığı unsurundan, bunlar için oditorium muhtelif kapılarından, çok iyi faydalanılmış. Bu kalabalık bütün bir şehrin ruh halini dramın atmosferine uygun olarak ancak böyle bir âhenk havası içinde sağhyabilirdi. Yunan tragedyalarının temsilinde Oidipus'un sahneden son defa çıkışı miinasebotile burada sırası gelmişken bir şeye dikkati çekmek isteriz. Herkesin bildiği gibi Yunanlı, kanlı vakalara sahnede cereyanından hoşlanmazdı. Onun için, İngiliz dramının aksine olmak üzere, Yunan tragediasmda göz oymak, insan öldürmek gibi hareketler sahne dışında olur. Biz seyirciler de bıs vakaların hikâyesini duyarız, Kiralın kendi gözlerini oyduğunu da öylece haberciden öğrenmiştik. Yunanlı anane, kanlı manzaranın: teşhirinden kaçmıyor. Onu tragedia vekarına uygun bulmuyor. Halbuki bu temsilde kirtil Oidipus en son defa sahneden ve memleketten ayrılırken gözünden kanlar aka aka Oditorium ortasındaki yoldan tâ sahneden dip kapıya kadar, ağır ağır yürüyerek geçiyor. Bu geçiş tragedianın bırakmak istediği tesiri bozmaktan geri katmıyor. Kıral yan kapılardan, kanlarını pek uzun zaman teşhir etmeden pekâlâ çıkabilir.
Temsiller münasebetle işaret etmek iatediğimiz bir iki nokta daha var: aktörler, işitilmemek korkusundan olacak, bilhassa heyecan anında fazla haykırıyorlar. Ses bu zamanlarda yuvarlaklığını iyice kaybederek kulakları pek fazla yırtacak şekilde çatallanıyor. Fazla bağırmalar, piyeslerin, komedyada olsun tragediada olsun ses ahengini bozuyor. Bir diğer nokta da, vücut, kul, el ve göz hareketlerinin birbiri arkasına, ayni «örnek» içindo tekrar
73
etmesidir. Bu bir teviyeliğc yol açan tekerrürleri dalga dalga yükselip inen heyecanlara tekabül eden ritmik jestler diye de ifade edebiliriz. Fakat jestlerin hemen her sanatkârda Cüneyt Gökçer gibi, Muazzaz Ilgın gibi baş rolleri oynıyanlarda bile böyle monoton oluşu dramın tesirini azaltıyor. Muazzez böyle az çok kalıplaşmış jest örneklerine kendini kaptırıp muayyen falılarla yerli yersiz içini çekiyor: — rAntigone» de de, «Minna von Born-helm» de de meselâ — ellerini muntazaman nereye koyacağını önceden pek iyi tayin etmiş gibi muayyen bir yüksekliğe kadar kaldırıp indirmesi insanda o anın dram icabına göre değil de bu «jest örneğine» göre sun’î olarak hareket ettiği hissini uyandırıyor. Şuhluk yaparken de, kardeş intikamım alırken de sanatkâr, gözlerinin, ellerinin hareketinde alıştığı bu «nazlı edalı» jestler silsilesini takipten kendini alamıyor. Muazzez gibi, Cilnyet gibi istidatlı talebe ve mezunlar diğerlerine örnek oldukları için onların böyle ses ve jestte bir sahne suniliğine yol açmaları tehlikesi vardır.
Fakat bunlar ufak şeyler. Söylendiği gibi temsilleri mUstakbel sanatkârlarımız olacak talebe veriyor; ve talebe, büyüklerinden öyle teşvik görüyor, öyle plânlı, programlı yetişiyor ki ileride her hangi bir piyesi ustaca oynamağa, dünya çapında büyük sanatkârlar olmağa namzettir.
Sanatkârlarımız şimdiden güzel oynuyorlar. Gönül ister ki sahne yoluyla halkı terbiye etmenin ehemmiyetini pek yerinde olarak kabul etmiş ve bu işi bir Devlet işi olarak ele almış olan Maarif Vekâleti Devlet Konservatuvan temsillerini — -Talebenin çalışmalarından haberler» şeklinde de nisa — Ankara’ya, Ankara'da da — yer darlığından • her temsili biletleri vaktinde alıveren gözü açıklara) ve sayılı kimselere münhasır kılmasın. Talebe grııpu, yaz tatili esmasında, vilâyetlMıle, hem ziyarette bulunmak, hem de temsiller v-ımek için bir program dahilinde ^dolaşanlar. Her yerde talebeye parasız temsil geceleri ayrıl -
sın. Yer ve sahne darlığının önüne açık hava temsilleri tertip etmekle geçilebilir. Böyle açık hava temsillerinin bir çok faydalan olur. Oparlörler kullanılabilir ve büyük bir dinleyici kütlesi oyunu dinler ve görür. Şimdilik Devlet Konacrvatuvan, en son sahnede, âzami dekorsuzluk, kostümlerde külfetsizlik cereyanına aykırı olarak, pek dc lüzum olmadığı halde, dekor ve kostümlerin masraflı ve teferruatlı olmasını tercih ediyor. Açık hava temsilleri sahneyi dekordan kurtarmak sııretile temsilleri nmasrafsız olmasını temin edecektir. İçtimai kuruluşu yüzünden büyük sanatın bütün halk kütlelerine mal edilmediği în-giltereıle bile parklar, büyük bahçeler çok ucuz açık hava temsilleri için sık sık kullanılır. Klâsik oyunlar böyle sade açık hava sahnelerine hattâ daha da Uygun gelir. Devlet Konscrvatuvarının, temsiller yolu ile «Türk Tiyatrosunu, Türk operasını, Türk müziğini... derin halk tabakalarına yayabilmek» için, sahnesi, kostümleri külfetsiz vc ucuz açık hava temsillerini de bu iklimi kadar tabiat fonu da güzel olan yurdıpı her yerinde, sık sık vermesini temenni ederken, sanatkâr gençlerimizi va-itkftr başarılarından dolayı tebrik etmeği bir borç biliriz.
Hüseyin Rahmi GUnii ■■
Mayıs ayı içinde Üsküdar Halkcvinde Hüseyin Rahmi Gür pır. ar günü yapıldı, ("stadın sanat hayatı hakkında söylenildi. Piyes şekline sokulan «Miirebbiye» si oynandı. Nihayet bütün bir ömür boyunca verdiği eserlerinden mürekkep kitap sergisi teşhir edildi.
80yaşın o,ıramaklarına doğru yükselen Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın doğduğu muhit olan Aksaray semti İstanbul'un belli başlı karaketrini taşıyan insanlarının yaş a Ağı bir muhit olması onu küçük yastan İstanbul'un tam hemşerisi yaptt. tstan-bul'u ve^lstanbullııyu yakından tanıtan nadir yazıcı oldu. Eserlerini yazmak için en
74
kuytu yerlerde kıyıda bucakta oturdu. Halk içinde yaşadı. Dokümanlarını mahallinde topladığı kâğıt üzerine dökmek za manı gelince inzivaya çekildi.
Fısıldaşır gibi birbiri üzerine eğilmiş ahşap, kafesli evlerde, güneşin pek az sızabildiği dar, çıkmaz sokaklarda günlerini dolduranların dış görünüşleri sessiz ve durgundur. H. R. Gürpınar onların kendilerine has hayat görüş tarzlarını, tenkitlerini, istizahlarını, dedikodularını, dırdırlannı bize bütün canlılığı ile tattırdı. 11)08 meşrutiyetinin. Birinci Büyük Savaşın ve diğer belli başlı devrelerin İstanbul halkı üzerindeki izlerini romanlarına inikas ettirdi. Halk şıklan, gulyabanileri, züpppele-ri, kuduran kaynanaları, örümcek kafalıları yadırgamadı. Cadılar, erkekleşen kadınlar, kokotlar yolu sapıttıklarını müşahhas olarak görüyordu. Roman kahramanlan yiyor; içiyor, aç yatıyor, yaya gidiyordu. Her.nevi tip-.yftnjk,çirkindiler: güzeldiler, bayağı idiler; babayanilik vardı. Hayatın her türlü icaplarına uyuyorlardı. Bu gerçek âlemi ve kendini üstadın eserlerinde bulan halk onu sevdi. Büyük romancı halk sevgisinin mükâfatını gördü. En çok okunan romancı oldu. Her baskı 5 bin adetten az olmamak üzere kitabları 8 . 10 defa basılmak mazhariyetine İrdiler. Mebus olduğu yıllar müstesna yalnızca kalemi onun geçinme vasıtası oldu.
Yapı bakımından realizm ile bağdı-şan Hüseyin Rahmi Gürpınar’a Türk Emil Zola'sı diyorlar. Zola ihtilâlci, inkılâpçıdır. Sefaleti tam mânasüe tatmıştır. GÜrpuıar-da bu vasıflar yoktur. Zola'da güldürme yoktur. Gürpınar bizi güldürür, fakat bu gülüş bir iç sızlaması île beraberdir. Müşterek olan noktalar halk.-ı eğilnielörl, TfaI-“ ka dürbünün tcrsile bakmamalarıdır. Realisttirler. Hakıkatları çırçıplak ortaya koymaktan korkmazlar.
Hüseyin Rahmi ■İGiifyujar'ın (£>ğı£'ro-T man olmak üzere eserleri 60 şa yakındır. Romanlardan Mutallaka Aİmajlcaya çevrilmiştir. Kadın Erkekleşince piyesi İghir.
Tiyatrosunda oynanmıştır. Makale tercümeleri de vardır. 1908 de çıkardığı Boşboğaz adındaki mizahî gazetede ittihatçılaruı iftirası ile mahkemeye verilmişse de bera et etmiştir. 1024 de Bon Delimiyim adın daki romanı onu gene mahkeme kapılarına sürüklemişse de gene beraet etmiştir. Bugüne kadar bekâr kalmış olan üstad hayatım İstanbul halkının hayatına dü-ğümlemiştir. Ondan daha eserler beklerken sağlık ve ömür diler, kendisini kutlularız.
Yayınlar:
Muzaffer Şerif Başoğlıı; Irk Psikolojisi. Üniversite Kitabcvi, İstanbul, 1943. S. 123.
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih -Coğrafya fakültesi psikoloji doçenti Dr. Muzaffer Şerif Başoğlu Irk Psikolojisi adlı güzel bir eser neşretnıiştir. Doktor Muzaffer Şerifin bir çok Amerika Üniversitelerinde ders kitabı olarak kullanılan ve^ kendisine milletlerarası psikoloji âleminde kıymetli bir mevki temin eden ıThe Psychology of Sncial Normsa adlı eserinden sonra çıkardığı bu yeni kitap bugünün önemli kontlarından birisi haline gelmiş olan bir meseleye. ırkçılığa, temas etmektedir. Bugün bazı Avrupa memleketlerinde önemli bir fikir cereyanı halini almış olan ırkçılık dogmasına göre. ırklar arasındaki farklar yalnız fiziki değildir, bunların kendilerine mahsus ruhi tezahürleri de vardır ve bazı ırklar yaratılış itibariyle diğerlerinden üstündürler. Medeniyetin bu üstün ırkın bir imtiyazı olduğunu söyliyen ırkçılar, iddialarının antropoloji vcapaikok > ji ilimlerinin son sözü olduğunu iddia etmektedirler. Bu gibi iddialarda bulunanların ekserisinin antropoloji ve psikoloji ilimleriyle alâkalan olmamakla beraber, Eugen Fisc-her, Bauer, I.-etiz ve günler gibi bu konuda kendi prejüje ve fişlerine hâkim ola-mıyan aııtrcpoloji bilginleri de bu nevi fi-
75
kirleri yaymaya çalışmaktadırlar. Bu bilginlere göre ırklar arasında ruhî farklar vardır. Beyaz insanlar bütün diğer ırklardan üstündürler. Fakat beyazlar arasın* da da en üstün ırk nordikterdir. (Yani sarı saçlı, mavi gözlü, dolikosefal, uzun boylu insanlar). Bu bilginlere göre, en yüksek, en mümtaz vasıflar bu ırkta toplanmıştır. Başka bilginler de, başka ırkların üstünlüğünü iddia etmişlerdir.
Bazı ırkların üstünlüğünü İleri süren bu gibi iddiaların ortada dolaştığı bir sırada, antropoloji ve psikoloji bilimlerinin bu konu üzerindeki hakiki durumlarının öğrenilmesi bir ihtiyaç haline gelmiştir. Dr. Muzaffer Şerifin salâhiyeti! kaleminden çıkan bu kitapta ilmin bu konu üzerindeki başarılan objektif bir tetkike tâbi tutulmuştur. 123 sayfadan ibaret olan bu kitap yedi fasıla ayrılmıştır. Bu meselenin tarihçesini yapan «ırk nazari yelerine bir bakışa adlı birinci fasıldan sonra sırasiyle «nisbeten basit fonksiyonların mukayesesi». «ırklar arasında mukayeseli zekâ ölçüleri, diğer psikolojik hususların mukayesesi»,cürüm ve marazi-Jik temayülleri», «iptidai zihniyet problemi», «bioloji ve antropolojinin bugünkü durumları» ele alınmaktadır, bitaraf ilim adamlarının bu sahadaki aifâşhftnalarmı objektif bir süzgeçten geçiren Muzaffer Şerif ilmin bugünkü durumunun her hangi bir ırkın üstünlüğünü iddiıy erimekten çok uzakta olduğunu, yapılan araştırmaların bu psikolojik hususlarda kültürün çok büyük bir tesiri olduğunu gösterdiklerini tebarüz ettirmektedir. Bu meselelerin en önemlisi olan zekâ hususunda dahi, ümin ırklar arasında zekâ foklarının, mevcudiyetini katiyetle tesbitten henüz daha çok ııza.k olduğu, üstünlük iddialarının ilmen sabit olmadığı ve hatta, yapılan. bitaraf araştırmaların keneflerle beyazlar arasında zekâ farklarının bulunduğunu göstermediği' W fekânift" yötffttıe' muhitine göre değişmeler^ gösterdiği açık bir şekilde belirtilmiştir. İlmin zuncilerle
beyazlar arasında bile ruhi farkların bulunduğunu tesbit etmekten uzak olduğu bir sırada beyaz ırklar arasında bazıları-nın diğerlerinden üstünlüğünü iddia edenlerin bugünkü ilim çerçevesinin' ne kadar dışında kaldıkları aşikârdır.
Kitabın son faslında tanınmış antropoloji ve bioloji bilginlerinin bu konu üzerinde buldukları neticeler hülâsa edilmektedir. Muzaffer Şcrif’in ortaya koyduğu neticeler, antropoloji ilminin bugünkü durumuna tamamen tevafuk etmektedir. Irk psikolojisi sahasında yapılan İlmî, antropolojik ve psikolojik araştırmalar henüz daha bir gelişme devresinde bulunduklarından, her hangi bir ırkm diğerlerine üstün olduğunu iddia etmek bugün için mümkün değildir. Muzaffer Şerifin de tebarüz ettirdiği gibi bugünkü antropoloji üstün ırk diye bir şey tesbit etmiş değildir.
Avrupa'da ırkların çok fazla karışmış olduğu bir zamanda, beyaz ırklar arasındaki zekâ . farklarını bulup çıkarmak hiç te kolay bir iş değildir. Gerek oojenesis ve gerek spermatojenesisde veraset faktörlerini yanı jenleri taşıyan kromozomlar birbirlerinden müstakil olarak ayrıldıklarından yani bir spermatozoon veya ovum’dakl kromozonların hepsi yal-nızâanne veya babadan gelmediğinden bu .. .metlerin birleşmesinde ayn ırklardan gelen irsi vasıfların karışık bir şekilde toplanacaklar ımcydşndadır. Bu sahada uzun ve dikkatli İlmî araştırmalar yapılmadan, bu mesele hakkında a priori bir fikir yürütülemiyeceği meydandadır. Dünyanın sayılı antropoloji bilginlerinden olan Amerika'da Harvard Üniversitesinde kıymetli hocam profesör E. A. Hooton'un de ■ diği gibi «Bir ırkı kat'f ı.iarak tefrik etmemeyi öğreninceye ve zekâ testlerinin neyi ölçtüğünü tam bilincey.’- kadar, ırkî zekâ ■TttrMari meselesini muallakta bırakmak icabeder.».
( Trk p.siIio!oj‘isİSgüzel ve sade bir üslûpla yazılmıştır, ve her faslın sonuna mufassal bir bibijyoğrafya ilâve edilmiştir.
76
Bu kıymetli eneri meydana getiren kıymetli meslektaşımızı tebrik eder vo bu kitabı okumalarım bütün aydınlarımıza tavsiye ederim.
I)r. Muzaffer Şenyürelc Antropoloji doçenti
Saffet Korkut: İrlanda .Millî Tiyatrosunu Kuranlar ve Dramlarından NUmnne-ler, Ankara, 1!M3, s. 147.
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, İngiliz Dil ve Edebiyatı doçenti Saffet Korkutun bu küçük fakat muhtevaca kıymetli eseri, Devlet Konservatuvarımızın çalışmalarıyla gittikçe gelişen tiyatro sanatı hayatımız için çok faydalı bir eserdir. Tiyatro faaliyetlerinin gelişmesi, tiyatro edebiyatının gelişmesi ile beslenmek zorundadır. Tiyatro edebiyatımızın memleketimizde zenginleşmesi ise hem yerli, sanat kıymeti olan eserlerin yazılması, hem. dünya tiyatro edebiyatından tercümeler, hem do dünyanın yeni tiyatro cereyanlarını yakından takip etmekle mümkündür. Diğer sahalarda olduğu gibi tiyatro sahasında da gelişme, evvelâ bugünün tiyatro sanatı durumunu, bugünün tiyatro cereyanlarını, bugünün piyeslerim tanımakla, bilmekle olur. Diğer sahalarda olduğu gibi bu saha adda bugünden bavlıyarak geriye, geçmişin klâsiklerine dönülebilir. Halkta tiyatro zevkini geliştirecek, yükseltecek olan eserler, seyirciye bugünü, içinde yaşadığı dünyayı, kendi hayatını tanıtan, problemlerini işliyen eserler olabilir. Bugünün eserlerinde seyirci. tiyatronun hayatla;il gisini, bu hayatın zenginleşmesi bakımından mânasıpı kavradıktan, tiyatroyu bu suretle değerlendirdikten sonra, bugünden açılarak düne dönebilecek, dünün eserlerini değerlendirebilecektir. İşte Saffet Korkutun kitabı, muasır Avrupa’nın eti yeni, en canlı tiyatro cereyanlarından birini, İrlanda tiyatrosunun, kuruluşunu ve inkişafını bize tanıtıyor.
Muharrir, memleketimizde tiyatro münekkitlerine ve tarjhçücnne örnek ohnası lâzım gelen gayet/verimli,, doğru bir nok
tadan hareket ederek İrlanda tiyatrosunu m anal andırmağa, bize anlatmağa çalışıyor. Hiç bir sanat cereyanı muallakta, İçtimaî boşlukta meydana gelen bir hâdise değildir. Muharrir eserine İrlanda'nın kısa bir tarihini, sosyal durumunu çizmekle başlıyor: bu sanat cereyanını içinde doğduğu İrlanda cemiyeti çerçevesine yerleştiriyor. İrlanda Tiyatrosunun kuruluşu ve gelişmesi, bunun için yapılan gayretler, mücadeleler, İrlanda istiklâl savaşının bir parçası ve aynı zamanda o savaşuı muvaffakıyetsizliğe uğramasının bir tepkisi gibi görünüyor. Muharrir, «İrlanda’nın bir taraftan emperyalistler elinden vatanlarını vc istiklâllerini kurtarmaya çakşırken tiyatronun, milli varlığı kurmakta, hâkim kuvvetlere karşı halk birliğini sağlamakta en önemli bir vasıta olarak kullanılmasını dikkate değer buldum», diyor. Di-rağcr taraftan bu sanat cereyanı; reel şartla r alanındaki mücadelenin bir tepkisi gibi görünüyor. Zira, iktisadi ve siyasî istiklâl mücadelesi zorluklara, muvaffakıyetsiz-liklere uğrayınca, bu istiklâl cereyanı kültür de, tiyatro da muvaffakiyete ererek bir tatmin mahreci bulmağa çalışıyor. İrlanda tiyatrosunun kurucusu olan ve bunun için de zorluklarla en fazla. karşılaşan Yeats için, tiyatro bir realiteden kaçma vasıtam oluyor; «romantik ve mistik ruh âlemlerine kaçıp o âlemlerin senbolle-rini dramlarında» işliyor; bundan dolayı da «üniversel kıymette eserler» yaratamıyor. Synge ve O'Caaey için ise, tiyatro, îrlandagköy ve şehir hayatını, o hayatların problemlerini işliyen, halin, kendi hayatının iye problemlerinin şuuruna vardıran bir vasıtadır. Bunun için de onlar, Yeats’in erişemediği mertebelere yükseliyorlar.
İrlanda'nın ve tiyatronun tarihçesinden sonra muharrir sıraslle, bu tiyatronun kuruluşunda ve gelişmesinde rol oy-nıyan W. B. Ycats’i, Lady Gregory’yi, J. M. Syngu'i ve Sean O'Casey’yi ele alıyor ye her birinin hayatını, eserlerini tahlil ediyor; Kliharririn de işaref ettiği gibi, bu
77
şahıslar ayrı ayn muhitlerden, zümrelerden gelmekle beraber hepsinde müşterek olan bir nokta vardır; bunlar, hem geniş edebî kültürleri, bilgileri olan, hem de eserlerinde ifade ettikleri halkın hayatını, halk sanatı motiflerini ilk elden tanıyan kimselerdir. Büyük sanat eseri yaratmak için lâzım gelen bu iki şartı bilhassa «İrlanda tiyatrosunun dahisi diyebileceğimiz» Synge'de görüyoruz. O evvelâ, senelerce, kendisini bir edebiyat münekkidi ve şair olarak yetiştirmiş, dünya edebiyatım içinden tammış bir kimsedir. Sonra da senelerce Aran Adalarında halk arasında yaşıyarak halkı ve halk sanatını ilk elden tanımış, tatmış, eserleri için malzeme toplamıştır. İrlanda tiyatrosunun dâhisi olmak vasfını Synge ile paylaşabilecek olan O.'Casey evvelâ bu vaziyete bir istisna gibi görünür; çok fakir bir aileden geldiği için mektebe bite gidememiştir. Fakat o da kendi kendini yetiştirmiştir. «Zaten beni yetiştiren Shakespeare'dir; ben Shakes|>eare ile okumayı öğrendim», der. Bu noktadan muharrir-memleketimiz için do mühim bir dars çıkarıyor. Synge'in geniş kültürüne, bilgisine işaret ettikten sonra diyor ki (Görülüyor İd biz-
de halk tetkiklerinde bulunacakları iyi bir ders verebilecek bir misaldir. Halkla sanat motifleri toplamak, veya iıtrh . bir etüd yapmak için temas, ancak bu işi ele alan kimselerin ilkin hazırlığı..çlduğu takdirde verimli olur.» (S. 72) Diğer taraf tan, halfa, ilk elden tarumıyan, onu anla-mıyan kimse, sadeco masa başında halk motiflerinin kalıbını alıp işliyerek halk sanatı yapamaz,
Bu etüdlerden sonra muharrir, ele aldığı tiyatro muharrirleriniıı bir perdelik eserlerinden Üç ^numune veriyor. Bu piyesler güzel, akıcı bir üslûpla dilimize çevrilmiştir; muharririn yaptığı tahlilleri aydınlatan, dcstekliyen numunelerdir. Bize göre eserin ön sözünde, bugünün tiyatro gelişmesinin şartlarım daha olgun bir surette ele almak istikameti beliriyor. Eserin metnindeki tahlillerde her zaman
bu istikameti gördüğümüzü söyliyemiye-ceğiz. Saffet Korkut'un, bundan sonra ele alacağı tiyatro ve roman mevzularını ön. sözde vardığı istikamette kuvvetlo geliştireceğini umuyoruz ve bekliyoruz.
B. S. Boran
F. C. Cole’den: Çev. Medilıa Berkes: Uzun Yol, Yurt vo Dünya yayınlarından Ankara, 1Ö43. S. 78.
Dr. Medihn Berkes’in dilimize çevirdiği Fay Cooper Cole'ın «Uzun Yol» adlı kitabı 78 şâhife ve yedi bölümden ibarettir.
Girişte müellif modern milletlerin bir çok tiplere veya ırklara ayrıldığını, kültürler arasında önemli farklar görüldüğünü ileri sürer, antropoloji bilimi konusu insanin tekâmülü, ırklara ayrılış sebepleri, kültürlerin gelişim ve bugünkü, medeniyetleri araştırmak olduğunu söyler.
«İlk Adımlar» faslında insanın vücudunda ve iskeletinde bam ştavistlik karakterlerin insanla ıınthropoid maymunların müşterek bir cetten geldikleri gösterdiği belirtiliyor. En eski fosil insan kalıntıları Cava'd» bulunan Pithecanthropus Erectus’ tır. Bunun yanında hiçbir âlet bulunmamıştır. fakat Çin ve Ingiltere’de bulunan fosillerin yanında ateş izleri ve âletlerin bulunuşu kültürün ilk başlangıcına işaret eder.
Modem Irklar» faslında antropojide ırk teriminin biolojik anlamda kullanıldığı belirtiliyor. Irkları birbirlerinden kesin bir surette ayırmak mümkün değildir, çünkü m alarmda göze batan farklar benzerliklerden daha azdır. Irkî vasıfları birer birer alırsak insanlar arasmda ancak derece farkı buluruz, şu halde bütün insanlar bir menşeden gelmiştir.
«Eski Dünyada Yeni Taş Devri» bölümü eski taş devri, sonlarında çeşitli insan ırklarının Avrupa’ya ve Şimal Afrika'ya yayıldığını anlatır. Bu ırklarla beraber yemi taş devri başliüh. Bu devri vasıflandıran en önemli olaylar sosyal sa
78
bada vukua geldi. Hem teknik hem de BOByal organizasyonda geniş değişiklikler görilldii. Bu devirde cilâlı taş tekniği kullanıldı, çömlekçilik ve dokumacılık öğrenildi, fakat en mühim yenilik bitki ve hayvanların ehlileştirilmesi oldu. İnsanlar göçebe hayattan köy hayatına geçtiler, mülk sahibi oldular, alış veriş, korunma, içtimai kontrol ihtiyaçları baş gösterdi. Yerleşik hayatın vo yeni ekonominin etrafında dinî teşkilât kuruldu.
»Amerika’da Yeni Taş Devri» faslında Amerika İndianlnrıııın atalarının Asya’dan Amerika’ya geçtiklerini ve Asya-nın yeni taş kültürünün bir kısmını beraberlerinde getirerek buraya yaydıklarını görüyoruz.
«Maden. Devri» nde teknoloji’de büyük değişmeler oluyor. Taş tekniğinden maden tekniğine geçiliyor ve maden bulmak için yapılan araştırmalar ticaret hareketlerine yol açıyor.
»Tarihin Doğuşu» nda Nil vâdistade kurulmuş olan medeniyetin biiyiik ehemmiyeti var. Bu medeniyetin gelişiminde tabiî şartları», kaynakların biiyiik rolü olmuştur. Yinn Yakın Docıı’da Fırat v&di-sinde yüksek medeniyetler meydana geldi, Yunan me ieniyeti Roma medeniyetine tesir etti? Roraa- o zaman bilinen dünyayı fethetti ve medeniyetini Orta vJfcimo! Avrupa'ya tanıttı.
Kitabın kısa bir hülâsasını verdikten sonra bazı es-ish fikirleri ortaya koyabiliriz:
1 Yüksek gelişme safhasına erit’” medeniyet tek bir devletin, tek bîr ırkin malı değildir Bunda yüzbinlerce seuo içinde gelmiş geçmiş insanların payı vardır. Yardımları ister az ister çok olsun, vahşet devrini yaşı yani ar veya kudretli devlet kuranlar olsun hepsi yüksek medeniyete doğru giden yo-lun taşlarını dö-şemişlerdir. Medeniyet bütün dünyanın malıdır. ________________ * •
2. Kültür seviyesi ırl'la izzğh ,cdifte mez. Ayni kökten gelen /Snerikıjı yerlile
rinin kurdukları çeşitli kültürler birbirlerinden seviyece çok farklı ve değişiktir.
3. Kültürün gelişmesinde daima bir hız görülmektedir. Her yeni kültür çağı eskisine nazaran daha kısa bir zaman içinde terakki göstermektedir. Muayyen, müşahhas bir cemiyetin kültür tarihinde gerileme görülebilir, bazı kültürler inkıraz bulur, fakat dünya medeniyeti bu mevzii tesirler altmda kul miyar ak umuma bir determinizme tâbi olarak aldığı hızdan kaybetmez. Kültürde temadi görülmektedir. Bir icad kaybolmaz, yalnız yeni bir madde keşfedildiği zaman eski şekillerin, yeni maddelere tatbik ve yeni şekillerin icad edildiğini görürüz. Kültürün (cn geniş mânasında kültür, teknik ve sosyal organizasyonu da içine alır) tekâmülünde umumî bir istikamet vardır.
4. Her bir cemiyetin gelişmesinde diğer cemiyetlerle olan temas ve münasebetlerin mühim rolü var. Bununla beraber
•ayn ayrı cemiyetlerde birbirlerinden müstakil olarak ayni yenilikler, ayni değişmeler vukua gelebilir-
Bütün bu saydığımız noktaların kül-tiirüfc (yine guniş mâna- i ı) gelişmesini ayıl ulatmak, vasıflarını belirtmek bakıcından önemi vardır. Fakat bizce kitabın en mühim vasfı insanı ve cemiyetinin te-kârr.ülünii realist, tablatçı görüşten ele almasıdır.
İnşan tabiatın bir parçasıdır. Üâhi bir menşeden gelmiyor. O da diğer hayvanlar gibi eyılim safhalarından geçerek, bundan binlerce sene evvel bugün gördüğümüz en mükemmel şeklini alınıştır vc insanın sosyal tekâmülünü izah etmek için de tabi-at-üstü izahlara lüzünı yoktur. İnsanın menşei hâkkındaki bu natüralist ve l Atiist görüş’’bîsri insanı daha objektif bir tarzda tcıkike götürüyor.
»Uzun Yol» un tercüme edilmesi bir kazançtır. Bu küçük kitaptan antropoloji, ılrıblojli sosyoloji, tarih talebelerinden ırıtıaıla uruftmi bil^eriıjfc perspektif ver-
79
inek ve bilgilerini daha geniş çerçeve içine yerleştirmek istiyenler de faydalanabilir. Ayni zamanda antopoloji gibi yeni vc fakat insan kadar eski bir konuyu işleyen bir bilimin alanının ne olduğunu uzun tetkiklere girmeden öğrenmek istiyenlere bu kitap insanlığın tarihi hakkında kuş bakışı bir görüş verdiği için, antropoloji bilimini ^opülârize etmeğe yardım etmiş oluyor.
Kitabın lisanı sade, bununla beraber İlmîdir; gerektiği yerlerde İlmî tabirler kullanılmakla beraber bunlar can sıkıcı sayıda çok değildir. Bilâkis, «Uzun Yol» u en kısa bir zaman içinde ilk sahifeden son sahifeye kadar biz azalmayan bir alâka ile okuyabiliyoruz.
Zekiye Eglar Etnoloji- asistanı
Adımlar'a gelen ve tahlil edilecek eserler:
Ömer Faruk Toprak, insanlar (şiirler), 1943.
J Koth'dan çev. Bilrlıan Arpad, Eyub, A. B. C. Yayınlarından, 1943.
Yazımızın fa-zlalığındnn dolayı «Köyün İçinden» sayfamızı gelecek sayıya bırakmak mecburiyetinde kaldık; iizür dileriz.
TÜSTAV
ADIMLAR
i Sahibi ve Neşriyat Müdürü Dr. Behice Sadık Boran
Abone : Altı aylığı 150 krş. ; yıllığı. 300 krş.
Adres: Artımlar. Posta Kutusu öl, Ankara
İIÜSAW WâBf
MAN
I tali ye Perakende t ılis Aksaray ve Urf
D! RA
C/
Edime Peynirleri Ayvalık, Edremit.
I
e
ılgını: Hüsamettin . Yenıiıal
Ankara
ALİ RIZA YEĞEN
telife Cari H KRAMİI it, 3 Mayıs, kleriude yap p İKRAMb liralık =
ILALlM ŞAPÇI
Zeytin, zeytinyağı, sabun ve her nevi fiâde yağlar, peynir vesaire satı evi
OSMAN ANTEBLİ VE İSMAİL BEKRİ
BAKKAL
Toptan ve Perakende Şen Tccimevi Yeni HaJ No. 2(1 - Ankara
Tel No. 1991 Telgraf: Yeni Hal Osman
Kuruluş ta. 1929, Sicil No. 3551
ALİ PERÇİNEL VE KÂZIM BEKÇİN EK |
Ticaret Evi
Zeytin, zeytinyağı, sabun ve hernevi sâde i* yağlar, peynir vesaire toptan satış yeri jj Kooperatif arkası Ali Nazmi Ap. No. 1/2 V Tel Na 3153, Telgraf; Ali Kâzım £ Siea No. 1912, Kuruluş 1930 s
OSMAN ÖZKAL
Kayseri Pazarı
Yumurta ve hernevi Bakkaliye toptan Ticarethanesi
Tahtakale Caddesi Susanı Sokak No. 29
ANKARA
Kayseri Pastırma Pazarı
Yeni Hal No. 21
Tel No. 3975, SieU No. 2007
Kuruluş tarihi : 1930
; asını zanıe
Comments (0)