Kaynak: TÜSTAV - Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı Arşivi
İÇİNDBKİLBB
1944’e Girerken
Seçkin Adam Düşkünlüğü ve Faşizm Doe. l)r. Muzaffer Ş. Başoğlu
Eki... ...dS DriBeiüee Buuta
Fra uz içtimâi;.mıanı
Adımlar
The .as Mann
Dev
Prof. J. OHm
(Ç'ev. HaHgBR
Prof. tvjltuben
Akl.
Crt
1
Nuri Zaimoğhı
Suat Taşer
Halil Aytekiıı
yuılar
I iin İsinden
( uyucu Sayfası
tçiliğimizin Vasıfları
■ Rolünü Yaşar mı?
Anadoluda Toprak Meı
: «Be Fikir» Münakaşası. - Muzaffer Ş. Baş-
İr A.§
: Fdkl
Huğ.
ram.
ı : Meıımer uoKoemır. - Kayseri nura Vnrî»lî Gzrihrt"’' Ümit Demiriz. - Ankara.
îhute de Paris. - (Hüsııl Bakı) im Bey ve Biz. - (Yaşm Çöl)
Çıkan Münevverlerimiz a Düşmesinin Köylere
- ınaui ötekin).
- (Halil Aytekin) Doğurduğu Du-
1944'e GİRERKEN
Bugiin dünyamız büyük bir sosyal değişme devri geçiriyor, Sona ermekte olan, bütün bir tarih çağıdır ve yine bütün bir tarih çağı akıtılan kanların, insan takatini aşan fedakârlıkların üstünde açılıyor. Bizler, bugünkü nesil, bu kapanmakta ve açılmakta olan iki çağ arasında, yolların ayrıldığı noktada bulunuyoruz. Bazıları geriye yönelmiş, çıkmaz yollardır, diğer bazıları ise, ileriye doğru genişliyerek açılan muazzam geçitlerdir, Ve bizler, hu yollardan birini seçmek durumundayız.
Zamanın ataşında, sellelrin alıp götürdüğü sosyal değerler arasında kimi daha yakın, kimi çok daha uzak geçmişten ge-. bu yollardan hangisini seçmek gerektiğinde len değerler, feîöiçfâr. flllrtHcr, müesseseler yanılmadığını gösterdi, içte saltanata, hi-var. Zamanın ımanmz-.;akişuıd.'i, beraberinde getirdiği, ( oğurduğu ;
sında da gen -eği bizegıüjdeleyenler, bugünkü sikini ve zorluk ıfm ı
şimdiden veı c iler vardır. Bir taraftı mz küçük, sı . tin bir zümreye hayat 5 tanıyan, hail kitlelerini seçkinlerin g ğü sürüler j r ine koyan bir kahraru dini, diğer tarafta bütün vatandaşlar: eşit gelişme imlet ları, sosyal haklar ta: hakikî demokrasi,. Bir tarafta, cemiy lerinin hür dü ünce ile değil, mistik il e larla gorilidir ünü ileri süren bir ht düşmanlığı; yakılan kitaplar, kaptı.’r.ı üniversiteler, oynanması, çalınması edüen eserler sürgünlerde, kamplarda cü-
tüyen bilginler, edipler, sanatkârlar, üniversite talebeleri.. Diğer tarafta, fikir hü-riyetini insanlığın en büyük hâzinelerinden biri telâkki eden, ilimde, musikide, sanatta, edebiyatta büyük gelişmeler vâdeden demokrasi ve hürriyet bayraktarlığı.. Bir tarafta küçük milletleri büyüklerin istismar edeceği, hayat sahası, ırk üstünlüğü iddialarına dayanan bir tahakküm ve zecir dünyası; diğer tarafta, büyük küçük bütün milletlerin, bütün insanların karşılıklı itimat, iş birliği ve eşitliğine dayanan bir sulh dünyası...
Genç Türkiyemiz, kuruluş tarihinde,
lâfete, derebeyi i İt •sıştemınin imtiyazlarına, taassuba, cehaletlkarşı açtığı savaş ve kazandığı zaferle; tflflgmmiirücü emperyalizme karşı açtığı savaş ve kazandığı za-ferlegagjjşiii, eskinin hesabım gördü, yü-geleceğe çevirdi ve ileri milletler sa-i- yer aldı. Girmekte okluğumuz 1944 la ve gelecek yıllarda memleketimizin {illetlerin ve halk kitlel rinin eşit haklara ve gelişme imkânların; malik olduğu ve hür milletler zümresi içinde, iktisa-fah ve kültür gelişme yolunda büyük başarılar elde edeceğim üstüne düşen isleri gitgide artan bu faaliyet ve i ile yapacağına inanar. seviniyoruz.
Adımlar
ADIMLAR
Aylık Fikir ve Kültür Dergisi
YIL: I Ikincikânun 1944 ____ __________Sayı s 9
Seçkin Adam Düşkünlüğü ve Faşizm
Doçent Dr. Muzaffer Ş. Başoğlu Ankara Üniversitesi
Bugün dünyanın her yerinde gerilik safında yer amlış «seçkin» münevverler var. Bunlar, bu karışık zamanlarda, günün elle tutulur, gözle görülür halde bulunan dâvalariyle, dertleriyle, çıplak, yalın ve sert gerçekleriyle karşılanamazlar, dolaşık yollardan giderler, bulanık şiıda avlanmak için kocaman kocaman ilim İve felsefe sözleri arkasına saklanırlar. Bu söz canbazlı-ğıyle başkaları üzerinde bir Jtesir yajıaç,aklan hülyasına kayılırlar. Halbuki hakikat daima basit ana di limizle anlatılabilir.
Bunlar gerilik. irtica namına ne varsa onun avukatıdırlar. Bunlar faşist demagojilerle ortaya çıkarlar; icabında faşist de magojilerini, zamanm seyrine uygun, ker tenkele renkleriyle ve kabuklariyle örtmeyi ihmal etmezler. Bunlar ırkçıdırlar, kendilerinin mensup oldukları, yahut daha doğrusu, mensup olduklarını vehmettikleri ırkta üstün vasıflar görürler. Bunlar, insan ve millet topluluklarının birbirine bu kadar bağh olduğu bir dünya içinde bir tek memleketin yalnız kendi içine kapanıp büyük iktisadi refah, büyük ilim ve kültür yaratabileceğine inanan veya inanmış görünen kör kişilerdir. Bunlar, mistik kudretlerden, cezbeli sözlerden medet uman tekke koşişleridir. Biraz dikkat edersek görürüz ki bunlar dünyanın, her tarafında, muhtelif' memleketlerde, müşterek geri'
mefhumlar kullanırlar, bu suretle zenaat-larını yürütmeğe çalışırlar.
Bunlar, halk ve köylü sözlerini bir kalkan gibi kullandıkları halde, hakikatta. halk kütlelerini, küçümseyen, onlan seçkinler tarafından güdülecek sürüler gibi gören, kendilerini de, tabiî olarak, seçkinler zümresinden sayan, ikbal düşkünleridir. Bunların bazıları zaman zaman cezbeye tutulup hınçlı ve marazî Niçe’nin (Benim faziletim nedir ki beni hâlâ çıldırtmadı) diyen edebî felsefe diliyle konuşurlar.
Bu yazıda, gerilik belirtilerinden biri olan seçkin düşkünlüğü üzerinde duracağız. Bu seçkin düşkünlerine göre, dünya tarihi seçkinler tarihidir. Bunlar, büyük İktisadî ve İçtimaî gelişmelerin, büyük keşiflerin. büyük kültür gelişmelerinin esas şartlarını birtürlü kavrayamarlar, kahraman ibadetine dalarlar. Cemiyeti refaha mı götürmek istiyorsunuz? Yüksek ve istikrarlı bir cemiyet nizamı mı istiyorsunuz? İlim ve kültür gelişmesi mi istiyorsunuz? Yapılacak iş basittir. Seçkin adam yetiştirmeğe calisin, seçkinlerin seçkini insanüstü (übermensçh) yetiştirin, varınızı yoğunuzu ona feda edin. Bunların, üstünde durmadıkları bir nokta var: Seçkin adam nerede yetişecek, limonlukta mı?
BİZ, yük adâı Fakat bi
büyük adamların, hakikaten kûmların rolünü inkâr ediyor değiliz, iyük adam limonlukta yetişmez di-
yoruz. Fransamn büyük evlâdı Malraux ile birlikte diyoruz ki büyük adam ancak büyük millet ve insanlık hareketleri içinde yetişir, sinsi günlük menfaat, refah ve post didinmelerinden kurtulabilen bir hakikat ve güzellik arayıcılığı havası içinde yetişir, küçük şahsî ve klik taktikleri içinde yalnız, rüzgrlara göre dönen, cüceler yetişir, Fransız' ihtilâli gibi, Sovyet ihtilâli gibi büyük insanlık hareketlerinin büyük adamlarına bakın, bizim İstiklâl savaşımız gibi millî kurtuluş kavgalarının büyük adamlarına batan; Galüe, Darwin, Ein-stein gibi hakikaten büyük ilim adamlarına bakın; Shakespeare, Moliâre, Beethoven, Tolstoy gibi büyük kültür adamlarına batan; bunların, hiç biri sekin düşkünlerinin limonluğunda yetişmemişlerdir. Bunlar kendilerini insan kütlelerinin büyük dertleri içinde eriterek, günlük post ve refalı darlıklarından, kökünde böyle küçük hesaplar bulunan klik taktiklerinden kurtularak büyümüşler ve hakikaten büyük olmuşlardır. Fakat bu fikri Ziya Gökalpm, yanlış bir sosyoloji üzerinde üerliyerek, «Büyük adamlar mâşeri vicdanın mâkesi-dirler» diye hulâsa edebileceğimiz hatalı fikriyle karıştırmamalıdır. Çünkü, üstadı Durkheim’da da olduğu gibi, Ziya Gök-alp’te mâşeri vicdan mistik bir mefhumdan başka bir şey değildir. Sonra Ziya(Gökalp kütleden körü körüne itaat istiyordu, «Gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım» diyordu. Biz, bilâkis, «gözlerimi açarım, vazifemi yaparım.» diyoruz. Çünkü eğer bir hakikat peşinde isek, vazifemizi sonuna kadar lâyıkiyle yapabilmek için gözlerimizi kapamak değil, sonuna kadar açmak icap eder. Çünkü gerçekten bir hakikat peşinde olan büyük adam hitap ettiği taşanların gözlerini kapamasını değil, bilâkis, dâvayı, hakikati olanca çıplakhğıyle görebümeleri için, açmasını ister. Bundan pratik bir netice çıkararak diyebiliriz ki bugün dünyada hitap ettiği kütlelerden körü körüne, zorla itaat isteyen şefler hakikatten, halkın hakikî menfaatlerini temsil ettiklerinden korkâsu olan şeflerdir.
Bu yazının gayesi büyük adamın bir tahlilini vermek değildir, seçkin düşkünlüğünün bir cephesini göstermektir. Yine seçkin düşkünlüğüne donelim. Bugün dünyada seçkin adam, üstün-adam üzerinde duranlar, dikkat edilirse görülür ki faşistlerdir yahut faşistliğe temayülü olanlardır Italyan faşistlerinin başı Musolini’nin düşeceği günlerde diğer bir faşist devlet şefinin ona, insan-üstü evliyası Niçe'nin eserlerini hediye etmesi, faşist rejimlerde, faşist münevver muhitlerinde mistik insanüstü, seçkin adam hülyalarının sık sık tekrar edilmesi herhalde tesadüfi bir şey değildir. O kadar tesadüfi bir şey değildir ki birçok Avrupa memleketlerine nisbetle teşkilâtlı ve şuurlu faşistleri nisbeten daha az olan Amerika'da da faşistler seçkin «Ham, üstün - adam teraneleriyle fikirlerini yaymaya çakşırlar. Amerikada The Awakener (Uyandırıcı) adiyle çıkardığı mecmua ile vo birçok yerlerde verdiği konferanslarla, hararetle ve şiddetle faşizm avukatlığı yapan Amerikan faşisti Lawrcnce Dennls bir Amerikan terbiye mecmuasının günün büyük cemiyet ve terbiye dâvaları hakkında açtığı bir oııkete-verdiği cevapta sarih ve şuurlu olarak seçkin adam düşkünlüğünü gösteriyor. Mecmuanın sorduğu sualleri ve faşist Laıvrence Dennis'in verdiği cevapları birlikte okuyalım: (1).
Sual — Bugünün en büyük dâvası ne-dir?
Cevap — Halkm sürükleyici insiyaklarına hitap etmek suretiyle lıâkim bir seçkin (elite) zümrenin içtimai nizama şekil vermeni.
S — Bugünün ümidini nerede aramalıyız?
C — Mücadele halinde bulunan büyük adamlarda..
S — Nasıl bir İçtimaî nizam kurulmalıdır?
(1) Anketlacar^nccrnvcnThe Soclal Fronlier.. Bashco çıkaranları: Columbla üniversitesi proleterlerinden Gjeoroe^ounts ve John Devvev.. İlk-kâmın, 1935.,-Myı. 4,'fchifo if-lSJSB.
282
Ekonomik ve Sosyal Kanunlara Karşı Gelinmez
El dokuma tezgâhlarının Türkiye iktisat tarihinde eski bir mevkii vardır. Asırlarca Türk iplikli ve pamukluları Avrupaya ihraç edilirdi. Hatta bu ihracat Fransız Morkantilislerinin en kuvetli mümessili sayılan Montchretien’i 1615 yılında Kırat ve Kralıçaya ithaf ederek neşrettiği siyasî iktisat kitabında, "Devlet için lüks, bir veba, korkunç bir soygundur; Türkiye ve ttalya-nın ipeklileri yüzünden altıncıklarımız elden gidiyor" diye telâşe düşürecek kadar çoktu. Türkiye ipekliden başka pek çök pa-muklu ve pamuk ipliği de ihraç ederdi.
Dokuma sanayiimiz 18 inci yüzyıluı sonuna, 19 uncunun başlangıçlarına kadar eski hâkim durum unu değilse bile hayatını devam ettirebilmişti Fakat Avrupada makineli endüstrinin ilk gelişmeğe başladığı bu yıllardan sonra, o zamanki Türkiye sanayiinin belkemiğini teşkil eden pamuklu
Doç. Dr. Behice 8. BOKAN Ankara Üniversitesi
sanayii Mançester fabrikalarının iyi. ve ucuz malları karşısında ayakta duramamış ve çökmüştür. Buharın keşfi ile manifak-tilrde vukua gelen büyük inkılâptan sonra iplik makinesi ve buharlı tezgâhların yıkıcı rekabeti karşısında Avrupada tutunamaz hale gelen el çıkrık ve tezgâhlanılın feci akıbetinden Türkiyedeki kardeşleri de kurtulamamıştı Ve kurtulamazdı da. Modern endüsrtinin sert ve ezici basıncı latında eski pederşahî aile ekonomisi sisteminin son artıklan, kadit kollu tahta tezgâhları, ölüme mahkûmdu. Bunların yıkılışı iktisadi bir zaruretti. Bunun önüne geçilemezdi. Netekim gümrük resminin arttırılması (1882), yerli malların teşhiri için açılan Sultan Ahmet sergisi (1863). seuayi mektebi tesisi gibi tedbirlerden, hiç bir fayda elde edilememişti. Hatta iki senelik bil’ çalışmadan sonra müsbet bir iş görmeden
C — Zorlu bir seçkin zümrenin hâkini olduğu istikrarlı bir İnsan kütlesi.
S — Terbiyecilerin işi ne olacaktır?
C — Gençlerin istikrara, doğru gitmesi hususunda geri hizmetlerde bulunmak ve seçkinlerin güttüğü cemiyet nizamı fikrini onlara aşılamak.
S — İçtimaî nizam fikri şuurlu bir surette gençlere kabul ettirilecek midir?
C — Hâkim seçkin zünırenhı arzuları gençlere kabul ettirilecektir
S — Terbiyeciler bir fikrin müdafii olacaklar mıdır?
C — Evet, hâkim seçkin zümrenin fikirlerinin müdafii olacaklardır,
S — Mektep ne derecede ehemmiyetlidir?
0 — Mektebin rolü ikinci derecede kalır. Hâkim seçkin zümre mektebi içtimai istikrarın bir vasıtası olarak kullanır.
S — Terbiyeciler bunu yapamazsa ne olur?
C — İçtimaî anarşi ve ferdî uygunsuz-luklar.
——S - ihtilâl lâzım mıdır?
C — îtast, şimdiki seçkin ziınıre tereddi etmiştir, yeni bir seçkin zümre iktidar mevkiini ele almalıdır.
Bütün bunlardan, sarih olarak meydana çıkıyor ki, seçkin, düşkünlüğü ile faşizm ideolojisi ve tatbikatı arsamda sıkı bir mü-nasebefvardır. A W ' /
283
dağılan birinci Islahı Senayi komisyonundan sonra 1867 de kurulan İkincisi zenaat erbabı arasında bir nevi istihsal kooperatifleri demek olan şirketler telisine çalışmıştı. Bu tedbirler de bir fayda vermedi. Avrupadaki modern senayi müesseseleri karşısında Türkîyenm el emeğine dayanan iptidaî işletmeleri mağlup olarak istihsal sahasından uzaklaşmak zorunda kaldı.
19 Uncu yüzyılın ilk yansında, zamanın miisade ettiği bütün çare ve vasıtalara baş vurulduğu halde Avrupa senayiinin rekabetinden korunanuyan el dokumacılığım şimdi, makineli senayiin en yüksek mertebesine ulaştığı bir sırada, iktisat kanunlarına karşı gelerek, zoraki ve mihaniki tedbirlerle koruyabilmemize imkân varımdır? şüphesiz ki hayır. Lozan konferansından sonra tatbik edebildiğimiz himayeci gümrük tarifesinden ve dokuma fabrikalarımızın memleket ihtiyacını tatmine yetecek kadar istihsal de bulunamamalarından faydalanarak el tezgâhlarımız bir az nefes alır gibi oldular. Bununla beraber, içinde bulunduğumuz harbin ilk senesine kadar geçen zaman zarfında, pamuklu,.istihsalimizde el tezgâhlarına düşen payın gittikçe azalmakta olduğu görülür. Bir an için dışardan hiç pamuklu getirmediğimizi farzet-sek bile, el dokumacılığı ve aile Ekonomisi için bu seyir yine mukadderdi, yine önüne geçüemez bir akibetti; çünkü Silmer-bank'ın mevcuda ilâveten Nazilli, Kayseri, Ereğli’de açtığı modem basma ve bez fabrikalarından başka, îş Bankasının ve hususî müteşebbislerin açtıkları yeni yeni fabrikalarla İzmir, Adana, Mersin. Tarsus, Malatya ve Antep modem pamuklu dokuma merkezleri olmak yoluna girmişlerdi. Araya ikinci ci'-an harbi girmeseydi daha belki de bir çok yeni işletmeler açılacak, mevcutlar genişletilecekti. Harp dolayım ile dış ticaret münasebetleri-sekteye uğradığından mevcut fabrikalarımız muhtaç oldukları madde ve gücü, teline varıncaya kadar en ehemmiyetsiz teferruatı için, bile
dışarıya bağh oldukları makine yedeklerini istedikleri gibi getirdemediklerinden, esasen ihtiyacın altında olan istihsallerini tam bir verimlilikle devam ettiremediler. Bu sebeplerden dolayı el tezgâhlan için meydan açılır gibi oldu, dokumacıların yüzleri güldü. O zamana kadar hiç bu işle meşgul olmamış kimseler paralarını el tezgâhlarına yatırdılar, her taraftan mekik sesleri duyulmağa başladı. İç istihlâkin kısmen olsun karşılanabilmesi için bu el tezgâhlarına hükümet te yardım etti Unutmamak lâzımdır ki bu yıllarda el dokumacılığının gördüğü rağbet ve verdiği randıman arızî sebepler altında vukua gelmiştir, İktisadî zaruretlerin neticesi değildir. Bu itibarla, el dokumacılığının bugünkü parlaklığının harpten sonra da devam edebileceğini düşünmek bir hayal olduğu gibi, bunu temin için himaye tedbirlerine baş vurmak ta kabul olucımıyacak duaya amin demek olur. Dışardan gelecek ucuz mallara karşı fabrikalarımızın mamulâtım korumak bile başlı başına ve güç bir iş ikon, el tezgâhlanın korumıy.ı uğraşmak, bunun için kıymetler harcamak, neticesi bakımından, millî ekonomimiz için fayda değil, zarar doğurur. Bu himaye hayati lüzumsuz yere pahalılaştiracağı için geniş kitlelerin ve aynı- zamanda da fabrikaları-rnızın aleyhine olur. Aile senayü şeklinde de olsa resmen yardım görecek el tezgâhlan, büyük istihsal karşısında mukadder ölümlerinden kurtulamadıktan başka, millî paramızın hacmini daraltır. Fabrikalarımızın sürüm sahasını tahdit eder. Senayi itibarı ile ihtiyaçlarım, hiç değilse asgarî Ölçüde, bizzat temin zorunda olan memleketimizin kalkınma ve gelişme yolunda henüz ilk adımlarım atan fabrikalarım, duçardaki rakiplerden başka ehemmiyetsiz ölçüde de olsa İçerden de bir takım tehditlerle karşı karşıya bırakmak doğru olmaz. , Memleketimizde emtia iktisadiyatının gerek senayi, gerekse ziraat sahasında gelişebilmesi için kapitalizmden önceki müna-
281
»ebetlerin tahakküm ve baskısından, derebeylik artıklarından kurtulması uğrunda şiddetle mücadele etmok günün en önemli bir meselesi olması lâzım gelirken, pederşahî iktisadiyat münasebetlerini ihyaya uğraşmak, bu uğurda devlet bütçesinden veya sair yollarla fedakârlık yapmak, boş yere kıymetler, enerjiler harcamak demektir. El tezgâhlan istihsal kooperatifleri halinde temamiyle teşkilâtlan tırılsa bile bu teşebbüslerden verimli neticeler beklenemez. Modern büyük istihsal karşısında bu nevi teşekküllerden medet ummak buz üzerinde yazı yazmaktan farksızdır.
Böyle bir teşebbÜB ilk bakışta küçük müstahsilleri korumak gibi halkçı bir zihniyet mahsulü olarak görünebilirse de hakikatte öyle değildir. Bu, geriye dönmek, tekâmül çarkım, zorla aksi istikamette harekete getirmeğe çabalamak demektir. Millî ekonomimiz için zararh olan bu iş aynı zamanda el tezgâhlarına bağlanacak vatandaşlarımıza da elle tutulur bir fayda veremiyecek, onlan derin bir sefalet içinde süründürmekteu başka bir şeye yaramı-yacaktır.
Vaziyet iktisat bakımından bu-derece açık ve aydın iken, millî ekonomimizin zararına, küçük işletmelerin zorla ayakta tutulması yüzünden millî pazarın daralmasını intaç edecek, kendile yeter kapalı küçük köylü işletmelerinin ihyası gayreti ile ziraatte sermayenin inkişafına engel olacak bu çeşit tedbirlerin‘harpten sonra da alınması fikri nereden çıkıyor, kimin menfaatine uygun geliyor? Bu soruya (Sevap vermek o kadar güç degüdir. Filhakika Türkiyenin bir ziraat memleketi olduğu ve ezici çokluğu bakımından küçük işletmeye dayandığı düşünülürse ilk başta bu. tezin köylülerimizin menfaatine uygun olduğu sanılabilir. Zaten bu tezin miidafaa-cılan da böyle bir demagoji yapmaktadırlar. Halbuki, yabancı memleketlere ikti-saden tâbi kalmamak için Tiirkiyemizin modern bir endüstri yanında onunla mu
vazi yürüyen bir ziraate mutlak ihtiyacı vardır. Ancak bu sayede İktisadî istiklâlimizi sağlamhyabiliriz. Köylülerimizin pederşahi ekonomi sisteminden henüz kurtulamamış zümrelerinin menfaati de şüphesiz ki bütün topluluğun menfaatinden ayn değüdir. Ve onların bugün bulundukları acıklı vaziyetten kurtarılmaları eski münasebetlerin ihyasında değil, bilâkis onlann bütün teferruatı ile kökünden sökülüp atılmamadadır. Bu itibarla, bu fikirleri ortaya atanlar, gerçekte, ne bütünlüğümüz ne de istihdaf eder göründükleri köylü zümreleri için faydalı bir i? görmüyorlar. İktisadî istiklâlimizi Bağlıyabilmek için bizim mümkün olduğu kadar bir ziraat-senayi memleketi olmıya ihtiyacımız vardır. Halbuki bu tez bizi geri bir ziraat memleketi olarak bırakmak gayesini güdüyor. Ve bu tez, Türk topluluğunda bir avuç derebey artığına ve Türkiyeyi İktisadî ta-biyeti altında bulundurmak istiyen yabancılara elverişlidir. Bu noktayı biraz aydınlatalım:
Emperyalist sermayesinin Türkiyede-ki İktisadî hâkimiyetine son vermek milli kurtuluş iııkilâbımızın başlıca hedef ve vazifelerinden biri idi. Bugüne kadar bu yol-' da pek çok takdire değer, müsbet işler de görülmüştür. Saltanat devrinde çeşitli vasıta ve şekülerle yabancı sermaye Türkiye'yi kendisi için bir ham madde menbaı vazifesini görecek geri bir ziraat memleketi olarak tutmakta ısrar etmiş ve buna muvaffak da olmuştu. Yabancı sermayelerle açılan fabrikaların hemen hepsi ancak mamul maddelerin istihsali gayesini güderek millî ekonomimizin faydasından ziyade. millî zenginliklerimizi: kendi lehlerine istismarı İçin çalışıyordu. Yabana sermaye Türkivedeki düzenini buna göre kurmuştu. Fakat Cumhuriyet rejminin daha ilk yıllarından itibaren mevkii sarsıl-mıya başlayınca her türlü İktisadî cebir ve tazyıka baş vurdu. Türkiyenin bîr ziraat memleketi olarak kalması meselesi bir
285
Bugünkü Fransız Edebiyatında İçtimaî Raman
il
içtimai roman anlamı Aragon'da ve P. Hamp’ta da olduğu gibi devri bir anlamdır. Bu muharrirlerin iş dünyası karşısında yahut kısaca dünya muvacehesindeki tavırları, dünyanın bir aynası olmak istemek gibi büyük öir arzuya tekabül eder. Bu tavır aynı, zamanda Balzac'ın. Zola’nm ve bize daha yakın olan Romain Rolland’m ve J'. Roranins’in tavrıdır. Başka muharrirler dünyanın daha kısmi ve daha mahdut bir tasvirini vermek gayesini güttüler. Fakat
Prof. J. Camlıorde Ankara Üniversitesi
bu yüzden tasvirleri nâtamam veya dalın az ilhamkâr değildir. Bu suretle halkçı mektep İçtimaî romanın bir nevi harimidir (intimisme). Bunda roman nevinin yaratılması gibi umumi bir meseleye varmış oluyoruz. Roman muharrirleri arasında yeni bir diinya kuran, hiçten bir şey yaratan hakiki yaratıcılar olduğu gibi ibdâlan için, parçalarını kendi öz hayatlarından aldıkları cevheri romanlaştınlmış itiraflar şeklinde veya üzerinde işliyebilecckleri bir ka-
İlim mevzuıi gibi ele alınarak münakaşa edildi. O zamanlar Türkiyede Fransız sermayesi biriıici mevkii işgal ettiği için bu-tez en ateşli taraftarlarını Fransada bulmuştu. Sonraları sie Balkanları ve yakın şarkı kendi iktisadi nizamının bir peyki haline getirmek istiyen Alman Mkmayesi Türkiye ile iktisadi, ticari münasebetleri genişletince, bu tezin müdafaasını hararetle elim- aldı. Türkiyeııin bir ziraat memleketi olarak kalması isteniyordu. Geri bir ziraat memleketi olarak kalacak Türkiye, Alınansermayesi için daha elverişli bir pazar, daha müsait bir soygun mevzuu olabilirdi. Ve gariptir ki Almanlar. başta Falkc olma üzere. Yüksek Ziraat Enstitülerimizde senelerce bu tezi öğrettiler, vaiz ettiler, 'birçok genç dimağlara aşıladılar. Onun içindir ki Türkiyede modern bir ziraat sisteminin kurucusu ol mak lâzım gelen ziraatÇllcrimizin, zira! iktisatçılanmızm bacılarında bu zararlı ve
yanlış görüş oilmiycrek yerleşti. Diğer meslek erbabından da bunlara katılanlar oldu. Bugün ötede beride, arasıra yükse-lendaisoiu sesler ilk hızını işte buradan almışlardır. Bu bakımdan bu fikirler sadece, nlelfide bir gerilik olarak kalmayıp, üeri hır Türkiyenin düşmanı olan yabancılara da hizmet etmektedir. Milli iktisat ilmi adı altında millete ihanet! Büyük işletmeler karşısında küçükleri korumağa kalkışmak, şehir ve köy münasebetlerinin artmam ile milli pazarın genişlemesi ve gelişmesi yerine pederşahî aile ekonomisinin himaye edilmesini istemek. İktisadî tekâmül kanunlarını bilmemeli, onlara karşı gelmeğe çalışmak demektir. Sadece bu görüş noktasından bile menfaatlerimize aylörıoIanDu fikirlerin aynı zamanda neticesi bakımından, yabancı isteklere ayak uydurduğu da düşünülürse, en açık ve geniş anlamı ile millî menfaatlerimize aykırı olduğu kendiliğinden meydana çıkar.
286
naviçe gibi kullanacaklar da vardır. Halkçı ve proleter muharrirlerin ekseriyeti birinci sınıfa dahildir. Bunlar fazla edebiyat yapmadan, zahmetli çocukluk çağlarını, ışıksız muhitlerini, neşesiz ana babalarını, kulübelerini, mahrumiyetlerini, günlük iş cehennemini hatırlarlar ve tevekkülle bunları yâdederek hiç olmazsa bu ıztıraplardan başkalarının korunmasını temenni ederlerken müşahedeleri en doğru, en müessir bir ithamname teşkil eder.
Zaten bu yol halkçılara tâ asrın başında halk romancısı Çh. L. Philippe tarafından çizilmiştir. (1). O fıkara hayatını nadir bir nicelik ve samimiyetle anlatmış, fakirin maddî ve manevî sefaletten kurtulmaktaki ve daima kaçan bir saadetin ufak tefek tezahürlerinden bile istifade etmekteki imkânsızlığı tetkik etmiştir.Fakat halk çılar 1930 da neşrettikleri beyannamelerinde Zola'ya bodrum katlarının, tavan a-ralannın hasis, renksiz aydınlığında esasında gölgede kalacak şeyi romantik bir edebiyatçı gayretkeşliğiyle bir güzeüik nü-munesine çevirdiğinden şikâyet ettikleri gibi onun lüzumsuz hassasiyetini de kusur sayıyorlardı. Kariin alâkasını Proust’un w Bourget’nin aylak salonlarından, mağmum, karanlık apartıman dairelerindeki kiiçük burjuva hayatına, kapıcının küçük odacığına çekmek, teneke mahallelerinin çamurlu sokaklarında şehrin lüks merkezinden fazla hakikî beşeriyet bulunabileceğini göstermek halkçıların gayesi idi. Bunlardım edebiyata kaçan samimiyetinden, hercaüi-ğinden hakkiyle şüphe ettiğimiz Andre Therivc’in sırf başka türlü gözükmek düşkünlüğünden doğan sözde ileri fikirliliği ve tezatları rahatça kabulü bizi burada isteyerek onun üzerinde durmamağa sevkedi-yor. (2). Çok daha büyük bir heyecanla halkçı beyannamesini hazırlayıp imzasiyle neşreden L. Lc monnier Londralım ve Hav-re’ın fukara muhitlerini «Memnu Aşk» ve «Basit Kalbli Mctresninde canlandırırken bize Joyce’nin «Dublin halkı»ndâki gaddar istihzaya hatırlatır. (3). 13u kategoride kolay hayatın dekorları arkasında- sefalet
içinde sürünen çüekeş varlıkları unutuldukları yerden, elden geldiği kadar meharetle ortaya çıkarmağa çalışan romanlar vardır. Bu romanların, isimleri bile mahiyetleri hakkında bir fikir verebilir. Antoine Cou-let Tenislerinin «Kiralık Oda» sı onların en bedbini ve en ümitsizidir (4). L. Algan'ın ♦Roket Sokağı» nda fakir bir küçük kızın ParİBİn mağmum bu işçi mahallesinde hayallere sığınarak nasıl acı realiteden kaçındığını görüyoruz (5). Henri Troyat, L. Chaffurin ve J. Prevost gibi romancılar pazı eserlerinde aynı mevzua dokunmuşlarsa da doktrine daima sadık kalmamışlardır. (6). Buna mukabil proleter romancıları daha fazla samimiyet, daha sert ve tok bir eda, daha az tasannu taraftarıdır. Onlar halka sırf bir snob merakiyle tesadüfi bir şekilde yaklaşanlara, halkı ve muhitini bir mücerret tecrübe sahası sayarak mevzularını alâkadar ettiği nisbette alâkalandıktan sonra uzaklaşan entcllektücllerc pek haklı olarak hiç bir emniyet hissi beslememektedirler. Vazifesini müdrik proleter muharrirler arasında proteler menşe-lerini daima yüksek sesle ve iftiharla hatırlatanlar içinde H. Pöulaille'i zikredelim. O da tıpkı Aragon gibi esas eserinde, harbe tekaddiim eden devreyi tetkik eder. Harpten ve facialarından bahsettikten sonra: hayatlarını mucize kabilinden kurtaranların hayal sukutundan ve şaşkınlığından bahsederek romanı bitirir. Yazdığı üç eserin, kendisine bir kardeş kadar benzeyen esas kahramanı, bize «Mukaddes Heyecan» da kaçınılmaz bir zaruret olan bu harpten evel, sulh için mücadelesinde ümit ve endişelerinden bahseder. «Asker tayinlinden daha sert bir realizm, daha tok bir eda ile hrabin facialarını anlatır (7). «Kurtulanlar» da sağ dönmek tahine mazhar nlanlarm, iztirap ve fedakârlıklarının tahammül edilmîyccek kadar acı faydasızlı-ğl,. lüzumsuzluğu karşısında isyanları, ümitsizlik buhranları arasında kendilerini bazan büyük bir kine bazan nevmit bir nih-lizm’e bazen de ümidin parlayıp kaçan aydınlığına nasıl koyveıtiiklerini gösterir (8).
Başka muharrirler işçi muhitini P. Hamp-dakinden daha Ustiln, faal bir sevgi ile canlandırır.
T. Remy'nin eserlerinde sahnede sırasi-le, teneke mahallesinin üst üste, sıkışık, çamur ve sefalet içinde yuvarlanan sâkinleri vardır. (9). Sen nehri üzerinde, mavnalarda yaşayanların saffet ve kabalıklarını. Bastil civarının an'anevi şekilde ihtilâlci sokaklarında çalışan marangozları görürüz. «Beş Kuruşluk Saadeti inde o fort-lan hatırlatan bir realizmle büyük şehirlerin sefaleti’ni insanı kavrayan, titreten bir lisanla anlatır.
(Pain de Brique> de J. Trâville bize proleterleri hareket faaliyetleri esnasmda takdim ediyor. (10). Fakat eseri roman nevinden uzaklaşarak bir vesikalar mecmuası olmaktadır. Nâtamam bir şekilde kısaca gözden geçirdiğimiz bu edebi hareketin büyük zenginliği aktüel ve sosyal me selelere verilen ehemmiyti ve içtimai hakların derhal istirdadı yolunda yazılmış eserlerin bolluğunu ispat eder. Bu zenginlik insanı hayret ettirecek | kadar geniş olmak la beraber acaba bu.eserlerin kalite bakımından durumu nedir?, Burada artık mevzuu ve gayesi itibariyle bir seçkin edebiyatı olmaktan çıkan -halk edebiyatı meselesi baş gösteriyor. Halka hitabetmek için bu edebiyat halk seviyesine mi inmelidir" Yoksa tenvir edilmek bekleyen uysal halkı kendi seviyesine mi çıkarmalıdırBu mesele romantizmin alçak gönüllü bir kar muharririni zamanında alâkadar etmişti. Hugo Nötre Dame de Paris'den sonra Se-filler’i yazmış, Lamartin Graziella ve Ka-fael'i müteakiben «Genevieve» vc «St. Point Taşçısı» m. neşretmişti. Hugo kendisini antitezci ve sadeleştirici dehasma bı-, raknuş ve böylelikle basit insanların hafızasında yerleşecek senbolik, kocaman şahsiyetler yaratmıştır. Lâmartin sade, müte-vazi zevklere, ve âdetlere tevekkülle uymadan doğan ölçüsü küçük bir saadet telkin etmiştir. Bugünün sosyal-şartları ise artık uzlaştırıcı hal çarelerine tahammül edemiyor. Halk içinyazmak halkın anlayaca
ğı şekilde ve halkın hoşuna gidecek şekilde yazmak değil, halka yardım için, onu müdafaa için yazmaktır. Günümüzde sosyal roman muharrirlerinin en kuvvetlüeri vazifelerini en iyi anlayanlardır. Onlar roman nevinin sanatla faydalının ahenkle birleştiği yer olduğunu ispat etmişlerdir. Vaka ve vesika mecmuabğından başlayarak halkçı (intimisme) hariminin ve proletere! realizmin sonsuz tenevvüünden geçen sosyal romanın normal hududu modem bayatın seri temposu ile olgunlaştıktan sonra inkişafının son merhalesi ve gayesi olarak mücadele romanına dayanır. Bugünkü nesilde üç ifemin hususî bir mevkii vardır. Aragondan sonra bunlar muhtelif meziyet ve kabiliyetleriyle yaşayabilecek eserler vermişlerdir: Dabit, Guilloux ve ve Paul Nizan.
Halkçı edebiyatın en kuvvetli muharriri olan Eugene Dabit’nin ük eseri iyi bir halkçı romanın bütün şartlarım haiz olmakla beraber onu dar bir edebî mektebin içine sokamayız.”(ll). Hötel du Nord tam halkçı mükâfatı ihdas olunduğu zaman neşrolunmuş ve tabiî mükâfatı o kazanmıştı. ________SBJg
Bu roman Pariste bir kanalın rıhtımı üzerindeki küçük bir İteliıı mütevazi sakinlerinin günlük hayatını bütün yeknesaklığı, kederli renkleri, Paris kanallarının donuk manzarası, içindeki insan hücrelerinin küf kokusu ancak hizmetçiler arasında geçen aşk sahneleriyle, klâsikliğe varan bir Sadelikle anlatır. Muharririn, ortaya koyduğu varlıkların hiçlikleri hakkında katı kanaati olmakla beraber pek incelmiş kimseler olmayan kahramanlarına büyük bîr muhabbetle bağlıdır. Anlatılması güç bir kederle tesellinin bü-leşmesi, beşeriyetin bu haline hürmet ve emniyet bu kitabın bir daha unutulmamasını temin ediyor.
Samanından evveımkıtaa. uğrayan eseri, gittikçe saflaştığını, vaitlerini yerine getirdiğini ve^romandıın vazgeçerek- muharri-rin hikâyeükpiurken, sadeliğin insanları en
288
çok mütehassis eden meziyet olduğuna inandığını göstermiştir.
Halk çocuğu hayatını anlattığı «Küçük Louis» den «Trains de Vies» isimli eserine kadar her zaman romanesk harikulade vakalardan kaçınarak ismi alâkadar et-miyeçek olan hayatları, mümkün olan sadakatle tasvir eden bu muharrir neslinin cn dürüst, en namuskâr mümessilidir.
Şehrin yorduğu şehirlinin tekrar tabiatı keşfettiği «Zone Verte» in bazı sayfalan, merhametin kederle doldurduğu sesinin «Fauborugs de Paris» deki eda
sı, muasır edebiyatın en güzel nümuneleri-dir. Paul Nizan’ın. eski dostunun kıymetini takdir ederken dediği gibi «O her kitabında biraz daha yükseliyordu» (12). Çünkü kendisini alâkadar eden meseleleri ilk başladığı sanat şekliyle birleştirmiş ve bir ihtilâl muharririnin halletmesi lâzıin-gelen meseleleri halletmeğe başlamıştı.
Eugene Dabit'nin misali bize mücadeleci edebiyata, ifade şeklini bulduğunu ve içtimai romanın cn büyük muvaffakiyetlere imkân vereceğini ispat eder.
Çeviren: Hüsnü BAKI
fl/ Ch. • Louis Phllippo: Chorles Blonchord, Bubu de Mo nıparnasse. Marie Donodieu, Le Pdra Perdrix. Croaufanole.
(7) Andr6 Thârive: «Temp» oozelesı edebiyat münekkidi, bos zamanlorındo da romancı. Trou-ooau, Galeux, Şans Ama, Noir ot Of, Souffronces Perdues, An n a. La FînKHs Haricots.
F3> L6on Lemonnier: 1930 da «Manifesto du Po-crulisma» i tertibetmlş. ayrıca «Coeur Imbecile» yazmıştır. Bu eserde objektif bir realizm idealin o V ok lo$m ı$tır
M? Antoine Goulet-Teissier, Halkçı mûkâfutı-nı ihdas etmijjeMarthe, Femme Seum ve Toche parmi les Femmes'ı vazn-»^>r.
(5) laurence Alocn: Halkç» r-omcmo. bazı noktalarda Huouette Garnier ve Claire'Sointe-So lln'e benzemektedir.
(6) Henri Troyat: Araigna muharriri. «Faux jours» la Ponju^ı mükafatını kazanmıştır.
Louis Chaffurin: Piaue-Puce muharriri.
Jean Prevost: «le Fr&res Bouauinquant» ve «Le Sel sur la Plale». Popülist edebî fikirlerine uygundur.
(7) Henri Barbusse. En kuvveti: harp romanı olan, «Ateş» muharriri. )916 Goncourt mükâfatı»' kozanrvkstır. .......----------------
r8> Henri Poulaillc; Clç'^o morundan bojka «11$ Ğtaiont auafro» ve «Âmes Neuves» û yazmıştır.
> Tristan Rerny: 1936 Çooulist mükâfatı «Porte Jlgnancourt», (Sa İnle Marie des flots», «Foubouro '• Jİtıt Antolne» muharriri.
'109 Jean Trâville: 1938 Renaissance mükâfatı. fllJ Euoine Dabit-. 0918-1936). Hâfel du Nord (1929 Popülist mfttfah) Petit Louis. Zone Verte, Trains de Vies (hikâyolûr).
P. Nizan: Eugine «Dcb'ıt‘y& tazim» muhar
289
THOMAS MANN
Son zamanların mümtaz yazıcılarından biri hiç şüphesiz Thomas Mann'dır. Şimal Almanya'da Lübeck’li zengin bir tüccar ailesinden gelmedir. Thomas Man-n’m doğumuna rastlıyan günlerde (1875) büyük burjuvazi kendi inkişafının zirve noktasına gelip çatmış bulunuyordu. İşte bu zümreden gelme genç nesil, kendi tahtı üzerinde, babalan, dedeleri derecesinde kaygısızca bağdaşıp kurulamıyor, aldıkları çok daha incelmiş bir terbiye onlan, olup biteni düşünmiye zorluyor, hatta istidat ve şartlara uygun şekilde münevverleştiriyordu.
Thomas Mann da ayniyle, kendi kendisinin sanat problemlerini bulup, kendi kendisinin karşısına diktiği andanbaşlıya-rak, kendi köyünden kopup çözüldü. Mamafih, münevver olmasına rağmen o, kelimenin en iyi manasında gene de burjuva kalmıştır.
Hemen bütün modern yazıcılar gibi Thomas Mann da ilkönce natüralist mektep yolunu tutmuştur. Üzerinde tesiri olanlar, Maupassant ve daha sonra Skandinav şairleriyle Dickens ve Thackeray gibi In-gilizler olmakla, beraber, herşeyden Bnce o Rus romancılığına meftundu. Şair için asıl olana, yani lisana olan hâkimiyet, Th. Mann'da tam ve mükemmeldir. Ondaki yüksek kültür seviyesi, ondaki hüzünlü istihza, ondaki kendi sanat çalışmalarına karşı beslenen ciddi vazifeseveriık. ondaki. bütün hakikî-arka plânların araştırılıp yüze çıkarılmasında görül™ güvenilir ilmi zihniyet, eserlerini, kendi zaman ve meslek arkadaşlarının çok üstüne jıkarmış-tir.
Seçtiği mevzular, ait bulundukları
zamanın sayısız meseleleri kadar çeşitlidir. Bu yüzden, muhtevaları itibariyle yarına malolmuş bulunanları arasında sırf günlük olanlarının da mevcudiyeti gayetle tabiidir. Mamafih formel olarak her eseri bize, onun adından bekleneni verir mahiyettedir. Bir yandan, bir sanatkâr olması itibariyle Th. Mann’ın burjuvaziye karşı olan aykın durumu, mevzularının seçüiş ve işleniş tarzlarını tayin ederken, öbür yandan, burjuva cemiyetine men. subiyeti, gene ayni şekilde, aceleyle halli gereken meseleleri ihmal etmesini, ve ondaki sanatkâr - insan tezadı yollu telakkiyi doğurur.
Bu yüzden, -hayattan uzak sanat. Th. Mann’ın "Tonio KrÖger”, ’ Die Hungeı--nden" ("Açlık çekenler"). "Tristan” (1903) gibi bir sıra hikâyelerine mevzu-luk etmiştir. Aynı problem, o devir ferdiyetçiliğinin içinde çabaladığı krizi ve demokrasiye doğru yönelen zaruri dönüşü açığa vurması istenen. "Königliche Hoho-it" i "Haşmetpenah") (1939) adlı eserinde dc. sembolik mânada, bir prensin hayatında. bu arada satirik - sosyal kritik bir perde arkasından aksettirilmiştir.
İlk büyük romanı "Buddenbrooks" (1901) de o, bir misale dayanarak, geçen asır içinde büyük burjuvazinin evvelâ kuvvetlenip serpilişini ve daha sonra da çürüyüp dağılışını anlatmaktadır. Bu romanda, kalabalık bir aileden ayrı ayrı dört nesille karşılaşıyoruz. Her şalısın ve her karakteristik şahnenin verilişinde hâkim unsur, içlerinde sakladıkları semboller bakımından manidar cümle veya kelime-leriij tekgrrüriVıden ibaret stilistik bir ustalıktır. Th. Mann’ın stiline bir cazibe hu-
290
milliyeti veren bu teknik, onun bütün öbür eserlerinde de kendini gösterir. Parça parça ve aynı zamanda bir kili olarak ta harikulade olan bu roman, geçen asır ve kısmen de zamanımız burjuva kültürünün mahiyetiyle tanışmak istiyen herkesçe okunmalıdır.
tik dünya harbinden biraz sonra, harpten önceki Avrupanm kültürel meselelerini ele alıp, teferruatın birbirine zencir-lenmesi bakımından fevkalâde İyi işlenmiş ve karakter yapıları itibariyle manidar olan muazzam romanı "Der Zauberberg" çıktı.
1939 da "Lotte in Weimar" ("Lotte Weimar’da") adlı kitabı satışa çıkarıldı. İhtiyar Goethc'nin gençlik sevgisiyle bu-luşuşu Th. Mann’a, "büyük şair ve mütefek kir" i, hiç alışılmamış bambaşka bir ışık perdesi ardından görmek ve tanımak fırsatını verdi. Okumuş ve bilmişliğinin bütün iç zemberekleriyle o, bu küçük tesadüfü son derecede hoş bir huzme altında ışıklandırdı. Üslûptaki üstatça mehareti-ne olan emniyet içinde o, bizzat Goethe,nin kendi ifado ve düşünüş tarzı içine girip, inceden inceye hem kendisi ve hem de Goethe ile eğleniyor.
"Goethe" mevzuu Th. Mann’ı her zaman meşgul etmiş, ve o, bu iki muasıra, yani "Goethe ve Tolstoy"a dair bir etüt kaleme alnuştır. "Rönesansta doğup. Büyük Fransız ihtilâlde hâkimiyeti ele alarak 19 uncu yüzyılda dört bir yanda... tam bir inkişaf ve tekemmüle erişmiş bulunan burjuva - humanistik - liberal devrin" ilk dünya savaşı sonunda "feci bir sona erişini" tesbitten sonra o, mediteran - klasik - hüma niştik geleneğin bir beşeriyet davası ve dolayısiyle ebedi-beşerî mi. yoksa sadece muayyen bazı şartlara bağlı, veya fâni bir tefekkür tarzı, bir devre yani bir burjuva - liberal devre mi malolduğıı. ve bu devirle birlikte mahva mı mahkıını bulunduğu meselesi "ne gelip dayanmıştır. "Avrupa" diyor o. "bu me
seleye daha şimdiden cevap vermiş gibidir". Goethe’nin, "hümanistik terbiye idealine karşı takındığı tavır, biraz da Tolstoy’un müziğe karşı takındığı tavıra benzer, yanı Goethe, bu umumi - beşeri terbiye idealinin tehlikesini teşkil eden... amatörce, heveskârca - havalarda kanat çırpana" karşı sosyal bir mukavemet göstermiştir. Velhasıl Th. Mann onu, bazı muayyen tehditlere tâbi bir hümanist diye tarif ediyor.
Onu en yeni romanı "Die vertauseh-ten Köpfe" ("Değiştirilmiş kafalar") ve Yusuf - roman - trilojisi aşağıda esaslı şekilde incelenecektir. Burada ancak, Th. Mann'm esas eserlerinden birkaçı kısaca alınıp gözden geçirilmiştir. Küçük hikâyeleri, skeçleri, siyasi ve kiUtürel-siyasî yazılan ve kitaplan sayısızdır. Nasyonal - sosyalist rejimin bir düşmanı olarak Alman-yadan çıkmak zorunda kalan Thomas Mann şimdi Amerika Birleşik Devletlerinde yaşamaktadır. Stokholm'de Berman -Fischer - Kitabevınce ayrı ayrı ciltlerde bir seri halinde yeni baştan satışa çıkarılan eserleri, bugün artık istenince bulu-nabilmektedirl'ı '
Prof. W. RUBEN Ankara Üniversitesi
Geçenlerde bu mecmuada, Morgan'ııı Sparkenbrok adlı romanını tahlil etmiştim: Netice itibariyle bu eserde Hint mistiğiyle işlenmiş bir Ortaçağ efsanesi bahanesiyle erotik bir dav», kitabı hıristi-yanbk bakımından âdeta gayri ahlâküeşti-recek bir tarzda ortaya atılmaktadır. Fakat kitap, bu nev'e giren tek eser değildir ; daha doğrusu şarka, mucizeler diyan Hindistan’a has bir takım ekzotik unsurları. Avrupanın en modern-psikolojisi veya hattâ psikoanaliziyle edebî şekilde mezcedip, erotiğin vc en modern evlilik hayatının mübrem bazı meselelerini bir mistik gözlüğü altında incelemek, geniş ölçüde dört bir yana dalbudak salmış Avrupai bir düşünüş tarzıdır. Bu arada meselâ Thomas
291
Marm'ın "Dıe vertauschten Köpfe, eine indische Leğende" ("Değiştirilmiş Kafalar, bir Hint efsanesi") adlı son kitabını ele alalım. Burada Th. Mann, bir Hint mevzunu, ortakuruna ait bir Hint masalını alıp, onu en modern psikolojiye göre tefsir etmiştir - veya daha doğrusu, modern bir evlilik meselesini bu eski, ekzotik efsane çerçevesine bürüyerek. Hidistan’a hâs harikulade bir mevzuun yardımı ile. bir AvrupalI çerçevesi içinde hiçbir zaman açığa vuramıyacağı bir meseleyi mütalâa etmiştir. Hindistan’da mevzubas olan zekice bir cinastır: Bir adam, karısı ve arka-şiyle birlikte seyahate çıkmıştır. Büyük İlahenin mabedine gelinir, adam ilâheye ibadet kasdiyle içeri girer, ve o sırada ona verebileceği başka birşeyi olmadığı için, tutup kendi kafasını kurban eder. Arkadaşı onun peşinden gidip vaziyeti görünce, o da ayni şeyi yapar. Her iki erkeğin arkasından gelen genç kadın da, ümitsizlik içinde tam kendi kendisini asacağı sırada, ilahe ona bir dilek dilemesini söyler, kadın da erkeklerin yeni baştan hayata iade olunmaları dileğimde bulunur ve kendisine her iki kafayı tekrar eski yerlerine koymasına müsaade edilir. Fakat acelesinden genç kadın, kafaları yanlış gövdeler üzerine oturtmuş ve şimdi de kocasının hangisi olacağı şüphesi içine. düşmüştür. Araba o, meşru zevcinin’kafasını mı, yoksajğöv-desini mi taşıyandır? Çeşitli şekillerinde suale verilen cevap hep başka başkadır. Bu bir tek sayfalık masalı Th. Mann, 230 sayfa içinde aldatmaktadır. Hint masalında hiçbir yer tııtmıyan erotik burada esastır, çünkü kadın her iki erkeği de, kocasını zekâsı ve güzel başı için, arkadaşını da vücut kuvveti ve tabiiliği için sevmektedir. Kadının kocam karısındaki bu ikiliği sezmiştir, vc ona mâni olmamak düşüncesiyle intihar eder; kendi üzerine bir zina şüphesi kondurulmamak için’ arkadaşı da ayni şeyi yapar;’ kadın, kafaları aceleyle
değil de, şuuraltı derin' bir tabakanın (ki bu hususa ait bilgilerimizi Freud’a borçluyuz) saikiyle değiştirmiştir: Arkadaşın kuvvetli gövdesini kocasının zeki kafasıyla birleştirip ideal bir kocaya kavuşur. Hikâye şöyle devam etmektedir: Kocasının kafası arkadaşın gövdesini zaafa uğratıp onu inceltir, arkadaşın kafası ise, kocasının gövdesinin tesirinde güzelleşir, incelir, münevverleşir. Kadın tereddüde düşmüştür, kocadan arkadaşa gider, ve her iki erkek te vermiş oldukları bir karara uyarak, biri öbürünün kalbine bıçak saplamak suretiyle birbirlerini öldürürler, ve böylelikle de herbiri bıçağı kendi kalbine sokmuş olur. Bütün hâdise, derin bir erotik ifade taşımakla beraber. Th. Mann’da mizahîdir. Th. Mann. meselenin acılığını perdelemek için, satirik bir eda takınarak bu ekzotik - hintli muhiti bahane etmektedir: Genç kadını, kafasını beğendiği, fakat vücudunu aşağı gördüğü kocası tatmin edememektedir; dava, olgun bir kadını doyu-ramıyan münevverin davası, modern Av-rupanın muazzam davasıdır: l’akat bu dava, bildiğime göre, şimdiye kadar hiçbir edebî eserde bu derece çıplak olarak ele alınmamıştı. Bu keskin meseleyi ele almak cesa retim göstermiş olduğu içiıı, Thomas Mann’a. tabiî minnettar kalnımalıdır, ve onun. Hidistan’ı tetkik edip, bu uzak diyarın o kendi kendisine hâs güzellik ve sihrini çekip çıkaran hümanistik zihniyetini alkışlamalıdır-fakat kördüğümü, Thomas Maıuıda, o ak saçh insan sarrafı da çözemiyor, ve kadının şuuratlı bir kasıtla kafaları değiştirmesini, Hintlilerin bir telâkkisine göre, insanoğlunu saran ve yeryüzünü ona zahirî bir suret hâlinde gösteren bir göz kamaşması, bir bilmemezlikle izah ediyor: filhakika hint mistiği bize yalnız Allahın mutlak! surette şenû, cümle kâinatın ise, yalan olduğunu, hayal olduğunu, ve olup bitenlerin, hep yalandan olup bitmiş göründüklerini öğretmektedir - ve yine bu telâkldyo göre, insanların istekle
292
ri de, hareketleri de hep yalan ve hayalden gayri bir şey değildir. Hikâyede bu noktanın izahında, Th. Mann’ca münasip görülen mistik işte budur, çünkü onu modern psikanalizle mezcetmck mümkündür, fakat acaba böyle bir mistik biz modern insanlar için bu erotik - İçtimaî meselenin halline yarıya bilir mi?
Kafalarım vücutlarının inkişafı aleyhine tek taraflı olarak tekemmül ettiren münevverlere sanki ihtiyacımız mı var? Diğer taraftan, güzel bir vücut üstünde keskin bir dimağ idealine rasyonel bir tarzda acaba daha bugünden erişebilir miyiz? Th. Mann’ın, bizi bu münasebetle alâkalandıracak. şimdiki haliyle üç ciltlik bir Yusuf romanı'da vardır. Muharrir bu eserinde, modern tarihçiliğin ve psikolojinin bütün vasıtalariyle. tevratın asırdi-dc mevzuatım, modem kariin eski tarihi anlamasını sağlıyacak, ve bu maziyi sanki bugünmüş gibi yaşatacak şekilde canlandırmağa çalışmaktadır Thomas Mann bu eserini yazmadan önce, uzun yıllar boyunca, egiptolojiye, semitis':j. ve psikolojiye ait kitaplar tetkik etmiştir. Esor bir kül olarak acaba muvaffak olmuş mudur? Ondan ancak bir hâdiseyi, Yusuf'la Züley-ha'nıtı hadisesini ele alalım. Tevratta, kadın, omı iğfale çalışmndan evvel Yusuf’un, senelerce Potiphar’m evinde yaşadığı hususu birkaç satırla kaydolunmaktadır Th. Mann ise. yüzden fazla sahifede, bu güzel delikanlıyı seven, ve aşkına mrğlup olmadan önce iffetini ve Potiphar'a oian sadakatini korumak için çırpınan kadının çektiklerini anlatıyor. Üstelik Potipbar bir haremağası diye gösterilmektedir! Anası babası, aristokrat bir aileden gelmedir, ve kadîm Mısır da hakikaten alışılmış bir âdete göre yekdiğerine karı - kocT bağlarıyla bağlı iki kardeş olarak tasvir olunmakladır. İşe modern pisikolojînin müdahalede bulunduğu noktaya gelelim Yaşlı - başlı insanlar olan ana - baba, kardeşin kardeşle evlenmesindemyüzçeviren yelli cffiınyayı
artık anlayamıyor, ve bu bir çok derin düşünüp taşınmalara yol açıyor. Diğer bir sahneyi ise Thomas Mann Kuran’dan almaktadır: Burada Züleyha kız arkadaşlarını davet edip vaziyeti o şekilde idare eder ki, Yusuf, arkadaşlarının tam yemiş bıçaklan ellerindeyken içeri girer, ve bu güzel delikanlıyı görür görmez hepBİ de kendilerinden geçip zarif parmaklarını keserler; bunun üzerine Züleyha onlara, bu güzel delikanlıyla hergün temasta bulunmakla, haremağası - kocasına karşı olan sadakatini muhafazada ne derece güçlük çektiğini serzenişle göstermek fırsatım bulur. Th. Mann bu hâdiseyi sırf bir hâdise olarak anlatmaz, onu, hâdisenin ceryanından önce, bir korkulu rüya, olacağı evvelden sezen bir kâbus hâlinde Züleyhamn uykusuna sokar, ve o, böylece sırf Züleyha’nm bir kurnazlığı değildir, onun bu hareketi burada, en derin şuuraltı tabakalarından doğma bir hareket olarak adeta zarurîdir. Firavn’ın zeki, kafalı, asil arkadaşı hare-mağası Potiphar Hint masalındaki kocaya, Yusuf ta oradaki güzel arkadaşa tekabül eder, kadın ise, kendi iffetini koru-mıya çalışır ve yenilir - aslında, her iki hikâyede de dava aynıdır, ve liberal istikametteki bir. burjuva ve hür Hansaşehri Liibeck'in tüccar sınıfına mensup mağrur bir i aristokrat olması bakımından bizzat Th., Mann’ın da daima kendi kendisiyle mücadelede olduğu unutulmamalıdır: o kendisini sanatkâr biliyordu, sanatkârlıksa "bohem’lik" demektir. Fakat Lübeckli bir aristokrata, hiç hovarda bir "bohem’lik yakışır mı? Aklı başında bir burjuva kendi kendisine erotik bir serbesti, evlilik iffetini bozmak müsaadesinde bulunabilir -mi? Th. Mann’a çoktandır azap verip, eserlerine tekrar tekrar mevzuluk eden bu mesele, zamanımızın şahsî fakat yaygın, bir problemidir, ve eninde sonunda, Sparken-broke’un ele aldığı dava da gene budur: Kız,-1 kafalı,- zeki-, arkadaşla mazbut adam arasında tereddüt eder Aslına bakılırsa.
293
Devletçiliğimizin Vasıfları
Nuri ZAtMOĞLf
Millî kurtuluş; inkılâbımızın ana umdelerinden biri olan bizim devletçiliğimizle Batı memleketlerinde yer alan devlet kapitalizmi arasında mahiyet ve gaye bakımından büyük farklar vardır. Bu iki sistemin çıkışlarına âmil olan tarihi, İktisadî şartlar ve zaruretlerle cemiyet ölçüsünde rolleri incelenirse bu ayrılıklar açıkça belirirler.
Devlet kapitalizmini de cemiyetin ekonomik inkişafı seyrinde tarihi misyonuna göre ele alacak olursak onun da ayrı ayrı devirlerde başka başka hususiyetler taşıdığını ve birbirinden ayırt edilmeden hepsini bir kazana atmanın doğru olmadığını görürüz. On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru müstahsil kuvvetler çok inkişaf etmekle sermayedarlar müstahsil kuvvetleri hisseli şirketler, tröstler şeklinde ve sermaye şartlan içinde mümkün olduğu ölçüde, içtimai müstahsil kuvvetle;' olarak kullanmak zorunda kalmışlardı. Aynı zaruretler neticesinde devletler bu büyük istihsal ve münakale müesseselerinin idaresini ele almıya mecbur oldular. Bu mec-
Goethe’nin Werther'inde mevzubahsolaıı da yine hep aynı meseledir, ve böylelikle bu, edebiyatın 100 yıllık, insanlığınsa belki de prehistorik bir problemidir; ve bu problem, o derece azap verici, o derece düşündürücüdür ki, ona modern psikoloji vası-talariyle eskiden olduğundan daha iyi nüfuz edebilen modern edipler onu, ister orta çağlı Trist’an ister bir hint masalı, isterse İncildeki Yusuf kılığına sokarak olsun, ancak ekzotik bir çerçeve içinde tasvir edebiliyorlar, fakat her şeye rağmen gene de İçlerinden hiç birisi rasyonel bir bal çaresine ulaşamıyor, çünkü, ferdin ruhunda geçen, sırf şahsî ruhî bir müca-
buriyet ilk ağızda posta, telgraf, demiryolları gibi işletmelerde kendini gösterdi. İstihsal ve münakale vasıtaları hisseli şirketlerin idare edemiyeceği ölçüde geliştiği ve bunların devletleştirilmesi İktisadî bir zaruret halini aldığı zaman, ve yalnız bu gibi hallerde, bu devletleştirilme işi bütün müstahsil kuvvetlerin cemiyetin eline geçmesi istikametinde yeni bir safha yaratması bakımından İktisadî bîr ilerleme olarak kabul edilebilir. Yoksa herhangi bir memlekette İktisadî olmıyan düşüncelerle devlet eliyle demiryolları inşası, malı menfaatler temini maksadı ile inhisarlar teşkili veya harp zamanlarında bazı sanayi nıüesseaelerinin idaresinin, sahipleri namına, devlet eline alınması v.s. gibi teşebbüslerin yukarıda söylediğimiz mânada bir terakki ifade etmesi için hiç bir sebep yoktur. Böyle olmakla beraber her türlü devletleştirmeğe sosyalist damgası vuranlar, hattâ hu yüzden Biamark'ı bile, kendisine yaranmak için sosyalist kabul edenler bulunmuştur. Mese-
dele gibi görünen bu hal aslında, cemiyetin kadın, erkek, âile münasebetleri hakkında koyduğu ve ferde kabul ettirdiği sosyal kıymetlerle, ferdin biyolojik (cinsî) ihtiyaçlarının, ' İç - itişlerinin çatışması, mücadelesidir. Ferde, kendisini her bakımdan inkişaf ettirme imkânlarını veren bir cemiyet nizamı mevcut olmadıkça, ferdin biyolojik ve psikolojik varlığı ile sosyal nizamın talepleri arasında ahenkli bir bağlılık kuramadıkça, bu çeşit ruhî mücadelelerin. huzursuzluklara! rasyonel çaresi bulunamaz: bulunamayınca da, Morgan ve Thomas Mannlda gördüğümüz gibi böyle mistisizme kaçışlar belirir.
294
lâ Celâl Nuri bunlardan biridir. (1). İktisadî devletçilik serisi altında bugüne kadar altı kitap yazmış olan Ahmet Hamdı Başar da aşağı yukarı her türlü devletçilikte bir nevi sosyalizm görmektedir. İktisadi birer mefhum olarak kapitalist devletçilikle devlet kapitalizminin sosyalizm ile hiç bir ügisi yoktur.
Yukarıda bahsettiğimiz gibi müstahsil kuvvetlerin inkişafına bağlı olarak İktisadî zaruretler neticesinde girişilen devletçilik teşebbüsleri içtimai bakımdan bir üerîeyiş sayıldığı kadar onun dışında sebeplerle tatbik edüen devlet kapitalizminin bir gerileme ifade ejtiği şartlar ve devirler de vardır. Bunun en iyi misaline harpsonu devresinde, bilhassa 1929 buhranından sonra muhtelif memleketlerde rastlarız. 1931 yılında bir sıra büyük bankalar, tröst ve kon-sernler iflâs etmeğe başlayınca bu devletler, sahiplerinin menfaatına, bu müessesele-ri kurtarmak için hisse senetlerinin mühim bir kısmını satın aldılar, onlara ortak oldular. Bu devletlerin bu hareketi şüphesiz ki İçtimaî ve iktisadi bakımdan milletlerin zararına olmuştur. Çünkü hisse senetlerinin bir kısmını satın almak suretiyle bu sermayedarlara yapılan yardım ancak vergileri artırmak, işsizlere yapılan yardımı a-zaltmak, maarif ve İçtimaî muavenet bütçelerini halk aleyhine kısmak yolu ile temin edilebiliyordu. Bu bakımdan devlet kapitalizminin halk aleyhtarı ve mevcudu zorla idame amacını güttüğü için de aksi-inkı-lâpçı bir karakteri vardı.
Halbuki bizim devletçiliğimiz büsbütün başka şartlar altında, tamamiyle ayrı gayelerle doğmuştur. Millî kurtuluş savaşımız garp emperyalizminin siyasî ezgisi ve İktisadî soygunu altında perişan bir yarı müstemleke vaziyetinde bulunan ytırdttmu-zu bulunduğu çukurdan çekip kurtarmak gayesi İte başladı. Yurdumuz yabancı İstilâsından temizlenirken memleket içindeki dayanakları sosyal müesseselerden, idare sisteminden de kurtulmak gerekti. Bu itibarla millî mücadelemiz hem bir istiklâl savaşı, hem de demokratik bir inkılâp karak
terlerini nefsinde toplamış bulunuyordu. Millî kurtuluş savaşımız muvaffakiyet ve zaferle neticelendikten sonra inkılâbımızdan tahakkukunu beklediğimiz meselelerin mühim bir kısmı tamamiyle halledilmiş, diğerlerinin de halli imkânları elimize geçmişti. Siyasî istiklâl kazanılmıştı. Fakat İktisadî istiklâl olmadan siyasî istiklâlin tutunabilmesine imkân yoktu. İktisadî istiklâlimizin temini inkılâbımızın başlıca vazifelerinden biri idi. Askerî savaş, siyasi kurtuluş hareketinde olduğu gibi büyük Atatürk İktisadî kurtuluş ve kalkınmanın da önemine ilk olarak işaret etmiş, bu alandaki çalışmaların başına geçmişti. 17 Şubat 1339 (1923) da İzmir'de toplanan iktisat kongresindeki tarihî nutkunda Atatürk şöyle demişti:
»istiklâli tam için şu düstur var: Hâkimiyeti milliye, hâkimiyeti iktisadiye ile tersin edilmelidir. Bu kadar büyük gayeler, bu kadar mukaddes ve azametli hedefler kâğıt üzerindeki düsturlar, arzu ve hırslarla husul bulamaz. Bunların tahakkuku tammını temin için yegâne kuvvet, en kuvvetli temel iktisadiyattır. Siyasî ve askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olurlarsa olsunlar İktisadî zaferle tetviç edilmezse semere ve netice payidar olmaz. En kuvvetli ve parlak zaferimizi tetevvüç eden, seme-ratı nafiayı temin için hâkimiyeti iktisadi-yemizin temin ve tarsipi lâzımdır. Bu kadar feyizli, bu kadar kudretli olan yeni hükümetimizin düşmansız kalacağını farzet-mek doğru değildir. Bunun için çok kundaklar koyarak miinhedim etmeğe çalışacak ve suikaste teşebbÜB edecekler bulunacaktır. Bütün bunlara karşı süâhımız iktisadiyatımızdaki kuvvet, resanet ve muvaffakiyetimiz olacaktır.»
İktisadi İstiklâl ve hâkimiyetin temim çok güç bir şeydi. Memleketimizin bütün İktisadî kumanda meylileri yabancı sermaye elinde idi. Düyunu umumiye ve reji idarelerinden başka, demiryollanmız, bir sıra nafia şirketleri, maden işletmeleri, bankalar, btüi başlı sanayi müesseseleri, en kuv
295
vetli ticaret firmaları ile ecnebi sermaye Türkiyemizin hemen bütün zenginliklerini doymak bilmez istismarı altında tutuyor, milletimizin kanını durmadan emiyordu. Yurdumuzun hakikî sahibi olabilmemiz için iktisadiyatımızın bağrına aç birer sülük gibi yapışmış olan yabancı sermayenin efendiliğine son vermek, hiç değilse İktisadî kumanda yerlerini kendi elimize geçirmek mecburiyetinde idik. Senelerden beri sürüp giden harplerin tesiri üe.mevcut sanayi ve ziraat işletmelerimiz de ağır darbeler altında ezilmişlerdi. İstihsal azalmıştı. Bütün bunların, yeniden diriltilmesi lâzım geliyordu. Ekonomi bakımından garp memleketlerine tâbi olmaktan kısmen olsun kurtulabilmek, bununla da elde edilemezdi. Yeni fabrikalar açmak, ziraî istihsalimizi İhtiyaca göre düzenlemek de icabediyordu.
Bunlar tahakkuku çok zor şeylerdi. Yalnız istemekle yapılamazdı. Başta kapitülâsyonlar olmak üzere bütün müesseseler! ile Türkiyemize hâkim olan yan müstemleke sistemi ve onun tabiî ortağı derebeylik ve yan derebeylik ekonomisi millî sermayenin gelişmesi imkânlarımı kuvvetli setler çekmişti. Husus! Müteşebbislerin elinde bulunan az miktardaki sermaye tabiatı ile buna kâfi gelemezdi. Emperyalizm devrinde emperyalizmi ve onun yurdumuz içindeki dayanaklarına karşı mücadele yolu ile tahakkuk edon inkılâbımızın garpta ki kapitalizmin ilk inkişafına yol açan bur juva inkılâplarının yürüdüğü istikameti aynen takip etmesine imkân yoktu. İktisadi liberalizm bizi yabancı sermayenin tahak kümü altında tutmaktan ve eskiyi bir başka şekilde devam ettirmekten başka hiç bir şeye yarayamazdı. Onun için inkılâbımızın başlıca hedeflerinden biri olan İktisadî hâkimiyetimizi sağlamak ancak devletçilik prensibi ile kabil olabilirdi. Demiryollarını, nafla işlerini, maden ocaklarımızı millîleştirmek, ihtiyacımızı kısmen olsun kar-şılıyabilecek fabrikalarımızı kurmak için devlet eliyle milli gelirimizi, millî kaynaklarımızı seferber etmek zorunda idik,., Iştş bu ihtiyaçladır ki devletçilik inkılâbımızın
başlıca umdelerinden biri olarak Türk milletinin kalbinde yer aldı.
İnkılâp havası ve şartlan içinde doğan devletçüiğimiz kendisinden beklediğimiz gayeleri itibariyle inkılâpçı idi. Çünkü her şeyden evvel yabancı sermayenin Tür-kiyedeki hâkimiyetine karşı çevrilmişti; yani Türk halkını yabancılar tarafından soyulmaktan kurtarıyordu; şu halde anti-emperyalist, millî ve aynı zamanda halkçı idi.
Görülüyor ki bizim devletçiliğimizle, garpte bir avuç kapitalisti iflâstan kurtarmak için halk aleyhine alınan tedbirlerle tatbik edilen devlet kapitalizmi .arasında gaye ve mahiyet bakımından çok büyük farklar vardır.
Yabancı şirketler elinde bulunan de-miryollanmızı, elektrik, tramvay, su, telefon, liman rıhtım v.s. gibi nafia işletmelerini, Ereğli kömür ocaklarımızı millîleştirmekle devletçiliğimizin anti-emperyalist karakteri ortadan kalkmış değildir. Ağır ve hattâ hafif sanayi bakımından iktisaden bağlı bir memleket olmaktan henüz kurtulamadığımıza göre devletçiliğimizin emperyalizm aleyhtarı mahiyeti şüphesiz ki devam etmektedir ve edecektir. Bugün yaşadığımız harp şartları içindeki ekonomi durumumuz bunu bize açık olarak göstermektedir. İnkılâbımızı takip eden yıllarda iktisadi liberalizm millî kurtuluş dâvamız için ne kadar zararlı ve tehlikeli idi ise şimdi de halk iktisadiyatımızın kurtuluşu bakımından o kadar zararlı ve tehlikelidir.
Harp zamanlarında devletlerin iktisadi işletmeleri kontrolleri altında bulundurmaları, hattâ bilfiil idare etmeleri bir zaruret Halini alır. Bu yalnız harp malzemesinin ve gerekli maddelerinin istenildiği şekil ve ihtiyaç nisbetinde istihsal edilebilmesi için harp sanayiine ve buna yardımcı müesseselere tatbik edilemez. Ordunun, cephe gerisinde imalât İşler! İle. uğraşan halkın istihlâkine mahsus eşyanın istihsali ve ticareti de, istihlâki de sıkı bir kontrol ve takyit altına alınır. Bugün bütün dün-
296
«Aktör Rolünü
Bu sualin cevabını aramıya girişmeden önce kısa bir başlangıç yapmama müsaade edilsin.
Tiyatro sanati. Âdemin Cennetten kovulması veyahut Prometheus'un Kaf dağında zincire vurulmasiyle başlamıştır diyebiliriz. İnsanlar Allahları icadctmcdcn ve günahı tanımadan önce de diğer sanatlar gibi, ■ resim, musiki, raks • tiyatro sanatı de tohum halinde mevcuttu.
Prometheus’la Epimetheus, iki kar-
yada harp ekonomisi dediğimiz bu sistem tatbik edilmektedir. Bu suretle olağanüstü kabaran harp masrafları yükünü büayâsı-ta vergilerle geür miktarına göre ve nisbe-ten adalet dairesinde taksim etmeye, halkın geliri ve masrafı arasındaki muvazenenin devam ettirilmesine, azalan gıda ve istihlâk maddelerinden en az gellirlilerin de istifade edebilmelerinin teminine çalışmak tadır. Ancak bu tedbirler sayesindedir ki, hayatin fazla pahalılaşmasının önüne geçilebilmiş, halkın hayat seviyesi normale nis-beten yakın bir seviyede tutulabilmiştir. Eu nevi müdahaleler, hele bugünkü harbin bütün insanlığın zulüm vo tahakkümden, teca viizden kurtulması için mütecavizlere kaı şı yapıldığı keyfiyeti.de göz önündo tutu lacak olursa, şüphesiz ki üeri ve halkçı bir mahiyet taşırlar.
Bizim yurdumuz da bugün harbin dışında, fakat tesir sahası içindo bulunmaktadır. Eşya fiyatları pek çok yükselmiştir. Halkın satın alma kabiliyeti umumiyetle çok azalmış, bununla muvazi olarak hayât seviyesi dönmüş bulunmaktadır. Sabit ve dar gelirlilere hükümetimizin yaptığı yardım teşekküre şayan olmakla beraber Ih-
Yaşor mı ?»
Suat TAŞEll
deş. ilahları örnek tutarak yarattıkları ilk insanın mayasına aktörlükten dc biraz karıştırmayı unutmamışlardı.
tik insanın bu aktörlük kabiliyeti, iptidaî cemiyetlerin dinî ayinlerinde sihirbazlık şeklinde tecelli ediyor. Daha sora-Iarı, meselâ eski Yunanın paiyen devrinde bu sihirbaz artık aktör adını alarak dinî olmaktan kısmen kurtuluyor. Hıristiyan orta çağda kilisenin emrinde tekrar ilk va-ifesine dönüyor. Rönesansla beraber di-
tiyacı teminden uzaktır. Ticaretin serbest bırakılması yüzünden teşekkül eden karaborsa ve insafsız ihtikârcılar halkın, zararına gittikçe semirmektedir. Bu kara kuvvet bugün hayatına kastetmekle halkın bir numaralı düşmanı olmakla.kalmıyor, hayat seviyesinin düşmesi ile çalışan ellerin verimliliğini azaltmakla, ham madde ve yarı mamullerin fiyatlarını yükseltmekle ve mflâsyona Varacak yolu her gün gittikçe biraz daha genişletmekle doğrudan, doğruya milli ekonomimizi de tehdit ediyor. Halkımızın ve millî ekonomimizin düşmanlarına, suikastçılarına karşı mücadele zemini üzerinde doğmuş bulunan devletçiğimizin bugün bunları ciddî bir tehdit altında bulunduran bu kara kuvvetler karşısında yapacak pek çok şeyi vardır. Ve bu hususlardır ki devletçiliğimizin halkçı unsurunun daha kuvvetlcııdirflmesmi icabettirmekte-dirlcr. ihtikâr ve istifçilikle halk ve devleti-miz aleyhine zengin oian bir nvuçluk bir zümreye karşı devletçiliğimizin kudretini göstereceğinden eminiz. Bugünkü şartlara vo .icaplara göne devletçiliğimizin başlıca vazifesi bu noktada toplanmaktadır.
297
nln elinden yakasını tamâmen kurtarıp istiklâline kavuşuyor. Bir aralık saray kapılarından içeri giriyor, ama sora pişman olmuş gibi oradan da çıkıp asıl sahibine halka koşuyor, işte aktörün böyle maceralı bir geçmişi var. Bugün artık ne için ve kimin için çalışacağını, azap çekeceğini herhalde idrak etmiş olmalıdır. Bu kısa başlangıçtan ayni zamanda sanatin ferdî mi, yoksa içtima! mi olduğu da meydana çıkmış oluyor; bahusus tiyatro gibi kol-lektif bir çalışmayı icabettiren bir sanat kolunda.
Şimdi hayatla sahnenin karşılıklı durumunu ele alalım:
Gocthe: "Hayatın neresinden başlarsanız orası başlangıçtır" diyor. O halde sahnenin hayattaki yerini tayin etmek te kolaylaşıyor demektir.
Sahne, hayatın herhangi bir köşesi veya yiiziidiir. Bittabi! bu tarlLten, hayatla sahnenin ayni olduğu iddia ediliyor mane-sı çıkarılmamalıdır. Fikrimizi daha sağlam ifade etmek için şöyle bir teşbih yapalım:
Sahne, bir çok gözlü bir mikroskoptur. Hayat kaosundan kesiluu .maktalar bu mikroskopta tahlil ve teşhir edilir. İşte aktör bu mikroskobun atlcseleılnl aydınlatan ışıktır. Rejisör, mikroskobu idare ve ışığı tanzim eder. Tiyatro muharriri de maktaları getirir. Böyleeo tiyatro muharriri, rejisör ve aktör lıepsi birlikte bu tahlil ve teşhir action’nunu sevk ve idare etmiş olurlar.
Şimdi de cevap vermek istediğimiz suale gelelim:
Aktör rolünü Yaşar mı?
Evvelâ bu suali Ören şu üç kelime üzerinde biraz duralım.
Yukarıdaki teşbihimizde aktör demiştik, mikroskobun adeslerini aydınlatan ışıktır. Peki ama mum ışığı mı, elektrik ışığı mı, yoksa bulutsuz Mayıs gecelerinde göklerde parhyan yıldız ışığı'mı? Hiç biri değil, doğrudan doğruya güneş ışığı!
Biliyoruz ki güneş ışığı, yedi esas rengin, kendi nzalariyle bir tek renk uğrunda kaynaşmalarından meydana gelmiştir, işte aktör yedi renkli güneş ışığıdır ki, içinden geçtiği mizaç ve karakter menşurlarına göre in’ikâs eder ve o menşurların kanunlarına uyarak renklerini meydana koyar.
Rol kelimesine gelince: Rol, menşurdan başka bir şey değildir.
Sıra yaşamak kelimesine geldi:
Yaşamak, canlı varlıklaıin canlılık âlâmetıuır. Bir tiyatro eserindeki her hangi bir rol, âueta lızia varağım kaybetmiş bir ruhtur, bu ruh yaşanmak ıhuyacmda-dır. Aktör, ölü halae, soğumuş ve uyuşmuş olan bu ruhu kendi fizıa mevcudiyeti içine alır ve ona kendi şahsında yem bir şekil, taze bir hayat verir. Bu keyfiyet ise, ruhim yeniden ve yeni olarak canlandırılmasından, yaşatılmasuıdau başka bir şey değildir. Binaenaleyh aktör yaşayan değü, canlandıran ve yaşatan kimsedir. Bu noktada yaşamakla.yaşatmak arasındaki büyük ve derin farka dikkatinizi çekmek isterim. Yaşamak hiç bir zaman yaşatmayı ifade etmez, ifade etmediği gibi mümkün de kılmaz. Bili tamamen aktörün keyfine ve iradesine bağlı ruhî - derunî faaliyeti diğeri de doğrudan doğruya aktörlük sa-ııatini açıklar.
Bir tiyatroya gittiğimiz zaman aktörün nasıl yaşadığından evvel, nasıl yaşattığım görmek isteriz. Aktör, rolünü elin-dert geldiği kadar yaşar da yaşatmıya muvaffak olamaz. Aksine, yaşamadığı halde pek âlâ yaşatabilir. Ve asıl ondan beklenen de budur. Bakın bu hususta Diderot ne diyor:
"Aktör bizi heyecana düşürdüğü anda bile, yine kendi kendini dinler ve mahareti, zannettiğimiz gibi hissetmek değil, hissin klarnetlerini sizi aldatacak kadar, tıpkı tıpkısına belirtmekten ibaret olur. Istrabmın' feryatları, kulağında önceden yer etmiştir. Ye’sinin jestleri, ezberlenmiş ve ayna karşısında tamamlanmıştır. Tam
298
mendilini çıkaracağı veya göz yaşlarının akacağı anı bilir. Bu halleri muhakkak filan kelimeyi veya filan heceyi söylerken yapacaktır, ne daha erken, ne daha geç. Bu ses ihtizazı, bu yarım kalmış kelimeler, bu kısık veya uzatılmış heceler, uzuvların bu titreyişi, dizlerin bu sallanışı, bu kendini kaybetmeler, bu coşup taşmalar, sadece taklit, önceden ezberlenmiş bir ders, yüzün o acıklı ifadeleri ise. ulvî bir maymunluktur; aktör bunun hatırasını, üzerinde çalıştıktan hayli zaman sora da muhafaza eder ve o hareketleri yaparken şuurunda tutar: böylece - gerek şair, gerek seyirci ve gerek kendisi İçin büyük nimet - bütün ruh hürriyetine sahip olur. Bundan, diğer mümareseleıde olduğu gibi, yalnız vücudu yorulur. Oyun bitince sesi kısılır, müthiş bir yorgunluk duyar, ya çamaşır değiştirir, yahut yatar; fakat kendisinde, rolünden mütevellit ne bir kırışıklık, ne ıstırap, ne melankoli, ne de bir ruh perişanlığından eser vardır. Bütün bu intibaları siz alır gidersiniz. Aktör bitap düşmüştür, siz de hüzün içinde kalmışsı-nızdır. Çiinkü. o hiç bir şey hissetmeden, çırpınıp durmuştur, halbuki siz, hiç çırpınmadan hissetmişsinizdir. Bu böyle olmasaydı, aktörlük çekilir miydi? Fakat aktör rolünü oynadığı adam değildir, o. rolünü oynar, hem o kadar iyi oynar ki, kendisini o zannedersiniz: Bu vehme yalnız siz düşersiniz. O, kendisinin o adam olmadığım pek iyi bilir.''
O halde yukarıdan beri yaptığımız izahlardan Ve Diderot’un bu sözlerinden bir netice çıkarıp, aktör ve aktörlük için şöyle diyebiliriz:
Aktör, yaşatmasını bilen kimse ve aktörlük yaşatmasını bilmek sanâiidir. Yaptıklarına seyirciyi İnandırması, muvaffak olması demektir. Bunu, ister rolünü yaşıyarak yapsın, İster yaşamayarak: fakat* her halde seyirciyi inandırsın.
Kabul ediyoruz ki aktör, kendi his düzenine, duygu âlemine uymayan, belki
de tamamen zıt olan hisleri ve duygulan da sanki kendisininmiş gibi göstermiye, ifade etmiye sanatı icabı mecburdur. Aksi halde aııcak mahdut ve muayyen hisleri, duyguları ifade etmekte ustalık derecesine varan bir ihtisas elde eder kİ, bu da pek makbul olmasa gerek.
Büyük aktör, kendi hislerile rolünün hisleri arasındaki mesafeyi daima göz önünde tutar. Ve saııati de bu mesafenin büyüklüğü nisbetinde mükemmellik derecesine ulaşır. Aktör, kendi hislerinin ötesinde ve rolünün hislerine hâkim vaziyettedir: Birinin tahdit edici tesirinden uzak, diğerinin yaratma imkânlarına daha yakındır.
Burada yine Diderot’un fikrine müracaat edelim:
"Aşın hassasiyet, şöyle böyle aktörler yetiştirir, şöyle böyle hassasiyet, ortaya sürü sürür kötü aktörler çıkarır, hassasiyetten bir zerre bile bulunmaması da, mükemmel aktörlerin yetişmesini-mümkün kılar. Aktörün göz yaşlan beyninden iner, hassas adamın göz yaşları ise, yüreğinden fışkırır.”
Eğer hassasiyet keümesiııi, hissizliğin, katı ruhluluğun zıddı olarak değil, fakat duygulu ve kavrayışlı olmak mânasında alırsak, maksadimız daha doğru anlaşılır. Meselâ, " - Ne hassas adam!" dediğimiz zaman, " - Ne ince duygulu adam!" demek iutemişizdir. Yoksa hislerine mağlup, mariz ruhlu adam değil.
Hassasiyet, ruhumuzun ve dimağımızın dış tesirlere karşı olan reaksiyonunu ifade eder; bu da teeasüri halleri vücuda getirir. İşte bizim anlatmak istediğimiz aktör, bu teessün hallere diğer insanlardan daha yakın olan kimsedir. Fakat hisleri, şuurunun dizginlerde sevkoder. Bu ise, onun samimî olmamasını icabettirmez. Ve unutmayalım ki aktörün ruhu küstüm otu değildir.
Aktörün mutlaka duyarak oynamazını iddia-vc müdafaa edenlere, belki bir
299
defaya, mahsus olmak üzere hak verebiliriz: O da, provalar esnasında! Ezberlenmiş sözler, bir ressamın boya tüpleri içinde uyuklıyan renkler gibidir. Bu tüpleri bir araya getirsek acaba bir tablo elde edebilir miyiz? İşte ressam bu renkleri bir şekil komposizyonu içinde eritip tuvali üstüne geçirerek tablosunu nasıl meydana getirirse, aktör de provalar esnasında rolünün sözlerini, tıpkı ressam gibi, yaşatmak istediği karakterin tablosunu yaratmak için kullanır. Ve ilk temsil akşamı perde açılınca bu hazırlanan tablo artık seyircilere arzediliyor demektir.
Yalnız şu noktaya dikkat edelim: Ressamın tablosu bir defa tamamlanınca artık işi bitmiş sayılır. Lâkin aktörün yarattığı karakter tablosu ber temsilde tekrar edileceği için onun gibi statik kalamaz; daima yenilenmek, daha mükemmele doğru değişmek zorundadır. Bu çok mühim bir noktadır. Eğer aktör hislerile ve rolünü yaşıyarak oynıyacak olursa, muvaffakiyeti mes’ut tesadüflere, daha doğrusu bir nevi ilhama bağlı demektir. Halbuki hislerinin haricinde ve onların yardımına ihtiyaç duymadan oynarsa, ne tesadüflere, ne de ilhama lüzum kalır. Ve insiyaki olmaktan kurtulduğu için de asıl sanata yükselmiş olur.
Temsil akşamı, evvelki provaların kalabalık bir seyirci karşısında tekrarı demek olduğuna göre, başka bir manası olması lâzım. Bu mana ise, iki taraflı ola bilir:
1. Seyirciye göre
2. Aktöre göre
Eğer mümkün olsaydı da bütün provalar devamınca seyircileri bu çalışmalarda hazır bulundurabilseydik, o zaman temsil akşamı hiç heyecan ve alâka duy-mıyacaklan muhakkaktı.
Aktör ise, aksine: temsil akşamı sanki ilk defa o rolde so hneye çıkıyormuş gibi tabiî ve alışıktır. Burada şu noktaya da dikkat edelim:
Aktör provalarda rolün İçine girmeye, onu kavramıya gayret eder. Binaenaleyh duygulan da dahil olduğu halde bütün melekelerinin yardımına müracaat etmekte haklıdır. Provalar aktöre ekseriyetle usanç getirir, bıktırır. Niçin? Çünkü İlişleriyle oynamıştır, sinirleri azamî şekilde yorulmuştur. Bununla beraber rejisör, prova çalışmaların* temsillerden daha çok ehemmiyet verir. Provalarda aktörün ümitsizliğe düştüğü de sık sık vâki olan hallerdendir. Fakat temsil akşamı aktör rolünün bütün güçlüklerini yenmiş, ona artık tamamile hâkim olmuştur; belki heyecan duyar, ama korkmaz.
Provaların başlangıcında aktör, rolü içinde kendini kaybeder, lâkin son provalara doğru kendini yavaş yavaş rolünden ayırır, uzaklaştırır. Tcmsü akşamı ise, tıpkı mahkeme salonunda kürsiye çıkan bir hâkimin adalet sembolü olarak sırtına giydiği pelerin gibi, aktör de uzun provalar neticesinde yarattığı karakterin şahsiyetine öylece kolaylıkla bürünür ve sahneye girer. Burada da tablo misalinde söylediğimiz gibi, bu pelerinin her temsüde daha mükemmele doğru değişmesi lâzım geldiğini hatırlatalım.
Şimdi bu izahımızı şöyle bir neticeyle bağlıyabüiriz:
Provalarda rejisör, temsilde aktör hâkimdir. Ve provalar aktöre temsildeki hâkimiyetini temin eder.
Aktörün sahne dışında hususî bir hayatı vardır. Bu, sahnedekindeıı daha çetin ve daha gerçek bir hayattır. Aktör de hepimiz gibi, bu hayatın daimi tesiri, ciddî baskısı altındadır. Ancak onun alelâde insanlardan ayrıldığı ve sanatının icabet-tirdiği bir üstünlüğü var, o da ; - eğer irisleriyle oynayan bir aktörse - sahneye girmeden evvel, tıpkı kış günü eve gelen bir kimsenin antrede paltosunu; boyun atkısını, şapkasını V. S. çıkarması gibif dışarıya, dış dünyaya ait endişe, sıkıntı, azap, neş'e keder, scviııç... hasılı bütün ruhî ve
300
zihni yüklerini soyunma odasında veya kulis arasında hemencecik boşaltması ve sahneye girerken bunlardan bir zerresini bile içinde götürmemesi keyfiyetidir. Şüphesiz bu güç bir iştir. Amma ne yapalım ki temsilin sonunda sanatkârın bu yüzden, yüklerini tamamen boşaltmaması yüzünden uğrayacağı muvaffakiyetsizliği, no kadar halden anlıyan bir seyirci olursak olalım gene de affedenleyiz; bu hem onun için, hem bizim için daha güçtür.
Bir aktör düşünelim ki. karısı veya annesi tehlikeli bir ameliyat geçirmek üzere bulunuyor. O gün veya o akşam da aktör bir komedi tcmsflinde vazife almış, sahneye çıkacak. Şimdi bu aktör bir kaç dakika sonra açılacak olan perdeyi ve bu perdenin ötesinde salonu dolduran yüzlerce, belki de binlerce dikkat ve merak dolu gözleri mi düşünsün, yoksa kendi derdini-mi? Hangisini? Yaşaması icıbsden derdi midir, yoksa rolü müdür? To live or not to livel işte mesele burada.
Her halde histeriyle oynayan aktör, istemediği halde derdi ile ro’üniin hislerini birbirine karıştıracaktır. Hislerinin haricinde oynayan aktör ise, hem rolünün isteğine daha kolaylıkla uyar, hem de gizli gizli kendi derdi fle uğraşabilir. Şu halde muvaffak olamamak tehlikesi daha ziyade birincisi için varittir.
Bu bahiste bir çok misaller bulup çıkarmak kabildir. Fakat biz aza kanaat ederek ötekileri söylemekten vazgeçiyoruz.
Ele aldığı bir rolde kendi mizacına uygun unsurlar ve vasıflar, daha doğrusu
benzerlikler aramak, belki müptedi aktörler İçin başlangıçta mazur görülebilir. Fakat bu, aktörün bütün sanat hayatı boyunca müdafaa edeceği bir prensip değildir. Hayat tecrübelerinin çokluğu ve çeşitliği aktöre sanatı için bir çok yaratıcı imkânlar verebilir. Ve iyi bir aktör bu imkânları sanatı uğruna nc kadar çok kullanabilirse muvaffakiyetini o kadar kolaylaştırmış olur. Görgü, bilginin esasıdır; bilgi ise, sanatın yansı. Aktörü. muvaffakiyete emniyetle ulaştıran şaşmaz bir kuvvet var:
Oto kontrol (kend keindini kontrol). Görüş derinliği, muhayyele kudreti, hislere hakimiyet, fikri kavrayış, tabii istidat ve bütün bunlan tamamlıyarak sevk ve idare eden kendi kendini kontrol hassası: İşte büyük aktörü teçhiz eden asli vasıflar. Bunlardan birinin eksik veya zayıf olması aktörü, aktörü değilse bile aktörlük sanatını müteessir eder.
Bu saydığımız vasıfların tam 'olarak aktörün şahsında temerküz etmesi, şüphesiz tabiatın bir lutfuiıır. Fakat büyük ıktör esasen tabiatın yaratmaktan gurur duyduğu, iftihar ettiği bir varlıktır. Çahş-mak imkânsızı değil, nihayet imkânları keşfeder.
Yukardan beri söylediklerimizi umumî bir netice altında toplarsak şöyle diyebiliriz;
Aktör, kendi nefsini bir çok başka nefsler uğruna feda eden, bir tek nefsle vaşamıva dovmıyan adam-’u-. Sanatı, yaşatmaktır. Yaşatılanı yaşamak ta seyirci-ningvazifesidir.
301
Orta Anadoluda
Köylü demek biraz da ekip, biçecek toprağa sahip kimse demek olduğuna göre. her köylünün elinde bir miktar sürüp, ekecek toprağı bulunması gerektir. Halbuki Orta Anadolu köylerinde yaptığım esaslı tetkik ve incelemelerden elde ettiğim netice hiç de böyle değildir..
Bu yazımda bu bölgenin çok eski ve tipik bir.köyünden aldığım misallerle bu ciheti belirtmeğe çalışacağım. Bahsetmek istediğim Kırşehir bölgesinde Hacıbektaş köyü nüfusu 3000 ni aşan 500 evli büyükçe bir nahiye merkezidir. Köyün kuruluş tarihi 700 sene ötelerine kadar, uzar. Halkının
90 ından fazlası_seferberlik içerisine kadar. ekip, biçecek tarlaya, takıma sahip bulunuyordu. Uzun süren bir harp, onun peşi sıra gelen kıtlık ve kuraklık yıllan, her ta rafı kasıp kavurduğu gibi, Hacıbektaş köyü insanlarını da çok zayıf ve halsiz düşürdü. 500 ü aşan çift adedi bu kıtlık, kıya met yıllarında 100 den de aşağı düştü, ihtiyaç ve sıkıntı içerisinde kıvranan halk, canlarını kurtarmak, çoluk, çocuklarını d((-yurmak için boğaz derdine düştüler. O za man, şimdiki gibğgurbet âdet edilmemizi i. Kimse bir tarafı bilmiyordu. Uzun askerlik yıllarında az. çok gözü açılanlar, köylerine döndükten sonra, züğürtlük canlarına tak dediğinden kısmetlerini gurbette aramağa çıktılar. Zaten, birçoklarının yurdu, yuvası dağılmış, evi. ocağı sönmüştü. Bu arada birçoklan da daha köye ayak basmadan canından bezdiğinden çotuklarını, çocuklarını atarak başlarını alıp battılar. Bir kısmı İzmir’i boyladı. Bir kısmı da o zaman ziraat işçilerinin toplandığı Adana ve havalisine akın ettiler. Kılıçtan arta kalanlar d&ibu
Toprak Meselesi
Halil AYTEKİN
memleketin ağır ve sıtmalı havasına daya-namıyarak telef olup gittiler. (1).
Memleketin birçok yerlerinde olduğu gibi Hacıbektaş köyünde de eli İş tutar pek az adam kalmıştı. En seçme celep gibi delikanlılar, cephede düşman kurşuniyle ölürken, köyünde bıraktığı çoluk, çocuğu da hastalık ve alçık gibi iki amansız düşmanın pençesinde can veriyorlardı, Bu yüzden köyde nüfus pek azalmış, tarla, takım zengin çiftlik sahiplerinin eline geçmişti. Kader ve kısmetini diyarı gurbette aramak imkânına sahip olamıyanlar için, zengin kapüarma karın tokluğuna yamanmaktan başka, çare kalmadı.. Harpten sonra, elindeki toprağım kaybeden balkın 3/4 ü ır-gatlaştı. O zaman memlekette ziraat işçiliği pek geri ve iptidai bir haldeydi. Memiryolu, fabrika, inşaat gibi işçilere geniş mikyasta iş ve çalışma imkânları hazırlayan büyük teşebbüslere girişümemişti..
Yavaş, yavaş hastalık ve sefalet, önüne gel ilmez bir facia halini aldı. Bunun neticesi olarak, memleketin her tarafında olduğu gibi. Hacıbektaş köyünde de halli güç, ortaya yeni bir sürü sosyal meseleler çıktı. Harbin peşini kıtlık ve kuraklık yılları takip etti. Köyde asker kaçağı birkaç eşraf Ve çiftlik sahibi imhaydı adamlardan ve asillerden ve köyü tahakkümleri altında tutan (B) tekkesi ile (T ı şeyhlerinden başka kimse kalmamıştı. Halkın büyük hür kısmı mülkiyetini kaybettiğinden bir kısmı da toprağı işliyecek ziraat âlet ve va sılalarına malik bulunmadığından çiftçiliği bırakmıştı.
(11 (Alav olov ae(lrler, birer birer ölürler, lû-ionir-onAnpdolu’Byn b(şwkirlısı>-Adano ve hova-İlişinde Soarck isçileri için itövlemnîs bir tözdür.
302
Bu vaziyetten faydalanan, Hacıbektaş köyiinü asırlardır nüfuzları altında tutan (B) tekkesi ile (T) şeyleri oldu. Küçük mülkiyet sahibi köylünün elinden çalan toprak bunların elinde toplandı. Uzun müddet, sarayın ve asilliğin kendilerle bahsettiği hak ve imtiyazla, memleketin muntelif köşelerinde âdeta nüfuz bölgeleri tesisine muvaffak olan. Hacıbektaş köyünde oturan bu ocaklılar, sayısı yüzleri aşan köyleri. zamanla kendi tarikatları içerisine alarak (ocak ve mürşit hakkı)' ismi altında topladıkları müzuratla bu köyleri kendilerine daimî bir vergi veren vakıf topraklar haline getirmdislerdi. (B) tekkesi ile T şeyhleri bu uğurda birbirleri' ile en amansız mücadelelere girişerek köy halkını ikiye avırmıslardı. Bu mücadele ve baskı altında şahsiyetlerini, öz varlıklarım kaybeden halk, uzun yıllar bu iki ocağın kulu kurbanı oldu. Çalışıp, kazandıklarını ona ve onun adamlarına yatırmak suretiyle ocağa bağlılıklarını ispata çalıştılar. Köyün yarışma (B) dergâhında^ babalar.,varışına da (T.) şevlileri hükmediyordu. Her iki müessesenin de «ifade geniş çiftlikleri, sayısız malikâneleri vardı. Fer taraftan su gibi Bara ve servet akıyordu. Servet ve zenginlikleri artbkca ihtirasları da o -n's-bette artan her iki tarafın arasındaki mll-cadele de kızısın, keskinleşiyor, hah're halkın cehalet ve taassubu körükleniyordu. Bu ssvcön far sürü znf(l zavalltvf nesleriıı de sürilkllverek efkârlarına hizmet ettirmesini biliyorlar, her mücadele sonunda biraz daha zavıf ve mecalsiz dilsen kövlü-nün el'ndeki malmı. mülkünü çekip alıyorlardı. Halkı h(r taraftan partilere, zümrelere ayırarak hirbfrine takarken diğer ta raftan kendi haili emel'cr’ni mziidon gizliye vürüterek reçeli, rilndüz’ü faaliyetlerini devam ettiriyorlardı.. Zaten, yukarıda işaret ettiğim sebenler dnlnvrclvle bu adam larm haksızlıklarını yüzlerine .earoacak kövde ııvanık. cahfİCTİde Jönesp kalmamıştı. Flünde narası ve mülkü bnh'nan b’rkaç kişi de bu iki kapıva kavuk «allamakla keselerini dolduruyorlar: halktan olduklar:
halde efendileriyle birleserek halkı soyup soğana çeviriyorlardı.. İşlerinin ehli olan bu çanak yalayıcılar, çevirdikleri dolap nis-betinde post kapıyorlar, iki tarafa da kesen bıçakları sayesinde hain ve gizli emellerini örtbast etmesini biliyorlardı. Bu iki ocağa mensup adamlardan başka, kövde efendi tanımıyorlardı. Kimsenin sivrilmesini. ileri gitmesini istemezlerdi. Hic kimse müştekilen hareket etmek ve yasamak imkânlarına sahip değildi. Bütün kör halkının hareketleri bu iki ocağın sıkı kontrolü altına alınmıştı. Her şevin güzeli ve iyisi onlar içindi. Kövün en güzel arazisi, savısız değirmenleri. ve malikâneleri va adak, ya niyaz olarak hu iki ocağa yatırılmış, vahut da zorla ellerinden çekip alınmıştı.. Bir zamanlar ekip bicecek toprağa sahip olan köv hs.’kı artık ancak, yarıcılık, ortakçılık ve isçilik yanmak Buretîvle öz topraklarında çalışmak ve faydalanmak imkânlarına nahinti. Bu iki müesseseden herhangi birisi, istediği tarla, bağ ve bahrevi istediği zaman kendi çiftliğine katabilir. Buna kövde kimse ses çıkarın, itiraz etmek hakkını haiz değildi.. Halk, öte dimvada efendi, ve babalardan görecekleri şefaate, ka-vnsacsklaıj uhrevî nimet ve bazlara karşılık. dünva malını V6 nimetlerini bağışlamakta tereddüt göstermez, o.türiil zevk ve ssadetuı verilen adak ve nivazlnr karşılığı eMe edileceğine indndıriılmı«tir. Halk, elin-dcHni. avucnndakinl efendilerinin önüne dökiln sefil bir hşvn.t sürerke onlar servet ve ihtişamın en vüksek katında otururlar, gırtlnlrlarma kadar, aitm ve gümü«e gömülü tahtlarında tarikat mensuplarına sabır ve ümit telkin ederek hüküm vliriitilrlerdl..
Gilh gectökce kövün üzerine taassup ve istibdadın korkunç kanatlfrmı germeğe başlıvn.n ocakl’iar. bununla da kalmadı: bütün kö.v çiftlikleri, halk ta isçileri haline gri'tıce. vnmr ve nza-netleri de arttı. 500 evli Hacıbektaş kövü ile birlikte memleketin daha birçok körleri üzerinde nüfuz bölgeleri tesis ederek, faaliyetlerini bir kat daha arttırdılar. Her- iki taraftan da dört bir tarafa adamlar çıkartıldı. Hasımlanm
S03
yere sermek, yeni gelir ve varidat kaynaklan bulmak için, taliplerinin sayısını çoğaltmak gerekiyordu. Çıkardıkları adamlarla her tarafta hudutsuz bir propaganda savaşma giriştiler. Bu yüzden aralarında iğrenç ve korkunç bir rekabet ve zıddiyet baçgösterdi. Teşkilât büyüyüp genişledikçe yeni, yeni masraf kapılan açıldı. Uzlaşmak ve anlaşmak ümidi suya düşünce, işi başka şekle döktüler, yavaş, yavaş mülkiyet ve şahsiyet dâvası tarikat ve post kavgasına çevrildi. Bunun neticesi olarak köyde yeni partiler, zümreler peydah oldu. Gizli eller tarafından halk, boyuna tahrik ediliyor, birbirinin üzerine kışkırtılıyordu. Az zamanda koca köy birbirine girdi. İki düşman zümre halinde kardeş kardeşe diş bilemeğe, efendileri hesabına gırtlaklaşmağa, boğuşmağa başladılar...
" Zamanla iş dallanıp, budaklanıp da gürültü büyüyünce mesele hükümetin kulağına kadar vardı. O zaman İstar,bulda oturan ^ultanlann müdahalesiyle iş büsbütün sarpa sardı. Her iki tarafta saraya elçiler, adamlar, hediyeler gönderiyor. Aleyhte, lehte çeşit, çeşit emirler, fermanlar çıkartılıyordu. Hangi taraf ağır basarsa postu o kapıyor, böylelikle karşı tarafı ya susturuyor veya köyden sürdürüyordu^Gitgidc köye hükmeden imtiyazlı, asil bir sınıf yanında, ondan kopardığı haklarla, köylünün alın teri ve elemeğinden zenginleşip mühim bîr servet yığan ikinci bir kuvvet da ha belirmeğe başlıyordu. Birinciler, İkincilerle eîeie vererek köyü iliklerine kadar emmeğe, fakir düşkün halkı, soyup, soğana çevirmeğe başladılar.. Halk, arasında öte-denberi hâkim olan bir kanaate göre. «Gökten düşen bir şeyin parçası bulunur efendilerin gözünden düşenin parçası bulun-maz> dı. Bu itikat ve zihniyetin tesiri altında halkın alın teri ve elemeği efendilerin şahsî ihtirasları uğrunda uçup gidiyor, şehrin kadılarının, müftülerinin, şeriyeci ve dâva vekillerinin ceplerine akıyordu..
Zaman '.n halkın içinden yetişip de haksızlığa ve zulme karşı baş kaldırmak cesaretini gösterenler, feci ve Hğrahç bir
şekilde ya cezalandırılıyor; ya, sürdürülüyor, yahut da ortadan kaynatılıyordu.. Lâkin, hakikat durudurîamazdı.. O ağır ve gizli de yürüse bir gün bir tarafta muhakkak patlak verecekti. Nitekim' de öyle oldu.. Asırlar boyunca memlekette artsız. arasız geriliğin, irticaın, taassup ve cehaletin müdafaa ve mümessilliğini yapan bu iki ocak, İlk tekmeyi cumhuriyetin kuruluşundan sonra yedi. (B.) tekkesinin dağılması üzerine, kör ve kara kuvvetler elinde esir olan halk, düştüğü cehalet ve taassup çukurundan silkinip çıkmak cesaretini ilk defa kendinde buldu. En büyük manevi is-tinatgâhlarmı dergâhın kapanmasiyle kaybeden (T.) şeyhleri de tirktüler. Korku ve şaşkınlık geçinceye kadar, bir müddet yorganlarını başlarına çekerek sustular. Memleket ve halk üzerinde ebedî ve mutlak bir hak iddia etmekten vaz geçer gibi göründüler.. Bu umulmadık ' hâdise pek kısa bir zamanda (T.) şeyhlerinin mevkilerini ta kökünden sarsmış, nüfuz ve itibarlarını tehlikeye düşürmüştü
Uzun yıllar, eşraf, ağa ve ocakzedele-rin elinden çekmedikleri, kalrmyan köy halkı, bu inkılâpçı hareketten sonra, kısmen, manevi baskı va hâkimiyet altından yakayı sıyırdılar. Bununla beraber hâlâ en verimli ve kıvmctji topraklar, iki elde toplanmış bulunuyordu. (T.) şeyhleri sahip olduktan topraktan bir karış bile kaybetmedikleri gibi, (B.) tekkesinin çiftlik ve arazisi de olduğu gibi evkaf idaresine geçerek e! değiştirmişti. Henüz hiç kimse hu topraklar üzerinde bir hak iddia edemiyordu. Köy halkının büyük bir kısmı şurada, burada sürünüyor, kendine iş, güç bulmak için köyden uzaklaşıyor, amele işçi olarak gurbete çıkıyordu. Bu gün dahi 8000 nüfuslu 111.» köylülerinin 7 60 mı topraksız köylü teşkil etmektedir. Yalnız geçen sene, evkafın elindeki arazi 16 sene boş yattıktan sonra, halkın müracaattan üzerine nihayet satışa çıkarılmış, bu satıştın parasız ve fakir halk, bîr santim bile istifade edemiyerek olduğu gibi binlerce dönüm arazi bir kaç zengin paralı adamın üzerine devredilmlş-
304
YAYINLAR ;
"llori Fikir Geri Fikir” Münakaşası
Ulus'un Fikir Hareketleri sayfasında, zaman zaman. Dergiler ve Fikirler başlığı altında muhtelif fikir ve kültür dergileri tahlil ediliyor. 11 Sonteşrin 1943 tarihli Fikir Hareketleri sayfasında yine bir dergi takdim ediliyor ve bu münasebetle, hakikaten çok mühim bir mesele olan, ileri fikir - geri fikir meselesi ele alınıyor. Alınan cümlelerden anlaşılıyor ki münakaşa mevzuu «Adımlar» m, «Cumhuriyet inkılâbımızın tarihî mânası» adlı makalede, bu hususta ileri sürdüğü fikirlerdir, (ikinci teşrin 1943). Fikir hareketlerinin yazıcısı «Bir yazıcımız mecmualarımızın birisinde» gibi sözler söylediği halde, nedense, bunun
tir. .Böylelikle büyük toprak parçalan ile. işletme vasıtaları birkaç kişinin elinde toplanırken köyün sosyal ve ekonomik yapısında, derebeylik sisteminin çökmesi toprağın sahip ve efendi değiştirmesi üzerine, küçük rençber, orta rençbcr, büyük renç-ber ismi altında üç boy üzerine yeni bir tabakalaşma olayı belirmeğe başlamıştır.
Köyün geniş ve münbit topraklarını halen ellerinde bulunduran ev adedi onu geçmiyen ocaklılar bir tarafa bırakılırsa, köyün bu ::ünkü toprak ve arazi durumunu şöylece hulâsa edebiliriz, (H.): köyünde sürüp ekecek toprağı olan 200 rençberden ancak 20 rençber 300 dönümden 500 dönüme kadar^ bir toprağa sahip ki bu boy rençberler, normal senelerde 400 kileden 1000 laleye kadar mahsul kaldırır ve köyün büyük boy rençberlerini teşkil eder.. 100 dönümden 150 dönüme kadar toprağı işllyenler de köyde elli rençberi geçmez H bu boy rençberlerin eline 150 kileden 300 kileye kadar, bir mahsul geçer. Bunlar da köyün orta sınıf rençberleridir.
Geri kalan .130 rençber, ya köydeki top: raklann pek aşna sahip bulunmakta ve-
«Adımlar» olduğunu tasrih etmeğe lüzum görmiyor. Biraz aşağıda "bahsettiğim mecmua» gibi sözlerle hangi mecmuadan bahsettiğini açığa vurmamakta ısrar gösteriyor. Yazının altında imza yerine üç yıldız bulunduğu için bu münakaşada kime hitap edeceğimizi bilmiyoruz. Fakat yazıda beliren zihniyete bakarak, yazının fikir hareketlerini idare eden Dr. Tahsin Banguoğ-lu, yahut Reşat Şemsettin Sirer, Dr. H. Fikret Kanad gibi sayfanın daimi yazıcılarından bir bilgin tarafından yazılmış olduğuna hükmedilebilir.
Bu nokta üzerinde duruşumuz sebepsiz değildir. Biz kuvvetle şuna kaniiz ki memleketimizin fikir seviyesinin yükselmesi için fikir münakaşaları (zümre taktiklerinin, rekabet halinde bulunan ticari müesseselerin aksine olarak) açıkta yapılmalıdır; fikir hürriyetini zincirlemek isti-
yahut da ellerinde geniş topraklar bulunduran ocaklılara, çiftlik sahiplerine kiracı ve yarıcı olarak toprağı işletmek imkânlarını bulmaktadır. Bunları umumiyetle küçük boy rençberler sınıfına dahil etmek lâzımdır. Bu çeşit rençberlik yapan köylünün eline ancak 25 kile ile ,100 kile arasında bir mahsul geçer. Enerindeki toprak miktarı 25 dönümle 50 dönüm arasındadır. Köyün ekseriyetini teşkil eden bu boy rençberlerin üçte ikisi bilhassa, şu son senelerde altından kalkılamıyacak kadar ağır borç altma girdiklerinden ellerindeki toprağı birer, birer kaybederek hergün biraz daha sefalete düşmekte, ziraat işçiliği ve ırgatlıkla kendine yeni geçim yollan aramaktadır. Zaten, yukarıda bahsettiğim muhtelif Sebeplerle, bu köyde nüfusun yansından fazlası mülkiyetini kaybı-ien köylüyü teşkil etmektedir. Bu yüzden Hacıbektaş köyünde işçi ve amele sayısı gündeıt güne artmakta, halk, bu günkü artlar içerisinde geçimden âciz kaldığından evini, ocağını terkederek kendine iş ve geçim vasıtası bul-mak.için, Ankara ve sair şehirlere göç etmektedirler.
305
yen bazı yobaz ve kara zümrelere rağmen fikir hürriyeti gitgide daha büyük kuvvet kazanacaktır. Bu hususta, yazısının ilk paragrafını göz önünde bulundurarak, fikir hareketlerinin sayın yazıcısı ile aynı fikirde olduğumuzu görüyor ve seviniyoruz.
İleri fikir ve geri fikir meselesi, üzerinde ısrarla, durulması lâzım gelen ana meselelerden biridir. Değişen bir dünya içinde geri olandan uzaklaşmak, üeriyi görmek ve buna bağlanmak bir fikir adamı için geçici bir fikir meşgalesi değildir, en mühim vazifedir. Onun için «Adımlar» daha ilk takdim yazısında değişen bir dünya içinde bilhassa ileri - geri meselesini ele alarak yola çıkmıştı.
Burada ileri ve geri hakkındaki bütün düşündüklerimizi yazmağa imkân yok. O-nun için yalnız sayın yazıcıdan ayrıldığımız bir noktaya işaret etmeği yeter göreceğiz. Yazıda deniyor ki: «Mecmualarımızda münakaşalar olurken sık sık kuüanılan terimlerden biri de ileri ve geri fikir sözleridir. Fakat bu yazıların hiç birinde ileri fikrin mihengi nedir? Hang fikre gerilik sıfatı verilmelidir? sorularına cevap verilmemekte ve bu yüzden o münakaşalarda da açıklık kalmamaktadır.»
Hangi fikre gerilik sıfatı verileceği artık bugün keyfimize bağlı bir keyfiyet olmaktan çıkmıştır, olaylar geri fikirlerin geriliğini olanca çıplaklığıyla göstermiştir. Gerilikleri artık söz götürmez bir halde belirmiş olan fikirlere bir kaç misâl verelim. Faşizm.ideolojisi geriliktir? Buna bağlı o-larak, milletlerin birbirine bu kadar bağlı olduğu bir dünya içinde, iktisat ve kültür otarşisi geriliktir? Başkalarına zincir vurmak, onları istismar etmek için bir kalkan gibi kullanılan ırk üstünlüğü fikirleri, her türlü ırkçılık geriliktir, cahilliktir? (Irkçılığın gerilik olduğunu Fikir Hareketlerinin tek yıldızlı yazıcısı da geçen Ağustosta çıkan bir yazısında belirtmişti.) Miüet mikyasında- meseleler düşünülürken rejyona-liznı. geriliktir, derebeylik artığı bir fikir hortlağıdır; iptidaiüktir. Çünkü insan;doğ.« duğu yeri sevebilir ve sevmelidir, onun için
fedakârlık edebilir ve etmelidir; fakat m let mikyasında ilim, fikir, terbiye, iktisat, idare meseleleri üzerinde, meselâ, Erzurumludur, Sıvaslıdır, Konyalıdır, yahut (suyun bu tarafında yahut öteki tarafında .doğmuştur) demek geriliktir, iptidailiktir.
Bize öyle geliyor ki bir kere geri fikirler, kara fikirler teşhis edildikten sonra ileriyi görmek kolaylaşır. Çünkü geri ve karanlık fikirler gözümüzün ileri görmesine karşı dikilen zehirli bir dikendir. Bu hususta da Fikir Hareketlerinin sayın yazıcısı üe aynı fikirde olmayı umuyoruz.
Muzaffer Şerif
«La Chut de Paris», «Parisln Sukutu», Roman, Uya Elırenburg, Moskova 1942, Stalin Mükâfatı:
B. Martin du Gard ve J. Romain’in ro-manlariyle alıştığımız bir roman tarzının yeni, enteresan bir misali üe karşılaşıyoruz. Burada da baş rolde bir kahraman ve bir prima donna yok, bu bir «aşk, ihtifas, macera!» romanı da değildir,
1936 dan itibaren . harbe tekaddüm eden senelerde Fransız hayatının, günü gününe, bir gazeteci tecessüsü ve bir sosyolog tahüli üe incelenmiş tarihçesini, bizi alâkadar etmesini, sürüklemesini bilen kuvvetli bir muharriden dinliyoruz. Hâdiseler arasından süzülen, zevkle takip ettiğimiz, sade, beşeri, zorlanmamış bir hikâye de vardır. Fransız cemiyetinin muhtelif tabakalarının açık bir maktamı buluyoruz. Romancı bizi, fevkalâde iyi taradığı bu iç yapının en ince yerlerine kadar götürüyor, Fransanın muhtelif zümrelerinden insanlarla tanışıyoruz. Bunlar hikâyenin ta kendisi üe alâkadardır. Muharririn en büyük hüneri bu muhtelif zümrelerin mümessili olarak seçtiği tipleri camit birer model olmaktan kurtarıp, bizi cidden alâkadar eden tanımak istediğimiz enteresan şahsiyetler yapmasıdır.
Kitap Fransa’yı iyi tanımış olanları büyük bir alâka üe kavnyacaktır. Bu memleketi ve geçirdiği buhranı anlamak, izah clnıek istiyen kari için -bulunmaz bir fır
306
sattır. Derin bir vukuf ve sanatla — sanatla diyorum çünkü bazılarının zannettiği gibi sanat yalnız aşk maceraları yazmak, kokmaz, bulaşmaz mevzularia uğraşmak değildir — yazılmış mükemmel bir etüttür de.. Kitabı bir bakımdan daha faydalı buluyoruz. Bizde en iyi bilinen yabancı camia Fransız camiasıdır. Halbuki, bu memlekette uzun zaman kalıp tahsillerini Fransız üniversitelerinde yapanlar büe Fransa-yı Molidre'in, Descartes’uı, Hugo’nun, Beaudelai: e'in fantezist eski edebi klişeleri-le tanırlar. Sanki Fransa, bütün değişmelere bigâne mücerret bir kültür hâzinesidir. Aydınlarımızın bir kısmının bu memleket hakkındaki fikirleri, hükümleri asgari bir asır evvelki mûtalara göredir.
«Parisin sukutu» işte belki bizde on eksik olan kısmı, durmadan değişen Fransız bünyesini, en şiddetle alâka çekici bulunduğu bir devirde yakalamış ve üstada-ne tahlil etmiştir.
Eserin dilimize bir an evvel çevrilmesini temenni ederiz,
Hüsnü BAKI
Abdttlhak Şinasi Hisar, Fahim bey ve İliz (nikâye). İllimi Kitabevi S. 231,1 M2
Ulus gazetesinde tefrika edilmek üzere iken büyük gürültülerle ilân edilen vo kitab halinde basıldıktan sonra geniş, hattâ şaheser detirtecek kadar müsbet akisler uyandıran. Halk Partisi’nin Roman mükâfatım kazanan romanın iki üç adım arkasından gelen, A. Ş. Hisar’m 21 fasla ayrılmış Fahim bey ve Biz adındaki kitabım büyük bir merakta okuduk. Aşağıdaki satırlar bu merakımızın hal edilmiş şeklidir.
Kendi adım kitabın kabına geçirtecek kadar hikâyenin kahramanı olan Failim bey, mektebi bitirdikten sonra harici yeye intisab etmiş. 'Londra'da üçüncü kâ-tib olarak bulunmuş ve bir aralık Çeti ■ ne’de bir kaç gün maslahatgüzarlık etmiş, büahare büyük işler hülyasıyla hâriciyeden ayrılarak ticari hayata heveslenmiş ve
sonradan muhtelif dairelerde mütercimlik etmiş bir zattır. Fahim beyin ölüm haberini "mutad klişe halinde" gazetelerden öğrenen muharrir bu haberden fazlasıyla müteessir olmuş ve onu yakından tanımanın verdiği salâhiyetle; anasından babasından, akrabalarından, bir çok kimselerden duyduklarına kendi görüşlerini de katarak bu zatı okuyucularına tanıtmak istemiştir.
Hikâyede Fahim bey hakkında anlatılanlar, işitilenler çok dağınık ve serpilmiş olduğundan insicamlı bir halde kendisinin hangi hüviyette olduğu belirmiyor. Kitabı tekrar parça parça okuyarak ve bu sağa, sola yayılmış parçalan birbirine ekliyerek o’nu- tanımak kabil oluyor.
Kendisinin mahdud bir kaç yakın arkadaşına göre. Fahim bey Deri düşünüşlü. bilgili, fazıl, kendi halinde ve orijinal bir tipdir diğer arkadaşlar ise onu uysal, temiz zaman zaman kafa bozukluğuna müptelâ zararsız ve aptalca buluyorlar.
Fahim bey yapamadığı ve asla yapa-mıyacağı işler peşinde koşan aktif muhayyel gayelerle yüklü passif bir zattır. Başkalarının kendisinde 'görmek istedikleri kisveve bürünerek ortalarda dolaşan bu zavallı zat bu garip halleriyle hem kendini hem d ebaşk alarmı aldatmaktadır. O’na ait- hatıraları anlatanlar bp hallere kendileri de gülmektedir. Fakat okuyucunun dudaklarında istihzayla kan ık bir tebessüm belirtmekte olan Fahim bey'de bazen Nasrettin Hoca’nm saflık ecnhesinl meydana koyan esprilere de rastlanmaktadır. Fahim bey’iri bazı ruhi hallerinde G. Du-hammel’in kahramanı Salvin gavri ihtiyari olarak gözümüzün önüne gelir.
Fahim bev yasadığı devrin sosval karakterlerini taşıyan tipik bir şahsiyet midir? Hayır. Standartlaştırılmış bir tip midir? Gene Hayır. O Halde nedir? Muharririn fikirlerini söyletmeğe sadece bir vasıtadır.
Muharrir kendi sanat görüsünü. Kadınlar, İstanbul, ihtiyarlık ve ölüm hakkın-
307
daki düşüncelerini okuyucularına ulaştırmak için sırtına bindiği bir nakil vasıtasıdır.
Kumaşı parlak vc çekici olan elbise Fahim bcy'iıı sırtına göre biçilmemiş olacak ki çok bol gelmiş ve yer yer sıntmış-tır. Bir orkestra ahenginin mevcudiyeti lâzım olan kitabda ahenksizlik iyice göze çarpmaktadır Kitaba Fahim beyi katmı-yarak sırf düşünceler ve ihtisaslar üzerine daha kısaltılmış bir eser ortaya konsaydı muhakkak ki şişirilmiş bir kıymete değil hakiki kıymete erişirdi.
, Sanat sanat içindir formülünü ve (insanların gözlerine sürme çeken) akşamı tasvir için; kendisi hakkında kadınların kaçık hükmünü verdikleri (en kesin en akla yakın hüküm de budur.) şuur altı hastalığına müptela bir tek insan olan Failim bey’in kaprislerini bize tanıttırma-ya ne lüzum vardı?
Kitabın son bölümlerinde ustacasına yazılmış İHTİYARLIK duyguları, İstanbul müstesna diğer bölümleri için hükümlerimiz menfidir. Memleket günün şakşaklarına boyun -ğmiyecek biiyük çapta eserler beklerken modası geçmiş romantik mantolarla sanat aleminde do’aşmak sadece günün adamı olmaktan başka bir şeye yaramaz. Sanatkâr ebediyete intikal heycanıyla tutuşan insandır. Bu da aşağıda yazdıklarımızla kabildir.
Köklerini cemiyetin toprağına sokmayan, sayfalarını çalışan insanların alın terleriyle sulamayan ve sadece tek insanili etvan haliyle, kaprisleriyle üstün körü uğraşan sanatkârın eserleri ademi iktidarla malul olacak ve geleceğe intikal cdemiyecektir.
Sanat eserinin istihsalinde birinci unsur; bütün çıp'aklığıyla kanalizasyonlarıyla ve gene bütün zekâ, iç alemleriyle, gaileleriyle insan, ikinci unsur ise ihsan’ıh sâyi ve üçüncü unsur ise onu çevreleyen Tabiatdır. ———-«r -y
Yaşar ÇÖL
KÖYÜN İÇİNOEN ;
Folklor Tctkikma Çıkan Münevverlerimiz
Köylerde bozulmamış insan, el değmedik eşya, görülmedik oyun, duyulmadık türkü aramağa giden altı kişilik bir kafile, birkaç köy dolaştıktan sonra, filim ve fotoğraf makineleri de yanlarında olduğu halde Sapmaz köyüne uğradılar, öğretmen vasıtasiyle köylere bir hafta önceden haber uçurulduğu için, otomobilden inen altı kişilik heyeti, köyün minaresi yıkık mescidi önünde köyün öğretmeni, muhtar ve birde yolun ıkl geçesine şapkaları ellerinde dizili duran 33 kadar okul talebesi karşıladı.
Heyetin başkanı güler bir yüzle muh-■r ve öğretmenin halini, hatırını sorup •>. sıktıktan sonra, iple birbirine çatılı ürkek küçük buzağılar gibi, pel, pel gözlerinin içine bakan talebeler de ayn avrı iltifatta bulundular. Ve hemen oracıkta birkaç poz resim çekin, defterlerine birkaç satır not aldıktan sonra, doğruca öğretmenin ihtimamla!! ağanın yiik'üklerdc ka-yılı duran kilim keçe ve e1 değmedik esva-larl . erün cörmcdik sedirlerini dösevip dayadığı Kapusuz ağanın odasına indiler-Baslarına toplaşan köylüleri- hoşbeş, alfa bostan sonra, ayran ve k.-hveler irildi. öğrot.man. ve muhtarın bin bi- zahmetle hazırlattığı kaz dolması, taze yoğılrt, baklava ve meyvelerden ibaret o'an basit ve sade yemeklerde ezdirildi. Bu arada köylüleri deşmek için ap. Bira dertlerine dokunuldu.
Şimdi artık, birazda şehirin tesirlerinden uzak kalmış, "bozulmadık" insan-larile, konuşmak, hasbühal yapmak icap ediyordu. Sırf bunun için, sureti mahsuBa-da döi-t saaÖîlt“fer köyden ak sakallı, bütün ömrünü dağlarda çobanlıkla geçirmiş, şetire'seyreltinmiş, çıkmış altmışlık bir ihtiyar, kavalile heyetin huzuruna celbedil-di ihtiyar konuşmağa başlamadan kava-lına şöyle bfr-üfleytfıte" duyulmadık" nağ
308
meler çalmağa başlayınca, heyetin parmağı ağzında kaldı. Hemen resim makineleri not defterleri faaliyete geçti, kıskıvrak muhtelif pozda resimler çekildi. Yağmur gibi yağan taltifler ve iltifatlardan sonra, İlâhi nağmenin sebebi bir yenice cîğara-sıle mükâfatlandırıldı. Heyet, aralarında kısa bir münakaşaya tutularak zamanın para ve gösterişe tapan, bu yüzden ruhun hassasiyet ve asletini gayıp ettiren maddeci sanat görüş sahiplerine atıp, tutmağa başladılar. Merak bu ya münevverlerimizin kafasına yep yeni bir fikir doğdu. Her türlü menfaat ve gösteriş kaygusundan uzak, dağda tek başına kendi, kendini yetiştiren «bozulmamış» nur yüzlü halk sanatkârından bu günkü bozulmuş dünyaya ait, duyulmadık sözler aşınp dünyayı sürüklendiği uçurumdan kurtaracaklarını zannederek piri faniden peygamberce sözler beklediler. Maksatlarım uzun, uzadıya anlattıktan, ihtiyari kendilerine ısındırdıklarına iyice kanaat getirdikten sonra, bazı cazip vaatlerde bulunmayı da ihmal etmediler ve sözü bozulmadık ihtiyara bıraktılar. Köylü kavalını dizlerinin üzerine yatırdıktan sonra birden değişti, biraz önceki ilâhı nağmeleri çalan, İlâhi adam olmaktan çıkarak, ömrü dağlarda geçmiş adamlara has bir serbestlik ve kıvraklıkla meclisin ciddiyetine pek dc uymıyan ve lâkin gerçekliğinden hiçte şüphe edilmiyeıı ardı ardına bir çok hikâyeler ve vakalar anlatmağa başladı. Gelmişten, geçmişten eskiden yenidı ıı bahsetti. İhtiyarın bütün konuşmalarında kime karşı olduğu pek fark edilmiyen bir sürü hınç öfke saklıydı. Ağzından çıkan her kelime zehirli bir ok gibi örüyordu. Sözünün bir yerinde (Efendücr.bu laflar karın doyurmaz, köycek açık çıplak kaldık. Gaz yağsızlıktan bütün köy karanlıkta oturuyor. Başınızı ağrıtıyorum ya bunlar da bizim derdimiz. Geçenlerde' hatır için, yetmiş liraya bir teneke gaz aldım, olduğu gibi su çıktı. Köylülük her zaman başa belâ, öküz bıthır tohum bulamaz,
tohum bulur sürecek tarla bulamaz. İşte bax lonuuusuzdUKcan otuz auuunı uerk e&ı-leceK auruyor.) 1 erine yene^TKen (.aei-terinize biraz da hunin. run.n yazın çizin) dedi.
Biraz evvel, kavalında İlâhi nağmeler fısıldayan köylüyü mest Olarak oıııli-yen münevverlerimizin bu acı itiraflar ve şikâyetler karşısında rahatlan kaçar gibi olau. Herkes sudan cevapla bu mevzulardan uzaklaşmağa, konuşmağı başka noktalara intikal ettirmeğe çalıştı.
her şeyin iarkmda oıan köylü, bu lâfların hiç birine kulak asmadan münevverleri gittikçe asabüeştiren bir pervassızhk ve küstahlıkla konuştuklannıızuı nepsı laı bunları çok dinledik. Hiç birinin aslı astarı yok. Arkasından herkesin ağzına kilit vuran şöyle bir teselleme ile lâfını bitirdi.
(Buna derler, bitmedik çalı dibinde, doğmadık tavşan yavrusu, keçi tersinden saçma, yol tozundan barut, işin yoksa doldur, doldur boşalt. Altı fasafiso işte bizi böyle avutuyorlar.)»^™—^™
Her şeyi hiçe indirerek büyük bir cesaretle köylünün üzerine fırlattığı çamurdan silkinmek için, kimsede hamle yapacağı bir kuvvet kalmamıştı. Herkes şaşkına dönmüş birbirinin yüzüne bakıyordu. Altı kişinin hareket ve bakışlarından bu köyde ârtık görülecek birşey kalmadığını sezen heyetin başkanı vaktin geldiğini bahane ederek hemen toplanmalarını emretti.10 dakika sonra herşey tamamdı. Birkaç saat için, köyü şereflendireli kafile köydeki; eldeğmedik eşyaları görmeğe, duyulmadık türküleri dinlemeğe vakit bulamadan tası, tarağı toplayıp otomabü-lerme atladılar. Bozulmadık köylerde, bozulmadık insan aramak üzere yine yola revan oldular. Yolda giderken de köylünün kavalından çıkan ilftht nağmeleri unutarak bu bozulmadık insan tarafuıdan bozulduklarını birbirlerine açmağa cesaret ede-miyerek (Dağda büyümüş vahşi köpek) tabirini kullanarak bizim nıhu incelemiş i İlâhi sanatkâra »tıp.eğirmeğe başladılar.
Halil Aytekin
909
Buğday Fiyatının Düşmesinin Orta Anadolu Köylerinde Doğurduğu Durum
Köylerimizde hububat fiatlan günden güne düşmektedir. Geçen sene bu günlerde yurdun bir çok bölgelerinde kilesi otuz kırk liraya yükselen buğdayın bu günkü azamî satış fiyatı on lirayı geçmemektedir. Bu vaziyet, geçen sene ekmek sıkıntısı çeken halkımızı sevindirdiği gibi, tohumluk hububat ve yiyecek teminininde zor bir duruma düşen köylerdeki müstahsil halkın büyük bir çoğunluğunu da endişeden kurtarmıştır. Köylerde geniş topraklara sahip, ambarlan zahire ile dolu reçberler müstesna, hemen herkes, bu günkü hububat fiatlannın düşmesinden memnun görünmekle beraber, haklı olarak bazı şikayet ve dileklerde bulunuyorlar.
Köylünün iddiasına göre geçen sene bu zamanlar, hububat fiatlan, bu günkü piyasadan birkaç mişli yüksek fiatla müşteri bulurken, bu bu günkü piyasanın, geçen senekile kıyas kabul etmlyecek kadar kırgın olması ve hattâ müşteri bulamaması köylerdeki küçük müstahsili düşündürmektedir. Bütüıı masraf ve ihtiyaçlarını geçen yılki buğday piyasasına göre tanzim edip, ayarlaıyan küçük ve orta reçber zor bir duruma düşerek elindeki toprağını, çiftini, çubuğunu kaybetmek tehlikesi baş göstermektedir. Bu boy reç-berin iddialarım haklı çıkartacak ortada bir çok sebeplerde göze çarpmaktadır. Yukanda işaret ettiğimiz gibi, geçen yıl köylünün mahsulü bu yıla nisbeten çok dolgun bir fiata müşteri bulduğu halde, köylünün zaruri ve kısılması imkânsız olan istihsal vasıtalarile giyim eşyalarının temin ve tedariki bu kadar güçleşmemişti. Bütün bu ihtiyaçlar daha kolay ve ucuza
bulunabiliyordu. Meselâ, geçen yıl bu günlerde on kile buğday satmakla köylü, çolu-ğun, çocuğun üstünü, başını rahat rahat görmekle kalmıyor, aynı zamanda ufak, tefek borçlarından da ödeşebiliyordu. Bu gün aynı ihtiyaçlar için, köylü, bunun üç misli buğday feda etmek mecburiyetindedir. Gine geçen sene elli kile buğday satan köylünün eline bin lirayı aşkın bir para geçiyordu kİ, bu para ile, köylü bütün borçlarından ödeştiği gibi, çiftini çubuğunu acerüyor, kocayan ve ölen öküzünün yerine bir yenisini almak imkânlarım bulabiliyor du, Halbuki, bu gün köylünün satışa çık arttığı hububat fiatlan günden gün-düşerken, onun zaruri ihtiyaçtan dian çift, çubuk aletlerde, bez,basma, şayak, hazır elbise gibi giyim eşyalan yükselmektedir. Şu halde aynı ihtiyaçlan kapatabilmek için, geçen senenin 50 kilesi yerine bunun 3 misli yani yüzelli kileye yakın bir buğday satışa arzetmek gerekiyor ki. köyü yakınında tanıyanlar pek âla takdir ederlerki, bu miktarı arttırarak satışa çıkartmak bir çok reçberler için imkânsızdır.
Muhtelif bölgelerde dinlediğim köylü-k-rimizin bütün dertlerini ve şikâyetlerini-bu günkü piyasaya Bürdüğü maddelerle, esnaf ve tüccardan aldığı mal ve eşya fiatlan arasındaki nisbetsizlik ve müvaze-neslzlik teşkil ediyor.
Müstahsilin lehine bir gelişme göste-diği zannedilen bu günkü durum, birçoklarının iddiası hilâfına, bu fırsatı tekrar tüccar ve mutavassıt sınıfın eline vermiş, ihtiyaç ve sıkıntıiçerisinde kıvranan küçük toprak sahibi köylü, ister, istemez ağa ve esnaf sınıfının boyunduruğu altına girmek gibi zor bir duruma düşmüştür.
Halil Aytekin
310
OKUYUCU SAHİFESİ
Mehmet GÖKDEMİR -Kayseri
Üçüncü sayımızdaki "köy anlayışında parçacı görüşler" başlıklı yazımız bu Okuyucumuzu ilgilendirmiş; "Tam benim de demek istediğimi anlatan bir yazı" diyor ve memleket işlerini, meselelerini anlayışta ikilik yapan görüşün sakatlığına şebadet ettikten sonra "türedi köyciiler" diye vasıflandırdığı bir takına sahte şahsiyetlerden bahsediyor ve bu alandaki bir müşahedesini bildiriyor. Bay Mehmet Gökdemir bir kazada sessiz sinemaya gitmiş. Orada, kılık kıyafetinden şehirli bir efendi olduğu bolü olan bir şahıs sinemaya gelen köylülerden birini, "Be köylü, ayağının çanğı, tıraşsız başının keçe kü-lâhı ile burada senin ne işin varî" diye terslemiş; köylü işeri girmiş ama, kendisini eksikli hissettiğinden başııu kaldırıp bir türlü filimi iejrredememiş. Mehmet Gökdemir aynı adamı daha sonra köylüden patates alırken ve köylü için yapılması gereken fedakârlıklardan ve kendi sevgisinden bahsederken görmüş.
Okuyucumuzun hakkı var; köycülük, köy - severlik günümüzün modası halinde ... Bu durumdan kendi hesaplarına faydalanmak. bu konuyu kendi hususi gayeleri için kullanmak istiyen açık gözlere rastlanıyor. Günlük politika güderek kendi şahsi veya zümre menfaatlerini kollayan, köycülük yolu ile ilim. Unversite mensubu ilh. olmağa yeltenen, köyün hakikî meselelerini ve ihtiyaçlarım anlamaktan aciz veya anlamak Istatrifjfen tazı şehirliler ve münevverler "köycülük" arabasına binerek diledikleri yere varmak istiyorlar. Bunlar için okuyucumuzun kullandığı "türedi" sıfatı pek yerinde.
Lütfü VECtlfl - Gaziantep.
Adımlar’ın 5 inci sayısında Ayın içinden sayfasında tahlil edilon, Kemal Plav-cıoğlu adında birinin yeni bir tarikat kurmak suçu ile mahkemeye alınması hadisesi dolayisi ile okuyucumuz Bay Lütfü Veeihi gönderdiği mektupta kendi müşahedelerini bildiriyor. "Anadolunün muhtelif köşelerinde çeşit çeşit adlarla beliren tarikat ve şeyhlerden" bahsediyor ve diyor ki:
"Cümhuriyctin hiç bir devrinde görülmemiş şekilde faaliyet gösteren bu mürşitler, muhakkak ki, yıkılan saltanatlarını ihya için hadisatın inkişafından ve zamanın nezâketinden istifade etmeyi çok iyi büen kimselerdir; dört senedenberi devam eden dünya harbinin doğurduğu iktisadi ve ruhi buhranlar karşısmda büründükleri türlii türlü kıyafetlerle birtakım kimseleri gaflet ve karanlıklara doğru sürükledikleri pek açı bir vakıadır. Hattâ harbin akış ve neticeleri hakkında ayetler, hadisler uydurarak takdir ve iltifat dilenen fikir dolandmcılanııa bile tesadüf edilmektedir.
"Bu kısa işaretten sonra şunu ifade etmek isterim ki şimdiki umdelerin arasına bir de layıklık remzini koymak dinle Devlet işlerini birbirinden ayırmağa kâfi gelmiyecektir. Dinin, içtimai bir müessese olarak bir parazit olmaktan vaz geç-miyeceği su götürmez bir hakikattir.
"Din ve medenî kanunların cemiyet meseleleri hakkındaki .görüş ve mütalaa : arkları uzlaşılmasma imkân olmayan zıddiyetlerdir.
"Binaenaleyh din kitaplarım sadece mektep sıralarından atmak onun halk ara-sın3aH fesir’ve itibarına bir de garaz ilâve etmekten başka bir netice vermez. Dine karışmamak onun, daha ziyade tahrif edilerek her türlü faaliyetlere alet olmasına müsaade etmek sapılır."
311
Okuyucumuz, bu duruma bir çare olarak, bugünkü cemiyette dinin mevki ve manasının ne olduğu hususunda halkın aydınlatılması lâzım geldiği kanaatindedir.
Ümit DEMİRİZ - Ankara
Bu okuyucumuzdan Adımlar hakkında uzun bir mektup aldık; Adımlar’ı kendisine" pek yakın" bulduğunu yazıyor:"... Duygulanma, fikirlerime, arzulanma değme arkadaşlarımdan ve hatta "kültürlü insan" sanarak fikirlerine hürmet etmek gafletine düştüğüm pek çok hocalarımdan daha yakın..." Bayan Ümit bir derginin" okuyucularına da konuşma - hem de kendi hakkında - vermesi şüphesizdir ki bir üstünlüğün ifadesidir" diyor ve bunu adımlar’ın olgunluğuna bir delil sayıyor. Yalnız bu okuyucumuz Adımlar’ı "biraz kuru" buluyormuş, "her sahifesini çizgi-leyen düşündürücü mahiyetteki mevzulardan sonra tam manası ile .dinlendirici çeşnide bir yazının bulunmamasından" şikâyet ediyor. Psikoloji ve sanat yazılarına daha fazla yer verilmesini ye "birazda saf sanattan, daha doğrusu tamamiyle esteti-
ğin kavradığı mevzulardan" bahsedilmesini dileyor. Okuyucumuz Adımlar’da çıkan hikâyeleri de fazla realist buluyor, "realite güzeldir ama onun da bir hududu var" diyor ve "hikâyeler de biraz daha ruhu okşar olsa” temennisinde bulunuyor. « Bayan Ümit Demiriz’in Adımlar hak-kındaki intihalarını bize böyle uzun uzun bildirmesine teşekkür ederiz. Adımlar’da sanat mevzulanna mühim bir yer ayırmağa daima çalışıyoruz ve psikoloji konulan da sahifelerimizde ele alınacaktır, fakat "saf sanat" ve "ruh okşayıcı" hikâyeler hususunda bu okuyucumuzu korkarız ki tatmin edemfyeceğiz. Çünkü, muhtelif sanat yazılarımızda belirttiğimiz gibi bizce "saf sanat" diye bir şey yoktur ve bir hikâyenin realist oluşu bir kusur değil bir meziyettir. Bir dergi okuyucunun her çeşit alâkasına cevap veremez ve Adımlar da bu iddiada değildir; bunun için çeşit çeşit, boy boy gazete ve dergi neşriyatı mevcuttur. Bayan Ümit Demiriz, çok faydalandığını Böylediği, fikir ve kültür meseleleri için Adımlar’ı okusa da, dinlendirici ve * ruh okşayıcı mevzular İçin başka dergilere müracaat etse olmaz mı?
r
ADIMLAR
Sahibi ve Neşriyat Müdürü ■ Dr. Behice Sadık Boran Abone : Altı aylığı 150 krş. ; yıllığı 300 krş.
Adres : Adımlar, Posta Kutusu 61, Ankara Adımlar'a verilen yazılar basılsın basılmasın çeri verilmez.
■- -Z.
I-
SAVAŞ KARDEŞLER İZMİR TİCARETHANESİ
Zeytin, zeytinyağı, sabun ve her nevi sâde yağlar, peynir vesaire satışevi Anafartalar Mevsim sokak No. 5
Tel. No. 2377 Ev. 6235
Sicil No. 3334, Kuruluş : 1930
. .......
HALİM ŞATÇI
Zeytin, zeytinyağı, sabun ve her nevi sâde yağlar, peynir vesaire satı evi
ALİ PERÇİNEL VE KÂZIM PERÇİNER
Ticaret Evi
Zeytin, zeytinyağı, sabun ve hemevi sâde yağlar, peynir vesaire toptan satış yeri Kooperatif arkası Ali Nazmi Ap. No. 1/2 Tel No. 3153, Telgraf: Alî Kâzım Sicil No. 1912, Kuruluş 1930
ALİ RIZA YEĞEN
Kayseri Pastırma Pazarı
Yeni Hal No. 21
Sebat Iş hanı No. 40
Tel. No. 3752
Tel No. 3975, Sieil No. 2007 Kuruluş tarihi : 1930
OSMAN ÖZKAL
Kayseri Pazarı
Yumurta ve hştneyi .Şakkaliye toptan Ticârethanesi
Tahtakale Caddesi SusSn Sokak No. 29
ANKARA
OSMAN ANTEBLİ VE İSMAİL BEKRİ
BAKKAL
Toptan ve Perâke:ıde Şen Teclmevi Yeni Hal]
Tel No. 1991 Telgraf: Yeni Hal Osman’
Kuruluş ta. iffiSSSI
No." 20 - ^Ankara
İL
£
II No. 3551
HÜSAMETTİN ÇAĞLAYAN
Toptan ve Perakende B ve Kaşeffive Edirne Peynirleri;
Halis Aksaray ve Urfe tere yağlan,.saf Ayvalık, Edremit
Zeytiı ; t . imevi
İŞ BANKASI
KÜÇÜK CARİ HESAPLARI
1944 İKRAMİYE PLAN.
Keşideler: 28 Ik. kânun; 2-;Mayu,.
25 Ağustos, 1 Ik.'t^rin Sarihlerinde yapılır.
1944 İKRAMİYELERİ
1 adet ARSA (Ankara’da Kavak» hderede 1024 M2
■ İmar ada No. 254 Parsel No. 3)
1 > 2000 liralık » 2000.-Lira
3 > 1000 > = 3000— >
4 > 500 > - 2000— >
10 > 200 > - 2000.- >
10 > 100 > - îOOO.v/ >
100 > 50 > - 5000— >
150 > 25 > = 3750.— >
300 > 10 > = 3000— >
Türkiye İş Bankasına para ya-, tırmakla yalnız para biriktirmiş ve faiz almiş olmaz, aynı zamanda taliinizi de denemiş olursunuz.
İBİRA OOO BESLER OOG SERİNLETİR OOO NEŞE VERİR|
i I RA;©Cİ0j ..." LEReQ0 SERİNLETİR Q©0 NEŞE -VER.R
■ Meşhur âlimlerden Dr tarihi hak
■•(2P' I * *uucr, uıruuıu . ...
kında yazdığı bir eserde —- milâttan 5-600 mm- kadar evavl başlayan Keldanrmedeniyetin-(i(- biranın büyük bir y^ri hiuğunu söylemektedir. Bazan yalnız arpadan haşan da- arpa ve baha imâ]
( len biranın kadınlar e işçiler
milâttan 5-6(gl sene kadar
7000 SEN •
• mezarın,; D’.ra EVVEL
ıalâtını gösteren kabarifrinİarlâ tezydn edildiği ve kabar -...alâr yanyana getirtince imalâtın bariz bir snrette görü -• kü de ayni âiim
1.1rafından çök içildiğim yine bu âlim anlatmaktadır. Yapılan bir haf-ı atta bulunan on me. irin, bira
m;l
Bu gün i^leg Biranın 7000 senelik mazisi vardır.
|1RAİ
0
BİRAOOO BESLER OOG SERİNLETİR OOO NEŞE VERİR
25
ıruı
lin
tal
İÇİNDBKİLBB
1944’e Girerken
Seçkin Adam Düşkünlüğü ve Faşizm Doe. l)r. Muzaffer Ş. Başoğlu
Eki... ...dS DriBeiüee Buuta
Fra uz içtimâi;.mıanı
Adımlar
The .as Mann
Dev
Prof. J. OHm
(Ç'ev. HaHgBR
Prof. tvjltuben
Akl.
Crt
1
Nuri Zaimoğhı
Suat Taşer
Halil Aytekiıı
yuılar
I iin İsinden
( uyucu Sayfası
tçiliğimizin Vasıfları
■ Rolünü Yaşar mı?
Anadoluda Toprak Meı
: «Be Fikir» Münakaşası. - Muzaffer Ş. Baş-
İr A.§
: Fdkl
Huğ.
ram.
ı : Meıımer uoKoemır. - Kayseri nura Vnrî»lî Gzrihrt"’' Ümit Demiriz. - Ankara.
îhute de Paris. - (Hüsııl Bakı) im Bey ve Biz. - (Yaşm Çöl)
Çıkan Münevverlerimiz a Düşmesinin Köylere
- ınaui ötekin).
- (Halil Aytekin) Doğurduğu Du-
1944'e GİRERKEN
Bugiin dünyamız büyük bir sosyal değişme devri geçiriyor, Sona ermekte olan, bütün bir tarih çağıdır ve yine bütün bir tarih çağı akıtılan kanların, insan takatini aşan fedakârlıkların üstünde açılıyor. Bizler, bugünkü nesil, bu kapanmakta ve açılmakta olan iki çağ arasında, yolların ayrıldığı noktada bulunuyoruz. Bazıları geriye yönelmiş, çıkmaz yollardır, diğer bazıları ise, ileriye doğru genişliyerek açılan muazzam geçitlerdir, Ve bizler, hu yollardan birini seçmek durumundayız.
Zamanın ataşında, sellelrin alıp götürdüğü sosyal değerler arasında kimi daha yakın, kimi çok daha uzak geçmişten ge-. bu yollardan hangisini seçmek gerektiğinde len değerler, feîöiçfâr. flllrtHcr, müesseseler yanılmadığını gösterdi, içte saltanata, hi-var. Zamanın ımanmz-.;akişuıd.'i, beraberinde getirdiği, ( oğurduğu ;
sında da gen -eği bizegıüjdeleyenler, bugünkü sikini ve zorluk ıfm ı
şimdiden veı c iler vardır. Bir taraftı mz küçük, sı . tin bir zümreye hayat 5 tanıyan, hail kitlelerini seçkinlerin g ğü sürüler j r ine koyan bir kahraru dini, diğer tarafta bütün vatandaşlar: eşit gelişme imlet ları, sosyal haklar ta: hakikî demokrasi,. Bir tarafta, cemiy lerinin hür dü ünce ile değil, mistik il e larla gorilidir ünü ileri süren bir ht düşmanlığı; yakılan kitaplar, kaptı.’r.ı üniversiteler, oynanması, çalınması edüen eserler sürgünlerde, kamplarda cü-
tüyen bilginler, edipler, sanatkârlar, üniversite talebeleri.. Diğer tarafta, fikir hü-riyetini insanlığın en büyük hâzinelerinden biri telâkki eden, ilimde, musikide, sanatta, edebiyatta büyük gelişmeler vâdeden demokrasi ve hürriyet bayraktarlığı.. Bir tarafta küçük milletleri büyüklerin istismar edeceği, hayat sahası, ırk üstünlüğü iddialarına dayanan bir tahakküm ve zecir dünyası; diğer tarafta, büyük küçük bütün milletlerin, bütün insanların karşılıklı itimat, iş birliği ve eşitliğine dayanan bir sulh dünyası...
Genç Türkiyemiz, kuruluş tarihinde,
lâfete, derebeyi i İt •sıştemınin imtiyazlarına, taassuba, cehaletlkarşı açtığı savaş ve kazandığı zaferle; tflflgmmiirücü emperyalizme karşı açtığı savaş ve kazandığı za-ferlegagjjşiii, eskinin hesabım gördü, yü-geleceğe çevirdi ve ileri milletler sa-i- yer aldı. Girmekte okluğumuz 1944 la ve gelecek yıllarda memleketimizin {illetlerin ve halk kitlel rinin eşit haklara ve gelişme imkânların; malik olduğu ve hür milletler zümresi içinde, iktisa-fah ve kültür gelişme yolunda büyük başarılar elde edeceğim üstüne düşen isleri gitgide artan bu faaliyet ve i ile yapacağına inanar. seviniyoruz.
Adımlar
ADIMLAR
Aylık Fikir ve Kültür Dergisi
YIL: I Ikincikânun 1944 ____ __________Sayı s 9
Seçkin Adam Düşkünlüğü ve Faşizm
Doçent Dr. Muzaffer Ş. Başoğlu Ankara Üniversitesi
Bugün dünyanın her yerinde gerilik safında yer amlış «seçkin» münevverler var. Bunlar, bu karışık zamanlarda, günün elle tutulur, gözle görülür halde bulunan dâvalariyle, dertleriyle, çıplak, yalın ve sert gerçekleriyle karşılanamazlar, dolaşık yollardan giderler, bulanık şiıda avlanmak için kocaman kocaman ilim İve felsefe sözleri arkasına saklanırlar. Bu söz canbazlı-ğıyle başkaları üzerinde bir Jtesir yajıaç,aklan hülyasına kayılırlar. Halbuki hakikat daima basit ana di limizle anlatılabilir.
Bunlar gerilik. irtica namına ne varsa onun avukatıdırlar. Bunlar faşist demagojilerle ortaya çıkarlar; icabında faşist de magojilerini, zamanm seyrine uygun, ker tenkele renkleriyle ve kabuklariyle örtmeyi ihmal etmezler. Bunlar ırkçıdırlar, kendilerinin mensup oldukları, yahut daha doğrusu, mensup olduklarını vehmettikleri ırkta üstün vasıflar görürler. Bunlar, insan ve millet topluluklarının birbirine bu kadar bağh olduğu bir dünya içinde bir tek memleketin yalnız kendi içine kapanıp büyük iktisadi refah, büyük ilim ve kültür yaratabileceğine inanan veya inanmış görünen kör kişilerdir. Bunlar, mistik kudretlerden, cezbeli sözlerden medet uman tekke koşişleridir. Biraz dikkat edersek görürüz ki bunlar dünyanın, her tarafında, muhtelif' memleketlerde, müşterek geri'
mefhumlar kullanırlar, bu suretle zenaat-larını yürütmeğe çalışırlar.
Bunlar, halk ve köylü sözlerini bir kalkan gibi kullandıkları halde, hakikatta. halk kütlelerini, küçümseyen, onlan seçkinler tarafından güdülecek sürüler gibi gören, kendilerini de, tabiî olarak, seçkinler zümresinden sayan, ikbal düşkünleridir. Bunların bazıları zaman zaman cezbeye tutulup hınçlı ve marazî Niçe’nin (Benim faziletim nedir ki beni hâlâ çıldırtmadı) diyen edebî felsefe diliyle konuşurlar.
Bu yazıda, gerilik belirtilerinden biri olan seçkin düşkünlüğü üzerinde duracağız. Bu seçkin düşkünlerine göre, dünya tarihi seçkinler tarihidir. Bunlar, büyük İktisadî ve İçtimaî gelişmelerin, büyük keşiflerin. büyük kültür gelişmelerinin esas şartlarını birtürlü kavrayamarlar, kahraman ibadetine dalarlar. Cemiyeti refaha mı götürmek istiyorsunuz? Yüksek ve istikrarlı bir cemiyet nizamı mı istiyorsunuz? İlim ve kültür gelişmesi mi istiyorsunuz? Yapılacak iş basittir. Seçkin adam yetiştirmeğe calisin, seçkinlerin seçkini insanüstü (übermensçh) yetiştirin, varınızı yoğunuzu ona feda edin. Bunların, üstünde durmadıkları bir nokta var: Seçkin adam nerede yetişecek, limonlukta mı?
BİZ, yük adâı Fakat bi
büyük adamların, hakikaten kûmların rolünü inkâr ediyor değiliz, iyük adam limonlukta yetişmez di-
yoruz. Fransamn büyük evlâdı Malraux ile birlikte diyoruz ki büyük adam ancak büyük millet ve insanlık hareketleri içinde yetişir, sinsi günlük menfaat, refah ve post didinmelerinden kurtulabilen bir hakikat ve güzellik arayıcılığı havası içinde yetişir, küçük şahsî ve klik taktikleri içinde yalnız, rüzgrlara göre dönen, cüceler yetişir, Fransız' ihtilâli gibi, Sovyet ihtilâli gibi büyük insanlık hareketlerinin büyük adamlarına bakın, bizim İstiklâl savaşımız gibi millî kurtuluş kavgalarının büyük adamlarına batan; Galüe, Darwin, Ein-stein gibi hakikaten büyük ilim adamlarına bakın; Shakespeare, Moliâre, Beethoven, Tolstoy gibi büyük kültür adamlarına batan; bunların, hiç biri sekin düşkünlerinin limonluğunda yetişmemişlerdir. Bunlar kendilerini insan kütlelerinin büyük dertleri içinde eriterek, günlük post ve refalı darlıklarından, kökünde böyle küçük hesaplar bulunan klik taktiklerinden kurtularak büyümüşler ve hakikaten büyük olmuşlardır. Fakat bu fikri Ziya Gökalpm, yanlış bir sosyoloji üzerinde üerliyerek, «Büyük adamlar mâşeri vicdanın mâkesi-dirler» diye hulâsa edebileceğimiz hatalı fikriyle karıştırmamalıdır. Çünkü, üstadı Durkheim’da da olduğu gibi, Ziya Gök-alp’te mâşeri vicdan mistik bir mefhumdan başka bir şey değildir. Sonra Ziya(Gökalp kütleden körü körüne itaat istiyordu, «Gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım» diyordu. Biz, bilâkis, «gözlerimi açarım, vazifemi yaparım.» diyoruz. Çünkü eğer bir hakikat peşinde isek, vazifemizi sonuna kadar lâyıkiyle yapabilmek için gözlerimizi kapamak değil, sonuna kadar açmak icap eder. Çünkü gerçekten bir hakikat peşinde olan büyük adam hitap ettiği taşanların gözlerini kapamasını değil, bilâkis, dâvayı, hakikati olanca çıplakhğıyle görebümeleri için, açmasını ister. Bundan pratik bir netice çıkararak diyebiliriz ki bugün dünyada hitap ettiği kütlelerden körü körüne, zorla itaat isteyen şefler hakikatten, halkın hakikî menfaatlerini temsil ettiklerinden korkâsu olan şeflerdir.
Bu yazının gayesi büyük adamın bir tahlilini vermek değildir, seçkin düşkünlüğünün bir cephesini göstermektir. Yine seçkin düşkünlüğüne donelim. Bugün dünyada seçkin adam, üstün-adam üzerinde duranlar, dikkat edilirse görülür ki faşistlerdir yahut faşistliğe temayülü olanlardır Italyan faşistlerinin başı Musolini’nin düşeceği günlerde diğer bir faşist devlet şefinin ona, insan-üstü evliyası Niçe'nin eserlerini hediye etmesi, faşist rejimlerde, faşist münevver muhitlerinde mistik insanüstü, seçkin adam hülyalarının sık sık tekrar edilmesi herhalde tesadüfi bir şey değildir. O kadar tesadüfi bir şey değildir ki birçok Avrupa memleketlerine nisbetle teşkilâtlı ve şuurlu faşistleri nisbeten daha az olan Amerika'da da faşistler seçkin «Ham, üstün - adam teraneleriyle fikirlerini yaymaya çakşırlar. Amerikada The Awakener (Uyandırıcı) adiyle çıkardığı mecmua ile vo birçok yerlerde verdiği konferanslarla, hararetle ve şiddetle faşizm avukatlığı yapan Amerikan faşisti Lawrcnce Dennls bir Amerikan terbiye mecmuasının günün büyük cemiyet ve terbiye dâvaları hakkında açtığı bir oııkete-verdiği cevapta sarih ve şuurlu olarak seçkin adam düşkünlüğünü gösteriyor. Mecmuanın sorduğu sualleri ve faşist Laıvrence Dennis'in verdiği cevapları birlikte okuyalım: (1).
Sual — Bugünün en büyük dâvası ne-dir?
Cevap — Halkm sürükleyici insiyaklarına hitap etmek suretiyle lıâkim bir seçkin (elite) zümrenin içtimai nizama şekil vermeni.
S — Bugünün ümidini nerede aramalıyız?
C — Mücadele halinde bulunan büyük adamlarda..
S — Nasıl bir İçtimaî nizam kurulmalıdır?
(1) Anketlacar^nccrnvcnThe Soclal Fronlier.. Bashco çıkaranları: Columbla üniversitesi proleterlerinden Gjeoroe^ounts ve John Devvev.. İlk-kâmın, 1935.,-Myı. 4,'fchifo if-lSJSB.
282
Ekonomik ve Sosyal Kanunlara Karşı Gelinmez
El dokuma tezgâhlarının Türkiye iktisat tarihinde eski bir mevkii vardır. Asırlarca Türk iplikli ve pamukluları Avrupaya ihraç edilirdi. Hatta bu ihracat Fransız Morkantilislerinin en kuvetli mümessili sayılan Montchretien’i 1615 yılında Kırat ve Kralıçaya ithaf ederek neşrettiği siyasî iktisat kitabında, "Devlet için lüks, bir veba, korkunç bir soygundur; Türkiye ve ttalya-nın ipeklileri yüzünden altıncıklarımız elden gidiyor" diye telâşe düşürecek kadar çoktu. Türkiye ipekliden başka pek çök pa-muklu ve pamuk ipliği de ihraç ederdi.
Dokuma sanayiimiz 18 inci yüzyıluı sonuna, 19 uncunun başlangıçlarına kadar eski hâkim durum unu değilse bile hayatını devam ettirebilmişti Fakat Avrupada makineli endüstrinin ilk gelişmeğe başladığı bu yıllardan sonra, o zamanki Türkiye sanayiinin belkemiğini teşkil eden pamuklu
Doç. Dr. Behice 8. BOKAN Ankara Üniversitesi
sanayii Mançester fabrikalarının iyi. ve ucuz malları karşısında ayakta duramamış ve çökmüştür. Buharın keşfi ile manifak-tilrde vukua gelen büyük inkılâptan sonra iplik makinesi ve buharlı tezgâhların yıkıcı rekabeti karşısında Avrupada tutunamaz hale gelen el çıkrık ve tezgâhlanılın feci akıbetinden Türkiyedeki kardeşleri de kurtulamamıştı Ve kurtulamazdı da. Modern endüsrtinin sert ve ezici basıncı latında eski pederşahî aile ekonomisi sisteminin son artıklan, kadit kollu tahta tezgâhları, ölüme mahkûmdu. Bunların yıkılışı iktisadi bir zaruretti. Bunun önüne geçilemezdi. Netekim gümrük resminin arttırılması (1882), yerli malların teşhiri için açılan Sultan Ahmet sergisi (1863). seuayi mektebi tesisi gibi tedbirlerden, hiç bir fayda elde edilememişti. Hatta iki senelik bil’ çalışmadan sonra müsbet bir iş görmeden
C — Zorlu bir seçkin zümrenin hâkini olduğu istikrarlı bir İnsan kütlesi.
S — Terbiyecilerin işi ne olacaktır?
C — Gençlerin istikrara, doğru gitmesi hususunda geri hizmetlerde bulunmak ve seçkinlerin güttüğü cemiyet nizamı fikrini onlara aşılamak.
S — İçtimaî nizam fikri şuurlu bir surette gençlere kabul ettirilecek midir?
C — Hâkim seçkin zünırenhı arzuları gençlere kabul ettirilecektir
S — Terbiyeciler bir fikrin müdafii olacaklar mıdır?
C — Evet, hâkim seçkin zümrenin fikirlerinin müdafii olacaklardır,
S — Mektep ne derecede ehemmiyetlidir?
0 — Mektebin rolü ikinci derecede kalır. Hâkim seçkin zümre mektebi içtimai istikrarın bir vasıtası olarak kullanır.
S — Terbiyeciler bunu yapamazsa ne olur?
C — İçtimaî anarşi ve ferdî uygunsuz-luklar.
——S - ihtilâl lâzım mıdır?
C — îtast, şimdiki seçkin ziınıre tereddi etmiştir, yeni bir seçkin zümre iktidar mevkiini ele almalıdır.
Bütün bunlardan, sarih olarak meydana çıkıyor ki, seçkin, düşkünlüğü ile faşizm ideolojisi ve tatbikatı arsamda sıkı bir mü-nasebefvardır. A W ' /
283
dağılan birinci Islahı Senayi komisyonundan sonra 1867 de kurulan İkincisi zenaat erbabı arasında bir nevi istihsal kooperatifleri demek olan şirketler telisine çalışmıştı. Bu tedbirler de bir fayda vermedi. Avrupadaki modern senayi müesseseleri karşısında Türkîyenm el emeğine dayanan iptidaî işletmeleri mağlup olarak istihsal sahasından uzaklaşmak zorunda kaldı.
19 Uncu yüzyılın ilk yansında, zamanın miisade ettiği bütün çare ve vasıtalara baş vurulduğu halde Avrupa senayiinin rekabetinden korunanuyan el dokumacılığım şimdi, makineli senayiin en yüksek mertebesine ulaştığı bir sırada, iktisat kanunlarına karşı gelerek, zoraki ve mihaniki tedbirlerle koruyabilmemize imkân varımdır? şüphesiz ki hayır. Lozan konferansından sonra tatbik edebildiğimiz himayeci gümrük tarifesinden ve dokuma fabrikalarımızın memleket ihtiyacını tatmine yetecek kadar istihsal de bulunamamalarından faydalanarak el tezgâhlarımız bir az nefes alır gibi oldular. Bununla beraber, içinde bulunduğumuz harbin ilk senesine kadar geçen zaman zarfında, pamuklu,.istihsalimizde el tezgâhlarına düşen payın gittikçe azalmakta olduğu görülür. Bir an için dışardan hiç pamuklu getirmediğimizi farzet-sek bile, el dokumacılığı ve aile Ekonomisi için bu seyir yine mukadderdi, yine önüne geçüemez bir akibetti; çünkü Silmer-bank'ın mevcuda ilâveten Nazilli, Kayseri, Ereğli’de açtığı modem basma ve bez fabrikalarından başka, îş Bankasının ve hususî müteşebbislerin açtıkları yeni yeni fabrikalarla İzmir, Adana, Mersin. Tarsus, Malatya ve Antep modem pamuklu dokuma merkezleri olmak yoluna girmişlerdi. Araya ikinci ci'-an harbi girmeseydi daha belki de bir çok yeni işletmeler açılacak, mevcutlar genişletilecekti. Harp dolayım ile dış ticaret münasebetleri-sekteye uğradığından mevcut fabrikalarımız muhtaç oldukları madde ve gücü, teline varıncaya kadar en ehemmiyetsiz teferruatı için, bile
dışarıya bağh oldukları makine yedeklerini istedikleri gibi getirdemediklerinden, esasen ihtiyacın altında olan istihsallerini tam bir verimlilikle devam ettiremediler. Bu sebeplerden dolayı el tezgâhlan için meydan açılır gibi oldu, dokumacıların yüzleri güldü. O zamana kadar hiç bu işle meşgul olmamış kimseler paralarını el tezgâhlarına yatırdılar, her taraftan mekik sesleri duyulmağa başladı. İç istihlâkin kısmen olsun karşılanabilmesi için bu el tezgâhlarına hükümet te yardım etti Unutmamak lâzımdır ki bu yıllarda el dokumacılığının gördüğü rağbet ve verdiği randıman arızî sebepler altında vukua gelmiştir, İktisadî zaruretlerin neticesi değildir. Bu itibarla, el dokumacılığının bugünkü parlaklığının harpten sonra da devam edebileceğini düşünmek bir hayal olduğu gibi, bunu temin için himaye tedbirlerine baş vurmak ta kabul olucımıyacak duaya amin demek olur. Dışardan gelecek ucuz mallara karşı fabrikalarımızın mamulâtım korumak bile başlı başına ve güç bir iş ikon, el tezgâhlanın korumıy.ı uğraşmak, bunun için kıymetler harcamak, neticesi bakımından, millî ekonomimiz için fayda değil, zarar doğurur. Bu himaye hayati lüzumsuz yere pahalılaştiracağı için geniş kitlelerin ve aynı- zamanda da fabrikaları-rnızın aleyhine olur. Aile senayü şeklinde de olsa resmen yardım görecek el tezgâhlan, büyük istihsal karşısında mukadder ölümlerinden kurtulamadıktan başka, millî paramızın hacmini daraltır. Fabrikalarımızın sürüm sahasını tahdit eder. Senayi itibarı ile ihtiyaçlarım, hiç değilse asgarî Ölçüde, bizzat temin zorunda olan memleketimizin kalkınma ve gelişme yolunda henüz ilk adımlarım atan fabrikalarım, duçardaki rakiplerden başka ehemmiyetsiz ölçüde de olsa İçerden de bir takım tehditlerle karşı karşıya bırakmak doğru olmaz. , Memleketimizde emtia iktisadiyatının gerek senayi, gerekse ziraat sahasında gelişebilmesi için kapitalizmden önceki müna-
281
»ebetlerin tahakküm ve baskısından, derebeylik artıklarından kurtulması uğrunda şiddetle mücadele etmok günün en önemli bir meselesi olması lâzım gelirken, pederşahî iktisadiyat münasebetlerini ihyaya uğraşmak, bu uğurda devlet bütçesinden veya sair yollarla fedakârlık yapmak, boş yere kıymetler, enerjiler harcamak demektir. El tezgâhlan istihsal kooperatifleri halinde temamiyle teşkilâtlan tırılsa bile bu teşebbüslerden verimli neticeler beklenemez. Modern büyük istihsal karşısında bu nevi teşekküllerden medet ummak buz üzerinde yazı yazmaktan farksızdır.
Böyle bir teşebbÜB ilk bakışta küçük müstahsilleri korumak gibi halkçı bir zihniyet mahsulü olarak görünebilirse de hakikatte öyle değildir. Bu, geriye dönmek, tekâmül çarkım, zorla aksi istikamette harekete getirmeğe çabalamak demektir. Millî ekonomimiz için zararh olan bu iş aynı zamanda el tezgâhlarına bağlanacak vatandaşlarımıza da elle tutulur bir fayda veremiyecek, onlan derin bir sefalet içinde süründürmekteu başka bir şeye yaramı-yacaktır.
Vaziyet iktisat bakımından bu-derece açık ve aydın iken, millî ekonomimizin zararına, küçük işletmelerin zorla ayakta tutulması yüzünden millî pazarın daralmasını intaç edecek, kendile yeter kapalı küçük köylü işletmelerinin ihyası gayreti ile ziraatte sermayenin inkişafına engel olacak bu çeşit tedbirlerin‘harpten sonra da alınması fikri nereden çıkıyor, kimin menfaatine uygun geliyor? Bu soruya (Sevap vermek o kadar güç degüdir. Filhakika Türkiyenin bir ziraat memleketi olduğu ve ezici çokluğu bakımından küçük işletmeye dayandığı düşünülürse ilk başta bu. tezin köylülerimizin menfaatine uygun olduğu sanılabilir. Zaten bu tezin miidafaa-cılan da böyle bir demagoji yapmaktadırlar. Halbuki, yabancı memleketlere ikti-saden tâbi kalmamak için Tiirkiyemizin modern bir endüstri yanında onunla mu
vazi yürüyen bir ziraate mutlak ihtiyacı vardır. Ancak bu sayede İktisadî istiklâlimizi sağlamhyabiliriz. Köylülerimizin pederşahi ekonomi sisteminden henüz kurtulamamış zümrelerinin menfaati de şüphesiz ki bütün topluluğun menfaatinden ayn değüdir. Ve onların bugün bulundukları acıklı vaziyetten kurtarılmaları eski münasebetlerin ihyasında değil, bilâkis onlann bütün teferruatı ile kökünden sökülüp atılmamadadır. Bu itibarla, bu fikirleri ortaya atanlar, gerçekte, ne bütünlüğümüz ne de istihdaf eder göründükleri köylü zümreleri için faydalı bir i? görmüyorlar. İktisadî istiklâlimizi Bağlıyabilmek için bizim mümkün olduğu kadar bir ziraat-senayi memleketi olmıya ihtiyacımız vardır. Halbuki bu tez bizi geri bir ziraat memleketi olarak bırakmak gayesini güdüyor. Ve bu tez, Türk topluluğunda bir avuç derebey artığına ve Türkiyeyi İktisadî ta-biyeti altında bulundurmak istiyen yabancılara elverişlidir. Bu noktayı biraz aydınlatalım:
Emperyalist sermayesinin Türkiyede-ki İktisadî hâkimiyetine son vermek milli kurtuluş iııkilâbımızın başlıca hedef ve vazifelerinden biri idi. Bugüne kadar bu yol-' da pek çok takdire değer, müsbet işler de görülmüştür. Saltanat devrinde çeşitli vasıta ve şekülerle yabancı sermaye Türkiye'yi kendisi için bir ham madde menbaı vazifesini görecek geri bir ziraat memleketi olarak tutmakta ısrar etmiş ve buna muvaffak da olmuştu. Yabancı sermayelerle açılan fabrikaların hemen hepsi ancak mamul maddelerin istihsali gayesini güderek millî ekonomimizin faydasından ziyade. millî zenginliklerimizi: kendi lehlerine istismarı İçin çalışıyordu. Yabana sermaye Türkivedeki düzenini buna göre kurmuştu. Fakat Cumhuriyet rejminin daha ilk yıllarından itibaren mevkii sarsıl-mıya başlayınca her türlü İktisadî cebir ve tazyıka baş vurdu. Türkiyenin bîr ziraat memleketi olarak kalması meselesi bir
285
Bugünkü Fransız Edebiyatında İçtimaî Raman
il
içtimai roman anlamı Aragon'da ve P. Hamp’ta da olduğu gibi devri bir anlamdır. Bu muharrirlerin iş dünyası karşısında yahut kısaca dünya muvacehesindeki tavırları, dünyanın bir aynası olmak istemek gibi büyük öir arzuya tekabül eder. Bu tavır aynı, zamanda Balzac'ın. Zola’nm ve bize daha yakın olan Romain Rolland’m ve J'. Roranins’in tavrıdır. Başka muharrirler dünyanın daha kısmi ve daha mahdut bir tasvirini vermek gayesini güttüler. Fakat
Prof. J. Camlıorde Ankara Üniversitesi
bu yüzden tasvirleri nâtamam veya dalın az ilhamkâr değildir. Bu suretle halkçı mektep İçtimaî romanın bir nevi harimidir (intimisme). Bunda roman nevinin yaratılması gibi umumi bir meseleye varmış oluyoruz. Roman muharrirleri arasında yeni bir diinya kuran, hiçten bir şey yaratan hakiki yaratıcılar olduğu gibi ibdâlan için, parçalarını kendi öz hayatlarından aldıkları cevheri romanlaştınlmış itiraflar şeklinde veya üzerinde işliyebilecckleri bir ka-
İlim mevzuıi gibi ele alınarak münakaşa edildi. O zamanlar Türkiyede Fransız sermayesi biriıici mevkii işgal ettiği için bu-tez en ateşli taraftarlarını Fransada bulmuştu. Sonraları sie Balkanları ve yakın şarkı kendi iktisadi nizamının bir peyki haline getirmek istiyen Alman Mkmayesi Türkiye ile iktisadi, ticari münasebetleri genişletince, bu tezin müdafaasını hararetle elim- aldı. Türkiyeııin bir ziraat memleketi olarak kalması isteniyordu. Geri bir ziraat memleketi olarak kalacak Türkiye, Alınansermayesi için daha elverişli bir pazar, daha müsait bir soygun mevzuu olabilirdi. Ve gariptir ki Almanlar. başta Falkc olma üzere. Yüksek Ziraat Enstitülerimizde senelerce bu tezi öğrettiler, vaiz ettiler, 'birçok genç dimağlara aşıladılar. Onun içindir ki Türkiyede modern bir ziraat sisteminin kurucusu ol mak lâzım gelen ziraatÇllcrimizin, zira! iktisatçılanmızm bacılarında bu zararlı ve
yanlış görüş oilmiycrek yerleşti. Diğer meslek erbabından da bunlara katılanlar oldu. Bugün ötede beride, arasıra yükse-lendaisoiu sesler ilk hızını işte buradan almışlardır. Bu bakımdan bu fikirler sadece, nlelfide bir gerilik olarak kalmayıp, üeri hır Türkiyenin düşmanı olan yabancılara da hizmet etmektedir. Milli iktisat ilmi adı altında millete ihanet! Büyük işletmeler karşısında küçükleri korumağa kalkışmak, şehir ve köy münasebetlerinin artmam ile milli pazarın genişlemesi ve gelişmesi yerine pederşahî aile ekonomisinin himaye edilmesini istemek. İktisadî tekâmül kanunlarını bilmemeli, onlara karşı gelmeğe çalışmak demektir. Sadece bu görüş noktasından bile menfaatlerimize aylörıoIanDu fikirlerin aynı zamanda neticesi bakımından, yabancı isteklere ayak uydurduğu da düşünülürse, en açık ve geniş anlamı ile millî menfaatlerimize aykırı olduğu kendiliğinden meydana çıkar.
286
naviçe gibi kullanacaklar da vardır. Halkçı ve proleter muharrirlerin ekseriyeti birinci sınıfa dahildir. Bunlar fazla edebiyat yapmadan, zahmetli çocukluk çağlarını, ışıksız muhitlerini, neşesiz ana babalarını, kulübelerini, mahrumiyetlerini, günlük iş cehennemini hatırlarlar ve tevekkülle bunları yâdederek hiç olmazsa bu ıztıraplardan başkalarının korunmasını temenni ederlerken müşahedeleri en doğru, en müessir bir ithamname teşkil eder.
Zaten bu yol halkçılara tâ asrın başında halk romancısı Çh. L. Philippe tarafından çizilmiştir. (1). O fıkara hayatını nadir bir nicelik ve samimiyetle anlatmış, fakirin maddî ve manevî sefaletten kurtulmaktaki ve daima kaçan bir saadetin ufak tefek tezahürlerinden bile istifade etmekteki imkânsızlığı tetkik etmiştir.Fakat halk çılar 1930 da neşrettikleri beyannamelerinde Zola'ya bodrum katlarının, tavan a-ralannın hasis, renksiz aydınlığında esasında gölgede kalacak şeyi romantik bir edebiyatçı gayretkeşliğiyle bir güzeüik nü-munesine çevirdiğinden şikâyet ettikleri gibi onun lüzumsuz hassasiyetini de kusur sayıyorlardı. Kariin alâkasını Proust’un w Bourget’nin aylak salonlarından, mağmum, karanlık apartıman dairelerindeki kiiçük burjuva hayatına, kapıcının küçük odacığına çekmek, teneke mahallelerinin çamurlu sokaklarında şehrin lüks merkezinden fazla hakikî beşeriyet bulunabileceğini göstermek halkçıların gayesi idi. Bunlardım edebiyata kaçan samimiyetinden, hercaüi-ğinden hakkiyle şüphe ettiğimiz Andre Therivc’in sırf başka türlü gözükmek düşkünlüğünden doğan sözde ileri fikirliliği ve tezatları rahatça kabulü bizi burada isteyerek onun üzerinde durmamağa sevkedi-yor. (2). Çok daha büyük bir heyecanla halkçı beyannamesini hazırlayıp imzasiyle neşreden L. Lc monnier Londralım ve Hav-re’ın fukara muhitlerini «Memnu Aşk» ve «Basit Kalbli Mctresninde canlandırırken bize Joyce’nin «Dublin halkı»ndâki gaddar istihzaya hatırlatır. (3). 13u kategoride kolay hayatın dekorları arkasında- sefalet
içinde sürünen çüekeş varlıkları unutuldukları yerden, elden geldiği kadar meharetle ortaya çıkarmağa çalışan romanlar vardır. Bu romanların, isimleri bile mahiyetleri hakkında bir fikir verebilir. Antoine Cou-let Tenislerinin «Kiralık Oda» sı onların en bedbini ve en ümitsizidir (4). L. Algan'ın ♦Roket Sokağı» nda fakir bir küçük kızın ParİBİn mağmum bu işçi mahallesinde hayallere sığınarak nasıl acı realiteden kaçındığını görüyoruz (5). Henri Troyat, L. Chaffurin ve J. Prevost gibi romancılar pazı eserlerinde aynı mevzua dokunmuşlarsa da doktrine daima sadık kalmamışlardır. (6). Buna mukabil proleter romancıları daha fazla samimiyet, daha sert ve tok bir eda, daha az tasannu taraftarıdır. Onlar halka sırf bir snob merakiyle tesadüfi bir şekilde yaklaşanlara, halkı ve muhitini bir mücerret tecrübe sahası sayarak mevzularını alâkadar ettiği nisbette alâkalandıktan sonra uzaklaşan entcllektücllerc pek haklı olarak hiç bir emniyet hissi beslememektedirler. Vazifesini müdrik proleter muharrirler arasında proteler menşe-lerini daima yüksek sesle ve iftiharla hatırlatanlar içinde H. Pöulaille'i zikredelim. O da tıpkı Aragon gibi esas eserinde, harbe tekaddiim eden devreyi tetkik eder. Harpten ve facialarından bahsettikten sonra: hayatlarını mucize kabilinden kurtaranların hayal sukutundan ve şaşkınlığından bahsederek romanı bitirir. Yazdığı üç eserin, kendisine bir kardeş kadar benzeyen esas kahramanı, bize «Mukaddes Heyecan» da kaçınılmaz bir zaruret olan bu harpten evel, sulh için mücadelesinde ümit ve endişelerinden bahseder. «Asker tayinlinden daha sert bir realizm, daha tok bir eda ile hrabin facialarını anlatır (7). «Kurtulanlar» da sağ dönmek tahine mazhar nlanlarm, iztirap ve fedakârlıklarının tahammül edilmîyccek kadar acı faydasızlı-ğl,. lüzumsuzluğu karşısında isyanları, ümitsizlik buhranları arasında kendilerini bazan büyük bir kine bazan nevmit bir nih-lizm’e bazen de ümidin parlayıp kaçan aydınlığına nasıl koyveıtiiklerini gösterir (8).
Başka muharrirler işçi muhitini P. Hamp-dakinden daha Ustiln, faal bir sevgi ile canlandırır.
T. Remy'nin eserlerinde sahnede sırasi-le, teneke mahallesinin üst üste, sıkışık, çamur ve sefalet içinde yuvarlanan sâkinleri vardır. (9). Sen nehri üzerinde, mavnalarda yaşayanların saffet ve kabalıklarını. Bastil civarının an'anevi şekilde ihtilâlci sokaklarında çalışan marangozları görürüz. «Beş Kuruşluk Saadeti inde o fort-lan hatırlatan bir realizmle büyük şehirlerin sefaleti’ni insanı kavrayan, titreten bir lisanla anlatır.
(Pain de Brique> de J. Trâville bize proleterleri hareket faaliyetleri esnasmda takdim ediyor. (10). Fakat eseri roman nevinden uzaklaşarak bir vesikalar mecmuası olmaktadır. Nâtamam bir şekilde kısaca gözden geçirdiğimiz bu edebi hareketin büyük zenginliği aktüel ve sosyal me selelere verilen ehemmiyti ve içtimai hakların derhal istirdadı yolunda yazılmış eserlerin bolluğunu ispat eder. Bu zenginlik insanı hayret ettirecek | kadar geniş olmak la beraber acaba bu.eserlerin kalite bakımından durumu nedir?, Burada artık mevzuu ve gayesi itibariyle bir seçkin edebiyatı olmaktan çıkan -halk edebiyatı meselesi baş gösteriyor. Halka hitabetmek için bu edebiyat halk seviyesine mi inmelidir" Yoksa tenvir edilmek bekleyen uysal halkı kendi seviyesine mi çıkarmalıdırBu mesele romantizmin alçak gönüllü bir kar muharririni zamanında alâkadar etmişti. Hugo Nötre Dame de Paris'den sonra Se-filler’i yazmış, Lamartin Graziella ve Ka-fael'i müteakiben «Genevieve» vc «St. Point Taşçısı» m. neşretmişti. Hugo kendisini antitezci ve sadeleştirici dehasma bı-, raknuş ve böylelikle basit insanların hafızasında yerleşecek senbolik, kocaman şahsiyetler yaratmıştır. Lâmartin sade, müte-vazi zevklere, ve âdetlere tevekkülle uymadan doğan ölçüsü küçük bir saadet telkin etmiştir. Bugünün sosyal-şartları ise artık uzlaştırıcı hal çarelerine tahammül edemiyor. Halk içinyazmak halkın anlayaca
ğı şekilde ve halkın hoşuna gidecek şekilde yazmak değil, halka yardım için, onu müdafaa için yazmaktır. Günümüzde sosyal roman muharrirlerinin en kuvvetlüeri vazifelerini en iyi anlayanlardır. Onlar roman nevinin sanatla faydalının ahenkle birleştiği yer olduğunu ispat etmişlerdir. Vaka ve vesika mecmuabğından başlayarak halkçı (intimisme) hariminin ve proletere! realizmin sonsuz tenevvüünden geçen sosyal romanın normal hududu modem bayatın seri temposu ile olgunlaştıktan sonra inkişafının son merhalesi ve gayesi olarak mücadele romanına dayanır. Bugünkü nesilde üç ifemin hususî bir mevkii vardır. Aragondan sonra bunlar muhtelif meziyet ve kabiliyetleriyle yaşayabilecek eserler vermişlerdir: Dabit, Guilloux ve ve Paul Nizan.
Halkçı edebiyatın en kuvvetli muharriri olan Eugene Dabit’nin ük eseri iyi bir halkçı romanın bütün şartlarım haiz olmakla beraber onu dar bir edebî mektebin içine sokamayız.”(ll). Hötel du Nord tam halkçı mükâfatı ihdas olunduğu zaman neşrolunmuş ve tabiî mükâfatı o kazanmıştı. ________SBJg
Bu roman Pariste bir kanalın rıhtımı üzerindeki küçük bir İteliıı mütevazi sakinlerinin günlük hayatını bütün yeknesaklığı, kederli renkleri, Paris kanallarının donuk manzarası, içindeki insan hücrelerinin küf kokusu ancak hizmetçiler arasında geçen aşk sahneleriyle, klâsikliğe varan bir Sadelikle anlatır. Muharririn, ortaya koyduğu varlıkların hiçlikleri hakkında katı kanaati olmakla beraber pek incelmiş kimseler olmayan kahramanlarına büyük bîr muhabbetle bağlıdır. Anlatılması güç bir kederle tesellinin bü-leşmesi, beşeriyetin bu haline hürmet ve emniyet bu kitabın bir daha unutulmamasını temin ediyor.
Samanından evveımkıtaa. uğrayan eseri, gittikçe saflaştığını, vaitlerini yerine getirdiğini ve^romandıın vazgeçerek- muharri-rin hikâyeükpiurken, sadeliğin insanları en
288
çok mütehassis eden meziyet olduğuna inandığını göstermiştir.
Halk çocuğu hayatını anlattığı «Küçük Louis» den «Trains de Vies» isimli eserine kadar her zaman romanesk harikulade vakalardan kaçınarak ismi alâkadar et-miyeçek olan hayatları, mümkün olan sadakatle tasvir eden bu muharrir neslinin cn dürüst, en namuskâr mümessilidir.
Şehrin yorduğu şehirlinin tekrar tabiatı keşfettiği «Zone Verte» in bazı sayfalan, merhametin kederle doldurduğu sesinin «Fauborugs de Paris» deki eda
sı, muasır edebiyatın en güzel nümuneleri-dir. Paul Nizan’ın. eski dostunun kıymetini takdir ederken dediği gibi «O her kitabında biraz daha yükseliyordu» (12). Çünkü kendisini alâkadar eden meseleleri ilk başladığı sanat şekliyle birleştirmiş ve bir ihtilâl muharririnin halletmesi lâzıin-gelen meseleleri halletmeğe başlamıştı.
Eugene Dabit'nin misali bize mücadeleci edebiyata, ifade şeklini bulduğunu ve içtimai romanın cn büyük muvaffakiyetlere imkân vereceğini ispat eder.
Çeviren: Hüsnü BAKI
fl/ Ch. • Louis Phllippo: Chorles Blonchord, Bubu de Mo nıparnasse. Marie Donodieu, Le Pdra Perdrix. Croaufanole.
(7) Andr6 Thârive: «Temp» oozelesı edebiyat münekkidi, bos zamanlorındo da romancı. Trou-ooau, Galeux, Şans Ama, Noir ot Of, Souffronces Perdues, An n a. La FînKHs Haricots.
F3> L6on Lemonnier: 1930 da «Manifesto du Po-crulisma» i tertibetmlş. ayrıca «Coeur Imbecile» yazmıştır. Bu eserde objektif bir realizm idealin o V ok lo$m ı$tır
M? Antoine Goulet-Teissier, Halkçı mûkâfutı-nı ihdas etmijjeMarthe, Femme Seum ve Toche parmi les Femmes'ı vazn-»^>r.
(5) laurence Alocn: Halkç» r-omcmo. bazı noktalarda Huouette Garnier ve Claire'Sointe-So lln'e benzemektedir.
(6) Henri Troyat: Araigna muharriri. «Faux jours» la Ponju^ı mükafatını kazanmıştır.
Louis Chaffurin: Piaue-Puce muharriri.
Jean Prevost: «le Fr&res Bouauinquant» ve «Le Sel sur la Plale». Popülist edebî fikirlerine uygundur.
(7) Henri Barbusse. En kuvveti: harp romanı olan, «Ateş» muharriri. )916 Goncourt mükâfatı»' kozanrvkstır. .......----------------
r8> Henri Poulaillc; Clç'^o morundan bojka «11$ Ğtaiont auafro» ve «Âmes Neuves» û yazmıştır.
> Tristan Rerny: 1936 Çooulist mükâfatı «Porte Jlgnancourt», (Sa İnle Marie des flots», «Foubouro '• Jİtıt Antolne» muharriri.
'109 Jean Trâville: 1938 Renaissance mükâfatı. fllJ Euoine Dabit-. 0918-1936). Hâfel du Nord (1929 Popülist mfttfah) Petit Louis. Zone Verte, Trains de Vies (hikâyolûr).
P. Nizan: Eugine «Dcb'ıt‘y& tazim» muhar
289
THOMAS MANN
Son zamanların mümtaz yazıcılarından biri hiç şüphesiz Thomas Mann'dır. Şimal Almanya'da Lübeck’li zengin bir tüccar ailesinden gelmedir. Thomas Man-n’m doğumuna rastlıyan günlerde (1875) büyük burjuvazi kendi inkişafının zirve noktasına gelip çatmış bulunuyordu. İşte bu zümreden gelme genç nesil, kendi tahtı üzerinde, babalan, dedeleri derecesinde kaygısızca bağdaşıp kurulamıyor, aldıkları çok daha incelmiş bir terbiye onlan, olup biteni düşünmiye zorluyor, hatta istidat ve şartlara uygun şekilde münevverleştiriyordu.
Thomas Mann da ayniyle, kendi kendisinin sanat problemlerini bulup, kendi kendisinin karşısına diktiği andanbaşlıya-rak, kendi köyünden kopup çözüldü. Mamafih, münevver olmasına rağmen o, kelimenin en iyi manasında gene de burjuva kalmıştır.
Hemen bütün modern yazıcılar gibi Thomas Mann da ilkönce natüralist mektep yolunu tutmuştur. Üzerinde tesiri olanlar, Maupassant ve daha sonra Skandinav şairleriyle Dickens ve Thackeray gibi In-gilizler olmakla, beraber, herşeyden Bnce o Rus romancılığına meftundu. Şair için asıl olana, yani lisana olan hâkimiyet, Th. Mann'da tam ve mükemmeldir. Ondaki yüksek kültür seviyesi, ondaki hüzünlü istihza, ondaki kendi sanat çalışmalarına karşı beslenen ciddi vazifeseveriık. ondaki. bütün hakikî-arka plânların araştırılıp yüze çıkarılmasında görül™ güvenilir ilmi zihniyet, eserlerini, kendi zaman ve meslek arkadaşlarının çok üstüne jıkarmış-tir.
Seçtiği mevzular, ait bulundukları
zamanın sayısız meseleleri kadar çeşitlidir. Bu yüzden, muhtevaları itibariyle yarına malolmuş bulunanları arasında sırf günlük olanlarının da mevcudiyeti gayetle tabiidir. Mamafih formel olarak her eseri bize, onun adından bekleneni verir mahiyettedir. Bir yandan, bir sanatkâr olması itibariyle Th. Mann’ın burjuvaziye karşı olan aykın durumu, mevzularının seçüiş ve işleniş tarzlarını tayin ederken, öbür yandan, burjuva cemiyetine men. subiyeti, gene ayni şekilde, aceleyle halli gereken meseleleri ihmal etmesini, ve ondaki sanatkâr - insan tezadı yollu telakkiyi doğurur.
Bu yüzden, -hayattan uzak sanat. Th. Mann’ın "Tonio KrÖger”, ’ Die Hungeı--nden" ("Açlık çekenler"). "Tristan” (1903) gibi bir sıra hikâyelerine mevzu-luk etmiştir. Aynı problem, o devir ferdiyetçiliğinin içinde çabaladığı krizi ve demokrasiye doğru yönelen zaruri dönüşü açığa vurması istenen. "Königliche Hoho-it" i "Haşmetpenah") (1939) adlı eserinde dc. sembolik mânada, bir prensin hayatında. bu arada satirik - sosyal kritik bir perde arkasından aksettirilmiştir.
İlk büyük romanı "Buddenbrooks" (1901) de o, bir misale dayanarak, geçen asır içinde büyük burjuvazinin evvelâ kuvvetlenip serpilişini ve daha sonra da çürüyüp dağılışını anlatmaktadır. Bu romanda, kalabalık bir aileden ayrı ayrı dört nesille karşılaşıyoruz. Her şalısın ve her karakteristik şahnenin verilişinde hâkim unsur, içlerinde sakladıkları semboller bakımından manidar cümle veya kelime-leriij tekgrrüriVıden ibaret stilistik bir ustalıktır. Th. Mann’ın stiline bir cazibe hu-
290
milliyeti veren bu teknik, onun bütün öbür eserlerinde de kendini gösterir. Parça parça ve aynı zamanda bir kili olarak ta harikulade olan bu roman, geçen asır ve kısmen de zamanımız burjuva kültürünün mahiyetiyle tanışmak istiyen herkesçe okunmalıdır.
tik dünya harbinden biraz sonra, harpten önceki Avrupanm kültürel meselelerini ele alıp, teferruatın birbirine zencir-lenmesi bakımından fevkalâde İyi işlenmiş ve karakter yapıları itibariyle manidar olan muazzam romanı "Der Zauberberg" çıktı.
1939 da "Lotte in Weimar" ("Lotte Weimar’da") adlı kitabı satışa çıkarıldı. İhtiyar Goethc'nin gençlik sevgisiyle bu-luşuşu Th. Mann’a, "büyük şair ve mütefek kir" i, hiç alışılmamış bambaşka bir ışık perdesi ardından görmek ve tanımak fırsatını verdi. Okumuş ve bilmişliğinin bütün iç zemberekleriyle o, bu küçük tesadüfü son derecede hoş bir huzme altında ışıklandırdı. Üslûptaki üstatça mehareti-ne olan emniyet içinde o, bizzat Goethe,nin kendi ifado ve düşünüş tarzı içine girip, inceden inceye hem kendisi ve hem de Goethe ile eğleniyor.
"Goethe" mevzuu Th. Mann’ı her zaman meşgul etmiş, ve o, bu iki muasıra, yani "Goethe ve Tolstoy"a dair bir etüt kaleme alnuştır. "Rönesansta doğup. Büyük Fransız ihtilâlde hâkimiyeti ele alarak 19 uncu yüzyılda dört bir yanda... tam bir inkişaf ve tekemmüle erişmiş bulunan burjuva - humanistik - liberal devrin" ilk dünya savaşı sonunda "feci bir sona erişini" tesbitten sonra o, mediteran - klasik - hüma niştik geleneğin bir beşeriyet davası ve dolayısiyle ebedi-beşerî mi. yoksa sadece muayyen bazı şartlara bağlı, veya fâni bir tefekkür tarzı, bir devre yani bir burjuva - liberal devre mi malolduğıı. ve bu devirle birlikte mahva mı mahkıını bulunduğu meselesi "ne gelip dayanmıştır. "Avrupa" diyor o. "bu me
seleye daha şimdiden cevap vermiş gibidir". Goethe’nin, "hümanistik terbiye idealine karşı takındığı tavır, biraz da Tolstoy’un müziğe karşı takındığı tavıra benzer, yanı Goethe, bu umumi - beşeri terbiye idealinin tehlikesini teşkil eden... amatörce, heveskârca - havalarda kanat çırpana" karşı sosyal bir mukavemet göstermiştir. Velhasıl Th. Mann onu, bazı muayyen tehditlere tâbi bir hümanist diye tarif ediyor.
Onu en yeni romanı "Die vertauseh-ten Köpfe" ("Değiştirilmiş kafalar") ve Yusuf - roman - trilojisi aşağıda esaslı şekilde incelenecektir. Burada ancak, Th. Mann'm esas eserlerinden birkaçı kısaca alınıp gözden geçirilmiştir. Küçük hikâyeleri, skeçleri, siyasi ve kiUtürel-siyasî yazılan ve kitaplan sayısızdır. Nasyonal - sosyalist rejimin bir düşmanı olarak Alman-yadan çıkmak zorunda kalan Thomas Mann şimdi Amerika Birleşik Devletlerinde yaşamaktadır. Stokholm'de Berman -Fischer - Kitabevınce ayrı ayrı ciltlerde bir seri halinde yeni baştan satışa çıkarılan eserleri, bugün artık istenince bulu-nabilmektedirl'ı '
Prof. W. RUBEN Ankara Üniversitesi
Geçenlerde bu mecmuada, Morgan'ııı Sparkenbrok adlı romanını tahlil etmiştim: Netice itibariyle bu eserde Hint mistiğiyle işlenmiş bir Ortaçağ efsanesi bahanesiyle erotik bir dav», kitabı hıristi-yanbk bakımından âdeta gayri ahlâküeşti-recek bir tarzda ortaya atılmaktadır. Fakat kitap, bu nev'e giren tek eser değildir ; daha doğrusu şarka, mucizeler diyan Hindistan’a has bir takım ekzotik unsurları. Avrupanın en modern-psikolojisi veya hattâ psikoanaliziyle edebî şekilde mezcedip, erotiğin vc en modern evlilik hayatının mübrem bazı meselelerini bir mistik gözlüğü altında incelemek, geniş ölçüde dört bir yana dalbudak salmış Avrupai bir düşünüş tarzıdır. Bu arada meselâ Thomas
291
Marm'ın "Dıe vertauschten Köpfe, eine indische Leğende" ("Değiştirilmiş Kafalar, bir Hint efsanesi") adlı son kitabını ele alalım. Burada Th. Mann, bir Hint mevzunu, ortakuruna ait bir Hint masalını alıp, onu en modern psikolojiye göre tefsir etmiştir - veya daha doğrusu, modern bir evlilik meselesini bu eski, ekzotik efsane çerçevesine bürüyerek. Hidistan’a hâs harikulade bir mevzuun yardımı ile. bir AvrupalI çerçevesi içinde hiçbir zaman açığa vuramıyacağı bir meseleyi mütalâa etmiştir. Hindistan’da mevzubas olan zekice bir cinastır: Bir adam, karısı ve arka-şiyle birlikte seyahate çıkmıştır. Büyük İlahenin mabedine gelinir, adam ilâheye ibadet kasdiyle içeri girer, ve o sırada ona verebileceği başka birşeyi olmadığı için, tutup kendi kafasını kurban eder. Arkadaşı onun peşinden gidip vaziyeti görünce, o da ayni şeyi yapar. Her iki erkeğin arkasından gelen genç kadın da, ümitsizlik içinde tam kendi kendisini asacağı sırada, ilahe ona bir dilek dilemesini söyler, kadın da erkeklerin yeni baştan hayata iade olunmaları dileğimde bulunur ve kendisine her iki kafayı tekrar eski yerlerine koymasına müsaade edilir. Fakat acelesinden genç kadın, kafaları yanlış gövdeler üzerine oturtmuş ve şimdi de kocasının hangisi olacağı şüphesi içine. düşmüştür. Araba o, meşru zevcinin’kafasını mı, yoksajğöv-desini mi taşıyandır? Çeşitli şekillerinde suale verilen cevap hep başka başkadır. Bu bir tek sayfalık masalı Th. Mann, 230 sayfa içinde aldatmaktadır. Hint masalında hiçbir yer tııtmıyan erotik burada esastır, çünkü kadın her iki erkeği de, kocasını zekâsı ve güzel başı için, arkadaşını da vücut kuvveti ve tabiiliği için sevmektedir. Kadının kocam karısındaki bu ikiliği sezmiştir, vc ona mâni olmamak düşüncesiyle intihar eder; kendi üzerine bir zina şüphesi kondurulmamak için’ arkadaşı da ayni şeyi yapar;’ kadın, kafaları aceleyle
değil de, şuuraltı derin' bir tabakanın (ki bu hususa ait bilgilerimizi Freud’a borçluyuz) saikiyle değiştirmiştir: Arkadaşın kuvvetli gövdesini kocasının zeki kafasıyla birleştirip ideal bir kocaya kavuşur. Hikâye şöyle devam etmektedir: Kocasının kafası arkadaşın gövdesini zaafa uğratıp onu inceltir, arkadaşın kafası ise, kocasının gövdesinin tesirinde güzelleşir, incelir, münevverleşir. Kadın tereddüde düşmüştür, kocadan arkadaşa gider, ve her iki erkek te vermiş oldukları bir karara uyarak, biri öbürünün kalbine bıçak saplamak suretiyle birbirlerini öldürürler, ve böylelikle de herbiri bıçağı kendi kalbine sokmuş olur. Bütün hâdise, derin bir erotik ifade taşımakla beraber. Th. Mann’da mizahîdir. Th. Mann. meselenin acılığını perdelemek için, satirik bir eda takınarak bu ekzotik - hintli muhiti bahane etmektedir: Genç kadını, kafasını beğendiği, fakat vücudunu aşağı gördüğü kocası tatmin edememektedir; dava, olgun bir kadını doyu-ramıyan münevverin davası, modern Av-rupanın muazzam davasıdır: l’akat bu dava, bildiğime göre, şimdiye kadar hiçbir edebî eserde bu derece çıplak olarak ele alınmamıştı. Bu keskin meseleyi ele almak cesa retim göstermiş olduğu içiıı, Thomas Mann’a. tabiî minnettar kalnımalıdır, ve onun. Hidistan’ı tetkik edip, bu uzak diyarın o kendi kendisine hâs güzellik ve sihrini çekip çıkaran hümanistik zihniyetini alkışlamalıdır-fakat kördüğümü, Thomas Maıuıda, o ak saçh insan sarrafı da çözemiyor, ve kadının şuuratlı bir kasıtla kafaları değiştirmesini, Hintlilerin bir telâkkisine göre, insanoğlunu saran ve yeryüzünü ona zahirî bir suret hâlinde gösteren bir göz kamaşması, bir bilmemezlikle izah ediyor: filhakika hint mistiği bize yalnız Allahın mutlak! surette şenû, cümle kâinatın ise, yalan olduğunu, hayal olduğunu, ve olup bitenlerin, hep yalandan olup bitmiş göründüklerini öğretmektedir - ve yine bu telâkldyo göre, insanların istekle
292
ri de, hareketleri de hep yalan ve hayalden gayri bir şey değildir. Hikâyede bu noktanın izahında, Th. Mann’ca münasip görülen mistik işte budur, çünkü onu modern psikanalizle mezcetmck mümkündür, fakat acaba böyle bir mistik biz modern insanlar için bu erotik - İçtimaî meselenin halline yarıya bilir mi?
Kafalarım vücutlarının inkişafı aleyhine tek taraflı olarak tekemmül ettiren münevverlere sanki ihtiyacımız mı var? Diğer taraftan, güzel bir vücut üstünde keskin bir dimağ idealine rasyonel bir tarzda acaba daha bugünden erişebilir miyiz? Th. Mann’ın, bizi bu münasebetle alâkalandıracak. şimdiki haliyle üç ciltlik bir Yusuf romanı'da vardır. Muharrir bu eserinde, modern tarihçiliğin ve psikolojinin bütün vasıtalariyle. tevratın asırdi-dc mevzuatım, modem kariin eski tarihi anlamasını sağlıyacak, ve bu maziyi sanki bugünmüş gibi yaşatacak şekilde canlandırmağa çalışmaktadır Thomas Mann bu eserini yazmadan önce, uzun yıllar boyunca, egiptolojiye, semitis':j. ve psikolojiye ait kitaplar tetkik etmiştir. Esor bir kül olarak acaba muvaffak olmuş mudur? Ondan ancak bir hâdiseyi, Yusuf'la Züley-ha'nıtı hadisesini ele alalım. Tevratta, kadın, omı iğfale çalışmndan evvel Yusuf’un, senelerce Potiphar’m evinde yaşadığı hususu birkaç satırla kaydolunmaktadır Th. Mann ise. yüzden fazla sahifede, bu güzel delikanlıyı seven, ve aşkına mrğlup olmadan önce iffetini ve Potiphar'a oian sadakatini korumak için çırpınan kadının çektiklerini anlatıyor. Üstelik Potipbar bir haremağası diye gösterilmektedir! Anası babası, aristokrat bir aileden gelmedir, ve kadîm Mısır da hakikaten alışılmış bir âdete göre yekdiğerine karı - kocT bağlarıyla bağlı iki kardeş olarak tasvir olunmakladır. İşe modern pisikolojînin müdahalede bulunduğu noktaya gelelim Yaşlı - başlı insanlar olan ana - baba, kardeşin kardeşle evlenmesindemyüzçeviren yelli cffiınyayı
artık anlayamıyor, ve bu bir çok derin düşünüp taşınmalara yol açıyor. Diğer bir sahneyi ise Thomas Mann Kuran’dan almaktadır: Burada Züleyha kız arkadaşlarını davet edip vaziyeti o şekilde idare eder ki, Yusuf, arkadaşlarının tam yemiş bıçaklan ellerindeyken içeri girer, ve bu güzel delikanlıyı görür görmez hepBİ de kendilerinden geçip zarif parmaklarını keserler; bunun üzerine Züleyha onlara, bu güzel delikanlıyla hergün temasta bulunmakla, haremağası - kocasına karşı olan sadakatini muhafazada ne derece güçlük çektiğini serzenişle göstermek fırsatım bulur. Th. Mann bu hâdiseyi sırf bir hâdise olarak anlatmaz, onu, hâdisenin ceryanından önce, bir korkulu rüya, olacağı evvelden sezen bir kâbus hâlinde Züleyhamn uykusuna sokar, ve o, böylece sırf Züleyha’nm bir kurnazlığı değildir, onun bu hareketi burada, en derin şuuraltı tabakalarından doğma bir hareket olarak adeta zarurîdir. Firavn’ın zeki, kafalı, asil arkadaşı hare-mağası Potiphar Hint masalındaki kocaya, Yusuf ta oradaki güzel arkadaşa tekabül eder, kadın ise, kendi iffetini koru-mıya çalışır ve yenilir - aslında, her iki hikâyede de dava aynıdır, ve liberal istikametteki bir. burjuva ve hür Hansaşehri Liibeck'in tüccar sınıfına mensup mağrur bir i aristokrat olması bakımından bizzat Th., Mann’ın da daima kendi kendisiyle mücadelede olduğu unutulmamalıdır: o kendisini sanatkâr biliyordu, sanatkârlıksa "bohem’lik" demektir. Fakat Lübeckli bir aristokrata, hiç hovarda bir "bohem’lik yakışır mı? Aklı başında bir burjuva kendi kendisine erotik bir serbesti, evlilik iffetini bozmak müsaadesinde bulunabilir -mi? Th. Mann’a çoktandır azap verip, eserlerine tekrar tekrar mevzuluk eden bu mesele, zamanımızın şahsî fakat yaygın, bir problemidir, ve eninde sonunda, Sparken-broke’un ele aldığı dava da gene budur: Kız,-1 kafalı,- zeki-, arkadaşla mazbut adam arasında tereddüt eder Aslına bakılırsa.
293
Devletçiliğimizin Vasıfları
Nuri ZAtMOĞLf
Millî kurtuluş; inkılâbımızın ana umdelerinden biri olan bizim devletçiliğimizle Batı memleketlerinde yer alan devlet kapitalizmi arasında mahiyet ve gaye bakımından büyük farklar vardır. Bu iki sistemin çıkışlarına âmil olan tarihi, İktisadî şartlar ve zaruretlerle cemiyet ölçüsünde rolleri incelenirse bu ayrılıklar açıkça belirirler.
Devlet kapitalizmini de cemiyetin ekonomik inkişafı seyrinde tarihi misyonuna göre ele alacak olursak onun da ayrı ayrı devirlerde başka başka hususiyetler taşıdığını ve birbirinden ayırt edilmeden hepsini bir kazana atmanın doğru olmadığını görürüz. On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru müstahsil kuvvetler çok inkişaf etmekle sermayedarlar müstahsil kuvvetleri hisseli şirketler, tröstler şeklinde ve sermaye şartlan içinde mümkün olduğu ölçüde, içtimai müstahsil kuvvetle;' olarak kullanmak zorunda kalmışlardı. Aynı zaruretler neticesinde devletler bu büyük istihsal ve münakale müesseselerinin idaresini ele almıya mecbur oldular. Bu mec-
Goethe’nin Werther'inde mevzubahsolaıı da yine hep aynı meseledir, ve böylelikle bu, edebiyatın 100 yıllık, insanlığınsa belki de prehistorik bir problemidir; ve bu problem, o derece azap verici, o derece düşündürücüdür ki, ona modern psikoloji vası-talariyle eskiden olduğundan daha iyi nüfuz edebilen modern edipler onu, ister orta çağlı Trist’an ister bir hint masalı, isterse İncildeki Yusuf kılığına sokarak olsun, ancak ekzotik bir çerçeve içinde tasvir edebiliyorlar, fakat her şeye rağmen gene de İçlerinden hiç birisi rasyonel bir bal çaresine ulaşamıyor, çünkü, ferdin ruhunda geçen, sırf şahsî ruhî bir müca-
buriyet ilk ağızda posta, telgraf, demiryolları gibi işletmelerde kendini gösterdi. İstihsal ve münakale vasıtaları hisseli şirketlerin idare edemiyeceği ölçüde geliştiği ve bunların devletleştirilmesi İktisadî bir zaruret halini aldığı zaman, ve yalnız bu gibi hallerde, bu devletleştirilme işi bütün müstahsil kuvvetlerin cemiyetin eline geçmesi istikametinde yeni bir safha yaratması bakımından İktisadî bîr ilerleme olarak kabul edilebilir. Yoksa herhangi bir memlekette İktisadî olmıyan düşüncelerle devlet eliyle demiryolları inşası, malı menfaatler temini maksadı ile inhisarlar teşkili veya harp zamanlarında bazı sanayi nıüesseaelerinin idaresinin, sahipleri namına, devlet eline alınması v.s. gibi teşebbüslerin yukarıda söylediğimiz mânada bir terakki ifade etmesi için hiç bir sebep yoktur. Böyle olmakla beraber her türlü devletleştirmeğe sosyalist damgası vuranlar, hattâ hu yüzden Biamark'ı bile, kendisine yaranmak için sosyalist kabul edenler bulunmuştur. Mese-
dele gibi görünen bu hal aslında, cemiyetin kadın, erkek, âile münasebetleri hakkında koyduğu ve ferde kabul ettirdiği sosyal kıymetlerle, ferdin biyolojik (cinsî) ihtiyaçlarının, ' İç - itişlerinin çatışması, mücadelesidir. Ferde, kendisini her bakımdan inkişaf ettirme imkânlarını veren bir cemiyet nizamı mevcut olmadıkça, ferdin biyolojik ve psikolojik varlığı ile sosyal nizamın talepleri arasında ahenkli bir bağlılık kuramadıkça, bu çeşit ruhî mücadelelerin. huzursuzluklara! rasyonel çaresi bulunamaz: bulunamayınca da, Morgan ve Thomas Mannlda gördüğümüz gibi böyle mistisizme kaçışlar belirir.
294
lâ Celâl Nuri bunlardan biridir. (1). İktisadî devletçilik serisi altında bugüne kadar altı kitap yazmış olan Ahmet Hamdı Başar da aşağı yukarı her türlü devletçilikte bir nevi sosyalizm görmektedir. İktisadi birer mefhum olarak kapitalist devletçilikle devlet kapitalizminin sosyalizm ile hiç bir ügisi yoktur.
Yukarıda bahsettiğimiz gibi müstahsil kuvvetlerin inkişafına bağlı olarak İktisadî zaruretler neticesinde girişilen devletçilik teşebbüsleri içtimai bakımdan bir üerîeyiş sayıldığı kadar onun dışında sebeplerle tatbik edüen devlet kapitalizminin bir gerileme ifade ejtiği şartlar ve devirler de vardır. Bunun en iyi misaline harpsonu devresinde, bilhassa 1929 buhranından sonra muhtelif memleketlerde rastlarız. 1931 yılında bir sıra büyük bankalar, tröst ve kon-sernler iflâs etmeğe başlayınca bu devletler, sahiplerinin menfaatına, bu müessesele-ri kurtarmak için hisse senetlerinin mühim bir kısmını satın aldılar, onlara ortak oldular. Bu devletlerin bu hareketi şüphesiz ki İçtimaî ve iktisadi bakımdan milletlerin zararına olmuştur. Çünkü hisse senetlerinin bir kısmını satın almak suretiyle bu sermayedarlara yapılan yardım ancak vergileri artırmak, işsizlere yapılan yardımı a-zaltmak, maarif ve İçtimaî muavenet bütçelerini halk aleyhine kısmak yolu ile temin edilebiliyordu. Bu bakımdan devlet kapitalizminin halk aleyhtarı ve mevcudu zorla idame amacını güttüğü için de aksi-inkı-lâpçı bir karakteri vardı.
Halbuki bizim devletçiliğimiz büsbütün başka şartlar altında, tamamiyle ayrı gayelerle doğmuştur. Millî kurtuluş savaşımız garp emperyalizminin siyasî ezgisi ve İktisadî soygunu altında perişan bir yarı müstemleke vaziyetinde bulunan ytırdttmu-zu bulunduğu çukurdan çekip kurtarmak gayesi İte başladı. Yurdumuz yabancı İstilâsından temizlenirken memleket içindeki dayanakları sosyal müesseselerden, idare sisteminden de kurtulmak gerekti. Bu itibarla millî mücadelemiz hem bir istiklâl savaşı, hem de demokratik bir inkılâp karak
terlerini nefsinde toplamış bulunuyordu. Millî kurtuluş savaşımız muvaffakiyet ve zaferle neticelendikten sonra inkılâbımızdan tahakkukunu beklediğimiz meselelerin mühim bir kısmı tamamiyle halledilmiş, diğerlerinin de halli imkânları elimize geçmişti. Siyasî istiklâl kazanılmıştı. Fakat İktisadî istiklâl olmadan siyasî istiklâlin tutunabilmesine imkân yoktu. İktisadî istiklâlimizin temini inkılâbımızın başlıca vazifelerinden biri idi. Askerî savaş, siyasi kurtuluş hareketinde olduğu gibi büyük Atatürk İktisadî kurtuluş ve kalkınmanın da önemine ilk olarak işaret etmiş, bu alandaki çalışmaların başına geçmişti. 17 Şubat 1339 (1923) da İzmir'de toplanan iktisat kongresindeki tarihî nutkunda Atatürk şöyle demişti:
»istiklâli tam için şu düstur var: Hâkimiyeti milliye, hâkimiyeti iktisadiye ile tersin edilmelidir. Bu kadar büyük gayeler, bu kadar mukaddes ve azametli hedefler kâğıt üzerindeki düsturlar, arzu ve hırslarla husul bulamaz. Bunların tahakkuku tammını temin için yegâne kuvvet, en kuvvetli temel iktisadiyattır. Siyasî ve askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olurlarsa olsunlar İktisadî zaferle tetviç edilmezse semere ve netice payidar olmaz. En kuvvetli ve parlak zaferimizi tetevvüç eden, seme-ratı nafiayı temin için hâkimiyeti iktisadi-yemizin temin ve tarsipi lâzımdır. Bu kadar feyizli, bu kadar kudretli olan yeni hükümetimizin düşmansız kalacağını farzet-mek doğru değildir. Bunun için çok kundaklar koyarak miinhedim etmeğe çalışacak ve suikaste teşebbÜB edecekler bulunacaktır. Bütün bunlara karşı süâhımız iktisadiyatımızdaki kuvvet, resanet ve muvaffakiyetimiz olacaktır.»
İktisadi İstiklâl ve hâkimiyetin temim çok güç bir şeydi. Memleketimizin bütün İktisadî kumanda meylileri yabancı sermaye elinde idi. Düyunu umumiye ve reji idarelerinden başka, demiryollanmız, bir sıra nafia şirketleri, maden işletmeleri, bankalar, btüi başlı sanayi müesseseleri, en kuv
295
vetli ticaret firmaları ile ecnebi sermaye Türkiyemizin hemen bütün zenginliklerini doymak bilmez istismarı altında tutuyor, milletimizin kanını durmadan emiyordu. Yurdumuzun hakikî sahibi olabilmemiz için iktisadiyatımızın bağrına aç birer sülük gibi yapışmış olan yabancı sermayenin efendiliğine son vermek, hiç değilse İktisadî kumanda yerlerini kendi elimize geçirmek mecburiyetinde idik. Senelerden beri sürüp giden harplerin tesiri üe.mevcut sanayi ve ziraat işletmelerimiz de ağır darbeler altında ezilmişlerdi. İstihsal azalmıştı. Bütün bunların, yeniden diriltilmesi lâzım geliyordu. Ekonomi bakımından garp memleketlerine tâbi olmaktan kısmen olsun kurtulabilmek, bununla da elde edilemezdi. Yeni fabrikalar açmak, ziraî istihsalimizi İhtiyaca göre düzenlemek de icabediyordu.
Bunlar tahakkuku çok zor şeylerdi. Yalnız istemekle yapılamazdı. Başta kapitülâsyonlar olmak üzere bütün müesseseler! ile Türkiyemize hâkim olan yan müstemleke sistemi ve onun tabiî ortağı derebeylik ve yan derebeylik ekonomisi millî sermayenin gelişmesi imkânlarımı kuvvetli setler çekmişti. Husus! Müteşebbislerin elinde bulunan az miktardaki sermaye tabiatı ile buna kâfi gelemezdi. Emperyalizm devrinde emperyalizmi ve onun yurdumuz içindeki dayanaklarına karşı mücadele yolu ile tahakkuk edon inkılâbımızın garpta ki kapitalizmin ilk inkişafına yol açan bur juva inkılâplarının yürüdüğü istikameti aynen takip etmesine imkân yoktu. İktisadi liberalizm bizi yabancı sermayenin tahak kümü altında tutmaktan ve eskiyi bir başka şekilde devam ettirmekten başka hiç bir şeye yarayamazdı. Onun için inkılâbımızın başlıca hedeflerinden biri olan İktisadî hâkimiyetimizi sağlamak ancak devletçilik prensibi ile kabil olabilirdi. Demiryollarını, nafla işlerini, maden ocaklarımızı millîleştirmek, ihtiyacımızı kısmen olsun kar-şılıyabilecek fabrikalarımızı kurmak için devlet eliyle milli gelirimizi, millî kaynaklarımızı seferber etmek zorunda idik,., Iştş bu ihtiyaçladır ki devletçilik inkılâbımızın
başlıca umdelerinden biri olarak Türk milletinin kalbinde yer aldı.
İnkılâp havası ve şartlan içinde doğan devletçüiğimiz kendisinden beklediğimiz gayeleri itibariyle inkılâpçı idi. Çünkü her şeyden evvel yabancı sermayenin Tür-kiyedeki hâkimiyetine karşı çevrilmişti; yani Türk halkını yabancılar tarafından soyulmaktan kurtarıyordu; şu halde anti-emperyalist, millî ve aynı zamanda halkçı idi.
Görülüyor ki bizim devletçiliğimizle, garpte bir avuç kapitalisti iflâstan kurtarmak için halk aleyhine alınan tedbirlerle tatbik edilen devlet kapitalizmi .arasında gaye ve mahiyet bakımından çok büyük farklar vardır.
Yabancı şirketler elinde bulunan de-miryollanmızı, elektrik, tramvay, su, telefon, liman rıhtım v.s. gibi nafia işletmelerini, Ereğli kömür ocaklarımızı millîleştirmekle devletçiliğimizin anti-emperyalist karakteri ortadan kalkmış değildir. Ağır ve hattâ hafif sanayi bakımından iktisaden bağlı bir memleket olmaktan henüz kurtulamadığımıza göre devletçiliğimizin emperyalizm aleyhtarı mahiyeti şüphesiz ki devam etmektedir ve edecektir. Bugün yaşadığımız harp şartları içindeki ekonomi durumumuz bunu bize açık olarak göstermektedir. İnkılâbımızı takip eden yıllarda iktisadi liberalizm millî kurtuluş dâvamız için ne kadar zararlı ve tehlikeli idi ise şimdi de halk iktisadiyatımızın kurtuluşu bakımından o kadar zararlı ve tehlikelidir.
Harp zamanlarında devletlerin iktisadi işletmeleri kontrolleri altında bulundurmaları, hattâ bilfiil idare etmeleri bir zaruret Halini alır. Bu yalnız harp malzemesinin ve gerekli maddelerinin istenildiği şekil ve ihtiyaç nisbetinde istihsal edilebilmesi için harp sanayiine ve buna yardımcı müesseselere tatbik edilemez. Ordunun, cephe gerisinde imalât İşler! İle. uğraşan halkın istihlâkine mahsus eşyanın istihsali ve ticareti de, istihlâki de sıkı bir kontrol ve takyit altına alınır. Bugün bütün dün-
296
«Aktör Rolünü
Bu sualin cevabını aramıya girişmeden önce kısa bir başlangıç yapmama müsaade edilsin.
Tiyatro sanati. Âdemin Cennetten kovulması veyahut Prometheus'un Kaf dağında zincire vurulmasiyle başlamıştır diyebiliriz. İnsanlar Allahları icadctmcdcn ve günahı tanımadan önce de diğer sanatlar gibi, ■ resim, musiki, raks • tiyatro sanatı de tohum halinde mevcuttu.
Prometheus’la Epimetheus, iki kar-
yada harp ekonomisi dediğimiz bu sistem tatbik edilmektedir. Bu suretle olağanüstü kabaran harp masrafları yükünü büayâsı-ta vergilerle geür miktarına göre ve nisbe-ten adalet dairesinde taksim etmeye, halkın geliri ve masrafı arasındaki muvazenenin devam ettirilmesine, azalan gıda ve istihlâk maddelerinden en az gellirlilerin de istifade edebilmelerinin teminine çalışmak tadır. Ancak bu tedbirler sayesindedir ki, hayatin fazla pahalılaşmasının önüne geçilebilmiş, halkın hayat seviyesi normale nis-beten yakın bir seviyede tutulabilmiştir. Eu nevi müdahaleler, hele bugünkü harbin bütün insanlığın zulüm vo tahakkümden, teca viizden kurtulması için mütecavizlere kaı şı yapıldığı keyfiyeti.de göz önündo tutu lacak olursa, şüphesiz ki üeri ve halkçı bir mahiyet taşırlar.
Bizim yurdumuz da bugün harbin dışında, fakat tesir sahası içindo bulunmaktadır. Eşya fiyatları pek çok yükselmiştir. Halkın satın alma kabiliyeti umumiyetle çok azalmış, bununla muvazi olarak hayât seviyesi dönmüş bulunmaktadır. Sabit ve dar gelirlilere hükümetimizin yaptığı yardım teşekküre şayan olmakla beraber Ih-
Yaşor mı ?»
Suat TAŞEll
deş. ilahları örnek tutarak yarattıkları ilk insanın mayasına aktörlükten dc biraz karıştırmayı unutmamışlardı.
tik insanın bu aktörlük kabiliyeti, iptidaî cemiyetlerin dinî ayinlerinde sihirbazlık şeklinde tecelli ediyor. Daha sora-Iarı, meselâ eski Yunanın paiyen devrinde bu sihirbaz artık aktör adını alarak dinî olmaktan kısmen kurtuluyor. Hıristiyan orta çağda kilisenin emrinde tekrar ilk va-ifesine dönüyor. Rönesansla beraber di-
tiyacı teminden uzaktır. Ticaretin serbest bırakılması yüzünden teşekkül eden karaborsa ve insafsız ihtikârcılar halkın, zararına gittikçe semirmektedir. Bu kara kuvvet bugün hayatına kastetmekle halkın bir numaralı düşmanı olmakla.kalmıyor, hayat seviyesinin düşmesi ile çalışan ellerin verimliliğini azaltmakla, ham madde ve yarı mamullerin fiyatlarını yükseltmekle ve mflâsyona Varacak yolu her gün gittikçe biraz daha genişletmekle doğrudan, doğruya milli ekonomimizi de tehdit ediyor. Halkımızın ve millî ekonomimizin düşmanlarına, suikastçılarına karşı mücadele zemini üzerinde doğmuş bulunan devletçiğimizin bugün bunları ciddî bir tehdit altında bulunduran bu kara kuvvetler karşısında yapacak pek çok şeyi vardır. Ve bu hususlardır ki devletçiliğimizin halkçı unsurunun daha kuvvetlcııdirflmesmi icabettirmekte-dirlcr. ihtikâr ve istifçilikle halk ve devleti-miz aleyhine zengin oian bir nvuçluk bir zümreye karşı devletçiliğimizin kudretini göstereceğinden eminiz. Bugünkü şartlara vo .icaplara göne devletçiliğimizin başlıca vazifesi bu noktada toplanmaktadır.
297
nln elinden yakasını tamâmen kurtarıp istiklâline kavuşuyor. Bir aralık saray kapılarından içeri giriyor, ama sora pişman olmuş gibi oradan da çıkıp asıl sahibine halka koşuyor, işte aktörün böyle maceralı bir geçmişi var. Bugün artık ne için ve kimin için çalışacağını, azap çekeceğini herhalde idrak etmiş olmalıdır. Bu kısa başlangıçtan ayni zamanda sanatin ferdî mi, yoksa içtima! mi olduğu da meydana çıkmış oluyor; bahusus tiyatro gibi kol-lektif bir çalışmayı icabettiren bir sanat kolunda.
Şimdi hayatla sahnenin karşılıklı durumunu ele alalım:
Gocthe: "Hayatın neresinden başlarsanız orası başlangıçtır" diyor. O halde sahnenin hayattaki yerini tayin etmek te kolaylaşıyor demektir.
Sahne, hayatın herhangi bir köşesi veya yiiziidiir. Bittabi! bu tarlLten, hayatla sahnenin ayni olduğu iddia ediliyor mane-sı çıkarılmamalıdır. Fikrimizi daha sağlam ifade etmek için şöyle bir teşbih yapalım:
Sahne, bir çok gözlü bir mikroskoptur. Hayat kaosundan kesiluu .maktalar bu mikroskopta tahlil ve teşhir edilir. İşte aktör bu mikroskobun atlcseleılnl aydınlatan ışıktır. Rejisör, mikroskobu idare ve ışığı tanzim eder. Tiyatro muharriri de maktaları getirir. Böyleeo tiyatro muharriri, rejisör ve aktör lıepsi birlikte bu tahlil ve teşhir action’nunu sevk ve idare etmiş olurlar.
Şimdi de cevap vermek istediğimiz suale gelelim:
Aktör rolünü Yaşar mı?
Evvelâ bu suali Ören şu üç kelime üzerinde biraz duralım.
Yukarıdaki teşbihimizde aktör demiştik, mikroskobun adeslerini aydınlatan ışıktır. Peki ama mum ışığı mı, elektrik ışığı mı, yoksa bulutsuz Mayıs gecelerinde göklerde parhyan yıldız ışığı'mı? Hiç biri değil, doğrudan doğruya güneş ışığı!
Biliyoruz ki güneş ışığı, yedi esas rengin, kendi nzalariyle bir tek renk uğrunda kaynaşmalarından meydana gelmiştir, işte aktör yedi renkli güneş ışığıdır ki, içinden geçtiği mizaç ve karakter menşurlarına göre in’ikâs eder ve o menşurların kanunlarına uyarak renklerini meydana koyar.
Rol kelimesine gelince: Rol, menşurdan başka bir şey değildir.
Sıra yaşamak kelimesine geldi:
Yaşamak, canlı varlıklaıin canlılık âlâmetıuır. Bir tiyatro eserindeki her hangi bir rol, âueta lızia varağım kaybetmiş bir ruhtur, bu ruh yaşanmak ıhuyacmda-dır. Aktör, ölü halae, soğumuş ve uyuşmuş olan bu ruhu kendi fizıa mevcudiyeti içine alır ve ona kendi şahsında yem bir şekil, taze bir hayat verir. Bu keyfiyet ise, ruhim yeniden ve yeni olarak canlandırılmasından, yaşatılmasuıdau başka bir şey değildir. Binaenaleyh aktör yaşayan değü, canlandıran ve yaşatan kimsedir. Bu noktada yaşamakla.yaşatmak arasındaki büyük ve derin farka dikkatinizi çekmek isterim. Yaşamak hiç bir zaman yaşatmayı ifade etmez, ifade etmediği gibi mümkün de kılmaz. Bili tamamen aktörün keyfine ve iradesine bağlı ruhî - derunî faaliyeti diğeri de doğrudan doğruya aktörlük sa-ııatini açıklar.
Bir tiyatroya gittiğimiz zaman aktörün nasıl yaşadığından evvel, nasıl yaşattığım görmek isteriz. Aktör, rolünü elin-dert geldiği kadar yaşar da yaşatmıya muvaffak olamaz. Aksine, yaşamadığı halde pek âlâ yaşatabilir. Ve asıl ondan beklenen de budur. Bakın bu hususta Diderot ne diyor:
"Aktör bizi heyecana düşürdüğü anda bile, yine kendi kendini dinler ve mahareti, zannettiğimiz gibi hissetmek değil, hissin klarnetlerini sizi aldatacak kadar, tıpkı tıpkısına belirtmekten ibaret olur. Istrabmın' feryatları, kulağında önceden yer etmiştir. Ye’sinin jestleri, ezberlenmiş ve ayna karşısında tamamlanmıştır. Tam
298
mendilini çıkaracağı veya göz yaşlarının akacağı anı bilir. Bu halleri muhakkak filan kelimeyi veya filan heceyi söylerken yapacaktır, ne daha erken, ne daha geç. Bu ses ihtizazı, bu yarım kalmış kelimeler, bu kısık veya uzatılmış heceler, uzuvların bu titreyişi, dizlerin bu sallanışı, bu kendini kaybetmeler, bu coşup taşmalar, sadece taklit, önceden ezberlenmiş bir ders, yüzün o acıklı ifadeleri ise. ulvî bir maymunluktur; aktör bunun hatırasını, üzerinde çalıştıktan hayli zaman sora da muhafaza eder ve o hareketleri yaparken şuurunda tutar: böylece - gerek şair, gerek seyirci ve gerek kendisi İçin büyük nimet - bütün ruh hürriyetine sahip olur. Bundan, diğer mümareseleıde olduğu gibi, yalnız vücudu yorulur. Oyun bitince sesi kısılır, müthiş bir yorgunluk duyar, ya çamaşır değiştirir, yahut yatar; fakat kendisinde, rolünden mütevellit ne bir kırışıklık, ne ıstırap, ne melankoli, ne de bir ruh perişanlığından eser vardır. Bütün bu intibaları siz alır gidersiniz. Aktör bitap düşmüştür, siz de hüzün içinde kalmışsı-nızdır. Çiinkü. o hiç bir şey hissetmeden, çırpınıp durmuştur, halbuki siz, hiç çırpınmadan hissetmişsinizdir. Bu böyle olmasaydı, aktörlük çekilir miydi? Fakat aktör rolünü oynadığı adam değildir, o. rolünü oynar, hem o kadar iyi oynar ki, kendisini o zannedersiniz: Bu vehme yalnız siz düşersiniz. O, kendisinin o adam olmadığım pek iyi bilir.''
O halde yukarıdan beri yaptığımız izahlardan Ve Diderot’un bu sözlerinden bir netice çıkarıp, aktör ve aktörlük için şöyle diyebiliriz:
Aktör, yaşatmasını bilen kimse ve aktörlük yaşatmasını bilmek sanâiidir. Yaptıklarına seyirciyi İnandırması, muvaffak olması demektir. Bunu, ister rolünü yaşıyarak yapsın, İster yaşamayarak: fakat* her halde seyirciyi inandırsın.
Kabul ediyoruz ki aktör, kendi his düzenine, duygu âlemine uymayan, belki
de tamamen zıt olan hisleri ve duygulan da sanki kendisininmiş gibi göstermiye, ifade etmiye sanatı icabı mecburdur. Aksi halde aııcak mahdut ve muayyen hisleri, duyguları ifade etmekte ustalık derecesine varan bir ihtisas elde eder kİ, bu da pek makbul olmasa gerek.
Büyük aktör, kendi hislerile rolünün hisleri arasındaki mesafeyi daima göz önünde tutar. Ve saııati de bu mesafenin büyüklüğü nisbetinde mükemmellik derecesine ulaşır. Aktör, kendi hislerinin ötesinde ve rolünün hislerine hâkim vaziyettedir: Birinin tahdit edici tesirinden uzak, diğerinin yaratma imkânlarına daha yakındır.
Burada yine Diderot’un fikrine müracaat edelim:
"Aşın hassasiyet, şöyle böyle aktörler yetiştirir, şöyle böyle hassasiyet, ortaya sürü sürür kötü aktörler çıkarır, hassasiyetten bir zerre bile bulunmaması da, mükemmel aktörlerin yetişmesini-mümkün kılar. Aktörün göz yaşlan beyninden iner, hassas adamın göz yaşları ise, yüreğinden fışkırır.”
Eğer hassasiyet keümesiııi, hissizliğin, katı ruhluluğun zıddı olarak değil, fakat duygulu ve kavrayışlı olmak mânasında alırsak, maksadimız daha doğru anlaşılır. Meselâ, " - Ne hassas adam!" dediğimiz zaman, " - Ne ince duygulu adam!" demek iutemişizdir. Yoksa hislerine mağlup, mariz ruhlu adam değil.
Hassasiyet, ruhumuzun ve dimağımızın dış tesirlere karşı olan reaksiyonunu ifade eder; bu da teeasüri halleri vücuda getirir. İşte bizim anlatmak istediğimiz aktör, bu teessün hallere diğer insanlardan daha yakın olan kimsedir. Fakat hisleri, şuurunun dizginlerde sevkoder. Bu ise, onun samimî olmamasını icabettirmez. Ve unutmayalım ki aktörün ruhu küstüm otu değildir.
Aktörün mutlaka duyarak oynamazını iddia-vc müdafaa edenlere, belki bir
299
defaya, mahsus olmak üzere hak verebiliriz: O da, provalar esnasında! Ezberlenmiş sözler, bir ressamın boya tüpleri içinde uyuklıyan renkler gibidir. Bu tüpleri bir araya getirsek acaba bir tablo elde edebilir miyiz? İşte ressam bu renkleri bir şekil komposizyonu içinde eritip tuvali üstüne geçirerek tablosunu nasıl meydana getirirse, aktör de provalar esnasında rolünün sözlerini, tıpkı ressam gibi, yaşatmak istediği karakterin tablosunu yaratmak için kullanır. Ve ilk temsil akşamı perde açılınca bu hazırlanan tablo artık seyircilere arzediliyor demektir.
Yalnız şu noktaya dikkat edelim: Ressamın tablosu bir defa tamamlanınca artık işi bitmiş sayılır. Lâkin aktörün yarattığı karakter tablosu ber temsilde tekrar edileceği için onun gibi statik kalamaz; daima yenilenmek, daha mükemmele doğru değişmek zorundadır. Bu çok mühim bir noktadır. Eğer aktör hislerile ve rolünü yaşıyarak oynıyacak olursa, muvaffakiyeti mes’ut tesadüflere, daha doğrusu bir nevi ilhama bağlı demektir. Halbuki hislerinin haricinde ve onların yardımına ihtiyaç duymadan oynarsa, ne tesadüflere, ne de ilhama lüzum kalır. Ve insiyaki olmaktan kurtulduğu için de asıl sanata yükselmiş olur.
Temsil akşamı, evvelki provaların kalabalık bir seyirci karşısında tekrarı demek olduğuna göre, başka bir manası olması lâzım. Bu mana ise, iki taraflı ola bilir:
1. Seyirciye göre
2. Aktöre göre
Eğer mümkün olsaydı da bütün provalar devamınca seyircileri bu çalışmalarda hazır bulundurabilseydik, o zaman temsil akşamı hiç heyecan ve alâka duy-mıyacaklan muhakkaktı.
Aktör ise, aksine: temsil akşamı sanki ilk defa o rolde so hneye çıkıyormuş gibi tabiî ve alışıktır. Burada şu noktaya da dikkat edelim:
Aktör provalarda rolün İçine girmeye, onu kavramıya gayret eder. Binaenaleyh duygulan da dahil olduğu halde bütün melekelerinin yardımına müracaat etmekte haklıdır. Provalar aktöre ekseriyetle usanç getirir, bıktırır. Niçin? Çünkü İlişleriyle oynamıştır, sinirleri azamî şekilde yorulmuştur. Bununla beraber rejisör, prova çalışmaların* temsillerden daha çok ehemmiyet verir. Provalarda aktörün ümitsizliğe düştüğü de sık sık vâki olan hallerdendir. Fakat temsil akşamı aktör rolünün bütün güçlüklerini yenmiş, ona artık tamamile hâkim olmuştur; belki heyecan duyar, ama korkmaz.
Provaların başlangıcında aktör, rolü içinde kendini kaybeder, lâkin son provalara doğru kendini yavaş yavaş rolünden ayırır, uzaklaştırır. Tcmsü akşamı ise, tıpkı mahkeme salonunda kürsiye çıkan bir hâkimin adalet sembolü olarak sırtına giydiği pelerin gibi, aktör de uzun provalar neticesinde yarattığı karakterin şahsiyetine öylece kolaylıkla bürünür ve sahneye girer. Burada da tablo misalinde söylediğimiz gibi, bu pelerinin her temsüde daha mükemmele doğru değişmesi lâzım geldiğini hatırlatalım.
Şimdi bu izahımızı şöyle bir neticeyle bağlıyabüiriz:
Provalarda rejisör, temsilde aktör hâkimdir. Ve provalar aktöre temsildeki hâkimiyetini temin eder.
Aktörün sahne dışında hususî bir hayatı vardır. Bu, sahnedekindeıı daha çetin ve daha gerçek bir hayattır. Aktör de hepimiz gibi, bu hayatın daimi tesiri, ciddî baskısı altındadır. Ancak onun alelâde insanlardan ayrıldığı ve sanatının icabet-tirdiği bir üstünlüğü var, o da ; - eğer irisleriyle oynayan bir aktörse - sahneye girmeden evvel, tıpkı kış günü eve gelen bir kimsenin antrede paltosunu; boyun atkısını, şapkasını V. S. çıkarması gibif dışarıya, dış dünyaya ait endişe, sıkıntı, azap, neş'e keder, scviııç... hasılı bütün ruhî ve
300
zihni yüklerini soyunma odasında veya kulis arasında hemencecik boşaltması ve sahneye girerken bunlardan bir zerresini bile içinde götürmemesi keyfiyetidir. Şüphesiz bu güç bir iştir. Amma ne yapalım ki temsilin sonunda sanatkârın bu yüzden, yüklerini tamamen boşaltmaması yüzünden uğrayacağı muvaffakiyetsizliği, no kadar halden anlıyan bir seyirci olursak olalım gene de affedenleyiz; bu hem onun için, hem bizim için daha güçtür.
Bir aktör düşünelim ki. karısı veya annesi tehlikeli bir ameliyat geçirmek üzere bulunuyor. O gün veya o akşam da aktör bir komedi tcmsflinde vazife almış, sahneye çıkacak. Şimdi bu aktör bir kaç dakika sonra açılacak olan perdeyi ve bu perdenin ötesinde salonu dolduran yüzlerce, belki de binlerce dikkat ve merak dolu gözleri mi düşünsün, yoksa kendi derdini-mi? Hangisini? Yaşaması icıbsden derdi midir, yoksa rolü müdür? To live or not to livel işte mesele burada.
Her halde histeriyle oynayan aktör, istemediği halde derdi ile ro’üniin hislerini birbirine karıştıracaktır. Hislerinin haricinde oynayan aktör ise, hem rolünün isteğine daha kolaylıkla uyar, hem de gizli gizli kendi derdi fle uğraşabilir. Şu halde muvaffak olamamak tehlikesi daha ziyade birincisi için varittir.
Bu bahiste bir çok misaller bulup çıkarmak kabildir. Fakat biz aza kanaat ederek ötekileri söylemekten vazgeçiyoruz.
Ele aldığı bir rolde kendi mizacına uygun unsurlar ve vasıflar, daha doğrusu
benzerlikler aramak, belki müptedi aktörler İçin başlangıçta mazur görülebilir. Fakat bu, aktörün bütün sanat hayatı boyunca müdafaa edeceği bir prensip değildir. Hayat tecrübelerinin çokluğu ve çeşitliği aktöre sanatı için bir çok yaratıcı imkânlar verebilir. Ve iyi bir aktör bu imkânları sanatı uğruna nc kadar çok kullanabilirse muvaffakiyetini o kadar kolaylaştırmış olur. Görgü, bilginin esasıdır; bilgi ise, sanatın yansı. Aktörü. muvaffakiyete emniyetle ulaştıran şaşmaz bir kuvvet var:
Oto kontrol (kend keindini kontrol). Görüş derinliği, muhayyele kudreti, hislere hakimiyet, fikri kavrayış, tabii istidat ve bütün bunlan tamamlıyarak sevk ve idare eden kendi kendini kontrol hassası: İşte büyük aktörü teçhiz eden asli vasıflar. Bunlardan birinin eksik veya zayıf olması aktörü, aktörü değilse bile aktörlük sanatını müteessir eder.
Bu saydığımız vasıfların tam 'olarak aktörün şahsında temerküz etmesi, şüphesiz tabiatın bir lutfuiıır. Fakat büyük ıktör esasen tabiatın yaratmaktan gurur duyduğu, iftihar ettiği bir varlıktır. Çahş-mak imkânsızı değil, nihayet imkânları keşfeder.
Yukardan beri söylediklerimizi umumî bir netice altında toplarsak şöyle diyebiliriz;
Aktör, kendi nefsini bir çok başka nefsler uğruna feda eden, bir tek nefsle vaşamıva dovmıyan adam-’u-. Sanatı, yaşatmaktır. Yaşatılanı yaşamak ta seyirci-ningvazifesidir.
301
Orta Anadoluda
Köylü demek biraz da ekip, biçecek toprağa sahip kimse demek olduğuna göre. her köylünün elinde bir miktar sürüp, ekecek toprağı bulunması gerektir. Halbuki Orta Anadolu köylerinde yaptığım esaslı tetkik ve incelemelerden elde ettiğim netice hiç de böyle değildir..
Bu yazımda bu bölgenin çok eski ve tipik bir.köyünden aldığım misallerle bu ciheti belirtmeğe çalışacağım. Bahsetmek istediğim Kırşehir bölgesinde Hacıbektaş köyü nüfusu 3000 ni aşan 500 evli büyükçe bir nahiye merkezidir. Köyün kuruluş tarihi 700 sene ötelerine kadar, uzar. Halkının
90 ından fazlası_seferberlik içerisine kadar. ekip, biçecek tarlaya, takıma sahip bulunuyordu. Uzun süren bir harp, onun peşi sıra gelen kıtlık ve kuraklık yıllan, her ta rafı kasıp kavurduğu gibi, Hacıbektaş köyü insanlarını da çok zayıf ve halsiz düşürdü. 500 ü aşan çift adedi bu kıtlık, kıya met yıllarında 100 den de aşağı düştü, ihtiyaç ve sıkıntı içerisinde kıvranan halk, canlarını kurtarmak, çoluk, çocuklarını d((-yurmak için boğaz derdine düştüler. O za man, şimdiki gibğgurbet âdet edilmemizi i. Kimse bir tarafı bilmiyordu. Uzun askerlik yıllarında az. çok gözü açılanlar, köylerine döndükten sonra, züğürtlük canlarına tak dediğinden kısmetlerini gurbette aramağa çıktılar. Zaten, birçoklarının yurdu, yuvası dağılmış, evi. ocağı sönmüştü. Bu arada birçoklan da daha köye ayak basmadan canından bezdiğinden çotuklarını, çocuklarını atarak başlarını alıp battılar. Bir kısmı İzmir’i boyladı. Bir kısmı da o zaman ziraat işçilerinin toplandığı Adana ve havalisine akın ettiler. Kılıçtan arta kalanlar d&ibu
Toprak Meselesi
Halil AYTEKİN
memleketin ağır ve sıtmalı havasına daya-namıyarak telef olup gittiler. (1).
Memleketin birçok yerlerinde olduğu gibi Hacıbektaş köyünde de eli İş tutar pek az adam kalmıştı. En seçme celep gibi delikanlılar, cephede düşman kurşuniyle ölürken, köyünde bıraktığı çoluk, çocuğu da hastalık ve alçık gibi iki amansız düşmanın pençesinde can veriyorlardı, Bu yüzden köyde nüfus pek azalmış, tarla, takım zengin çiftlik sahiplerinin eline geçmişti. Kader ve kısmetini diyarı gurbette aramak imkânına sahip olamıyanlar için, zengin kapüarma karın tokluğuna yamanmaktan başka, çare kalmadı.. Harpten sonra, elindeki toprağım kaybeden balkın 3/4 ü ır-gatlaştı. O zaman memlekette ziraat işçiliği pek geri ve iptidai bir haldeydi. Memiryolu, fabrika, inşaat gibi işçilere geniş mikyasta iş ve çalışma imkânları hazırlayan büyük teşebbüslere girişümemişti..
Yavaş, yavaş hastalık ve sefalet, önüne gel ilmez bir facia halini aldı. Bunun neticesi olarak, memleketin her tarafında olduğu gibi. Hacıbektaş köyünde de halli güç, ortaya yeni bir sürü sosyal meseleler çıktı. Harbin peşini kıtlık ve kuraklık yılları takip etti. Köyde asker kaçağı birkaç eşraf Ve çiftlik sahibi imhaydı adamlardan ve asillerden ve köyü tahakkümleri altında tutan (B) tekkesi ile (T ı şeyhlerinden başka kimse kalmamıştı. Halkın büyük hür kısmı mülkiyetini kaybettiğinden bir kısmı da toprağı işliyecek ziraat âlet ve va sılalarına malik bulunmadığından çiftçiliği bırakmıştı.
(11 (Alav olov ae(lrler, birer birer ölürler, lû-ionir-onAnpdolu’Byn b(şwkirlısı>-Adano ve hova-İlişinde Soarck isçileri için itövlemnîs bir tözdür.
302
Bu vaziyetten faydalanan, Hacıbektaş köyiinü asırlardır nüfuzları altında tutan (B) tekkesi ile (T) şeyleri oldu. Küçük mülkiyet sahibi köylünün elinden çalan toprak bunların elinde toplandı. Uzun müddet, sarayın ve asilliğin kendilerle bahsettiği hak ve imtiyazla, memleketin muntelif köşelerinde âdeta nüfuz bölgeleri tesisine muvaffak olan. Hacıbektaş köyünde oturan bu ocaklılar, sayısı yüzleri aşan köyleri. zamanla kendi tarikatları içerisine alarak (ocak ve mürşit hakkı)' ismi altında topladıkları müzuratla bu köyleri kendilerine daimî bir vergi veren vakıf topraklar haline getirmdislerdi. (B) tekkesi ile T şeyhleri bu uğurda birbirleri' ile en amansız mücadelelere girişerek köy halkını ikiye avırmıslardı. Bu mücadele ve baskı altında şahsiyetlerini, öz varlıklarım kaybeden halk, uzun yıllar bu iki ocağın kulu kurbanı oldu. Çalışıp, kazandıklarını ona ve onun adamlarına yatırmak suretiyle ocağa bağlılıklarını ispata çalıştılar. Köyün yarışma (B) dergâhında^ babalar.,varışına da (T.) şevlileri hükmediyordu. Her iki müessesenin de «ifade geniş çiftlikleri, sayısız malikâneleri vardı. Fer taraftan su gibi Bara ve servet akıyordu. Servet ve zenginlikleri artbkca ihtirasları da o -n's-bette artan her iki tarafın arasındaki mll-cadele de kızısın, keskinleşiyor, hah're halkın cehalet ve taassubu körükleniyordu. Bu ssvcön far sürü znf(l zavalltvf nesleriıı de sürilkllverek efkârlarına hizmet ettirmesini biliyorlar, her mücadele sonunda biraz daha zavıf ve mecalsiz dilsen kövlü-nün el'ndeki malmı. mülkünü çekip alıyorlardı. Halkı h(r taraftan partilere, zümrelere ayırarak hirbfrine takarken diğer ta raftan kendi haili emel'cr’ni mziidon gizliye vürüterek reçeli, rilndüz’ü faaliyetlerini devam ettiriyorlardı.. Zaten, yukarıda işaret ettiğim sebenler dnlnvrclvle bu adam larm haksızlıklarını yüzlerine .earoacak kövde ııvanık. cahfİCTİde Jönesp kalmamıştı. Flünde narası ve mülkü bnh'nan b’rkaç kişi de bu iki kapıva kavuk «allamakla keselerini dolduruyorlar: halktan olduklar:
halde efendileriyle birleserek halkı soyup soğana çeviriyorlardı.. İşlerinin ehli olan bu çanak yalayıcılar, çevirdikleri dolap nis-betinde post kapıyorlar, iki tarafa da kesen bıçakları sayesinde hain ve gizli emellerini örtbast etmesini biliyorlardı. Bu iki ocağa mensup adamlardan başka, kövde efendi tanımıyorlardı. Kimsenin sivrilmesini. ileri gitmesini istemezlerdi. Hic kimse müştekilen hareket etmek ve yasamak imkânlarına sahip değildi. Bütün kör halkının hareketleri bu iki ocağın sıkı kontrolü altına alınmıştı. Her şevin güzeli ve iyisi onlar içindi. Kövün en güzel arazisi, savısız değirmenleri. ve malikâneleri va adak, ya niyaz olarak hu iki ocağa yatırılmış, vahut da zorla ellerinden çekip alınmıştı.. Bir zamanlar ekip bicecek toprağa sahip olan köv hs.’kı artık ancak, yarıcılık, ortakçılık ve isçilik yanmak Buretîvle öz topraklarında çalışmak ve faydalanmak imkânlarına nahinti. Bu iki müesseseden herhangi birisi, istediği tarla, bağ ve bahrevi istediği zaman kendi çiftliğine katabilir. Buna kövde kimse ses çıkarın, itiraz etmek hakkını haiz değildi.. Halk, öte dimvada efendi, ve babalardan görecekleri şefaate, ka-vnsacsklaıj uhrevî nimet ve bazlara karşılık. dünva malını V6 nimetlerini bağışlamakta tereddüt göstermez, o.türiil zevk ve ssadetuı verilen adak ve nivazlnr karşılığı eMe edileceğine indndıriılmı«tir. Halk, elin-dcHni. avucnndakinl efendilerinin önüne dökiln sefil bir hşvn.t sürerke onlar servet ve ihtişamın en vüksek katında otururlar, gırtlnlrlarma kadar, aitm ve gümü«e gömülü tahtlarında tarikat mensuplarına sabır ve ümit telkin ederek hüküm vliriitilrlerdl..
Gilh gectökce kövün üzerine taassup ve istibdadın korkunç kanatlfrmı germeğe başlıvn.n ocakl’iar. bununla da kalmadı: bütün kö.v çiftlikleri, halk ta isçileri haline gri'tıce. vnmr ve nza-netleri de arttı. 500 evli Hacıbektaş kövü ile birlikte memleketin daha birçok körleri üzerinde nüfuz bölgeleri tesis ederek, faaliyetlerini bir kat daha arttırdılar. Her- iki taraftan da dört bir tarafa adamlar çıkartıldı. Hasımlanm
S03
yere sermek, yeni gelir ve varidat kaynaklan bulmak için, taliplerinin sayısını çoğaltmak gerekiyordu. Çıkardıkları adamlarla her tarafta hudutsuz bir propaganda savaşma giriştiler. Bu yüzden aralarında iğrenç ve korkunç bir rekabet ve zıddiyet baçgösterdi. Teşkilât büyüyüp genişledikçe yeni, yeni masraf kapılan açıldı. Uzlaşmak ve anlaşmak ümidi suya düşünce, işi başka şekle döktüler, yavaş, yavaş mülkiyet ve şahsiyet dâvası tarikat ve post kavgasına çevrildi. Bunun neticesi olarak köyde yeni partiler, zümreler peydah oldu. Gizli eller tarafından halk, boyuna tahrik ediliyor, birbirinin üzerine kışkırtılıyordu. Az zamanda koca köy birbirine girdi. İki düşman zümre halinde kardeş kardeşe diş bilemeğe, efendileri hesabına gırtlaklaşmağa, boğuşmağa başladılar...
" Zamanla iş dallanıp, budaklanıp da gürültü büyüyünce mesele hükümetin kulağına kadar vardı. O zaman İstar,bulda oturan ^ultanlann müdahalesiyle iş büsbütün sarpa sardı. Her iki tarafta saraya elçiler, adamlar, hediyeler gönderiyor. Aleyhte, lehte çeşit, çeşit emirler, fermanlar çıkartılıyordu. Hangi taraf ağır basarsa postu o kapıyor, böylelikle karşı tarafı ya susturuyor veya köyden sürdürüyordu^Gitgidc köye hükmeden imtiyazlı, asil bir sınıf yanında, ondan kopardığı haklarla, köylünün alın teri ve elemeğinden zenginleşip mühim bîr servet yığan ikinci bir kuvvet da ha belirmeğe başlıyordu. Birinciler, İkincilerle eîeie vererek köyü iliklerine kadar emmeğe, fakir düşkün halkı, soyup, soğana çevirmeğe başladılar.. Halk, arasında öte-denberi hâkim olan bir kanaate göre. «Gökten düşen bir şeyin parçası bulunur efendilerin gözünden düşenin parçası bulun-maz> dı. Bu itikat ve zihniyetin tesiri altında halkın alın teri ve elemeği efendilerin şahsî ihtirasları uğrunda uçup gidiyor, şehrin kadılarının, müftülerinin, şeriyeci ve dâva vekillerinin ceplerine akıyordu..
Zaman '.n halkın içinden yetişip de haksızlığa ve zulme karşı baş kaldırmak cesaretini gösterenler, feci ve Hğrahç bir
şekilde ya cezalandırılıyor; ya, sürdürülüyor, yahut da ortadan kaynatılıyordu.. Lâkin, hakikat durudurîamazdı.. O ağır ve gizli de yürüse bir gün bir tarafta muhakkak patlak verecekti. Nitekim' de öyle oldu.. Asırlar boyunca memlekette artsız. arasız geriliğin, irticaın, taassup ve cehaletin müdafaa ve mümessilliğini yapan bu iki ocak, İlk tekmeyi cumhuriyetin kuruluşundan sonra yedi. (B.) tekkesinin dağılması üzerine, kör ve kara kuvvetler elinde esir olan halk, düştüğü cehalet ve taassup çukurundan silkinip çıkmak cesaretini ilk defa kendinde buldu. En büyük manevi is-tinatgâhlarmı dergâhın kapanmasiyle kaybeden (T.) şeyhleri de tirktüler. Korku ve şaşkınlık geçinceye kadar, bir müddet yorganlarını başlarına çekerek sustular. Memleket ve halk üzerinde ebedî ve mutlak bir hak iddia etmekten vaz geçer gibi göründüler.. Bu umulmadık ' hâdise pek kısa bir zamanda (T.) şeyhlerinin mevkilerini ta kökünden sarsmış, nüfuz ve itibarlarını tehlikeye düşürmüştü
Uzun yıllar, eşraf, ağa ve ocakzedele-rin elinden çekmedikleri, kalrmyan köy halkı, bu inkılâpçı hareketten sonra, kısmen, manevi baskı va hâkimiyet altından yakayı sıyırdılar. Bununla beraber hâlâ en verimli ve kıvmctji topraklar, iki elde toplanmış bulunuyordu. (T.) şeyhleri sahip olduktan topraktan bir karış bile kaybetmedikleri gibi, (B.) tekkesinin çiftlik ve arazisi de olduğu gibi evkaf idaresine geçerek e! değiştirmişti. Henüz hiç kimse hu topraklar üzerinde bir hak iddia edemiyordu. Köy halkının büyük bir kısmı şurada, burada sürünüyor, kendine iş, güç bulmak için köyden uzaklaşıyor, amele işçi olarak gurbete çıkıyordu. Bu gün dahi 8000 nüfuslu 111.» köylülerinin 7 60 mı topraksız köylü teşkil etmektedir. Yalnız geçen sene, evkafın elindeki arazi 16 sene boş yattıktan sonra, halkın müracaattan üzerine nihayet satışa çıkarılmış, bu satıştın parasız ve fakir halk, bîr santim bile istifade edemiyerek olduğu gibi binlerce dönüm arazi bir kaç zengin paralı adamın üzerine devredilmlş-
304
YAYINLAR ;
"llori Fikir Geri Fikir” Münakaşası
Ulus'un Fikir Hareketleri sayfasında, zaman zaman. Dergiler ve Fikirler başlığı altında muhtelif fikir ve kültür dergileri tahlil ediliyor. 11 Sonteşrin 1943 tarihli Fikir Hareketleri sayfasında yine bir dergi takdim ediliyor ve bu münasebetle, hakikaten çok mühim bir mesele olan, ileri fikir - geri fikir meselesi ele alınıyor. Alınan cümlelerden anlaşılıyor ki münakaşa mevzuu «Adımlar» m, «Cumhuriyet inkılâbımızın tarihî mânası» adlı makalede, bu hususta ileri sürdüğü fikirlerdir, (ikinci teşrin 1943). Fikir hareketlerinin yazıcısı «Bir yazıcımız mecmualarımızın birisinde» gibi sözler söylediği halde, nedense, bunun
tir. .Böylelikle büyük toprak parçalan ile. işletme vasıtaları birkaç kişinin elinde toplanırken köyün sosyal ve ekonomik yapısında, derebeylik sisteminin çökmesi toprağın sahip ve efendi değiştirmesi üzerine, küçük rençber, orta rençbcr, büyük renç-ber ismi altında üç boy üzerine yeni bir tabakalaşma olayı belirmeğe başlamıştır.
Köyün geniş ve münbit topraklarını halen ellerinde bulunduran ev adedi onu geçmiyen ocaklılar bir tarafa bırakılırsa, köyün bu ::ünkü toprak ve arazi durumunu şöylece hulâsa edebiliriz, (H.): köyünde sürüp ekecek toprağı olan 200 rençberden ancak 20 rençber 300 dönümden 500 dönüme kadar^ bir toprağa sahip ki bu boy rençberler, normal senelerde 400 kileden 1000 laleye kadar mahsul kaldırır ve köyün büyük boy rençberlerini teşkil eder.. 100 dönümden 150 dönüme kadar toprağı işllyenler de köyde elli rençberi geçmez H bu boy rençberlerin eline 150 kileden 300 kileye kadar, bir mahsul geçer. Bunlar da köyün orta sınıf rençberleridir.
Geri kalan .130 rençber, ya köydeki top: raklann pek aşna sahip bulunmakta ve-
«Adımlar» olduğunu tasrih etmeğe lüzum görmiyor. Biraz aşağıda "bahsettiğim mecmua» gibi sözlerle hangi mecmuadan bahsettiğini açığa vurmamakta ısrar gösteriyor. Yazının altında imza yerine üç yıldız bulunduğu için bu münakaşada kime hitap edeceğimizi bilmiyoruz. Fakat yazıda beliren zihniyete bakarak, yazının fikir hareketlerini idare eden Dr. Tahsin Banguoğ-lu, yahut Reşat Şemsettin Sirer, Dr. H. Fikret Kanad gibi sayfanın daimi yazıcılarından bir bilgin tarafından yazılmış olduğuna hükmedilebilir.
Bu nokta üzerinde duruşumuz sebepsiz değildir. Biz kuvvetle şuna kaniiz ki memleketimizin fikir seviyesinin yükselmesi için fikir münakaşaları (zümre taktiklerinin, rekabet halinde bulunan ticari müesseselerin aksine olarak) açıkta yapılmalıdır; fikir hürriyetini zincirlemek isti-
yahut da ellerinde geniş topraklar bulunduran ocaklılara, çiftlik sahiplerine kiracı ve yarıcı olarak toprağı işletmek imkânlarını bulmaktadır. Bunları umumiyetle küçük boy rençberler sınıfına dahil etmek lâzımdır. Bu çeşit rençberlik yapan köylünün eline ancak 25 kile ile ,100 kile arasında bir mahsul geçer. Enerindeki toprak miktarı 25 dönümle 50 dönüm arasındadır. Köyün ekseriyetini teşkil eden bu boy rençberlerin üçte ikisi bilhassa, şu son senelerde altından kalkılamıyacak kadar ağır borç altma girdiklerinden ellerindeki toprağı birer, birer kaybederek hergün biraz daha sefalete düşmekte, ziraat işçiliği ve ırgatlıkla kendine yeni geçim yollan aramaktadır. Zaten, yukarıda bahsettiğim muhtelif Sebeplerle, bu köyde nüfusun yansından fazlası mülkiyetini kaybı-ien köylüyü teşkil etmektedir. Bu yüzden Hacıbektaş köyünde işçi ve amele sayısı gündeıt güne artmakta, halk, bu günkü artlar içerisinde geçimden âciz kaldığından evini, ocağını terkederek kendine iş ve geçim vasıtası bul-mak.için, Ankara ve sair şehirlere göç etmektedirler.
305
yen bazı yobaz ve kara zümrelere rağmen fikir hürriyeti gitgide daha büyük kuvvet kazanacaktır. Bu hususta, yazısının ilk paragrafını göz önünde bulundurarak, fikir hareketlerinin sayın yazıcısı ile aynı fikirde olduğumuzu görüyor ve seviniyoruz.
İleri fikir ve geri fikir meselesi, üzerinde ısrarla, durulması lâzım gelen ana meselelerden biridir. Değişen bir dünya içinde geri olandan uzaklaşmak, üeriyi görmek ve buna bağlanmak bir fikir adamı için geçici bir fikir meşgalesi değildir, en mühim vazifedir. Onun için «Adımlar» daha ilk takdim yazısında değişen bir dünya içinde bilhassa ileri - geri meselesini ele alarak yola çıkmıştı.
Burada ileri ve geri hakkındaki bütün düşündüklerimizi yazmağa imkân yok. O-nun için yalnız sayın yazıcıdan ayrıldığımız bir noktaya işaret etmeği yeter göreceğiz. Yazıda deniyor ki: «Mecmualarımızda münakaşalar olurken sık sık kuüanılan terimlerden biri de ileri ve geri fikir sözleridir. Fakat bu yazıların hiç birinde ileri fikrin mihengi nedir? Hang fikre gerilik sıfatı verilmelidir? sorularına cevap verilmemekte ve bu yüzden o münakaşalarda da açıklık kalmamaktadır.»
Hangi fikre gerilik sıfatı verileceği artık bugün keyfimize bağlı bir keyfiyet olmaktan çıkmıştır, olaylar geri fikirlerin geriliğini olanca çıplaklığıyla göstermiştir. Gerilikleri artık söz götürmez bir halde belirmiş olan fikirlere bir kaç misâl verelim. Faşizm.ideolojisi geriliktir? Buna bağlı o-larak, milletlerin birbirine bu kadar bağlı olduğu bir dünya içinde, iktisat ve kültür otarşisi geriliktir? Başkalarına zincir vurmak, onları istismar etmek için bir kalkan gibi kullanılan ırk üstünlüğü fikirleri, her türlü ırkçılık geriliktir, cahilliktir? (Irkçılığın gerilik olduğunu Fikir Hareketlerinin tek yıldızlı yazıcısı da geçen Ağustosta çıkan bir yazısında belirtmişti.) Miüet mikyasında- meseleler düşünülürken rejyona-liznı. geriliktir, derebeylik artığı bir fikir hortlağıdır; iptidaiüktir. Çünkü insan;doğ.« duğu yeri sevebilir ve sevmelidir, onun için
fedakârlık edebilir ve etmelidir; fakat m let mikyasında ilim, fikir, terbiye, iktisat, idare meseleleri üzerinde, meselâ, Erzurumludur, Sıvaslıdır, Konyalıdır, yahut (suyun bu tarafında yahut öteki tarafında .doğmuştur) demek geriliktir, iptidailiktir.
Bize öyle geliyor ki bir kere geri fikirler, kara fikirler teşhis edildikten sonra ileriyi görmek kolaylaşır. Çünkü geri ve karanlık fikirler gözümüzün ileri görmesine karşı dikilen zehirli bir dikendir. Bu hususta da Fikir Hareketlerinin sayın yazıcısı üe aynı fikirde olmayı umuyoruz.
Muzaffer Şerif
«La Chut de Paris», «Parisln Sukutu», Roman, Uya Elırenburg, Moskova 1942, Stalin Mükâfatı:
B. Martin du Gard ve J. Romain’in ro-manlariyle alıştığımız bir roman tarzının yeni, enteresan bir misali üe karşılaşıyoruz. Burada da baş rolde bir kahraman ve bir prima donna yok, bu bir «aşk, ihtifas, macera!» romanı da değildir,
1936 dan itibaren . harbe tekaddüm eden senelerde Fransız hayatının, günü gününe, bir gazeteci tecessüsü ve bir sosyolog tahüli üe incelenmiş tarihçesini, bizi alâkadar etmesini, sürüklemesini bilen kuvvetli bir muharriden dinliyoruz. Hâdiseler arasından süzülen, zevkle takip ettiğimiz, sade, beşeri, zorlanmamış bir hikâye de vardır. Fransız cemiyetinin muhtelif tabakalarının açık bir maktamı buluyoruz. Romancı bizi, fevkalâde iyi taradığı bu iç yapının en ince yerlerine kadar götürüyor, Fransanın muhtelif zümrelerinden insanlarla tanışıyoruz. Bunlar hikâyenin ta kendisi üe alâkadardır. Muharririn en büyük hüneri bu muhtelif zümrelerin mümessili olarak seçtiği tipleri camit birer model olmaktan kurtarıp, bizi cidden alâkadar eden tanımak istediğimiz enteresan şahsiyetler yapmasıdır.
Kitap Fransa’yı iyi tanımış olanları büyük bir alâka üe kavnyacaktır. Bu memleketi ve geçirdiği buhranı anlamak, izah clnıek istiyen kari için -bulunmaz bir fır
306
sattır. Derin bir vukuf ve sanatla — sanatla diyorum çünkü bazılarının zannettiği gibi sanat yalnız aşk maceraları yazmak, kokmaz, bulaşmaz mevzularia uğraşmak değildir — yazılmış mükemmel bir etüttür de.. Kitabı bir bakımdan daha faydalı buluyoruz. Bizde en iyi bilinen yabancı camia Fransız camiasıdır. Halbuki, bu memlekette uzun zaman kalıp tahsillerini Fransız üniversitelerinde yapanlar büe Fransa-yı Molidre'in, Descartes’uı, Hugo’nun, Beaudelai: e'in fantezist eski edebi klişeleri-le tanırlar. Sanki Fransa, bütün değişmelere bigâne mücerret bir kültür hâzinesidir. Aydınlarımızın bir kısmının bu memleket hakkındaki fikirleri, hükümleri asgari bir asır evvelki mûtalara göredir.
«Parisin sukutu» işte belki bizde on eksik olan kısmı, durmadan değişen Fransız bünyesini, en şiddetle alâka çekici bulunduğu bir devirde yakalamış ve üstada-ne tahlil etmiştir.
Eserin dilimize bir an evvel çevrilmesini temenni ederiz,
Hüsnü BAKI
Abdttlhak Şinasi Hisar, Fahim bey ve İliz (nikâye). İllimi Kitabevi S. 231,1 M2
Ulus gazetesinde tefrika edilmek üzere iken büyük gürültülerle ilân edilen vo kitab halinde basıldıktan sonra geniş, hattâ şaheser detirtecek kadar müsbet akisler uyandıran. Halk Partisi’nin Roman mükâfatım kazanan romanın iki üç adım arkasından gelen, A. Ş. Hisar’m 21 fasla ayrılmış Fahim bey ve Biz adındaki kitabım büyük bir merakta okuduk. Aşağıdaki satırlar bu merakımızın hal edilmiş şeklidir.
Kendi adım kitabın kabına geçirtecek kadar hikâyenin kahramanı olan Failim bey, mektebi bitirdikten sonra harici yeye intisab etmiş. 'Londra'da üçüncü kâ-tib olarak bulunmuş ve bir aralık Çeti ■ ne’de bir kaç gün maslahatgüzarlık etmiş, büahare büyük işler hülyasıyla hâriciyeden ayrılarak ticari hayata heveslenmiş ve
sonradan muhtelif dairelerde mütercimlik etmiş bir zattır. Fahim beyin ölüm haberini "mutad klişe halinde" gazetelerden öğrenen muharrir bu haberden fazlasıyla müteessir olmuş ve onu yakından tanımanın verdiği salâhiyetle; anasından babasından, akrabalarından, bir çok kimselerden duyduklarına kendi görüşlerini de katarak bu zatı okuyucularına tanıtmak istemiştir.
Hikâyede Fahim bey hakkında anlatılanlar, işitilenler çok dağınık ve serpilmiş olduğundan insicamlı bir halde kendisinin hangi hüviyette olduğu belirmiyor. Kitabı tekrar parça parça okuyarak ve bu sağa, sola yayılmış parçalan birbirine ekliyerek o’nu- tanımak kabil oluyor.
Kendisinin mahdud bir kaç yakın arkadaşına göre. Fahim bey Deri düşünüşlü. bilgili, fazıl, kendi halinde ve orijinal bir tipdir diğer arkadaşlar ise onu uysal, temiz zaman zaman kafa bozukluğuna müptelâ zararsız ve aptalca buluyorlar.
Fahim bey yapamadığı ve asla yapa-mıyacağı işler peşinde koşan aktif muhayyel gayelerle yüklü passif bir zattır. Başkalarının kendisinde 'görmek istedikleri kisveve bürünerek ortalarda dolaşan bu zavallı zat bu garip halleriyle hem kendini hem d ebaşk alarmı aldatmaktadır. O’na ait- hatıraları anlatanlar bp hallere kendileri de gülmektedir. Fakat okuyucunun dudaklarında istihzayla kan ık bir tebessüm belirtmekte olan Fahim bey'de bazen Nasrettin Hoca’nm saflık ecnhesinl meydana koyan esprilere de rastlanmaktadır. Fahim bey’iri bazı ruhi hallerinde G. Du-hammel’in kahramanı Salvin gavri ihtiyari olarak gözümüzün önüne gelir.
Fahim bev yasadığı devrin sosval karakterlerini taşıyan tipik bir şahsiyet midir? Hayır. Standartlaştırılmış bir tip midir? Gene Hayır. O Halde nedir? Muharririn fikirlerini söyletmeğe sadece bir vasıtadır.
Muharrir kendi sanat görüsünü. Kadınlar, İstanbul, ihtiyarlık ve ölüm hakkın-
307
daki düşüncelerini okuyucularına ulaştırmak için sırtına bindiği bir nakil vasıtasıdır.
Kumaşı parlak vc çekici olan elbise Fahim bcy'iıı sırtına göre biçilmemiş olacak ki çok bol gelmiş ve yer yer sıntmış-tır. Bir orkestra ahenginin mevcudiyeti lâzım olan kitabda ahenksizlik iyice göze çarpmaktadır Kitaba Fahim beyi katmı-yarak sırf düşünceler ve ihtisaslar üzerine daha kısaltılmış bir eser ortaya konsaydı muhakkak ki şişirilmiş bir kıymete değil hakiki kıymete erişirdi.
, Sanat sanat içindir formülünü ve (insanların gözlerine sürme çeken) akşamı tasvir için; kendisi hakkında kadınların kaçık hükmünü verdikleri (en kesin en akla yakın hüküm de budur.) şuur altı hastalığına müptela bir tek insan olan Failim bey’in kaprislerini bize tanıttırma-ya ne lüzum vardı?
Kitabın son bölümlerinde ustacasına yazılmış İHTİYARLIK duyguları, İstanbul müstesna diğer bölümleri için hükümlerimiz menfidir. Memleket günün şakşaklarına boyun -ğmiyecek biiyük çapta eserler beklerken modası geçmiş romantik mantolarla sanat aleminde do’aşmak sadece günün adamı olmaktan başka bir şeye yaramaz. Sanatkâr ebediyete intikal heycanıyla tutuşan insandır. Bu da aşağıda yazdıklarımızla kabildir.
Köklerini cemiyetin toprağına sokmayan, sayfalarını çalışan insanların alın terleriyle sulamayan ve sadece tek insanili etvan haliyle, kaprisleriyle üstün körü uğraşan sanatkârın eserleri ademi iktidarla malul olacak ve geleceğe intikal cdemiyecektir.
Sanat eserinin istihsalinde birinci unsur; bütün çıp'aklığıyla kanalizasyonlarıyla ve gene bütün zekâ, iç alemleriyle, gaileleriyle insan, ikinci unsur ise ihsan’ıh sâyi ve üçüncü unsur ise onu çevreleyen Tabiatdır. ———-«r -y
Yaşar ÇÖL
KÖYÜN İÇİNOEN ;
Folklor Tctkikma Çıkan Münevverlerimiz
Köylerde bozulmamış insan, el değmedik eşya, görülmedik oyun, duyulmadık türkü aramağa giden altı kişilik bir kafile, birkaç köy dolaştıktan sonra, filim ve fotoğraf makineleri de yanlarında olduğu halde Sapmaz köyüne uğradılar, öğretmen vasıtasiyle köylere bir hafta önceden haber uçurulduğu için, otomobilden inen altı kişilik heyeti, köyün minaresi yıkık mescidi önünde köyün öğretmeni, muhtar ve birde yolun ıkl geçesine şapkaları ellerinde dizili duran 33 kadar okul talebesi karşıladı.
Heyetin başkanı güler bir yüzle muh-■r ve öğretmenin halini, hatırını sorup •>. sıktıktan sonra, iple birbirine çatılı ürkek küçük buzağılar gibi, pel, pel gözlerinin içine bakan talebeler de ayn avrı iltifatta bulundular. Ve hemen oracıkta birkaç poz resim çekin, defterlerine birkaç satır not aldıktan sonra, doğruca öğretmenin ihtimamla!! ağanın yiik'üklerdc ka-yılı duran kilim keçe ve e1 değmedik esva-larl . erün cörmcdik sedirlerini dösevip dayadığı Kapusuz ağanın odasına indiler-Baslarına toplaşan köylüleri- hoşbeş, alfa bostan sonra, ayran ve k.-hveler irildi. öğrot.man. ve muhtarın bin bi- zahmetle hazırlattığı kaz dolması, taze yoğılrt, baklava ve meyvelerden ibaret o'an basit ve sade yemeklerde ezdirildi. Bu arada köylüleri deşmek için ap. Bira dertlerine dokunuldu.
Şimdi artık, birazda şehirin tesirlerinden uzak kalmış, "bozulmadık" insan-larile, konuşmak, hasbühal yapmak icap ediyordu. Sırf bunun için, sureti mahsuBa-da döi-t saaÖîlt“fer köyden ak sakallı, bütün ömrünü dağlarda çobanlıkla geçirmiş, şetire'seyreltinmiş, çıkmış altmışlık bir ihtiyar, kavalile heyetin huzuruna celbedil-di ihtiyar konuşmağa başlamadan kava-lına şöyle bfr-üfleytfıte" duyulmadık" nağ
308
meler çalmağa başlayınca, heyetin parmağı ağzında kaldı. Hemen resim makineleri not defterleri faaliyete geçti, kıskıvrak muhtelif pozda resimler çekildi. Yağmur gibi yağan taltifler ve iltifatlardan sonra, İlâhi nağmenin sebebi bir yenice cîğara-sıle mükâfatlandırıldı. Heyet, aralarında kısa bir münakaşaya tutularak zamanın para ve gösterişe tapan, bu yüzden ruhun hassasiyet ve asletini gayıp ettiren maddeci sanat görüş sahiplerine atıp, tutmağa başladılar. Merak bu ya münevverlerimizin kafasına yep yeni bir fikir doğdu. Her türlü menfaat ve gösteriş kaygusundan uzak, dağda tek başına kendi, kendini yetiştiren «bozulmamış» nur yüzlü halk sanatkârından bu günkü bozulmuş dünyaya ait, duyulmadık sözler aşınp dünyayı sürüklendiği uçurumdan kurtaracaklarını zannederek piri faniden peygamberce sözler beklediler. Maksatlarım uzun, uzadıya anlattıktan, ihtiyari kendilerine ısındırdıklarına iyice kanaat getirdikten sonra, bazı cazip vaatlerde bulunmayı da ihmal etmediler ve sözü bozulmadık ihtiyara bıraktılar. Köylü kavalını dizlerinin üzerine yatırdıktan sonra birden değişti, biraz önceki ilâhı nağmeleri çalan, İlâhi adam olmaktan çıkarak, ömrü dağlarda geçmiş adamlara has bir serbestlik ve kıvraklıkla meclisin ciddiyetine pek dc uymıyan ve lâkin gerçekliğinden hiçte şüphe edilmiyeıı ardı ardına bir çok hikâyeler ve vakalar anlatmağa başladı. Gelmişten, geçmişten eskiden yenidı ıı bahsetti. İhtiyarın bütün konuşmalarında kime karşı olduğu pek fark edilmiyen bir sürü hınç öfke saklıydı. Ağzından çıkan her kelime zehirli bir ok gibi örüyordu. Sözünün bir yerinde (Efendücr.bu laflar karın doyurmaz, köycek açık çıplak kaldık. Gaz yağsızlıktan bütün köy karanlıkta oturuyor. Başınızı ağrıtıyorum ya bunlar da bizim derdimiz. Geçenlerde' hatır için, yetmiş liraya bir teneke gaz aldım, olduğu gibi su çıktı. Köylülük her zaman başa belâ, öküz bıthır tohum bulamaz,
tohum bulur sürecek tarla bulamaz. İşte bax lonuuusuzdUKcan otuz auuunı uerk e&ı-leceK auruyor.) 1 erine yene^TKen (.aei-terinize biraz da hunin. run.n yazın çizin) dedi.
Biraz evvel, kavalında İlâhi nağmeler fısıldayan köylüyü mest Olarak oıııli-yen münevverlerimizin bu acı itiraflar ve şikâyetler karşısında rahatlan kaçar gibi olau. Herkes sudan cevapla bu mevzulardan uzaklaşmağa, konuşmağı başka noktalara intikal ettirmeğe çalıştı.
her şeyin iarkmda oıan köylü, bu lâfların hiç birine kulak asmadan münevverleri gittikçe asabüeştiren bir pervassızhk ve küstahlıkla konuştuklannıızuı nepsı laı bunları çok dinledik. Hiç birinin aslı astarı yok. Arkasından herkesin ağzına kilit vuran şöyle bir teselleme ile lâfını bitirdi.
(Buna derler, bitmedik çalı dibinde, doğmadık tavşan yavrusu, keçi tersinden saçma, yol tozundan barut, işin yoksa doldur, doldur boşalt. Altı fasafiso işte bizi böyle avutuyorlar.)»^™—^™
Her şeyi hiçe indirerek büyük bir cesaretle köylünün üzerine fırlattığı çamurdan silkinmek için, kimsede hamle yapacağı bir kuvvet kalmamıştı. Herkes şaşkına dönmüş birbirinin yüzüne bakıyordu. Altı kişinin hareket ve bakışlarından bu köyde ârtık görülecek birşey kalmadığını sezen heyetin başkanı vaktin geldiğini bahane ederek hemen toplanmalarını emretti.10 dakika sonra herşey tamamdı. Birkaç saat için, köyü şereflendireli kafile köydeki; eldeğmedik eşyaları görmeğe, duyulmadık türküleri dinlemeğe vakit bulamadan tası, tarağı toplayıp otomabü-lerme atladılar. Bozulmadık köylerde, bozulmadık insan aramak üzere yine yola revan oldular. Yolda giderken de köylünün kavalından çıkan ilftht nağmeleri unutarak bu bozulmadık insan tarafuıdan bozulduklarını birbirlerine açmağa cesaret ede-miyerek (Dağda büyümüş vahşi köpek) tabirini kullanarak bizim nıhu incelemiş i İlâhi sanatkâra »tıp.eğirmeğe başladılar.
Halil Aytekin
909
Buğday Fiyatının Düşmesinin Orta Anadolu Köylerinde Doğurduğu Durum
Köylerimizde hububat fiatlan günden güne düşmektedir. Geçen sene bu günlerde yurdun bir çok bölgelerinde kilesi otuz kırk liraya yükselen buğdayın bu günkü azamî satış fiyatı on lirayı geçmemektedir. Bu vaziyet, geçen sene ekmek sıkıntısı çeken halkımızı sevindirdiği gibi, tohumluk hububat ve yiyecek teminininde zor bir duruma düşen köylerdeki müstahsil halkın büyük bir çoğunluğunu da endişeden kurtarmıştır. Köylerde geniş topraklara sahip, ambarlan zahire ile dolu reçberler müstesna, hemen herkes, bu günkü hububat fiatlannın düşmesinden memnun görünmekle beraber, haklı olarak bazı şikayet ve dileklerde bulunuyorlar.
Köylünün iddiasına göre geçen sene bu zamanlar, hububat fiatlan, bu günkü piyasadan birkaç mişli yüksek fiatla müşteri bulurken, bu bu günkü piyasanın, geçen senekile kıyas kabul etmlyecek kadar kırgın olması ve hattâ müşteri bulamaması köylerdeki küçük müstahsili düşündürmektedir. Bütüıı masraf ve ihtiyaçlarını geçen yılki buğday piyasasına göre tanzim edip, ayarlaıyan küçük ve orta reçber zor bir duruma düşerek elindeki toprağını, çiftini, çubuğunu kaybetmek tehlikesi baş göstermektedir. Bu boy reç-berin iddialarım haklı çıkartacak ortada bir çok sebeplerde göze çarpmaktadır. Yukanda işaret ettiğimiz gibi, geçen yıl köylünün mahsulü bu yıla nisbeten çok dolgun bir fiata müşteri bulduğu halde, köylünün zaruri ve kısılması imkânsız olan istihsal vasıtalarile giyim eşyalarının temin ve tedariki bu kadar güçleşmemişti. Bütün bu ihtiyaçlar daha kolay ve ucuza
bulunabiliyordu. Meselâ, geçen yıl bu günlerde on kile buğday satmakla köylü, çolu-ğun, çocuğun üstünü, başını rahat rahat görmekle kalmıyor, aynı zamanda ufak, tefek borçlarından da ödeşebiliyordu. Bu gün aynı ihtiyaçlar için, köylü, bunun üç misli buğday feda etmek mecburiyetindedir. Gine geçen sene elli kile buğday satan köylünün eline bin lirayı aşkın bir para geçiyordu kİ, bu para ile, köylü bütün borçlarından ödeştiği gibi, çiftini çubuğunu acerüyor, kocayan ve ölen öküzünün yerine bir yenisini almak imkânlarım bulabiliyor du, Halbuki, bu gün köylünün satışa çık arttığı hububat fiatlan günden gün-düşerken, onun zaruri ihtiyaçtan dian çift, çubuk aletlerde, bez,basma, şayak, hazır elbise gibi giyim eşyalan yükselmektedir. Şu halde aynı ihtiyaçlan kapatabilmek için, geçen senenin 50 kilesi yerine bunun 3 misli yani yüzelli kileye yakın bir buğday satışa arzetmek gerekiyor ki. köyü yakınında tanıyanlar pek âla takdir ederlerki, bu miktarı arttırarak satışa çıkartmak bir çok reçberler için imkânsızdır.
Muhtelif bölgelerde dinlediğim köylü-k-rimizin bütün dertlerini ve şikâyetlerini-bu günkü piyasaya Bürdüğü maddelerle, esnaf ve tüccardan aldığı mal ve eşya fiatlan arasındaki nisbetsizlik ve müvaze-neslzlik teşkil ediyor.
Müstahsilin lehine bir gelişme göste-diği zannedilen bu günkü durum, birçoklarının iddiası hilâfına, bu fırsatı tekrar tüccar ve mutavassıt sınıfın eline vermiş, ihtiyaç ve sıkıntıiçerisinde kıvranan küçük toprak sahibi köylü, ister, istemez ağa ve esnaf sınıfının boyunduruğu altına girmek gibi zor bir duruma düşmüştür.
Halil Aytekin
310
OKUYUCU SAHİFESİ
Mehmet GÖKDEMİR -Kayseri
Üçüncü sayımızdaki "köy anlayışında parçacı görüşler" başlıklı yazımız bu Okuyucumuzu ilgilendirmiş; "Tam benim de demek istediğimi anlatan bir yazı" diyor ve memleket işlerini, meselelerini anlayışta ikilik yapan görüşün sakatlığına şebadet ettikten sonra "türedi köyciiler" diye vasıflandırdığı bir takına sahte şahsiyetlerden bahsediyor ve bu alandaki bir müşahedesini bildiriyor. Bay Mehmet Gökdemir bir kazada sessiz sinemaya gitmiş. Orada, kılık kıyafetinden şehirli bir efendi olduğu bolü olan bir şahıs sinemaya gelen köylülerden birini, "Be köylü, ayağının çanğı, tıraşsız başının keçe kü-lâhı ile burada senin ne işin varî" diye terslemiş; köylü işeri girmiş ama, kendisini eksikli hissettiğinden başııu kaldırıp bir türlü filimi iejrredememiş. Mehmet Gökdemir aynı adamı daha sonra köylüden patates alırken ve köylü için yapılması gereken fedakârlıklardan ve kendi sevgisinden bahsederken görmüş.
Okuyucumuzun hakkı var; köycülük, köy - severlik günümüzün modası halinde ... Bu durumdan kendi hesaplarına faydalanmak. bu konuyu kendi hususi gayeleri için kullanmak istiyen açık gözlere rastlanıyor. Günlük politika güderek kendi şahsi veya zümre menfaatlerini kollayan, köycülük yolu ile ilim. Unversite mensubu ilh. olmağa yeltenen, köyün hakikî meselelerini ve ihtiyaçlarım anlamaktan aciz veya anlamak Istatrifjfen tazı şehirliler ve münevverler "köycülük" arabasına binerek diledikleri yere varmak istiyorlar. Bunlar için okuyucumuzun kullandığı "türedi" sıfatı pek yerinde.
Lütfü VECtlfl - Gaziantep.
Adımlar’ın 5 inci sayısında Ayın içinden sayfasında tahlil edilon, Kemal Plav-cıoğlu adında birinin yeni bir tarikat kurmak suçu ile mahkemeye alınması hadisesi dolayisi ile okuyucumuz Bay Lütfü Veeihi gönderdiği mektupta kendi müşahedelerini bildiriyor. "Anadolunün muhtelif köşelerinde çeşit çeşit adlarla beliren tarikat ve şeyhlerden" bahsediyor ve diyor ki:
"Cümhuriyctin hiç bir devrinde görülmemiş şekilde faaliyet gösteren bu mürşitler, muhakkak ki, yıkılan saltanatlarını ihya için hadisatın inkişafından ve zamanın nezâketinden istifade etmeyi çok iyi büen kimselerdir; dört senedenberi devam eden dünya harbinin doğurduğu iktisadi ve ruhi buhranlar karşısmda büründükleri türlii türlü kıyafetlerle birtakım kimseleri gaflet ve karanlıklara doğru sürükledikleri pek açı bir vakıadır. Hattâ harbin akış ve neticeleri hakkında ayetler, hadisler uydurarak takdir ve iltifat dilenen fikir dolandmcılanııa bile tesadüf edilmektedir.
"Bu kısa işaretten sonra şunu ifade etmek isterim ki şimdiki umdelerin arasına bir de layıklık remzini koymak dinle Devlet işlerini birbirinden ayırmağa kâfi gelmiyecektir. Dinin, içtimai bir müessese olarak bir parazit olmaktan vaz geç-miyeceği su götürmez bir hakikattir.
"Din ve medenî kanunların cemiyet meseleleri hakkındaki .görüş ve mütalaa : arkları uzlaşılmasma imkân olmayan zıddiyetlerdir.
"Binaenaleyh din kitaplarım sadece mektep sıralarından atmak onun halk ara-sın3aH fesir’ve itibarına bir de garaz ilâve etmekten başka bir netice vermez. Dine karışmamak onun, daha ziyade tahrif edilerek her türlü faaliyetlere alet olmasına müsaade etmek sapılır."
311
Okuyucumuz, bu duruma bir çare olarak, bugünkü cemiyette dinin mevki ve manasının ne olduğu hususunda halkın aydınlatılması lâzım geldiği kanaatindedir.
Ümit DEMİRİZ - Ankara
Bu okuyucumuzdan Adımlar hakkında uzun bir mektup aldık; Adımlar’ı kendisine" pek yakın" bulduğunu yazıyor:"... Duygulanma, fikirlerime, arzulanma değme arkadaşlarımdan ve hatta "kültürlü insan" sanarak fikirlerine hürmet etmek gafletine düştüğüm pek çok hocalarımdan daha yakın..." Bayan Ümit bir derginin" okuyucularına da konuşma - hem de kendi hakkında - vermesi şüphesizdir ki bir üstünlüğün ifadesidir" diyor ve bunu adımlar’ın olgunluğuna bir delil sayıyor. Yalnız bu okuyucumuz Adımlar’ı "biraz kuru" buluyormuş, "her sahifesini çizgi-leyen düşündürücü mahiyetteki mevzulardan sonra tam manası ile .dinlendirici çeşnide bir yazının bulunmamasından" şikâyet ediyor. Psikoloji ve sanat yazılarına daha fazla yer verilmesini ye "birazda saf sanattan, daha doğrusu tamamiyle esteti-
ğin kavradığı mevzulardan" bahsedilmesini dileyor. Okuyucumuz Adımlar’da çıkan hikâyeleri de fazla realist buluyor, "realite güzeldir ama onun da bir hududu var" diyor ve "hikâyeler de biraz daha ruhu okşar olsa” temennisinde bulunuyor. « Bayan Ümit Demiriz’in Adımlar hak-kındaki intihalarını bize böyle uzun uzun bildirmesine teşekkür ederiz. Adımlar’da sanat mevzulanna mühim bir yer ayırmağa daima çalışıyoruz ve psikoloji konulan da sahifelerimizde ele alınacaktır, fakat "saf sanat" ve "ruh okşayıcı" hikâyeler hususunda bu okuyucumuzu korkarız ki tatmin edemfyeceğiz. Çünkü, muhtelif sanat yazılarımızda belirttiğimiz gibi bizce "saf sanat" diye bir şey yoktur ve bir hikâyenin realist oluşu bir kusur değil bir meziyettir. Bir dergi okuyucunun her çeşit alâkasına cevap veremez ve Adımlar da bu iddiada değildir; bunun için çeşit çeşit, boy boy gazete ve dergi neşriyatı mevcuttur. Bayan Ümit Demiriz, çok faydalandığını Böylediği, fikir ve kültür meseleleri için Adımlar’ı okusa da, dinlendirici ve * ruh okşayıcı mevzular İçin başka dergilere müracaat etse olmaz mı?
r
ADIMLAR
Sahibi ve Neşriyat Müdürü ■ Dr. Behice Sadık Boran Abone : Altı aylığı 150 krş. ; yıllığı 300 krş.
Adres : Adımlar, Posta Kutusu 61, Ankara Adımlar'a verilen yazılar basılsın basılmasın çeri verilmez.
■- -Z.
I-
SAVAŞ KARDEŞLER İZMİR TİCARETHANESİ
Zeytin, zeytinyağı, sabun ve her nevi sâde yağlar, peynir vesaire satışevi Anafartalar Mevsim sokak No. 5
Tel. No. 2377 Ev. 6235
Sicil No. 3334, Kuruluş : 1930
. .......
HALİM ŞATÇI
Zeytin, zeytinyağı, sabun ve her nevi sâde yağlar, peynir vesaire satı evi
ALİ PERÇİNEL VE KÂZIM PERÇİNER
Ticaret Evi
Zeytin, zeytinyağı, sabun ve hemevi sâde yağlar, peynir vesaire toptan satış yeri Kooperatif arkası Ali Nazmi Ap. No. 1/2 Tel No. 3153, Telgraf: Alî Kâzım Sicil No. 1912, Kuruluş 1930
ALİ RIZA YEĞEN
Kayseri Pastırma Pazarı
Yeni Hal No. 21
Sebat Iş hanı No. 40
Tel. No. 3752
Tel No. 3975, Sieil No. 2007 Kuruluş tarihi : 1930
OSMAN ÖZKAL
Kayseri Pazarı
Yumurta ve hştneyi .Şakkaliye toptan Ticârethanesi
Tahtakale Caddesi SusSn Sokak No. 29
ANKARA
OSMAN ANTEBLİ VE İSMAİL BEKRİ
BAKKAL
Toptan ve Perâke:ıde Şen Teclmevi Yeni Hal]
Tel No. 1991 Telgraf: Yeni Hal Osman’
Kuruluş ta. iffiSSSI
No." 20 - ^Ankara
İL
£
II No. 3551
HÜSAMETTİN ÇAĞLAYAN
Toptan ve Perakende B ve Kaşeffive Edirne Peynirleri;
Halis Aksaray ve Urfe tere yağlan,.saf Ayvalık, Edremit
Zeytiı ; t . imevi
İŞ BANKASI
KÜÇÜK CARİ HESAPLARI
1944 İKRAMİYE PLAN.
Keşideler: 28 Ik. kânun; 2-;Mayu,.
25 Ağustos, 1 Ik.'t^rin Sarihlerinde yapılır.
1944 İKRAMİYELERİ
1 adet ARSA (Ankara’da Kavak» hderede 1024 M2
■ İmar ada No. 254 Parsel No. 3)
1 > 2000 liralık » 2000.-Lira
3 > 1000 > = 3000— >
4 > 500 > - 2000— >
10 > 200 > - 2000.- >
10 > 100 > - îOOO.v/ >
100 > 50 > - 5000— >
150 > 25 > = 3750.— >
300 > 10 > = 3000— >
Türkiye İş Bankasına para ya-, tırmakla yalnız para biriktirmiş ve faiz almiş olmaz, aynı zamanda taliinizi de denemiş olursunuz.
İBİRA OOO BESLER OOG SERİNLETİR OOO NEŞE VERİR|
i I RA;©Cİ0j ..." LEReQ0 SERİNLETİR Q©0 NEŞE -VER.R
■ Meşhur âlimlerden Dr tarihi hak
■•(2P' I * *uucr, uıruuıu . ...
kında yazdığı bir eserde —- milâttan 5-600 mm- kadar evavl başlayan Keldanrmedeniyetin-(i(- biranın büyük bir y^ri hiuğunu söylemektedir. Bazan yalnız arpadan haşan da- arpa ve baha imâ]
( len biranın kadınlar e işçiler
milâttan 5-6(gl sene kadar
7000 SEN •
• mezarın,; D’.ra EVVEL
ıalâtını gösteren kabarifrinİarlâ tezydn edildiği ve kabar -...alâr yanyana getirtince imalâtın bariz bir snrette görü -• kü de ayni âiim
1.1rafından çök içildiğim yine bu âlim anlatmaktadır. Yapılan bir haf-ı atta bulunan on me. irin, bira
m;l
Bu gün i^leg Biranın 7000 senelik mazisi vardır.
|1RAİ
0
BİRAOOO BESLER OOG SERİNLETİR OOO NEŞE VERİR
25
ıruı
lin
tal
Comments (0)