Kaynak: TÜSTAV - Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı Arşivi
Suat Taşer
Gönderilecek Talebe
Y ayanlar
(M. S. Ercan). —
Güle ve Bülbüle Dair (Şiir) Şiirlerime Nasihat (Şur> »
Doç. Dr. Muzaffer
Halil Aytekin
Bekir Sıtlu Kunt
Psikoh ji ve Yeni Neslin Yeti ı:.( ı :
Karadeniz Bölgesinde Toprak Meselesi
Bir Bala (Hikâye)
Ş. Başoğlu
Doç. Dr. Bellice S. Boran
Münir Belen
Zirai İstihsalin Geriliği
Türkiye İktisat Tarihinde Feodalizm
Ayın içinden:
Fen Fakültesi ve Anlou .ı Pn -. ■■■'.ütesi. —Almanyaya (
Meselesi Etrafında Kopan Münakaşa. — Devlet Konservatuvunmızın Temsillerinden: Satılmış Nişanlı
Klâsiklerden Tercümeler: Don Juan ve Dr. Faustus ■
ra. TUŞTA
Adımları Beğeniyorsanız
Abone olunuz, Abone bulunuz.
Gelecek Sayılarımızda ;
Durkheim - Ziya Gökalp Sosyolojisinin tenkidi
Derişen Sanatkâr tipi
Bugünkü Fransız Romancıları
Sanatta Konu meselesi
Modern Şehircilik Problemi
Ankaramrzda Bugünkü Fikir Cereyanları
Umumî Kültür ve Meslek Seçimi
Modern Mimarî Anlayışı
Gençliğin Sosyal Psikolojisi
Modanın, Radyonun, Sinemanın Sosyal Psikolojisi
Yaratılma Halinde Olan Dünya Edebiyatından Örnekler.
A Tl I M T, A R
Sahibi ve Neşriyat Müdürüi_ : D- Bentçe Sadık Boran Abone : Alh avh£ 150 krş ; -yıllığı 300 krş.
Adımlar'a verilen yazılar basılsın basılmasın geri verilmez.
ADIMLAR
Aylık Fikir ve Kültür Dergisi
YIL : ' _Şubat 1944- _Sayı: 10
Zirai İstihsalin Geriliğinin Sebepleri, Gelişmesinin Şartlan
Dr. Behice S. BORAN
Ankara Üniversitesi
İnsan tarihinde binlerce yıl devam e-dip gelen İktisadî sistemi kökünden değiştirmiş olan ve tarihte ilk defa, bugünün büyük sanayi ve ticaret ekonomisini yaratmış olan teknolojik değişmeler ilkin ziraat sahasında değil, sanayi sahasında meydana geldi;-böyle ^olması da mukadderdi, zira içLimaî tekâmülde sınai istihsal ziraî istihsalden daha sonra, daha ileri bir safhada belimrişıçHıığuııdaıı, daha ileri bir istihsal şubesini temsil ediyordu.
Teknolojik ilerlemeler neticesinde sanayi ve ticaretin o zamana kadar misli görülmemiş ş ikilde gelişmesi, ziraatle sanayi ve ticaretin İktisadî yapıdaki mevkilerini değiştirdi. El sanayimden daha ileri sanayiin mevcut olmadığı devirleri- .ın ileri cemiyeti, rin bile yapısı ziraî istihsale dayanıyordu; hâkim mülkiyet şekli topraktı; el sanayii,daha ileri bir istihsal şubesini temsil etmekle beraber ekonöiniuekı mevkii henüz zayıftı; hâkim, bir durumda değildi. Tekonolojik ilerlemeler neticesinde sanayiin gelişmesi, buna ve münakale ve muhabere vasıtalarındaki geiişmçğeja^ yanarak ticaretin daha da gelişmesi, ziraatın ise aynı derecede muvazi bir gelişme gösterememesi, ekonomi sisteminin bütününde sanayii hâkim, ziraatı ise tâbi bir hale getirdi. Kapitalist istihsaldi-:; önceki devirde, ziraî nuntakalar büyük mikyasla
kendilerine yeter, kapalı, mahalli birliklerdi; yalnız kasabalar civarındaki köylerin kasabalarla bir derece bir bütünleşmesi, karşılıklı bağlarla bağlanması vardı. Sanayiin ve ticaretin gelişmesi ziraî mınta-kaların ve ziraî toplulukların bu kapaklığını tadı, millî hudutlar içinde bütün memleketi içme alan bir iş bölümü sistemi belirdi ve bu sistemde köyler, sanayi için ham madde, şehirli nilfus için gıda maddeleri istihsal eden ve sanayi mamûlâtını şehirden alan açık mıntakalar ve topluluklar haline geldi Bu suretle ziraat sanat de bağlı, tâbi bir duruma girdi.
Böyleee, sanayiin gelişmesi zirai istihsali de kendi menfaatine, yani sanayiin ihtiyaçlarına uygun bir şekilde değiştirdi ; fakat ziraî istihsal sanayideki gelişmeye muvazi bir gelişme gösteremedi, sanayi ile eşit bir duruma erişmedi; ziraî istihsal organizasyonu dalla geri bir durumda kaldı ve sanayiin hâkimiyetine girdi. Feodal ekonomide ziraî istihsal organizasyonu ve şartları el sanayimdeki duruma uygundu; lıer ikisinde deteknolojik seviye aynı idi; el aletleri ve oTganfk enerji (insan kol kuvveti ve hayvan enerjisi); her ikisinde ..jLgJaJ’ölümü ^.farklılaşması gelişmemiş bin seviyede.idi; ticareti ve sanayi sıkı kayıtlar altında tutan loncalar teşkilâtı feodal ziraî hiyerarşi, rütbeler silsilesi, gibi
hiyerarşikti; sanayi ve ticaret de ziraat gibi durgun, değişmez veya yavaş değişir, istikrarla, sınırlan dar iktisadi faaliyetler için teşkilâtlanmıştı. Aradaki uygunluğun belirtileri çoğaltılabilir. Kısacası, ziraî ve sınaî istihsal şartlan ve orgonizasyonu birbirine uygundu. Halbuki modern zamanlarda sınai istihsalin siir'atlc gelişmesi, ziraatin muvazi bir gelişme gösterememesi, aynı ekonomi içinde birbirinden farklı tekâmül dereceleri gösteren iki istihsal organizasyonunun yan yana bulunması neticesini doğurdu; bu aykırılık ta ekonomik-sosyal meselelere, zorluklara, yol açtı. Sınaî istihsal ile ziraî istihsal organizasyonumla meydana gelen bu aykırılık hangi noktalarda toplanıyor?
Aradaki fark Biınayide tekonolojik yeniliklerin yer alması ile başladı ve bugün de iki istihsal şubesi arasında teknik seviye farkları devam ediyor. Sanayi büyük mikyasta makineleşmiştir; el aletleri Ve organik enerji yerini gittikçe artan derecede makineye ve buhar, elektrik, benzin gibi inorganik enerjiye bırakmıştır. Zira-atte ise el aletleri ve organik enerji hâkim olmakta devam etti, Amerika gibi tekniği çok ileri bir cemiyette bile bu harp yıllarına kadar (bugünkü vaziyeti bilmiyoruz) ziraatin makineleşmesi Banayiin çok gerisinde idi.
Teknik ilerleme ile ilişik olarak sanayide işbölümü son derece ileridir: büyük istihsal birliklerinde her bir işçi ve her birinin gördüğü iş, büyük bir çarkın bir dişi gibidir; her müstahsilin kendi kışına çalışması yerine, birarada bir teşkilât içinde çalışmak belirmiştir. Bu işbölümü hem bilfiil istihsal faaliyetlerinde — fabrikada — hem istihsalin idaresinde ve teşkilatlanmasında — ofis işlerinde — belirmiş ve gelişmiştir Eski kasaba ekonomisinde USr ta kendi dükkântnda^&em istihsâl vamta-lıtrının mülkiyetine sahiptf.fhem istihsali kontrol ve idare ederdi, hem de çırak ve kalfaları ile beraber bilfiil istihsalde
bulunurdu; halbuki kapitalist istihsalin aldığı son şekilde ihhtiaal vasıtalarının mülkiyeti (sermayedar), istihsali mülkiyet sahibi veya sahipleri namına idare ve tanzim edenler (direktörler, teknik şefler) ve bilfiil istihsal faaliyetlerinde bulunanlar (işçiler) birbirinden farklılaşmış ve son iki zümrenin gördüğü işler de kendi sahalarında teferruatlı işbölümüne tâbi olmuştur. Ziraatta ise umumiyetle bu farklılaşma görülmez; çiftçi, ya toprağın an-hibl. ya kiracısı olarak hem İBtihsal vasıtalarını ve kaynaklarını işletmek hakkına maliktir, hem bilfiil istihsali tanzim ve kontrol eder, hem de çok zaman kendisi de ailesi âzası ve tuttuğu işçilerle toprak işlerinde filen çakşır. Ve görülen işler de fazla farklılaşmış, bölünmüş değildir.
Bu iki şarta bağh olarak (bütün şartlar birbirine bağlıdır) sanayi organizasyonu çok rasyonelleşmiştir, yani teşkilât ve işlerin görülmesi şekli fonksiyona en uygun bir şekle konmuştur; varılmak istenen gayelere en az zaman, emek, para sarfı ile en verimli yoldan gidilmek istenir. Sınaî istihsal İlmî bilginin tatbikine dayanır. Ziraatte ise gelenek, eskidenberi devam eden, alıştimış usuller hılâ hâkim bir rol oynarlar; İlmî bilginin verileri büyük mikyasta, şuurlu bir surette tatbik edilmez: çiftçi, ziraat tahsili görmüş, ihtisaslaşmış bir müstahsil değüd. Sanayi bir-lıkü-rinin başında bulunanlar piyasanın durumuna, kendi istihsal şubelerindeki ve umumî İktisadî vasiyetteki şartlara gayet hassastırlar ve vaziyetin icaplarına göre tedbir aîırlar; çiftçi ise bir yıldan diğerine aynı mahsulleri kabil olduğu kadar çok miktarda yetiştirmekte devam eder; vaziyete göre istihsalini çabuk ve kolayca nyarlnyamaz.
Sanayi organizasyonu gittikçe büyük 'birlikler İmlinde temerküz etmektedir. Modem tekniğin icaplarından olarak sınai istihsal birlikleri büyüyor; çok pahalıya maldinıı fabrika tesisatı, makineleşme,
311
ancak büyük birlikler halinde, çok işçi kullanarak .istihsalde bulunulursa masrafını koruyabiliyor; istihsal fazla olunca, istihsal edilen madde başına düşen maliyet fiyatı azalıyor. 1923 te Amerika Birleşik Cumhuriyetlerindi; sınai müesseae-lerin ancak yüzde 4’dü 250 den fazla işçi kullanıyordu, fakat yüzde 4 ii teşkil eden bu müesseslerde bütün işçi sayısının yansından fazlası çalışıyordu. (') Sanayide temerküz yalnız istihsal birliklerinin büyümesi şeklinde de belirmiyor, daha mühimi, idare ve kontrolde temerküzdür; her-
biri binlerce işçi kullanan fabrikaların bir-
kaçı birden bir şirketin eliııe geçiyor, o da diğer benzer şirketlerle birlikte diğer üçüncü bir şirketin veya bankanın eline geçiyor; bu suretle muhtelif istihsal birliklerinin idare vc kantrolü bir elde toplanmış oluyor. Fakat bu toplanma ve birleşme bütün ekonomiyi içine alacak kadar olmuyor ve kapitalist rekabet dev teşekküller olan eorporasyonlar. tröstler arasında devanı ediyor. Ziraatte ise sanayie nisbet-le kiiçük mülkiyet, hâkimdir. 1929 da Birleşik Cumhuriyetlerde çiftliklerin yüzde 99,1 i toprak sahipleri yeya kiracıları taralından işletiliyordu , yü’ leO.O u ise "idareci” 1er (manağers) tarafından işletilen büyük zirai isl etmelerdi. Ziraat dağım!-:, daha başı boş bir durumdadır; senayinse, u-mumiyetinde başı boş ve plansız olmakla beraber, daha büyük birlikler halinde teşkilâtlandığından, her bir istihsal birimi şuurlu bir teşkilâta, planlı, hesaplı bir işle-
yişe tâbidir. .
Bu durumda ziraat senayi ile rekabet edemiyor; ziraat sanayie tâbidir, iptidaî madde ve gıda maddeleri yetiştirir, fakat memleketin ihtiyacına göre senayi vejara-at istihsali planlaştinlmamış olduğundan ziraat, seııayiin ve şehirli müstehliklerin ihtiyaçlarına "Bre istihsalini ayarlıyamaz. Senayi ile münasebette ziraat mütema-Ic Trendi, voli, II. Amerika « ait bürün rokkaırtför bu ""’T' T fi
(») Recini f eom Birleşik CumSurt,ıa‘l( osordon çlınmıpır.
diyen alta gider ve müzmin bir ziraî istihsal problemi belirir; zirai ekonomi daimî surette bir çöküntü (depression) durumunda kalır. Birinci Cihan Harbinden sonra Amerikanın en müreffeh yıllarında, artık iktisadi buhranların ohmyaçağma taanmıya başladıkları, şimdi "bin dokuz yüz yirmilerin altın yıllan” diye bahsettikleri yıllarda büe ziraî vaziyet kötü idi ve ziraatta kalkındırılması devletin karşılaştığı mühim meselelerden biri idi. (1929 da A-merika sınaî fiyatların ziraat mahsulleri fiyatlarına nisbeti 100/85 idi).
Sınaî istihsal ile ziraî istihsal durumları arsamdaki umumî farkları tesbit et-
tikten sonra şunu hatırlatalım ki, senayi değişmiş, ziraat ise yerinde saymış değildir; ziraat sanayideki gelişmeye muvazi ve eşit bir gelişine göstermemiştir, dedik. Eğer ziraatte de bir değişme ve gelişme olmasaydı, büyük şehirler nüfusunun beslenmesi, ve büyük nüfus zümrelerinin topraktan koparak şehirlere göçmesi mümkün olmazdı. Yukandaki misallere uygun olarak yine A. B. Cumhuriyetlerindeki vaziyete bakarsak, 1919 ile 1926 yıllan zarfında ekilen saha 13-14 milyon dönüm eksildiği halde ziraî istihsal artmıştır (1917-1921 de % 5 bir artış); ziraat işçisinin verimliliği de '/ 15 altmıştır; ekilen arazinin a-zalmasma rağmen istihsalin artışı ziraatte makinenin, ileri tekniğin tatbiki ile olmuştur. Ziraatte büyük birlikler, işletmeler de in ■inmiştir: yukarıda işaret ettiğimiz gibi 1929 da ziraî işletmelerin yüzde 0,9 u (yani 55889işletme) «managers» tarafından idare edilen büyük çiftliklerdi ve bunların ortalama istihsali çiftlik başına 7000 dolar, diğer çiftliklerin ise ortalama istihsali 1850 dolardı. Daha sonraki senelerde de küçük toprak sahiplerinin topraklarını kaybetmeleri ve bu toprakların büyük
korporaayonlar veya' bankalar tarafından makineleşmiş, rasyonel ziraat usulleriyle
işletilmesi keyfiyeti fazlalaştı. Ama ziraatta bu yolda inkişafı söşy.ll gayeler bâkl-nuhdatı istenecek;bir istikamet değildir.
335
Sanayiin yukarıda kısaca »nlntt iğimiz yonae ve şekilde gelişmesi nasıl sanayide ve sanayim toplandığı şehirlerde büyük iktisadi-sosyal meseleler doğurmaktan geri kalmadıysa, ziraatın de kapitalist sistemde makineleşmesi, rasyonelleşmesi büyük niifus zümrelerinin refahı, hatta hayatı bahasına oldu. Kaliforniyada, fab-' rikalar gibi ileri teknikle, idari temerküzle işletilen büyük zirai işletmeler meydana gelmiş, cenup eyaletlerinin bir kısmı du korporasyonlann ve bankaların kontrolünde büyük işletmeler haline gelmekte... Ama bu yüzbinlerce çiftçinin gezici ziraat işçisi haline gelmesi, sefalete düşmesi pahasına oluyor. Daha önceki sayılarımızda bahsettiğimiz biiyük Amerikan romancısı Steinbeck, «Gazep üzümleri» adlı eserinde yarım milyon insanın topraklarım kaybederek nasıl yollara döküldüğünü bütün fecaati ile anlatıyor.
Şuhalde ne yapmalı? Eski, geri, küçük, ziraat işletmeleri vaziyetine mi dönmeli, veya kendi memleketimize tatbik edersek, mevcut geri, küçük ziraat işletmeleri durumunu muhafaza etmeye mi çalışmalı? Geri dönmek ne istenilecek bir şeydir ne do buna imkân vardır; zira geriye gitmeğe çalışmak akıntıya, tekâmül akıntısına karşı kürek çekmektir; gidilemez. Nasıl büyük seııayiin doğurduğu problemlerden dolayı geriye, el senayii, lonca teşkilâtı seviyesine dönmek istenemezse ve mümkün değilse, ziraat için de vaziyet aynıdır. Geriye değil, ileriye giderek meseleleri halletmeli gerekir. Yapılacak şey, seııayideki organizaıyonu olduğu gibi zir-atte meydana getirmek değildir, fakat her ikisine de tekniğin ilerlemesine uygun olan yeni bir organizasyon şekli vermektir ve bunu yaparken senayı ile ziraat arasındaki ay’anlığı kaldırmak, ikisini de aynı prensipler, şartlar üzerine kurmaktır.
Senayi ve ziraat durumlarındaki aykırılık bizim mamlakatiTnizdp de yardır ve çaresine bakılrûıyacak olursa bu aykırılık
çoğalır da. Büyük senayimizi en yeni, Beri tekniğe dayandırarak kurduk ve kurmakta devam etmek mecburiyetindeyiz; fakat ziraatımız halâ büyük mikyasta kara sapana dayanmakta devam ediyor; sapanın bırakıldığı yerlerde de öküzlerin çektiği pulluktan öteye gidilmemiştir. Son yıllarda devletin getirtmekte olduğu ziraat makineleri, doğru istikamette yapılan işlerse debu makineler ihtiyacı karşılamaktan henüz uzaktır. Sanayi gelişmemizi nasıl el âletleri, kol kuvveti üe başaramazsak, ziraî kalkınma da sapan veya pulluk üe başarılamaz. İleri tekniği istihsal şubelerimizin hepsinde aynı derecede kullanmalıyız. Fakat, yeni, büyük sanayiimizi kurarken İktisadî liberalizm yoluna sapmadık; anavatanı olan Avru-pada da devrini artık yaşamış olan bu iktisadi siyasetin bugünün ve bizim şartlarımıza uygun olmadığım gördük ve sanayi kuruluşumuzda devletçilik yoluna girdik. Ziraî kalkınmamızı da İktisadî liberalizm yolu ile başaramayız. Elde edilmesi gereken gaye sadece ziraî istihsalin artması, toprağın ileri teknikle işletilmesi değildir; geniş kö-ylü kitlelerini toprak sahiplerinin emrine tâbi gezici işçi haline getirecek, ve büyük toprak sahiplerinin kesesini doldurup çiftliklerini daha büyütecek bir şekilde ziraatın teşkilâtlanması ve makineleşmesi halkçılık umdemize uygun değildir. Ziraıtin modernleşmesini, rmldneleşmesini, yeniden teşkilâtlanmasını köylü kitleleri lehine olmak başarmak mecburiyetindeyiz, Karşılaştığımı» vaziyet şudur: (1) ziraî kalkınmayı sağlamak için modern tekniği, makineyi ziraate getirmek lâzımdır; (2) modern teknik, makineleşmiş istihsal ancak büyük işletmelere tatbik edilebiliyor, bizim köylü toprak işletmeleri ise çok küçüktür; (3) fakat işletmelerin büyümesi, lâzımdır diye toprağın büyük çiftlik sahibi küçük bir sermayedar gurubu cimde toplanmasına, köylü kitlelerinin bunların emrinde işçi haline gdmesine razı olamayız, zira bu halkın
316
zarannadır ve benzer bir sermaye temerküzü gösteren Garp sanayiinin doğurduğu meselelerin ziraatte de belirmesi demek olacaktır. Bugünkü şartlanınız altında, bu ziraî meseleyi köylü kitleler lehine olarak haletmek için neler yapılabilir? Burada bahsetmek istediğimiz uzunca bir istikbal için bir proğram değil, bugün derhal yapılabilecek bazı işlerdir:
1. Devletin elinde olan topraklan topraksız köylüye dağıtmak ve toprağın küçük mülkiyet sahibi köylünün elinden çıkıp, büyük mülkiyet sahiplerinin elinde toplanmasına mani olmak için bir ferdin sahip olabileceği toprak miktarına bir sınır koymak.
2. Ferdî köylü işletmeleri modern tekniği ve makineyi kendi başlarına tatbik edemiyeceği için her köyü bütün bir istihsal birliği addetmek ve köydeki müs-tahsilleri teşkilâtlandırmak, aralarında kooperatif bir istihsal teşkilâtı kurmak. Köyler de bölge birlikleri halinde teşkilâtlanabilir ve her birliğe gereken ziraî makineler ve ziraî mütehassıslar temin edilebilir.
3. Kurulacak istihsal kooperatiflerinin ve bunları tamamlayacak satış ve kredi kooperatiflerinin büyük toprak sahibi ağaların, eşrafın kontrolüne geçmesine, onlar lehine, küçük köylü aleyhine işletilmesine nıâııi olmak için devletin tedbirler almam ve küçük ve orta smıf
köylüyü tutarak bu teşekkülleri sıla mü-rakabe altında bulundurması.
4. Bugün mevcut olan devlet ziraat işletmelerini en ileri teknik ve teşkilâtla geliştirmek, bu işletmeler üstündeki nüfus topluluklarının sosyal ve kültürel hayatını da teşkilâtlandırmak, yükselmek; bu işletmeleri örnek ziraî topluluklar haline getirmek. Bu suretle devlet ziraat işletmeleri ziraatimizîn daha ileri safhalara doğru gelişmesinde örnek, önderlik vazifelerini göreceklerdir.
Bu ziraî kalkınma ve teşkilâtlanma faaliyetine bağlı olarak, plânlı ve ahenk-tar bir surette tatbik edilecek maarif, sıhhat, sosyal yardım, kültür müesseseler! teşkilâtımız ve siyasetimiz de verimli olacak, köy kalkınması davamız halledilmek yoluna girecektir. Köyle şehir arasındaki sosyal hayat, sosyal değer, kültür seviyesi farkları İktisadî temellerindeki anlattığımız farklardan ileri gelir; köylünün, geriliği, muhafezakârlığı fıtri değildir; ekonomik-sosyafi şartlan değiştiren, bu vasıflar da değişecektir. Köy kalkınması ancak hem İktisadî hem kültürel bünye bir arada ele alınarak, hem sanayi hem ziraat birarada ele alınır» müşterek prensipler ve şartlar üzerine kurularak başarılabilir; parçacı, yamama köy kalkınması giirflşltrine karşı bütüncü ve sosyal gerçeklere, realiteye uygun olarak ileri sürdüğümüz görüş budur.
317
Türkiye ik+isai Tarihinin Ana Hatları: Feodalizm Merhalesi
Türkiye iktisat tarihinin, Osmanü feodalizminden itibaren bugüne kadar geçirdiği seyri, makaleler serisi halinde okuyucularımıza sunuyoruz. Bu yazıda, Türkiye feodalizminin Tanzimata. kadar olan kısmının anahatlarını belirtecek ve gelecek yazılarımızda bu rejimin yıkılışım ve Tiir-kiyenin kapitalist fileme nasıl tâbi oluş yolunu tuttuğunu, iç ve dış tezatlarını, bu vadide cereyan eden mücadelelere temas ederek bugünkü durumumuzu hazırlıyan tarihî seyri hülâsa edecek ve bugünkü İktisadî mes'elelerimize temas ederek tarihimizin ana seyrini anlatmağa çalışacağız.
Türkiyesizin İktisadî bünyesi diğer memleketlerin bünyesi gibi kendisine mahsus bir tekâmül seyri gösterir. Türkiyemi-zin hususî şartlan He başka ülkelerin şartlan arasında iktisat ilmi ve tarihi bakımından müşterek vasıflar ve kanunilik vardır. Muhtelif ülkelere ait husus^-etleri müşterek ana vasıflar bakımındanıtetkik ettiğimiz zaman birbirine aynı kanuni şartlar dahilinde çok yaklaşan ve Hrleşen neticelere varmağa ve büylece mukayese etmeğe imkân hasıl olur. istihsal münasebetleriyle İstihsal kuvvetleri arasında tekâmül bakımından bu cemiyetlerin durumlarım incelediğimiz zaman bu karakter birliğini yakalamak birden kolaylaşır.
Feodalizmi, küçük, mahallî devrinin dinî hukukî kadrosu içinde boğulmuş ve dondurulmuş, ziraat sahasında toprağı iş-liyen köylünün mülkiyet hakları hâkim siyasf unsurun istismarına göre tahdit edilmiş, basit teknikli küçük el sanayiini esnaf tcşekküTle'ri etrafında toplamış. İnhisar ve tahdit ufcullerile bütün iktisadi
Münir Bellili
faaliyeti yerinde saymağa mahkum etmiş ve muhtelif mıntakaJar arasında zor şartlar içinde mübadeleye pekaz imkân veren vc hâkim siyasî kuvvetin menfaatlerine göre bütün bu sahaların istismarını sağlı-yan geri bir iktisat sistemi olarak tarif edebiliriz.
Bu sistemde bütün istihsal vasıtaları derebeyinin mülkiyetinde olmasına rağmen azlıkta İmlan hususî mülkiyet te mevcuttu. Bu şartlar dahilinde istismar edenlerle edilenler arasındaki mücadele feodal rejimin ana vasfını teşkil etmektedir. Şark ve Garp feodal cemiyetleri, hâkim siyaaî unsurların teneyyi^eri, durumları bakımından ayrılıklar gösterirse de yukarıdaki tarifimizde temas ettiğimiz müşterek vasıflar vardır. Garp jfeod alizarin de muhtelif bölgeleri ayrı ayrj ellerinde bulunduran, beyler (seigneursl vardı. OsmanlIlarda, istilâ edilen topraklarda fetihten önce mevcut olan istihsal, toprak istismarı münasebetleri aynen muhafaza edilerek hu toprakları eUerînde b lundurnıı dere-beylerin yerine sultan ve onun da kendi yerine tayin ettiği kimse gelmişti. Evvelce derebeyle köylü nrasmdî zımnen devam ettiği farzolunan mukavelede derebeyinin yarini sultan alarak bütün bu toprakların sahibi olmuştu: bu topraklara mirî arazi s di veriliyordu.
Böyleee merkezilesc toslrilât içinde hiyerarşik, ’ÜasanyÖtîr. bir feodal zümre meydana gelmiş, sultan adına ve ondan aldığı salâhiyetle menfaatlenmeğc başlamıştı. Bu njeıkozüesme şarkta çok milletli düetlerde oldııği gibi /Ormanlı Imnafa-tarloğunda da daha feodalizm dağınıklığı
318
giderilmeden ve kapitalist millî bir devlet kurulmadan önce doğagelen hususi feodal bir tiptir; bu merkezî devletin kurulmasına sebep kârlı ve kazançlı istilâ harplerinin sıralanıp devam etmiş olmasıdır. Garpta İse toprak seııyörün esas mülkiyetinde kalmıştı: üzerinde çalışan köylünün bu topraktan sebepsiz ayrılmağa hiç hakkı yoktu. KöylUler istihsal ettikleri mahsullerinin yüzde 10-T5 ne kadar mühim bir kısmını “sahibi arz” addolunan dere-beye vermek zorunda idiler. Bu mcchuri-yet, dinî hukuk (droits canoniques) ile teyit edilmişti.
Osmanlı İmparatorluğunda sultannı (merkezî feodalin) toprak üzerinde geniş haklan vardı. Bu haklar köklerini eski İslâmî hak kaidelerinden ibaret olan şerl ve istilânın ortaya koyduğu şartlardan doğan ve adına “örfî” denilen iki hukuk sisteminden alıyordu. Garpta olduğu gibi köylünün. mülkiyeti siyasî zümreye affolunan bu mirî topraklar üzerinde mülkiyet hakkı yoktu. RUyiikJıizmetlerde bulunmuş paşalar, kum.ındanlar ye evliya sülalesinden ibaret Olan timar. zeamet ve has erbabı sultanın mirî topraklarmış varidatının mühim bir kısmını almakta ve aldıkları varidat ııi.ıbetinde padişaha mücehhez asker vermek zorunda idiler. Bu topraklar kaydı h ayat şartıyla ve sülalelerin devamı müddetînce fermanla verilirdi. İstihsal olunan toprak mahsulünün mühim bir kısmını te.şkü eden “resmî çift" I, veya daha sonra öşür adı verilen miktarı sipahiye — beye - - vermek zorunda idiler Ayrıca angarya ve fermanların ihdas ettiği vesilelerle türlü vergiler verilirdi. Bu miktar hazan mahsulün yansını bile tecavüz ederdi. Toprak köylüye verfflrŞen "icarei muaccele” ve “resmi tapu" adda mühim bir miktar para alınırdı; , yo bu miktar, sayıları pek âz bulunan hususî mülklerin sataş bedellerine yakındı. Timar. zeamet vo has erbain ili mukaddes nihalelere mensup ol&lar (Bacı Bektâş ve
Mavlâna sülaleleri gibi) ve istilâ edilen yerlerde feodal hukuku ifa eden gayri miîsliim ve arap derebeyleri (voyvodalar ve arap şeyhleri) örfî hukuk kaidelerine tâbi tutuluyordu. Bunların toprak üzerindeki haklan şer'î intikal hukuku olan “fc-raiz" kaidelerine tâbi değildi, örfî hukuka göre derebeylik haklan büyük evlâda kalırdı.
Toprak işletme birüğinin muhafazası bakımından toprak intikali meselelerinde müstahsil köylü hakkında da feraiz kaideleri tatbik edilmezdi. Kardeşten öteye toprak intikal etmezdi: kardeşin yokluğu halinde sipahi (bey) toprağı dilediğine vermekte muhtar kalırdı, imparatorluğun ilk devrelerinde istilâ edilen arazideki serf'lcro bey’lik eden feodaller beyliklerini muhafaza ve müslilman hukukunun kendilerine verdiği imkânlardan istifade etmek, “cizye" ve “haraç" tan kurtulmak için müslilman olmuşlardı.
imparatorlukta zaman zaman malî darlıklar yüzünden yapılan müsadelere karşı muhafaza ye İdame maksadı ile güçlükle tesis edilebilen hususi mülkleri vakıf haline getirmeli yolu tutulmuştu Din! maksatları ve evlât ve onların nesillerinin refahını istihdaf eden vakıflar her türlil »ekâlüften muaf tutuluyordu. Hukukan İlâhî maksatlara tahsis edilmiş olan vakıflar böylece satılamaz bir hale gelmişlerdi vc böylççe bu toprakların verasetleri teminat altına alınmış bulunuyordu. Tesis edilen vakıfların çoğalması ve bu mülklerin satılamazlığı Tanzimat» doğru mühim İçtimaî engeller doğurmuş ve bilâhare bu meselenin halli için şer’î formüller aranmıştı. Bozulan arazi sistemi ve evkaf hak-. kıııda tauzimattan sonra kanunlar neşredilmişti. Bu suretle feodal arazi meseleleri yeni şekiller alıvordu. Bu meseleye bilâhare temas edeceğiz.
istilâların azalması, ınağlııbivetlerin tevalini sebebi ile talanların kesilmesi padişah ve beyleri hülâsa bütün devlet me-
319
kanizmasmı müşkül mevkie düşürmüştü. Bu açığı kapamak maksadı ile köylü muta ddan daha fazla soyulmağa başlanmıştı. Mutad vergilenden mada mevzusuz, matraksız köy basına rastgele yapılan ve adına «tekâlifi örfiye» denilen yeni vergilerle bu soygun kuvvetlenmişti. Tanzimat iş olarak aşarın ve vergilerin îslâhmı ele almıştı.
Fransız ansiklopedisti Volny, Halep arazi tahrirlerinde 4 500’e varan köylerin 18 inci asrın sonunda 3 200’e kadar düştüğünü, bir çeşit jandarmaya benziyen askerlerden mürekkep “levent”lerin köylüleri “yağ isterim, yumurta isterim, para isterim” gibi vesilelerle soyduklarını u-zun uzun anlatmaktadır. Boşalan köylerin yerini ölü toprakların . aldığı bu devrede, mirî arazi üzerinde hususî büyük çiftliklerin doğduğunu görüyoruz. Bu devirde siyasî buhranlar yüzünden bazı mirî topraklar büyük paralar mukabilinde hususî mülk olarak tefviz edilmeğe başlanmıştı; beyliği, sipahiliği, babadan oğula intikal eden bu arazi üzerinde hemen hemen tam mülkiyet ve istismar haklarını böylece edinen “ayan” ile fakir, köylü. . araşjnda İçtimaî tezatla® kuvvetlenmişti. İkinci Mahmut devrinde Rumeli Ayam siyasî bir kuvvet olarak devlet işlerine müdahale etmiş ve Alemdar Mustafa paşa padişahla “senedi ittifak” adlı bir hukuk beyannamesi imzalamıştı. ‘
Osmanlı imparatorluğunda 1 adına “reaya” (sürü) denilen ve her türlü.soyguna maruz halk kitelsi vergilerden mada türlü angaryelerle soyuluyor, ezilen köylülerle ufak beylerin büyük beylere, paşalara ve padişaha karşı isyanları bütün İmparatorluk tarihi boyunca devam, etmişti. Celâli hareketleri adı verilen bu köylil ayaklanmaları, o zamanların zayıf olan şehirlerinin ileri inkılâpçı sınıflarının önderliğinden mahrum “bdiıınmaları yüzünden kanlı' ve Ağır mâğluÜıj’eUierle devam etmişti. Balkan memleketlerinde
fakir köylülerin Türk beylerine ve kendi ırlcdaş ve dindaşlarından mürekkep çorbacı feodallerine karşı mücadeleleri, din ve kültür ayrılıkları hasebile, dışardan, Garpten aldıkları ilhamlarla mülî mücadelelerinin nüvelerini teşkil ediyordu.
Ticaret hayatına gelince:
Büyük şehirlerde, limanlarda, imparatorluğun her köşesinden, Hintten, Çin-den ve Avrupanın en uzak yerlerinden nadide kıymetli mallarla pahalı toprak mahsullerini kervanlarla getirip feodal istismarcılara satan oldukça ehemmiyetli bir tüccar zümresi yardı. Hint deniz yolunun henüz bilinmediği tarihlerde büyük ticaret yollarının imparatorluktan geçtiği devirlerde bu ticari sınıfın daha mühim bir mevkii vardı. Şehirlerde gümrük işlerinin iltizamını ellerinde bulunduran büyük tüccar ve sarrafların zenginlikleri Garpta ticaret kapitalizminin inkişafına muvazî olarak artmakta idi. Umumiyetle hiristiyan reayadan mürekkep olan bu tüccarlar, kapitülasyonların verdiği fırsatlarla ticaretini yaptıkları ecnebi devletlerin himayesine mazhar olmuşlardır. îm-paratorluğuıı, reayası kalarak, bu devletlerin mahmî tabası haline gelmişlerdi; bu sııretlejllmparatorluğun, ticaretin inkişafına imkân vermiyen müsadere ve buna benzer yolsuz hareketlerinden kendilerini korumak istemişlerdi. Daha sonra genişli-yen bu zümre bir sürü gaile ve İslâhat vesilesi olarak emperyalist devletlerin işine j-ıranuştır.
Feodal sistem ticareti de mühim ve sıkı kayıtlara tâbi tutmuştu. Büyük men-faâtler -ve hediyeler mukabilinde elde edilen fermanları haiz olmıyan kimseler ticaret yapamazlardı. Padişah tarafından tüccarlara ve ou tüccarların müstahdemlerine verilen fermanlar kervanların geçtikleri vc ticaret faaliyetinin cereyan ettiği yerlerin muhakeme sicillerine kayd-Öİunbifdü. 1 Sjinci âHfm sötffinda hiristiyan reayâ tüccarlarına Şerath Hint ve Avrupa
320
tüccarı adı veriliyordu. Müslüman Türk tüccarlarına da “hayliye" deniliyordu. Ticarî mübadele de dahilî gümrüklerle esaslı bir takyit ve tahdide tâbi idi. ’’Ame-diye", "reftiye",”masdariye". "resmi harç,, adı altında alınan vergiler malların kıymetlerinin yüzde ellisini buluyordu, tstaıı-buldail Ankaraya kadar 7-8 yerde gümrük mecburiyeti vardı: bu gümrükler oradaki bey tarafından sultan namına alınırdı.
Osmanlt İmparatorluğunun şehirlerinde, usta ellerde yapılan, ve Garptaki emsalinden üstün, ileri bir el-tezgâh sanayii vardı, tmai sırları loncaların ananeci ve gizli çerçevesi içinde saklanan bu sanayım pamuklu renkli bezler, çuha, şal, halı, kilim, cam, seramik, saraç mamftllerî Garp Avrupasına ihracat yapabiliyordu. Bilhassa halktan ziyade derebey konakları, saraylar için imalâtta bulunan - snaf loncaları etrafında birleştirilmiş ve loncalar dışında esnaflık ve san’atkârlığın icrası yasak edilerek sanayi fâaliyeti de böylece tahdi' ve takyit edilmişti. Her esnafın ayn bir loncası vardı. Bu loncaların umumî ve hususî mahalleri, idare hususunda kendilerine tevdi edilmiş, usta ve ihtiyar heyetleri vardı. Aynca loncaların yardım sandıklan, biitûn esnafa müşterek orta mallan vardı. loncaların başında şeyh, nakib ve yiğit başı adı verilen reisleri vardı. Loncalar esnafa ait müşterek işleri tedvir, -snaf arasındaki ihtilâfları hal. imâlatı tayin eden usullere göre idame ve yapılan mallarda aranan gerekli vasıflan tayin ederlerdi. Bu vasıflar, “feodal standardizasyon” dışında yapılan malların men’ini kadıdan talep ederlerdi Trfıp'a-ratorluğun ilk asırlarında loncalar “sunu-fıı fütuvvet” tarikinin tesiri altında kalmış bir teşekkül idi Her esnaf zümresi bir pirin etrafında toplanmıştı. Medrese taassubuna nazaran daha geniş olan sufî mezheplerin tesiri alÜndaTcman tongaların layık bir maUlyeti aldığını görüyoruz. Hiristiyan ve müjslüman esnaf sonraları
aynı loncalarda birleşiyor ve şeyhin adı "yiğit başı” olarak değişmiş bulunuyordu. Sonraları bu teşkilâtta şeyhlik Ve yiğit başılık ekber evlâda intikal eden, esnafı soyan bir hal almıştı. 18 inci asırda dinî taassubun kuvvetlenmesi üzerine müslü-man ve hiristiyan loncaların ayrıldığını görüyoruz.
Bizde loncalar. Garpta olduğu gibi, siyasî bir muhtariyet sahibi olamamışlar, daima sultanın adına kadının mllrakubesi altında kalmışlardı. San'at ve ticaretin icrasını tahdit eden diğer bir engel de gediklerdi. Gedik muayyen bir mahalde (gayrı menkule bağlı aynî bir hak olarak) san’at ce ticaretle iştigal etmek veya her nerede olursa bir san’atı icraya hakkı olduğunu mübeyyin “hücceti” haiz olmak sureti ile "müstakar” ve “havaî” olmak üzere iki kısma ayrılırdı.
Piyasaya arzedilen malların tesbıt edilen vasıflara göre yapılıp yapılmadığını sultan namına kontrol etmeğe kadının geniş selâhiyetî vardı. Loncaların dar kadrosu içinde imâl‘edilen mallar, evsaf bakımından kontsa! edildikten sonra mühürlenir ve kadı tarafından narh kanunlarına göre narhları mtirakabe edüirdi. ithalât mallarından '‘resmi damga" adıyla bir vergi alınırdı îştıınbulda bu işler "ihtisab” (belediye teşkilâtı) tarafından id,ire edilirdi Kadılar alınan öşrün pazarlar^ arzında devlet mâliyesi bakımından ■metlendirilmesi için sultan adımı azami .fiyatını tesbit ile narhlara bağlardı, Hiılâsa feodal sistemin idamesi için, arazi meselelerini, ticareti, sanayii, pazarlan mümkabe de kadının geniş selâhiyeti vardı. Bn hıi8u«' şer’i hukuk kaideleri dışında örfî kanunnameler halinde birleştirilmişti.
Devlet teşkilâtı, ilim ve fen bu ali. bünye şartlarına göre teşekkül etmişti. İmparatorlukta loncalar dışında ilk sanayi kapitalizminin nüvesini teşkil eden ma-nüfsktürlrit- de vardı. 16-17 İnci Asırlarda Rûrsada 10-50 tezgâhlı ipekli “kftrhane-
.321
leri” vardı. Dahilî feodal şartların ve istismarın kuvvetlenmesi bu nüvelerin inkişafına mani, olmuştu. Bu devirde ilim dinin kötü iskolastiği içinde bocalıyor, bir terakki göstermiyordu. Bu Ortaçağ alt bünyesi üstünde ilim İslâm dininin iskolastiği içinde bocalıyordu. Fatih ve Kanunî zamanlarında kazandığı ileriüği büe 17-18 inci asırlarda kapanan içtihat kapısının kapanması ile yerinde sayacak kadar mıhlandırılmış bulunuyordu. Fatih ve Kanunî devirlerinde medreselerde riyaziye, tıp ve kozmoğrafyaya yer tverilmekteyken daha sonraları medreseler yalnız arap dili, fıkıh (İslâm hukuku), kelâm tedrisatı ile meşgul olmıya başlamışlardı. Bütün ilim faaliyeti eski surî mantığın tatbikatından başka bir şey değildi. Osmantı cemiyetinde iktisaden ilerliyen öncü bir sınıf bulunmadığı için buna bel veren fikir hareketleri doğmamıştı. Tokatlı Lfitfi gibi ileri ilini adamları, feodalizmin taassubuna karşı gelen 60 medreseli matbu kitap okudukları için idam edilmişlerdi. Evliya Çelebi ve Kâtip Çelebi gibi Heri âlimler zamanlarına göre fikrî ilerilikl-t göstermişlerdi. Kâtip Çel- bi (Mizam Hak) adlı ese
rinin onuncu sahifesinde anlattığı veçhile Fatihin kurduğu sekiz medresede haşiyei tefsir, şerhi mevafık gibi şeyler okutuluyordu. Bu ilimler müsbet ilimlere karşı müsbet olmıyan üim ve fenleriıı müdafaası mahiyetinde olması hasebi ile bu ilimleri bilmek iktiza ediyordu. Bu bahislerin felsefiyat olması hasebi üc okutulması menedilmişti. Dört yüz bin liraya malol-muş olan Tnkülddin'in rasathanesi yıldızların harekâtını tetkik etmek, zelzele ve helaları mucip olacağı fetvası ile yıktırılmıştı, Hiristiyan. Müslüman ve taşralı halkın kıyafetlerinin bite takyit ve tayin edilmiş bulunduğu bu feodal şartlar dahilinde Garptaki iimanist hareketlerin imparatorlukta meydana gelmesine imkân yoktu.
Gelecek yazılarımızda tanzimata kadar iktisadi sistemin istihale ve tahavvül-lcrini. Garp sanayi inkılâbının yıkıcı tesir-■erini. ve buna karşı alman tedbirleri, artıklan bugün bile bir içtimai engel olan dcrcbcylerin geçirdiği hukukî istihaleleri ve 1R38-1B08 senefiğ zarfının yan müstemleke oluş seyrini, 1908-1923. 1923 ten bugüne kadar olan devreyi tetkik edeceğiz.
Güle ve Bülbüle Dair
Suat TAŞER
Gül hikâyesi meşhurdur.
Gülden daha meşhur bir hikâye: Rivayetin rivayetine göre
Güller gülistanda giilerketı bir keminin dertli bir Inilbiil vanııış. güle aşıkmış lüilbiil
ağlarmış.
Bülbül ağlıya dursun
güller gülistanda gülerken. Derken
gel zaman, git zaman dört mevsimde bir saraylınla, gül tenli cari yeler, bahçelerde cariye tenli güller gülüşür
naza işve eder
ve koklaşırlarmış.
Gül rehjniKİ' iı mağrur kokusundan emin, fettanlık öğrenmiş dilber carîyelerden
bülbüle uruktan bakarmış.
ve bizim zavallı bülbül güle aşıkmış ağlarmış.
Hülasıı-i kelâm
gel zaman, git zamn ı gün geldi giüleT göç eyledi gülistandan
ve derdi-aşkı-bülMll
bülbülde kaldı.
Şairler peşiman oldu;
cefayı glildcn.
vefayı bülbül ilim ögrenıiilîlerine; ve gûya nüzul indi sanılır gllliin kokuştum,
1 bifibîiliin sesine!
323
ve blnnettce
derdi-aşkı-bölbül
ve cefayı gül
hayal olda.
Bülbül konmuş derler bağlamanın sarı teline bu doğru ise eğer,
Karaeaoğlaıım, Hafızın, ve Nedimin Kemaline
ve bunların
şu malanı şu meşhur haline göz yummak icap eder.
Bir yokmuş, bir varmış devri-saltanatı-gülde bülbül güle aşıkmış, bülbül ağlarmış.
Sesini duymadım güzel kaş, resmini gördüm —güzelliğini ile resimden tanırım—. Yanıkmış sesin yaralı bir yürekten gelir gibi ve yanık yanık ötermişsin: duymadım 1
Bu bir saygısızlıktır belki, utanılacak bir haldir
o senin büyük şöhretine karşı.
Fakat duymadım I
Affedersin
derdi sesinden biiytlk, sest derdinden meşhur
güzel, küçük kuv
tekrar tekrar j I l( d, ı>in!
Gül düşmanı değilim, bahçelerin semtine nğramamaya yemin etmedim! ve güller brni yakmış değil.
Gülü dalında da severim,
sevdiğim kızın elinde de.
Giıl düşmanı değilim, değilim ane şu gül ve bülbül hikâyesine düşınmuııı, tiksinti Veriyor adama.
Havlı zamandır
gül frokmnkta bülbül ltan.li
tuna bizim şairler utalı inadı halâ güle, bülbüle dair şiir yazmaktan.
İnsan hail bu,
aç kalırsın
gül kokusu, derler burnuna gül tutarlar.
Aşka düşersin btllbül sesi, derler rahmetli bülbülün sesini tavsiye ederleri Düpedüz alay etmek, ırzına sevmektir bn adamın, canına kasteylemektir.
Haberin ola:
derdi sesinden büyük, sesi derdinden meşhur güzel, küçük kuş!
Ahdi var konuşnnyan insanların canına kıyacaklar
senin
ve şu hikâyenizi
böyle berbat edenlerin..
Otur oturduğun yerde,
kes sesisin!!
Yüklen minicik sırtımı altın kafesini derdini yumak, yumak geri sar ve yirminci asrın dünyasından çek arabayı! Şimdi can derdine düştük biz kavgamız ekmek kavgasıdır
lâf değil!
Hayata doymadan gidiyor gidenlerimiz.
Şimdi can derdine dıışliik. mamafih harpten sonra bir ıığrayıver o zaman senin meseleni de imikleriz.
TUSTAV
325
Şiirlerime Nosihot
Suat IAŞER
Karuıcahır ve örümcekler lıallerinden memnundur, biz insanlar öyle değiliz, hele urunuzdaki şairler!
Canı sıkılan, sevgilisine hükmünü yilrlltemiyen
hıncını bulutlardan, bahar rüzgârından ve yıldızlardan alır!
Sanki bunlar şairlerin keyfi için yaratılmış,
(veya şairler bunlara sataşmak için).
Ey benim şiirlerini!
İnsanların peşini bıraktıııyacaksuıız,
dıuıyanın herhangi bir yerinde
yalnız bir fâniye ait olmak lan utanacaksınız.
H ıı dutlar ve kanunlar
326
TUSTAV
Psikoloji ve Yeni Neslin Yetişmesi W
»r. Muzaffer Şerif BAŞOĞU!
Biz kıymetleri çürümüş, tereddi etmiş bir imparatorluk bünyesinden kurtularak çıktık. Yeni baştan, yeni esaslar üzerinde kuruluş halinde bulunan bir memleketin çocuklarıyız. Memleket emperyalist müstevlilerden temizlendikten sonra ileri medeniyet seviyesine uygun, ileri kültürlü bir Cumhuriyet meydana getirmeğe koyul-luk. öyle bir Cumhuriyet ki endüstride, ziraatta, imar işlerinde, sıhhat işinde dünyanın ileri ve inkilâpeı memleketleri arasında yer alsın, öyle bir Cumhuriyet ki orada tırtık derebeylik, müteğallibelik bir daha yüzünü göstermesin, vatandaşları arasında gelişme imkânları ve refah imkânları bakımından imtiyaz farkları olmasa, Esasında birbirine organik bir surette bağlı olan ve »bütün bir cemiyet yapısı anlayışına dayanan bu işlerin gerçekleşmesinde mühendisin, ziraat cm m, doktorun üâh.. vazifeleri yanında bir de vatandaş, bir insan yetiştirme vazifesi var ki her meslekte, her işte töındıığıı için hususi bir ehemmiyet kazanıyor, öyle bir vatandaş ki memleketin, halkın rclh hım kendi refahı üstünde tutsun, onun menfaatlannı kendi menf»atlarının vc zümre meııfaatlanmn üstünde tutsun, bu uğurda canla başla çalışsın, eşşa'rüzgârlara göre dönmesin. Bu yolda: çahşırktn onu iten kuvvet yalnız dıştan g(! n taz-yıklar ve müeyyideler olmasın, fakat içinden duyduğu mes’uliyet ve vazife duygu-
(l> Ankorrı Dniversrş -,ı. ■ . > ■■■■
oecon Eylülde He’dvMo Iröısfemmi nlornl Verilmiş olan bu va kültesinin cıkornı dodtr.
ztmn aslı. Dil. CoÖrdfva Fo-
su olsun. Böyle yüksek cemiyet ve insanlık kıymetlerine içten bağlanmış olan bir vatandaşa artık vazifelerini ihtar etmeğe liizum kalmaz* o, bunlan içten duyduğu bağlılıkla yapar. Her mevzuda olduğu gibi insan mevzuunda da evvelâ, elimizde işleyeceğimiz materyelin tabiatını incelememiz, bilmemiz lâzım gelir. Ancak bu suretledir ki elimizdeki materyelle, yani insanla, bilerek meşgul olabiliriz, onu istediğimiz şekilde yoğurabiliriz.
Psikolojik dıinim bakımından tabiat bize insan yavrusu, yani üzerinde işlenecek insan materyeli hakkında ne veriyor? Bu hususta varılan neticelerin bir hülâsasını vermek bile mevzulunuzu aşın derecede gertişlftir. pnun için burada yalnız, elimizdeki mühim konu ile ilgili olan, bir ana hakikati belirtmeği yeter göreceğim. Çocuğa ilk yaşlarda insiyakları, iştihalu-ıı. arzuları ve hevesleri hâkimdir. Bu îb-tekler, havesler. iştihalaı onda mutlaktır, içtimai ve maddi bütün etrafı (bunu meş’ur olarak bilmediği halde, onun nazarında) anlak onu tatmin etmek için vardır. Hatta, İdi yetriliriz ki annesi ancak onu tatmin etrnek içindir. İşte çocuk dönekliklerinin, hercailiklerinin mantıksızlıklarının kökü buradadır.
Yetişkinler arasında konuşmalar, u-mumiyctle, birlbirine bir şeyler anlatmak içindir: Bunun için ekseriya, biri söyler, biri dinler; sonra söyleyen susar, dinleyen söyler. Kalbuki muayyen yaşlara kadar, çocuklarda böyle değildir. Çocuk, çok zaman, başkalarına bir şey anlatmak için konuşmaz,; kendini tatmin etmek için kornişin- konuşması, çok zaman başkasına
327
bir şey anlatmak için değildir. Bunun gibi çocuk mantığı muntazam işleyen yetişkin mantığı gibi değildir. Dakikadan dakikaya kendini nakşedebilir, şimdi ak dediğine bir dakika sonra kara diyebilir. Bu da, diğer hususlar gibi, çocuk .mantığının arzulara, heveslere tâbi oluşundan ileri gelir. Bir çok ruhiyatçıların sistemli bir surette müşahede ve derecesini tayin ettikleri, bu neticelere uygun neticeleri biz 1937 de Gazi Terbiye Enstitüsünde yaptığımız araştırmalarla elde ettik. Çocuğun psikolojik mekanizmasına arzularının, heveslerinin, iştihalarınm hâkim olduğunu müşahhas bir misalle daha aydınlatmak için en son olarak çocukların kelime tariflerini ele alalım. Çocuğun zekâsını ölçmek için kullanılan testler arasında muhtelif yaşlar için, kelime tarifeleri de vardır. Kilçiik yaşlarda çocukların tarifleri kullanışa, hatta, bir şeyin kendi üzerlerinde olan müsbet veya menfi tesirine göredir. Ona. meselâ, kaşık deseniz “yemem içindir" cevabını verebilir. Çocuklar Küçük yaşlarda kendi üzerlerindeki tesirinden müstakil olarak tarifler veremezler. Her şey kendilerini-, daha doğrusu, kendi arzu ve heveslerine göredir Bazı büyük ruhiyatçılar bunu egointrik olarak karakterime etmişlerdir.
Halbuki iyfevatandaş arzularının heveslerinin esen rüzgârlarına tâbi olarak dönmeyen insandır, iyi vatandaş, iyi insan şahsî m ııfaatlara göre dönn .-•y.-ıı insandır. Kendi arzularını, heveslerim yenip cemiyetin menfaatlerini üstün tutabilen insandır, icabında, bağlandığı yüksek cemiyet ve İnsanlık kıymetleri için kendini feda ( (len insandır. Hakiki vatandaş. hakiki insan kafasını, hislerini ve hareketlerini, kendi keyfine, koudi. heveslerine. kendi arzularına, iştihalırınâ vc ihtiraslarına göre değil, benimsediği, yüksek tuttuğu bazTyülcsek cemiyet ve insanlık kıymetlerine- ve kaidelerine göre tanzim eden insandır Demek İd vatandajltk ve
insanlık terbiyesinin esası insim yavrusu-nu kaidelerle, kıymetlerle düşünür, hissetler ve hareket eder hale getirmektir.
Halbuki, biz gördük ki, insan çocukluğunda arzularından, heveslerinden ve keyiflerinden başka hiç bir kaide tanımaz. O halde bize mevzulunuzun uaahatlaruu verecek olan şu suali sorabüiriz: insan yavrusunun arzuların heveslerin mutlak-lığından kurtulup kaidelere, kıymetlere göre düşünmesi, his ve hareket etmesi nasıl meydana geliyor? İyi bir vatandaş, iyi bir İnsan olabilmek için hinlerimizde ve hareketlerimizde kendi arzu ve keyiflerimizi değil, bizi aşan ve keyfimize göre değişmeyen bazı cemiyet ve inafinlık kıymetlerini esas tutar hale gelmek lâzımdır. Hislerimizi, heyecanlarımızı ve hareketlerimizi buna göre ayarlıyabitmek için kendimizi aşan bu kıymetleri iyice içimize sindirmek lazımdır. Yüksek vazife mesuliyet ve fedakârlık duygusunun kaymağı burasıdır. Karakterli vatandaşlar, ahlakî mânada idealist insanlar yetiştirelim diyoruz. Yüksek karakterli, ahlakî mânada idealist adanı demek içten inandığı bazı cemiyet v(- insanlık kaidelerine, ve kıy-metlerine, gere hareket edeıı, esen rüzgârlara göre dönmeyen adam demektir. Yok--1 karakter, ahlâk idealizmi boş kelimeler olmaktan öteye geçmez. Şu halde hakikî vatandaşlık terbiyesi demek çocuklara vc gençlere cemiyetin, halkın hakiki gerçek-lerini ifade eden ve onun hakiki ihtiyaçla-nndj^doğan yüksek kıymetlerin ve kai-delern-, aşılanması ve mal edilmesi demektir.
Gördük ki insan başlangıçta, ilk çocukluğunda hava ve heveslerinin, keyiflerinin zebunudur, egosantrikdir. Kaideleri, kıymetleri içten benim» inek gelişmesi nasıl meydnna geliyor? Bunu layıkiyle kavramak bize nakile! vatandaş ve insan yeHŞırnîchîıi 'nazari esasini ve gerçek terbiye istikametini verecektir.
Psikoloji afaŞtırniâları bu hususta
328
bize çok esaslı bir istikamet veriyor. Bu istikameti iyice kavramak bize yapmacık olmıyan, şuıı'î olmıyan gerçek bir vatandaş karakterinin nasıl yoğrulabileceği ve hangi kıymetlerin vatandaşlar tarafından (zorla değil)içteıı kavranabileceği hakkında bir ana fikir veriyor, bazı mühim terbiye tatbikatı buradan çıkacaktır.
Şimdi çocuğun kendi keyfinden müstakil kaidelere, kıymetlere göre duyar, hareket eder hale gelmesinin belli başlı safhalarım, inceliklerini gözden kaçırarak, kabaca, hülâsa edelim. Bu safhaları müşahhas olarak belirtmek için bunların üstünden mücerret olarak değil, fakat çocukların il kbenimsediği ve bilfiil kullandığı kaideler arasında olan oyun kaidelerini canlı misal olarak almak suretiyle geçelim. Çocuk evvelâ başka çocuklarla birlikte oynıyamaz. Çünkü birlikte oynamak için oyun da olsa, karşılıklı olarak bazı kaidelere riayet etmek icabeder. Üç dört yaşında çocuk yalnız kendi keyfine tâbidir. değil mantıkî ve ahlâkî bir kaideye, oyun kaidesine bile riayet edemez. Bu yaşlarda çocuk daha ziyade, kendi ken-dineoynar. Piagut’nin kullandığı tabirle buna ferdî ve harekî safhr. develim.
Dört beş yaşından sopra çocuk başka çocuklarla birlikte oynamaya bğştar. Kaidelere riayet etmemesi, oyunu k ndi keyfîne göre oynamak istemesi yüzünden mızıkçılık yaptığı haller nâdir olmamakla beraber, oyunun devamı mliddetince oyun kaidelerine riayet gösterir. Fakat henüz bu yıllarda kaidelerin karşılıklı mün betleri, karşılıklı hareketleri tanzim etmek için olduğunu k^vrayamaz. Henüz bu yaş-
safhası gelir ki artık burada kaideler mutlak bir surette tepeden konmuş olduğu şuuru zail olmağa başlar. İşte bu saikadadır ki çocuk kaidelere içten gelen bir bağla, muhtar bir surette, inanmaya başlar. Kaideye içten bağlanma, içten riayet safhanı diyebileceğimiz bu safhaya ego-santrisiznı’in kuvvetinin zaîi olınasiyîe girilir, Bu şu demektir ki artık çocuk insanların ve her şeyin kendisini tatmin etmek îçiıı var olmadığını iyice kavramağa başlamıştır. Kendinin merkez olmadığını, dünyada başkalarının da arzulan ve hevesleri olduğunu, ancak karşılıklı bir surette konuşabileceğini, oynıyabileceğini, muhakeme yürütebileceğini, mantıkî olunabileceğini, gerçeklerle kaıştlaşdıkça, kabul etmeğe doğru yol alır. Oyun kaidelerine riayet egosantrizm’in kuvvetinin kaybolmasiyle, zeval bulmasıyle meydana geldiği gibi mantıkî olarak muhakeme, karşılıklı konuşma ve düşünme, karşılıklı saygı, vazife ve mes’uliyet duygusu da egosantriam'in kuvvetinin kaybolma-siyle. zaiflamssiyle yerleşir ve kuvvetledir. ■■Hi
Şu halde domek oluyor ki. insanın keyfine göre hareket. .ölmemesi, ânın zevklejjj'iı- ^sürüklenmemesi, yüksek vatandaşlık ve insanlık kıymetleri edinmesi, hisleıini ve hareketlerini bunların tanzim ettiği vazife ve mes'uliyet duygularına göre ayarlaması, icabında bıı uğurda, ma çilesinden ve mânasından dakârlıkiarda butuııınşİBi içir, ona yalnız kendini, kendi hazlaanı mihver yaptıran, egosantrîk safhayı aşması icabeder. E&osantrik safhanın aşılması ise yal İliz yılların geçmesiyle larda, kaideler onun için mutlaktır., Bü- kendiliğinden meydana geb-n bir gelişme yükler, Ana-Baha tarafından konmuştur. dcgİHfr. Eğer insan kendini saran cemi-Onun için riayet edilmesi lâzımdır. Bir şey yet vc madde âleminin tenbihleri ile. yapmak fenadır, çünkü o ana vc imua, tazyikleriyle, mukavemetleriyle, milkelle-yahut başka büyükleş tarafmdan men - fîyelfefiyîv Mafişi! şmasuydı onda, yüz edilmiştir. Bu safhadan sonra oyunun yıl da yaşıtsa, bir vazife ve mes’uliyet
kaidelerinin oyundakilerin rızası ile oyu- duygusu, fedakârlık duyu usu doğmazdı,
nıuı durumu icabı meydana- getirildiği Nitekim bunu derece derece. naz ve istiğ-
f ■ ıy y r ■' ı A y y
329
na içinde yetiştirilmiş, hemen her arzuları tatmin olunmuş zengin ve aristokrat ailelerin şımarık, zekâlan geri kalmış, burunlarından ötesini görmeyen, bütün âlemin kendileriyle meşgul olmasını istiyen parazit ve mütereddi çocuklarında ve gençlerinde görüyoruz.
Egosantirizm'in aşılması dışarıdan görülen mukavemetler, tahditler, yasaklar ve başka insanlarla müşterek faaliyetlere girişmek, iş birliğinde bulunmak sayesinde meydana geliyor. Çocuk dışardan hem maddi âlemin, hem de içtimai muhitin mukavemetleri ile karşılaşıyor. Maddî muhiti alalım: Çocuk dikkat etmeden hareket ederse yandığını, düştüğünü, canının acıdığını idrak ediyor, Bu suretle tabiat çocuğa kendi determinizmini evvelâ zorla kabul ettirmiş oluyor. Şüphesiz çocuk mantığının, çocuğun kaidelere göre hareket etmek icap ettiğini kavramasının gelişmesinde bunun müsbet bir tesiri vardır.
Fakat çocuk egosantrizm’inin aşılmasında en btlyük tesir içtimai muhitten geliyor. Yaşaması için evvelâ bütün diğer hayvan yavru lalından ziyade, yetişkinlerin bakımına, ihtimamızı muhtaç olan çocuk kendi kendine yürür, konuşur yani anlar, elbiselerini giyer hale geldikten sonra yetişkinler lana, baba, kardeşler ilâh) onun önüııe, yaşına göre, bir takım mükellefiyetler, yasaklar vc mukavemetler koyuyorlar, çocuk:‘bunlara, aykırı hareket ettikçe azarlanıyor, döğiilüyor yahut başka türlü ceznlandmhyor; baza k:ud>-l-re riayet etmenin bir zaruret olduğunu idrak ediyor.
Zorla ona kabul ettirilen yahut ouuu üzerinde büyük tesiri olan yetişkinlerin (Ananın, babanın, ablanın ağa beynin ilâh) mutlak tesirinden dolayı yüklenen kaideler, kıyın eder Bocuğa dışardan tıkılmış olan kaidelerdir, kıymetlerdir; içinden asıl bağlandığı, yüksek tuttuğu kaideler, kıymetler bunak değüdlr. Bit kaideye
riayet edilmesi lâzım gelen kaidedir; bir kıymet yüksek tutulması lâzım gelen kıymettir, çünkü büyükler böyle istemişlerdir yahut böyle söylemişlerdir. Çocuğun asıl benimsediği, içine sindirdiği kıymetler ve kaideler başka İnsanlarla oyun faaliyetleri, hayat faaliyetleri içinde yaşayarak edindiği kıymetlerdir,, kaidelerdir. Meselâ çocuğun müşahhas olarak yaşadığı âleme çok yakın olduğu için, oyun faaliyetlerini alalım. Karşılıklı bir surette yahut gurup halinde oymyabilmek içinoyuna iştirâk eden herkesin oyun kaidelerine riayet etmesi zaruridir. Bu ise çocuğun bu faaliyet seyri içinde egosantirzm’i bırakmasiyle, kendi heveslerini bırakıp oyunun kaidelerine râm olmasiyle mümkündür. Oyunda mutlaka, her ne bahasma olursa olsun kazanmak istiyen çocuk çabucak ya mızıkçılığa yahut da hileye dökülür ki her ikisi çocukların arzularına heveslerine nazaran, obijektif olan, gayrî şahsî olan o-yun kaidelerine aykırıdır. Demek olur ki ahenkli bir oyun birliği için bile, kendi keyfimizi yenmek ve arzularımızı aşıp gayri şahsî hareket etmemiz lâzım gelir, yani oyun kaidelerinin bize değil, bizim oyun kaidelerine tâbi olmamız icabedcr.
Büyük ruhiyatçı Piap t'nin sistematik bir surette tetkik ettiği lıu oyun kaidc-lı-rine riayet durumundan çıkan neticeyi daha ciddi, yetişkinin günlük hayatına daha yakın faaliyetlere teşkil •■delim. Çocukların okulda bir duvar gazetesi meydana getirmeleri, gençlerin futbol takımında iyi bir oyun çıkarmaları, bir okul orkestrasının ahenkli bir surette- çalınması, bir bahçe temizlenmesi, başarılı bir müsamere ve-rilmrtij- kamp faaliyetlerinin düzenli bir surette-idamesi, talebeleri: kendi ahıı teriyle bir okul binası meydana getirmesi, bütün bunlar karşılıklı münasebetlerin do-"ğuraugu vazifelerin' ve işlerin herkes tarafından namuskâr vc başarılı bir surette vapılmasına yani herkesin biribirleriyle müııasebettar bir surette iş ve verdikleri
330
söz kaidelerine sıkı sıkıya sadakat göstermelerine bağlıdır. Bilhassa eşitlerin giriştikleri bu karşılıklı gurup faaliyetleri kaide ve kıymet duygusunun yani vazife ve mcs'uliyet duygusunun çocuğun ve gencin içine yerleşmesinde, onun öz malı haline gelmesinde son derecede müessir bir rolü vardır. Bu suretle canlı iş birliği faaliyetleri içindedir kİ çocukta ve gençte içten olan karşılıklı saygı ve sevgi duygulan, vazifeye ve mcs'uliyete içten bağlılık duyguları gelişlir ve onun şahsiyetinin uzvî, ayrılmaz bir kazancı haline gelir. Şu halde, diyebiliriz ki, hakikaten içten duyulan, içten sayıldığı için riayet edilen, yüksek tutulan, faaliyetlerde kendini gösteren, icabında uğrunda fedakârlıklarda bulunulan yüksek kaideler ve yüksek kıymetler ancak yaşıtların müşterek ve karşılıklı hayat faaliyetleri içinde paylaşılan, üzerinde emek aarfedilen ve ter dökülen faaliyetlerdir. Sistemli pisikoloji araştırmalarından gelen bu netice bize, senelerce evvel Fransadun aldığımız ve harpten sonra hür bir Fransada kendilerinin bile bırakacağına inandığım, klâsik ve formel terbiye tarzının, talim ve terbiye ikiliğinin ne kadar sakat, psikolojik hayatın gelişmesine ne kadar aykırı olduğunu ^gösteriyor.
Psikolojik gelişmeye ait verdiğimiz bu hülâsadan yeni neslin ne suretle yetiştirilmesi lâzım geldiği hakkında çıkan pratik tatbikat istikameti soıı »ecede sarihtir vc mühimdir: Çocuklarımızın gençlerimizin memleketimize, halkımıza ve insanlığa karşı, sun'î bir gösteriş ©lnrak değil, hakikaten içten duydukları, içleıı saydıkları ve içten duyarak fedakârlıkta bulundukları kıymetlerle ve bmılanrrîcâp-ettirdiği vazife ve mes'uliyct bağlılığı ile yetiştirmek için, ilk okuldan üniversite; lerimizc kadar, her seviyedeki' ökullârt-mızda yaşıtlar masında, ahenkle işlemesi, karşılıklı iş birliği faaliyetlerine bağlı olan müşterek fâaliyetleri ön plâna ge
çirmek ve biitün terbiye faaliyetlerim bu mihver etrafında tanzim etmek bir zarurettir. Bu müşterek faaliyetlerin hakikaten duyulan, yaşanan ve içe sindirilen faaliyetler olması için bu faaliyetlerin okulun günlük ihtiyaçlariyle, muhitteki halkın gerçek durumiyle ve ihtiyaçlariyle ilgili faaliyetler olması ıcabedcr. Bütün o-kııl kategorileri içinde köy Enstitülerimizin faaliyetlerine, çalışma proğramlanna hâkim olan görüş, ilmin de vardığı neticelere uygun -olan bu görüştür. Milletler arası terbiye kongrelerinde Köy Enstitülerimizin bünyesini, çalışma tarzlarını haklı bir öğünme ile, izah edebiliriz ve bilhassa burada yetişen gençlerimizi ileri kültürlü, ileri vazife ve mes'uliyet duygulu geııçkrolarak takdim edebiliriz.
İleri görüşlü ve halkın gerçek ihtiyaçlarını yakından bilen terbiyecilerin hazırladıkları program ve onların mürakabesi altında tatbik olunan müşahhas ve müşterek yaşıt faaliyetleri bilhassa ilk gençlik çağında bulunan gençlerin terbiyesi bahis mevzuu olunca, büsbütün bir zaruret haline geliyor. Mühim ve esaslı fizyolojik değişmelerden Ve bunun icabı olarak artık erkek çocuğun bir adam haline, kız çocuğun bir kadın haline gelmesi yolunda en mühim bir geçit safhası elan ilk gençlikte, az. veya çok bir buhran geçirilmesi, az veya çok muvazenesizlikler husule gelmesi ı muhtelif cemiyet bünyelerine ve kültürlere göre farklı belirtiler göstermekle beraber) yalnız bizim memleketimize has bir keyfiyet değildir, diyebiliriz ki, beşeri bir haldir. Bizim kendi tetkiklerimiz de gösteriyor ki. az veya çok bir derecede, bu halde bulunan gençlerin, muayyen se-bebTerden dolayı bilhassa genç kızların, muhtelif alâkaları, sinema, roman insan terci hicri. Üzerinde en yakın, doğrudan doğruya tesir kendi yaşıtlarıdır. O dereceye kadar ki bunların kendi aralarında mahremiyet gurupları meydana getirdikleri, daha ziyade kendi âlemlerinde haşir
331
Karadeniz Bölgesinde Toprak Meselesi
munis kesafeti itibarile memleketin eu KamuaıiK POıgelennuen sayılan ziara uuuL6 ujinuuıoa toprak meselem, yurdun oış«x uoigeıerınueıı iarkıı ve değişik bir arzeuer... Samsun'un Çarşamba ve ttura ovaıan istisna edilirse bu bok genin arazisi boynan boya dağlık ve or-luaıuıaur. x urauıı diğer bölgelerinde ol-uugu gloi, geniş otçude ziraat yapmağa eiverışıi topraklara burada pek az rastlanır. bu boıgeae yaşıyaıılar, dağlar veya ormanlar arasına sinişmiş ufak arazi parçalarında ve yahut deniz kıyılarında kayalıklar arasındaki daracık ovalarda ziraat yaparlar. Bu topraklarda çalışmak çok çetin ve zahmetlidir. Çok yerlere saban ve pulluk işlemediği için köylüler, kazma vc belle toprağı kazarak araziden faydalanmağa çalışırlar. Buralarda bir karış toprağın bile, büyük değeri yârdır. Bu bölgede köyler dağınıktır. Arazinin ve toprağın şekline uyarak ormanların ve dağların araaınıtfsıkışmış, iiçer beşer evlik köylere raşllşıuh. Nüfus kesafeti' fazla, toprağı dar olan: memleket balkınnın büyük bir kısmı ;;«;imdan aciz olduğu için, kısmetini gurbette aramağa çıkar.. (,Soluğunu, çocuğuııiı evdeki karısının ’üzeri-
HaJil AkTEKİN
ne atarak uzun yıllar, memleket ve aile yüzü görmeden köy köy, memleket, memleket dolaşır...
Köye döndüğünde çok zaman bahtsız baba, çoluğunu, çocuğunu kayp etmiştir. Bir kaç dönüm toprağı, ya şehirdeki tüccarın eline ve yahutta köy ağnamın emrine geçmiştir. Köyde yüzüne bakan yoktur. Herke», bir an evvel köyü terk etmesini istemektedir...
Bahtsız baba yeniden çantasını omuz-lıyarak gurbetin yolunu tutar. Göz yaşı ve içi hınç dolu olarak kendini kör kaderin merhametine atar..
Bu durumu müşahhas bir surette canlandırmak için Teke köyü’niln toprak durumunu gözden geçireceğiz. Köy. Samsun’a 15. denize 5 kilometre mesafededir. Samsun, çarşaınbk/hattî köyün içinden geçi r.. Sahil boylarının bir çok köyleri gibi, bura halkı da yerlilerle, dışarıdan gelme muhacirlerden teşekkül eder. Köy halkı ^çalıştıranlarla, çalışanlar olmak ü-zere. ikiye ayrılır. Sayışı 6ç, beş evi geç-miym hep bir soydan gelme birinciler, z inanla köyün hemen hemen bütün topraklatan muhtelif fırsatlarla ellerine ge-çirnuiğb'-muvaffak olduklarından köyün
ve neşir oldukları, içlerini en ziyade ve lazammun eden müşterek yaşıt faaliyet-hatta yalnız birbirlerine döktükleri oluyor. lerj enerjinin açığa çıkmasını, spor, esle-Bunu incelememek, tahlil etmemek ve tik cemiyet hayatı, yapıcılık yollarında, gençlerden yalnız' zahiri ve şekle ait bir yaratıcı kanallarda verimli olmasını te-kaide ve disiplin riayeti istemek asıl çere- slrH bîr surette sağlar. Bu esasta içinde yan eden seyrin üstüne bir perde eekmek- bulunduğumuz yüzyılın ileri terbiye nazari-ten başka birşey olmaz. Bunıın yerine yenilerinin amprik bir surette, ortaya at-günlfik okul ihti^açjfjriyle,. jkldn içtimai tffan nazariyelerle psikolojik araştırma-muhitle müşahhas bir surette ilgili olşhık. gösterdiği pnatik istikamet birle-
zaruri bir surette karşılıklı mcs'ıİliyâüeri şiyofc. Muzaffer ŞERİF
332
zengin ve imtiyazlı zümresini teşkil ederler. 200 hanenin içerisinde bu aüedon başka, canı içinde «engin denebilecek kimseye rastlanmaz. Köyün bakkalı, çakkalı, hocası, hacısı hep bu ailenin içinden çıkar. Köyün muhtar ve âzalan da bu aile arasından seçilir. Ailenin en zengin adamı. H. O. efendi isminde birisidir, öteden-beri köyün eşrafından olan bu adamın işletmesinde yüzlerce dönilm tarlasiyle, birçok yerde koruları vardır. Bundan başka, köyün içindeki en büyük mağaza birçok dükkân ve evlerle, kiiçük bir un fabrikası ağanın malıdır. Köyde kardeşleri, ve yeğenleri de zenginlikte kendinden aşağı kalmaz.
Köyde birkaç dönüm toprağa sahip fakir birkaç kövlflden başka, bütün köy halkı, H. O. efendiye ve akrabalarına ya yana ve yahutta işçi olarak çalışır. Köy halkının geçimini umumiyetle tütiin ve tarla ziraatı teşkil eder. Bundan baslıa. bir miktar da mısır ve sebze yetişir. Tütün istihsali ve isçiliği fazla masraf ve emeğe dn'-nnan piyası-u çok ovnak olan ziraatın zor İve ince bir şubesidir. Geniş tonrn.ldara ve isletmeleri' sn hin çiftlik sahipleri, bankanın ye tüccarların açtığı krediler ı veslnd» İşlerini aksa t™ M an yürüttükleri iPİht. bir taraftan da falar uç parasız köylülere bore para vererek onlan nüfın ve hâkimiyetleri albndp. tutarlar...
Köylü, kaldırdığı -mahsulün bedelini daha tarlrdavken yediği için, bir vı’iık emeğini olduğu gibi dışarıdaki ^yasadan habersizce ;ildllm pahasına ağaya yatırır, Ve tekrar bore nara alır. Buna clüvüıı. ö-lıım. hastalık gibi köylüye ağır masraf
kapusu açan işler dc yüklenince, köylü altından kalkamayacak kadar ağır borç altına girer.. İşte o zaman ağanın insaf ve merhameti harekete geçerek darda kalan borçlunun canına yetişir... Çpktandır rehinde tuttuğu tarlayı, mal ve eşyayı sadığından birkaç kuruş mukabilinde satın alır. Ve bu suretle atalık vazifesini yaptığından köylünün minnetini kazanır. Tekke köyünün H. O. efendisi bunlardan birisidir .Köyde ve şehirde derin ilmi, yüksek fazileti ile tanmdıığı. fakirin fukaranın hakkini hukukunu koruduğu için, muhitinde kendini tanıtır ve saydırır. Gerçi, köyün bütün topraklarını çiftliğine katmak gibi, bir emel taşırsa da bunu vicdansızlığından dolayı değil, sırf köyün dini dirliği kaçmasın diye yapar, (Bu milleti yokluk vener, kamı doyarsa bu hınzır heriflerin önün emi geçilir) der. Köyde otoritesine karşı gelenleri dayaktan geçirmekle haddini bildirir... Serde alışkanlık olduğu için, ağa bazen civar köylerin işine de burnunu sokmak ister. Fakat bu köylerle stnır.ve arazi kavgaları eksik olmadığı için, kendine iyi gözle bakılmaz... Pür defasında uzun zamandır münazaalı bir.-arazi meselesinden halkı mübadil muhacirlerden olan Çmaraları köylülerde H.. | O. efendi arasında çıkan müthiş bir; kavga neticesinde Çinaralanlılar bas-km gelerek H. O. efendi, ve ta raf-yırlarına bir iyice odun attıktan sonra, bıçak ve sopayla birkaç kişiyi yaralamışlardı. îfeticede H. O. efendi, didisgen-liği ile yine işini yoluna koydu ve. müna-iaalı olan araziyi çiftliğine katmak sure-. tjlerhasımlaruıdan sonunda, intikam aldı...
333
BİR BALO
Bekir Sıtkı KUNT
Muharrir Ahmet Saminin, Güneş gazetesinde, köprü altında yatan çocuklara dair yazdığı yazı, etrafta çok İlgi uyandırdı. Kimi cemiyetimizin ört baş edilmesi gereken bir sefalet manzarasını gazete sütüunlannda teşhir ederek «ecanip nazarında» milletlerimizi küçük düşürdüğü için, muharririn hiyanet sayılabilecek millî bir suç işlediğini, suçlunun adaletin pençesine teslim edilmesini, kimi tam tersine olarak, bu gibi İçtimaî yaralar deşilip ufuneti göz önüne dökülmedikçe tedavisi yoluna gidilmiyeccği cihetle, muharririn büyük bir cesaretle bu yaraya neşter vurarak memlekete geçerek bir hizmet ifa ettiğini, bundan dolayı makale sahibinin takdir edilmesi lâzım geldiğini ileri sürdüler. Git gide mesele dallandı, budaklandı Gazetelere de epey sermaye çıktı. Her kafadan bir ses, bir tenkit veya takdir sesi yükseldi. Belediye de ht rekete geçti, ve bir tedbir olarak, çocukların köprü altların da yatmasını yasak etti Mesele, bununla da ■ yatışmadı. Köprü altında yatan çocuklar konusu, günün derdi ve davası olarak, gazetelerde, edebî, İçtimaî ve siyasi gevenlerde ilgi uyandırmakta devam ediyordu Fakat en sıcak ve sempatik alâka, günün birinde, yüksek sosyetede zenginliği, güzelliği ve zarafetiyle tanınmış olan Ferdine lıanmefendi tarafından gösterildi.
Muharrir \hmet Sami, bir gün öğleden sonra, matbaada Oturuyor, köprü altında yatan çocuklar meselesini ortaya a-tıp şöhretini sağladığı için memnun, fakat, bu yüzden ağır iüjamljua uğradığı ioj^ de endişeli, düşünüp duruyor, üst ilme kahve ve cıgara içiyordu. Telefon çaldı.
Matbaanın telefonu, hiç durmadan işler. Kimi bir haber verir, kimi, bir resimden veya bir yazıdan şikâyet eder. Okuyucular, hattâ, meraklı bir tefrikanın nasıl biteceğini bile sorarlar. Bu defa da böyle bir şey için olacağım düşünerek. Ahmet Sami, telefona hiç bakmadı. Fakat kendisini Ferdane hanmfendinin aradığını haber verdikleri zaman, doğrusu, hayret etti. Ferdane hanmefendi kim, muharrir Ahmet Sami kim’.
Doğrusu söylemek lâzım gelirse. Ahmet Şasi Ferdane hanmefemliyi, bir defa bile olsun, görmemişti. Yalnız, güzelliği, şuhluğu, büyük serveti vç ara sıra, bir skandali müteakip boşananları ve yeni aşıkına varmaları gibi halleriyle, zaman zaman dillere destan olduğunu biliyordu. Ahmet Sami, hiç bekletmeden, büyük bir merak İçinde, telefona koştu. Daha önce, hafif hafif öksürüp sesine akort verdikten solün, mikrofonu eline alıp ağzına yaklaştırdı. Bu mikrofonlar daima bir az pis kokarlar Ve Ahmet Sami bundan iğrenirdl, ama, bu defa, heyecandan olacak, bu pis kokunujt hi(j farkında bile Olmadı.
Ahmet Sami, mikrofonu eline aldığı zaman, içinde. Ferdane hanmefendinin kendisini tekdir veya hic olmazsa muaheze edeceği yolunda bir his taşıyordu, öyle ya Bu. gazete ve mecmua sütunlarında hep tuvalet ve sinema bahisleri arayan, aşk, sevete v^siirlc beslenen kibar han-mefendîlerin gerçek dünya ile ne münasebetleri olabilirdi. Ve, millevvcs pırtılar içinde, vgsil benizli, kavurukj. aç. hırsız ve ahlâksız, köprü alfa gece sâkinlerinin mevcAiyeti, onlara elbette rahatsızlık ve
334
rirdi. Bu düşüncelerle Ahmet Sami, bir az ürkek bir sesle, telefona;
— Alo., alo.. Bendeniz Ahmet Sami-yim, dedi, hanmefendi, bendenizi emir buyurmuşunuz.
Derhal kıvrak, genç ve güzel bir ses. bir musiki parçasını andıran bir tatlılıkla, cevap verdi:
— O.. Bonjur, Ahmet Sami beyefendi.. Sîzsiniz ha.. Affedersiniz sizi cidden rahatsız ettim, kusuruma bakmayın.
Ahmet Sami, şaşkınlık içinde:
— Estağfirııllah siz beni af buyurun, şey., çünkii.. diye kekeledi.
Ferdane hanmefendi, telefonda sözlerine devam ediyordu:
— Beyefendi, gazetenizde o müthiş yazıyı okudum. Köprü altı çocuklarının hayatını anlatan yazınızı. O ne müthiş sefalet.. Doğrusu insanlığımdan utandım. Yüreğim parça parça oldu. Çok üzüldüm ve çok acıdım. Yo., hayır, sizi cidden takdir ettim. Size, ba» iıamei’v'ihl.'ir gibi. hiç gücenmedim. Bilâkis, bize idilsen vazifeler olduğunu hatırlattınız. Siz! bir mürşitsiniz beyefendi.
— Aman . fendim, mahcup ediyorsunuz. benim ne haddim..
— Hayır. hayır. siz ne kadar tevazu gösterseniz, hakikat yine değişmez.
Ve daha da tatlı, daha da yumuşak, üâvc etti:
— Kuzum hevefendiclğim. dedi, bu derde bir çare bulmamız lâzım.. Affedersiniz anın, hastalığı te«h's etmek kâfi yelmez, bunun devasını bulmak ister.
Ahmet Sami. bayağı utandı. Ortalısı boş yere gfirillfnve verdiğini, varıcı değil dc. vıkıcı bir adam haline dflrtmnEîijfflli; neder gibi oldu. Fakat c ne vapabİHrdl kf Hani kendisi de. könrü altılıda yatanlardan ancak bir derece dalıa ivi vnzivetb- 111 Telefonda, kendisini mildn^ajeden bir mücrim gibi, ürkek ve 1twfc|kWr-sesle:
— Aziz hanmefendi, dİve sivilli, hakikatte haMısımzSfakatken bp derde
nasıl çare bulabilirim, biz gazeteciler ancak hastalığı göstermekle vazifemizi yapmış olabiliriz, öyle değil mi?.
— Bunu siz kâfi bulsanız bile, biz sizin namınıza kâfi bulamayız.
• — O halde?
— Bana yardım etmelisiniz. Bazı tasavvurlarım var. Fakat daha etraflı konuşmak için, lütfen evime kadar gclcbillr-mlsiniz?. Size çok zahmet olacak ama..
Ahmet Sami:
— Memnuniyetle şltap ederim dive cevap verdi, emredersiniz, hizmetinizde bulunmaktan şeref duyarım.
İki taraf ta telefonu kanadığı zaman. Ahmet Sami derin bir heyecan İçindeydi Velev ki. bir £s için dc o'sa. bönle sosveta-nin meşhur bir kadını tarafından evine davet edilmekten büvük bir gurur dırnı-yordu. Hemen gitmek ican edivordu. Karlı bir kıs günüvdü. Panurian ıslaktı Tnb»-nındaki yırtık çizgisinden avağına ■müessir ve soğuk bîr rütubet yavılıvordu
Yolda boyacıya uğradı, paçasının çamurlarını fırçalattı, kunduralarını boyattı. ama, bu kunduralar, ıslaklık tâ içlerine kadar işlemiş olduğundan, bir türlü tam parlamayıp donukluğu muhafaza ettiler. Böyle kibar bir hanmefendive davetli olmasaydı, o giin traş olmak nivetindo değildi Sirkecide bir berbere girip iki günlük sakalını kazıttı. Fırsat e’vermtaken berberin çırağına üstünü başını adam a-kıllı süpiirttü. Hantal ve kocaman cenll, tornistan paltosunun, yağlarmış vakasını kaldırdı. Harbiye tramvaviannın birine atladı Nişantasına gicUvorlu. Nurten a-partımanına.. Ferdane hanın 'f endinin gel dediği mülakat yerine..
Tramvnvdn sırtım şahanhanlıktaki kapalı demir parmaklıklı kapum davnmıs. dudaklarında cıcaım. lıds. tath. asikâne şeyler tehavvü' edivordu. Ferdan» ban-mefendinin kpndisfuç uzatacağı nazik, nnr-minlfcir mUMah'T kurtar tra'd-’e w Atiz-. ğiln ellerinij ye tabii o ellerden bir tanesl-
335
ni kendi avuçları arssuıa alıp dudaklarına götürecek, o yavru elden taşan, genç kadınlığın bayıltıcı kokusunu tâ ciğerlerine karla»- çekerek, oraya bir öpücük konduracaktı. Ah, kibar bir hanmc-fendiyle karşı karşıya oturup sohbet etmek, hattâ bahis, köprii altında yatan çocuklara dair de olsa, ne derece lâtif bir şeydi. Ahmet Sami, bu nevi kadınlan ancak romanlardan tanıyordu.
Harbiyede tramvaydan indi. Nişan-taşuıa doğru yürümeğe başladı. Gözleri apartıman kapılarında Nurten adını ara-yordu. Nihayet aradığı apartımanı buldu. Bu, muhteşem bir bina idi. Nikel çerçeveli camlı kapışım itip içeriye girdiği zaman, onu kaloriferin ılık havası karşıladı. O ılıklık, o mermer ve temiz antre, imrenilecek şeydi Hatıî. köprü altında yatan çocuklardan vaz geçtik, bizzat Ahmet Sami, Kumkapıdaki soğuk odasına bedel, geceleri şu mermerlerin üstüne uzanıp uyumayı ne kadar islerdi.
Ayakkaplarffida SBriyen karın çamurunu, beyaz âteâttfes^feürmemeğc çalışarak, Ferdan? hanmefendinin oturduğu daireyi buldu. Bir aşk mülâkatma gelmiş gibi heyecandan kalbi çarpıyordu. Zile dokundu Kapıyı genç bir hizmetçi kız açta. tamini söyleyince onu derhal içeriye aldılar. Geniş, Süslü. zengin salonda bir koltuğa göraiildü. Bekledi.
Biı1 az fiotıra, ipekler ve esanslar içinde, Fcrdanc Iıanmefendi salona geldi. Misafirine, Atar, ’.t Siirtlinin tramvayda tehay-yül ettiği eli ııiattı. Fakat Ahmet Samı, öpmeği kurtji’ğu bu eli, hafifçe tutarak, ancak sıkabildi.
Ferdane hanmefendi, b.şçrteşL yy. .erkeğe alışkın taiTrlârîyle; pr'k:[fırş’eli -görünüyordu. tik söz olarak:
— Teşrifinize çoli nercnuıı oidımı. dedi, sizin gibi meşhur bir Sr.dharriri tanımak. benim için WMpîW" "T"
Ahmet Sami îutanansk: .
— Bu şeref HŞndeni^ aittii} diyemfai.
Şimdi karşıhkh birbirini tetkik ediyorlardı. Bu Ferdanc hanmefendi ne şahane. ne dilber bir kadındı. Bir zanbak dalı gibi ince ve narin bedeninin cazibesi, şeffaf derili, gergin, pembe yüzünün taravetli güzelliği, hele iri. lâcivert gözlerinin telkin ettiği fitne ve fesat, Ahmet Samiyi bir yıldırım gibi vurdu. Ferdane hanme-fendi de Ahmet Samiyc batayor, fakat onda kadınlık hislerini tahrik edecek bir şeyler bulamıyordu. Ahmet Sami, ikide bir. karın acı soğuğunu emmiş olan donuk renkli ayakkabılarına bakıyor, şimdi bunlardan her zamankinden ziyade eza duyuyordu.
Ferdanc hanmefendi hemen meselenin esasına girdi. Köprü altında yatan bu çocuklar nasıl şeylerdi.
Ahmet Sami, anasız, babasız, kimsesiz, evsiz, barksız olan bu çocukların gündüzleri dilenerek, hırsızlık ve yankesicilik yaparak vakit geçirdiklerini, geceleri dc. barınacak bir yerleri olmadığı için, köprü altının kapalı, yağmurdan ve kardan masun, kuytu yerlerinde kıvrılıp yattıklarını, KUŞlftUl&l,,a anlattığı gibi, izah etti. O anlatırken, Ferdane hanımefendinin, içindi? bir sancı varmış gibi, kaşları mukav-vesleşiyor, yüzüne, keder, bir maske gibi takılıyordu. Ahmet Şamillin verdiği izahata derin bir hüziln içinde dinledikten sonra, Ferdane hanmefendi:
— Bu yavrucuklara içim paralanıyor, diy^-söze başladı, evet, elbette bunların da bir anneleri, bir babaları vardı. Küçücük te olsa, evlerinin mes ut çatısı altında tanılıyorlardı. Karınları doyuyor, cemiyet için birer faydalı insan olarak yetişiyorlardı. Fakat, günün birinde bir felâket, hiç akla gâîfflyril bir şey, bir hastalık, bir yangın, bir kaza, bu çocukları bu hale getirebiliyor. Onlara acımalıyız, onlar bizim alâkamıza, sevgimize lâyık birer vataııdaş-tirlâr.
Hizmet# çay, bisküi ve çikolata ge-tirdi. Ferdane Iıanmefendi, bunları kendi
336
eliyle miisafirine ikram etti. Şimdi çay içiyor, biskfti ve çikolata yiyorlardı. Pahalı cıgaralarnı keyifli dumanı, salonun ılık ve rayihalı havasına yayılıyordu. Pencerelerden dışarıda karın yağmakta devam ettiği görülüyordu. Ahmet Sami, kar yağdığının farkında olunca, birden irkildi. Burada kan ve kışı unutmuş gibiydi Ferdane hanmefendinin apartıman-lartnda daimi bir buhar havası vardı, hatta bir çiçek gibi, renkli, kokulu ve taze o-lan ev sahibi, bu bahar tablosuna bir hakikat çeşniai veriyor sanılırdı.
Ferdane hanmefendi, ağzına menekşe kokulu bir şokola-fondan attıktan sonra:
— Yazınızı okuduktan sonra, dedi, hep o zavallı yavrucukları düşündüm, Güzüme uyku girmedi ve boğazımdan rahat bir lokma inmedi.
Bir az durdu. Menekşeli fondanın üstüne bir yudum çay içti, ve:
— Bu çocuklara yardım elimizi uzatmalıyız, diye devam etti, meselâ, onların yararına bir balo vermeyi düşünüyorum. Bütün tertibatını ben kendi üstüme alabilirim, Büyük ve muhteşem bir balo olacağını tahmin ediyorum. Köprü altı çocukları, memlekette çok geniş akİBİer yaptı çünkü.. Sizden de muharrir beyefendi, bu işin gazetelerde propaganda edilmesini rica edeceğim, isminiz ve bu bahisteki şöhretinizden istifade etmeliyiz.
Ahmet Sami:
— Bu « emri hayır» için. memnuniyetle.,
diye mukabele etti.
A
Beyoğiıınun büyük otellerinden birinin muhteşem .'donlarında, köprü aiuııda yatan çocuklar yararına verîfen balo. Ferdane hanmefendinin tahminlerinden daha çok rağbet gördü ve senenin, muhakkak İd. en büyük balosu olddf »Şehrin bütün kibar ve zengîniiıiahf Itterinin f-n munıtaz ve müstesna kadm, erA şahsiyetleri baloda boy gösteriler. Cazbant eıı '•ligin
havalar çalıyor. mum gibi düzgün ve kıvrak frakların etekleri, bir kuyruktu yıldız akışını ve altın çağhyanını andıran kadm tuvalletlerine karışıyor, dans ve miizik coştukça coşuyor ve balodakiler birer eğlence tufanı içinde yüzüyorlardı.
Köprü altında yatan çocuklar yararına verilen balo, aynı zamanda kadın zarafeti ve tuvalet rekabeti için, pek iyi bir vesile teşkil etmişti Hele Ferdane hanme-fendi,.hele ol. Kuyruk sokumuna kadar sırtını çıplak bırakan platin renkli, lüks tuvaletinin içinde, masallardaki peri padişahlarının sevgililerini andırıyordu. Yüzünde pek sevinçli bir ifade vardı. Balonun tertibinde hakîkaten üstün bir muvaffakiyet göstermişti. Ne kadar memnun ve mesut olsa yeriydi. Bu geceki şuhluğu, güzelliği, fevkalâdeliği avlarca dillerde dolaşacak, rakibelerinî kıskançlıktan cıl-dırtacaktı. Ferdane hanmefendi. daha ne istivehilirdi ?
Dans, içkfve müzik... Cazbant durmadan, solıık almadan ve soluk aldırmadan çalıyor, şampanyalar patlayıp yayvan bardaklara su gibi boşalıyor-lıı. Kim bilir, ge-yansını kaç saat geçmişti.
Muharrir Ahmet Sami, üstünde Bit-pazunndan kira ile alınmış, iğreti bir smo-kin, salonun sıcak havasına bulaşmış ter. pudra, esans ve kadın kokuşunun, başuıa ■ erdiği ağırlıktan dolayı, bir aralık fii-mCivara çıkıp bir cıgara yaktı. Buradan i erideki âlem, daha başka türlü görünü-voKftl. Kadınlı erkekli Çiftler neş'e ve kahkaha içinde zıplayıp duruyorlardı. Her biricin birbirino sarılışında bir hususilik, bir ayrı mana-göze çarpıyordu. Kim bilir, hu balo yüzünden, kaç skandal, kaç kepazelik olırctİİi,’ dedikodusu haftalarca sürecekti.
Ahmet Snmi, vücuduna bir az bol gelen vc omıızbaşları sarkık duran kira fepîo^in inal baJSBTk enlil’kendislııden iğren -di SnnM' buraya-w rifye gelmişti? Burada jgizüne 'bakan hi!Ş(olmamıştı. Köprü altın-
337
AYIN İÇİNDEN:
Fen fakültesi ve Ankara Üniversitesi
Bu ders yılı babında Ankaramız yeni bir Fakülte dah^ kazandı: Fen Fakültesi. Artık bu surette Ankara Üniversitesi olgun bir gerçek olarak ortaya çıkmış bulunuyor. -Şimdi bu gerçeğe adını vermekten başka iş kalmamıştır. Bu suretle, zamanla yeni kiiltllr ve ilim ocakları kazanan baş şehrimizin kültür ve ilim ahenginin tamamlanacağına inanıyoruz. Gerçi Tıp Fakültesi henüz kurulmamıştır. İşittiğimize göre bu güzel İş, zarurî aebepterden dolayı, harp sonuna kalmıştır. Fakat buna mukabil Ankaramız da Yüksek Ziraat Enstitüsü var. Ziraat Enstitüsü, Hukuk Fakültesi ve Siyasal Bilgiler okulu gibi, Maarif Vekilliğine bağlanırsa, bugün mü-şnhha» bir halde belirmiş olan Ankara Üniversitesi tam ahengini bulmuş olur ve, memleketimizin eıı geniş, en kalabalık gerçekleri olan toprak ve ktivlii gerçekleri üzerinde işliyeıı Ziraat Enstitüsü, kardeş fakülteler arasında kendisine mukadder olan yeri almış olur. Memleketimizin bu hususta selUhiyetlt makamlarının An
da yatan çocuklar meselesindeki şöhretin den istifade ettikten sonra, artık yapacağı bir iş kalmadığı için, onu bir tarafa fırlatmışlar. onu boyla yapa yalnız, kentli haline bırakmışlardı. Demin Ferdane han-mefendiyle göz göze geldikleri halde, han-melendi kendisini görmemezlikten gelmiş, halkın gıdası üzerinde vurgunculuğu ile tanınmış, kaba ve küstah bir tüccarla dansa kalkmıştı.
Köprii altında yatan çocuklar yakarına verilen balo, n çılgın anlarını yasalken Ahmet Sami, artık îcchdisinin burada fuzuli bir adam olduğuna kanaat getirmişti. Yerinden nsnlcactfc: kalktı. Tiıttanı-yornıuş gibi nefes aladihyordı^Bir an içinde kendini sokağa dağ attı. Dışarıda kış
kara Üniversitesi hakkınra bir karara varmalarını ümitle bekliyoruz.
Almanya ya gönderilecek talebe meselesi etrafında kopan münakaşa
Gençlerin yetişmesinde bir zümre lehine tarafgirlik etmek memlekete hıyanet etmek derecesinde bir suçtur. Aklı başında hiç bir Türk aydınının. Türk idarecisinin bunu yapacağım aklımıza hile getirmek istemiyoruz. Yeni neslin sağlam ve ehü olarak yetişmesi yarınımızın en güvenli temelidir. Şu veya bu dar ve sekter zihniyetle en küçük intisap zihniyeti, en küçük tarafgirlik varlığımızın temelini çürütür. Saltanat ve derebeylik imtiyazlarını ve bütün imtiyazları ortadan kaldırmak, bugünün dünyasında ileri teknikli ve kültürlü bir cemiyet kurabilmenin esas şarta olarak vatandaşlar arasında tam bir eşitlik durumunu gerçekleştirmek üzere kurulan Cumhuriyet rejimimizin yeni neslin yetişmesi hussunnda’şon derece hassas bir titizlik gösterdiğine ve göstereceğine eminiz. Hepimizin bildiğimiz ve içimize sindirdiğimiz bu fikirleri tekrar etmeğe bizi sevkeden sebep, Almanyaya tahsil için
gccelerine'.has olan, keskin bil- ayaz, şiddetli bir soğuk vardı. Kumkapıdakı odasına gitmek için, hızlı adımlarla, yaya yürümeğe başladı. Mahsus köprü altından geçti. Şurada burada, soğuğa karşı siper-li köşe bucaklarda, belediyenin yasak emrinden sonra da. kaçak olarak, mülevves pırtılar altında uyuyan sefil çocuklar gördü.
plaklarında halâ cazbandın çılgın —uğultusu: şeb" Ve kıvrak-kahkahalar, gen-zindeparfüm ve kaöııı kokusu vardı.
Ahmet Sami, köprü altında yatan çocukları uyandırmaktan korkarak, bir suç-tfu gibi sessizce, buraŞan uzaklaşmak için, adımlarını bir az daim hızlandırdı.
Bekir Sıtkı KCNT
338
gönderilecek talebe işinde kopan münar-kaşadır. işin iç yüzünü tam olarak bilmediğimiz için bu hususta tam bir hükme varacak durumda değiliz. Fakat Ankara Ziraat Enstitüsü Umumî Kâtibi Dr. Sait Tahsin Tekeli'nin imzasını taşıyan, numaralı ve tarhli resbî vesikalarla ortaya çıkan bu münakaşa üzerine yukarıdaki sebeplerden dolayı son derece titizlikle durulması ve hakikatin olanca çıplaklığı ile ortaya serilmesi lâzım geldiğine inanıyoruz. Bu inançla, evvelâ Son Posta gazetesinde çıkmış olan yazıyı, bu meseleye hepimizin dikkatini çekmekle maarif hayatına hizmet etmiş olduğuna inandığımız Memleket dergisinden alarak basıyoruz, ve başka memleketlere talebe gönderme işlerinin .sıkı mevzuata bağlanarak. Maarif vekilliğinde toplanmasındaki isabeti tam mânası ile kavrıyoruz:
"Ziraat Vekâleti 942 - 943 yılı mezunlarından iyi ve pek iyi derece fle geçen talebeyi Avrupayajjöndermeye karar miş. Bunun için gazeteler- bir ilân vermiş. Bu ilânı gören ve başka yerlerde bulunan alâkalılar ve istekliler hemeıı lüzumlu evrakı toplayıp Ankaraya yollamışlar. An-karadakiler de mahallen müracaatta bulunmuşlar. YiriŞyilân mucibince mlsaba-kaya girmek için üç gün sonra Ankaraya hareket etmişler. Oraya daha evvel gitmiş veya orada bulunanlarla Ankara ya en geç (15) Birinciteşrinde varmış olanlar arasında karşılıklı şöyle bir muhavere baş göstermiş.
Sana hangi branş teklif edildi ? Sana hangisi?
Bunda hayrete düşenler haklı idiler. Çünkü henüz müsabaka, yapılmamış ve gideceklerle gitmiyecekler henüz belli olmamıştı.
Eöyleee kendilerine teklif vapılfnı-yanlar arasında bir ,,,ınjinakaşadır başlamış. Mektıın almıyanlar almadıkları? rmı iddia etmişler. Alanlar da ■ aldıkları mektupları ortaysa kovmuşlar. İşte bunlardan biri:
Birinci mektup — 19/8/943 tarih ve yüksek ziraat Enstitüsü rektörlüğü sayı 8919
«... Mıııımeleye hemen başlanmak üzere Gm«...) sahasında talebe tahsisatı ile ihtisas yapmak arzusunu bana hususi olarak acele bildirmenizi rica ederim.» (1) Umumî Kâtip Profesör Dr. S. Tekeli
İkinci mektup — 23/9/943 tarih ve şayi 10313.
«Tcşlıit edilmiş ve bildirilmiş olan şubede ihtisas yapmak ve Alnıanyaya gönderilmek üzere muameleniz bıı hususta düşünülen bazı vaziyetlerden sonra bildirilecektir.»
Umumi Kâtip Prof. Dr. S. Tekeli
Üçüncü mektup — 27/9/943 tarih ve sayı 10513.
«... Usule göre bir müsabaka imtihanı açılması icap etmiştir. İmtihan günü gazete ve radyo ile bUdlrib-c-ktir. İmtihan için izin verilmeigl Ziraat Vekâletine arze-dikmiştir. İlândan sonra hemen Vekâlete izin için müracaat ediniz. İnıitahandan sonra hemen hareket İçin gerekli mınme-leler temin edilecektir. Muvaffakiyetler düetimi»'
Umumi Kâtip Prof. Dr. S. Tekeli
Ayni mektup (?) branş için uygun göı-iilen (7) talibe branş zikredilmek su-: - iıie ayni tarih ve sayıle>ia bildirildiğine göre müsabakaya dâvet edilen fakat kendilerine mektup yazılmıyen diğer talipler, müsabakaya girmeden evvel filen bertaraf -'röffmiş bulunuyorlardı, Çünkii şöyle kir zehap hasıl olabilirdi. Ve enstitü yal mî (7) JBli i?1 &W> Avrupaye. göndericiye karar vermişti ve bu bal. kadronun evvelden doldurulmuş olduğu hissini yeCBbiyrdİ. f'r taletnye böyle mnh-
■ (Ti Resmî mekıapionn^kolovcc oüırl edi-Bbilmesi/ç>™6İvchWot/lle baslık —Adun-İr / 4 v
/ W w
339
rem mektuplar gönderilmiş olmasına ve vaziyetlerinin evvelinden tayin edilmiş gibi görünmesine rağmen açıkta bırakılanların bundan haberdar olabilmelerinin hikmeti. yukarıda da kaydettiğimiz gibi, talebenin umumiyetle herkeBin böyle mektuplar aldıklanıu sanarak bunları birbirlerine göstermekte beis görmemeleri ve açıkta bırakılanların içinde üstün dereceli. dürüst ve kuvvetli elemanların bulunmasıdır.
İzahı güç görülen bu vak’ayı kaydettikten sonra neticeye şöyle intikal edebiliriz:
1 — 1416 numaralı kanun hükümlerine göre bütün müessese ve makamlar hesabına yabancı memleketlere gönderilecek talebeyi Maarif Vekâleti seçer. Bu itibar üe müsabakanız talebe yollamak bahis mevzuu olamaz. Kanunu bilmemek, onun hükümlerinin tatbikinden kurtulmıya cevaz vermez.
2 — Seçim işi Maarif Vekâletine ait olduğuna göre Yüksek Ziraat Enstitüsünün umumî kâtipliğinin bu işteki rolü anlatılamıyor.
3 — Talebeye resmî başlıklı kâğıtlar ve numara ile mektup yazıldığına bakılırsa bu muamele resmî bir mahiyeti haizdir. Bu, I böyle kabili edilse bile (muvafakat) in hususî olarak enstitü umumi kâtipliğine bildirilmesinin istenmesi nasıl izah olunabilir?
Ayni zamanda, bir selâhiyete dayanarak. muamelenin resmî olduğu kanaati verilirken in ktuplardan İkincisi »neden mahrem olarak gönderilmiştir?
4 - Bu seklile hâdise, izaha muhtaç görünür. Kemlilcrine bu şekilde mektup göndeı-ümiyen tdŞ^'e,' MtayetsfzlıK. et®" olmamaşlık gibi isnatlar da yapılamaz. Çünkü bunların ellerinde, ihtimal Ziraat Vekâletinin de muvafakati alınarak. Maarif Vekilliğince müsabakaya giriş belgesi verilmiştir.
5 — Müsabaka ilânının şekli ve muhtevası da dikkate şayandır. Çünkü: İlânda hangi branşlardan talebe gönderileceği, hangi derslerden ne şekilde imtihan yapılacağı, kız talebenin de gönderilip gönde-rilmiyeceği tasrih edilmemiştir.
6 — Hân 30 Eylülde Ulus gazetesinde çıkmış, bayram dolayısiyle üç gün çıkmamıştır. Müracaat müddeti ise (5) Birinei-teş rinde bitmiştir.
Bu münasebetle akla gelen şudur:
Mektup alan talebe, seçtikleri branşın ders gruplarına göre çalışma imkânını elde etmelerine mukabil diğerleri. (20) ders grupıı üzerinde faaliyetlerini teksif etmek zorunda kalmıştır. Bu. mektup alanlar hesabına bir avantaj olduğu gibi daha evvel Ankaraya gidebilmek fırsamı vermek suretiyle kendilerini üstün bir duruma sokmuştur. Müracaat müddetinin gayet dar bir zamana sıkıştırılmış olması da müsabakaya girecek talebeden birçoklarım mağdur Jmi’..vaziyete sokmuştur. Bunlardan bir kısmı bazı vefakâr arka-daşlarımıı telgrafla kendilerini haberdar etmelerde vaziyeti öğrenebilmişler, ve müracaatlarını. zamanında ulaştırmışlardır.
Buna mukabil, 4-(Teşrinievvelde Rektörlük başlığı île ve (9851 sayılı mazrufla müsabşkaya girmek içiıı müracaat eden bütün kız. erkek taliplere, başlıklaı fakat snyııstz, tarihsiz, ve imzasız «izin için Vekâlete müracaat, ediniz» ibaresini taşıyan bir kâğıt ve çıkan müsabaka ilânının kupürü yollanmıştır. Zarfın üzerindeki damgadan mektubun (30) Eylülde postaya verildiği- iddia edilmektedir. Yine iddia edü-diğine göre bu zarflardan biri. Bursada bulunan bir talibin eline, müsabakanın ic-'râsımYânmr '^fh sonra yani (6) Birinci-teşrinde değmiştir.
T — Rektörlüğün yolladığı zarflr Üzerindeki sayılarda da bir fark vardır. ’27/9'943 tarihli İnektup zarflan (10513) sayılı. 30 Eylül tarihliler 985 sayılıdır.
340
Bütün bu vesikalar alâkalı gencin elindedir. Bu genç gadre uğradığı kanaatindedir. Biz bütün vesikaları gördükten sonra bu meselenin tetkik ve tashihe ihtiyaç gösterdiği neticesine varmış bulunuyoruz-Ümit ederiz ki. alâkadarlar meseleye el-koyacaklardır.
Devlet Konservatııvarı Temsillerinden; «Satılmış Nişanlı»
1943 ilkbaharında Devlet Konservatu-vnrımızm temsil ettiği ^Satılmış Nişanlı» operası bu loş tekrar edildi. Ezilmiş, bedbaht ÇekoslovakyaUm tanınmış bestekârı Smctana’nm bu operası, yıllardanberi Av-rupayı kasıp kavuran kara afetten dolayı kendi vatanında bugün temsil edilemezken bizim memleketimizde temsil edilmesi ve rağbet bulması ile övünebiliriz. Bu operanın hususiyeti, butun unsurlarının, melodilerinin, danslarının ve mevzuunun halk temellerinden alınmış olmasıdır; bu cephesi île Çek millî kültürünün bir ifadesidir; fakat, unsurları mahalli olan bu eserin, bütün gerç- k sanat saerl.-ri gibi, evrensel ve beşeri bir tarafı da vardır ve bizler. Çekoslovak olmayan seyirciler du, eseri zevkle takip edebiliyoruz. Ana babaların ve araya giren evlenme kılavuzunun maddî menfaat hesaplarına dayanarak gerçekleştirmek istedikleri bir evlenme işini, gençlerin arasında doğan aşk ve bu bağın kuvveti bozuyor-ve temsil, «Çok iyi bir iş oldu, bu zafer aşkın hakkı idi» sözleri ile sona eriyor;
Bundan önceki opera temsillerinde olduğu gibi bu sefer de eserin yalıuz şeş, müzik cephesine değil, aktörlük cihetine dc ehemmiyet verilmiştir. Opera eserlerinde rollerin oynanmasına da ehemmiyet vermek, eseri 'b^ trcpjyesi gibi bir hale getirmeğe çalışmak şüphesiz takdir edilecek bir şeydir-; lâkin bu maksat gerçekleştirilmek istenirken bazı,tehlike noktalan beliriyör. bazı sahneler tcCarftu*
olmaktan çıkıp, kargaşalığa düşmek te-muyülünü gösteriyor, meselâ açılış sahur-si-, Sirk sahnesi de fazla laubali, az buçuk tuluata kaçıyor... Temsilin bale kısmı zayıftı, amma bizde balenin ananesi olmadığı için mazur görülebilir. Sesler, umumiyetle orkestra ile rekabet edemiyor, bazı kısımlarda orkestranın içinde kayboluyor. Bu, seslerin fazla gür olmamasından ileri gelse gerek . . . Bizde ses kabiliyetleri henüz memleket mikyasında, taranmış değildir; bu yetişenler, ilk ele gelen mahsullerdir; ses terbiyesi memleketimizde de yerleştikçe. Konservatuvarımıza memleketin dört köşesinden talipler çoğaldıkça, yeni yeni kabiliyetlerin belireceğine hiç şüphe yoktur. Fakat bugün dahi, .eğer orkestra sahnedekilerle rekabetten vaz geçse , temsilde sesler ön plâna alınabilir sanıyoruz.
Başlıca rolleri oymyanlardan Meşede Çağlıyan hem sesine, hem sahneye hâkim bilgiç bir oyuncu; yalnız aktörlük! ( cihetiiiilen, biraz mübalâğalı ve yapmacıklı bir oynayışı var. Sadi Sakjsnariuı sesi, daha işlenebilirse da, materyal olarak iyi, fakat sahne-■ • hâkimiyet yok. mütı reddit ve çekingen . . . Sadi Tamer, aklı kıt. dili pepe Va-şek1 rolüne tam girmişti, rolünü o kadar maharet ve başarı ile canlandırıyordu ki insana âdeta, rol yapıyor değil de gerçek-tent kendisi Öyleymiş gibi geliyordu. Evlenme kılavuzu rolünde Ruhi Su hem müziğin, hem rolünün inceliklerine ehemmiyet- veriyordu. Bu sanatkâr bilhassa, ta-gannide yalnız melodiye- müziğin icaplarını değil de. aynı zamanda kelimelerimizin dllfmizrirki hususiyetini, tabii telâffuzunu bozmadan söylemeğe itina ediyordu: ne sesinin hacim kazanması için hecelerin telâffuzunu bozuyor, ne de ritmi belirtmek İçin kelimeleri fazla eksik bir hale sokuyordu. Makyajı ye jestleri ile de temsil ettiği tipi haşan ile canlandırıyordu.
341
YAYINLAR
Klâsiklerden tercümeler: Dun Jııan ve Dr. Fııustus
Maarif Vekâletinin bu yıl tercüme ettirdiği eserlerden bazılarına daha okuyucularımızın dikkatini çekmek isteriz. Şimdiye kadar okuyabildiğimiz tercüme dramlar arasında bu sefer bilhasa Doktor I’austuB’u, bir de Don Jıına’ı dikkate değer bulduk. Bunların iter ikisi de çok temiz, itinalı bir sahne dilile Türkçeye çevrilmiş, Belli ki mütercimler Türkçe sahne diline vâkıflar; hem yabancı dili hem de ana dillerini iyi biliyorlar. Bu, her mütercimde bulunmayan bir hususiyet. - Mamafih İkincinin bir sahnesinde biraz köylü telâffuzunu taklide gayret edilmiş ki bu, tabiilik yerine bir nevi sunilik doğurduğu için tercümenin ikinei bir basımında bir tarafa bırakılsa da köylülük taklidi aktörlük maharetine kalsa daha yerinde olur. - Bu oyunların her ikisinde de baş karakterler, - Faustus ve Don Juan kendi meyillerini her şeye rağmen tatmin etmek isterler. Her ikisinde de billtassa kilisenin kalıplaşmış inançlarına bir isyan vardır. Fakat Faustus’ıııı yazıldığı devir daha eski, (on iltuıct yüz yılı dini fikir kalıplarına daha riayetli olduğundan tabiî piyan, sonunda Faustusun nedameti ve vicdan azabı samimî vşiddetlidir. Doktor Fa-ustuSf Marlovve’un löfiş de tiyatroya verdiği bir eğerdir, Marlowe arzularının pişkinliği, hudut bilmez bir bilgi sevgisi, yeııi âlemler, yeııi kâinatlar, yeni okyanusların esrarını meydana çıkarmak, ancak hayallerde yaşayan zevkleri tatmak, güzelliğin, servet ve kudretin en son haddim idrak et mek emelinde olan tipik bir Rftnesanş adamıdır. Başlıca eterlerinin hepsinde asıl, Karakterler. Timurlenk, Multalı yııMıdj^ Faustus, - hep böyle âfetıjurı. hınçları, fütuhat emelleri hudutsuz, yeni dünyalarda, görülmemiş, duyulmamış şeyler peşinde
koşan, ihtirasları, elem ve neşeleri beşer ölçüsünü aşan kimselerdir. Doktor Faustus, emellerine kavuşmak, 24 yıl dilediği gibi yaşayabilmek için ruhunu bile şeytana satar. Şeytanla mukaveleyi kendi kanile imzalamağa razı olur ve Mephistophilis 24 yıl, Faustus'uu her isteğini yerine getirir. Böyle Faustua. devrin en kudretli büyüklerini. Papayı, İmparatoru, büyüsünün kuvvetine hayran kılar. Dünyanın en güzel kadınını, Helena'yı görür. Devrinde yüksek sayılan zevklerin hepsini tadar. Nihayet, öliim saati yaklaşır ve Faustus, - canının cehennemlik olduğunu bildiği için • ümitsizlik içinde son demlerini bekliye bekliye ölür gider.
Don Juan piyesinin konusunu Moliere kendinden önce yazılmış İtalyanca eserlerden aldı. Moiıâre'den önce Don Juan diye tanınan tip. çapkın, hovarda, kadın, zevk ve sefaya düşkün, zevklerine müdahale ettikleri için tanrı ve İçtimaî kayıtlar diye bir şey tanımaz serseri bir tipti. Molieri, Don Juan’ı görüşleri daha sarih, düşünceleçi.daha olgun, mantığ ve muhakemesile iş gören bir cemiyet münekkidi olarak gösterir. Don Juım da Faustus gibi, meyillerine, insanlarla olan münase-
betleri^ softaların müdahalesini hiçe sayar ; ı akat Don Juan, on yedinci yüz yıl Fraıısasmın, daha tenkitçi vr rasyonel düşünen bir devrin mahsulü olduğu için, cn sonra ruhunun cehennemlik oluşundan ümitsizliğe düşüp azap* çeken bir kimse olarak değil, biraz reybt amma ( iki kere
ikinin dört, iki dördün sekiz» olduğuna inanan, cesaretli, meçhule meydan okuyan mert bir insan olarak gösterilmiştir: ve Moliârö'in kendinden öncekilerden çok da-
ha mütekâmil olan bu Don Juan tipi, daha sonra* da bilhassa Mozart'ın Don Gıo-vlrıni'si ile G. B. Shaw’m Mim and Süperin ıuı’riekiL girift, karakterli
Tanner’r örnek olmuştur;
Moliere Don Juan tipini dramına işlerken geleneğin ona .öğrettiği tipin bütün
342
hususiyetlerini silip ortaya büsbütün başka bir fert koyamazdı. O zaman bu adda bir piyes yazmasına lüzum kalmazdı. Amma Moliere bu eski tipten pek az bazı çizgileri muhafaza etmiştir. Meselâ onun da Don Juan'ı kadınlara düşkündür; o nikâh kayıtlarının kendisini ömrünün soruna kadar kösteklemesine isyan eder; aşkı tavsadum nikâh bağının bir şey ifade edebileceğine inanmaz. O aşkında serbesı olmayı sever:
«Kalbimi dört duvar arasında kapamaya bir türlü razı olamam ... Bu benim tabiatım. Kalbim bütün güzellerin, onu sıra ile elde etmek, ve becerebildikleri kadar muhafaza etmek de ellerinde.! der: ve diğer erkeklerin aksine . gizli kapaklı, dalavereler çevirerek değil, açıkça tabiatının bu meylini yerine getirir.
Fakat Don Juan’ın isyam yalnız bu içtimai müessesenin istibdadına karşı değildir. öyle olsaydı biz onu sadece tabiatının meyillerine baş eğen bir serseri sayabilirdik. Molierc’in Don Juan'ı bundan çok daha üştüm daha değerli bir insandır. O, insanın insana yardım borcu olduğuna, insaniyete inanır. Adil, ve hakkı yenileni, yoksulu koruyan feir. tanrının bulunmadığına İnamı-. Bu münasebetle Ppn Juan’ın fakirle muhaveresini hatırlayalım. Don Jutın fakire sorar:
« — Son bu ormanda ne iş yaparsın?
— Bana sadaka veren iyi insanlar için bütün gün dua etmekle meşgul olurum.
— öyleyse elbette halin, vaktin yerinmedir.
— Ne gezer efendim, çok sefalet içindeyim.
— Alay mı ediyorsun? Bütün gün dua eden adamın işi mutlaka yolunda gider.*
Fakir ısrarla işinin bilâkis hiç de yolunda gitmediğini anlatır ve yine sadaka ister. Don Juan’ın nihayet verdiği sadaka allah rızası için değildir; insaniyet nalınadır:
«Haydi ne ise, al bakalım: insaniyet namına veriyorum» der.
ö, güçlü kuvvetlilerin bir olup, tek başına savaşan âciz bir irmene hücumuna, kuvvetin haktan üstün tutulmasına dayanamaz. Tam fakirle konuştuğu sırada, bir döğüş görür; bakar: «Bir adama üç kişi hücum ediyor; iki taraf denk değil, der, böyle alçaklığa tahammül edemez; hemen âcizin yardımına hiç bir mükâfat beklemeden koşar.
Don Juan kalp ve yapmacık olan her şeyden nefret eder; cemiyette gördüğü her yalan ve dolanı taşlar. Hizmetçisi Sganarelle hekim kıyafetine girer; bu ve-süe ile biz Don Juan’ın şaklaban hekimler hakkında ne fikir beslediğini öğreniriz. Hekim kıyafetli hizmetçisine şöyle sorar:
— Senin öteki hekimlerden farkın ne? Hastaların iyileşmesinde senin yardımın ne kadarsa onların da o kadarda-. (Hizmetçisinin verdiği bir ilâçla günlerdenberi can çekişen bir hasta, çabucak ve rahatça can veri vermiştir.) Onların sanatı baştan başa göz boyadığı . . . Sen de onlar gibi hastanın talihinden pek âlâ faydalanabilirsin.» -»j..-.
Don Juan, kendi düşünce ve inançlarını etrafındakill olduğu gibi göstererek yaşamanın güçlüğünü epey zahmet çektikten sonra anlar. Cemiyette, dürüst, namuslu, özü sözü bir olan kimselere yer yok. Namusluluğa yalnız menfaatleri zarar gören rahipler kızmıyor; namuslu görünmekle cemiyette itibar gören ana, baba büe böyle dobracı, haddinden fazla dürüst, yüksek ahlâkı, özü, sözü ve hareketleri bir olmakta bulan - evlâda yar olmuyor. Don Juan nihayet, şahm menfaat ve kâra dayanan bu cemiyet!1 düzeni içinde dört başı mamur olarak yaşayabilmenin biricik yolu iki yüzlülük olduğunu söyler; gerçekten, iki yüzlü, ve yüze giilücü olunca babası yeniden ona dost olur; inanmadığı şeylere inanır gibi göıiinünce rahiplerin büe onu tutacağını bilir. Dünyayı aldatmak -için çoğu kimse ayni riya maskesini kullanmaktadır. Doıt Jııan cemiyetteki bu
343
iki yüzlülükten, mütercimlerin teiniz akıcı bir Türkçe ile çevirdikleri bir tiradda bahseder: «İki yüziülük artık moda; ve moda olan bütün kötülükler gibi iyilik yerine geçiyor, iyi adam rolü, bu gün oynanabilecek rollerin cn iyisidir... Bu öyle bir sanattır ki bandaki yalana daima hürmet edilir... İnsanların bütiin öteki kötülüklerinin hesabı sorulur, amma iki yüzlülük imtiyazb bir kötülüktür.» Don Juan işte bu imtiyazlı sanat maskesinin arkasına geçip artık hiç bir engele rastlamadan dilediğini işliycbilecektir: «Kendimi gizlemeğe dikkat edeceğim» der. «Gürültü, patırdı çıkarmadan eğleneceğim... Sözün kısası istediklerimi ceza görmeden yapmanın çaresi bııdur. Başkalarının yaptıklarını kötülerim... Karşımda biraz ahlâksızlık gördüm mü hiç affetmem. Kılım bile kıpırdamadan aman bilmez bir kin gösteri
rim.» Don Juan kendi rahatını temin için ne yaptığını bilmeyen satılmış şaşkınlardan da faydalanacak; tıpkı o, plânlı entrikalar çeviren düzenbazlar gibi «gayretkeş yaygaracıları» kışkırtacaktır; bugün de beşer zaafından, fırsatlardan böyle l'aydalana n oportünistler gibi bu yaygaracıları alet olarak kullanacaktır: «Bunlar işin iç yüzünü bilmeden ötekilere karşı her kesin içinde bağırıp çağırırlar;... Keyiflerinin istediği gibi uluorta lânetler yağdırırlar.» İnsan aklı başında olunca işte devrinin kötülüklerinden böyle istifade eder.
Molieere'i devrini, orta sınıfın kendini göstermekle başladığı o yüz yili Don Jn-an’da aksettirilmiş şeklile düşününce cemiyet yapısının esas itibarile değişmediğini, Molierö'in teşhir ettiği durumun ve problemlerin hâlâ devam edegelmekte olduğunu anlarız.
M. S. Ercan
Bu sayıdaki makalelerin uzunluğundan (lotayı büyük romancı Zola'nm The-rese Kmıuin adlı eserinin tahUliııt »o Köyün İçinden nılıifesl He Okuyucu şahifesiım yer kalmadığın» üzülüyoruz.
344
AŞ KARDEŞLER İZMİR TİCARETHANESİ
Zeytin, zeytinyağı, sabun ve her nevi sâde yuğlar, peynir vesaire sntışevi Anaforlular Mevuim sokak No. 5 Tel. No. 2377 Ev. 9235
Sicil No. 3334, Kuruluş : 1930
ALİ PERÇİNEL VF. KAZDI PEKÇİNER
Ticaret Evi
Zeytin, zeytinyağı, sabun ve hernevi sâde yağlar, peynir vesaire toptan satış yeri Kooperatif arkası Ali Nazmi Ap. No. 1/2 Tel No. 3153, Telgraf; Ali Kâzım Sicil No. 1312, Kuruluş 1930
HALİM ŞAPÇI
ALİ RIZA YEĞEN
Zeytin, zeytinyağı, sabun vo her nevi sâde yağlar, peynir vesaire satı evi
Kayseri Pastırma Pazarı â
Yeni Hal No. 21 I
Sebat İş hanı No. 40
Tel. No. 3752
Tol No. 3975, Sicil No. 2007
Kuruluş tarihi : .1930
OSMAN ÖZKAL
Kayseri Pazarı
Yumurta ve hernevi Bakkaliye toptan Tieârethaneei
Tahtakale Caddesi Susanı Sokak No. 29
| ANKARA
HÜSAMETTİN ÇAĞLAYAN
MANDIRACI
OSMAN ANTEBLİ VE İSMAİL BEKRİ
BAKKAL
Toptan ve Perakende Şen Tecimevi
Yeni Hal No, 2ü - .Ankara
Tel No. 1991 Telgraf: Yeni Hal Osman Kuruluş ta. 1929, Sicil No. 3551
Toptan ve Perakende Beyaz ve Kaşer ve Edime Peynirleri;
Halis Aksaray ve Urfa tere yağları, saf Ayvalık, Edremit
Zeytinyağları Teeinıevi
î
Türkiye İş Bankası
KOCtJK CARI HESAPLAR
17 4 4 İKRAMİYE P t  M .
Keşideler: 28 Ik. kânun. 2 Mey ıs.
25 A-öustos, 1 Ik. tenin tarihlerinde yapılır.
1744 İKRAMİYELERİ
1 edat ARSA |Ankoro’dc K-avoo 4 > 500 » « 20».
iıderede 1024 M2 10 » 200 » - 2000. ••
• imar oda No. 2S4 10 » 100 > - iOoO..
Parcel No. 31 100 » 50 > - 5000. -
1 > 2000 liralık - 2000. - Lira 150 > 25 > - 3750.-
3 > 1000 > - 3000.- > 300 > 10 > = 3000-
Türkiye lı Bankasına para yo-lırmckla yalnız para biriktirmiş ve faiz almış olmaz, aynı zomandalaliinizi de denemiş olursunuz.
sS
ET1' ■■■ "■ ■ 1
bira 0 o o besler o 0 e serinletir 000 neşe verir
Meşhur âlimlerden Dr Huber, BiraniD tarih» bak kında yazdığı bir eserde milâttan 5-600 sene kadar
evi başlayan Keldafti Hedefti Jetin" de biranın büyük bîr yeri olduğun ıS söylemektedir. Bazao yalnız arpadan bazan da arpa ve baharattan imaj edilen biranın kadınlar ve işçiler tarafından çok içildiğini yine buafl âlim anlatmaktadır. Yapılan bir hafriyatta bulunan on mezarın, bira I imalâtını gösteren kabartmalarla tezyin edildiği ve kabartmalar yanyana getirlînce imalâtın bariz bir surette ğöröl-dükü
7000 SENE
EVVEL
de ayni âlim tarafından nakledilmektedir.
ooo
Bu gün içilen Biranın 7000 senelik mazisi vardır.
T
>
Ld
z
0
O
O
o 0 O ps
BİRA 0 O 0 BESLER O QQ SERİNLETİR, g0QNEŞE .VERİR
00
0
G G ( o: •Ş
Kuruş 25
Alöeddin. Kral Basımevi - Ankara (6261)
Suat Taşer
Gönderilecek Talebe
Y ayanlar
(M. S. Ercan). —
Güle ve Bülbüle Dair (Şiir) Şiirlerime Nasihat (Şur> »
Doç. Dr. Muzaffer
Halil Aytekin
Bekir Sıtlu Kunt
Psikoh ji ve Yeni Neslin Yeti ı:.( ı :
Karadeniz Bölgesinde Toprak Meselesi
Bir Bala (Hikâye)
Ş. Başoğlu
Doç. Dr. Bellice S. Boran
Münir Belen
Zirai İstihsalin Geriliği
Türkiye İktisat Tarihinde Feodalizm
Ayın içinden:
Fen Fakültesi ve Anlou .ı Pn -. ■■■'.ütesi. —Almanyaya (
Meselesi Etrafında Kopan Münakaşa. — Devlet Konservatuvunmızın Temsillerinden: Satılmış Nişanlı
Klâsiklerden Tercümeler: Don Juan ve Dr. Faustus ■
ra. TUŞTA
Adımları Beğeniyorsanız
Abone olunuz, Abone bulunuz.
Gelecek Sayılarımızda ;
Durkheim - Ziya Gökalp Sosyolojisinin tenkidi
Derişen Sanatkâr tipi
Bugünkü Fransız Romancıları
Sanatta Konu meselesi
Modern Şehircilik Problemi
Ankaramrzda Bugünkü Fikir Cereyanları
Umumî Kültür ve Meslek Seçimi
Modern Mimarî Anlayışı
Gençliğin Sosyal Psikolojisi
Modanın, Radyonun, Sinemanın Sosyal Psikolojisi
Yaratılma Halinde Olan Dünya Edebiyatından Örnekler.
A Tl I M T, A R
Sahibi ve Neşriyat Müdürüi_ : D- Bentçe Sadık Boran Abone : Alh avh£ 150 krş ; -yıllığı 300 krş.
Adımlar'a verilen yazılar basılsın basılmasın geri verilmez.
ADIMLAR
Aylık Fikir ve Kültür Dergisi
YIL : ' _Şubat 1944- _Sayı: 10
Zirai İstihsalin Geriliğinin Sebepleri, Gelişmesinin Şartlan
Dr. Behice S. BORAN
Ankara Üniversitesi
İnsan tarihinde binlerce yıl devam e-dip gelen İktisadî sistemi kökünden değiştirmiş olan ve tarihte ilk defa, bugünün büyük sanayi ve ticaret ekonomisini yaratmış olan teknolojik değişmeler ilkin ziraat sahasında değil, sanayi sahasında meydana geldi;-böyle ^olması da mukadderdi, zira içLimaî tekâmülde sınai istihsal ziraî istihsalden daha sonra, daha ileri bir safhada belimrişıçHıığuııdaıı, daha ileri bir istihsal şubesini temsil ediyordu.
Teknolojik ilerlemeler neticesinde sanayi ve ticaretin o zamana kadar misli görülmemiş ş ikilde gelişmesi, ziraatle sanayi ve ticaretin İktisadî yapıdaki mevkilerini değiştirdi. El sanayimden daha ileri sanayiin mevcut olmadığı devirleri- .ın ileri cemiyeti, rin bile yapısı ziraî istihsale dayanıyordu; hâkim mülkiyet şekli topraktı; el sanayii,daha ileri bir istihsal şubesini temsil etmekle beraber ekonöiniuekı mevkii henüz zayıftı; hâkim, bir durumda değildi. Tekonolojik ilerlemeler neticesinde sanayiin gelişmesi, buna ve münakale ve muhabere vasıtalarındaki geiişmçğeja^ yanarak ticaretin daha da gelişmesi, ziraatın ise aynı derecede muvazi bir gelişme gösterememesi, ekonomi sisteminin bütününde sanayii hâkim, ziraatı ise tâbi bir hale getirdi. Kapitalist istihsaldi-:; önceki devirde, ziraî nuntakalar büyük mikyasla
kendilerine yeter, kapalı, mahalli birliklerdi; yalnız kasabalar civarındaki köylerin kasabalarla bir derece bir bütünleşmesi, karşılıklı bağlarla bağlanması vardı. Sanayiin ve ticaretin gelişmesi ziraî mınta-kaların ve ziraî toplulukların bu kapaklığını tadı, millî hudutlar içinde bütün memleketi içme alan bir iş bölümü sistemi belirdi ve bu sistemde köyler, sanayi için ham madde, şehirli nilfus için gıda maddeleri istihsal eden ve sanayi mamûlâtını şehirden alan açık mıntakalar ve topluluklar haline geldi Bu suretle ziraat sanat de bağlı, tâbi bir duruma girdi.
Böyleee, sanayiin gelişmesi zirai istihsali de kendi menfaatine, yani sanayiin ihtiyaçlarına uygun bir şekilde değiştirdi ; fakat ziraî istihsal sanayideki gelişmeye muvazi bir gelişme gösteremedi, sanayi ile eşit bir duruma erişmedi; ziraî istihsal organizasyonu dalla geri bir durumda kaldı ve sanayiin hâkimiyetine girdi. Feodal ekonomide ziraî istihsal organizasyonu ve şartları el sanayimdeki duruma uygundu; lıer ikisinde deteknolojik seviye aynı idi; el aletleri ve oTganfk enerji (insan kol kuvveti ve hayvan enerjisi); her ikisinde ..jLgJaJ’ölümü ^.farklılaşması gelişmemiş bin seviyede.idi; ticareti ve sanayi sıkı kayıtlar altında tutan loncalar teşkilâtı feodal ziraî hiyerarşi, rütbeler silsilesi, gibi
hiyerarşikti; sanayi ve ticaret de ziraat gibi durgun, değişmez veya yavaş değişir, istikrarla, sınırlan dar iktisadi faaliyetler için teşkilâtlanmıştı. Aradaki uygunluğun belirtileri çoğaltılabilir. Kısacası, ziraî ve sınaî istihsal şartlan ve orgonizasyonu birbirine uygundu. Halbuki modern zamanlarda sınai istihsalin siir'atlc gelişmesi, ziraatin muvazi bir gelişme gösterememesi, aynı ekonomi içinde birbirinden farklı tekâmül dereceleri gösteren iki istihsal organizasyonunun yan yana bulunması neticesini doğurdu; bu aykırılık ta ekonomik-sosyal meselelere, zorluklara, yol açtı. Sınaî istihsal ile ziraî istihsal organizasyonumla meydana gelen bu aykırılık hangi noktalarda toplanıyor?
Aradaki fark Biınayide tekonolojik yeniliklerin yer alması ile başladı ve bugün de iki istihsal şubesi arasında teknik seviye farkları devam ediyor. Sanayi büyük mikyasta makineleşmiştir; el aletleri Ve organik enerji yerini gittikçe artan derecede makineye ve buhar, elektrik, benzin gibi inorganik enerjiye bırakmıştır. Zira-atte ise el aletleri ve organik enerji hâkim olmakta devam etti, Amerika gibi tekniği çok ileri bir cemiyette bile bu harp yıllarına kadar (bugünkü vaziyeti bilmiyoruz) ziraatin makineleşmesi Banayiin çok gerisinde idi.
Teknik ilerleme ile ilişik olarak sanayide işbölümü son derece ileridir: büyük istihsal birliklerinde her bir işçi ve her birinin gördüğü iş, büyük bir çarkın bir dişi gibidir; her müstahsilin kendi kışına çalışması yerine, birarada bir teşkilât içinde çalışmak belirmiştir. Bu işbölümü hem bilfiil istihsal faaliyetlerinde — fabrikada — hem istihsalin idaresinde ve teşkilatlanmasında — ofis işlerinde — belirmiş ve gelişmiştir Eski kasaba ekonomisinde USr ta kendi dükkântnda^&em istihsâl vamta-lıtrının mülkiyetine sahiptf.fhem istihsali kontrol ve idare ederdi, hem de çırak ve kalfaları ile beraber bilfiil istihsalde
bulunurdu; halbuki kapitalist istihsalin aldığı son şekilde ihhtiaal vasıtalarının mülkiyeti (sermayedar), istihsali mülkiyet sahibi veya sahipleri namına idare ve tanzim edenler (direktörler, teknik şefler) ve bilfiil istihsal faaliyetlerinde bulunanlar (işçiler) birbirinden farklılaşmış ve son iki zümrenin gördüğü işler de kendi sahalarında teferruatlı işbölümüne tâbi olmuştur. Ziraatta ise umumiyetle bu farklılaşma görülmez; çiftçi, ya toprağın an-hibl. ya kiracısı olarak hem İBtihsal vasıtalarını ve kaynaklarını işletmek hakkına maliktir, hem bilfiil istihsali tanzim ve kontrol eder, hem de çok zaman kendisi de ailesi âzası ve tuttuğu işçilerle toprak işlerinde filen çakşır. Ve görülen işler de fazla farklılaşmış, bölünmüş değildir.
Bu iki şarta bağh olarak (bütün şartlar birbirine bağlıdır) sanayi organizasyonu çok rasyonelleşmiştir, yani teşkilât ve işlerin görülmesi şekli fonksiyona en uygun bir şekle konmuştur; varılmak istenen gayelere en az zaman, emek, para sarfı ile en verimli yoldan gidilmek istenir. Sınaî istihsal İlmî bilginin tatbikine dayanır. Ziraatte ise gelenek, eskidenberi devam eden, alıştimış usuller hılâ hâkim bir rol oynarlar; İlmî bilginin verileri büyük mikyasta, şuurlu bir surette tatbik edilmez: çiftçi, ziraat tahsili görmüş, ihtisaslaşmış bir müstahsil değüd. Sanayi bir-lıkü-rinin başında bulunanlar piyasanın durumuna, kendi istihsal şubelerindeki ve umumî İktisadî vasiyetteki şartlara gayet hassastırlar ve vaziyetin icaplarına göre tedbir aîırlar; çiftçi ise bir yıldan diğerine aynı mahsulleri kabil olduğu kadar çok miktarda yetiştirmekte devam eder; vaziyete göre istihsalini çabuk ve kolayca nyarlnyamaz.
Sanayi organizasyonu gittikçe büyük 'birlikler İmlinde temerküz etmektedir. Modem tekniğin icaplarından olarak sınai istihsal birlikleri büyüyor; çok pahalıya maldinıı fabrika tesisatı, makineleşme,
311
ancak büyük birlikler halinde, çok işçi kullanarak .istihsalde bulunulursa masrafını koruyabiliyor; istihsal fazla olunca, istihsal edilen madde başına düşen maliyet fiyatı azalıyor. 1923 te Amerika Birleşik Cumhuriyetlerindi; sınai müesseae-lerin ancak yüzde 4’dü 250 den fazla işçi kullanıyordu, fakat yüzde 4 ii teşkil eden bu müesseslerde bütün işçi sayısının yansından fazlası çalışıyordu. (') Sanayide temerküz yalnız istihsal birliklerinin büyümesi şeklinde de belirmiyor, daha mühimi, idare ve kontrolde temerküzdür; her-
biri binlerce işçi kullanan fabrikaların bir-
kaçı birden bir şirketin eliııe geçiyor, o da diğer benzer şirketlerle birlikte diğer üçüncü bir şirketin veya bankanın eline geçiyor; bu suretle muhtelif istihsal birliklerinin idare vc kantrolü bir elde toplanmış oluyor. Fakat bu toplanma ve birleşme bütün ekonomiyi içine alacak kadar olmuyor ve kapitalist rekabet dev teşekküller olan eorporasyonlar. tröstler arasında devanı ediyor. Ziraatte ise sanayie nisbet-le kiiçük mülkiyet, hâkimdir. 1929 da Birleşik Cumhuriyetlerde çiftliklerin yüzde 99,1 i toprak sahipleri yeya kiracıları taralından işletiliyordu , yü’ leO.O u ise "idareci” 1er (manağers) tarafından işletilen büyük zirai isl etmelerdi. Ziraat dağım!-:, daha başı boş bir durumdadır; senayinse, u-mumiyetinde başı boş ve plansız olmakla beraber, daha büyük birlikler halinde teşkilâtlandığından, her bir istihsal birimi şuurlu bir teşkilâta, planlı, hesaplı bir işle-
yişe tâbidir. .
Bu durumda ziraat senayi ile rekabet edemiyor; ziraat sanayie tâbidir, iptidaî madde ve gıda maddeleri yetiştirir, fakat memleketin ihtiyacına göre senayi vejara-at istihsali planlaştinlmamış olduğundan ziraat, seııayiin ve şehirli müstehliklerin ihtiyaçlarına "Bre istihsalini ayarlıyamaz. Senayi ile münasebette ziraat mütema-Ic Trendi, voli, II. Amerika « ait bürün rokkaırtför bu ""’T' T fi
(») Recini f eom Birleşik CumSurt,ıa‘l( osordon çlınmıpır.
diyen alta gider ve müzmin bir ziraî istihsal problemi belirir; zirai ekonomi daimî surette bir çöküntü (depression) durumunda kalır. Birinci Cihan Harbinden sonra Amerikanın en müreffeh yıllarında, artık iktisadi buhranların ohmyaçağma taanmıya başladıkları, şimdi "bin dokuz yüz yirmilerin altın yıllan” diye bahsettikleri yıllarda büe ziraî vaziyet kötü idi ve ziraatta kalkındırılması devletin karşılaştığı mühim meselelerden biri idi. (1929 da A-merika sınaî fiyatların ziraat mahsulleri fiyatlarına nisbeti 100/85 idi).
Sınaî istihsal ile ziraî istihsal durumları arsamdaki umumî farkları tesbit et-
tikten sonra şunu hatırlatalım ki, senayi değişmiş, ziraat ise yerinde saymış değildir; ziraat sanayideki gelişmeye muvazi ve eşit bir gelişine göstermemiştir, dedik. Eğer ziraatte de bir değişme ve gelişme olmasaydı, büyük şehirler nüfusunun beslenmesi, ve büyük nüfus zümrelerinin topraktan koparak şehirlere göçmesi mümkün olmazdı. Yukandaki misallere uygun olarak yine A. B. Cumhuriyetlerindeki vaziyete bakarsak, 1919 ile 1926 yıllan zarfında ekilen saha 13-14 milyon dönüm eksildiği halde ziraî istihsal artmıştır (1917-1921 de % 5 bir artış); ziraat işçisinin verimliliği de '/ 15 altmıştır; ekilen arazinin a-zalmasma rağmen istihsalin artışı ziraatte makinenin, ileri tekniğin tatbiki ile olmuştur. Ziraatte büyük birlikler, işletmeler de in ■inmiştir: yukarıda işaret ettiğimiz gibi 1929 da ziraî işletmelerin yüzde 0,9 u (yani 55889işletme) «managers» tarafından idare edilen büyük çiftliklerdi ve bunların ortalama istihsali çiftlik başına 7000 dolar, diğer çiftliklerin ise ortalama istihsali 1850 dolardı. Daha sonraki senelerde de küçük toprak sahiplerinin topraklarını kaybetmeleri ve bu toprakların büyük
korporaayonlar veya' bankalar tarafından makineleşmiş, rasyonel ziraat usulleriyle
işletilmesi keyfiyeti fazlalaştı. Ama ziraatta bu yolda inkişafı söşy.ll gayeler bâkl-nuhdatı istenecek;bir istikamet değildir.
335
Sanayiin yukarıda kısaca »nlntt iğimiz yonae ve şekilde gelişmesi nasıl sanayide ve sanayim toplandığı şehirlerde büyük iktisadi-sosyal meseleler doğurmaktan geri kalmadıysa, ziraatın de kapitalist sistemde makineleşmesi, rasyonelleşmesi büyük niifus zümrelerinin refahı, hatta hayatı bahasına oldu. Kaliforniyada, fab-' rikalar gibi ileri teknikle, idari temerküzle işletilen büyük zirai işletmeler meydana gelmiş, cenup eyaletlerinin bir kısmı du korporasyonlann ve bankaların kontrolünde büyük işletmeler haline gelmekte... Ama bu yüzbinlerce çiftçinin gezici ziraat işçisi haline gelmesi, sefalete düşmesi pahasına oluyor. Daha önceki sayılarımızda bahsettiğimiz biiyük Amerikan romancısı Steinbeck, «Gazep üzümleri» adlı eserinde yarım milyon insanın topraklarım kaybederek nasıl yollara döküldüğünü bütün fecaati ile anlatıyor.
Şuhalde ne yapmalı? Eski, geri, küçük, ziraat işletmeleri vaziyetine mi dönmeli, veya kendi memleketimize tatbik edersek, mevcut geri, küçük ziraat işletmeleri durumunu muhafaza etmeye mi çalışmalı? Geri dönmek ne istenilecek bir şeydir ne do buna imkân vardır; zira geriye gitmeğe çalışmak akıntıya, tekâmül akıntısına karşı kürek çekmektir; gidilemez. Nasıl büyük seııayiin doğurduğu problemlerden dolayı geriye, el senayii, lonca teşkilâtı seviyesine dönmek istenemezse ve mümkün değilse, ziraat için de vaziyet aynıdır. Geriye değil, ileriye giderek meseleleri halletmeli gerekir. Yapılacak şey, seııayideki organizaıyonu olduğu gibi zir-atte meydana getirmek değildir, fakat her ikisine de tekniğin ilerlemesine uygun olan yeni bir organizasyon şekli vermektir ve bunu yaparken senayı ile ziraat arasındaki ay’anlığı kaldırmak, ikisini de aynı prensipler, şartlar üzerine kurmaktır.
Senayi ve ziraat durumlarındaki aykırılık bizim mamlakatiTnizdp de yardır ve çaresine bakılrûıyacak olursa bu aykırılık
çoğalır da. Büyük senayimizi en yeni, Beri tekniğe dayandırarak kurduk ve kurmakta devam etmek mecburiyetindeyiz; fakat ziraatımız halâ büyük mikyasta kara sapana dayanmakta devam ediyor; sapanın bırakıldığı yerlerde de öküzlerin çektiği pulluktan öteye gidilmemiştir. Son yıllarda devletin getirtmekte olduğu ziraat makineleri, doğru istikamette yapılan işlerse debu makineler ihtiyacı karşılamaktan henüz uzaktır. Sanayi gelişmemizi nasıl el âletleri, kol kuvveti üe başaramazsak, ziraî kalkınma da sapan veya pulluk üe başarılamaz. İleri tekniği istihsal şubelerimizin hepsinde aynı derecede kullanmalıyız. Fakat, yeni, büyük sanayiimizi kurarken İktisadî liberalizm yoluna sapmadık; anavatanı olan Avru-pada da devrini artık yaşamış olan bu iktisadi siyasetin bugünün ve bizim şartlarımıza uygun olmadığım gördük ve sanayi kuruluşumuzda devletçilik yoluna girdik. Ziraî kalkınmamızı da İktisadî liberalizm yolu ile başaramayız. Elde edilmesi gereken gaye sadece ziraî istihsalin artması, toprağın ileri teknikle işletilmesi değildir; geniş kö-ylü kitlelerini toprak sahiplerinin emrine tâbi gezici işçi haline getirecek, ve büyük toprak sahiplerinin kesesini doldurup çiftliklerini daha büyütecek bir şekilde ziraatın teşkilâtlanması ve makineleşmesi halkçılık umdemize uygun değildir. Ziraıtin modernleşmesini, rmldneleşmesini, yeniden teşkilâtlanmasını köylü kitleleri lehine olmak başarmak mecburiyetindeyiz, Karşılaştığımı» vaziyet şudur: (1) ziraî kalkınmayı sağlamak için modern tekniği, makineyi ziraate getirmek lâzımdır; (2) modern teknik, makineleşmiş istihsal ancak büyük işletmelere tatbik edilebiliyor, bizim köylü toprak işletmeleri ise çok küçüktür; (3) fakat işletmelerin büyümesi, lâzımdır diye toprağın büyük çiftlik sahibi küçük bir sermayedar gurubu cimde toplanmasına, köylü kitlelerinin bunların emrinde işçi haline gdmesine razı olamayız, zira bu halkın
316
zarannadır ve benzer bir sermaye temerküzü gösteren Garp sanayiinin doğurduğu meselelerin ziraatte de belirmesi demek olacaktır. Bugünkü şartlanınız altında, bu ziraî meseleyi köylü kitleler lehine olarak haletmek için neler yapılabilir? Burada bahsetmek istediğimiz uzunca bir istikbal için bir proğram değil, bugün derhal yapılabilecek bazı işlerdir:
1. Devletin elinde olan topraklan topraksız köylüye dağıtmak ve toprağın küçük mülkiyet sahibi köylünün elinden çıkıp, büyük mülkiyet sahiplerinin elinde toplanmasına mani olmak için bir ferdin sahip olabileceği toprak miktarına bir sınır koymak.
2. Ferdî köylü işletmeleri modern tekniği ve makineyi kendi başlarına tatbik edemiyeceği için her köyü bütün bir istihsal birliği addetmek ve köydeki müs-tahsilleri teşkilâtlandırmak, aralarında kooperatif bir istihsal teşkilâtı kurmak. Köyler de bölge birlikleri halinde teşkilâtlanabilir ve her birliğe gereken ziraî makineler ve ziraî mütehassıslar temin edilebilir.
3. Kurulacak istihsal kooperatiflerinin ve bunları tamamlayacak satış ve kredi kooperatiflerinin büyük toprak sahibi ağaların, eşrafın kontrolüne geçmesine, onlar lehine, küçük köylü aleyhine işletilmesine nıâııi olmak için devletin tedbirler almam ve küçük ve orta smıf
köylüyü tutarak bu teşekkülleri sıla mü-rakabe altında bulundurması.
4. Bugün mevcut olan devlet ziraat işletmelerini en ileri teknik ve teşkilâtla geliştirmek, bu işletmeler üstündeki nüfus topluluklarının sosyal ve kültürel hayatını da teşkilâtlandırmak, yükselmek; bu işletmeleri örnek ziraî topluluklar haline getirmek. Bu suretle devlet ziraat işletmeleri ziraatimizîn daha ileri safhalara doğru gelişmesinde örnek, önderlik vazifelerini göreceklerdir.
Bu ziraî kalkınma ve teşkilâtlanma faaliyetine bağlı olarak, plânlı ve ahenk-tar bir surette tatbik edilecek maarif, sıhhat, sosyal yardım, kültür müesseseler! teşkilâtımız ve siyasetimiz de verimli olacak, köy kalkınması davamız halledilmek yoluna girecektir. Köyle şehir arasındaki sosyal hayat, sosyal değer, kültür seviyesi farkları İktisadî temellerindeki anlattığımız farklardan ileri gelir; köylünün, geriliği, muhafezakârlığı fıtri değildir; ekonomik-sosyafi şartlan değiştiren, bu vasıflar da değişecektir. Köy kalkınması ancak hem İktisadî hem kültürel bünye bir arada ele alınarak, hem sanayi hem ziraat birarada ele alınır» müşterek prensipler ve şartlar üzerine kurularak başarılabilir; parçacı, yamama köy kalkınması giirflşltrine karşı bütüncü ve sosyal gerçeklere, realiteye uygun olarak ileri sürdüğümüz görüş budur.
317
Türkiye ik+isai Tarihinin Ana Hatları: Feodalizm Merhalesi
Türkiye iktisat tarihinin, Osmanü feodalizminden itibaren bugüne kadar geçirdiği seyri, makaleler serisi halinde okuyucularımıza sunuyoruz. Bu yazıda, Türkiye feodalizminin Tanzimata. kadar olan kısmının anahatlarını belirtecek ve gelecek yazılarımızda bu rejimin yıkılışım ve Tiir-kiyenin kapitalist fileme nasıl tâbi oluş yolunu tuttuğunu, iç ve dış tezatlarını, bu vadide cereyan eden mücadelelere temas ederek bugünkü durumumuzu hazırlıyan tarihî seyri hülâsa edecek ve bugünkü İktisadî mes'elelerimize temas ederek tarihimizin ana seyrini anlatmağa çalışacağız.
Türkiyesizin İktisadî bünyesi diğer memleketlerin bünyesi gibi kendisine mahsus bir tekâmül seyri gösterir. Türkiyemi-zin hususî şartlan He başka ülkelerin şartlan arasında iktisat ilmi ve tarihi bakımından müşterek vasıflar ve kanunilik vardır. Muhtelif ülkelere ait husus^-etleri müşterek ana vasıflar bakımındanıtetkik ettiğimiz zaman birbirine aynı kanuni şartlar dahilinde çok yaklaşan ve Hrleşen neticelere varmağa ve büylece mukayese etmeğe imkân hasıl olur. istihsal münasebetleriyle İstihsal kuvvetleri arasında tekâmül bakımından bu cemiyetlerin durumlarım incelediğimiz zaman bu karakter birliğini yakalamak birden kolaylaşır.
Feodalizmi, küçük, mahallî devrinin dinî hukukî kadrosu içinde boğulmuş ve dondurulmuş, ziraat sahasında toprağı iş-liyen köylünün mülkiyet hakları hâkim siyasf unsurun istismarına göre tahdit edilmiş, basit teknikli küçük el sanayiini esnaf tcşekküTle'ri etrafında toplamış. İnhisar ve tahdit ufcullerile bütün iktisadi
Münir Bellili
faaliyeti yerinde saymağa mahkum etmiş ve muhtelif mıntakaJar arasında zor şartlar içinde mübadeleye pekaz imkân veren vc hâkim siyasî kuvvetin menfaatlerine göre bütün bu sahaların istismarını sağlı-yan geri bir iktisat sistemi olarak tarif edebiliriz.
Bu sistemde bütün istihsal vasıtaları derebeyinin mülkiyetinde olmasına rağmen azlıkta İmlan hususî mülkiyet te mevcuttu. Bu şartlar dahilinde istismar edenlerle edilenler arasındaki mücadele feodal rejimin ana vasfını teşkil etmektedir. Şark ve Garp feodal cemiyetleri, hâkim siyaaî unsurların teneyyi^eri, durumları bakımından ayrılıklar gösterirse de yukarıdaki tarifimizde temas ettiğimiz müşterek vasıflar vardır. Garp jfeod alizarin de muhtelif bölgeleri ayrı ayrj ellerinde bulunduran, beyler (seigneursl vardı. OsmanlIlarda, istilâ edilen topraklarda fetihten önce mevcut olan istihsal, toprak istismarı münasebetleri aynen muhafaza edilerek hu toprakları eUerînde b lundurnıı dere-beylerin yerine sultan ve onun da kendi yerine tayin ettiği kimse gelmişti. Evvelce derebeyle köylü nrasmdî zımnen devam ettiği farzolunan mukavelede derebeyinin yarini sultan alarak bütün bu toprakların sahibi olmuştu: bu topraklara mirî arazi s di veriliyordu.
Böyleee merkezilesc toslrilât içinde hiyerarşik, ’ÜasanyÖtîr. bir feodal zümre meydana gelmiş, sultan adına ve ondan aldığı salâhiyetle menfaatlenmeğc başlamıştı. Bu njeıkozüesme şarkta çok milletli düetlerde oldııği gibi /Ormanlı Imnafa-tarloğunda da daha feodalizm dağınıklığı
318
giderilmeden ve kapitalist millî bir devlet kurulmadan önce doğagelen hususi feodal bir tiptir; bu merkezî devletin kurulmasına sebep kârlı ve kazançlı istilâ harplerinin sıralanıp devam etmiş olmasıdır. Garpta İse toprak seııyörün esas mülkiyetinde kalmıştı: üzerinde çalışan köylünün bu topraktan sebepsiz ayrılmağa hiç hakkı yoktu. KöylUler istihsal ettikleri mahsullerinin yüzde 10-T5 ne kadar mühim bir kısmını “sahibi arz” addolunan dere-beye vermek zorunda idiler. Bu mcchuri-yet, dinî hukuk (droits canoniques) ile teyit edilmişti.
Osmanlı İmparatorluğunda sultannı (merkezî feodalin) toprak üzerinde geniş haklan vardı. Bu haklar köklerini eski İslâmî hak kaidelerinden ibaret olan şerl ve istilânın ortaya koyduğu şartlardan doğan ve adına “örfî” denilen iki hukuk sisteminden alıyordu. Garpta olduğu gibi köylünün. mülkiyeti siyasî zümreye affolunan bu mirî topraklar üzerinde mülkiyet hakkı yoktu. RUyiikJıizmetlerde bulunmuş paşalar, kum.ındanlar ye evliya sülalesinden ibaret Olan timar. zeamet ve has erbabı sultanın mirî topraklarmış varidatının mühim bir kısmını almakta ve aldıkları varidat ııi.ıbetinde padişaha mücehhez asker vermek zorunda idiler. Bu topraklar kaydı h ayat şartıyla ve sülalelerin devamı müddetînce fermanla verilirdi. İstihsal olunan toprak mahsulünün mühim bir kısmını te.şkü eden “resmî çift" I, veya daha sonra öşür adı verilen miktarı sipahiye — beye - - vermek zorunda idiler Ayrıca angarya ve fermanların ihdas ettiği vesilelerle türlü vergiler verilirdi. Bu miktar hazan mahsulün yansını bile tecavüz ederdi. Toprak köylüye verfflrŞen "icarei muaccele” ve “resmi tapu" adda mühim bir miktar para alınırdı; , yo bu miktar, sayıları pek âz bulunan hususî mülklerin sataş bedellerine yakındı. Timar. zeamet vo has erbain ili mukaddes nihalelere mensup ol&lar (Bacı Bektâş ve
Mavlâna sülaleleri gibi) ve istilâ edilen yerlerde feodal hukuku ifa eden gayri miîsliim ve arap derebeyleri (voyvodalar ve arap şeyhleri) örfî hukuk kaidelerine tâbi tutuluyordu. Bunların toprak üzerindeki haklan şer'î intikal hukuku olan “fc-raiz" kaidelerine tâbi değildi, örfî hukuka göre derebeylik haklan büyük evlâda kalırdı.
Toprak işletme birüğinin muhafazası bakımından toprak intikali meselelerinde müstahsil köylü hakkında da feraiz kaideleri tatbik edilmezdi. Kardeşten öteye toprak intikal etmezdi: kardeşin yokluğu halinde sipahi (bey) toprağı dilediğine vermekte muhtar kalırdı, imparatorluğun ilk devrelerinde istilâ edilen arazideki serf'lcro bey’lik eden feodaller beyliklerini muhafaza ve müslilman hukukunun kendilerine verdiği imkânlardan istifade etmek, “cizye" ve “haraç" tan kurtulmak için müslilman olmuşlardı.
imparatorlukta zaman zaman malî darlıklar yüzünden yapılan müsadelere karşı muhafaza ye İdame maksadı ile güçlükle tesis edilebilen hususi mülkleri vakıf haline getirmeli yolu tutulmuştu Din! maksatları ve evlât ve onların nesillerinin refahını istihdaf eden vakıflar her türlil »ekâlüften muaf tutuluyordu. Hukukan İlâhî maksatlara tahsis edilmiş olan vakıflar böylece satılamaz bir hale gelmişlerdi vc böylççe bu toprakların verasetleri teminat altına alınmış bulunuyordu. Tesis edilen vakıfların çoğalması ve bu mülklerin satılamazlığı Tanzimat» doğru mühim İçtimaî engeller doğurmuş ve bilâhare bu meselenin halli için şer’î formüller aranmıştı. Bozulan arazi sistemi ve evkaf hak-. kıııda tauzimattan sonra kanunlar neşredilmişti. Bu suretle feodal arazi meseleleri yeni şekiller alıvordu. Bu meseleye bilâhare temas edeceğiz.
istilâların azalması, ınağlııbivetlerin tevalini sebebi ile talanların kesilmesi padişah ve beyleri hülâsa bütün devlet me-
319
kanizmasmı müşkül mevkie düşürmüştü. Bu açığı kapamak maksadı ile köylü muta ddan daha fazla soyulmağa başlanmıştı. Mutad vergilenden mada mevzusuz, matraksız köy basına rastgele yapılan ve adına «tekâlifi örfiye» denilen yeni vergilerle bu soygun kuvvetlenmişti. Tanzimat iş olarak aşarın ve vergilerin îslâhmı ele almıştı.
Fransız ansiklopedisti Volny, Halep arazi tahrirlerinde 4 500’e varan köylerin 18 inci asrın sonunda 3 200’e kadar düştüğünü, bir çeşit jandarmaya benziyen askerlerden mürekkep “levent”lerin köylüleri “yağ isterim, yumurta isterim, para isterim” gibi vesilelerle soyduklarını u-zun uzun anlatmaktadır. Boşalan köylerin yerini ölü toprakların . aldığı bu devrede, mirî arazi üzerinde hususî büyük çiftliklerin doğduğunu görüyoruz. Bu devirde siyasî buhranlar yüzünden bazı mirî topraklar büyük paralar mukabilinde hususî mülk olarak tefviz edilmeğe başlanmıştı; beyliği, sipahiliği, babadan oğula intikal eden bu arazi üzerinde hemen hemen tam mülkiyet ve istismar haklarını böylece edinen “ayan” ile fakir, köylü. . araşjnda İçtimaî tezatla® kuvvetlenmişti. İkinci Mahmut devrinde Rumeli Ayam siyasî bir kuvvet olarak devlet işlerine müdahale etmiş ve Alemdar Mustafa paşa padişahla “senedi ittifak” adlı bir hukuk beyannamesi imzalamıştı. ‘
Osmanlı imparatorluğunda 1 adına “reaya” (sürü) denilen ve her türlü.soyguna maruz halk kitelsi vergilerden mada türlü angaryelerle soyuluyor, ezilen köylülerle ufak beylerin büyük beylere, paşalara ve padişaha karşı isyanları bütün İmparatorluk tarihi boyunca devam, etmişti. Celâli hareketleri adı verilen bu köylil ayaklanmaları, o zamanların zayıf olan şehirlerinin ileri inkılâpçı sınıflarının önderliğinden mahrum “bdiıınmaları yüzünden kanlı' ve Ağır mâğluÜıj’eUierle devam etmişti. Balkan memleketlerinde
fakir köylülerin Türk beylerine ve kendi ırlcdaş ve dindaşlarından mürekkep çorbacı feodallerine karşı mücadeleleri, din ve kültür ayrılıkları hasebile, dışardan, Garpten aldıkları ilhamlarla mülî mücadelelerinin nüvelerini teşkil ediyordu.
Ticaret hayatına gelince:
Büyük şehirlerde, limanlarda, imparatorluğun her köşesinden, Hintten, Çin-den ve Avrupanın en uzak yerlerinden nadide kıymetli mallarla pahalı toprak mahsullerini kervanlarla getirip feodal istismarcılara satan oldukça ehemmiyetli bir tüccar zümresi yardı. Hint deniz yolunun henüz bilinmediği tarihlerde büyük ticaret yollarının imparatorluktan geçtiği devirlerde bu ticari sınıfın daha mühim bir mevkii vardı. Şehirlerde gümrük işlerinin iltizamını ellerinde bulunduran büyük tüccar ve sarrafların zenginlikleri Garpta ticaret kapitalizminin inkişafına muvazî olarak artmakta idi. Umumiyetle hiristiyan reayadan mürekkep olan bu tüccarlar, kapitülasyonların verdiği fırsatlarla ticaretini yaptıkları ecnebi devletlerin himayesine mazhar olmuşlardır. îm-paratorluğuıı, reayası kalarak, bu devletlerin mahmî tabası haline gelmişlerdi; bu sııretlejllmparatorluğun, ticaretin inkişafına imkân vermiyen müsadere ve buna benzer yolsuz hareketlerinden kendilerini korumak istemişlerdi. Daha sonra genişli-yen bu zümre bir sürü gaile ve İslâhat vesilesi olarak emperyalist devletlerin işine j-ıranuştır.
Feodal sistem ticareti de mühim ve sıkı kayıtlara tâbi tutmuştu. Büyük men-faâtler -ve hediyeler mukabilinde elde edilen fermanları haiz olmıyan kimseler ticaret yapamazlardı. Padişah tarafından tüccarlara ve ou tüccarların müstahdemlerine verilen fermanlar kervanların geçtikleri vc ticaret faaliyetinin cereyan ettiği yerlerin muhakeme sicillerine kayd-Öİunbifdü. 1 Sjinci âHfm sötffinda hiristiyan reayâ tüccarlarına Şerath Hint ve Avrupa
320
tüccarı adı veriliyordu. Müslüman Türk tüccarlarına da “hayliye" deniliyordu. Ticarî mübadele de dahilî gümrüklerle esaslı bir takyit ve tahdide tâbi idi. ’’Ame-diye", "reftiye",”masdariye". "resmi harç,, adı altında alınan vergiler malların kıymetlerinin yüzde ellisini buluyordu, tstaıı-buldail Ankaraya kadar 7-8 yerde gümrük mecburiyeti vardı: bu gümrükler oradaki bey tarafından sultan namına alınırdı.
Osmanlt İmparatorluğunun şehirlerinde, usta ellerde yapılan, ve Garptaki emsalinden üstün, ileri bir el-tezgâh sanayii vardı, tmai sırları loncaların ananeci ve gizli çerçevesi içinde saklanan bu sanayım pamuklu renkli bezler, çuha, şal, halı, kilim, cam, seramik, saraç mamftllerî Garp Avrupasına ihracat yapabiliyordu. Bilhassa halktan ziyade derebey konakları, saraylar için imalâtta bulunan - snaf loncaları etrafında birleştirilmiş ve loncalar dışında esnaflık ve san’atkârlığın icrası yasak edilerek sanayi fâaliyeti de böylece tahdi' ve takyit edilmişti. Her esnafın ayn bir loncası vardı. Bu loncaların umumî ve hususî mahalleri, idare hususunda kendilerine tevdi edilmiş, usta ve ihtiyar heyetleri vardı. Aynca loncaların yardım sandıklan, biitûn esnafa müşterek orta mallan vardı. loncaların başında şeyh, nakib ve yiğit başı adı verilen reisleri vardı. Loncalar esnafa ait müşterek işleri tedvir, -snaf arasındaki ihtilâfları hal. imâlatı tayin eden usullere göre idame ve yapılan mallarda aranan gerekli vasıflan tayin ederlerdi. Bu vasıflar, “feodal standardizasyon” dışında yapılan malların men’ini kadıdan talep ederlerdi Trfıp'a-ratorluğun ilk asırlarında loncalar “sunu-fıı fütuvvet” tarikinin tesiri altında kalmış bir teşekkül idi Her esnaf zümresi bir pirin etrafında toplanmıştı. Medrese taassubuna nazaran daha geniş olan sufî mezheplerin tesiri alÜndaTcman tongaların layık bir maUlyeti aldığını görüyoruz. Hiristiyan ve müjslüman esnaf sonraları
aynı loncalarda birleşiyor ve şeyhin adı "yiğit başı” olarak değişmiş bulunuyordu. Sonraları bu teşkilâtta şeyhlik Ve yiğit başılık ekber evlâda intikal eden, esnafı soyan bir hal almıştı. 18 inci asırda dinî taassubun kuvvetlenmesi üzerine müslü-man ve hiristiyan loncaların ayrıldığını görüyoruz.
Bizde loncalar. Garpta olduğu gibi, siyasî bir muhtariyet sahibi olamamışlar, daima sultanın adına kadının mllrakubesi altında kalmışlardı. San'at ve ticaretin icrasını tahdit eden diğer bir engel de gediklerdi. Gedik muayyen bir mahalde (gayrı menkule bağlı aynî bir hak olarak) san’at ce ticaretle iştigal etmek veya her nerede olursa bir san’atı icraya hakkı olduğunu mübeyyin “hücceti” haiz olmak sureti ile "müstakar” ve “havaî” olmak üzere iki kısma ayrılırdı.
Piyasaya arzedilen malların tesbıt edilen vasıflara göre yapılıp yapılmadığını sultan namına kontrol etmeğe kadının geniş selâhiyetî vardı. Loncaların dar kadrosu içinde imâl‘edilen mallar, evsaf bakımından kontsa! edildikten sonra mühürlenir ve kadı tarafından narh kanunlarına göre narhları mtirakabe edüirdi. ithalât mallarından '‘resmi damga" adıyla bir vergi alınırdı îştıınbulda bu işler "ihtisab” (belediye teşkilâtı) tarafından id,ire edilirdi Kadılar alınan öşrün pazarlar^ arzında devlet mâliyesi bakımından ■metlendirilmesi için sultan adımı azami .fiyatını tesbit ile narhlara bağlardı, Hiılâsa feodal sistemin idamesi için, arazi meselelerini, ticareti, sanayii, pazarlan mümkabe de kadının geniş selâhiyeti vardı. Bn hıi8u«' şer’i hukuk kaideleri dışında örfî kanunnameler halinde birleştirilmişti.
Devlet teşkilâtı, ilim ve fen bu ali. bünye şartlarına göre teşekkül etmişti. İmparatorlukta loncalar dışında ilk sanayi kapitalizminin nüvesini teşkil eden ma-nüfsktürlrit- de vardı. 16-17 İnci Asırlarda Rûrsada 10-50 tezgâhlı ipekli “kftrhane-
.321
leri” vardı. Dahilî feodal şartların ve istismarın kuvvetlenmesi bu nüvelerin inkişafına mani, olmuştu. Bu devirde ilim dinin kötü iskolastiği içinde bocalıyor, bir terakki göstermiyordu. Bu Ortaçağ alt bünyesi üstünde ilim İslâm dininin iskolastiği içinde bocalıyordu. Fatih ve Kanunî zamanlarında kazandığı ileriüği büe 17-18 inci asırlarda kapanan içtihat kapısının kapanması ile yerinde sayacak kadar mıhlandırılmış bulunuyordu. Fatih ve Kanunî devirlerinde medreselerde riyaziye, tıp ve kozmoğrafyaya yer tverilmekteyken daha sonraları medreseler yalnız arap dili, fıkıh (İslâm hukuku), kelâm tedrisatı ile meşgul olmıya başlamışlardı. Bütün ilim faaliyeti eski surî mantığın tatbikatından başka bir şey değildi. Osmantı cemiyetinde iktisaden ilerliyen öncü bir sınıf bulunmadığı için buna bel veren fikir hareketleri doğmamıştı. Tokatlı Lfitfi gibi ileri ilini adamları, feodalizmin taassubuna karşı gelen 60 medreseli matbu kitap okudukları için idam edilmişlerdi. Evliya Çelebi ve Kâtip Çelebi gibi Heri âlimler zamanlarına göre fikrî ilerilikl-t göstermişlerdi. Kâtip Çel- bi (Mizam Hak) adlı ese
rinin onuncu sahifesinde anlattığı veçhile Fatihin kurduğu sekiz medresede haşiyei tefsir, şerhi mevafık gibi şeyler okutuluyordu. Bu ilimler müsbet ilimlere karşı müsbet olmıyan üim ve fenleriıı müdafaası mahiyetinde olması hasebi ile bu ilimleri bilmek iktiza ediyordu. Bu bahislerin felsefiyat olması hasebi üc okutulması menedilmişti. Dört yüz bin liraya malol-muş olan Tnkülddin'in rasathanesi yıldızların harekâtını tetkik etmek, zelzele ve helaları mucip olacağı fetvası ile yıktırılmıştı, Hiristiyan. Müslüman ve taşralı halkın kıyafetlerinin bite takyit ve tayin edilmiş bulunduğu bu feodal şartlar dahilinde Garptaki iimanist hareketlerin imparatorlukta meydana gelmesine imkân yoktu.
Gelecek yazılarımızda tanzimata kadar iktisadi sistemin istihale ve tahavvül-lcrini. Garp sanayi inkılâbının yıkıcı tesir-■erini. ve buna karşı alman tedbirleri, artıklan bugün bile bir içtimai engel olan dcrcbcylerin geçirdiği hukukî istihaleleri ve 1R38-1B08 senefiğ zarfının yan müstemleke oluş seyrini, 1908-1923. 1923 ten bugüne kadar olan devreyi tetkik edeceğiz.
Güle ve Bülbüle Dair
Suat TAŞER
Gül hikâyesi meşhurdur.
Gülden daha meşhur bir hikâye: Rivayetin rivayetine göre
Güller gülistanda giilerketı bir keminin dertli bir Inilbiil vanııış. güle aşıkmış lüilbiil
ağlarmış.
Bülbül ağlıya dursun
güller gülistanda gülerken. Derken
gel zaman, git zaman dört mevsimde bir saraylınla, gül tenli cari yeler, bahçelerde cariye tenli güller gülüşür
naza işve eder
ve koklaşırlarmış.
Gül rehjniKİ' iı mağrur kokusundan emin, fettanlık öğrenmiş dilber carîyelerden
bülbüle uruktan bakarmış.
ve bizim zavallı bülbül güle aşıkmış ağlarmış.
Hülasıı-i kelâm
gel zaman, git zamn ı gün geldi giüleT göç eyledi gülistandan
ve derdi-aşkı-bülMll
bülbülde kaldı.
Şairler peşiman oldu;
cefayı glildcn.
vefayı bülbül ilim ögrenıiilîlerine; ve gûya nüzul indi sanılır gllliin kokuştum,
1 bifibîiliin sesine!
323
ve blnnettce
derdi-aşkı-bölbül
ve cefayı gül
hayal olda.
Bülbül konmuş derler bağlamanın sarı teline bu doğru ise eğer,
Karaeaoğlaıım, Hafızın, ve Nedimin Kemaline
ve bunların
şu malanı şu meşhur haline göz yummak icap eder.
Bir yokmuş, bir varmış devri-saltanatı-gülde bülbül güle aşıkmış, bülbül ağlarmış.
Sesini duymadım güzel kaş, resmini gördüm —güzelliğini ile resimden tanırım—. Yanıkmış sesin yaralı bir yürekten gelir gibi ve yanık yanık ötermişsin: duymadım 1
Bu bir saygısızlıktır belki, utanılacak bir haldir
o senin büyük şöhretine karşı.
Fakat duymadım I
Affedersin
derdi sesinden biiytlk, sest derdinden meşhur
güzel, küçük kuv
tekrar tekrar j I l( d, ı>in!
Gül düşmanı değilim, bahçelerin semtine nğramamaya yemin etmedim! ve güller brni yakmış değil.
Gülü dalında da severim,
sevdiğim kızın elinde de.
Giıl düşmanı değilim, değilim ane şu gül ve bülbül hikâyesine düşınmuııı, tiksinti Veriyor adama.
Havlı zamandır
gül frokmnkta bülbül ltan.li
tuna bizim şairler utalı inadı halâ güle, bülbüle dair şiir yazmaktan.
İnsan hail bu,
aç kalırsın
gül kokusu, derler burnuna gül tutarlar.
Aşka düşersin btllbül sesi, derler rahmetli bülbülün sesini tavsiye ederleri Düpedüz alay etmek, ırzına sevmektir bn adamın, canına kasteylemektir.
Haberin ola:
derdi sesinden büyük, sesi derdinden meşhur güzel, küçük kuş!
Ahdi var konuşnnyan insanların canına kıyacaklar
senin
ve şu hikâyenizi
böyle berbat edenlerin..
Otur oturduğun yerde,
kes sesisin!!
Yüklen minicik sırtımı altın kafesini derdini yumak, yumak geri sar ve yirminci asrın dünyasından çek arabayı! Şimdi can derdine düştük biz kavgamız ekmek kavgasıdır
lâf değil!
Hayata doymadan gidiyor gidenlerimiz.
Şimdi can derdine dıışliik. mamafih harpten sonra bir ıığrayıver o zaman senin meseleni de imikleriz.
TUSTAV
325
Şiirlerime Nosihot
Suat IAŞER
Karuıcahır ve örümcekler lıallerinden memnundur, biz insanlar öyle değiliz, hele urunuzdaki şairler!
Canı sıkılan, sevgilisine hükmünü yilrlltemiyen
hıncını bulutlardan, bahar rüzgârından ve yıldızlardan alır!
Sanki bunlar şairlerin keyfi için yaratılmış,
(veya şairler bunlara sataşmak için).
Ey benim şiirlerini!
İnsanların peşini bıraktıııyacaksuıız,
dıuıyanın herhangi bir yerinde
yalnız bir fâniye ait olmak lan utanacaksınız.
H ıı dutlar ve kanunlar
326
TUSTAV
Psikoloji ve Yeni Neslin Yetişmesi W
»r. Muzaffer Şerif BAŞOĞU!
Biz kıymetleri çürümüş, tereddi etmiş bir imparatorluk bünyesinden kurtularak çıktık. Yeni baştan, yeni esaslar üzerinde kuruluş halinde bulunan bir memleketin çocuklarıyız. Memleket emperyalist müstevlilerden temizlendikten sonra ileri medeniyet seviyesine uygun, ileri kültürlü bir Cumhuriyet meydana getirmeğe koyul-luk. öyle bir Cumhuriyet ki endüstride, ziraatta, imar işlerinde, sıhhat işinde dünyanın ileri ve inkilâpeı memleketleri arasında yer alsın, öyle bir Cumhuriyet ki orada tırtık derebeylik, müteğallibelik bir daha yüzünü göstermesin, vatandaşları arasında gelişme imkânları ve refah imkânları bakımından imtiyaz farkları olmasa, Esasında birbirine organik bir surette bağlı olan ve »bütün bir cemiyet yapısı anlayışına dayanan bu işlerin gerçekleşmesinde mühendisin, ziraat cm m, doktorun üâh.. vazifeleri yanında bir de vatandaş, bir insan yetiştirme vazifesi var ki her meslekte, her işte töındıığıı için hususi bir ehemmiyet kazanıyor, öyle bir vatandaş ki memleketin, halkın rclh hım kendi refahı üstünde tutsun, onun menfaatlannı kendi menf»atlarının vc zümre meııfaatlanmn üstünde tutsun, bu uğurda canla başla çalışsın, eşşa'rüzgârlara göre dönmesin. Bu yolda: çahşırktn onu iten kuvvet yalnız dıştan g(! n taz-yıklar ve müeyyideler olmasın, fakat içinden duyduğu mes’uliyet ve vazife duygu-
(l> Ankorrı Dniversrş -,ı. ■ . > ■■■■
oecon Eylülde He’dvMo Iröısfemmi nlornl Verilmiş olan bu va kültesinin cıkornı dodtr.
ztmn aslı. Dil. CoÖrdfva Fo-
su olsun. Böyle yüksek cemiyet ve insanlık kıymetlerine içten bağlanmış olan bir vatandaşa artık vazifelerini ihtar etmeğe liizum kalmaz* o, bunlan içten duyduğu bağlılıkla yapar. Her mevzuda olduğu gibi insan mevzuunda da evvelâ, elimizde işleyeceğimiz materyelin tabiatını incelememiz, bilmemiz lâzım gelir. Ancak bu suretledir ki elimizdeki materyelle, yani insanla, bilerek meşgul olabiliriz, onu istediğimiz şekilde yoğurabiliriz.
Psikolojik dıinim bakımından tabiat bize insan yavrusu, yani üzerinde işlenecek insan materyeli hakkında ne veriyor? Bu hususta varılan neticelerin bir hülâsasını vermek bile mevzulunuzu aşın derecede gertişlftir. pnun için burada yalnız, elimizdeki mühim konu ile ilgili olan, bir ana hakikati belirtmeği yeter göreceğim. Çocuğa ilk yaşlarda insiyakları, iştihalu-ıı. arzuları ve hevesleri hâkimdir. Bu îb-tekler, havesler. iştihalaı onda mutlaktır, içtimai ve maddi bütün etrafı (bunu meş’ur olarak bilmediği halde, onun nazarında) anlak onu tatmin etmek için vardır. Hatta, İdi yetriliriz ki annesi ancak onu tatmin etrnek içindir. İşte çocuk dönekliklerinin, hercailiklerinin mantıksızlıklarının kökü buradadır.
Yetişkinler arasında konuşmalar, u-mumiyctle, birlbirine bir şeyler anlatmak içindir: Bunun için ekseriya, biri söyler, biri dinler; sonra söyleyen susar, dinleyen söyler. Kalbuki muayyen yaşlara kadar, çocuklarda böyle değildir. Çocuk, çok zaman, başkalarına bir şey anlatmak için konuşmaz,; kendini tatmin etmek için kornişin- konuşması, çok zaman başkasına
327
bir şey anlatmak için değildir. Bunun gibi çocuk mantığı muntazam işleyen yetişkin mantığı gibi değildir. Dakikadan dakikaya kendini nakşedebilir, şimdi ak dediğine bir dakika sonra kara diyebilir. Bu da, diğer hususlar gibi, çocuk .mantığının arzulara, heveslere tâbi oluşundan ileri gelir. Bir çok ruhiyatçıların sistemli bir surette müşahede ve derecesini tayin ettikleri, bu neticelere uygun neticeleri biz 1937 de Gazi Terbiye Enstitüsünde yaptığımız araştırmalarla elde ettik. Çocuğun psikolojik mekanizmasına arzularının, heveslerinin, iştihalarınm hâkim olduğunu müşahhas bir misalle daha aydınlatmak için en son olarak çocukların kelime tariflerini ele alalım. Çocuğun zekâsını ölçmek için kullanılan testler arasında muhtelif yaşlar için, kelime tarifeleri de vardır. Kilçiik yaşlarda çocukların tarifleri kullanışa, hatta, bir şeyin kendi üzerlerinde olan müsbet veya menfi tesirine göredir. Ona. meselâ, kaşık deseniz “yemem içindir" cevabını verebilir. Çocuklar Küçük yaşlarda kendi üzerlerindeki tesirinden müstakil olarak tarifler veremezler. Her şey kendilerini-, daha doğrusu, kendi arzu ve heveslerine göredir Bazı büyük ruhiyatçılar bunu egointrik olarak karakterime etmişlerdir.
Halbuki iyfevatandaş arzularının heveslerinin esen rüzgârlarına tâbi olarak dönmeyen insandır, iyi vatandaş, iyi insan şahsî m ııfaatlara göre dönn .-•y.-ıı insandır. Kendi arzularını, heveslerim yenip cemiyetin menfaatlerini üstün tutabilen insandır, icabında, bağlandığı yüksek cemiyet ve İnsanlık kıymetleri için kendini feda ( (len insandır. Hakiki vatandaş. hakiki insan kafasını, hislerini ve hareketlerini, kendi keyfine, koudi. heveslerine. kendi arzularına, iştihalırınâ vc ihtiraslarına göre değil, benimsediği, yüksek tuttuğu bazTyülcsek cemiyet ve insanlık kıymetlerine- ve kaidelerine göre tanzim eden insandır Demek İd vatandajltk ve
insanlık terbiyesinin esası insim yavrusu-nu kaidelerle, kıymetlerle düşünür, hissetler ve hareket eder hale getirmektir.
Halbuki, biz gördük ki, insan çocukluğunda arzularından, heveslerinden ve keyiflerinden başka hiç bir kaide tanımaz. O halde bize mevzulunuzun uaahatlaruu verecek olan şu suali sorabüiriz: insan yavrusunun arzuların heveslerin mutlak-lığından kurtulup kaidelere, kıymetlere göre düşünmesi, his ve hareket etmesi nasıl meydana geliyor? İyi bir vatandaş, iyi bir İnsan olabilmek için hinlerimizde ve hareketlerimizde kendi arzu ve keyiflerimizi değil, bizi aşan ve keyfimize göre değişmeyen bazı cemiyet ve inafinlık kıymetlerini esas tutar hale gelmek lâzımdır. Hislerimizi, heyecanlarımızı ve hareketlerimizi buna göre ayarlıyabitmek için kendimizi aşan bu kıymetleri iyice içimize sindirmek lazımdır. Yüksek vazife mesuliyet ve fedakârlık duygusunun kaymağı burasıdır. Karakterli vatandaşlar, ahlakî mânada idealist insanlar yetiştirelim diyoruz. Yüksek karakterli, ahlakî mânada idealist adanı demek içten inandığı bazı cemiyet v(- insanlık kaidelerine, ve kıy-metlerine, gere hareket edeıı, esen rüzgârlara göre dönmeyen adam demektir. Yok--1 karakter, ahlâk idealizmi boş kelimeler olmaktan öteye geçmez. Şu halde hakikî vatandaşlık terbiyesi demek çocuklara vc gençlere cemiyetin, halkın hakiki gerçek-lerini ifade eden ve onun hakiki ihtiyaçla-nndj^doğan yüksek kıymetlerin ve kai-delern-, aşılanması ve mal edilmesi demektir.
Gördük ki insan başlangıçta, ilk çocukluğunda hava ve heveslerinin, keyiflerinin zebunudur, egosantrikdir. Kaideleri, kıymetleri içten benim» inek gelişmesi nasıl meydnna geliyor? Bunu layıkiyle kavramak bize nakile! vatandaş ve insan yeHŞırnîchîıi 'nazari esasini ve gerçek terbiye istikametini verecektir.
Psikoloji afaŞtırniâları bu hususta
328
bize çok esaslı bir istikamet veriyor. Bu istikameti iyice kavramak bize yapmacık olmıyan, şuıı'î olmıyan gerçek bir vatandaş karakterinin nasıl yoğrulabileceği ve hangi kıymetlerin vatandaşlar tarafından (zorla değil)içteıı kavranabileceği hakkında bir ana fikir veriyor, bazı mühim terbiye tatbikatı buradan çıkacaktır.
Şimdi çocuğun kendi keyfinden müstakil kaidelere, kıymetlere göre duyar, hareket eder hale gelmesinin belli başlı safhalarım, inceliklerini gözden kaçırarak, kabaca, hülâsa edelim. Bu safhaları müşahhas olarak belirtmek için bunların üstünden mücerret olarak değil, fakat çocukların il kbenimsediği ve bilfiil kullandığı kaideler arasında olan oyun kaidelerini canlı misal olarak almak suretiyle geçelim. Çocuk evvelâ başka çocuklarla birlikte oynıyamaz. Çünkü birlikte oynamak için oyun da olsa, karşılıklı olarak bazı kaidelere riayet etmek icabeder. Üç dört yaşında çocuk yalnız kendi keyfine tâbidir. değil mantıkî ve ahlâkî bir kaideye, oyun kaidesine bile riayet edemez. Bu yaşlarda çocuk daha ziyade, kendi ken-dineoynar. Piagut’nin kullandığı tabirle buna ferdî ve harekî safhr. develim.
Dört beş yaşından sopra çocuk başka çocuklarla birlikte oynamaya bğştar. Kaidelere riayet etmemesi, oyunu k ndi keyfîne göre oynamak istemesi yüzünden mızıkçılık yaptığı haller nâdir olmamakla beraber, oyunun devamı mliddetince oyun kaidelerine riayet gösterir. Fakat henüz bu yıllarda kaidelerin karşılıklı mün betleri, karşılıklı hareketleri tanzim etmek için olduğunu k^vrayamaz. Henüz bu yaş-
safhası gelir ki artık burada kaideler mutlak bir surette tepeden konmuş olduğu şuuru zail olmağa başlar. İşte bu saikadadır ki çocuk kaidelere içten gelen bir bağla, muhtar bir surette, inanmaya başlar. Kaideye içten bağlanma, içten riayet safhanı diyebileceğimiz bu safhaya ego-santrisiznı’in kuvvetinin zaîi olınasiyîe girilir, Bu şu demektir ki artık çocuk insanların ve her şeyin kendisini tatmin etmek îçiıı var olmadığını iyice kavramağa başlamıştır. Kendinin merkez olmadığını, dünyada başkalarının da arzulan ve hevesleri olduğunu, ancak karşılıklı bir surette konuşabileceğini, oynıyabileceğini, muhakeme yürütebileceğini, mantıkî olunabileceğini, gerçeklerle kaıştlaşdıkça, kabul etmeğe doğru yol alır. Oyun kaidelerine riayet egosantrizm’in kuvvetinin kaybolmasiyle, zeval bulmasıyle meydana geldiği gibi mantıkî olarak muhakeme, karşılıklı konuşma ve düşünme, karşılıklı saygı, vazife ve mes’uliyet duygusu da egosantriam'in kuvvetinin kaybolma-siyle. zaiflamssiyle yerleşir ve kuvvetledir. ■■Hi
Şu halde domek oluyor ki. insanın keyfine göre hareket. .ölmemesi, ânın zevklejjj'iı- ^sürüklenmemesi, yüksek vatandaşlık ve insanlık kıymetleri edinmesi, hisleıini ve hareketlerini bunların tanzim ettiği vazife ve mes'uliyet duygularına göre ayarlaması, icabında bıı uğurda, ma çilesinden ve mânasından dakârlıkiarda butuııınşİBi içir, ona yalnız kendini, kendi hazlaanı mihver yaptıran, egosantrîk safhayı aşması icabeder. E&osantrik safhanın aşılması ise yal İliz yılların geçmesiyle larda, kaideler onun için mutlaktır., Bü- kendiliğinden meydana geb-n bir gelişme yükler, Ana-Baha tarafından konmuştur. dcgİHfr. Eğer insan kendini saran cemi-Onun için riayet edilmesi lâzımdır. Bir şey yet vc madde âleminin tenbihleri ile. yapmak fenadır, çünkü o ana vc imua, tazyikleriyle, mukavemetleriyle, milkelle-yahut başka büyükleş tarafmdan men - fîyelfefiyîv Mafişi! şmasuydı onda, yüz edilmiştir. Bu safhadan sonra oyunun yıl da yaşıtsa, bir vazife ve mes’uliyet
kaidelerinin oyundakilerin rızası ile oyu- duygusu, fedakârlık duyu usu doğmazdı,
nıuı durumu icabı meydana- getirildiği Nitekim bunu derece derece. naz ve istiğ-
f ■ ıy y r ■' ı A y y
329
na içinde yetiştirilmiş, hemen her arzuları tatmin olunmuş zengin ve aristokrat ailelerin şımarık, zekâlan geri kalmış, burunlarından ötesini görmeyen, bütün âlemin kendileriyle meşgul olmasını istiyen parazit ve mütereddi çocuklarında ve gençlerinde görüyoruz.
Egosantirizm'in aşılması dışarıdan görülen mukavemetler, tahditler, yasaklar ve başka insanlarla müşterek faaliyetlere girişmek, iş birliğinde bulunmak sayesinde meydana geliyor. Çocuk dışardan hem maddi âlemin, hem de içtimai muhitin mukavemetleri ile karşılaşıyor. Maddî muhiti alalım: Çocuk dikkat etmeden hareket ederse yandığını, düştüğünü, canının acıdığını idrak ediyor, Bu suretle tabiat çocuğa kendi determinizmini evvelâ zorla kabul ettirmiş oluyor. Şüphesiz çocuk mantığının, çocuğun kaidelere göre hareket etmek icap ettiğini kavramasının gelişmesinde bunun müsbet bir tesiri vardır.
Fakat çocuk egosantrizm’inin aşılmasında en btlyük tesir içtimai muhitten geliyor. Yaşaması için evvelâ bütün diğer hayvan yavru lalından ziyade, yetişkinlerin bakımına, ihtimamızı muhtaç olan çocuk kendi kendine yürür, konuşur yani anlar, elbiselerini giyer hale geldikten sonra yetişkinler lana, baba, kardeşler ilâh) onun önüııe, yaşına göre, bir takım mükellefiyetler, yasaklar vc mukavemetler koyuyorlar, çocuk:‘bunlara, aykırı hareket ettikçe azarlanıyor, döğiilüyor yahut başka türlü ceznlandmhyor; baza k:ud>-l-re riayet etmenin bir zaruret olduğunu idrak ediyor.
Zorla ona kabul ettirilen yahut ouuu üzerinde büyük tesiri olan yetişkinlerin (Ananın, babanın, ablanın ağa beynin ilâh) mutlak tesirinden dolayı yüklenen kaideler, kıyın eder Bocuğa dışardan tıkılmış olan kaidelerdir, kıymetlerdir; içinden asıl bağlandığı, yüksek tuttuğu kaideler, kıymetler bunak değüdlr. Bit kaideye
riayet edilmesi lâzım gelen kaidedir; bir kıymet yüksek tutulması lâzım gelen kıymettir, çünkü büyükler böyle istemişlerdir yahut böyle söylemişlerdir. Çocuğun asıl benimsediği, içine sindirdiği kıymetler ve kaideler başka İnsanlarla oyun faaliyetleri, hayat faaliyetleri içinde yaşayarak edindiği kıymetlerdir,, kaidelerdir. Meselâ çocuğun müşahhas olarak yaşadığı âleme çok yakın olduğu için, oyun faaliyetlerini alalım. Karşılıklı bir surette yahut gurup halinde oymyabilmek içinoyuna iştirâk eden herkesin oyun kaidelerine riayet etmesi zaruridir. Bu ise çocuğun bu faaliyet seyri içinde egosantirzm’i bırakmasiyle, kendi heveslerini bırakıp oyunun kaidelerine râm olmasiyle mümkündür. Oyunda mutlaka, her ne bahasma olursa olsun kazanmak istiyen çocuk çabucak ya mızıkçılığa yahut da hileye dökülür ki her ikisi çocukların arzularına heveslerine nazaran, obijektif olan, gayrî şahsî olan o-yun kaidelerine aykırıdır. Demek olur ki ahenkli bir oyun birliği için bile, kendi keyfimizi yenmek ve arzularımızı aşıp gayri şahsî hareket etmemiz lâzım gelir, yani oyun kaidelerinin bize değil, bizim oyun kaidelerine tâbi olmamız icabedcr.
Büyük ruhiyatçı Piap t'nin sistematik bir surette tetkik ettiği lıu oyun kaidc-lı-rine riayet durumundan çıkan neticeyi daha ciddi, yetişkinin günlük hayatına daha yakın faaliyetlere teşkil •■delim. Çocukların okulda bir duvar gazetesi meydana getirmeleri, gençlerin futbol takımında iyi bir oyun çıkarmaları, bir okul orkestrasının ahenkli bir surette- çalınması, bir bahçe temizlenmesi, başarılı bir müsamere ve-rilmrtij- kamp faaliyetlerinin düzenli bir surette-idamesi, talebeleri: kendi ahıı teriyle bir okul binası meydana getirmesi, bütün bunlar karşılıklı münasebetlerin do-"ğuraugu vazifelerin' ve işlerin herkes tarafından namuskâr vc başarılı bir surette vapılmasına yani herkesin biribirleriyle müııasebettar bir surette iş ve verdikleri
330
söz kaidelerine sıkı sıkıya sadakat göstermelerine bağlıdır. Bilhassa eşitlerin giriştikleri bu karşılıklı gurup faaliyetleri kaide ve kıymet duygusunun yani vazife ve mcs'uliyet duygusunun çocuğun ve gencin içine yerleşmesinde, onun öz malı haline gelmesinde son derecede müessir bir rolü vardır. Bu suretle canlı iş birliği faaliyetleri içindedir kİ çocukta ve gençte içten olan karşılıklı saygı ve sevgi duygulan, vazifeye ve mcs'uliyete içten bağlılık duyguları gelişlir ve onun şahsiyetinin uzvî, ayrılmaz bir kazancı haline gelir. Şu halde, diyebiliriz ki, hakikaten içten duyulan, içten sayıldığı için riayet edilen, yüksek tutulan, faaliyetlerde kendini gösteren, icabında uğrunda fedakârlıklarda bulunulan yüksek kaideler ve yüksek kıymetler ancak yaşıtların müşterek ve karşılıklı hayat faaliyetleri içinde paylaşılan, üzerinde emek aarfedilen ve ter dökülen faaliyetlerdir. Sistemli pisikoloji araştırmalarından gelen bu netice bize, senelerce evvel Fransadun aldığımız ve harpten sonra hür bir Fransada kendilerinin bile bırakacağına inandığım, klâsik ve formel terbiye tarzının, talim ve terbiye ikiliğinin ne kadar sakat, psikolojik hayatın gelişmesine ne kadar aykırı olduğunu ^gösteriyor.
Psikolojik gelişmeye ait verdiğimiz bu hülâsadan yeni neslin ne suretle yetiştirilmesi lâzım geldiği hakkında çıkan pratik tatbikat istikameti soıı »ecede sarihtir vc mühimdir: Çocuklarımızın gençlerimizin memleketimize, halkımıza ve insanlığa karşı, sun'î bir gösteriş ©lnrak değil, hakikaten içten duydukları, içleıı saydıkları ve içten duyarak fedakârlıkta bulundukları kıymetlerle ve bmılanrrîcâp-ettirdiği vazife ve mes'uliyct bağlılığı ile yetiştirmek için, ilk okuldan üniversite; lerimizc kadar, her seviyedeki' ökullârt-mızda yaşıtlar masında, ahenkle işlemesi, karşılıklı iş birliği faaliyetlerine bağlı olan müşterek fâaliyetleri ön plâna ge
çirmek ve biitün terbiye faaliyetlerim bu mihver etrafında tanzim etmek bir zarurettir. Bu müşterek faaliyetlerin hakikaten duyulan, yaşanan ve içe sindirilen faaliyetler olması için bu faaliyetlerin okulun günlük ihtiyaçlariyle, muhitteki halkın gerçek durumiyle ve ihtiyaçlariyle ilgili faaliyetler olması ıcabedcr. Bütün o-kııl kategorileri içinde köy Enstitülerimizin faaliyetlerine, çalışma proğramlanna hâkim olan görüş, ilmin de vardığı neticelere uygun -olan bu görüştür. Milletler arası terbiye kongrelerinde Köy Enstitülerimizin bünyesini, çalışma tarzlarını haklı bir öğünme ile, izah edebiliriz ve bilhassa burada yetişen gençlerimizi ileri kültürlü, ileri vazife ve mes'uliyet duygulu geııçkrolarak takdim edebiliriz.
İleri görüşlü ve halkın gerçek ihtiyaçlarını yakından bilen terbiyecilerin hazırladıkları program ve onların mürakabesi altında tatbik olunan müşahhas ve müşterek yaşıt faaliyetleri bilhassa ilk gençlik çağında bulunan gençlerin terbiyesi bahis mevzuu olunca, büsbütün bir zaruret haline geliyor. Mühim ve esaslı fizyolojik değişmelerden Ve bunun icabı olarak artık erkek çocuğun bir adam haline, kız çocuğun bir kadın haline gelmesi yolunda en mühim bir geçit safhası elan ilk gençlikte, az. veya çok bir buhran geçirilmesi, az veya çok muvazenesizlikler husule gelmesi ı muhtelif cemiyet bünyelerine ve kültürlere göre farklı belirtiler göstermekle beraber) yalnız bizim memleketimize has bir keyfiyet değildir, diyebiliriz ki, beşeri bir haldir. Bizim kendi tetkiklerimiz de gösteriyor ki. az veya çok bir derecede, bu halde bulunan gençlerin, muayyen se-bebTerden dolayı bilhassa genç kızların, muhtelif alâkaları, sinema, roman insan terci hicri. Üzerinde en yakın, doğrudan doğruya tesir kendi yaşıtlarıdır. O dereceye kadar ki bunların kendi aralarında mahremiyet gurupları meydana getirdikleri, daha ziyade kendi âlemlerinde haşir
331
Karadeniz Bölgesinde Toprak Meselesi
munis kesafeti itibarile memleketin eu KamuaıiK POıgelennuen sayılan ziara uuuL6 ujinuuıoa toprak meselem, yurdun oış«x uoigeıerınueıı iarkıı ve değişik bir arzeuer... Samsun'un Çarşamba ve ttura ovaıan istisna edilirse bu bok genin arazisi boynan boya dağlık ve or-luaıuıaur. x urauıı diğer bölgelerinde ol-uugu gloi, geniş otçude ziraat yapmağa eiverışıi topraklara burada pek az rastlanır. bu boıgeae yaşıyaıılar, dağlar veya ormanlar arasına sinişmiş ufak arazi parçalarında ve yahut deniz kıyılarında kayalıklar arasındaki daracık ovalarda ziraat yaparlar. Bu topraklarda çalışmak çok çetin ve zahmetlidir. Çok yerlere saban ve pulluk işlemediği için köylüler, kazma vc belle toprağı kazarak araziden faydalanmağa çalışırlar. Buralarda bir karış toprağın bile, büyük değeri yârdır. Bu bölgede köyler dağınıktır. Arazinin ve toprağın şekline uyarak ormanların ve dağların araaınıtfsıkışmış, iiçer beşer evlik köylere raşllşıuh. Nüfus kesafeti' fazla, toprağı dar olan: memleket balkınnın büyük bir kısmı ;;«;imdan aciz olduğu için, kısmetini gurbette aramağa çıkar.. (,Soluğunu, çocuğuııiı evdeki karısının ’üzeri-
HaJil AkTEKİN
ne atarak uzun yıllar, memleket ve aile yüzü görmeden köy köy, memleket, memleket dolaşır...
Köye döndüğünde çok zaman bahtsız baba, çoluğunu, çocuğunu kayp etmiştir. Bir kaç dönüm toprağı, ya şehirdeki tüccarın eline ve yahutta köy ağnamın emrine geçmiştir. Köyde yüzüne bakan yoktur. Herke», bir an evvel köyü terk etmesini istemektedir...
Bahtsız baba yeniden çantasını omuz-lıyarak gurbetin yolunu tutar. Göz yaşı ve içi hınç dolu olarak kendini kör kaderin merhametine atar..
Bu durumu müşahhas bir surette canlandırmak için Teke köyü’niln toprak durumunu gözden geçireceğiz. Köy. Samsun’a 15. denize 5 kilometre mesafededir. Samsun, çarşaınbk/hattî köyün içinden geçi r.. Sahil boylarının bir çok köyleri gibi, bura halkı da yerlilerle, dışarıdan gelme muhacirlerden teşekkül eder. Köy halkı ^çalıştıranlarla, çalışanlar olmak ü-zere. ikiye ayrılır. Sayışı 6ç, beş evi geç-miym hep bir soydan gelme birinciler, z inanla köyün hemen hemen bütün topraklatan muhtelif fırsatlarla ellerine ge-çirnuiğb'-muvaffak olduklarından köyün
ve neşir oldukları, içlerini en ziyade ve lazammun eden müşterek yaşıt faaliyet-hatta yalnız birbirlerine döktükleri oluyor. lerj enerjinin açığa çıkmasını, spor, esle-Bunu incelememek, tahlil etmemek ve tik cemiyet hayatı, yapıcılık yollarında, gençlerden yalnız' zahiri ve şekle ait bir yaratıcı kanallarda verimli olmasını te-kaide ve disiplin riayeti istemek asıl çere- slrH bîr surette sağlar. Bu esasta içinde yan eden seyrin üstüne bir perde eekmek- bulunduğumuz yüzyılın ileri terbiye nazari-ten başka birşey olmaz. Bunıın yerine yenilerinin amprik bir surette, ortaya at-günlfik okul ihti^açjfjriyle,. jkldn içtimai tffan nazariyelerle psikolojik araştırma-muhitle müşahhas bir surette ilgili olşhık. gösterdiği pnatik istikamet birle-
zaruri bir surette karşılıklı mcs'ıİliyâüeri şiyofc. Muzaffer ŞERİF
332
zengin ve imtiyazlı zümresini teşkil ederler. 200 hanenin içerisinde bu aüedon başka, canı içinde «engin denebilecek kimseye rastlanmaz. Köyün bakkalı, çakkalı, hocası, hacısı hep bu ailenin içinden çıkar. Köyün muhtar ve âzalan da bu aile arasından seçilir. Ailenin en zengin adamı. H. O. efendi isminde birisidir, öteden-beri köyün eşrafından olan bu adamın işletmesinde yüzlerce dönilm tarlasiyle, birçok yerde koruları vardır. Bundan başka, köyün içindeki en büyük mağaza birçok dükkân ve evlerle, kiiçük bir un fabrikası ağanın malıdır. Köyde kardeşleri, ve yeğenleri de zenginlikte kendinden aşağı kalmaz.
Köyde birkaç dönüm toprağa sahip fakir birkaç kövlflden başka, bütün köy halkı, H. O. efendiye ve akrabalarına ya yana ve yahutta işçi olarak çalışır. Köy halkının geçimini umumiyetle tütiin ve tarla ziraatı teşkil eder. Bundan baslıa. bir miktar da mısır ve sebze yetişir. Tütün istihsali ve isçiliği fazla masraf ve emeğe dn'-nnan piyası-u çok ovnak olan ziraatın zor İve ince bir şubesidir. Geniş tonrn.ldara ve isletmeleri' sn hin çiftlik sahipleri, bankanın ye tüccarların açtığı krediler ı veslnd» İşlerini aksa t™ M an yürüttükleri iPİht. bir taraftan da falar uç parasız köylülere bore para vererek onlan nüfın ve hâkimiyetleri albndp. tutarlar...
Köylü, kaldırdığı -mahsulün bedelini daha tarlrdavken yediği için, bir vı’iık emeğini olduğu gibi dışarıdaki ^yasadan habersizce ;ildllm pahasına ağaya yatırır, Ve tekrar bore nara alır. Buna clüvüıı. ö-lıım. hastalık gibi köylüye ağır masraf
kapusu açan işler dc yüklenince, köylü altından kalkamayacak kadar ağır borç altına girer.. İşte o zaman ağanın insaf ve merhameti harekete geçerek darda kalan borçlunun canına yetişir... Çpktandır rehinde tuttuğu tarlayı, mal ve eşyayı sadığından birkaç kuruş mukabilinde satın alır. Ve bu suretle atalık vazifesini yaptığından köylünün minnetini kazanır. Tekke köyünün H. O. efendisi bunlardan birisidir .Köyde ve şehirde derin ilmi, yüksek fazileti ile tanmdıığı. fakirin fukaranın hakkini hukukunu koruduğu için, muhitinde kendini tanıtır ve saydırır. Gerçi, köyün bütün topraklarını çiftliğine katmak gibi, bir emel taşırsa da bunu vicdansızlığından dolayı değil, sırf köyün dini dirliği kaçmasın diye yapar, (Bu milleti yokluk vener, kamı doyarsa bu hınzır heriflerin önün emi geçilir) der. Köyde otoritesine karşı gelenleri dayaktan geçirmekle haddini bildirir... Serde alışkanlık olduğu için, ağa bazen civar köylerin işine de burnunu sokmak ister. Fakat bu köylerle stnır.ve arazi kavgaları eksik olmadığı için, kendine iyi gözle bakılmaz... Pür defasında uzun zamandır münazaalı bir.-arazi meselesinden halkı mübadil muhacirlerden olan Çmaraları köylülerde H.. | O. efendi arasında çıkan müthiş bir; kavga neticesinde Çinaralanlılar bas-km gelerek H. O. efendi, ve ta raf-yırlarına bir iyice odun attıktan sonra, bıçak ve sopayla birkaç kişiyi yaralamışlardı. îfeticede H. O. efendi, didisgen-liği ile yine işini yoluna koydu ve. müna-iaalı olan araziyi çiftliğine katmak sure-. tjlerhasımlaruıdan sonunda, intikam aldı...
333
BİR BALO
Bekir Sıtkı KUNT
Muharrir Ahmet Saminin, Güneş gazetesinde, köprü altında yatan çocuklara dair yazdığı yazı, etrafta çok İlgi uyandırdı. Kimi cemiyetimizin ört baş edilmesi gereken bir sefalet manzarasını gazete sütüunlannda teşhir ederek «ecanip nazarında» milletlerimizi küçük düşürdüğü için, muharririn hiyanet sayılabilecek millî bir suç işlediğini, suçlunun adaletin pençesine teslim edilmesini, kimi tam tersine olarak, bu gibi İçtimaî yaralar deşilip ufuneti göz önüne dökülmedikçe tedavisi yoluna gidilmiyeccği cihetle, muharririn büyük bir cesaretle bu yaraya neşter vurarak memlekete geçerek bir hizmet ifa ettiğini, bundan dolayı makale sahibinin takdir edilmesi lâzım geldiğini ileri sürdüler. Git gide mesele dallandı, budaklandı Gazetelere de epey sermaye çıktı. Her kafadan bir ses, bir tenkit veya takdir sesi yükseldi. Belediye de ht rekete geçti, ve bir tedbir olarak, çocukların köprü altların da yatmasını yasak etti Mesele, bununla da ■ yatışmadı. Köprü altında yatan çocuklar konusu, günün derdi ve davası olarak, gazetelerde, edebî, İçtimaî ve siyasi gevenlerde ilgi uyandırmakta devam ediyordu Fakat en sıcak ve sempatik alâka, günün birinde, yüksek sosyetede zenginliği, güzelliği ve zarafetiyle tanınmış olan Ferdine lıanmefendi tarafından gösterildi.
Muharrir \hmet Sami, bir gün öğleden sonra, matbaada Oturuyor, köprü altında yatan çocuklar meselesini ortaya a-tıp şöhretini sağladığı için memnun, fakat, bu yüzden ağır iüjamljua uğradığı ioj^ de endişeli, düşünüp duruyor, üst ilme kahve ve cıgara içiyordu. Telefon çaldı.
Matbaanın telefonu, hiç durmadan işler. Kimi bir haber verir, kimi, bir resimden veya bir yazıdan şikâyet eder. Okuyucular, hattâ, meraklı bir tefrikanın nasıl biteceğini bile sorarlar. Bu defa da böyle bir şey için olacağım düşünerek. Ahmet Sami, telefona hiç bakmadı. Fakat kendisini Ferdane hanmfendinin aradığını haber verdikleri zaman, doğrusu, hayret etti. Ferdane hanmefendi kim, muharrir Ahmet Sami kim’.
Doğrusu söylemek lâzım gelirse. Ahmet Şasi Ferdane hanmefemliyi, bir defa bile olsun, görmemişti. Yalnız, güzelliği, şuhluğu, büyük serveti vç ara sıra, bir skandali müteakip boşananları ve yeni aşıkına varmaları gibi halleriyle, zaman zaman dillere destan olduğunu biliyordu. Ahmet Sami, hiç bekletmeden, büyük bir merak İçinde, telefona koştu. Daha önce, hafif hafif öksürüp sesine akort verdikten solün, mikrofonu eline alıp ağzına yaklaştırdı. Bu mikrofonlar daima bir az pis kokarlar Ve Ahmet Sami bundan iğrenirdl, ama, bu defa, heyecandan olacak, bu pis kokunujt hi(j farkında bile Olmadı.
Ahmet Sami, mikrofonu eline aldığı zaman, içinde. Ferdane hanmefendinin kendisini tekdir veya hic olmazsa muaheze edeceği yolunda bir his taşıyordu, öyle ya Bu. gazete ve mecmua sütunlarında hep tuvalet ve sinema bahisleri arayan, aşk, sevete v^siirlc beslenen kibar han-mefendîlerin gerçek dünya ile ne münasebetleri olabilirdi. Ve, millevvcs pırtılar içinde, vgsil benizli, kavurukj. aç. hırsız ve ahlâksız, köprü alfa gece sâkinlerinin mevcAiyeti, onlara elbette rahatsızlık ve
334
rirdi. Bu düşüncelerle Ahmet Sami, bir az ürkek bir sesle, telefona;
— Alo., alo.. Bendeniz Ahmet Sami-yim, dedi, hanmefendi, bendenizi emir buyurmuşunuz.
Derhal kıvrak, genç ve güzel bir ses. bir musiki parçasını andıran bir tatlılıkla, cevap verdi:
— O.. Bonjur, Ahmet Sami beyefendi.. Sîzsiniz ha.. Affedersiniz sizi cidden rahatsız ettim, kusuruma bakmayın.
Ahmet Sami, şaşkınlık içinde:
— Estağfirııllah siz beni af buyurun, şey., çünkii.. diye kekeledi.
Ferdane hanmefendi, telefonda sözlerine devam ediyordu:
— Beyefendi, gazetenizde o müthiş yazıyı okudum. Köprü altı çocuklarının hayatını anlatan yazınızı. O ne müthiş sefalet.. Doğrusu insanlığımdan utandım. Yüreğim parça parça oldu. Çok üzüldüm ve çok acıdım. Yo., hayır, sizi cidden takdir ettim. Size, ba» iıamei’v'ihl.'ir gibi. hiç gücenmedim. Bilâkis, bize idilsen vazifeler olduğunu hatırlattınız. Siz! bir mürşitsiniz beyefendi.
— Aman . fendim, mahcup ediyorsunuz. benim ne haddim..
— Hayır. hayır. siz ne kadar tevazu gösterseniz, hakikat yine değişmez.
Ve daha da tatlı, daha da yumuşak, üâvc etti:
— Kuzum hevefendiclğim. dedi, bu derde bir çare bulmamız lâzım.. Affedersiniz anın, hastalığı te«h's etmek kâfi yelmez, bunun devasını bulmak ister.
Ahmet Sami. bayağı utandı. Ortalısı boş yere gfirillfnve verdiğini, varıcı değil dc. vıkıcı bir adam haline dflrtmnEîijfflli; neder gibi oldu. Fakat c ne vapabİHrdl kf Hani kendisi de. könrü altılıda yatanlardan ancak bir derece dalıa ivi vnzivetb- 111 Telefonda, kendisini mildn^ajeden bir mücrim gibi, ürkek ve 1twfc|kWr-sesle:
— Aziz hanmefendi, dİve sivilli, hakikatte haMısımzSfakatken bp derde
nasıl çare bulabilirim, biz gazeteciler ancak hastalığı göstermekle vazifemizi yapmış olabiliriz, öyle değil mi?.
— Bunu siz kâfi bulsanız bile, biz sizin namınıza kâfi bulamayız.
• — O halde?
— Bana yardım etmelisiniz. Bazı tasavvurlarım var. Fakat daha etraflı konuşmak için, lütfen evime kadar gclcbillr-mlsiniz?. Size çok zahmet olacak ama..
Ahmet Sami:
— Memnuniyetle şltap ederim dive cevap verdi, emredersiniz, hizmetinizde bulunmaktan şeref duyarım.
İki taraf ta telefonu kanadığı zaman. Ahmet Sami derin bir heyecan İçindeydi Velev ki. bir £s için dc o'sa. bönle sosveta-nin meşhur bir kadını tarafından evine davet edilmekten büvük bir gurur dırnı-yordu. Hemen gitmek ican edivordu. Karlı bir kıs günüvdü. Panurian ıslaktı Tnb»-nındaki yırtık çizgisinden avağına ■müessir ve soğuk bîr rütubet yavılıvordu
Yolda boyacıya uğradı, paçasının çamurlarını fırçalattı, kunduralarını boyattı. ama, bu kunduralar, ıslaklık tâ içlerine kadar işlemiş olduğundan, bir türlü tam parlamayıp donukluğu muhafaza ettiler. Böyle kibar bir hanmefendive davetli olmasaydı, o giin traş olmak nivetindo değildi Sirkecide bir berbere girip iki günlük sakalını kazıttı. Fırsat e’vermtaken berberin çırağına üstünü başını adam a-kıllı süpiirttü. Hantal ve kocaman cenll, tornistan paltosunun, yağlarmış vakasını kaldırdı. Harbiye tramvaviannın birine atladı Nişantasına gicUvorlu. Nurten a-partımanına.. Ferdane hanın 'f endinin gel dediği mülakat yerine..
Tramvnvdn sırtım şahanhanlıktaki kapalı demir parmaklıklı kapum davnmıs. dudaklarında cıcaım. lıds. tath. asikâne şeyler tehavvü' edivordu. Ferdan» ban-mefendinin kpndisfuç uzatacağı nazik, nnr-minlfcir mUMah'T kurtar tra'd-’e w Atiz-. ğiln ellerinij ye tabii o ellerden bir tanesl-
335
ni kendi avuçları arssuıa alıp dudaklarına götürecek, o yavru elden taşan, genç kadınlığın bayıltıcı kokusunu tâ ciğerlerine karla»- çekerek, oraya bir öpücük konduracaktı. Ah, kibar bir hanmc-fendiyle karşı karşıya oturup sohbet etmek, hattâ bahis, köprii altında yatan çocuklara dair de olsa, ne derece lâtif bir şeydi. Ahmet Sami, bu nevi kadınlan ancak romanlardan tanıyordu.
Harbiyede tramvaydan indi. Nişan-taşuıa doğru yürümeğe başladı. Gözleri apartıman kapılarında Nurten adını ara-yordu. Nihayet aradığı apartımanı buldu. Bu, muhteşem bir bina idi. Nikel çerçeveli camlı kapışım itip içeriye girdiği zaman, onu kaloriferin ılık havası karşıladı. O ılıklık, o mermer ve temiz antre, imrenilecek şeydi Hatıî. köprü altında yatan çocuklardan vaz geçtik, bizzat Ahmet Sami, Kumkapıdaki soğuk odasına bedel, geceleri şu mermerlerin üstüne uzanıp uyumayı ne kadar islerdi.
Ayakkaplarffida SBriyen karın çamurunu, beyaz âteâttfes^feürmemeğc çalışarak, Ferdan? hanmefendinin oturduğu daireyi buldu. Bir aşk mülâkatma gelmiş gibi heyecandan kalbi çarpıyordu. Zile dokundu Kapıyı genç bir hizmetçi kız açta. tamini söyleyince onu derhal içeriye aldılar. Geniş, Süslü. zengin salonda bir koltuğa göraiildü. Bekledi.
Biı1 az fiotıra, ipekler ve esanslar içinde, Fcrdanc Iıanmefendi salona geldi. Misafirine, Atar, ’.t Siirtlinin tramvayda tehay-yül ettiği eli ııiattı. Fakat Ahmet Samı, öpmeği kurtji’ğu bu eli, hafifçe tutarak, ancak sıkabildi.
Ferdane hanmefendi, b.şçrteşL yy. .erkeğe alışkın taiTrlârîyle; pr'k:[fırş’eli -görünüyordu. tik söz olarak:
— Teşrifinize çoli nercnuıı oidımı. dedi, sizin gibi meşhur bir Sr.dharriri tanımak. benim için WMpîW" "T"
Ahmet Sami îutanansk: .
— Bu şeref HŞndeni^ aittii} diyemfai.
Şimdi karşıhkh birbirini tetkik ediyorlardı. Bu Ferdanc hanmefendi ne şahane. ne dilber bir kadındı. Bir zanbak dalı gibi ince ve narin bedeninin cazibesi, şeffaf derili, gergin, pembe yüzünün taravetli güzelliği, hele iri. lâcivert gözlerinin telkin ettiği fitne ve fesat, Ahmet Samiyi bir yıldırım gibi vurdu. Ferdane hanme-fendi de Ahmet Samiyc batayor, fakat onda kadınlık hislerini tahrik edecek bir şeyler bulamıyordu. Ahmet Sami, ikide bir. karın acı soğuğunu emmiş olan donuk renkli ayakkabılarına bakıyor, şimdi bunlardan her zamankinden ziyade eza duyuyordu.
Ferdanc hanmefendi hemen meselenin esasına girdi. Köprü altında yatan bu çocuklar nasıl şeylerdi.
Ahmet Sami, anasız, babasız, kimsesiz, evsiz, barksız olan bu çocukların gündüzleri dilenerek, hırsızlık ve yankesicilik yaparak vakit geçirdiklerini, geceleri dc. barınacak bir yerleri olmadığı için, köprü altının kapalı, yağmurdan ve kardan masun, kuytu yerlerinde kıvrılıp yattıklarını, KUŞlftUl&l,,a anlattığı gibi, izah etti. O anlatırken, Ferdane hanımefendinin, içindi? bir sancı varmış gibi, kaşları mukav-vesleşiyor, yüzüne, keder, bir maske gibi takılıyordu. Ahmet Şamillin verdiği izahata derin bir hüziln içinde dinledikten sonra, Ferdane hanmefendi:
— Bu yavrucuklara içim paralanıyor, diy^-söze başladı, evet, elbette bunların da bir anneleri, bir babaları vardı. Küçücük te olsa, evlerinin mes ut çatısı altında tanılıyorlardı. Karınları doyuyor, cemiyet için birer faydalı insan olarak yetişiyorlardı. Fakat, günün birinde bir felâket, hiç akla gâîfflyril bir şey, bir hastalık, bir yangın, bir kaza, bu çocukları bu hale getirebiliyor. Onlara acımalıyız, onlar bizim alâkamıza, sevgimize lâyık birer vataııdaş-tirlâr.
Hizmet# çay, bisküi ve çikolata ge-tirdi. Ferdane Iıanmefendi, bunları kendi
336
eliyle miisafirine ikram etti. Şimdi çay içiyor, biskfti ve çikolata yiyorlardı. Pahalı cıgaralarnı keyifli dumanı, salonun ılık ve rayihalı havasına yayılıyordu. Pencerelerden dışarıda karın yağmakta devam ettiği görülüyordu. Ahmet Sami, kar yağdığının farkında olunca, birden irkildi. Burada kan ve kışı unutmuş gibiydi Ferdane hanmefendinin apartıman-lartnda daimi bir buhar havası vardı, hatta bir çiçek gibi, renkli, kokulu ve taze o-lan ev sahibi, bu bahar tablosuna bir hakikat çeşniai veriyor sanılırdı.
Ferdane hanmefendi, ağzına menekşe kokulu bir şokola-fondan attıktan sonra:
— Yazınızı okuduktan sonra, dedi, hep o zavallı yavrucukları düşündüm, Güzüme uyku girmedi ve boğazımdan rahat bir lokma inmedi.
Bir az durdu. Menekşeli fondanın üstüne bir yudum çay içti, ve:
— Bu çocuklara yardım elimizi uzatmalıyız, diye devam etti, meselâ, onların yararına bir balo vermeyi düşünüyorum. Bütün tertibatını ben kendi üstüme alabilirim, Büyük ve muhteşem bir balo olacağını tahmin ediyorum. Köprü altı çocukları, memlekette çok geniş akİBİer yaptı çünkü.. Sizden de muharrir beyefendi, bu işin gazetelerde propaganda edilmesini rica edeceğim, isminiz ve bu bahisteki şöhretinizden istifade etmeliyiz.
Ahmet Sami:
— Bu « emri hayır» için. memnuniyetle.,
diye mukabele etti.
A
Beyoğiıınun büyük otellerinden birinin muhteşem .'donlarında, köprü aiuııda yatan çocuklar yararına verîfen balo. Ferdane hanmefendinin tahminlerinden daha çok rağbet gördü ve senenin, muhakkak İd. en büyük balosu olddf »Şehrin bütün kibar ve zengîniiıiahf Itterinin f-n munıtaz ve müstesna kadm, erA şahsiyetleri baloda boy gösteriler. Cazbant eıı '•ligin
havalar çalıyor. mum gibi düzgün ve kıvrak frakların etekleri, bir kuyruktu yıldız akışını ve altın çağhyanını andıran kadm tuvalletlerine karışıyor, dans ve miizik coştukça coşuyor ve balodakiler birer eğlence tufanı içinde yüzüyorlardı.
Köprü altında yatan çocuklar yararına verilen balo, aynı zamanda kadın zarafeti ve tuvalet rekabeti için, pek iyi bir vesile teşkil etmişti Hele Ferdane hanme-fendi,.hele ol. Kuyruk sokumuna kadar sırtını çıplak bırakan platin renkli, lüks tuvaletinin içinde, masallardaki peri padişahlarının sevgililerini andırıyordu. Yüzünde pek sevinçli bir ifade vardı. Balonun tertibinde hakîkaten üstün bir muvaffakiyet göstermişti. Ne kadar memnun ve mesut olsa yeriydi. Bu geceki şuhluğu, güzelliği, fevkalâdeliği avlarca dillerde dolaşacak, rakibelerinî kıskançlıktan cıl-dırtacaktı. Ferdane hanmefendi. daha ne istivehilirdi ?
Dans, içkfve müzik... Cazbant durmadan, solıık almadan ve soluk aldırmadan çalıyor, şampanyalar patlayıp yayvan bardaklara su gibi boşalıyor-lıı. Kim bilir, ge-yansını kaç saat geçmişti.
Muharrir Ahmet Sami, üstünde Bit-pazunndan kira ile alınmış, iğreti bir smo-kin, salonun sıcak havasına bulaşmış ter. pudra, esans ve kadın kokuşunun, başuıa ■ erdiği ağırlıktan dolayı, bir aralık fii-mCivara çıkıp bir cıgara yaktı. Buradan i erideki âlem, daha başka türlü görünü-voKftl. Kadınlı erkekli Çiftler neş'e ve kahkaha içinde zıplayıp duruyorlardı. Her biricin birbirino sarılışında bir hususilik, bir ayrı mana-göze çarpıyordu. Kim bilir, hu balo yüzünden, kaç skandal, kaç kepazelik olırctİİi,’ dedikodusu haftalarca sürecekti.
Ahmet Snmi, vücuduna bir az bol gelen vc omıızbaşları sarkık duran kira fepîo^in inal baJSBTk enlil’kendislııden iğren -di SnnM' buraya-w rifye gelmişti? Burada jgizüne 'bakan hi!Ş(olmamıştı. Köprü altın-
337
AYIN İÇİNDEN:
Fen fakültesi ve Ankara Üniversitesi
Bu ders yılı babında Ankaramız yeni bir Fakülte dah^ kazandı: Fen Fakültesi. Artık bu surette Ankara Üniversitesi olgun bir gerçek olarak ortaya çıkmış bulunuyor. -Şimdi bu gerçeğe adını vermekten başka iş kalmamıştır. Bu suretle, zamanla yeni kiiltllr ve ilim ocakları kazanan baş şehrimizin kültür ve ilim ahenginin tamamlanacağına inanıyoruz. Gerçi Tıp Fakültesi henüz kurulmamıştır. İşittiğimize göre bu güzel İş, zarurî aebepterden dolayı, harp sonuna kalmıştır. Fakat buna mukabil Ankaramız da Yüksek Ziraat Enstitüsü var. Ziraat Enstitüsü, Hukuk Fakültesi ve Siyasal Bilgiler okulu gibi, Maarif Vekilliğine bağlanırsa, bugün mü-şnhha» bir halde belirmiş olan Ankara Üniversitesi tam ahengini bulmuş olur ve, memleketimizin eıı geniş, en kalabalık gerçekleri olan toprak ve ktivlii gerçekleri üzerinde işliyeıı Ziraat Enstitüsü, kardeş fakülteler arasında kendisine mukadder olan yeri almış olur. Memleketimizin bu hususta selUhiyetlt makamlarının An
da yatan çocuklar meselesindeki şöhretin den istifade ettikten sonra, artık yapacağı bir iş kalmadığı için, onu bir tarafa fırlatmışlar. onu boyla yapa yalnız, kentli haline bırakmışlardı. Demin Ferdane han-mefendiyle göz göze geldikleri halde, han-melendi kendisini görmemezlikten gelmiş, halkın gıdası üzerinde vurgunculuğu ile tanınmış, kaba ve küstah bir tüccarla dansa kalkmıştı.
Köprii altında yatan çocuklar yakarına verilen balo, n çılgın anlarını yasalken Ahmet Sami, artık îcchdisinin burada fuzuli bir adam olduğuna kanaat getirmişti. Yerinden nsnlcactfc: kalktı. Tiıttanı-yornıuş gibi nefes aladihyordı^Bir an içinde kendini sokağa dağ attı. Dışarıda kış
kara Üniversitesi hakkınra bir karara varmalarını ümitle bekliyoruz.
Almanya ya gönderilecek talebe meselesi etrafında kopan münakaşa
Gençlerin yetişmesinde bir zümre lehine tarafgirlik etmek memlekete hıyanet etmek derecesinde bir suçtur. Aklı başında hiç bir Türk aydınının. Türk idarecisinin bunu yapacağım aklımıza hile getirmek istemiyoruz. Yeni neslin sağlam ve ehü olarak yetişmesi yarınımızın en güvenli temelidir. Şu veya bu dar ve sekter zihniyetle en küçük intisap zihniyeti, en küçük tarafgirlik varlığımızın temelini çürütür. Saltanat ve derebeylik imtiyazlarını ve bütün imtiyazları ortadan kaldırmak, bugünün dünyasında ileri teknikli ve kültürlü bir cemiyet kurabilmenin esas şarta olarak vatandaşlar arasında tam bir eşitlik durumunu gerçekleştirmek üzere kurulan Cumhuriyet rejimimizin yeni neslin yetişmesi hussunnda’şon derece hassas bir titizlik gösterdiğine ve göstereceğine eminiz. Hepimizin bildiğimiz ve içimize sindirdiğimiz bu fikirleri tekrar etmeğe bizi sevkeden sebep, Almanyaya tahsil için
gccelerine'.has olan, keskin bil- ayaz, şiddetli bir soğuk vardı. Kumkapıdakı odasına gitmek için, hızlı adımlarla, yaya yürümeğe başladı. Mahsus köprü altından geçti. Şurada burada, soğuğa karşı siper-li köşe bucaklarda, belediyenin yasak emrinden sonra da. kaçak olarak, mülevves pırtılar altında uyuyan sefil çocuklar gördü.
plaklarında halâ cazbandın çılgın —uğultusu: şeb" Ve kıvrak-kahkahalar, gen-zindeparfüm ve kaöııı kokusu vardı.
Ahmet Sami, köprü altında yatan çocukları uyandırmaktan korkarak, bir suç-tfu gibi sessizce, buraŞan uzaklaşmak için, adımlarını bir az daim hızlandırdı.
Bekir Sıtkı KCNT
338
gönderilecek talebe işinde kopan münar-kaşadır. işin iç yüzünü tam olarak bilmediğimiz için bu hususta tam bir hükme varacak durumda değiliz. Fakat Ankara Ziraat Enstitüsü Umumî Kâtibi Dr. Sait Tahsin Tekeli'nin imzasını taşıyan, numaralı ve tarhli resbî vesikalarla ortaya çıkan bu münakaşa üzerine yukarıdaki sebeplerden dolayı son derece titizlikle durulması ve hakikatin olanca çıplaklığı ile ortaya serilmesi lâzım geldiğine inanıyoruz. Bu inançla, evvelâ Son Posta gazetesinde çıkmış olan yazıyı, bu meseleye hepimizin dikkatini çekmekle maarif hayatına hizmet etmiş olduğuna inandığımız Memleket dergisinden alarak basıyoruz, ve başka memleketlere talebe gönderme işlerinin .sıkı mevzuata bağlanarak. Maarif vekilliğinde toplanmasındaki isabeti tam mânası ile kavrıyoruz:
"Ziraat Vekâleti 942 - 943 yılı mezunlarından iyi ve pek iyi derece fle geçen talebeyi Avrupayajjöndermeye karar miş. Bunun için gazeteler- bir ilân vermiş. Bu ilânı gören ve başka yerlerde bulunan alâkalılar ve istekliler hemeıı lüzumlu evrakı toplayıp Ankaraya yollamışlar. An-karadakiler de mahallen müracaatta bulunmuşlar. YiriŞyilân mucibince mlsaba-kaya girmek için üç gün sonra Ankaraya hareket etmişler. Oraya daha evvel gitmiş veya orada bulunanlarla Ankara ya en geç (15) Birinciteşrinde varmış olanlar arasında karşılıklı şöyle bir muhavere baş göstermiş.
Sana hangi branş teklif edildi ? Sana hangisi?
Bunda hayrete düşenler haklı idiler. Çünkü henüz müsabaka, yapılmamış ve gideceklerle gitmiyecekler henüz belli olmamıştı.
Eöyleee kendilerine teklif vapılfnı-yanlar arasında bir ,,,ınjinakaşadır başlamış. Mektıın almıyanlar almadıkları? rmı iddia etmişler. Alanlar da ■ aldıkları mektupları ortaysa kovmuşlar. İşte bunlardan biri:
Birinci mektup — 19/8/943 tarih ve yüksek ziraat Enstitüsü rektörlüğü sayı 8919
«... Mıııımeleye hemen başlanmak üzere Gm«...) sahasında talebe tahsisatı ile ihtisas yapmak arzusunu bana hususi olarak acele bildirmenizi rica ederim.» (1) Umumî Kâtip Profesör Dr. S. Tekeli
İkinci mektup — 23/9/943 tarih ve şayi 10313.
«Tcşlıit edilmiş ve bildirilmiş olan şubede ihtisas yapmak ve Alnıanyaya gönderilmek üzere muameleniz bıı hususta düşünülen bazı vaziyetlerden sonra bildirilecektir.»
Umumi Kâtip Prof. Dr. S. Tekeli
Üçüncü mektup — 27/9/943 tarih ve sayı 10513.
«... Usule göre bir müsabaka imtihanı açılması icap etmiştir. İmtihan günü gazete ve radyo ile bUdlrib-c-ktir. İmtihan için izin verilmeigl Ziraat Vekâletine arze-dikmiştir. İlândan sonra hemen Vekâlete izin için müracaat ediniz. İnıitahandan sonra hemen hareket İçin gerekli mınme-leler temin edilecektir. Muvaffakiyetler düetimi»'
Umumi Kâtip Prof. Dr. S. Tekeli
Ayni mektup (?) branş için uygun göı-iilen (7) talibe branş zikredilmek su-: - iıie ayni tarih ve sayıle>ia bildirildiğine göre müsabakaya dâvet edilen fakat kendilerine mektup yazılmıyen diğer talipler, müsabakaya girmeden evvel filen bertaraf -'röffmiş bulunuyorlardı, Çünkii şöyle kir zehap hasıl olabilirdi. Ve enstitü yal mî (7) JBli i?1 &W> Avrupaye. göndericiye karar vermişti ve bu bal. kadronun evvelden doldurulmuş olduğu hissini yeCBbiyrdİ. f'r taletnye böyle mnh-
■ (Ti Resmî mekıapionn^kolovcc oüırl edi-Bbilmesi/ç>™6İvchWot/lle baslık —Adun-İr / 4 v
/ W w
339
rem mektuplar gönderilmiş olmasına ve vaziyetlerinin evvelinden tayin edilmiş gibi görünmesine rağmen açıkta bırakılanların bundan haberdar olabilmelerinin hikmeti. yukarıda da kaydettiğimiz gibi, talebenin umumiyetle herkeBin böyle mektuplar aldıklanıu sanarak bunları birbirlerine göstermekte beis görmemeleri ve açıkta bırakılanların içinde üstün dereceli. dürüst ve kuvvetli elemanların bulunmasıdır.
İzahı güç görülen bu vak’ayı kaydettikten sonra neticeye şöyle intikal edebiliriz:
1 — 1416 numaralı kanun hükümlerine göre bütün müessese ve makamlar hesabına yabancı memleketlere gönderilecek talebeyi Maarif Vekâleti seçer. Bu itibar üe müsabakanız talebe yollamak bahis mevzuu olamaz. Kanunu bilmemek, onun hükümlerinin tatbikinden kurtulmıya cevaz vermez.
2 — Seçim işi Maarif Vekâletine ait olduğuna göre Yüksek Ziraat Enstitüsünün umumî kâtipliğinin bu işteki rolü anlatılamıyor.
3 — Talebeye resmî başlıklı kâğıtlar ve numara ile mektup yazıldığına bakılırsa bu muamele resmî bir mahiyeti haizdir. Bu, I böyle kabili edilse bile (muvafakat) in hususî olarak enstitü umumi kâtipliğine bildirilmesinin istenmesi nasıl izah olunabilir?
Ayni zamanda, bir selâhiyete dayanarak. muamelenin resmî olduğu kanaati verilirken in ktuplardan İkincisi »neden mahrem olarak gönderilmiştir?
4 - Bu seklile hâdise, izaha muhtaç görünür. Kemlilcrine bu şekilde mektup göndeı-ümiyen tdŞ^'e,' MtayetsfzlıK. et®" olmamaşlık gibi isnatlar da yapılamaz. Çünkü bunların ellerinde, ihtimal Ziraat Vekâletinin de muvafakati alınarak. Maarif Vekilliğince müsabakaya giriş belgesi verilmiştir.
5 — Müsabaka ilânının şekli ve muhtevası da dikkate şayandır. Çünkü: İlânda hangi branşlardan talebe gönderileceği, hangi derslerden ne şekilde imtihan yapılacağı, kız talebenin de gönderilip gönde-rilmiyeceği tasrih edilmemiştir.
6 — Hân 30 Eylülde Ulus gazetesinde çıkmış, bayram dolayısiyle üç gün çıkmamıştır. Müracaat müddeti ise (5) Birinei-teş rinde bitmiştir.
Bu münasebetle akla gelen şudur:
Mektup alan talebe, seçtikleri branşın ders gruplarına göre çalışma imkânını elde etmelerine mukabil diğerleri. (20) ders grupıı üzerinde faaliyetlerini teksif etmek zorunda kalmıştır. Bu. mektup alanlar hesabına bir avantaj olduğu gibi daha evvel Ankaraya gidebilmek fırsamı vermek suretiyle kendilerini üstün bir duruma sokmuştur. Müracaat müddetinin gayet dar bir zamana sıkıştırılmış olması da müsabakaya girecek talebeden birçoklarım mağdur Jmi’..vaziyete sokmuştur. Bunlardan bir kısmı bazı vefakâr arka-daşlarımıı telgrafla kendilerini haberdar etmelerde vaziyeti öğrenebilmişler, ve müracaatlarını. zamanında ulaştırmışlardır.
Buna mukabil, 4-(Teşrinievvelde Rektörlük başlığı île ve (9851 sayılı mazrufla müsabşkaya girmek içiıı müracaat eden bütün kız. erkek taliplere, başlıklaı fakat snyııstz, tarihsiz, ve imzasız «izin için Vekâlete müracaat, ediniz» ibaresini taşıyan bir kâğıt ve çıkan müsabaka ilânının kupürü yollanmıştır. Zarfın üzerindeki damgadan mektubun (30) Eylülde postaya verildiği- iddia edilmektedir. Yine iddia edü-diğine göre bu zarflardan biri. Bursada bulunan bir talibin eline, müsabakanın ic-'râsımYânmr '^fh sonra yani (6) Birinci-teşrinde değmiştir.
T — Rektörlüğün yolladığı zarflr Üzerindeki sayılarda da bir fark vardır. ’27/9'943 tarihli İnektup zarflan (10513) sayılı. 30 Eylül tarihliler 985 sayılıdır.
340
Bütün bu vesikalar alâkalı gencin elindedir. Bu genç gadre uğradığı kanaatindedir. Biz bütün vesikaları gördükten sonra bu meselenin tetkik ve tashihe ihtiyaç gösterdiği neticesine varmış bulunuyoruz-Ümit ederiz ki. alâkadarlar meseleye el-koyacaklardır.
Devlet Konservatııvarı Temsillerinden; «Satılmış Nişanlı»
1943 ilkbaharında Devlet Konservatu-vnrımızm temsil ettiği ^Satılmış Nişanlı» operası bu loş tekrar edildi. Ezilmiş, bedbaht ÇekoslovakyaUm tanınmış bestekârı Smctana’nm bu operası, yıllardanberi Av-rupayı kasıp kavuran kara afetten dolayı kendi vatanında bugün temsil edilemezken bizim memleketimizde temsil edilmesi ve rağbet bulması ile övünebiliriz. Bu operanın hususiyeti, butun unsurlarının, melodilerinin, danslarının ve mevzuunun halk temellerinden alınmış olmasıdır; bu cephesi île Çek millî kültürünün bir ifadesidir; fakat, unsurları mahalli olan bu eserin, bütün gerç- k sanat saerl.-ri gibi, evrensel ve beşeri bir tarafı da vardır ve bizler. Çekoslovak olmayan seyirciler du, eseri zevkle takip edebiliyoruz. Ana babaların ve araya giren evlenme kılavuzunun maddî menfaat hesaplarına dayanarak gerçekleştirmek istedikleri bir evlenme işini, gençlerin arasında doğan aşk ve bu bağın kuvveti bozuyor-ve temsil, «Çok iyi bir iş oldu, bu zafer aşkın hakkı idi» sözleri ile sona eriyor;
Bundan önceki opera temsillerinde olduğu gibi bu sefer de eserin yalıuz şeş, müzik cephesine değil, aktörlük cihetine dc ehemmiyet verilmiştir. Opera eserlerinde rollerin oynanmasına da ehemmiyet vermek, eseri 'b^ trcpjyesi gibi bir hale getirmeğe çalışmak şüphesiz takdir edilecek bir şeydir-; lâkin bu maksat gerçekleştirilmek istenirken bazı,tehlike noktalan beliriyör. bazı sahneler tcCarftu*
olmaktan çıkıp, kargaşalığa düşmek te-muyülünü gösteriyor, meselâ açılış sahur-si-, Sirk sahnesi de fazla laubali, az buçuk tuluata kaçıyor... Temsilin bale kısmı zayıftı, amma bizde balenin ananesi olmadığı için mazur görülebilir. Sesler, umumiyetle orkestra ile rekabet edemiyor, bazı kısımlarda orkestranın içinde kayboluyor. Bu, seslerin fazla gür olmamasından ileri gelse gerek . . . Bizde ses kabiliyetleri henüz memleket mikyasında, taranmış değildir; bu yetişenler, ilk ele gelen mahsullerdir; ses terbiyesi memleketimizde de yerleştikçe. Konservatuvarımıza memleketin dört köşesinden talipler çoğaldıkça, yeni yeni kabiliyetlerin belireceğine hiç şüphe yoktur. Fakat bugün dahi, .eğer orkestra sahnedekilerle rekabetten vaz geçse , temsilde sesler ön plâna alınabilir sanıyoruz.
Başlıca rolleri oymyanlardan Meşede Çağlıyan hem sesine, hem sahneye hâkim bilgiç bir oyuncu; yalnız aktörlük! ( cihetiiiilen, biraz mübalâğalı ve yapmacıklı bir oynayışı var. Sadi Sakjsnariuı sesi, daha işlenebilirse da, materyal olarak iyi, fakat sahne-■ • hâkimiyet yok. mütı reddit ve çekingen . . . Sadi Tamer, aklı kıt. dili pepe Va-şek1 rolüne tam girmişti, rolünü o kadar maharet ve başarı ile canlandırıyordu ki insana âdeta, rol yapıyor değil de gerçek-tent kendisi Öyleymiş gibi geliyordu. Evlenme kılavuzu rolünde Ruhi Su hem müziğin, hem rolünün inceliklerine ehemmiyet- veriyordu. Bu sanatkâr bilhassa, ta-gannide yalnız melodiye- müziğin icaplarını değil de. aynı zamanda kelimelerimizin dllfmizrirki hususiyetini, tabii telâffuzunu bozmadan söylemeğe itina ediyordu: ne sesinin hacim kazanması için hecelerin telâffuzunu bozuyor, ne de ritmi belirtmek İçin kelimeleri fazla eksik bir hale sokuyordu. Makyajı ye jestleri ile de temsil ettiği tipi haşan ile canlandırıyordu.
341
YAYINLAR
Klâsiklerden tercümeler: Dun Jııan ve Dr. Fııustus
Maarif Vekâletinin bu yıl tercüme ettirdiği eserlerden bazılarına daha okuyucularımızın dikkatini çekmek isteriz. Şimdiye kadar okuyabildiğimiz tercüme dramlar arasında bu sefer bilhasa Doktor I’austuB’u, bir de Don Jıına’ı dikkate değer bulduk. Bunların iter ikisi de çok temiz, itinalı bir sahne dilile Türkçeye çevrilmiş, Belli ki mütercimler Türkçe sahne diline vâkıflar; hem yabancı dili hem de ana dillerini iyi biliyorlar. Bu, her mütercimde bulunmayan bir hususiyet. - Mamafih İkincinin bir sahnesinde biraz köylü telâffuzunu taklide gayret edilmiş ki bu, tabiilik yerine bir nevi sunilik doğurduğu için tercümenin ikinei bir basımında bir tarafa bırakılsa da köylülük taklidi aktörlük maharetine kalsa daha yerinde olur. - Bu oyunların her ikisinde de baş karakterler, - Faustus ve Don Juan kendi meyillerini her şeye rağmen tatmin etmek isterler. Her ikisinde de billtassa kilisenin kalıplaşmış inançlarına bir isyan vardır. Fakat Faustus’ıııı yazıldığı devir daha eski, (on iltuıct yüz yılı dini fikir kalıplarına daha riayetli olduğundan tabiî piyan, sonunda Faustusun nedameti ve vicdan azabı samimî vşiddetlidir. Doktor Fa-ustuSf Marlovve’un löfiş de tiyatroya verdiği bir eğerdir, Marlowe arzularının pişkinliği, hudut bilmez bir bilgi sevgisi, yeııi âlemler, yeııi kâinatlar, yeni okyanusların esrarını meydana çıkarmak, ancak hayallerde yaşayan zevkleri tatmak, güzelliğin, servet ve kudretin en son haddim idrak et mek emelinde olan tipik bir Rftnesanş adamıdır. Başlıca eterlerinin hepsinde asıl, Karakterler. Timurlenk, Multalı yııMıdj^ Faustus, - hep böyle âfetıjurı. hınçları, fütuhat emelleri hudutsuz, yeni dünyalarda, görülmemiş, duyulmamış şeyler peşinde
koşan, ihtirasları, elem ve neşeleri beşer ölçüsünü aşan kimselerdir. Doktor Faustus, emellerine kavuşmak, 24 yıl dilediği gibi yaşayabilmek için ruhunu bile şeytana satar. Şeytanla mukaveleyi kendi kanile imzalamağa razı olur ve Mephistophilis 24 yıl, Faustus'uu her isteğini yerine getirir. Böyle Faustua. devrin en kudretli büyüklerini. Papayı, İmparatoru, büyüsünün kuvvetine hayran kılar. Dünyanın en güzel kadınını, Helena'yı görür. Devrinde yüksek sayılan zevklerin hepsini tadar. Nihayet, öliim saati yaklaşır ve Faustus, - canının cehennemlik olduğunu bildiği için • ümitsizlik içinde son demlerini bekliye bekliye ölür gider.
Don Juan piyesinin konusunu Moliere kendinden önce yazılmış İtalyanca eserlerden aldı. Moiıâre'den önce Don Juan diye tanınan tip. çapkın, hovarda, kadın, zevk ve sefaya düşkün, zevklerine müdahale ettikleri için tanrı ve İçtimaî kayıtlar diye bir şey tanımaz serseri bir tipti. Molieri, Don Juan’ı görüşleri daha sarih, düşünceleçi.daha olgun, mantığ ve muhakemesile iş gören bir cemiyet münekkidi olarak gösterir. Don Juım da Faustus gibi, meyillerine, insanlarla olan münase-
betleri^ softaların müdahalesini hiçe sayar ; ı akat Don Juan, on yedinci yüz yıl Fraıısasmın, daha tenkitçi vr rasyonel düşünen bir devrin mahsulü olduğu için, cn sonra ruhunun cehennemlik oluşundan ümitsizliğe düşüp azap* çeken bir kimse olarak değil, biraz reybt amma ( iki kere
ikinin dört, iki dördün sekiz» olduğuna inanan, cesaretli, meçhule meydan okuyan mert bir insan olarak gösterilmiştir: ve Moliârö'in kendinden öncekilerden çok da-
ha mütekâmil olan bu Don Juan tipi, daha sonra* da bilhassa Mozart'ın Don Gıo-vlrıni'si ile G. B. Shaw’m Mim and Süperin ıuı’riekiL girift, karakterli
Tanner’r örnek olmuştur;
Moliere Don Juan tipini dramına işlerken geleneğin ona .öğrettiği tipin bütün
342
hususiyetlerini silip ortaya büsbütün başka bir fert koyamazdı. O zaman bu adda bir piyes yazmasına lüzum kalmazdı. Amma Moliere bu eski tipten pek az bazı çizgileri muhafaza etmiştir. Meselâ onun da Don Juan'ı kadınlara düşkündür; o nikâh kayıtlarının kendisini ömrünün soruna kadar kösteklemesine isyan eder; aşkı tavsadum nikâh bağının bir şey ifade edebileceğine inanmaz. O aşkında serbesı olmayı sever:
«Kalbimi dört duvar arasında kapamaya bir türlü razı olamam ... Bu benim tabiatım. Kalbim bütün güzellerin, onu sıra ile elde etmek, ve becerebildikleri kadar muhafaza etmek de ellerinde.! der: ve diğer erkeklerin aksine . gizli kapaklı, dalavereler çevirerek değil, açıkça tabiatının bu meylini yerine getirir.
Fakat Don Juan’ın isyam yalnız bu içtimai müessesenin istibdadına karşı değildir. öyle olsaydı biz onu sadece tabiatının meyillerine baş eğen bir serseri sayabilirdik. Molierc’in Don Juan'ı bundan çok daha üştüm daha değerli bir insandır. O, insanın insana yardım borcu olduğuna, insaniyete inanır. Adil, ve hakkı yenileni, yoksulu koruyan feir. tanrının bulunmadığına İnamı-. Bu münasebetle Ppn Juan’ın fakirle muhaveresini hatırlayalım. Don Jutın fakire sorar:
« — Son bu ormanda ne iş yaparsın?
— Bana sadaka veren iyi insanlar için bütün gün dua etmekle meşgul olurum.
— öyleyse elbette halin, vaktin yerinmedir.
— Ne gezer efendim, çok sefalet içindeyim.
— Alay mı ediyorsun? Bütün gün dua eden adamın işi mutlaka yolunda gider.*
Fakir ısrarla işinin bilâkis hiç de yolunda gitmediğini anlatır ve yine sadaka ister. Don Juan’ın nihayet verdiği sadaka allah rızası için değildir; insaniyet nalınadır:
«Haydi ne ise, al bakalım: insaniyet namına veriyorum» der.
ö, güçlü kuvvetlilerin bir olup, tek başına savaşan âciz bir irmene hücumuna, kuvvetin haktan üstün tutulmasına dayanamaz. Tam fakirle konuştuğu sırada, bir döğüş görür; bakar: «Bir adama üç kişi hücum ediyor; iki taraf denk değil, der, böyle alçaklığa tahammül edemez; hemen âcizin yardımına hiç bir mükâfat beklemeden koşar.
Don Juan kalp ve yapmacık olan her şeyden nefret eder; cemiyette gördüğü her yalan ve dolanı taşlar. Hizmetçisi Sganarelle hekim kıyafetine girer; bu ve-süe ile biz Don Juan’ın şaklaban hekimler hakkında ne fikir beslediğini öğreniriz. Hekim kıyafetli hizmetçisine şöyle sorar:
— Senin öteki hekimlerden farkın ne? Hastaların iyileşmesinde senin yardımın ne kadarsa onların da o kadarda-. (Hizmetçisinin verdiği bir ilâçla günlerdenberi can çekişen bir hasta, çabucak ve rahatça can veri vermiştir.) Onların sanatı baştan başa göz boyadığı . . . Sen de onlar gibi hastanın talihinden pek âlâ faydalanabilirsin.» -»j..-.
Don Juan, kendi düşünce ve inançlarını etrafındakill olduğu gibi göstererek yaşamanın güçlüğünü epey zahmet çektikten sonra anlar. Cemiyette, dürüst, namuslu, özü sözü bir olan kimselere yer yok. Namusluluğa yalnız menfaatleri zarar gören rahipler kızmıyor; namuslu görünmekle cemiyette itibar gören ana, baba büe böyle dobracı, haddinden fazla dürüst, yüksek ahlâkı, özü, sözü ve hareketleri bir olmakta bulan - evlâda yar olmuyor. Don Juan nihayet, şahm menfaat ve kâra dayanan bu cemiyet!1 düzeni içinde dört başı mamur olarak yaşayabilmenin biricik yolu iki yüzlülük olduğunu söyler; gerçekten, iki yüzlü, ve yüze giilücü olunca babası yeniden ona dost olur; inanmadığı şeylere inanır gibi göıiinünce rahiplerin büe onu tutacağını bilir. Dünyayı aldatmak -için çoğu kimse ayni riya maskesini kullanmaktadır. Doıt Jııan cemiyetteki bu
343
iki yüzlülükten, mütercimlerin teiniz akıcı bir Türkçe ile çevirdikleri bir tiradda bahseder: «İki yüziülük artık moda; ve moda olan bütün kötülükler gibi iyilik yerine geçiyor, iyi adam rolü, bu gün oynanabilecek rollerin cn iyisidir... Bu öyle bir sanattır ki bandaki yalana daima hürmet edilir... İnsanların bütiin öteki kötülüklerinin hesabı sorulur, amma iki yüzlülük imtiyazb bir kötülüktür.» Don Juan işte bu imtiyazlı sanat maskesinin arkasına geçip artık hiç bir engele rastlamadan dilediğini işliycbilecektir: «Kendimi gizlemeğe dikkat edeceğim» der. «Gürültü, patırdı çıkarmadan eğleneceğim... Sözün kısası istediklerimi ceza görmeden yapmanın çaresi bııdur. Başkalarının yaptıklarını kötülerim... Karşımda biraz ahlâksızlık gördüm mü hiç affetmem. Kılım bile kıpırdamadan aman bilmez bir kin gösteri
rim.» Don Juan kendi rahatını temin için ne yaptığını bilmeyen satılmış şaşkınlardan da faydalanacak; tıpkı o, plânlı entrikalar çeviren düzenbazlar gibi «gayretkeş yaygaracıları» kışkırtacaktır; bugün de beşer zaafından, fırsatlardan böyle l'aydalana n oportünistler gibi bu yaygaracıları alet olarak kullanacaktır: «Bunlar işin iç yüzünü bilmeden ötekilere karşı her kesin içinde bağırıp çağırırlar;... Keyiflerinin istediği gibi uluorta lânetler yağdırırlar.» İnsan aklı başında olunca işte devrinin kötülüklerinden böyle istifade eder.
Molieere'i devrini, orta sınıfın kendini göstermekle başladığı o yüz yili Don Jn-an’da aksettirilmiş şeklile düşününce cemiyet yapısının esas itibarile değişmediğini, Molierö'in teşhir ettiği durumun ve problemlerin hâlâ devam edegelmekte olduğunu anlarız.
M. S. Ercan
Bu sayıdaki makalelerin uzunluğundan (lotayı büyük romancı Zola'nm The-rese Kmıuin adlı eserinin tahUliııt »o Köyün İçinden nılıifesl He Okuyucu şahifesiım yer kalmadığın» üzülüyoruz.
344
AŞ KARDEŞLER İZMİR TİCARETHANESİ
Zeytin, zeytinyağı, sabun ve her nevi sâde yuğlar, peynir vesaire sntışevi Anaforlular Mevuim sokak No. 5 Tel. No. 2377 Ev. 9235
Sicil No. 3334, Kuruluş : 1930
ALİ PERÇİNEL VF. KAZDI PEKÇİNER
Ticaret Evi
Zeytin, zeytinyağı, sabun ve hernevi sâde yağlar, peynir vesaire toptan satış yeri Kooperatif arkası Ali Nazmi Ap. No. 1/2 Tel No. 3153, Telgraf; Ali Kâzım Sicil No. 1312, Kuruluş 1930
HALİM ŞAPÇI
ALİ RIZA YEĞEN
Zeytin, zeytinyağı, sabun vo her nevi sâde yağlar, peynir vesaire satı evi
Kayseri Pastırma Pazarı â
Yeni Hal No. 21 I
Sebat İş hanı No. 40
Tel. No. 3752
Tol No. 3975, Sicil No. 2007
Kuruluş tarihi : .1930
OSMAN ÖZKAL
Kayseri Pazarı
Yumurta ve hernevi Bakkaliye toptan Tieârethaneei
Tahtakale Caddesi Susanı Sokak No. 29
| ANKARA
HÜSAMETTİN ÇAĞLAYAN
MANDIRACI
OSMAN ANTEBLİ VE İSMAİL BEKRİ
BAKKAL
Toptan ve Perakende Şen Tecimevi
Yeni Hal No, 2ü - .Ankara
Tel No. 1991 Telgraf: Yeni Hal Osman Kuruluş ta. 1929, Sicil No. 3551
Toptan ve Perakende Beyaz ve Kaşer ve Edime Peynirleri;
Halis Aksaray ve Urfa tere yağları, saf Ayvalık, Edremit
Zeytinyağları Teeinıevi
î
Türkiye İş Bankası
KOCtJK CARI HESAPLAR
17 4 4 İKRAMİYE P t  M .
Keşideler: 28 Ik. kânun. 2 Mey ıs.
25 A-öustos, 1 Ik. tenin tarihlerinde yapılır.
1744 İKRAMİYELERİ
1 edat ARSA |Ankoro’dc K-avoo 4 > 500 » « 20».
iıderede 1024 M2 10 » 200 » - 2000. ••
• imar oda No. 2S4 10 » 100 > - iOoO..
Parcel No. 31 100 » 50 > - 5000. -
1 > 2000 liralık - 2000. - Lira 150 > 25 > - 3750.-
3 > 1000 > - 3000.- > 300 > 10 > = 3000-
Türkiye lı Bankasına para yo-lırmckla yalnız para biriktirmiş ve faiz almış olmaz, aynı zomandalaliinizi de denemiş olursunuz.
sS
ET1' ■■■ "■ ■ 1
bira 0 o o besler o 0 e serinletir 000 neşe verir
Meşhur âlimlerden Dr Huber, BiraniD tarih» bak kında yazdığı bir eserde milâttan 5-600 sene kadar
evi başlayan Keldafti Hedefti Jetin" de biranın büyük bîr yeri olduğun ıS söylemektedir. Bazao yalnız arpadan bazan da arpa ve baharattan imaj edilen biranın kadınlar ve işçiler tarafından çok içildiğini yine buafl âlim anlatmaktadır. Yapılan bir hafriyatta bulunan on mezarın, bira I imalâtını gösteren kabartmalarla tezyin edildiği ve kabartmalar yanyana getirlînce imalâtın bariz bir surette ğöröl-dükü
7000 SENE
EVVEL
de ayni âlim tarafından nakledilmektedir.
ooo
Bu gün içilen Biranın 7000 senelik mazisi vardır.
T
>
Ld
z
0
O
O
o 0 O ps
BİRA 0 O 0 BESLER O QQ SERİNLETİR, g0QNEŞE .VERİR
00
0
G G ( o: •Ş
Kuruş 25
Alöeddin. Kral Basımevi - Ankara (6261)
Comments (0)