Kaynak: TÜSTAV - Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı Arşivi
FIKIR.,SANAT VE TENKİT DERGİSİ
SÖZ.ÎCA5URKEN
Yazan : ZEKİ BAŞTIMAR
♦ * «
Behıce BORAN
kabiliyetini arma karışık , programla-
S-
EMOKRASİNİN ne olduğu hakkında ileri sürülen ta-1 rifler ve demokratik rejimlerin geı çekte aldığı şekil-
ler birbirinden ne kadar farklı olursa olsun, hepsinde umumî, müşterek bir vasıf vardır : vatandaşın, memleket işlerinde sesini duyurabilmesi için rey hakkına sahip olması. Bu rey hakkı, bilhassa mahallî mümessilleri ve milletvekillerini seçmek bahsinde mühimdir. Fakat, her vatandaşın rey hakkını müessir bir surette kullanabilmesi, memleket işlerinin gidişinde gerçekten bir payı olabilmesi, hangi şartlara bağlıdır ?
«Vatandaşlar fert olarak birer birer rey sandığı başına giderler, bir puslaya istedikleri kimselerin adlarını yazıp sandığa atarlar ve böylece demokrasinin ilk. esas şartı yerine gelmiş olur » diye ifade etmek, meseleyi fazla basit ve ger-y çeklere hiç te uygun olmıyaıı bit şekle sokınaktır. «Demokratik» diye vasıflandırabileceğimiz hiç bir cemiyette vatandaşın rey hakkını kullanması bu şekilde değildir ve olamazda..
- Bugünün, nüfusları milyonları aşan millet toplulukları, vatandaşların fertler olarak biraraya gelip doğrudan doğruya teşkil ettikleri topluluklar değildirler. Fertler, daha küçük grupların mensubu olarak, guruplar halinde, millet topluluğun teşkil ederler. Bir kere, bugünün dünyasında millet taplu-iukları genel olarak sınıflı cemiyetlerdir. Ayrıca, daha küçük t guruplar teşkil eden işblöümü zümreleri vardır. Azınlıklar, dinî cemaatler vardır. Köy ve şehir ayrılığı ve tezatları meydana gelmiştir. Bütün bu ayrılıklar, iç ve dış siyasetin her alanında menfaat ve görüş ayrılıkları olarak belirir
Eğer vatandaşlar fert olarak birer birer rey sandığı başına gelip her biri kendi tanıdığı, münasip göıdüğü şahsa reyini verse, meydana gelecek mahallî ve merkezi meclisler, birçoğu siyaset alanında imtihandan geçmemiş göstermemiş ayrı ayrı fertlerden müteşekkil k( hey’etler olur ve bunların belirli bir siyasetleri, rı bulunmadığından, memleketin siyaset ve idare gemisi karaya oturur. Vatandaşların, seçim sandığı başına gelmeden önce günün meseleleri, ileri sürülen çeşitli hal çareleri, iç ve dış vaziyet hakkında aydınlatılmış ve bir kanate varmış olmaları şarttır. Vatandaşları aydınlatma, teşkilâtlandırma ve faaliyete sevketme işini siyasî partileri görürler. Partiler mevcut sosyal sınıfların siyaset alanında mümessilidirler. İşbölümü zümrele r meslekî teşkilâtla ve sınıf mevkiine göre şu veya bu partiye bağlanarak, veya onu destekliyerek, siyaset sahasında rol oy-
ölOmönün
■ ..
f^orki öleli on yıl oldu’; zaman onu yaşıyanlardan uzaklaştırıyorsa da hayat gittikçe daha çok onlara yaklaştırıyor.
Gorki yı bir dağa benzetirler : Gir dağ ki insan ondan uzaklaştıkça büyür, dik yamaçları, yalçın kayalıkları bütün heybetiyle yükselir, âdeta yakınlaşır ve güzelleşir. Bu benzetiş bütün büyük yazarlar için az çok doğrudur, fakat Gorki için çok doğrudur, çünkü O, eserlerinin öziyle bir mazi olmaktan ziyade bir hal, bir istikbaldir.
Gorki, bütün büyük realistler gibi, her şeyden evvel yaşadığı devrin hayatını aksettirdi, bu hayatın bir sanatkâr olarak tarihini yazdı. Miltî bir karakter taşımasına rağmen, bu tarih bütün insanlığın alınyazısını anlatır, ve bir tarih olmasına rağmen gelecekten de haber verir.
narlar. Azınlıklar, dinî cemaatler, köy ve şehir arası ayrılıkları da aynı suretle siyasî ifadelerini bulurlar.
Partilerin hem umumî, esas programları ve ideolojileri, hem de zamanın müşahhas meseleleri karşısında aldıkları vaziyet ve ileri sürdükleri programlar vardır. Meselâ Belediye seçimlerinde, her partinin hem bütün memlekete şamil, seneler boyunca takip edilen bir siyaseti, hem de her şehrin,
(Devamı 7 inci sayfada )
pus edebiyatında tenkitçi realizm Tolstoy'da ve Çehof’ta en yüksek noktasına vararak sona erdi. XX. yüzyılın başında Gorki, yen( bir realizmle ortaya çık* tı ; Rus edebiyatının en iyi geleneklerini benimsiyerek ve onlara yeni biz öz katarak yep yeni bir cereyanın kurucusu ve önderi oldu. O artık, XIX. yüzyılın Ruz yazarları gibi, sadece halkçı değii, halkın kendisidir. O, halka, bir zavallıya bakar gibi bakmıyor, bir^dilenciye acır gibi acımıyor ; halkn ıstıraplarını, isyanlarını kendi içinde duyuyor, takat kendi içinde boğmuyor. Realite karşısında sadece meraklı bir seyirci değild r, içinde sevgi ve nefret besliyen bir savaşçıdır. Onun ruhuna, kalemine pasif bir merhamet değil, aktif bir sevgi ve nefret hamle veriyor. |şçiye ve köylüye, bugünün bir çok yazarları gibi, üzerinde durulmağa değer interessant bir mevzu olarat bakmıyor ; gerçek ha-. yatı onlarla görüyor, onların yaratıcı kuvvetine inanıyor. İnkılâptan yıllarca evvel yazdığı «Ana» romanının kahramanlarından birinin diliyle Gorki şöyle der: «Ne iyi insanlar, Nilovna I - genç işçilerden bahsediyorum - kuvvetli, hassas,
(Devamı 7 inci sayfada)
ANKARA
ÖLÜM KUYULARI
Llindistan Trade Union Kongresi başkanı S. A.
Dange, Hint maden işçilerinin} yaşayışlarına dair yayınladığı bir risalede şöyle demektedir : Hindistandaki maden kuyularında çalışan yerli işçinin tasavvurun fevkindeki sefil durumunu belirtmek için, bu ocaklara kısaca ( ölüm kuyuları) demek kâfidir. Milyonluk Hint maden işçisinin dünyanın diğer taraflarındaki meslekdaşlarından daha uzun saatler çalıştığını ve fakat onlarla kıyaslan-mıyacak kadar düşük yövmiye aldığını kaydetmek gerektir.
Bir hintli maden işçisi günde ortalama (10) peni (Türk parasıyla 16,5 kuruş) yövmiye almaktadır. İşçi ücretlerini en kıt seviyede tutan Japonya’da bile 1936 da maden amelesi 3 şilin, 10 peni (125,5 kuruş) gündelik alırdı.
Hint maden işçisi ; Birleşik Ameıika uıadeu amelesi yövmiyesinin ancak °/05,3’ümı, Büyük Britanya’daki meslekdaşının aldığıuın %9,1’ni, diğer sömürgelerdeki maden işçisinin °/041,l’ni almaktadır.
(Pamphlet, Sept. 1945, S-A. Dange)
Sömürgelerde Sağlık Durumu
LJarpten önce kolonilerdeki açlık ve sefalet yalnız bazı mevsimlerde baş 'gösterirken,- son harp yıllarında, bu feci durum fasıla, vermeksizin yerli halkı kırıp geçirmiştir. Bir taraftan istihsal kudretine sahip erkeklerin askere alınması, bir yandan zaten kıl olan müstemleke hekimlerinin savaş alanlarına götürülmesi esasen fena olan müstemlekeler sağlık işlerini çok müthiş bir duruma sürüklemiştir. Salgın hastalıklardan 'bulaşıcı menenjit, çiçek, tifo, dizanteri, tifüs sömürgeler halklarını kırıp geçirmiştir. Sömürgeleıin sağlık durumları ile ilgilenen İngiltere’de (Sömürgeler sağlık servisi) adında bir teşekkül Vardır. Bu teşekkülün verdiği malûmata göre Nîjeryada ortalama 21, 000,000 insan yaşamaktadır. Hekim kıtlığı yüzünden 175,000 kişiye bir doktor düşmektedir. Yine bu memleketin bazı tenha mıntıkalarında bir milyon insana tek bir hekim dahi düşmemektedir.
(British medical Journal, Nov. 17, 1945)
Halil Aytekin
Harman Yangını
( Hikâyeler )
Fiatı 125 kuruş olan bu kitabı «Söz» okuyucuları 100 kuruş mukabilinde adresimizden temin edebilirler.
SÖZ Dergisi, P. K. 2017, Ankara.
Esirgenmiyen Çocuklar
Ç'ocuk Esirgeme Kuruntunu o rmi beşinci kuruluş yıl dönümü balolar, sergiler^ nutuklarla kutlandı. Yirmi beş yıl boyunca bu Kurumun oiı iki milyon kiisur çocuğa yardım ettiği Han edildi. Bu yardımların zaman zaman nasıl ballunaırıla ballandırıla anlatıldığını biliriz. Halkın verdiği para ile her yıl bir kaç yuz çocuğa elbise, bir övün yemek dağıtmakla övünenler memlekette aün geçtikçe artan çocuk sefaleti ve ölümü ile alay etmiş olmuyorlar mı ? Her gün yolumuzun üstünde yüzlercesini gördüğümüz aç ve çıplak çocuklar bu Kurumun neyi esirgediğini soran feci birer istifham deail midir ? Yardımlarını gürültü ile ilan eden Ç. E. K. 'derecileri neden «çocuğu esirgeme » işini bir Jıayır, bir sadaka olmaktan çıkararak memleket çapında bir sosyal dava olarak ele almaya yanaşmazlar ? Neden zaman zaman komisyon, inceleme, rapor gürültüleri arasında boğulduktan sonra hasır altı e-dilen serseri çocuklar faciasını kurcalamazlar ? Neden yüksek maaşlı uzmanlarına felâketimi sebepleri üzerinde gerçeğe uygun a-raştırmalar yaptırmazlar ? Neden dergilerinin sayfalarını korkunç realiteler yerine tuzu kuru ev kadınları için pasta tarifleri ve örgü modelleri ile doldururlar ?
Bu nedenlerin cevabını kimse veremiye-cektir. Hele zihniyetini radyoda iki ajans haberi arasında okutulan «Çocak yurdun istikbalidir» cinsinden yaldızlı vecizelerle a-çığa vuran Çocuk Esirgeme Kurumu : aslâ!
Adnan CEMGİL.
AMERİKANIM KESFİ
Yirmi Mayıs, Kristof Colomb’un ölümünün 440
(ncı yıl dönümü idi. Amerika kıtasısını keşfedeli 454 yıl olmuş, 1992’de beş yüzüncü yıl dönümü- » nü kutlayacağız. İnsanlığın bu yeryuvarlığı üzerinde geçirdiği çağlara kıyas edilirse ne kadar kısa bir zaman, ama insan cemiyetlerinin tarihî inkişafı bakımından ne ehemmiyetli hadiselerle, ne süratli bir gelişme seyri ile dolu bir zaman, beş yüz yıl 1
On beşinci yüzyıl büyük seyahatler, coğrafî keşifler devridir. Doğu ile ticaret Zamanın İktisadî faaliyetlerinin can alıcı noktası. Bu ticaret ve onun meydana getirdiği ihtisadî gelişmeler Avru-panın feodal nizamının temellerini aşındırıyor. En mühim, en başta gelen ticaret emtiası da baharat bugün dünya ticareti listelerinde bir yeı bile âla-mıyacak kadar ehemmiyetini kaybetmiş bir matah.. «Baharat Adalan»na yeni yollar bulmak için tehlikeli seyahatlara çıkılıyor ve netice de dünyanın bilinmedik köşe bucağı keşfediliyor. Kristof Co- • lomb da, daha önce keşfedilmiş Afrika’yı dolaşan Doğu yoluna .rakip, daha iyi bir yol bulmak sevdasında. Afrika yolunu Hollanda’lılar ele geçirmiş. Kristof Colombe’u da İspanya tahtı destekliyor. Colomb» Amerika kıtasına vardığında,
Asya’nın doğu sahillerine eriştiğini sanıyor, Avrupacılar için yeni olan bir kıta keşfettiğini asla öğrenmiyor. Bugün «Baharat Adaları» ve baharat ticareti unutulmuştur, ama bu ticaretin vesile oldu
ğu coğrafî keşifler ve bu keşiflerin mümkün kıldığı dünya ticareti gelişmesi insanlık tarihinde yeni bir devir açtı.
careti, okyanusları aşan, kıtalar - arası dünya ticareti haline geldi. Akdeniz ticaretinin merkezleri. İtalyan siteleri, altın devirlerini geçirdiler, ama Avrupa kıtasının başka bölgeleri görülmedik ilerlemeler kaydetti. Dünyanın daha geri diğer kıtalarından emtia ve kıymetli madenler Avrupaya aktı. Ticaretin genişlemesi, yeni pazarların açılması sanayii körükledi.» Böylece Avrupa, temelleri zaten kemirilmiş olan feodal nizamı büsbütün silkti attı.
Kapitalist gelişmenin ilk devresi kurulmuş oldu.
YUBı ve DÜNYA YAYINLARI
W • Vf
İlim Karşısında Irk Meselesi
’ Derleyen: Adnan CEMGİL
Etütler Fiatı 60 krş:
Sosyalizm Nedir?
John STRACHEY Çev. N. ERKEN
Fiatı 50 krş.
Demokrasi ve Sosyalizm
Prof. LASKİ Çev. Niyazi BERKES
(İkinci Basılış) Fiatı 100 krş.
Adres : P. K. 162, Ankara.
Sahibi : Asaf Ertekin. — Yazı İşleri Md. ve Umum Neşriyatı idare eden : Yaşar Çöl. Adres: Posta Kutusu 2017 Bakanlıklar, Ankara — Basıldığı yer: Sebat Basımevi, İstanbul.
Onbeş günde bir çıkar
ABONE ŞARTLARI Yıllık: 6 lira.
6 aylık: 3 lira.
Dünya Sendikaları Federasyonu
Z1-EÇEN yılın 25 Eylülünde Paris’te toplanan ve 13 gün kadar süren Dünya Sendikaları Konferansı’na dair Türk okuyucusunun öğrenebildiği, ajans haberlerinin verdiği bilginin hu dutlarını hâlâ aşmamıştır. Konferans dağılalı epeyce olsa da, dünya işçi hareketleri tarihinde yeni bir devre açan bu hadise kolay kolay eskimiş sa-yılamıyacağına göre, bu konuyu ele alırken geç kalmış olmak düşüncesi bizi o kadar üzmüyor.
Konferansın tarihî önemi, altmış küsur milletin ve hemen hemen bütün demokrat memleketlerin 67 milyon teşkilâtlı işçisini temsil eden, renkleri, dilleri, dinleri ve kanaatleri ayrı ayrı yüzlerce insanı bir araya getirmesinden ibaret değildir •, sa. dece bu bile işçi hareketleri tarihinde başlı başına bir hadise sayılabilir. Fakat konferansın asıl ö-nemi, işçi hareketlerinin gelişmesinde olduğu kadar milletlerin sosyal, ekonomik ve politik hayatlarında da önemli bir rol oynayacağı muhakkak olan milletler arası bir işçi teşkilâtı kurmasında, eski milletlerarası işçi teşkilatlarında görülen zaaflara yer vermiyecek ileri bir yasa kabul etmesindedir. Bundan önceki milletlerarası işçi teşkilatları, ne doğuşları anında ve ne de gelişmeleri seyrinde üye sayısı bakımından hiç bir zaman bu kadar büyük bir kuvvete sahip olmamışlar ; bünyeleri, kuruluşları bakımından da gerek işçi hareketlerinde, gerek milletlerin sosyal ve ekonomik hayatlarında bu kadar tesirli bir rol oynamak mevkiinde bulunmamışlardır. 1919’da kurulan Amster-dam Enternasyonalinin üye sayısı hiç bîr zaman 13 milyonu geçmemiştir. Fakat bu teşkilatın zaafı sadece üye sayısının azlığı, bir çok millî sendikaları saflan dışında bırakmış olması değildir. Amsterdam Enternasyonali özü ve bünyesi itibariyle milletlerarası işçi hareketlerini idare edecek durumda değildi, teşkilat şekli bozukdu, birleştirici olmaktan ziyade parçalayıcı bir rol oynuyordu. İşçilerin menfaatlerini koruyacak, bu uğurda savaşacağına emperyalistlere âlet oluyordu. İkinci Dünya harbi bu teşkilâtın zaaflarını bütün açıklığı ile meydana koydu ; onu iflâstan kurtarmak istiyenlerin bütün gayretleri boşa gitmeğe mahkûmdü. Milletlerarası işçi hareketlerinde birliği sağlıyacak, bu hareketlerde önderlik etmeğe kabiliyetli yeni bir teşkilâta ihtiyaç vardı. 19-15 Şubatında Londra’da toplanan Milletlerarası Sendikalar Konferansı bu ihtiyacın bir tezahürüdür. Yeni bir milletlerarası işçi teşkilâtına temel atmış olmak bakımından bu konferans tarihi bir önem taşır. Londra konferansından bir kaç ay sonra işçi hareketleri tarihinde ilk defa olarak bix çok milletlerin, ayrı ayrı şartlar içinde gelişmiş, ayrı ayrı siyasî görüşleri, gelenekleri ve tecrübeleri o lan, sendika temsilcileri bir araya geliyoıdu Amsterdam Enternasyonalini yenide diriltmek için,bilhassa bu teşkilatın eski idarecileıinden bazılarının sarfettikleri gayretler boşa gitti. Bütün memleketlerin işçi mümessilleri müşterek sosyal ve ekonomik menfaatleri uğrundaki savaşta kabiliyetli bir merkez etrafında birleşmek lüzumunu acı tecrübeler bahasına anlamış, gereken beraberliği kotuma-ğa karar vermiş bulunuyorlardı. Konferansta bütün mürahhaslar, dünya işçileri arasında sağlam ve tesirli bir işbirliği olmamasının faşiştlerin iktidara gelmesini ve harbi kolaylaştırdığı gerçeği ü-zerinde ısrarla durdular. Acı tecrübeleıin aydınlattığı gerçekler, işçi hareketlerinde yeni bir devrin istikametini işaret ediyordu.
Fakat engeller büsbütün ortadan kalkmış değildi. Dünya işçi hareketlerinde hâlâ bazı mürteci temayüllerin tesirleri görülüyordu. Milletlerarası işçi hareketleıinde, hatta bizzat kendi memleketlerinde, birleştirici olmaktan ziyade parçalayı-
_____ Yazan: ___
Zeki BAŞTI M AR
cı faaliyetleriyle tanınan Amerikan Jş Federasyonu reisi Green, Paris Konferansına iştirâkî reddetmekle kalmadı, bunu başarısızlığa uğratmak için de epeyi gayret sarfetti. Fakat Green’in gayretlerinin neticesi sadece kendi teşkilatının bazı birliklerini aleyhine çevirmek oldu. Diğer taraftan A-merika’da hakikî bir işçi teşkilatı olan «Amerike istihsal Sendikaları Kongresi» yeni ve ileri bir dünya,teşkilatı kurmak davasında ön sırada yer almaktadır.
’ Paris konferansı milletlerin yaşama ve çalışma şartlarının İslahı uğrundaki mücadelede ayrı ayrı memleketlerin sendikaları arasında sıkı ve daimî bir işbirliği kurm.ık gayesiyle toplanmıştır.Bu gayeyi gerçekleştirebilmek, için Amsterdam Enternasyonalinin çarpık izlerini bazı dimağlardan silmek, siyasî görüşleri ayrı ayrı olan sendikalar arasından yeni ve ileri prensiplere bağlı milletlerarası bir federasyon kurmak kolay bir iş değildi. Bazı ana meseleler üzerinde görüş ayrılıkları çıkması tabiiydi. Federasyonun vazifelerini, gayelerini, tahdid edecek bazı fikirler ileri sürüldü. Yeni yasanın, millî sendikaların otonomisini garantilemekle berabar, iedeıa»you üyeleri arasında disipline önem vermesi, merkezin kararlarını yerine getirmeğe mecbur sayması, Amsterdam Enternasyonalinin zaaflarına bünyesinde yer veıuıemesi ica-bediyordu. Dünya federasyonunun tesirli bir rol oynayabilmesi için bu zaruri görülüyordu. Bu konu üzerinde epeyce münakaşalar oldu. Razıları millî sendikalar için otonomi kabul edildikten sonra mecburiyet prensibinin mânâsız olacağını ileri sürdüler ve aleyhinde bulundular. Fakat bu prensipten vazgeçmenin bu yeni teşkilâtı da, işçi sınıfının menfaatlerini konrumakta, faşizme ve harbe karşı mücadelede hareketsiz kalan Amsterdam Enternasyonaline benzetmek olacağı düşüncesi Konteransda tamamiyle hakim bulunuyordu.
Hararetli tartışmalara yol açan meselelerden biri de Federasyonuri gelecek faaliyetinin hududu meselesi oldu İngiliz mürahhası Citrine Federasyonun siyasetle meşgul olmaması gerektiğini, gayesinin sadece dünya sendikalarını birleştirmek olduğunu ileri sürdü.: Citrine’e gör» sendikaların, yalnız işçinin ekonomik meseleleriyle uğraşması lâzımdı.. Bazı murahhaslar bu fikre iştirâk ettiler. Fakat konferansın büyük bir çoğunluğu, meslek b'rüğini dar bir sendıkalizm (1) çerçevesi içine sı-ğıştıımak gayesi güden bu fikre şiddetle hücüm ettiler İşçi sınıfının sosyal, ekonomik ve politik menfaatlerinin birbirinden ayrılamıyacağı fikri müdafaa edildi. Amsterdam Enternasyonalinin eski önderlerinden Leon Jouhau bile : «ikinci Dünya Harbinin mesuliyeti üzerimizde olduğunu itiraf e-delim Eski hatalarımızı tekrar etmemeliyiz.» diye haykıtdı. Sovyet murahhası Kuznetsov matbuat mümessileriyle yaptığı konuşmada fikirlerini söy
(1) - Sendikalistler işçinin siyasî mücadele yapmadan durumunu düzelteceğine kanidirler ; bunun için işçinin siyasî parti kurmasının, parlamento mücadelesine atılmasının al-y hindedirler . Onlara göre kapitalisin,sendikaların r-hnerliği altında başarılı bir genel grevle devrilmeli, fakat işçi, hükümeti ele almamalıdır. Sanayiin idaresi sendikaların eline verilmek suretile herşey halledilebilir.
le ifade etti : «Sendika teşkilatı netice itibariyle bir sendika teşkilâtıdır I Bunun için siyasetle meş-gül olmaz. Fakat bazen siyasî mesele ile ekonomik meseleyi birbirinden ayırt etmek çok güçtür. Sendikaların bu veya şu mesele ile meşgul olup olmıyacağına karar vermek lâzımdır. Meselâ Ispanya’da, Arjantin’de ve sair yerlerde faşişt rejim siyasî bir meseledir, fakat bu mesele umumî sulhu korumak ve tecavüzü ezmek meseleleriyle bağlıdır. Sulh uğrunda ve faşizm aleyhinde mücadele ise işçilerin öz dâvasıdır.»
Çetin münakaşalara rağmen, Londra Konferansında seçilmiş olan komitenin hazırladığı yasa projesi, esasla ilgili olmayan ehemmiyetsiz bazı değişikliklerle ve oy birliğiyle kabul edildi.
Bu yasaya göre : Federasyon, bütün milletle rin yaşama ve çalışma şaıtlannın iyileştirilmesi için kurulmuştur. Federasyonun gayeleri ancak,çoğunluklarını beden ve kafa işçileri teşkil eden milletlerin hayrına işliyecek bir cihan düzeni kurulmakladır ki, tamamiyle gerçekleştirilebilir. Milletlerin hayat şartlarının iyileştirilmesi ise onlara kölelik ve harp ğetiren faşizm (hangi isimle anılırsa anılsın, ve ne kılıkta oluısa olsun) yaşadıkça imkânsızdır. Bunun için Dünya Sendikaları. Federasyonu her türlü faşişt idare şekilleriyle, harple ve onu doğuran sebeplerle savaşmayı vazife edinecektir. Federasyon harbe karşı savaşı, Birleşmiş Milletler Teşkilatına kuvvetli ve tesirli yardımda bulunmak suretiyle (21. sosyal ve ekonomik sahalarda geniş bir milletler arası işbirl ğiyle, irtica ile mücadeleyle, bütün milletlere tam demokrasi ; hak ve hürriyet temin etmekle başarmak ezmin-dedir. Federasyon, bütün dünya sendikalarını ırk, millet, din, ve siyasî kanaat farkı gözetmeksizin teşkilatlandırıp kendi etrafında birleştirmek, az gelişmiş memleketlerden sendika teşkilatlarındaki işçilere yardımda bulunmak, milletlerarası teşkilatlarda emekçilerin menfaatlerini müdafaa etmek, Dünya Sendikalarının ekonomik ve sosyal hakları uğrunda mücadelelerini teşkilatlandırmak, iş temini iş ücretlerinin yükseltilmesi, iş saatlerinin azaltılması, işçilerin ve ailelerinin, işsizliğe, hastalığa, kazalara, ihtiyarlığa karşı s gortalanması uğrunda savaşmak, sendika üyelerinin kültür seviyelerini yükseltmeğe çalışmak. Federasyonun başlıca vazi-fesidir.
Sendikalarda tam bir demokrasi, ayrı ayrı teşkilatlar arasında sıkı bir işbirliği, Federasyona dahil sendikalar atasında daimî bir temas, sistemli bir haberleşme, yardımlaşma, birbirlerinin tecrübelerinden faydalanma, Federasyonun faaliyet prensiplerinin esasıdır.
Federasyonun en yüksek organı Dünya Kong~ resr’dir. Kongre bir Genel Konsey seçer. Genel Konsey de her millî sendikaya kendi üye sayısına göre temsil hakkı verir. Günlük işleri, ayrıca seçilen bir İcra Komitesi idare eder ; vazifesi sadece Genel Konseyin ve Kongrenin kararlarını hayata geçirmekdir. (3)
(Devamı 8 inci sayfada)
Z. B.
(2) Londra konferansında verilen kararlardan biri de Birleşik Milletler konferansında Sendikalar Federasyonuna temsil hakkı temin etmekti. Fakai San Fransia-ko’da bazı murahhasların itirazı üzerine bu, kabul e-dilmedi. Bununla beraber, Birleşik Milletler anayasasına ilâve edilen bir madde ile, dünya işçi teşkilâtı ekonomik meselelerde Birleşik Milletler teşkilâtı ile Sıkıca temas halinde olmak imkânını elde etmiş oluyor.
(3) Federasyonun genel sekreterliğine, İngilizlerin eski Amsterdam genel sekreterini namzet göstermelerine rağmen, Fransız genel İş Konfederasyonu sekreteri Louis Saillant oy birliği ile seçilmiştir.
Yunus Emre
ORATORYOSU
DNAN Saygun’u ilk tanıtan eser « Özsog»
* ' piyesi idi. Bu piyes o gönün icaplarına
uygun olarak, kanlılıkla Turanlılığın aynı şey olduğunu ifade eder yollu, Hürmüzlü Ehri-menli bir masaldı. Ondan sonra masal bestelemek, kâinatın sonsuzluğunu düşünmek ve böylece hakikatler'en kaçmak, değerli sanatkârın ruhunda bir sanat iştiyaki halini aldı. O zamandanberi gerek insan sesi, gerek saz için bestelenmiş hangi eserini dinlediysek hep o kaçışını gördük. Hep o kendi kendine olmak, kendi kendine yetmek iddiası ; sonunda bir vahi gelecekmiş gibi hep o a-ğır ve sıkıntılı hava 1 Okadar ki, «Karanlıktan ışığa» diye bizim için en yakın realite olan Millî Kurtuluşu yazdı. Fakat bu mevzu, evvelâ Behçet Kemal'in kafasında bir mezamir şeklini. aldı,;sonra da bu türlü anlayışların en elverişli kalıbı, olan -cantad’a döküldü.
Eline aldığı mevzu ne olursa olsun döndürüp dolaştırıp onu böyle masal, kantad ve oratoryo Üslubunda bir duyuş ve söyleyişten kendini alamadı. Tabiî, şu akademi profesörü ve gazete yazan meşhur üstat’ların yirmi senedenberi bir moda haline getirdikleri Yunus Emre’nin mistik tarafı da. Adnan Saygun’u büyülemekte gecikmedi.
Gözleri daima arkada kalan o koca halk aşığı, «Sen derviş olamazsın» diye dövünüp dünya-an ayrılmak istemeyen ve bizim gibi bir dünya kokusu olan insanı bir kere attıktan sonra, geriye kalan Yunus için bu oratoryo güzel bir eserdir. Hattâ Millî şahsiyeti Garb müziğine sokması bakımından ayrıca propaganda kıymeti de vardır. Fakat iukılâkçı bir. cemiyetin yeni müziğini ya-
* ât'm a ktab^es e r bir yer tutacakmı ? Ve tatbik imkânı bulacak mı ? Yoksa, dsğişen bir çok şeylerden dolayı bu da Adnan Saygun’un diğer e-serleri gibi çabucak unutulup gidecek mi ?
Bugün d
Y U
e yaşayan
YUNUS Emre bugün, Karacaoğlan veya Âşık
k*-r-nn oribi vacamıvnr Onun sözlerini
■ Kerem gibi yaşamıyor. Onun sözlerini halk yığınları içinde yayan tekke ve dervişlik gelenekleri bugün hayatımızdan silinip gitmiştir. Hlbuki, Karacaoğlanı, Keremi âşıklar bugün de köy ve kasaba çevrelerinde türkü ve hikâyelerle, halkın kendi müzik, şiir ve anlatma sanatları vasıtasiyle konuşturuyorlar. Çünkü bu şairler, sadece, bugün de içinde yaşadığımız gerçek dünyanın kaygusundadırlar.
Buna karşılık Yunus, XX. yüzyılın başlarından itibaren, hattâ öteki halk şairlerinden önce, başka vasıtalarla, ve başka gayelerle yeniden di-riltilmeğe çalışılan bir şairdir . Tıpkı Karacaoğlan Kerem, Köroğlu... gibi Yunus’u da, geçmişin büyük şairleri arasında okul kitaplarına geçirdik.O-nu kültür terbiyesinde malzeme olarak kullanıyoruz ; ve bunu yaparken," artık derviş Yunus’u, mistik Yunus’u değil, birtakım değerleriyle bizim dünyamız içinde de ayakta durabilen şair Yunus’u arıyoruz.
Yunus’un, din duygularına, ve mistik anlayışa dayanmıyan şiirleri büyük bir yekûn tutmaz. Bununla beraber, başından sonuna kadar, din - dışı,
Fahir ÖZGE
yen manzumele-
insanlık rine
[uygu ve düşünceleri i Tasladığımız oluyor.
Harami gibi yoluma aykurı inen karlı dağ !
Ben yârimden ayrı düştüm sen yolumu bağlar mısın !
Karlı dağların başında salkım salkım olan bulut : Saçın çözüp benim için yaşın yaşın ağlar mısın !
diye tabiat unsurlarına ayrılığın derdini döken mısraları,
Söyler dilim, ağlar gözüm, gariplere göynür özüm ; meğer ki gökte yıldızım ola garip bencileyin.
diye, gariplerin, kimsesizlerin ve o arada, gariplerin en garibi olan kendinin halini hikâye eden mısralarında, ve nihayat, bütün çıplak ve elle tu-(Devamı 5 inci aayfada)
Beşeriyet her devirde san’atkârı’da fikir ada-mını’da imdadına çağırmıştır. Adaletsizliklerin ve iztırapların ancak din yolu ile ve dualarla düzeltilebileceğine inanıldığı bir zamanda Bach ne yapabilirdi ? aşağı yukarı bir asırdanberi ise, insan cemiyetleri bazı meselelerin şuuruna varmağa başladı. Ve san'atkâr öteki âlemden bu aleme geldi.
Beethoven, bundan 130-135 yıl evvel yazdığı Fi-delio operasında yer yüzü adaletinin teessüsü için, İspanyol zindanlarındaki masumların « Hüriyet !» diye bağırışlarını besteledi. Daha sonra 9’uncu senfonisinde, bu tekniği kullanmak için.
«Kucaklaşın ey milyonlar»
«Hür i yete ve hayata kavuşmak, ancak bu iki unsuru her gün yeniden fetheden insana müyesserdir» diyen sözleri seçti, insanlık böylece zihniyeti ile de, tekniği ile de bir takım merhalelere varmışken, meseleler ve muammalar çözülmüşken, geçmiş zihniyetlerin sanatını yeni bir hamle gibi göstermek bize düşmez. Oratoryo, Yunus’un ruhu etrafında mumlar gibi eriyip biterken içimde yine o büyük Beethoven’in irşadını duydum: «Hey dostlar 1 bu seslerle değil I artık bize daha hoş seslerle, ümit dolu seslerle hitabedin 1»_
Fasılasız bir buçuk saat süren eserde ancak üç defa « Yunuş göründü gözüme I > ondan sonrası veya ondan evveli için bir dostumuzun da söylediği gibi, Yunuş de, İsa de, Musa de, ne dersen de l hepsi olabilir 1 Bunun dışındaki kusurları ise ne olursa olsun. İster Kuvartet’în soğukluğu ve zevksizliği olsun, ister Solistlerin, eseri ve üslubu anlamamış olmaları olsun, işin bu tarafını ehline bırakalım. Yalnız biz bekliyeceğiz 1 Anadolu’nun asırlardanberi sürüp gelen derdini, neşesini ve ihtiyacını çağıran türkülerinin senfonisini bekliyeceğiz.
D
D İ
EZ R O T
Ve Aydın Despotlar
Yazan: Adnan CEMGİL
2°n yıllarda demokrasi konusu üzerinde ortaya atılan fikirlerden biri bize Diderot’yu hatırlattı. Işıklar Asrı’nın, yani XVIII. Yüzyılın en büyük kafalarından biri olan Diderot, gerek felsefe ve sanat, gerek cemiyet anlayışı bakımından çağının en ileri en inkılâpçı düşünürüdür, diyebiliriz. Fransa da olduğu kadar her yerde ve bizde de gereği gibi tanınmamış, değerinin anlaşılmamış olması, Diderot,nun düşüncelerindeki Menliği hazmedemeyen otoritelerin karşı koymasından-dır. Buna karşılık, fikirleri tezatlara boğulmuş,ba-zan ileriliğin havarisi gibi görünürken, bazen de en geri romantizme saplanan Rousseau ile, hurafelere, geriliğe karşı en şiddetli ve unutulmaz polemiklere giriştiği halde, sosyal değişmeleri man-tiki neticelerine kadar götürmek gücünden ve bunların gerçekleşmesine çalışacak inkılâpçı anlayış-dan mahrum olan Voltaire’in adlarının asırlardır, dünyayı doldurmuş olmasının manâsını anlayabiliyoruz. Halbuki bugün, Diderot’u «Işıklar AsA» denilen -çağın en tam, en katıksız temsilcisi olarak görüyoruz. Diderot, dinde ateizme, felsefede materyalizme, sanatta canlı bir realizme, siyasette de her türlü tek ve zümre otoritesini reddeden bir demokrasi anlayışına erebilmiştir.
Bu yazıda onun, memleketimizdeki demokrasi münakaşalariyle çok ilgili bir düşüncesi üzerinde duracağız. Bu münakaşalarda Türkiye’de yeni bir hız alan demokrasi hareketleri karşısında şüpheci hattâ düşman bir tavır gösterenlerden bazıları da en çok onsekizinci asırda demokrasi hareketlerini bozmak isteyenlerin, kırallann ve kıralcıların uydurdukları aydın despotluk (Despotisme - Eclairee) teorisini, bayatlamış ve yavanlaşmış olarak fikir piyasamıza sürmek istemişlerdir. Bunlara göre : Demokrasi her millete uygun gelemez, a-aarşi doğurur, bizim gibi henüz garp memleketleri seviyesinde bulunmtyan memleketler için “ iyi, adaletli, aydın bir şefin otoritesi, „ demokrasinin anarşisinden daha hayırlıdır. Büyük bir “ millet babası „ ( I ) nın, milleti “gütmesi „ millet için, “ ayak takımının da işe ka rışacağı veya sözün ayağa düşeceği „ bir de mokratik sistemden çok daha uyguu ve iyidir.
Faşişm’in bulaşık bir hastalık gibi dünyaya yayıldığı günlerde bu «iyi baba'» masalını büyük bir ciddilikle ve eflatun! bir renge boyayarak ortaya atanları görmüştük.
Sanatta realizmin, felsefede pozitivizmin düşmanı olan bir meşhur esteti, Eflatun’un « filo-zof-arkunt» ütopyasını, «Bilge-Baş» adı altında diriltmek istamişti. Gerçekte bu «Duçe> ve «Fühter» in türkçesinden başka bir şey olmayıp bize, bizim için en uygun rejim diye sunulan şey de faşizmin kötü bir adaptasyonundan başka bir şey değildir.
Şu veya bu ad altında demokrasiyi zincire vurmak için irticaın, her zaman ve her yerde tekrarladığı bu masalın maskesini düşürüp, bunun, ne büyük bir gerilik sistemi olduğunu Diderot tam iki yüz yıl Önce açığa vurmuştu.
XVIII. yüzyılın en parlak ( aydın despotlu olan Rus Çariçesi Katerina II. yalnız yakışıklı yaverlere değil, meşhur fikir adamlarına da « kur » yapmaya pek meraklıydı. Memleketini en şiddetli istipdat metotlariyle idare eden Katerina, Avrupa-da esen ilerilik havasına uyar görünmek için, en yeni fikirlere ilgi gösteriyor, Rusya’da birçok reformlar yapmak isteğinde olduğunu yaymak istiyordu. Bu propagandasına kuvvetli yardımcılar bulmak için Avrupa’nın her tarafından en ünlü bilginleri, sanatkârları sarayına kâh misafir, kâh müşavir olarak toplamıştı. Diderot da birkaç ay
için Şimal Semiramisi’nin gözdesi olarak Petro-grad’da kaldı. Katerina onu candan bir ilgi ile karşılamış, bilhassa kültür alanında yapmak istediği reformlar için yardımını istemişti.
İnsanlığın her parçasını üstün bir hayata ermiş görmek istiyen büyük filozof, kurulacak Rus üniversitesi için geniş, etraflı ve tamamiyle ileri görüşlere, inkilâpçı ve halkçı fikirlere dayanan bir plan hazırlamıştı. Fakat kısa bir zamanda Katerina Diderot’nun fikirlerindeki inkılâpçılıktan ürktü, ve coşkun ihtiyarı sarayının içine kadar girmiş müthiş bir ihtilâlci olarak görmiye başladı. Diderot da onun ilerilik, aydınlık jestlerinin iğrenç bir istibdadı gizlemek için kullanılan bir maske olduğunu anlamakta gecikmemişti. İşte bu anlayışladır ki o Les Eleutheromanes ou les Furieux de la liberte adlı kitabında şöyle demişti :
“İlk adaletli, azimli ve aydın despot bir felâkettir. İkinci bir adaletli, azimli ve aydın despot daha büyük bir felâkettir. İlk ikisine benzeyen üçüncü bir aydın despot ise, egemenliklerini unutturarak milletleri köle haline getirir.
«Aydın despotluk - yalanını böylece açığa vuran Diderot bu hükmünü şu sözleriyle tamamlıyor:
“.... her keyfi idare kötüdür. Ben, iyi,kuv-
vetli, adaletli ve aydın bir şefin idaresini bu kaidenin dışında saymam. Bir despot, insanların en iyisi bile olsa, keyfine göre hüküm sürmekte bir kötülük işlemiş olur. Bu, tabasını hayvan seviyesine düşürür, iyi bir çobandan başka bir şey değildir....Hür bir milletin ba-
şına gelebilecek en büyük felâket ; birbiri ardından iki veya üç adaletli ve aydın despotun kendisine hükmetmiş olmasıdır...»
BugCin de yaşıyan Yunus
4’üncü sayfadan
tulur gerçekliğiyle, çürüyen vücutlar ve loprak yığını manzarasiyle ölümü anlatan nice şiirlerii şüphesiz, sadece dünyadan ses verir.
Yunus’un şiirlerinin büyük bir kısmı, bu ha-
yatın ötesine ait konular etrafında döner dolaşır Panteist derviş - Yunus’un kaygusu, ( cihan kay-gusu değil > dir :( Tanrıya ulaşmak, zavallılara, gariplere bu dünyada mükadder olmıyan saadeti, ölmeden de,,/öldükten so.ıra da, varlığını Tanrı varlığına katmak suretiyle tatmak... Yunus’un bütün Ortaçağ mistikleri gibi, insanlara gösterdiği kurtuluş yolu buau^*^^
Bu, ayrı ayrı dinleri ve kavmiyetleri aşan, bütün insanları eşitlik ve kardeşlik halkası içinde gören, dünya saltanatlarının bir benzeri olan ahiret ve Cennet saltanatlarını, dünyadaki işkencelerin bir başka örneğini veren Cehennem azaplarını inkâr eden bir görüştür. Ortaçağın dünyevî saltanatları Papalık ve Halifelik karşısına dikilen panteist dünya ve din ideali, inkılâpçı bir görüşüşün neticesiydi ; ve kendi dilinden konuşan propagandacılarını bnlduğu yerlerde, geniş halk yığınları içine yayıldı, Yunus’un rolü, Anadolu Türk dünyasında böyle bir sanatkâr-propagandacının işini görmek olmuştur. Yunus’un halk diliyle konuşmasını bu kadar iyi bilmesinin, hele köylü halka bu kadar yakın olmasının sırrını, onun şiirlerinden ve menkıbelerinden öğrenmek imkânını buluyoruz.
Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm :
Hürriyet
Seni düşünüyor insanlar
Ev ev, sokak sokak
Şehirler dolusu...
Akıllarını başlarından aldın
Deste deste destanlar ya?dı
Senin için
Aramızdan ansızın ve habersiz kaybolanlar.
Limanlar denizler ötesinde kalmış, Şehirler ardında şehirler
Senin hasretini çekmiş.
Sen, beklenenlerin en iyisi, Özlenenlerin en güzeli hürriyet !.. Sen ekmeğimize katık Düşüncemize sebeb
Sem ümit kadar dost
Ümit kadar güzelsin...
Nuh Naci ÖZMEN.
yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi.
diye, genç yaşında ölen bir insanla, kemale ermeden, başaklarını vermeden biçilen ekinlere aynı bir duygu örgüsü içinde acımasını bilen Yunus menkıbenin de anlattığına göre «fakir halli bir e-kinci* idi. Aynı menkıbe, onun, bir kıtlık yılında öküzünün sırtına alıç yükleyip, bu yabani meyveyi, çoluk çocuğunun rızkı olacak buğdayla değişmek üzere Hacı Bektaş-ı Veli’ye nasıl gittiğini,ve onunla nasıl konuştuğunu anlatıyor. Hacı Bektaş, evvelâ her,bir alıp tanesinin her çekirdeği için bir «nefes» teklif etmiş; «nefeskarın doyurmaz» diye Yunus razı olmamış ; dergâhtan ayrılıp giderken yoldan, pişman olup, dönmüş, ama, geç kalmış ; Yunus’un nasibi, Hacı Bektaş’tan değil, Tapduk Emre’den imiş... Ondan sonra Yunus, Tapduk’a kul olacak, dünyada bulamadığı saadeti orada a-rıyacaktır. - Menkıbedeki bu hikâye, dünyaya bağlı, çocuklarının günlük rızkını düşünen köylü Yu-nus’la, dünya kaygılarından sıyrılmaktan başka çare olmadığını, ve kurtuluşu bu yolda aramanın zaruretini gören derviş Yunuş arasındaki savaşın bir ifadesi gibidir.
Yunus’u bu savaşın çerçivesi içinde görmek, onu tarihî muhiti ve sosyal şartları içinde yeniden canlandırmak, bugünün sanat ve tarih terbiyesi için çok faydalı olur. Bu inceleme metodu, Yunus’ta nefisle ruhun, şeytanî ile ilâhî’nin mücadelesinin tetkikî demek olan idealist görüşün dar çerçivesinden bizi kurtaracaktır.
Fahir ÖZGE.
YOL VERGİSİ
Halil AYTEKİN
L^IZILTEPE köyüne Bahar geldi, bizim Kâhya Çalık Osman’ın gene gülleri açıldı. Bu günlerde ondaki keyf dağda dokuz sü-rüsü otlıyan bir aşiret ağasında bile yok. Boyun, boğaz, kağnı mazısına döndü. Neşesi o kadar yerindeki güldüğü zaman tohumluk bir aygır gibi kirkir kişniyor. Uzun süren kış aylarında kısılan sesi baharla birlikte öyle gür ve yırtıcı çıkmağa başladı ki değme borazan yanında haltetsin... Mübarek eli kulağına bir attı da kıçını köy çeşmesinin önündeki «Ezankayası»na dayadı mı seyret artık ondaki çalımı! (komşular) diye bir başlamayı koysun, bu arık mevsimde köylünün yüreğinde kıştan kalma iki dirhem yağ varsa o da erir..Köy meydanlığında derhal ses, soluk kesilerek herkes kâhya Çalık Osmanı şefaklayıp, süzmeğe başlar. Artık tellalın arkası ne çıkacak onu bir Allah,bir de muhtarla Çalık Osman bilir..
Başka yerde bahar ayı, seyran ayı derler, amma gelgeldim Kızıltepe köylüleri — artık her derdin ve tasanın bu ayda baş kaldırıp, başlarına tebelleş olduğundan mıdır her ne halse-, bahar ayının a-dını «Kıran ayı» koymuşlar...
Kızıltepe, köyü güzeldir, şirindir, manzaralıdır. Kızıl ve karlı tepeleri üzerinde top top çamları içinde bülbüller şakıyan, ballı yemişler veren bağ ve bahçeleri vardır, vardır amma gelgeldim baharla birlikte sökün edip gelen çeşit çeşit dertlerin çoğalmasından olacak ki haşmetli bahar hazretlerinin savuşup geçtiğini Kızıltepe köyünde kimselerin tüyü bile duymaz. Milletin işinden, gücünden göz açıp başını kaşımağa bile vakit bulamadığı bu sıkışık ve dar günlerde bir de köyün kâhyası (kiziri) Çalık Osman’ın köylüye uğursuz haberler ulaştıran acı ve yırtıcı uluması karışınca, köylünün büsbütün canı burnuna gelir. Köy bu ağrısı, derdi mi tükenir ? Dedik ya bütün dertler bu ayda tazelenir. Borçlusu, harçlısı, bakkalı celepçisi leşe toplaşan kuzgunlar gibi köyün başına hep bu ayda musallat olur. Bunun da bir sebebi ve hikmeti var. Bir defa uzun kış aylarında bir türlü vol vermıyen yüce dağlar ve geçitler ancak bu aylarda aşılarak, altı yedi saat süren bir katır yolculuğundan sonradır ki, ancap Kızıltepe’ye e-rişilir...
O, kış boyunca kapılarını yabancılara kapı-yan tıhsımlı bir kutu gibidir. Yollar diz boyu karla örtülü olsa bile, gerçekten köylü muhanet (zaruret) var diyerek yollarda donup, kurtlara, kuşlara yem olmağı bile göze alarak bir türlü yolundan kalmaz! O pazardan pazara iğdesini, odununu, pekmezini, çeltiğini katır ve merkeplere sararak haftada bir kere olsun eksiğini gediğini yerine getirmek için kasabayı boylar. Böyle günlerde ba-zan da tali çarhı tersine döner, pusulayı şaşırır ve ıssız dağ başlarında mezarı belirsiz olup gider.
Ya kibar ve nazlı şehirli öyle mi ? «Biz canımızı pazardan satın almadık ya» diye mart dokuzu, dokuzun dokuzu, nevruz, kocakarı soğuğu şilteyi sevir gibi sayılı günleri ve fırtınaları inceden inceye hesap etmeden kolay kolay bu Allah’ın belâsı dağlarda yolculuğu göze almaz...
İşte, bizim Çalık Osman yolcu kargası gibi gözleri yollarda bu sayılı günlerin geçmesini bekler. Salgınımsı, sofracısi, ormancısı, ofiscisi Kızıltepe köyüne artık biribir peşinden mekik dokumağa başlamıştır... Bu konukların Sinişiydi, sof rasıydı atlarının samnıydı, arpasıydı deıken ortaya çıkan bir yığın külfetli işler köylüyü arpacık kumrusu gibi kötü kötü düşündüre dursun, bizim
Çalık Osman’ın birden yıldızları parlar. Silik şahsiyeti köyde birden önem kazanarak şapka hovardaca bir yana yıkılır, yürüyüşü değişir «Kom-şulaar...» diye sokak sokak Önlediği tellâlarda bile sesi daha yağlı ve gür çıkmağa başlar...
öyleya, misafir ağırlamak kolay bir iş mi ? Hele, ucunda azıcık ta âmirlik, memurluk sıfatları varsa, artık ekmek, aş beğenmiyen, suyu üfü-rüp için, gecenin bir yansından sonra (bu ev kokuyor) diye yatak ve ev değiştiren daha bilmem canları neler neler istiyip arzusuna muvaffak olamayınca bin nağra, küfürle atını ahırdan çekip I iece yansı (Elbet kalmazya kuyruğunuz bir elime >,ğeçer) diye homurdanarak şehirin yolunu tutan Sensizi, kibarı, soysuzu, sopsuzu, yumuşak başlısı ' Şert başlısı hep Çalık Osman’ın başında. O, on sekiz yıldır bu meslekin ehli olduğu için, adamına göre kuyruk sallayıp lâf yapmasını bilir. Tevekkeli değil, bazen bir kelimede misafirini mum eder. Artık taliine bazan da attığı taş gözettiği kuşu vurmaz. Ya kıçına hatırı sayılır bir tekme yiyerek it gibi azaılanır ve yahut ta acı acı alay edilir. O bu gibi alay ve azarlara karşı da pişkindir. (Bu geçmişi tenekeli meslek ancak böyle götürür Kuzum) diye uğradığı bu acı maamelenin mükâfatını çok zaman misafirin softasının bir kenarına ilişmekle ödeşir. Köyün muhtarı ve azalan bile misafirin karşısında el pençe divan dururken o iki dizinin üstümde lokmaları birbir peşinden tıkıştırır. Bu kadarcık ikıam bile, bütün zahmetlerini unutturacak kadar onu böbürlendirip, kabına sığmaz eder.
Hele, o köylünün rüyasında bile görmediği tavuk, hindi etleri, ballar ve baklavalar arasında sofradaki imam suyundan bir kaç kadeh atmak fırsatını bulabilirse değme keyfine.” Artık sen o zaman bizim çalık Osman’ıdaki cünbüşü seyret tekerinin önüne taş koyan olmazda, mîsafİfden güler yüz de bulursa dilleri çözülür. Hemen arkasından boğazını birkaç sefer ayıkladıktan sonra kimseden en ufak bir teklif beklemeden elini kulağına atar gözleri yumulu «medet hey» diye bir çekti'tfii m*safilin lokmasını ağzında kurutur. Artık Çalık Osman muradına ermiştir. Misafiıin heybetinden tirtir titriyen köylüler, yanında o, bir kat daha itibar kazar mıştır. O böyle aylarda köylülerin yanında bayatlaşmış İstanbul ve askerlik hikâyelerini bir çalımına getirerek misafire de tekrar etmek fırsatını bir yakalıyabilirse ortalığı gülmekten kırar, geçirir!. Haddin kaçsa dinleme ! Sultan Ahmet’teki koc-.li kadınları baştan çıkaran o eski davudi sesinden tut ta bilmem nere kazasının askerlik şubesinde çevirdiği dolaplarla şube reyisin-den ziyade hüküm yürüttüğü seneler bir bir ortaya dökülür. Burada meseleyi çakan da çak-mıyan da Çalık Osman'ın bu ucu arkası kesilmez palavralarına ister istemez kavuk sallar. yoksa mesele s-dece m safirin gönlünü hoş edip, iş sarpa sarmadan baştan atabilmek korkusundan başka bir şey değildir.
Çalık Osman'ın Kızıltepe’de başında o kadar çok umûr ve iş vaıdıı ki misafir ağırlamak bunlar yanında sultanlık kalır. O mühtarında, köyün de, yerlininin ve. yabancının da dini direğidir.Onsuz köy çürük bir çatıya benzer. Vazife bir değil, sabahlevin etkenden kalkıp köyün biricik o-dasinı yakmak isler, köylü odaya dolmadan ortalığı silip süpürmek, boş destılere çeşmeden su dolduımak ister . Daha d ha misafirlere kapu ka-pu gezerek evleıdrn konak (gezek) taşımak ister. Atları yem, saman ve t mar ister. Hele hele ace
mi ve tor muhtarları vazifeye alıştırmak ister...Köye kaymakam ( sıtma dohtoru ) gelirken mahalle mahalle gezip angariyecilerin başında nefes tüketerek misafirlerin geçeceği yollan temizletmek düzelttirmek ister.. İsterde ister.
Bütün bu işler, yıllığı otuz yarım buğdayla, birkaç çeten samana yenilir, yutulur şeyler değil amma, o bu işlerde o ■'kadar erbap olmuştur ki mesnedini kaybederek dostun düşmanın yanında küçük düşmek endişesile işlerine dört elle sarılır, O, bütün bunlara rağmen de kafa ktzdımı muhtarına da, koruyucusuna da, hocasına da, hacısına da hüküm yürütmesini bilir On sekiz senelik meslek hayatında elinden okadar çok muhtar gelip, geçmiştir ki bunların cemazüyül evvelleri bir bir defterinde yazılıdır. Muhtarlatın inekbaşlısı, tavşan yüreklisi, gelir gider akıllısı, hülâsa, sıkısı, gevşeği daha neleri neleri elinden geçmiştir. Onca, bir düzüneye yaklaşan bu sicili bozuklar içetisinde öyleleri çıkmıştır ki, kurban derileıinden tut ta ö-fis anbarındaki buğdaylara köylüye mektep ve çeşme parası diye attıkları salmalara vanncıya kadar çeşitli dalavereler icat ederek köylünün kanını içine uyuşturmuşlardır. O, muhtarların bu çeşit kabahatlerini, kulaktan kulağa fısıldamasına rağmen teline dokunulmayınca yüzlerine vurmaz. Lâkin, bir defa da kafa kızdımı «Açtırma kutuyu söyletme kötüyü, diye ağzı bir açarsa dünyayı gözü görmez olur. Onun bu öfkesi karşısında hasmının ortadan sıvışmaktan başka çaıesi kalmaz.
Çalık Osman’ın Kızıltepe’de bir dostu da köyün öğretmenidir. Günde bir iki defa yanına uğ-rıyarak posta güverçini gibi köyden öğretmene, öğretmenden köye, havadis uçurur Öğretmenin karşısında bacak bacak üzerinde cigara tellendirirken «Hele şu ceridiyeyi bir oku haıpçilikten ne yazıyor» diye ara, sıra havadis öğrenmek merakına kapıldığı da olur. Ceridiyeyi dinledikten ve o-radan doğruca köy odasına giderek, başına topla-şau kalabalığa «Komşular ceridiyenin yazdığına bakılırsa iyi günlerde değiliz, bizimkiler ıcık mos-kofu kızdırmışa benziyorlar.* etrafında bir merek-lı kafilesinin toplandığını görünce, kend ni naza çekerek bir müddet siftindikten sonra, «Ortalığın vaziyeti içerimizinde bozuk olduğunu gösteriyor. İstanbul’da talebeler baş kaldırarak ceridiyenin birinin küllüğünü göke savuımıışlar. Bu devirde çok ağız açmağa da gelmez. Maazallah sonra a-damın dilini keserler komşular» diye göğüs geçirir. Bu tevir konuşmaların alt tarafım karıştırırsanız, bizim çalık Osman biraz da dünyanın karışmasını istiyenlerdendir. Bir bacağı anadan sakat olduğu için nasıl olsa askerlik t'itmıyacağına ortalık düzelinceye kadar köyün horozu olarak ka* acağını düşünür. (Bu ne canım insanlar azdılar nasıl aramazsın gözünü sevd ğim sefeıbeıliği sağlamı, çürüğü belli olsun.) diye ikide bir mırıldanması da pek boşa değildir.
Gülme komşuna, gelir başına demişler, hay gidi dünya o padişahlar padişahı sultan Süleyman’a bile yar olmamış. İleri, geri derken günün birinde bizim çalık Osman’ında borazanı ötmez oldu.Kulakları düştü. Böyle bir iş, şeytanın bile aklından geçmezdi. Beklenmedik bir zamanda başına inen tokmağın nereden geldiğini ne kendisi ne de başkaları bilebildi ..
Gene, köylüleri arpacık kumrusu gibi düşündüren baharlardan biliydi. Etraf dağlatın eriyen karlarile beraber tılısıınlı kutunun kapağı açılmış
(Davamı 8 inci aayfada)
SEÇİM HAKKI VE DEMOKRASİ
(Başmakaleden devam)
Maksim G o r k ı
1 inci sayfadan devam
kasabanın o seçim zamanındaki ihtiyaçlarına cevap veren hususî bir programı ortaya konur. Müstakil namzetler de, mevcut programlara ve siyasetlere göre kendi aldıkları ayrı yeri, ve programlarını belirtirler. Bu suretle vatandaşlar, kime ve niçin rey verdiklerini, seçtikleri mümessillerden neler beklediklerini sarahatle bilmek fırsatına kavuşurlar. Seçimden sonra da, seçilenlerin, program ve vaitlerine sadık kalıp kalmadıklarını takip edebilirler. Fakat parti ve şahıslar, bu işleri görebilmeleri için gazete, dergi, broşür, el ilânları, duvar afişleri, radyo programları gibi yayın vasıtalarına, toplantılar, konferanslar, münakaşalar, gösteriler, memleketin her köşesinde teşkilâtlanma gibi faaliyet imkânlarına sahip olmalıdırlar. Tabiî, teşekküllerin ve şahısların masuniyeti de kaçınılmaz bir şarttır.
Hasılı, vatandaşın seçme ve seçilme hakkı demokrasinin ilk ve temel şartıdır, ama, bu hak kendi başına bir şey ifade etmez. Söz, fikir, yayın, toplanma, teşkilâtlanma hak ve hürriyetlerile ve teşekküllerin, şahısların^ ye mülklerinin masuniyeti şartıyla sıkı sıkıya bağlıdır. Demokratik hak ve hürriyetlerden hiç biri tek başına yürüyemez, hepsi bir bütün teşkil eder. Dahası da var : demokrasi, bütün bir cemiyet sistemi ve ona uygun zihniyet ve görüş damek olduğuna göre, siyasî alanda bu esas hak ve hüriyetlerin belirmesile de demokrasi davası halledilmiş olmaz. Cemiyetin bütün müesseseleri, iktisat sistemi ve teşekkülleri, ailesi, mektebi, gençlik teşekkülleri, spor, sanat kurulları hep demokratik e-saslara göre olmak zorundadır. Demokratik cemiyet her a-landa müesseseleşmiş, teşkilâtlanmış bir cemiyettir ve esas hak ve hüriyetler her cephesine şamildir.
Demokrasi dâvası, tek tek, bir kaç hürriyetin vatandaşlara verilmesi dâvası değil, bütün bir cemiyet sistemi dâvasıdır.
Behice BORAN
herşeyi anlamak için ihtirasla dolu insanlar, insan onlara bakınca Rusya’nın dünyada en parlak demokrasi memleketi olacağını görür.„
Gorgi için, halkın dâvasiyle ilgili olmıyan bir edebiyat yoktu. Ona göre hayat, menfaatları ve ruhları birbirinden ayrı insan gruplarının mücadelesi olarak kaldıkça*edebiyat ancak bir savaş silâhı olabilir. Sanat cnun için hayata mO-vazi giden bir yol değil, hayata giden bir yoldur. Ölmez sanat eseri halkın ö-lümsüz ruhunu : emellerini, gayretlerini ifade eden sanat eseridir; çünkü, ö-lümsüz olan yalnız halktır, sanatkâr, halkı duyduğu ve duyurduğu nisbette büyüktür. Halk sevgisi Gcrki’de mücerret ve boş bir mâna ifade etmez; bu sevgi, onda, insan oğluna karşı duyduğu derin sevgide ve hayranlıkta müşahhas i-iadesini bulmaktadır.
“İnsan.... İşte hakikat budur... Herşeyin başı ve sonu budur... Herşey insanda, herşey insan içindir. Yalnız insan var, geri kalan herşey onun elinin ve dimağının işidir, İnsan 1... Bu ne mağrur sestir !...„
Hiçbir sanatkârda insan Gorkide olduğu kadar heybetli değildir. Onun insan oğlunda gördüğü ve gösterdiği en büyük meziyetlerden biri, kendi insanlık şerefi uğrunda savaşçı olmaktır. Hakikat yolunun fırtınalı denizinde bir “albatros» gibi savaşçı olmak. «Ana» romanının ahramanı, Pavel Vlasof, Onun annesi, “Meşçanın» piyesinin kahramanı makinist Nil, “ Düşmanlar» piyesinin ve hemen hemen bütün eserlerinin kahramanları hakikat ve insanlik şerefi uğrunda savaşan, yılmak bilmiyen insanlardır.
Gorkj, insanlığın geçirdiği son büyük felâketi görmedi, fakat derin sezişiyle ve dehasiyle bu felâketin yaklaşmakta olduğunu anlıyor, bunun ıztırabını kalbinde taşıyordu. Daha Almanya’da faşizm iktidara gelmeden tehlikeyi görerek, dünya aydınlarını medeniyetin ve demokrasinin korunması uğrunda savaşa çağırıyordu. Daha o zaman şöyle söylüyordu : “Kafasız maceracılar : Hitler ve benzeri serseriler... milletlerin kitle halinde imhasını hazırlamadan yaşıyamaz-lar... Onların işliyemiyecekleri bir cinayet, dökemiyecekleri kan yoktur.»
İnsanlar ıztırap çektikçe, daha iyi bir hayat uğrunda savaştıkça, Gorki’yi duyacak, onda bir kuvvet kaynağı bulacaklardır.
Zeki BAŞTIM AR.
k
köyün sehire açılan biricik geçidi olan domuz beline, köylüler üç gün arka arkaya yol yapmağa gittikten sonra, birbir peşinden borçlusu, harçlısı Kızıltepe’ye sökün etmeğe başlamışlardı... Fakat bütün bunlardan Osman’a ne ? bütün köy ateşe yansa içinde kaç meteliği vardı sanki, kış boyunca odanın bir köşesinde kör bir kandil gibi içi kararıp uyuşuk uyuşuk oturduğunun acısını çıkar- de de parayı tamamlayamayınca günün birinde mekçi kitlelerinin menfaatlerini korumak için yeni Dünya Federasyonu’nun elinde iyi bir rehberdir. Federasyon bu yasa ile ilk adımını iyi ve sağlam bir temel üzerine atmış bulunuyor.
Yeni milletlerarası işçi teşkilâtı sanayice geliş-
mak zamanı gelmişti onun için sevinçliydi. Baharın ilk çiçekleriyle beraber, onun da gözü, gönlü çıralanmağa, kısık sesi kapandan kurtulmuş bir horoz gibi acı acı yükselmeğe başladı. Pazardan pazara muhtarın kazadan getirdiği emir ve tebligatlara bakılırsa cıcık» işler, bu sene sıkı alacağa benziyordu. Mektep seferberliği için atıldta on iki bin lira paradan dolayı, daha şimdiden köylünün ağzını bıçak açmıyordu. Köylünün ofis borç-larile birlik hükümete yatırdığı on bin lirayı aşan vergi borcuna bu miktar da katlanırsa bu yıl halleri dumandı. Bir bir peşinde beş sene devam e-decek olan bu on iki bin liralık salma parası köylünün canına okuyacağa benziyordu. «Bu gidişle köye daha birinci bina çökermeden biz çökecek gibiyiz» diye homurdanan köylüler olursa, Çalık Osman, elini ağzına kapayarak «Sus bire emmimoğlu siz bu işleri hükümetten daha iyi bilmezsiniz siz ne kadar cahil kafanızla ayak direyip yobazlığı elden bırakmasanız-da Allah devletimize zaval vermesin o isini bilir» diye kendinin de bu işlerde karınca kaderince payı olduğunu köylüye duyurmağa çalışırdı..
İşe bak ki oda köşelerinde duvar diplerinde kendisinin zibidiliği, züğürtlüğü ile alay edip,eğlenenlerin çöküşünü seyre hazırlanırken Kızıltepe’ de ilk kızılca kıyamet kendi başına koptu. Mektep salmasının peşinden bir sabah bakaya yol ver
gileri toplamak için köye gelen tahsildarlar hacze çıktıkları zama. iTk önce. onun kapıs;na asıldılar. Defterin gösterdiğine göre üst üste katlanan ceza ile birlikte kendisinden tam altniış kayma tutan beş senelik bakaya yol vergisi isteniyordu.
Sağa, sola kıvrandı bir havli kemküm etti ise de Kabul olunan yasa, milletlerin sosyal ve eko-
hükümet şakası mı olur ? Aldığı mühlet içerisin- nomik hayatlarında 'tesirli bir rol oynamak ve e-
"emsalları île onvl da deliğe tıktılar,
Çalık Osman için bu darbe çok ağır oldu ise de, netyapsın babasının bankada kasası yoktu ya böyle senelerde altmış kayına dediğin aitmiş tane taşın altında saklıydı. Köylerinde bu parayı kaç iniş memleketlerde olduğu gibi, geri ülkelerin ve kişi, yerebilirdijsanki. sömürgelerin işçi teşkilatlarını da içine alıyor,De-
mokrasi hareketlerinde mühim bir merhale olan Paris konferansına iştirak etmeyen memleketler parmakla sayılacak kadar azdır. Fakat millî sendikaların kurulmadığı memleketlerde milletlerarası işçi toplantılarına istirâk edememekten üzüntü duymak ve belki de milletleı arası işçi teşkilatlarından bahsetmek lüzumsuz ve yersizdir.— Z. Y,
işine yarama-tarafı inmeli ayrı ayrı.ka-
kişi yerebilirdijsanki.
Habishana Çalık Osman’ın hiçte mıştl doğrusu,.. Bir defa evde bir yatalak bir karı ile birlikte ı üç tane rıdan olma üç sümüklü çocuğu yüz üstü bırakmıştı. İkincisi dostun, düşmanın içinde güldükleri şimdi de kendi başına gelmişti. 11 uşağı bu, onun muhtar ve tahsildarın önüne düşerek kapı kapı dolaşıp yol göstericiliği yaptığı günleri unutmamıştı. Hele, borçlunun kapısına vardıkça kadınlara karşı şapkayı bir yana yıkrak «Kocan olacak döy-yos nerede şu pisliklerini temizlesin» diye, öyle bir kırışıp çalım satması vardı ki, onun bu hali en sessiz insanları bile dinden imandan çıkarmağa yeterdi.
İş bunlarla bitse iyiya, Felek gancasını bir defa takmıştı. Habishaneden çıkınca evi karmakarışık buldu. Bir defa evdeki gelinlik kızı komşu kadınlar tarafından ayartılarak baldırı çıplağın biriyle ipi kırıp sıvışmıştı. İşin daha kötüsü onu dağlar kadar güvendiren on senelik mesnedi de elden gitmişti....
Ara sıra köyün boşbağazları Çalık Osman’a
(3 üncü sayfadan denvam)
eski günlerini hatırlatarak çileden çıkarmağa çalıştılar mı, o kelebek olmuş kötü bir toklu gibi boğazı hırıldıyarak kötü kötü öksürür, başına top-laşanları ters ters süzdükten sonra (Bırak git hemşehrim, ele değen saman çuvalına değermiş) diye homurdanmağa başlar. Ve bir zaman o çuvalın başkaları olup kendisinin seyirci vaziyetinde kaldığını hatırlattılarmı ( Benden belânı arama çıfıt tohumu) diye karşısındakine yanından ayırmadığı başı topuzlu sopasını götererek arka arkaya verir küfrün kalayın gözünü....
Halil AYTEKtN.
Sekli köyü 946
leride oldukça dikkati çekmektedir. Bu mütehas-sışlar İngiltere’nin senayi memleketi olması dolayısıyla bu sahadaki sosyal sigorta ile uğraştıklarını söylüyorlar. Ziraat işçisi çok olan memleke mizde acaba ne dereceye kadar muvaffak ola • caklar.
FİKİR,SANAT VE T£NKİTDER§İSİ
I
ÇALIŞMA DERGİSİ
Çalışma Bakanlığının kuruluşundan beri müşahede ettiğimiz ana fikir de şudur. Bu sahaya yabancıyız, yavaş ve emin olarak yürüyelim. Derginin ikinci sayışında gene bir iktisat profesörü tarafından açık olarak bu zihniyet tekrar belirtirmiş-tir. Bu profesör sosyal sigorta kanununun bundan on yıl evvele yani 1936 yılında çıkan iş kanunundan altı ay sonra yapılması lâzımgelirken ancak bugün yapıldığını unutmuş olacak. Memleketimizin batı memleketlerine kıyasen geri kalmış
sahalardaki açığı kapatmak için prensip olarak kabul edilen sürat formülünün bu meselelere şümulü yokmu acaba ?
Yaşar ÇÖL
oprak adamı ve deniz adamı. Toprağının tavlanıp tavlanmadığını anlamak için kıçıyla yere oturan toprak adamı ve Posidon’la bütün ömrün
ce çarpışan ve sonunda namazsız, niyazsiz ve tel* kinsiz, sularda ölen denizci I...
Halikarnas Balıkçısı, bu kitabı yazan hem toprak adamıdır, hem de deniz. Londra’da üniversite, Paris’te, Roma’da ve Madrit’te resim ve müzik öğrenmiş olan, dünyanın en eski ve en yeni dillerini çok iyi bilen bu muharrir, elli yılı geçen ömrünün bir kelimelik hedefine ulaşmış nadir bahtlılardan biridir. O, artık bir «insansdır. Bu hedefine ulaştıktan sonra artık bir demir parmaklıklı pencereden avuç içi kadar bir parçasını görebildiği insan dünyasından onu hiçbir şey ayıramaz. Çünkü ondaki hayat ve dirilik kendisinin ölümünden sonra bile canlı kalacaktır.
Bu kitabı okumamış insan sadece bir bahtsızdır. Hattâ, diyorum ki, bu kitabı okumıyan belki de insanlığını daha kuvvetle hissetmekten yoksun kalacaktır.
Eseri takdime cesaret edemiyorum. İşte size bir sayfa. Bu sayfa kitap hakkında belki size bir fikir verebilecektir. Ve ben bu sayfayı bu sütunlara geçirirken aziz ve vefakâr dost, Halikarnas Balıkçısı, senin bu satırlarının altında, bütün insanlarla beraber kendi imzamı da görüyorum. Çünkü bu kitap artık senin değil, gün ışığı, deniz mavisi ve toprak kokusu gibi, bütün insanlarındır.
ÖÇ.
«Gezgin denizci hayatımızda çok yerler gördük. Adalar Denizinde bir ada arkada kalıp denize gömülürken, hepsi de birbirinden güzel, on adarın önümüzdeki ufuktan kalkması. Tren ıslığı, vapur düdüğü, vinç harharası, ve el kol kargaşalığı içinde iş gören liman amelelerinin bağırıp çağırma-lariyle gürleyen sık gürültülü Pire limanı. Akşamleyin Mataban ve Malea burunlarının çıplak ve turuncu kayaları, Çengo adası. Geceleyin Girid’in ay ışığında karlariyle ağaran üç bin metrelik 1da dağı. Tâ ötede şafakleyin penbeleşen Et-na yanar dağı. Sicilyanın beyaz şehirleri, lava ile çevrilmiş Ratanya, hilâl şeklindeki Messina şehri. Yüksek ve rüzgarlı Taormina. Deniz ortasında ehram şeklinde bir kül kümesi Strumbuli yanar dağı. Gürültü ve şarkı içinde Napoli. Mavi havaların koynuna gömülmüş Sardeniya ve Korsika. Hele Cenovadaki Kristof Kolomb heykeli. Yüzlerce doklariyle, musiki ve açık havasiyle Marsilya. Sokaklarından şarap ve karasaçlı kara gözlü çocuklar akan Barselon ve Malağa, bunların her biri gözlerime açılan yeni yeni âlemlerdi.
Fakat bu gördüğüm yeni yeni yerlerin tadı ta-
n dahi ka-
yazan bir
Sosyal davalara ait mev-
Ç ALIŞMA Bakanlığının ayda bir yayınlamak-ta olduğu «Çalışma» dergisinin 4’üncü sayısı Mart 946 da çıktı. îş ve işçi meseleleri üzerinde çalışan ve bu sahada daha çok teknik imkânlara sahip olan bir dairenin çıkarttığı dergide rakamlara dayanan bilgi ve etütlere yer vermek lâzımgelirken, bir kaç müstesna, yazıların pek sathi olduğu görülmektedir. İş kanununun tatbikatını sağlamak gayesile kurulan İŞ dairesinin on yıllık, çalışma Bakanlığının da bir seneye yakın bir mazisi olmasına rağmen, halen memleketimizde çalışan işçi kitlesinin rakamı bilinmediği gibi iş kanunu çerçevesine giren işçileri; ti olarak rakamı bilinmemektedir.
Derginin ciddî olmıyan bir yazısından kısaca bahsedeli m.
Günlük gazetelerde siyasî makaleler
siyasî tarih professörü ;
zuatımızın Milletler arası mukavele hükümlerini karşılamaya kâfi geldiğini ve bundan dolayı sosyal davalar için yenıoır kanunî hükmün tedvinine lüzüm olmadığını iddia ediyor. Bu yazının iki sayfa ötesindeki diğer bir yazıdan^ okuyucu öğ-reniyor ki, Milletlerarası Çalışma Mukavelesine göre ziraat işçilerine iş kazaları tazminatı verilmekte ve sanayi işçilerinin sahip oldukları cemiyet kurma ve birleşme hakkını ziraat işçileri için de tanımaktadır. Halbuki memleketimiz daha zi-‘yâde ziraat memleketi olduğuna gön lerilsenayi işçilerinden halen ( çiler bugün dahi iş kanunundan u:
gibi sosyal sigorta kanununu da dışında bırakılmıştır. Elimizdeki kanunlar ne senayi işçisine ne de ziraat işçisin© cemiyet kurma ve birleşme hakkını tanımamaktadır. Görülüyor ki sayın profesörün iddiası ayni derginin iki sayfa öterindeki yazı ile tezat teşkil etmekte ve adeta ikinci yazı tarafından bilinmeyerek, cerh edilmektedir.
Sosyal sigorta kurumu için İngiltere’den getirtilen iki mütehassısın dergideki beyanatımsı söz-
nıdığım yeni yeni insanlar ve edindiğim yeni yeni arkadaşların yanında birer hiçti. «Huyu, suyu aykırı, dilleri başka olanlar birbirlerine ısınamazlar,» derler a. Yâlan! Beraber çalişıp beraber çile çeken insanlar birbirine öyle bağlanıyorlar ki,bir kısmı buz, bir kısmı da ateş olsa, birbirine uyup can ciğer kardeş oluyorlar. Ben öyle arkadaşlar edindim ki onların birisi yanıma gelince, yanıma birisi gelmiş gibi değil, fakat yanımdan yabancılar ayrılmış da kendimle baş başa kalmışım gibi oluyordum.»
Köy Enstitüleri Dergisi
J_|asanoğlan Köy Enstitüsü öğrencileri tarafından hazırlanan ve Millî Eğitim Bakanlığınca yılda dört sayı olarak çıkarılan bu derginin şimdiye kadar henüz üç sayısı basılmıştır. Dergi, Köy İncelemeleri, Enstitü çalışmaları,Haberler isimli üç bölüme ayrılıyor.
Yalnız enstitü öğrencilerinin yazılarını yazan dergi, bir amatör işi olmak şöyle dursun, gerek inceleme, gerek sanat bakımından, Türkiye’de çıkmakta bulunan dergilerin bir çoğundan daha doyurucu, daha ciddidir. Her üç sayının incelemeler kısmında çıkan makalelerin yalnız başlıklarını yazmak bile, okuyucuya bu hususta toplu bir fikir verebilir. Bunlar arasında Hasanoğlan köğünün geçim durama. Bayramlı köyünde evlenme, Çukurova*da toprak ve müstahsil durumu, Bakır çayı vadisindeki beş köyde ziraat işletmesi, Köye göre çeyizin toplumsal anlamı, Foça çifliğinin Foça köyü üzerinde sosyal etkileri, Köyde tedavi ve ilâçlar nasıldır ?, Arsız oflar, Macar köyünde bir aile, İş eğitimi sözlüğü ile ilgili incelemeler bilhassa tavsiyeye değer.
una göre ziraat işçi- Ilk saylda daha «ok saz *8»ri a£ziy,e yazılan daha çoktur. Bu iş- ve birer Bazire veFa taklit olmaktan ileriye gide-zak tutulduğu m>yen şiirlere yer verilmiş ise de, öbür sayılarda ° şiirler herhalde daha çok elenmiş olacak ki, bu defa yalnız gerçek sanat değeri bulunanlar basılmıştır. Bunlar arasında Haşim Kanar*\n Mezarlık köy ve Mehmet Başaranın İlân-ı aşk ve Turan Aydoğan’ın Boş ev adlı şiirleri, bir de Talip Apaydın’ın Karın ağrısı hikâyesi herhangi bir sanat dergisinin yüzünü ağartacak değerdedir.
Bu şiir, Köy Enstitüleri Dergisi*nin IH. sayısından alınmıştır.
İ L Â N - I AŞK
Gücüm senden, acım senden,
Senden dizimde derman, gözümde fer ; Terim değil mi
Dudağında titriyen çiğler ?
Rengin alnıma vurmuş,
Tabanlarımda hâlâ sızın,
Sırtım terli,
Bak nasıl yanıyor avuçlarım.
Kara toprak,
Seni seviyorum I
Mehmet BAŞARAN.
FIKIR.,SANAT VE TENKİT DERGİSİ
SÖZ.ÎCA5URKEN
Yazan : ZEKİ BAŞTIMAR
♦ * «
Behıce BORAN
kabiliyetini arma karışık , programla-
S-
EMOKRASİNİN ne olduğu hakkında ileri sürülen ta-1 rifler ve demokratik rejimlerin geı çekte aldığı şekil-
ler birbirinden ne kadar farklı olursa olsun, hepsinde umumî, müşterek bir vasıf vardır : vatandaşın, memleket işlerinde sesini duyurabilmesi için rey hakkına sahip olması. Bu rey hakkı, bilhassa mahallî mümessilleri ve milletvekillerini seçmek bahsinde mühimdir. Fakat, her vatandaşın rey hakkını müessir bir surette kullanabilmesi, memleket işlerinin gidişinde gerçekten bir payı olabilmesi, hangi şartlara bağlıdır ?
«Vatandaşlar fert olarak birer birer rey sandığı başına giderler, bir puslaya istedikleri kimselerin adlarını yazıp sandığa atarlar ve böylece demokrasinin ilk. esas şartı yerine gelmiş olur » diye ifade etmek, meseleyi fazla basit ve ger-y çeklere hiç te uygun olmıyaıı bit şekle sokınaktır. «Demokratik» diye vasıflandırabileceğimiz hiç bir cemiyette vatandaşın rey hakkını kullanması bu şekilde değildir ve olamazda..
- Bugünün, nüfusları milyonları aşan millet toplulukları, vatandaşların fertler olarak biraraya gelip doğrudan doğruya teşkil ettikleri topluluklar değildirler. Fertler, daha küçük grupların mensubu olarak, guruplar halinde, millet topluluğun teşkil ederler. Bir kere, bugünün dünyasında millet taplu-iukları genel olarak sınıflı cemiyetlerdir. Ayrıca, daha küçük t guruplar teşkil eden işblöümü zümreleri vardır. Azınlıklar, dinî cemaatler vardır. Köy ve şehir ayrılığı ve tezatları meydana gelmiştir. Bütün bu ayrılıklar, iç ve dış siyasetin her alanında menfaat ve görüş ayrılıkları olarak belirir
Eğer vatandaşlar fert olarak birer birer rey sandığı başına gelip her biri kendi tanıdığı, münasip göıdüğü şahsa reyini verse, meydana gelecek mahallî ve merkezi meclisler, birçoğu siyaset alanında imtihandan geçmemiş göstermemiş ayrı ayrı fertlerden müteşekkil k( hey’etler olur ve bunların belirli bir siyasetleri, rı bulunmadığından, memleketin siyaset ve idare gemisi karaya oturur. Vatandaşların, seçim sandığı başına gelmeden önce günün meseleleri, ileri sürülen çeşitli hal çareleri, iç ve dış vaziyet hakkında aydınlatılmış ve bir kanate varmış olmaları şarttır. Vatandaşları aydınlatma, teşkilâtlandırma ve faaliyete sevketme işini siyasî partileri görürler. Partiler mevcut sosyal sınıfların siyaset alanında mümessilidirler. İşbölümü zümrele r meslekî teşkilâtla ve sınıf mevkiine göre şu veya bu partiye bağlanarak, veya onu destekliyerek, siyaset sahasında rol oy-
ölOmönün
■ ..
f^orki öleli on yıl oldu’; zaman onu yaşıyanlardan uzaklaştırıyorsa da hayat gittikçe daha çok onlara yaklaştırıyor.
Gorki yı bir dağa benzetirler : Gir dağ ki insan ondan uzaklaştıkça büyür, dik yamaçları, yalçın kayalıkları bütün heybetiyle yükselir, âdeta yakınlaşır ve güzelleşir. Bu benzetiş bütün büyük yazarlar için az çok doğrudur, fakat Gorki için çok doğrudur, çünkü O, eserlerinin öziyle bir mazi olmaktan ziyade bir hal, bir istikbaldir.
Gorki, bütün büyük realistler gibi, her şeyden evvel yaşadığı devrin hayatını aksettirdi, bu hayatın bir sanatkâr olarak tarihini yazdı. Miltî bir karakter taşımasına rağmen, bu tarih bütün insanlığın alınyazısını anlatır, ve bir tarih olmasına rağmen gelecekten de haber verir.
narlar. Azınlıklar, dinî cemaatler, köy ve şehir arası ayrılıkları da aynı suretle siyasî ifadelerini bulurlar.
Partilerin hem umumî, esas programları ve ideolojileri, hem de zamanın müşahhas meseleleri karşısında aldıkları vaziyet ve ileri sürdükleri programlar vardır. Meselâ Belediye seçimlerinde, her partinin hem bütün memlekete şamil, seneler boyunca takip edilen bir siyaseti, hem de her şehrin,
(Devamı 7 inci sayfada )
pus edebiyatında tenkitçi realizm Tolstoy'da ve Çehof’ta en yüksek noktasına vararak sona erdi. XX. yüzyılın başında Gorki, yen( bir realizmle ortaya çık* tı ; Rus edebiyatının en iyi geleneklerini benimsiyerek ve onlara yeni biz öz katarak yep yeni bir cereyanın kurucusu ve önderi oldu. O artık, XIX. yüzyılın Ruz yazarları gibi, sadece halkçı değii, halkın kendisidir. O, halka, bir zavallıya bakar gibi bakmıyor, bir^dilenciye acır gibi acımıyor ; halkn ıstıraplarını, isyanlarını kendi içinde duyuyor, takat kendi içinde boğmuyor. Realite karşısında sadece meraklı bir seyirci değild r, içinde sevgi ve nefret besliyen bir savaşçıdır. Onun ruhuna, kalemine pasif bir merhamet değil, aktif bir sevgi ve nefret hamle veriyor. |şçiye ve köylüye, bugünün bir çok yazarları gibi, üzerinde durulmağa değer interessant bir mevzu olarat bakmıyor ; gerçek ha-. yatı onlarla görüyor, onların yaratıcı kuvvetine inanıyor. İnkılâptan yıllarca evvel yazdığı «Ana» romanının kahramanlarından birinin diliyle Gorki şöyle der: «Ne iyi insanlar, Nilovna I - genç işçilerden bahsediyorum - kuvvetli, hassas,
(Devamı 7 inci sayfada)
ANKARA
ÖLÜM KUYULARI
Llindistan Trade Union Kongresi başkanı S. A.
Dange, Hint maden işçilerinin} yaşayışlarına dair yayınladığı bir risalede şöyle demektedir : Hindistandaki maden kuyularında çalışan yerli işçinin tasavvurun fevkindeki sefil durumunu belirtmek için, bu ocaklara kısaca ( ölüm kuyuları) demek kâfidir. Milyonluk Hint maden işçisinin dünyanın diğer taraflarındaki meslekdaşlarından daha uzun saatler çalıştığını ve fakat onlarla kıyaslan-mıyacak kadar düşük yövmiye aldığını kaydetmek gerektir.
Bir hintli maden işçisi günde ortalama (10) peni (Türk parasıyla 16,5 kuruş) yövmiye almaktadır. İşçi ücretlerini en kıt seviyede tutan Japonya’da bile 1936 da maden amelesi 3 şilin, 10 peni (125,5 kuruş) gündelik alırdı.
Hint maden işçisi ; Birleşik Ameıika uıadeu amelesi yövmiyesinin ancak °/05,3’ümı, Büyük Britanya’daki meslekdaşının aldığıuın %9,1’ni, diğer sömürgelerdeki maden işçisinin °/041,l’ni almaktadır.
(Pamphlet, Sept. 1945, S-A. Dange)
Sömürgelerde Sağlık Durumu
LJarpten önce kolonilerdeki açlık ve sefalet yalnız bazı mevsimlerde baş 'gösterirken,- son harp yıllarında, bu feci durum fasıla, vermeksizin yerli halkı kırıp geçirmiştir. Bir taraftan istihsal kudretine sahip erkeklerin askere alınması, bir yandan zaten kıl olan müstemleke hekimlerinin savaş alanlarına götürülmesi esasen fena olan müstemlekeler sağlık işlerini çok müthiş bir duruma sürüklemiştir. Salgın hastalıklardan 'bulaşıcı menenjit, çiçek, tifo, dizanteri, tifüs sömürgeler halklarını kırıp geçirmiştir. Sömürgeleıin sağlık durumları ile ilgilenen İngiltere’de (Sömürgeler sağlık servisi) adında bir teşekkül Vardır. Bu teşekkülün verdiği malûmata göre Nîjeryada ortalama 21, 000,000 insan yaşamaktadır. Hekim kıtlığı yüzünden 175,000 kişiye bir doktor düşmektedir. Yine bu memleketin bazı tenha mıntıkalarında bir milyon insana tek bir hekim dahi düşmemektedir.
(British medical Journal, Nov. 17, 1945)
Halil Aytekin
Harman Yangını
( Hikâyeler )
Fiatı 125 kuruş olan bu kitabı «Söz» okuyucuları 100 kuruş mukabilinde adresimizden temin edebilirler.
SÖZ Dergisi, P. K. 2017, Ankara.
Esirgenmiyen Çocuklar
Ç'ocuk Esirgeme Kuruntunu o rmi beşinci kuruluş yıl dönümü balolar, sergiler^ nutuklarla kutlandı. Yirmi beş yıl boyunca bu Kurumun oiı iki milyon kiisur çocuğa yardım ettiği Han edildi. Bu yardımların zaman zaman nasıl ballunaırıla ballandırıla anlatıldığını biliriz. Halkın verdiği para ile her yıl bir kaç yuz çocuğa elbise, bir övün yemek dağıtmakla övünenler memlekette aün geçtikçe artan çocuk sefaleti ve ölümü ile alay etmiş olmuyorlar mı ? Her gün yolumuzun üstünde yüzlercesini gördüğümüz aç ve çıplak çocuklar bu Kurumun neyi esirgediğini soran feci birer istifham deail midir ? Yardımlarını gürültü ile ilan eden Ç. E. K. 'derecileri neden «çocuğu esirgeme » işini bir Jıayır, bir sadaka olmaktan çıkararak memleket çapında bir sosyal dava olarak ele almaya yanaşmazlar ? Neden zaman zaman komisyon, inceleme, rapor gürültüleri arasında boğulduktan sonra hasır altı e-dilen serseri çocuklar faciasını kurcalamazlar ? Neden yüksek maaşlı uzmanlarına felâketimi sebepleri üzerinde gerçeğe uygun a-raştırmalar yaptırmazlar ? Neden dergilerinin sayfalarını korkunç realiteler yerine tuzu kuru ev kadınları için pasta tarifleri ve örgü modelleri ile doldururlar ?
Bu nedenlerin cevabını kimse veremiye-cektir. Hele zihniyetini radyoda iki ajans haberi arasında okutulan «Çocak yurdun istikbalidir» cinsinden yaldızlı vecizelerle a-çığa vuran Çocuk Esirgeme Kurumu : aslâ!
Adnan CEMGİL.
AMERİKANIM KESFİ
Yirmi Mayıs, Kristof Colomb’un ölümünün 440
(ncı yıl dönümü idi. Amerika kıtasısını keşfedeli 454 yıl olmuş, 1992’de beş yüzüncü yıl dönümü- » nü kutlayacağız. İnsanlığın bu yeryuvarlığı üzerinde geçirdiği çağlara kıyas edilirse ne kadar kısa bir zaman, ama insan cemiyetlerinin tarihî inkişafı bakımından ne ehemmiyetli hadiselerle, ne süratli bir gelişme seyri ile dolu bir zaman, beş yüz yıl 1
On beşinci yüzyıl büyük seyahatler, coğrafî keşifler devridir. Doğu ile ticaret Zamanın İktisadî faaliyetlerinin can alıcı noktası. Bu ticaret ve onun meydana getirdiği ihtisadî gelişmeler Avru-panın feodal nizamının temellerini aşındırıyor. En mühim, en başta gelen ticaret emtiası da baharat bugün dünya ticareti listelerinde bir yeı bile âla-mıyacak kadar ehemmiyetini kaybetmiş bir matah.. «Baharat Adalan»na yeni yollar bulmak için tehlikeli seyahatlara çıkılıyor ve netice de dünyanın bilinmedik köşe bucağı keşfediliyor. Kristof Co- • lomb da, daha önce keşfedilmiş Afrika’yı dolaşan Doğu yoluna .rakip, daha iyi bir yol bulmak sevdasında. Afrika yolunu Hollanda’lılar ele geçirmiş. Kristof Colombe’u da İspanya tahtı destekliyor. Colomb» Amerika kıtasına vardığında,
Asya’nın doğu sahillerine eriştiğini sanıyor, Avrupacılar için yeni olan bir kıta keşfettiğini asla öğrenmiyor. Bugün «Baharat Adaları» ve baharat ticareti unutulmuştur, ama bu ticaretin vesile oldu
ğu coğrafî keşifler ve bu keşiflerin mümkün kıldığı dünya ticareti gelişmesi insanlık tarihinde yeni bir devir açtı.
careti, okyanusları aşan, kıtalar - arası dünya ticareti haline geldi. Akdeniz ticaretinin merkezleri. İtalyan siteleri, altın devirlerini geçirdiler, ama Avrupa kıtasının başka bölgeleri görülmedik ilerlemeler kaydetti. Dünyanın daha geri diğer kıtalarından emtia ve kıymetli madenler Avrupaya aktı. Ticaretin genişlemesi, yeni pazarların açılması sanayii körükledi.» Böylece Avrupa, temelleri zaten kemirilmiş olan feodal nizamı büsbütün silkti attı.
Kapitalist gelişmenin ilk devresi kurulmuş oldu.
YUBı ve DÜNYA YAYINLARI
W • Vf
İlim Karşısında Irk Meselesi
’ Derleyen: Adnan CEMGİL
Etütler Fiatı 60 krş:
Sosyalizm Nedir?
John STRACHEY Çev. N. ERKEN
Fiatı 50 krş.
Demokrasi ve Sosyalizm
Prof. LASKİ Çev. Niyazi BERKES
(İkinci Basılış) Fiatı 100 krş.
Adres : P. K. 162, Ankara.
Sahibi : Asaf Ertekin. — Yazı İşleri Md. ve Umum Neşriyatı idare eden : Yaşar Çöl. Adres: Posta Kutusu 2017 Bakanlıklar, Ankara — Basıldığı yer: Sebat Basımevi, İstanbul.
Onbeş günde bir çıkar
ABONE ŞARTLARI Yıllık: 6 lira.
6 aylık: 3 lira.
Dünya Sendikaları Federasyonu
Z1-EÇEN yılın 25 Eylülünde Paris’te toplanan ve 13 gün kadar süren Dünya Sendikaları Konferansı’na dair Türk okuyucusunun öğrenebildiği, ajans haberlerinin verdiği bilginin hu dutlarını hâlâ aşmamıştır. Konferans dağılalı epeyce olsa da, dünya işçi hareketleri tarihinde yeni bir devre açan bu hadise kolay kolay eskimiş sa-yılamıyacağına göre, bu konuyu ele alırken geç kalmış olmak düşüncesi bizi o kadar üzmüyor.
Konferansın tarihî önemi, altmış küsur milletin ve hemen hemen bütün demokrat memleketlerin 67 milyon teşkilâtlı işçisini temsil eden, renkleri, dilleri, dinleri ve kanaatleri ayrı ayrı yüzlerce insanı bir araya getirmesinden ibaret değildir •, sa. dece bu bile işçi hareketleri tarihinde başlı başına bir hadise sayılabilir. Fakat konferansın asıl ö-nemi, işçi hareketlerinin gelişmesinde olduğu kadar milletlerin sosyal, ekonomik ve politik hayatlarında da önemli bir rol oynayacağı muhakkak olan milletler arası bir işçi teşkilâtı kurmasında, eski milletlerarası işçi teşkilatlarında görülen zaaflara yer vermiyecek ileri bir yasa kabul etmesindedir. Bundan önceki milletlerarası işçi teşkilatları, ne doğuşları anında ve ne de gelişmeleri seyrinde üye sayısı bakımından hiç bir zaman bu kadar büyük bir kuvvete sahip olmamışlar ; bünyeleri, kuruluşları bakımından da gerek işçi hareketlerinde, gerek milletlerin sosyal ve ekonomik hayatlarında bu kadar tesirli bir rol oynamak mevkiinde bulunmamışlardır. 1919’da kurulan Amster-dam Enternasyonalinin üye sayısı hiç bîr zaman 13 milyonu geçmemiştir. Fakat bu teşkilatın zaafı sadece üye sayısının azlığı, bir çok millî sendikaları saflan dışında bırakmış olması değildir. Amsterdam Enternasyonali özü ve bünyesi itibariyle milletlerarası işçi hareketlerini idare edecek durumda değildi, teşkilat şekli bozukdu, birleştirici olmaktan ziyade parçalayıcı bir rol oynuyordu. İşçilerin menfaatlerini koruyacak, bu uğurda savaşacağına emperyalistlere âlet oluyordu. İkinci Dünya harbi bu teşkilâtın zaaflarını bütün açıklığı ile meydana koydu ; onu iflâstan kurtarmak istiyenlerin bütün gayretleri boşa gitmeğe mahkûmdü. Milletlerarası işçi hareketlerinde birliği sağlıyacak, bu hareketlerde önderlik etmeğe kabiliyetli yeni bir teşkilâta ihtiyaç vardı. 19-15 Şubatında Londra’da toplanan Milletlerarası Sendikalar Konferansı bu ihtiyacın bir tezahürüdür. Yeni bir milletlerarası işçi teşkilâtına temel atmış olmak bakımından bu konferans tarihi bir önem taşır. Londra konferansından bir kaç ay sonra işçi hareketleri tarihinde ilk defa olarak bix çok milletlerin, ayrı ayrı şartlar içinde gelişmiş, ayrı ayrı siyasî görüşleri, gelenekleri ve tecrübeleri o lan, sendika temsilcileri bir araya geliyoıdu Amsterdam Enternasyonalini yenide diriltmek için,bilhassa bu teşkilatın eski idarecileıinden bazılarının sarfettikleri gayretler boşa gitti. Bütün memleketlerin işçi mümessilleri müşterek sosyal ve ekonomik menfaatleri uğrundaki savaşta kabiliyetli bir merkez etrafında birleşmek lüzumunu acı tecrübeler bahasına anlamış, gereken beraberliği kotuma-ğa karar vermiş bulunuyorlardı. Konferansta bütün mürahhaslar, dünya işçileri arasında sağlam ve tesirli bir işbirliği olmamasının faşiştlerin iktidara gelmesini ve harbi kolaylaştırdığı gerçeği ü-zerinde ısrarla durdular. Acı tecrübeleıin aydınlattığı gerçekler, işçi hareketlerinde yeni bir devrin istikametini işaret ediyordu.
Fakat engeller büsbütün ortadan kalkmış değildi. Dünya işçi hareketlerinde hâlâ bazı mürteci temayüllerin tesirleri görülüyordu. Milletlerarası işçi hareketleıinde, hatta bizzat kendi memleketlerinde, birleştirici olmaktan ziyade parçalayı-
_____ Yazan: ___
Zeki BAŞTI M AR
cı faaliyetleriyle tanınan Amerikan Jş Federasyonu reisi Green, Paris Konferansına iştirâkî reddetmekle kalmadı, bunu başarısızlığa uğratmak için de epeyi gayret sarfetti. Fakat Green’in gayretlerinin neticesi sadece kendi teşkilatının bazı birliklerini aleyhine çevirmek oldu. Diğer taraftan A-merika’da hakikî bir işçi teşkilatı olan «Amerike istihsal Sendikaları Kongresi» yeni ve ileri bir dünya,teşkilatı kurmak davasında ön sırada yer almaktadır.
’ Paris konferansı milletlerin yaşama ve çalışma şartlarının İslahı uğrundaki mücadelede ayrı ayrı memleketlerin sendikaları arasında sıkı ve daimî bir işbirliği kurm.ık gayesiyle toplanmıştır.Bu gayeyi gerçekleştirebilmek, için Amsterdam Enternasyonalinin çarpık izlerini bazı dimağlardan silmek, siyasî görüşleri ayrı ayrı olan sendikalar arasından yeni ve ileri prensiplere bağlı milletlerarası bir federasyon kurmak kolay bir iş değildi. Bazı ana meseleler üzerinde görüş ayrılıkları çıkması tabiiydi. Federasyonun vazifelerini, gayelerini, tahdid edecek bazı fikirler ileri sürüldü. Yeni yasanın, millî sendikaların otonomisini garantilemekle berabar, iedeıa»you üyeleri arasında disipline önem vermesi, merkezin kararlarını yerine getirmeğe mecbur sayması, Amsterdam Enternasyonalinin zaaflarına bünyesinde yer veıuıemesi ica-bediyordu. Dünya federasyonunun tesirli bir rol oynayabilmesi için bu zaruri görülüyordu. Bu konu üzerinde epeyce münakaşalar oldu. Razıları millî sendikalar için otonomi kabul edildikten sonra mecburiyet prensibinin mânâsız olacağını ileri sürdüler ve aleyhinde bulundular. Fakat bu prensipten vazgeçmenin bu yeni teşkilâtı da, işçi sınıfının menfaatlerini konrumakta, faşizme ve harbe karşı mücadelede hareketsiz kalan Amsterdam Enternasyonaline benzetmek olacağı düşüncesi Konteransda tamamiyle hakim bulunuyordu.
Hararetli tartışmalara yol açan meselelerden biri de Federasyonuri gelecek faaliyetinin hududu meselesi oldu İngiliz mürahhası Citrine Federasyonun siyasetle meşgul olmaması gerektiğini, gayesinin sadece dünya sendikalarını birleştirmek olduğunu ileri sürdü.: Citrine’e gör» sendikaların, yalnız işçinin ekonomik meseleleriyle uğraşması lâzımdı.. Bazı murahhaslar bu fikre iştirâk ettiler. Fakat konferansın büyük bir çoğunluğu, meslek b'rüğini dar bir sendıkalizm (1) çerçevesi içine sı-ğıştıımak gayesi güden bu fikre şiddetle hücüm ettiler İşçi sınıfının sosyal, ekonomik ve politik menfaatlerinin birbirinden ayrılamıyacağı fikri müdafaa edildi. Amsterdam Enternasyonalinin eski önderlerinden Leon Jouhau bile : «ikinci Dünya Harbinin mesuliyeti üzerimizde olduğunu itiraf e-delim Eski hatalarımızı tekrar etmemeliyiz.» diye haykıtdı. Sovyet murahhası Kuznetsov matbuat mümessileriyle yaptığı konuşmada fikirlerini söy
(1) - Sendikalistler işçinin siyasî mücadele yapmadan durumunu düzelteceğine kanidirler ; bunun için işçinin siyasî parti kurmasının, parlamento mücadelesine atılmasının al-y hindedirler . Onlara göre kapitalisin,sendikaların r-hnerliği altında başarılı bir genel grevle devrilmeli, fakat işçi, hükümeti ele almamalıdır. Sanayiin idaresi sendikaların eline verilmek suretile herşey halledilebilir.
le ifade etti : «Sendika teşkilatı netice itibariyle bir sendika teşkilâtıdır I Bunun için siyasetle meş-gül olmaz. Fakat bazen siyasî mesele ile ekonomik meseleyi birbirinden ayırt etmek çok güçtür. Sendikaların bu veya şu mesele ile meşgul olup olmıyacağına karar vermek lâzımdır. Meselâ Ispanya’da, Arjantin’de ve sair yerlerde faşişt rejim siyasî bir meseledir, fakat bu mesele umumî sulhu korumak ve tecavüzü ezmek meseleleriyle bağlıdır. Sulh uğrunda ve faşizm aleyhinde mücadele ise işçilerin öz dâvasıdır.»
Çetin münakaşalara rağmen, Londra Konferansında seçilmiş olan komitenin hazırladığı yasa projesi, esasla ilgili olmayan ehemmiyetsiz bazı değişikliklerle ve oy birliğiyle kabul edildi.
Bu yasaya göre : Federasyon, bütün milletle rin yaşama ve çalışma şaıtlannın iyileştirilmesi için kurulmuştur. Federasyonun gayeleri ancak,çoğunluklarını beden ve kafa işçileri teşkil eden milletlerin hayrına işliyecek bir cihan düzeni kurulmakladır ki, tamamiyle gerçekleştirilebilir. Milletlerin hayat şartlarının iyileştirilmesi ise onlara kölelik ve harp ğetiren faşizm (hangi isimle anılırsa anılsın, ve ne kılıkta oluısa olsun) yaşadıkça imkânsızdır. Bunun için Dünya Sendikaları. Federasyonu her türlü faşişt idare şekilleriyle, harple ve onu doğuran sebeplerle savaşmayı vazife edinecektir. Federasyon harbe karşı savaşı, Birleşmiş Milletler Teşkilatına kuvvetli ve tesirli yardımda bulunmak suretiyle (21. sosyal ve ekonomik sahalarda geniş bir milletler arası işbirl ğiyle, irtica ile mücadeleyle, bütün milletlere tam demokrasi ; hak ve hürriyet temin etmekle başarmak ezmin-dedir. Federasyon, bütün dünya sendikalarını ırk, millet, din, ve siyasî kanaat farkı gözetmeksizin teşkilatlandırıp kendi etrafında birleştirmek, az gelişmiş memleketlerden sendika teşkilatlarındaki işçilere yardımda bulunmak, milletlerarası teşkilatlarda emekçilerin menfaatlerini müdafaa etmek, Dünya Sendikalarının ekonomik ve sosyal hakları uğrunda mücadelelerini teşkilatlandırmak, iş temini iş ücretlerinin yükseltilmesi, iş saatlerinin azaltılması, işçilerin ve ailelerinin, işsizliğe, hastalığa, kazalara, ihtiyarlığa karşı s gortalanması uğrunda savaşmak, sendika üyelerinin kültür seviyelerini yükseltmeğe çalışmak. Federasyonun başlıca vazi-fesidir.
Sendikalarda tam bir demokrasi, ayrı ayrı teşkilatlar arasında sıkı bir işbirliği, Federasyona dahil sendikalar atasında daimî bir temas, sistemli bir haberleşme, yardımlaşma, birbirlerinin tecrübelerinden faydalanma, Federasyonun faaliyet prensiplerinin esasıdır.
Federasyonun en yüksek organı Dünya Kong~ resr’dir. Kongre bir Genel Konsey seçer. Genel Konsey de her millî sendikaya kendi üye sayısına göre temsil hakkı verir. Günlük işleri, ayrıca seçilen bir İcra Komitesi idare eder ; vazifesi sadece Genel Konseyin ve Kongrenin kararlarını hayata geçirmekdir. (3)
(Devamı 8 inci sayfada)
Z. B.
(2) Londra konferansında verilen kararlardan biri de Birleşik Milletler konferansında Sendikalar Federasyonuna temsil hakkı temin etmekti. Fakai San Fransia-ko’da bazı murahhasların itirazı üzerine bu, kabul e-dilmedi. Bununla beraber, Birleşik Milletler anayasasına ilâve edilen bir madde ile, dünya işçi teşkilâtı ekonomik meselelerde Birleşik Milletler teşkilâtı ile Sıkıca temas halinde olmak imkânını elde etmiş oluyor.
(3) Federasyonun genel sekreterliğine, İngilizlerin eski Amsterdam genel sekreterini namzet göstermelerine rağmen, Fransız genel İş Konfederasyonu sekreteri Louis Saillant oy birliği ile seçilmiştir.
Yunus Emre
ORATORYOSU
DNAN Saygun’u ilk tanıtan eser « Özsog»
* ' piyesi idi. Bu piyes o gönün icaplarına
uygun olarak, kanlılıkla Turanlılığın aynı şey olduğunu ifade eder yollu, Hürmüzlü Ehri-menli bir masaldı. Ondan sonra masal bestelemek, kâinatın sonsuzluğunu düşünmek ve böylece hakikatler'en kaçmak, değerli sanatkârın ruhunda bir sanat iştiyaki halini aldı. O zamandanberi gerek insan sesi, gerek saz için bestelenmiş hangi eserini dinlediysek hep o kaçışını gördük. Hep o kendi kendine olmak, kendi kendine yetmek iddiası ; sonunda bir vahi gelecekmiş gibi hep o a-ğır ve sıkıntılı hava 1 Okadar ki, «Karanlıktan ışığa» diye bizim için en yakın realite olan Millî Kurtuluşu yazdı. Fakat bu mevzu, evvelâ Behçet Kemal'in kafasında bir mezamir şeklini. aldı,;sonra da bu türlü anlayışların en elverişli kalıbı, olan -cantad’a döküldü.
Eline aldığı mevzu ne olursa olsun döndürüp dolaştırıp onu böyle masal, kantad ve oratoryo Üslubunda bir duyuş ve söyleyişten kendini alamadı. Tabiî, şu akademi profesörü ve gazete yazan meşhur üstat’ların yirmi senedenberi bir moda haline getirdikleri Yunus Emre’nin mistik tarafı da. Adnan Saygun’u büyülemekte gecikmedi.
Gözleri daima arkada kalan o koca halk aşığı, «Sen derviş olamazsın» diye dövünüp dünya-an ayrılmak istemeyen ve bizim gibi bir dünya kokusu olan insanı bir kere attıktan sonra, geriye kalan Yunus için bu oratoryo güzel bir eserdir. Hattâ Millî şahsiyeti Garb müziğine sokması bakımından ayrıca propaganda kıymeti de vardır. Fakat iukılâkçı bir. cemiyetin yeni müziğini ya-
* ât'm a ktab^es e r bir yer tutacakmı ? Ve tatbik imkânı bulacak mı ? Yoksa, dsğişen bir çok şeylerden dolayı bu da Adnan Saygun’un diğer e-serleri gibi çabucak unutulup gidecek mi ?
Bugün d
Y U
e yaşayan
YUNUS Emre bugün, Karacaoğlan veya Âşık
k*-r-nn oribi vacamıvnr Onun sözlerini
■ Kerem gibi yaşamıyor. Onun sözlerini halk yığınları içinde yayan tekke ve dervişlik gelenekleri bugün hayatımızdan silinip gitmiştir. Hlbuki, Karacaoğlanı, Keremi âşıklar bugün de köy ve kasaba çevrelerinde türkü ve hikâyelerle, halkın kendi müzik, şiir ve anlatma sanatları vasıtasiyle konuşturuyorlar. Çünkü bu şairler, sadece, bugün de içinde yaşadığımız gerçek dünyanın kaygusundadırlar.
Buna karşılık Yunus, XX. yüzyılın başlarından itibaren, hattâ öteki halk şairlerinden önce, başka vasıtalarla, ve başka gayelerle yeniden di-riltilmeğe çalışılan bir şairdir . Tıpkı Karacaoğlan Kerem, Köroğlu... gibi Yunus’u da, geçmişin büyük şairleri arasında okul kitaplarına geçirdik.O-nu kültür terbiyesinde malzeme olarak kullanıyoruz ; ve bunu yaparken," artık derviş Yunus’u, mistik Yunus’u değil, birtakım değerleriyle bizim dünyamız içinde de ayakta durabilen şair Yunus’u arıyoruz.
Yunus’un, din duygularına, ve mistik anlayışa dayanmıyan şiirleri büyük bir yekûn tutmaz. Bununla beraber, başından sonuna kadar, din - dışı,
Fahir ÖZGE
yen manzumele-
insanlık rine
[uygu ve düşünceleri i Tasladığımız oluyor.
Harami gibi yoluma aykurı inen karlı dağ !
Ben yârimden ayrı düştüm sen yolumu bağlar mısın !
Karlı dağların başında salkım salkım olan bulut : Saçın çözüp benim için yaşın yaşın ağlar mısın !
diye tabiat unsurlarına ayrılığın derdini döken mısraları,
Söyler dilim, ağlar gözüm, gariplere göynür özüm ; meğer ki gökte yıldızım ola garip bencileyin.
diye, gariplerin, kimsesizlerin ve o arada, gariplerin en garibi olan kendinin halini hikâye eden mısralarında, ve nihayat, bütün çıplak ve elle tu-(Devamı 5 inci aayfada)
Beşeriyet her devirde san’atkârı’da fikir ada-mını’da imdadına çağırmıştır. Adaletsizliklerin ve iztırapların ancak din yolu ile ve dualarla düzeltilebileceğine inanıldığı bir zamanda Bach ne yapabilirdi ? aşağı yukarı bir asırdanberi ise, insan cemiyetleri bazı meselelerin şuuruna varmağa başladı. Ve san'atkâr öteki âlemden bu aleme geldi.
Beethoven, bundan 130-135 yıl evvel yazdığı Fi-delio operasında yer yüzü adaletinin teessüsü için, İspanyol zindanlarındaki masumların « Hüriyet !» diye bağırışlarını besteledi. Daha sonra 9’uncu senfonisinde, bu tekniği kullanmak için.
«Kucaklaşın ey milyonlar»
«Hür i yete ve hayata kavuşmak, ancak bu iki unsuru her gün yeniden fetheden insana müyesserdir» diyen sözleri seçti, insanlık böylece zihniyeti ile de, tekniği ile de bir takım merhalelere varmışken, meseleler ve muammalar çözülmüşken, geçmiş zihniyetlerin sanatını yeni bir hamle gibi göstermek bize düşmez. Oratoryo, Yunus’un ruhu etrafında mumlar gibi eriyip biterken içimde yine o büyük Beethoven’in irşadını duydum: «Hey dostlar 1 bu seslerle değil I artık bize daha hoş seslerle, ümit dolu seslerle hitabedin 1»_
Fasılasız bir buçuk saat süren eserde ancak üç defa « Yunuş göründü gözüme I > ondan sonrası veya ondan evveli için bir dostumuzun da söylediği gibi, Yunuş de, İsa de, Musa de, ne dersen de l hepsi olabilir 1 Bunun dışındaki kusurları ise ne olursa olsun. İster Kuvartet’în soğukluğu ve zevksizliği olsun, ister Solistlerin, eseri ve üslubu anlamamış olmaları olsun, işin bu tarafını ehline bırakalım. Yalnız biz bekliyeceğiz 1 Anadolu’nun asırlardanberi sürüp gelen derdini, neşesini ve ihtiyacını çağıran türkülerinin senfonisini bekliyeceğiz.
D
D İ
EZ R O T
Ve Aydın Despotlar
Yazan: Adnan CEMGİL
2°n yıllarda demokrasi konusu üzerinde ortaya atılan fikirlerden biri bize Diderot’yu hatırlattı. Işıklar Asrı’nın, yani XVIII. Yüzyılın en büyük kafalarından biri olan Diderot, gerek felsefe ve sanat, gerek cemiyet anlayışı bakımından çağının en ileri en inkılâpçı düşünürüdür, diyebiliriz. Fransa da olduğu kadar her yerde ve bizde de gereği gibi tanınmamış, değerinin anlaşılmamış olması, Diderot,nun düşüncelerindeki Menliği hazmedemeyen otoritelerin karşı koymasından-dır. Buna karşılık, fikirleri tezatlara boğulmuş,ba-zan ileriliğin havarisi gibi görünürken, bazen de en geri romantizme saplanan Rousseau ile, hurafelere, geriliğe karşı en şiddetli ve unutulmaz polemiklere giriştiği halde, sosyal değişmeleri man-tiki neticelerine kadar götürmek gücünden ve bunların gerçekleşmesine çalışacak inkılâpçı anlayış-dan mahrum olan Voltaire’in adlarının asırlardır, dünyayı doldurmuş olmasının manâsını anlayabiliyoruz. Halbuki bugün, Diderot’u «Işıklar AsA» denilen -çağın en tam, en katıksız temsilcisi olarak görüyoruz. Diderot, dinde ateizme, felsefede materyalizme, sanatta canlı bir realizme, siyasette de her türlü tek ve zümre otoritesini reddeden bir demokrasi anlayışına erebilmiştir.
Bu yazıda onun, memleketimizdeki demokrasi münakaşalariyle çok ilgili bir düşüncesi üzerinde duracağız. Bu münakaşalarda Türkiye’de yeni bir hız alan demokrasi hareketleri karşısında şüpheci hattâ düşman bir tavır gösterenlerden bazıları da en çok onsekizinci asırda demokrasi hareketlerini bozmak isteyenlerin, kırallann ve kıralcıların uydurdukları aydın despotluk (Despotisme - Eclairee) teorisini, bayatlamış ve yavanlaşmış olarak fikir piyasamıza sürmek istemişlerdir. Bunlara göre : Demokrasi her millete uygun gelemez, a-aarşi doğurur, bizim gibi henüz garp memleketleri seviyesinde bulunmtyan memleketler için “ iyi, adaletli, aydın bir şefin otoritesi, „ demokrasinin anarşisinden daha hayırlıdır. Büyük bir “ millet babası „ ( I ) nın, milleti “gütmesi „ millet için, “ ayak takımının da işe ka rışacağı veya sözün ayağa düşeceği „ bir de mokratik sistemden çok daha uyguu ve iyidir.
Faşişm’in bulaşık bir hastalık gibi dünyaya yayıldığı günlerde bu «iyi baba'» masalını büyük bir ciddilikle ve eflatun! bir renge boyayarak ortaya atanları görmüştük.
Sanatta realizmin, felsefede pozitivizmin düşmanı olan bir meşhur esteti, Eflatun’un « filo-zof-arkunt» ütopyasını, «Bilge-Baş» adı altında diriltmek istamişti. Gerçekte bu «Duçe> ve «Fühter» in türkçesinden başka bir şey olmayıp bize, bizim için en uygun rejim diye sunulan şey de faşizmin kötü bir adaptasyonundan başka bir şey değildir.
Şu veya bu ad altında demokrasiyi zincire vurmak için irticaın, her zaman ve her yerde tekrarladığı bu masalın maskesini düşürüp, bunun, ne büyük bir gerilik sistemi olduğunu Diderot tam iki yüz yıl Önce açığa vurmuştu.
XVIII. yüzyılın en parlak ( aydın despotlu olan Rus Çariçesi Katerina II. yalnız yakışıklı yaverlere değil, meşhur fikir adamlarına da « kur » yapmaya pek meraklıydı. Memleketini en şiddetli istipdat metotlariyle idare eden Katerina, Avrupa-da esen ilerilik havasına uyar görünmek için, en yeni fikirlere ilgi gösteriyor, Rusya’da birçok reformlar yapmak isteğinde olduğunu yaymak istiyordu. Bu propagandasına kuvvetli yardımcılar bulmak için Avrupa’nın her tarafından en ünlü bilginleri, sanatkârları sarayına kâh misafir, kâh müşavir olarak toplamıştı. Diderot da birkaç ay
için Şimal Semiramisi’nin gözdesi olarak Petro-grad’da kaldı. Katerina onu candan bir ilgi ile karşılamış, bilhassa kültür alanında yapmak istediği reformlar için yardımını istemişti.
İnsanlığın her parçasını üstün bir hayata ermiş görmek istiyen büyük filozof, kurulacak Rus üniversitesi için geniş, etraflı ve tamamiyle ileri görüşlere, inkilâpçı ve halkçı fikirlere dayanan bir plan hazırlamıştı. Fakat kısa bir zamanda Katerina Diderot’nun fikirlerindeki inkılâpçılıktan ürktü, ve coşkun ihtiyarı sarayının içine kadar girmiş müthiş bir ihtilâlci olarak görmiye başladı. Diderot da onun ilerilik, aydınlık jestlerinin iğrenç bir istibdadı gizlemek için kullanılan bir maske olduğunu anlamakta gecikmemişti. İşte bu anlayışladır ki o Les Eleutheromanes ou les Furieux de la liberte adlı kitabında şöyle demişti :
“İlk adaletli, azimli ve aydın despot bir felâkettir. İkinci bir adaletli, azimli ve aydın despot daha büyük bir felâkettir. İlk ikisine benzeyen üçüncü bir aydın despot ise, egemenliklerini unutturarak milletleri köle haline getirir.
«Aydın despotluk - yalanını böylece açığa vuran Diderot bu hükmünü şu sözleriyle tamamlıyor:
“.... her keyfi idare kötüdür. Ben, iyi,kuv-
vetli, adaletli ve aydın bir şefin idaresini bu kaidenin dışında saymam. Bir despot, insanların en iyisi bile olsa, keyfine göre hüküm sürmekte bir kötülük işlemiş olur. Bu, tabasını hayvan seviyesine düşürür, iyi bir çobandan başka bir şey değildir....Hür bir milletin ba-
şına gelebilecek en büyük felâket ; birbiri ardından iki veya üç adaletli ve aydın despotun kendisine hükmetmiş olmasıdır...»
BugCin de yaşıyan Yunus
4’üncü sayfadan
tulur gerçekliğiyle, çürüyen vücutlar ve loprak yığını manzarasiyle ölümü anlatan nice şiirlerii şüphesiz, sadece dünyadan ses verir.
Yunus’un şiirlerinin büyük bir kısmı, bu ha-
yatın ötesine ait konular etrafında döner dolaşır Panteist derviş - Yunus’un kaygusu, ( cihan kay-gusu değil > dir :( Tanrıya ulaşmak, zavallılara, gariplere bu dünyada mükadder olmıyan saadeti, ölmeden de,,/öldükten so.ıra da, varlığını Tanrı varlığına katmak suretiyle tatmak... Yunus’un bütün Ortaçağ mistikleri gibi, insanlara gösterdiği kurtuluş yolu buau^*^^
Bu, ayrı ayrı dinleri ve kavmiyetleri aşan, bütün insanları eşitlik ve kardeşlik halkası içinde gören, dünya saltanatlarının bir benzeri olan ahiret ve Cennet saltanatlarını, dünyadaki işkencelerin bir başka örneğini veren Cehennem azaplarını inkâr eden bir görüştür. Ortaçağın dünyevî saltanatları Papalık ve Halifelik karşısına dikilen panteist dünya ve din ideali, inkılâpçı bir görüşüşün neticesiydi ; ve kendi dilinden konuşan propagandacılarını bnlduğu yerlerde, geniş halk yığınları içine yayıldı, Yunus’un rolü, Anadolu Türk dünyasında böyle bir sanatkâr-propagandacının işini görmek olmuştur. Yunus’un halk diliyle konuşmasını bu kadar iyi bilmesinin, hele köylü halka bu kadar yakın olmasının sırrını, onun şiirlerinden ve menkıbelerinden öğrenmek imkânını buluyoruz.
Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm :
Hürriyet
Seni düşünüyor insanlar
Ev ev, sokak sokak
Şehirler dolusu...
Akıllarını başlarından aldın
Deste deste destanlar ya?dı
Senin için
Aramızdan ansızın ve habersiz kaybolanlar.
Limanlar denizler ötesinde kalmış, Şehirler ardında şehirler
Senin hasretini çekmiş.
Sen, beklenenlerin en iyisi, Özlenenlerin en güzeli hürriyet !.. Sen ekmeğimize katık Düşüncemize sebeb
Sem ümit kadar dost
Ümit kadar güzelsin...
Nuh Naci ÖZMEN.
yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi.
diye, genç yaşında ölen bir insanla, kemale ermeden, başaklarını vermeden biçilen ekinlere aynı bir duygu örgüsü içinde acımasını bilen Yunus menkıbenin de anlattığına göre «fakir halli bir e-kinci* idi. Aynı menkıbe, onun, bir kıtlık yılında öküzünün sırtına alıç yükleyip, bu yabani meyveyi, çoluk çocuğunun rızkı olacak buğdayla değişmek üzere Hacı Bektaş-ı Veli’ye nasıl gittiğini,ve onunla nasıl konuştuğunu anlatıyor. Hacı Bektaş, evvelâ her,bir alıp tanesinin her çekirdeği için bir «nefes» teklif etmiş; «nefeskarın doyurmaz» diye Yunus razı olmamış ; dergâhtan ayrılıp giderken yoldan, pişman olup, dönmüş, ama, geç kalmış ; Yunus’un nasibi, Hacı Bektaş’tan değil, Tapduk Emre’den imiş... Ondan sonra Yunus, Tapduk’a kul olacak, dünyada bulamadığı saadeti orada a-rıyacaktır. - Menkıbedeki bu hikâye, dünyaya bağlı, çocuklarının günlük rızkını düşünen köylü Yu-nus’la, dünya kaygılarından sıyrılmaktan başka çare olmadığını, ve kurtuluşu bu yolda aramanın zaruretini gören derviş Yunuş arasındaki savaşın bir ifadesi gibidir.
Yunus’u bu savaşın çerçivesi içinde görmek, onu tarihî muhiti ve sosyal şartları içinde yeniden canlandırmak, bugünün sanat ve tarih terbiyesi için çok faydalı olur. Bu inceleme metodu, Yunus’ta nefisle ruhun, şeytanî ile ilâhî’nin mücadelesinin tetkikî demek olan idealist görüşün dar çerçivesinden bizi kurtaracaktır.
Fahir ÖZGE.
YOL VERGİSİ
Halil AYTEKİN
L^IZILTEPE köyüne Bahar geldi, bizim Kâhya Çalık Osman’ın gene gülleri açıldı. Bu günlerde ondaki keyf dağda dokuz sü-rüsü otlıyan bir aşiret ağasında bile yok. Boyun, boğaz, kağnı mazısına döndü. Neşesi o kadar yerindeki güldüğü zaman tohumluk bir aygır gibi kirkir kişniyor. Uzun süren kış aylarında kısılan sesi baharla birlikte öyle gür ve yırtıcı çıkmağa başladı ki değme borazan yanında haltetsin... Mübarek eli kulağına bir attı da kıçını köy çeşmesinin önündeki «Ezankayası»na dayadı mı seyret artık ondaki çalımı! (komşular) diye bir başlamayı koysun, bu arık mevsimde köylünün yüreğinde kıştan kalma iki dirhem yağ varsa o da erir..Köy meydanlığında derhal ses, soluk kesilerek herkes kâhya Çalık Osmanı şefaklayıp, süzmeğe başlar. Artık tellalın arkası ne çıkacak onu bir Allah,bir de muhtarla Çalık Osman bilir..
Başka yerde bahar ayı, seyran ayı derler, amma gelgeldim Kızıltepe köylüleri — artık her derdin ve tasanın bu ayda baş kaldırıp, başlarına tebelleş olduğundan mıdır her ne halse-, bahar ayının a-dını «Kıran ayı» koymuşlar...
Kızıltepe, köyü güzeldir, şirindir, manzaralıdır. Kızıl ve karlı tepeleri üzerinde top top çamları içinde bülbüller şakıyan, ballı yemişler veren bağ ve bahçeleri vardır, vardır amma gelgeldim baharla birlikte sökün edip gelen çeşit çeşit dertlerin çoğalmasından olacak ki haşmetli bahar hazretlerinin savuşup geçtiğini Kızıltepe köyünde kimselerin tüyü bile duymaz. Milletin işinden, gücünden göz açıp başını kaşımağa bile vakit bulamadığı bu sıkışık ve dar günlerde bir de köyün kâhyası (kiziri) Çalık Osman’ın köylüye uğursuz haberler ulaştıran acı ve yırtıcı uluması karışınca, köylünün büsbütün canı burnuna gelir. Köy bu ağrısı, derdi mi tükenir ? Dedik ya bütün dertler bu ayda tazelenir. Borçlusu, harçlısı, bakkalı celepçisi leşe toplaşan kuzgunlar gibi köyün başına hep bu ayda musallat olur. Bunun da bir sebebi ve hikmeti var. Bir defa uzun kış aylarında bir türlü vol vermıyen yüce dağlar ve geçitler ancak bu aylarda aşılarak, altı yedi saat süren bir katır yolculuğundan sonradır ki, ancap Kızıltepe’ye e-rişilir...
O, kış boyunca kapılarını yabancılara kapı-yan tıhsımlı bir kutu gibidir. Yollar diz boyu karla örtülü olsa bile, gerçekten köylü muhanet (zaruret) var diyerek yollarda donup, kurtlara, kuşlara yem olmağı bile göze alarak bir türlü yolundan kalmaz! O pazardan pazara iğdesini, odununu, pekmezini, çeltiğini katır ve merkeplere sararak haftada bir kere olsun eksiğini gediğini yerine getirmek için kasabayı boylar. Böyle günlerde ba-zan da tali çarhı tersine döner, pusulayı şaşırır ve ıssız dağ başlarında mezarı belirsiz olup gider.
Ya kibar ve nazlı şehirli öyle mi ? «Biz canımızı pazardan satın almadık ya» diye mart dokuzu, dokuzun dokuzu, nevruz, kocakarı soğuğu şilteyi sevir gibi sayılı günleri ve fırtınaları inceden inceye hesap etmeden kolay kolay bu Allah’ın belâsı dağlarda yolculuğu göze almaz...
İşte, bizim Çalık Osman yolcu kargası gibi gözleri yollarda bu sayılı günlerin geçmesini bekler. Salgınımsı, sofracısi, ormancısı, ofiscisi Kızıltepe köyüne artık biribir peşinden mekik dokumağa başlamıştır... Bu konukların Sinişiydi, sof rasıydı atlarının samnıydı, arpasıydı deıken ortaya çıkan bir yığın külfetli işler köylüyü arpacık kumrusu gibi kötü kötü düşündüre dursun, bizim
Çalık Osman’ın birden yıldızları parlar. Silik şahsiyeti köyde birden önem kazanarak şapka hovardaca bir yana yıkılır, yürüyüşü değişir «Kom-şulaar...» diye sokak sokak Önlediği tellâlarda bile sesi daha yağlı ve gür çıkmağa başlar...
öyleya, misafir ağırlamak kolay bir iş mi ? Hele, ucunda azıcık ta âmirlik, memurluk sıfatları varsa, artık ekmek, aş beğenmiyen, suyu üfü-rüp için, gecenin bir yansından sonra (bu ev kokuyor) diye yatak ve ev değiştiren daha bilmem canları neler neler istiyip arzusuna muvaffak olamayınca bin nağra, küfürle atını ahırdan çekip I iece yansı (Elbet kalmazya kuyruğunuz bir elime >,ğeçer) diye homurdanarak şehirin yolunu tutan Sensizi, kibarı, soysuzu, sopsuzu, yumuşak başlısı ' Şert başlısı hep Çalık Osman’ın başında. O, on sekiz yıldır bu meslekin ehli olduğu için, adamına göre kuyruk sallayıp lâf yapmasını bilir. Tevekkeli değil, bazen bir kelimede misafirini mum eder. Artık taliine bazan da attığı taş gözettiği kuşu vurmaz. Ya kıçına hatırı sayılır bir tekme yiyerek it gibi azaılanır ve yahut ta acı acı alay edilir. O bu gibi alay ve azarlara karşı da pişkindir. (Bu geçmişi tenekeli meslek ancak böyle götürür Kuzum) diye uğradığı bu acı maamelenin mükâfatını çok zaman misafirin softasının bir kenarına ilişmekle ödeşir. Köyün muhtarı ve azalan bile misafirin karşısında el pençe divan dururken o iki dizinin üstümde lokmaları birbir peşinden tıkıştırır. Bu kadarcık ikıam bile, bütün zahmetlerini unutturacak kadar onu böbürlendirip, kabına sığmaz eder.
Hele, o köylünün rüyasında bile görmediği tavuk, hindi etleri, ballar ve baklavalar arasında sofradaki imam suyundan bir kaç kadeh atmak fırsatını bulabilirse değme keyfine.” Artık sen o zaman bizim çalık Osman’ıdaki cünbüşü seyret tekerinin önüne taş koyan olmazda, mîsafİfden güler yüz de bulursa dilleri çözülür. Hemen arkasından boğazını birkaç sefer ayıkladıktan sonra kimseden en ufak bir teklif beklemeden elini kulağına atar gözleri yumulu «medet hey» diye bir çekti'tfii m*safilin lokmasını ağzında kurutur. Artık Çalık Osman muradına ermiştir. Misafiıin heybetinden tirtir titriyen köylüler, yanında o, bir kat daha itibar kazar mıştır. O böyle aylarda köylülerin yanında bayatlaşmış İstanbul ve askerlik hikâyelerini bir çalımına getirerek misafire de tekrar etmek fırsatını bir yakalıyabilirse ortalığı gülmekten kırar, geçirir!. Haddin kaçsa dinleme ! Sultan Ahmet’teki koc-.li kadınları baştan çıkaran o eski davudi sesinden tut ta bilmem nere kazasının askerlik şubesinde çevirdiği dolaplarla şube reyisin-den ziyade hüküm yürüttüğü seneler bir bir ortaya dökülür. Burada meseleyi çakan da çak-mıyan da Çalık Osman'ın bu ucu arkası kesilmez palavralarına ister istemez kavuk sallar. yoksa mesele s-dece m safirin gönlünü hoş edip, iş sarpa sarmadan baştan atabilmek korkusundan başka bir şey değildir.
Çalık Osman'ın Kızıltepe’de başında o kadar çok umûr ve iş vaıdıı ki misafir ağırlamak bunlar yanında sultanlık kalır. O mühtarında, köyün de, yerlininin ve. yabancının da dini direğidir.Onsuz köy çürük bir çatıya benzer. Vazife bir değil, sabahlevin etkenden kalkıp köyün biricik o-dasinı yakmak isler, köylü odaya dolmadan ortalığı silip süpürmek, boş destılere çeşmeden su dolduımak ister . Daha d ha misafirlere kapu ka-pu gezerek evleıdrn konak (gezek) taşımak ister. Atları yem, saman ve t mar ister. Hele hele ace
mi ve tor muhtarları vazifeye alıştırmak ister...Köye kaymakam ( sıtma dohtoru ) gelirken mahalle mahalle gezip angariyecilerin başında nefes tüketerek misafirlerin geçeceği yollan temizletmek düzelttirmek ister.. İsterde ister.
Bütün bu işler, yıllığı otuz yarım buğdayla, birkaç çeten samana yenilir, yutulur şeyler değil amma, o bu işlerde o ■'kadar erbap olmuştur ki mesnedini kaybederek dostun düşmanın yanında küçük düşmek endişesile işlerine dört elle sarılır, O, bütün bunlara rağmen de kafa ktzdımı muhtarına da, koruyucusuna da, hocasına da, hacısına da hüküm yürütmesini bilir On sekiz senelik meslek hayatında elinden okadar çok muhtar gelip, geçmiştir ki bunların cemazüyül evvelleri bir bir defterinde yazılıdır. Muhtarlatın inekbaşlısı, tavşan yüreklisi, gelir gider akıllısı, hülâsa, sıkısı, gevşeği daha neleri neleri elinden geçmiştir. Onca, bir düzüneye yaklaşan bu sicili bozuklar içetisinde öyleleri çıkmıştır ki, kurban derileıinden tut ta ö-fis anbarındaki buğdaylara köylüye mektep ve çeşme parası diye attıkları salmalara vanncıya kadar çeşitli dalavereler icat ederek köylünün kanını içine uyuşturmuşlardır. O, muhtarların bu çeşit kabahatlerini, kulaktan kulağa fısıldamasına rağmen teline dokunulmayınca yüzlerine vurmaz. Lâkin, bir defa da kafa kızdımı «Açtırma kutuyu söyletme kötüyü, diye ağzı bir açarsa dünyayı gözü görmez olur. Onun bu öfkesi karşısında hasmının ortadan sıvışmaktan başka çaıesi kalmaz.
Çalık Osman’ın Kızıltepe’de bir dostu da köyün öğretmenidir. Günde bir iki defa yanına uğ-rıyarak posta güverçini gibi köyden öğretmene, öğretmenden köye, havadis uçurur Öğretmenin karşısında bacak bacak üzerinde cigara tellendirirken «Hele şu ceridiyeyi bir oku haıpçilikten ne yazıyor» diye ara, sıra havadis öğrenmek merakına kapıldığı da olur. Ceridiyeyi dinledikten ve o-radan doğruca köy odasına giderek, başına topla-şau kalabalığa «Komşular ceridiyenin yazdığına bakılırsa iyi günlerde değiliz, bizimkiler ıcık mos-kofu kızdırmışa benziyorlar.* etrafında bir merek-lı kafilesinin toplandığını görünce, kend ni naza çekerek bir müddet siftindikten sonra, «Ortalığın vaziyeti içerimizinde bozuk olduğunu gösteriyor. İstanbul’da talebeler baş kaldırarak ceridiyenin birinin küllüğünü göke savuımıışlar. Bu devirde çok ağız açmağa da gelmez. Maazallah sonra a-damın dilini keserler komşular» diye göğüs geçirir. Bu tevir konuşmaların alt tarafım karıştırırsanız, bizim çalık Osman biraz da dünyanın karışmasını istiyenlerdendir. Bir bacağı anadan sakat olduğu için nasıl olsa askerlik t'itmıyacağına ortalık düzelinceye kadar köyün horozu olarak ka* acağını düşünür. (Bu ne canım insanlar azdılar nasıl aramazsın gözünü sevd ğim sefeıbeıliği sağlamı, çürüğü belli olsun.) diye ikide bir mırıldanması da pek boşa değildir.
Gülme komşuna, gelir başına demişler, hay gidi dünya o padişahlar padişahı sultan Süleyman’a bile yar olmamış. İleri, geri derken günün birinde bizim çalık Osman’ında borazanı ötmez oldu.Kulakları düştü. Böyle bir iş, şeytanın bile aklından geçmezdi. Beklenmedik bir zamanda başına inen tokmağın nereden geldiğini ne kendisi ne de başkaları bilebildi ..
Gene, köylüleri arpacık kumrusu gibi düşündüren baharlardan biliydi. Etraf dağlatın eriyen karlarile beraber tılısıınlı kutunun kapağı açılmış
(Davamı 8 inci aayfada)
SEÇİM HAKKI VE DEMOKRASİ
(Başmakaleden devam)
Maksim G o r k ı
1 inci sayfadan devam
kasabanın o seçim zamanındaki ihtiyaçlarına cevap veren hususî bir programı ortaya konur. Müstakil namzetler de, mevcut programlara ve siyasetlere göre kendi aldıkları ayrı yeri, ve programlarını belirtirler. Bu suretle vatandaşlar, kime ve niçin rey verdiklerini, seçtikleri mümessillerden neler beklediklerini sarahatle bilmek fırsatına kavuşurlar. Seçimden sonra da, seçilenlerin, program ve vaitlerine sadık kalıp kalmadıklarını takip edebilirler. Fakat parti ve şahıslar, bu işleri görebilmeleri için gazete, dergi, broşür, el ilânları, duvar afişleri, radyo programları gibi yayın vasıtalarına, toplantılar, konferanslar, münakaşalar, gösteriler, memleketin her köşesinde teşkilâtlanma gibi faaliyet imkânlarına sahip olmalıdırlar. Tabiî, teşekküllerin ve şahısların masuniyeti de kaçınılmaz bir şarttır.
Hasılı, vatandaşın seçme ve seçilme hakkı demokrasinin ilk ve temel şartıdır, ama, bu hak kendi başına bir şey ifade etmez. Söz, fikir, yayın, toplanma, teşkilâtlanma hak ve hürriyetlerile ve teşekküllerin, şahısların^ ye mülklerinin masuniyeti şartıyla sıkı sıkıya bağlıdır. Demokratik hak ve hürriyetlerden hiç biri tek başına yürüyemez, hepsi bir bütün teşkil eder. Dahası da var : demokrasi, bütün bir cemiyet sistemi ve ona uygun zihniyet ve görüş damek olduğuna göre, siyasî alanda bu esas hak ve hüriyetlerin belirmesile de demokrasi davası halledilmiş olmaz. Cemiyetin bütün müesseseleri, iktisat sistemi ve teşekkülleri, ailesi, mektebi, gençlik teşekkülleri, spor, sanat kurulları hep demokratik e-saslara göre olmak zorundadır. Demokratik cemiyet her a-landa müesseseleşmiş, teşkilâtlanmış bir cemiyettir ve esas hak ve hüriyetler her cephesine şamildir.
Demokrasi dâvası, tek tek, bir kaç hürriyetin vatandaşlara verilmesi dâvası değil, bütün bir cemiyet sistemi dâvasıdır.
Behice BORAN
herşeyi anlamak için ihtirasla dolu insanlar, insan onlara bakınca Rusya’nın dünyada en parlak demokrasi memleketi olacağını görür.„
Gorgi için, halkın dâvasiyle ilgili olmıyan bir edebiyat yoktu. Ona göre hayat, menfaatları ve ruhları birbirinden ayrı insan gruplarının mücadelesi olarak kaldıkça*edebiyat ancak bir savaş silâhı olabilir. Sanat cnun için hayata mO-vazi giden bir yol değil, hayata giden bir yoldur. Ölmez sanat eseri halkın ö-lümsüz ruhunu : emellerini, gayretlerini ifade eden sanat eseridir; çünkü, ö-lümsüz olan yalnız halktır, sanatkâr, halkı duyduğu ve duyurduğu nisbette büyüktür. Halk sevgisi Gcrki’de mücerret ve boş bir mâna ifade etmez; bu sevgi, onda, insan oğluna karşı duyduğu derin sevgide ve hayranlıkta müşahhas i-iadesini bulmaktadır.
“İnsan.... İşte hakikat budur... Herşeyin başı ve sonu budur... Herşey insanda, herşey insan içindir. Yalnız insan var, geri kalan herşey onun elinin ve dimağının işidir, İnsan 1... Bu ne mağrur sestir !...„
Hiçbir sanatkârda insan Gorkide olduğu kadar heybetli değildir. Onun insan oğlunda gördüğü ve gösterdiği en büyük meziyetlerden biri, kendi insanlık şerefi uğrunda savaşçı olmaktır. Hakikat yolunun fırtınalı denizinde bir “albatros» gibi savaşçı olmak. «Ana» romanının ahramanı, Pavel Vlasof, Onun annesi, “Meşçanın» piyesinin kahramanı makinist Nil, “ Düşmanlar» piyesinin ve hemen hemen bütün eserlerinin kahramanları hakikat ve insanlik şerefi uğrunda savaşan, yılmak bilmiyen insanlardır.
Gorkj, insanlığın geçirdiği son büyük felâketi görmedi, fakat derin sezişiyle ve dehasiyle bu felâketin yaklaşmakta olduğunu anlıyor, bunun ıztırabını kalbinde taşıyordu. Daha Almanya’da faşizm iktidara gelmeden tehlikeyi görerek, dünya aydınlarını medeniyetin ve demokrasinin korunması uğrunda savaşa çağırıyordu. Daha o zaman şöyle söylüyordu : “Kafasız maceracılar : Hitler ve benzeri serseriler... milletlerin kitle halinde imhasını hazırlamadan yaşıyamaz-lar... Onların işliyemiyecekleri bir cinayet, dökemiyecekleri kan yoktur.»
İnsanlar ıztırap çektikçe, daha iyi bir hayat uğrunda savaştıkça, Gorki’yi duyacak, onda bir kuvvet kaynağı bulacaklardır.
Zeki BAŞTIM AR.
k
köyün sehire açılan biricik geçidi olan domuz beline, köylüler üç gün arka arkaya yol yapmağa gittikten sonra, birbir peşinden borçlusu, harçlısı Kızıltepe’ye sökün etmeğe başlamışlardı... Fakat bütün bunlardan Osman’a ne ? bütün köy ateşe yansa içinde kaç meteliği vardı sanki, kış boyunca odanın bir köşesinde kör bir kandil gibi içi kararıp uyuşuk uyuşuk oturduğunun acısını çıkar- de de parayı tamamlayamayınca günün birinde mekçi kitlelerinin menfaatlerini korumak için yeni Dünya Federasyonu’nun elinde iyi bir rehberdir. Federasyon bu yasa ile ilk adımını iyi ve sağlam bir temel üzerine atmış bulunuyor.
Yeni milletlerarası işçi teşkilâtı sanayice geliş-
mak zamanı gelmişti onun için sevinçliydi. Baharın ilk çiçekleriyle beraber, onun da gözü, gönlü çıralanmağa, kısık sesi kapandan kurtulmuş bir horoz gibi acı acı yükselmeğe başladı. Pazardan pazara muhtarın kazadan getirdiği emir ve tebligatlara bakılırsa cıcık» işler, bu sene sıkı alacağa benziyordu. Mektep seferberliği için atıldta on iki bin lira paradan dolayı, daha şimdiden köylünün ağzını bıçak açmıyordu. Köylünün ofis borç-larile birlik hükümete yatırdığı on bin lirayı aşan vergi borcuna bu miktar da katlanırsa bu yıl halleri dumandı. Bir bir peşinde beş sene devam e-decek olan bu on iki bin liralık salma parası köylünün canına okuyacağa benziyordu. «Bu gidişle köye daha birinci bina çökermeden biz çökecek gibiyiz» diye homurdanan köylüler olursa, Çalık Osman, elini ağzına kapayarak «Sus bire emmimoğlu siz bu işleri hükümetten daha iyi bilmezsiniz siz ne kadar cahil kafanızla ayak direyip yobazlığı elden bırakmasanız-da Allah devletimize zaval vermesin o isini bilir» diye kendinin de bu işlerde karınca kaderince payı olduğunu köylüye duyurmağa çalışırdı..
İşe bak ki oda köşelerinde duvar diplerinde kendisinin zibidiliği, züğürtlüğü ile alay edip,eğlenenlerin çöküşünü seyre hazırlanırken Kızıltepe’ de ilk kızılca kıyamet kendi başına koptu. Mektep salmasının peşinden bir sabah bakaya yol ver
gileri toplamak için köye gelen tahsildarlar hacze çıktıkları zama. iTk önce. onun kapıs;na asıldılar. Defterin gösterdiğine göre üst üste katlanan ceza ile birlikte kendisinden tam altniış kayma tutan beş senelik bakaya yol vergisi isteniyordu.
Sağa, sola kıvrandı bir havli kemküm etti ise de Kabul olunan yasa, milletlerin sosyal ve eko-
hükümet şakası mı olur ? Aldığı mühlet içerisin- nomik hayatlarında 'tesirli bir rol oynamak ve e-
"emsalları île onvl da deliğe tıktılar,
Çalık Osman için bu darbe çok ağır oldu ise de, netyapsın babasının bankada kasası yoktu ya böyle senelerde altmış kayına dediğin aitmiş tane taşın altında saklıydı. Köylerinde bu parayı kaç iniş memleketlerde olduğu gibi, geri ülkelerin ve kişi, yerebilirdijsanki. sömürgelerin işçi teşkilatlarını da içine alıyor,De-
mokrasi hareketlerinde mühim bir merhale olan Paris konferansına iştirak etmeyen memleketler parmakla sayılacak kadar azdır. Fakat millî sendikaların kurulmadığı memleketlerde milletlerarası işçi toplantılarına istirâk edememekten üzüntü duymak ve belki de milletleı arası işçi teşkilatlarından bahsetmek lüzumsuz ve yersizdir.— Z. Y,
işine yarama-tarafı inmeli ayrı ayrı.ka-
kişi yerebilirdijsanki.
Habishana Çalık Osman’ın hiçte mıştl doğrusu,.. Bir defa evde bir yatalak bir karı ile birlikte ı üç tane rıdan olma üç sümüklü çocuğu yüz üstü bırakmıştı. İkincisi dostun, düşmanın içinde güldükleri şimdi de kendi başına gelmişti. 11 uşağı bu, onun muhtar ve tahsildarın önüne düşerek kapı kapı dolaşıp yol göstericiliği yaptığı günleri unutmamıştı. Hele, borçlunun kapısına vardıkça kadınlara karşı şapkayı bir yana yıkrak «Kocan olacak döy-yos nerede şu pisliklerini temizlesin» diye, öyle bir kırışıp çalım satması vardı ki, onun bu hali en sessiz insanları bile dinden imandan çıkarmağa yeterdi.
İş bunlarla bitse iyiya, Felek gancasını bir defa takmıştı. Habishaneden çıkınca evi karmakarışık buldu. Bir defa evdeki gelinlik kızı komşu kadınlar tarafından ayartılarak baldırı çıplağın biriyle ipi kırıp sıvışmıştı. İşin daha kötüsü onu dağlar kadar güvendiren on senelik mesnedi de elden gitmişti....
Ara sıra köyün boşbağazları Çalık Osman’a
(3 üncü sayfadan denvam)
eski günlerini hatırlatarak çileden çıkarmağa çalıştılar mı, o kelebek olmuş kötü bir toklu gibi boğazı hırıldıyarak kötü kötü öksürür, başına top-laşanları ters ters süzdükten sonra (Bırak git hemşehrim, ele değen saman çuvalına değermiş) diye homurdanmağa başlar. Ve bir zaman o çuvalın başkaları olup kendisinin seyirci vaziyetinde kaldığını hatırlattılarmı ( Benden belânı arama çıfıt tohumu) diye karşısındakine yanından ayırmadığı başı topuzlu sopasını götererek arka arkaya verir küfrün kalayın gözünü....
Halil AYTEKtN.
Sekli köyü 946
leride oldukça dikkati çekmektedir. Bu mütehas-sışlar İngiltere’nin senayi memleketi olması dolayısıyla bu sahadaki sosyal sigorta ile uğraştıklarını söylüyorlar. Ziraat işçisi çok olan memleke mizde acaba ne dereceye kadar muvaffak ola • caklar.
FİKİR,SANAT VE T£NKİTDER§İSİ
I
ÇALIŞMA DERGİSİ
Çalışma Bakanlığının kuruluşundan beri müşahede ettiğimiz ana fikir de şudur. Bu sahaya yabancıyız, yavaş ve emin olarak yürüyelim. Derginin ikinci sayışında gene bir iktisat profesörü tarafından açık olarak bu zihniyet tekrar belirtirmiş-tir. Bu profesör sosyal sigorta kanununun bundan on yıl evvele yani 1936 yılında çıkan iş kanunundan altı ay sonra yapılması lâzımgelirken ancak bugün yapıldığını unutmuş olacak. Memleketimizin batı memleketlerine kıyasen geri kalmış
sahalardaki açığı kapatmak için prensip olarak kabul edilen sürat formülünün bu meselelere şümulü yokmu acaba ?
Yaşar ÇÖL
oprak adamı ve deniz adamı. Toprağının tavlanıp tavlanmadığını anlamak için kıçıyla yere oturan toprak adamı ve Posidon’la bütün ömrün
ce çarpışan ve sonunda namazsız, niyazsiz ve tel* kinsiz, sularda ölen denizci I...
Halikarnas Balıkçısı, bu kitabı yazan hem toprak adamıdır, hem de deniz. Londra’da üniversite, Paris’te, Roma’da ve Madrit’te resim ve müzik öğrenmiş olan, dünyanın en eski ve en yeni dillerini çok iyi bilen bu muharrir, elli yılı geçen ömrünün bir kelimelik hedefine ulaşmış nadir bahtlılardan biridir. O, artık bir «insansdır. Bu hedefine ulaştıktan sonra artık bir demir parmaklıklı pencereden avuç içi kadar bir parçasını görebildiği insan dünyasından onu hiçbir şey ayıramaz. Çünkü ondaki hayat ve dirilik kendisinin ölümünden sonra bile canlı kalacaktır.
Bu kitabı okumamış insan sadece bir bahtsızdır. Hattâ, diyorum ki, bu kitabı okumıyan belki de insanlığını daha kuvvetle hissetmekten yoksun kalacaktır.
Eseri takdime cesaret edemiyorum. İşte size bir sayfa. Bu sayfa kitap hakkında belki size bir fikir verebilecektir. Ve ben bu sayfayı bu sütunlara geçirirken aziz ve vefakâr dost, Halikarnas Balıkçısı, senin bu satırlarının altında, bütün insanlarla beraber kendi imzamı da görüyorum. Çünkü bu kitap artık senin değil, gün ışığı, deniz mavisi ve toprak kokusu gibi, bütün insanlarındır.
ÖÇ.
«Gezgin denizci hayatımızda çok yerler gördük. Adalar Denizinde bir ada arkada kalıp denize gömülürken, hepsi de birbirinden güzel, on adarın önümüzdeki ufuktan kalkması. Tren ıslığı, vapur düdüğü, vinç harharası, ve el kol kargaşalığı içinde iş gören liman amelelerinin bağırıp çağırma-lariyle gürleyen sık gürültülü Pire limanı. Akşamleyin Mataban ve Malea burunlarının çıplak ve turuncu kayaları, Çengo adası. Geceleyin Girid’in ay ışığında karlariyle ağaran üç bin metrelik 1da dağı. Tâ ötede şafakleyin penbeleşen Et-na yanar dağı. Sicilyanın beyaz şehirleri, lava ile çevrilmiş Ratanya, hilâl şeklindeki Messina şehri. Yüksek ve rüzgarlı Taormina. Deniz ortasında ehram şeklinde bir kül kümesi Strumbuli yanar dağı. Gürültü ve şarkı içinde Napoli. Mavi havaların koynuna gömülmüş Sardeniya ve Korsika. Hele Cenovadaki Kristof Kolomb heykeli. Yüzlerce doklariyle, musiki ve açık havasiyle Marsilya. Sokaklarından şarap ve karasaçlı kara gözlü çocuklar akan Barselon ve Malağa, bunların her biri gözlerime açılan yeni yeni âlemlerdi.
Fakat bu gördüğüm yeni yeni yerlerin tadı ta-
n dahi ka-
yazan bir
Sosyal davalara ait mev-
Ç ALIŞMA Bakanlığının ayda bir yayınlamak-ta olduğu «Çalışma» dergisinin 4’üncü sayısı Mart 946 da çıktı. îş ve işçi meseleleri üzerinde çalışan ve bu sahada daha çok teknik imkânlara sahip olan bir dairenin çıkarttığı dergide rakamlara dayanan bilgi ve etütlere yer vermek lâzımgelirken, bir kaç müstesna, yazıların pek sathi olduğu görülmektedir. İş kanununun tatbikatını sağlamak gayesile kurulan İŞ dairesinin on yıllık, çalışma Bakanlığının da bir seneye yakın bir mazisi olmasına rağmen, halen memleketimizde çalışan işçi kitlesinin rakamı bilinmediği gibi iş kanunu çerçevesine giren işçileri; ti olarak rakamı bilinmemektedir.
Derginin ciddî olmıyan bir yazısından kısaca bahsedeli m.
Günlük gazetelerde siyasî makaleler
siyasî tarih professörü ;
zuatımızın Milletler arası mukavele hükümlerini karşılamaya kâfi geldiğini ve bundan dolayı sosyal davalar için yenıoır kanunî hükmün tedvinine lüzüm olmadığını iddia ediyor. Bu yazının iki sayfa ötesindeki diğer bir yazıdan^ okuyucu öğ-reniyor ki, Milletlerarası Çalışma Mukavelesine göre ziraat işçilerine iş kazaları tazminatı verilmekte ve sanayi işçilerinin sahip oldukları cemiyet kurma ve birleşme hakkını ziraat işçileri için de tanımaktadır. Halbuki memleketimiz daha zi-‘yâde ziraat memleketi olduğuna gön lerilsenayi işçilerinden halen ( çiler bugün dahi iş kanunundan u:
gibi sosyal sigorta kanununu da dışında bırakılmıştır. Elimizdeki kanunlar ne senayi işçisine ne de ziraat işçisin© cemiyet kurma ve birleşme hakkını tanımamaktadır. Görülüyor ki sayın profesörün iddiası ayni derginin iki sayfa öterindeki yazı ile tezat teşkil etmekte ve adeta ikinci yazı tarafından bilinmeyerek, cerh edilmektedir.
Sosyal sigorta kurumu için İngiltere’den getirtilen iki mütehassısın dergideki beyanatımsı söz-
nıdığım yeni yeni insanlar ve edindiğim yeni yeni arkadaşların yanında birer hiçti. «Huyu, suyu aykırı, dilleri başka olanlar birbirlerine ısınamazlar,» derler a. Yâlan! Beraber çalişıp beraber çile çeken insanlar birbirine öyle bağlanıyorlar ki,bir kısmı buz, bir kısmı da ateş olsa, birbirine uyup can ciğer kardeş oluyorlar. Ben öyle arkadaşlar edindim ki onların birisi yanıma gelince, yanıma birisi gelmiş gibi değil, fakat yanımdan yabancılar ayrılmış da kendimle baş başa kalmışım gibi oluyordum.»
Köy Enstitüleri Dergisi
J_|asanoğlan Köy Enstitüsü öğrencileri tarafından hazırlanan ve Millî Eğitim Bakanlığınca yılda dört sayı olarak çıkarılan bu derginin şimdiye kadar henüz üç sayısı basılmıştır. Dergi, Köy İncelemeleri, Enstitü çalışmaları,Haberler isimli üç bölüme ayrılıyor.
Yalnız enstitü öğrencilerinin yazılarını yazan dergi, bir amatör işi olmak şöyle dursun, gerek inceleme, gerek sanat bakımından, Türkiye’de çıkmakta bulunan dergilerin bir çoğundan daha doyurucu, daha ciddidir. Her üç sayının incelemeler kısmında çıkan makalelerin yalnız başlıklarını yazmak bile, okuyucuya bu hususta toplu bir fikir verebilir. Bunlar arasında Hasanoğlan köğünün geçim durama. Bayramlı köyünde evlenme, Çukurova*da toprak ve müstahsil durumu, Bakır çayı vadisindeki beş köyde ziraat işletmesi, Köye göre çeyizin toplumsal anlamı, Foça çifliğinin Foça köyü üzerinde sosyal etkileri, Köyde tedavi ve ilâçlar nasıldır ?, Arsız oflar, Macar köyünde bir aile, İş eğitimi sözlüğü ile ilgili incelemeler bilhassa tavsiyeye değer.
una göre ziraat işçi- Ilk saylda daha «ok saz *8»ri a£ziy,e yazılan daha çoktur. Bu iş- ve birer Bazire veFa taklit olmaktan ileriye gide-zak tutulduğu m>yen şiirlere yer verilmiş ise de, öbür sayılarda ° şiirler herhalde daha çok elenmiş olacak ki, bu defa yalnız gerçek sanat değeri bulunanlar basılmıştır. Bunlar arasında Haşim Kanar*\n Mezarlık köy ve Mehmet Başaranın İlân-ı aşk ve Turan Aydoğan’ın Boş ev adlı şiirleri, bir de Talip Apaydın’ın Karın ağrısı hikâyesi herhangi bir sanat dergisinin yüzünü ağartacak değerdedir.
Bu şiir, Köy Enstitüleri Dergisi*nin IH. sayısından alınmıştır.
İ L Â N - I AŞK
Gücüm senden, acım senden,
Senden dizimde derman, gözümde fer ; Terim değil mi
Dudağında titriyen çiğler ?
Rengin alnıma vurmuş,
Tabanlarımda hâlâ sızın,
Sırtım terli,
Bak nasıl yanıyor avuçlarım.
Kara toprak,
Seni seviyorum I
Mehmet BAŞARAN.