1946 Haziran etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1946 Haziran etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kaynak: TÜSTAV - Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı Arşivi

FIKIR.,SANAT VE TENKİT DERGİSİ
SÖZ.ÎCA5URKEN
Yazan : ZEKİ BAŞTIMAR
♦ * «
Behıce BORAN
kabiliyetini arma karışık , programla-
S-





EMOKRASİNİN ne olduğu hakkında ileri sürülen ta-1 rifler ve demokratik rejimlerin geı çekte aldığı şekil-
ler birbirinden ne kadar farklı olursa olsun, hepsinde umumî, müşterek bir vasıf vardır : vatandaşın, memleket işlerinde sesini duyurabilmesi için rey hakkına sahip olması. Bu rey hakkı, bilhassa mahallî mümessilleri ve milletvekillerini seçmek bahsinde mühimdir. Fakat, her vatandaşın rey hakkını müessir bir surette kullanabilmesi, memleket işlerinin gidişinde gerçekten bir payı olabilmesi, hangi şartlara bağlıdır ?
«Vatandaşlar fert olarak birer birer rey sandığı başına giderler, bir puslaya istedikleri kimselerin adlarını yazıp sandığa atarlar ve böylece demokrasinin ilk. esas şartı yerine gelmiş olur » diye ifade etmek, meseleyi fazla basit ve ger-y çeklere hiç te uygun olmıyaıı bit şekle sokınaktır. «Demokratik» diye vasıflandırabileceğimiz hiç bir cemiyette vatandaşın rey hakkını kullanması bu şekilde değildir ve olamazda..
- Bugünün, nüfusları milyonları aşan millet toplulukları, vatandaşların fertler olarak biraraya gelip doğrudan doğruya teşkil ettikleri topluluklar değildirler. Fertler, daha küçük grupların mensubu olarak, guruplar halinde, millet topluluğun teşkil ederler. Bir kere, bugünün dünyasında millet taplu-iukları genel olarak sınıflı cemiyetlerdir. Ayrıca, daha küçük t guruplar teşkil eden işblöümü zümreleri vardır. Azınlıklar, dinî cemaatler vardır. Köy ve şehir ayrılığı ve tezatları meydana gelmiştir. Bütün bu ayrılıklar, iç ve dış siyasetin her alanında menfaat ve görüş ayrılıkları olarak belirir
Eğer vatandaşlar fert olarak birer birer rey sandığı başına gelip her biri kendi tanıdığı, münasip göıdüğü şahsa reyini verse, meydana gelecek mahallî ve merkezi meclisler, birçoğu siyaset alanında imtihandan geçmemiş göstermemiş ayrı ayrı fertlerden müteşekkil k( hey’etler olur ve bunların belirli bir siyasetleri, rı bulunmadığından, memleketin siyaset ve idare gemisi karaya oturur. Vatandaşların, seçim sandığı başına gelmeden önce günün meseleleri, ileri sürülen çeşitli hal çareleri, iç ve dış vaziyet hakkında aydınlatılmış ve bir kanate varmış olmaları şarttır. Vatandaşları aydınlatma, teşkilâtlandırma ve faaliyete sevketme işini siyasî partileri görürler. Partiler mevcut sosyal sınıfların siyaset alanında mümessilidirler. İşbölümü zümrele r meslekî teşkilâtla ve sınıf mevkiine göre şu veya bu partiye bağlanarak, veya onu destekliyerek, siyaset sahasında rol oy-

ölOmönün
■ ..
f^orki öleli on yıl oldu’; zaman onu yaşıyanlardan uzaklaştırıyorsa da hayat gittikçe daha çok onlara yaklaştırıyor.
Gorki yı bir dağa benzetirler : Gir dağ ki insan ondan uzaklaştıkça büyür, dik yamaçları, yalçın kayalıkları bütün heybetiyle yükselir, âdeta yakınlaşır ve güzelleşir. Bu benzetiş bütün büyük yazarlar için az çok doğrudur, fakat Gorki için çok doğrudur, çünkü O, eserlerinin öziyle bir mazi olmaktan ziyade bir hal, bir istikbaldir.
Gorki, bütün büyük realistler gibi, her şeyden evvel yaşadığı devrin hayatını aksettirdi, bu hayatın bir sanatkâr olarak tarihini yazdı. Miltî bir karakter taşımasına rağmen, bu tarih bütün insanlığın alınyazısını anlatır, ve bir tarih olmasına rağmen gelecekten de haber verir.
narlar. Azınlıklar, dinî cemaatler, köy ve şehir arası ayrılıkları da aynı suretle siyasî ifadelerini bulurlar.
Partilerin hem umumî, esas programları ve ideolojileri, hem de zamanın müşahhas meseleleri karşısında aldıkları vaziyet ve ileri sürdükleri programlar vardır. Meselâ Belediye seçimlerinde, her partinin hem bütün memlekete şamil, seneler boyunca takip edilen bir siyaseti, hem de her şehrin,
(Devamı 7 inci sayfada )
pus edebiyatında tenkitçi realizm Tolstoy'da ve Çehof’ta en yüksek noktasına vararak sona erdi. XX. yüzyılın başında Gorki, yen( bir realizmle ortaya çık* tı ; Rus edebiyatının en iyi geleneklerini benimsiyerek ve onlara yeni biz öz katarak yep yeni bir cereyanın kurucusu ve önderi oldu. O artık, XIX. yüzyılın Ruz yazarları gibi, sadece halkçı değii, halkın kendisidir. O, halka, bir zavallıya bakar gibi bakmıyor, bir^dilenciye acır gibi acımıyor ; halkn ıstıraplarını, isyanlarını kendi içinde duyuyor, takat kendi içinde boğmuyor. Realite karşısında sadece meraklı bir seyirci değild r, içinde sevgi ve nefret besliyen bir savaşçıdır. Onun ruhuna, kalemine pasif bir merhamet değil, aktif bir sevgi ve nefret hamle veriyor. |şçiye ve köylüye, bugünün bir çok yazarları gibi, üzerinde durulmağa değer interessant bir mevzu olarat bakmıyor ; gerçek ha-. yatı onlarla görüyor, onların yaratıcı kuvvetine inanıyor. İnkılâptan yıllarca evvel yazdığı «Ana» romanının kahramanlarından birinin diliyle Gorki şöyle der: «Ne iyi insanlar, Nilovna I - genç işçilerden bahsediyorum - kuvvetli, hassas,
(Devamı 7 inci sayfada)
ANKARA
ÖLÜM KUYULARI
Llindistan Trade Union Kongresi başkanı S. A.
Dange, Hint maden işçilerinin} yaşayışlarına dair yayınladığı bir risalede şöyle demektedir : Hindistandaki maden kuyularında çalışan yerli işçinin tasavvurun fevkindeki sefil durumunu belirtmek için, bu ocaklara kısaca ( ölüm kuyuları) demek kâfidir. Milyonluk Hint maden işçisinin dünyanın diğer taraflarındaki meslekdaşlarından daha uzun saatler çalıştığını ve fakat onlarla kıyaslan-mıyacak kadar düşük yövmiye aldığını kaydetmek gerektir.
Bir hintli maden işçisi günde ortalama (10) peni (Türk parasıyla 16,5 kuruş) yövmiye almaktadır. İşçi ücretlerini en kıt seviyede tutan Japonya’da bile 1936 da maden amelesi 3 şilin, 10 peni (125,5 kuruş) gündelik alırdı.
Hint maden işçisi ; Birleşik Ameıika uıadeu amelesi yövmiyesinin ancak °/05,3’ümı, Büyük Britanya’daki meslekdaşının aldığıuın %9,1’ni, diğer sömürgelerdeki maden işçisinin °/041,l’ni almaktadır.
(Pamphlet, Sept. 1945, S-A. Dange)

Sömürgelerde Sağlık Durumu
LJarpten önce kolonilerdeki açlık ve sefalet yalnız bazı mevsimlerde baş 'gösterirken,- son harp yıllarında, bu feci durum fasıla, vermeksizin yerli halkı kırıp geçirmiştir. Bir taraftan istihsal kudretine sahip erkeklerin askere alınması, bir yandan zaten kıl olan müstemleke hekimlerinin savaş alanlarına götürülmesi esasen fena olan müstemlekeler sağlık işlerini çok müthiş bir duruma sürüklemiştir. Salgın hastalıklardan 'bulaşıcı menenjit, çiçek, tifo, dizanteri, tifüs sömürgeler halklarını kırıp geçirmiştir. Sömürgeleıin sağlık durumları ile ilgilenen İngiltere’de (Sömürgeler sağlık servisi) adında bir teşekkül Vardır. Bu teşekkülün verdiği malûmata göre Nîjeryada ortalama 21, 000,000 insan yaşamaktadır. Hekim kıtlığı yüzünden 175,000 kişiye bir doktor düşmektedir. Yine bu memleketin bazı tenha mıntıkalarında bir milyon insana tek bir hekim dahi düşmemektedir.
(British medical Journal, Nov. 17, 1945)
Halil Aytekin
Harman Yangını
( Hikâyeler )
Fiatı 125 kuruş olan bu kitabı «Söz» okuyucuları 100 kuruş mukabilinde adresimizden temin edebilirler.
SÖZ Dergisi, P. K. 2017, Ankara.
Esirgenmiyen Çocuklar
Ç'ocuk Esirgeme Kuruntunu o rmi beşinci kuruluş yıl dönümü balolar, sergiler^ nutuklarla kutlandı. Yirmi beş yıl boyunca bu Kurumun oiı iki milyon kiisur çocuğa yardım ettiği Han edildi. Bu yardımların zaman zaman nasıl ballunaırıla ballandırıla anlatıldığını biliriz. Halkın verdiği para ile her yıl bir kaç yuz çocuğa elbise, bir övün yemek dağıtmakla övünenler memlekette aün geçtikçe artan çocuk sefaleti ve ölümü ile alay etmiş olmuyorlar mı ? Her gün yolumuzun üstünde yüzlercesini gördüğümüz aç ve çıplak çocuklar bu Kurumun neyi esirgediğini soran feci birer istifham deail midir ? Yardımlarını gürültü ile ilan eden Ç. E. K. 'derecileri neden «çocuğu esirgeme » işini bir Jıayır, bir sadaka olmaktan çıkararak memleket çapında bir sosyal dava olarak ele almaya yanaşmazlar ? Neden zaman zaman komisyon, inceleme, rapor gürültüleri arasında boğulduktan sonra hasır altı e-dilen serseri çocuklar faciasını kurcalamazlar ? Neden yüksek maaşlı uzmanlarına felâketimi sebepleri üzerinde gerçeğe uygun a-raştırmalar yaptırmazlar ? Neden dergilerinin sayfalarını korkunç realiteler yerine tuzu kuru ev kadınları için pasta tarifleri ve örgü modelleri ile doldururlar ?
Bu nedenlerin cevabını kimse veremiye-cektir. Hele zihniyetini radyoda iki ajans haberi arasında okutulan «Çocak yurdun istikbalidir» cinsinden yaldızlı vecizelerle a-çığa vuran Çocuk Esirgeme Kurumu : aslâ!
Adnan CEMGİL.
AMERİKANIM KESFİ
Yirmi Mayıs, Kristof Colomb’un ölümünün 440
(ncı yıl dönümü idi. Amerika kıtasısını keşfedeli 454 yıl olmuş, 1992’de beş yüzüncü yıl dönümü- » nü kutlayacağız. İnsanlığın bu yeryuvarlığı üzerinde geçirdiği çağlara kıyas edilirse ne kadar kısa bir zaman, ama insan cemiyetlerinin tarihî inkişafı bakımından ne ehemmiyetli hadiselerle, ne süratli bir gelişme seyri ile dolu bir zaman, beş yüz yıl 1
On beşinci yüzyıl büyük seyahatler, coğrafî keşifler devridir. Doğu ile ticaret Zamanın İktisadî faaliyetlerinin can alıcı noktası. Bu ticaret ve onun meydana getirdiği ihtisadî gelişmeler Avru-panın feodal nizamının temellerini aşındırıyor. En mühim, en başta gelen ticaret emtiası da baharat bugün dünya ticareti listelerinde bir yeı bile âla-mıyacak kadar ehemmiyetini kaybetmiş bir matah.. «Baharat Adalan»na yeni yollar bulmak için tehlikeli seyahatlara çıkılıyor ve netice de dünyanın bilinmedik köşe bucağı keşfediliyor. Kristof Co- • lomb da, daha önce keşfedilmiş Afrika’yı dolaşan Doğu yoluna .rakip, daha iyi bir yol bulmak sevdasında. Afrika yolunu Hollanda’lılar ele geçirmiş. Kristof Colombe’u da İspanya tahtı destekliyor. Colomb» Amerika kıtasına vardığında,
Asya’nın doğu sahillerine eriştiğini sanıyor, Avrupacılar için yeni olan bir kıta keşfettiğini asla öğrenmiyor. Bugün «Baharat Adaları» ve baharat ticareti unutulmuştur, ama bu ticaretin vesile oldu
ğu coğrafî keşifler ve bu keşiflerin mümkün kıldığı dünya ticareti gelişmesi insanlık tarihinde yeni bir devir açtı.
careti, okyanusları aşan, kıtalar - arası dünya ticareti haline geldi. Akdeniz ticaretinin merkezleri. İtalyan siteleri, altın devirlerini geçirdiler, ama Avrupa kıtasının başka bölgeleri görülmedik ilerlemeler kaydetti. Dünyanın daha geri diğer kıtalarından emtia ve kıymetli madenler Avrupaya aktı. Ticaretin genişlemesi, yeni pazarların açılması sanayii körükledi.» Böylece Avrupa, temelleri zaten kemirilmiş olan feodal nizamı büsbütün silkti attı.
Kapitalist gelişmenin ilk devresi kurulmuş oldu.
YUBı ve DÜNYA YAYINLARI
W • Vf
İlim Karşısında Irk Meselesi
’ Derleyen: Adnan CEMGİL
Etütler Fiatı 60 krş:
Sosyalizm Nedir?
John STRACHEY Çev. N. ERKEN
Fiatı 50 krş.
Demokrasi ve Sosyalizm
Prof. LASKİ Çev. Niyazi BERKES
(İkinci Basılış) Fiatı 100 krş.
Adres : P. K. 162, Ankara.
Sahibi : Asaf Ertekin. — Yazı İşleri Md. ve Umum Neşriyatı idare eden : Yaşar Çöl. Adres: Posta Kutusu 2017 Bakanlıklar, Ankara — Basıldığı yer: Sebat Basımevi, İstanbul.
Onbeş günde bir çıkar
ABONE ŞARTLARI Yıllık: 6 lira.
6 aylık: 3 lira.
Dünya Sendikaları Federasyonu
Z1-EÇEN yılın 25 Eylülünde Paris’te toplanan ve 13 gün kadar süren Dünya Sendikaları Konferansı’na dair Türk okuyucusunun öğrenebildiği, ajans haberlerinin verdiği bilginin hu dutlarını hâlâ aşmamıştır. Konferans dağılalı epeyce olsa da, dünya işçi hareketleri tarihinde yeni bir devre açan bu hadise kolay kolay eskimiş sa-yılamıyacağına göre, bu konuyu ele alırken geç kalmış olmak düşüncesi bizi o kadar üzmüyor.
Konferansın tarihî önemi, altmış küsur milletin ve hemen hemen bütün demokrat memleketlerin 67 milyon teşkilâtlı işçisini temsil eden, renkleri, dilleri, dinleri ve kanaatleri ayrı ayrı yüzlerce insanı bir araya getirmesinden ibaret değildir •, sa. dece bu bile işçi hareketleri tarihinde başlı başına bir hadise sayılabilir. Fakat konferansın asıl ö-nemi, işçi hareketlerinin gelişmesinde olduğu kadar milletlerin sosyal, ekonomik ve politik hayatlarında da önemli bir rol oynayacağı muhakkak olan milletler arası bir işçi teşkilâtı kurmasında, eski milletlerarası işçi teşkilatlarında görülen zaaflara yer vermiyecek ileri bir yasa kabul etmesindedir. Bundan önceki milletlerarası işçi teşkilatları, ne doğuşları anında ve ne de gelişmeleri seyrinde üye sayısı bakımından hiç bir zaman bu kadar büyük bir kuvvete sahip olmamışlar ; bünyeleri, kuruluşları bakımından da gerek işçi hareketlerinde, gerek milletlerin sosyal ve ekonomik hayatlarında bu kadar tesirli bir rol oynamak mevkiinde bulunmamışlardır. 1919’da kurulan Amster-dam Enternasyonalinin üye sayısı hiç bîr zaman 13 milyonu geçmemiştir. Fakat bu teşkilatın zaafı sadece üye sayısının azlığı, bir çok millî sendikaları saflan dışında bırakmış olması değildir. Amsterdam Enternasyonali özü ve bünyesi itibariyle milletlerarası işçi hareketlerini idare edecek durumda değildi, teşkilat şekli bozukdu, birleştirici olmaktan ziyade parçalayıcı bir rol oynuyordu. İşçilerin menfaatlerini koruyacak, bu uğurda savaşacağına emperyalistlere âlet oluyordu. İkinci Dünya harbi bu teşkilâtın zaaflarını bütün açıklığı ile meydana koydu ; onu iflâstan kurtarmak istiyenlerin bütün gayretleri boşa gitmeğe mahkûmdü. Milletlerarası işçi hareketlerinde birliği sağlıyacak, bu hareketlerde önderlik etmeğe kabiliyetli yeni bir teşkilâta ihtiyaç vardı. 19-15 Şubatında Londra’da toplanan Milletlerarası Sendikalar Konferansı bu ihtiyacın bir tezahürüdür. Yeni bir milletlerarası işçi teşkilâtına temel atmış olmak bakımından bu konferans tarihi bir önem taşır. Londra konferansından bir kaç ay sonra işçi hareketleri tarihinde ilk defa olarak bix çok milletlerin, ayrı ayrı şartlar içinde gelişmiş, ayrı ayrı siyasî görüşleri, gelenekleri ve tecrübeleri o lan, sendika temsilcileri bir araya geliyoıdu Amsterdam Enternasyonalini yenide diriltmek için,bilhassa bu teşkilatın eski idarecileıinden bazılarının sarfettikleri gayretler boşa gitti. Bütün memleketlerin işçi mümessilleri müşterek sosyal ve ekonomik menfaatleri uğrundaki savaşta kabiliyetli bir merkez etrafında birleşmek lüzumunu acı tecrübeler bahasına anlamış, gereken beraberliği kotuma-ğa karar vermiş bulunuyorlardı. Konferansta bütün mürahhaslar, dünya işçileri arasında sağlam ve tesirli bir işbirliği olmamasının faşiştlerin iktidara gelmesini ve harbi kolaylaştırdığı gerçeği ü-zerinde ısrarla durdular. Acı tecrübeleıin aydınlattığı gerçekler, işçi hareketlerinde yeni bir devrin istikametini işaret ediyordu.
Fakat engeller büsbütün ortadan kalkmış değildi. Dünya işçi hareketlerinde hâlâ bazı mürteci temayüllerin tesirleri görülüyordu. Milletlerarası işçi hareketleıinde, hatta bizzat kendi memleketlerinde, birleştirici olmaktan ziyade parçalayı-
_____ Yazan: ___
Zeki BAŞTI M AR
cı faaliyetleriyle tanınan Amerikan Jş Federasyonu reisi Green, Paris Konferansına iştirâkî reddetmekle kalmadı, bunu başarısızlığa uğratmak için de epeyi gayret sarfetti. Fakat Green’in gayretlerinin neticesi sadece kendi teşkilatının bazı birliklerini aleyhine çevirmek oldu. Diğer taraftan A-merika’da hakikî bir işçi teşkilatı olan «Amerike istihsal Sendikaları Kongresi» yeni ve ileri bir dünya,teşkilatı kurmak davasında ön sırada yer almaktadır.
’ Paris konferansı milletlerin yaşama ve çalışma şartlarının İslahı uğrundaki mücadelede ayrı ayrı memleketlerin sendikaları arasında sıkı ve daimî bir işbirliği kurm.ık gayesiyle toplanmıştır.Bu gayeyi gerçekleştirebilmek, için Amsterdam Enternasyonalinin çarpık izlerini bazı dimağlardan silmek, siyasî görüşleri ayrı ayrı olan sendikalar arasından yeni ve ileri prensiplere bağlı milletlerarası bir federasyon kurmak kolay bir iş değildi. Bazı ana meseleler üzerinde görüş ayrılıkları çıkması tabiiydi. Federasyonun vazifelerini, gayelerini, tahdid edecek bazı fikirler ileri sürüldü. Yeni yasanın, millî sendikaların otonomisini garantilemekle berabar, iedeıa»you üyeleri arasında disipline önem vermesi, merkezin kararlarını yerine getirmeğe mecbur sayması, Amsterdam Enternasyonalinin zaaflarına bünyesinde yer veıuıemesi ica-bediyordu. Dünya federasyonunun tesirli bir rol oynayabilmesi için bu zaruri görülüyordu. Bu konu üzerinde epeyce münakaşalar oldu. Razıları millî sendikalar için otonomi kabul edildikten sonra mecburiyet prensibinin mânâsız olacağını ileri sürdüler ve aleyhinde bulundular. Fakat bu prensipten vazgeçmenin bu yeni teşkilâtı da, işçi sınıfının menfaatlerini konrumakta, faşizme ve harbe karşı mücadelede hareketsiz kalan Amsterdam Enternasyonaline benzetmek olacağı düşüncesi Konteransda tamamiyle hakim bulunuyordu.
Hararetli tartışmalara yol açan meselelerden biri de Federasyonuri gelecek faaliyetinin hududu meselesi oldu İngiliz mürahhası Citrine Federasyonun siyasetle meşgul olmaması gerektiğini, gayesinin sadece dünya sendikalarını birleştirmek olduğunu ileri sürdü.: Citrine’e gör» sendikaların, yalnız işçinin ekonomik meseleleriyle uğraşması lâzımdı.. Bazı murahhaslar bu fikre iştirâk ettiler. Fakat konferansın büyük bir çoğunluğu, meslek b'rüğini dar bir sendıkalizm (1) çerçevesi içine sı-ğıştıımak gayesi güden bu fikre şiddetle hücüm ettiler İşçi sınıfının sosyal, ekonomik ve politik menfaatlerinin birbirinden ayrılamıyacağı fikri müdafaa edildi. Amsterdam Enternasyonalinin eski önderlerinden Leon Jouhau bile : «ikinci Dünya Harbinin mesuliyeti üzerimizde olduğunu itiraf e-delim Eski hatalarımızı tekrar etmemeliyiz.» diye haykıtdı. Sovyet murahhası Kuznetsov matbuat mümessileriyle yaptığı konuşmada fikirlerini söy
(1) - Sendikalistler işçinin siyasî mücadele yapmadan durumunu düzelteceğine kanidirler ; bunun için işçinin siyasî parti kurmasının, parlamento mücadelesine atılmasının al-y hindedirler . Onlara göre kapitalisin,sendikaların r-hnerliği altında başarılı bir genel grevle devrilmeli, fakat işçi, hükümeti ele almamalıdır. Sanayiin idaresi sendikaların eline verilmek suretile herşey halledilebilir.
le ifade etti : «Sendika teşkilatı netice itibariyle bir sendika teşkilâtıdır I Bunun için siyasetle meş-gül olmaz. Fakat bazen siyasî mesele ile ekonomik meseleyi birbirinden ayırt etmek çok güçtür. Sendikaların bu veya şu mesele ile meşgul olup olmıyacağına karar vermek lâzımdır. Meselâ Ispanya’da, Arjantin’de ve sair yerlerde faşişt rejim siyasî bir meseledir, fakat bu mesele umumî sulhu korumak ve tecavüzü ezmek meseleleriyle bağlıdır. Sulh uğrunda ve faşizm aleyhinde mücadele ise işçilerin öz dâvasıdır.»
Çetin münakaşalara rağmen, Londra Konferansında seçilmiş olan komitenin hazırladığı yasa projesi, esasla ilgili olmayan ehemmiyetsiz bazı değişikliklerle ve oy birliğiyle kabul edildi.
Bu yasaya göre : Federasyon, bütün milletle rin yaşama ve çalışma şaıtlannın iyileştirilmesi için kurulmuştur. Federasyonun gayeleri ancak,çoğunluklarını beden ve kafa işçileri teşkil eden milletlerin hayrına işliyecek bir cihan düzeni kurulmakladır ki, tamamiyle gerçekleştirilebilir. Milletlerin hayat şartlarının iyileştirilmesi ise onlara kölelik ve harp ğetiren faşizm (hangi isimle anılırsa anılsın, ve ne kılıkta oluısa olsun) yaşadıkça imkânsızdır. Bunun için Dünya Sendikaları. Federasyonu her türlü faşişt idare şekilleriyle, harple ve onu doğuran sebeplerle savaşmayı vazife edinecektir. Federasyon harbe karşı savaşı, Birleşmiş Milletler Teşkilatına kuvvetli ve tesirli yardımda bulunmak suretiyle (21. sosyal ve ekonomik sahalarda geniş bir milletler arası işbirl ğiyle, irtica ile mücadeleyle, bütün milletlere tam demokrasi ; hak ve hürriyet temin etmekle başarmak ezmin-dedir. Federasyon, bütün dünya sendikalarını ırk, millet, din, ve siyasî kanaat farkı gözetmeksizin teşkilatlandırıp kendi etrafında birleştirmek, az gelişmiş memleketlerden sendika teşkilatlarındaki işçilere yardımda bulunmak, milletlerarası teşkilatlarda emekçilerin menfaatlerini müdafaa etmek, Dünya Sendikalarının ekonomik ve sosyal hakları uğrunda mücadelelerini teşkilatlandırmak, iş temini iş ücretlerinin yükseltilmesi, iş saatlerinin azaltılması, işçilerin ve ailelerinin, işsizliğe, hastalığa, kazalara, ihtiyarlığa karşı s gortalanması uğrunda savaşmak, sendika üyelerinin kültür seviyelerini yükseltmeğe çalışmak. Federasyonun başlıca vazi-fesidir.
Sendikalarda tam bir demokrasi, ayrı ayrı teşkilatlar arasında sıkı bir işbirliği, Federasyona dahil sendikalar atasında daimî bir temas, sistemli bir haberleşme, yardımlaşma, birbirlerinin tecrübelerinden faydalanma, Federasyonun faaliyet prensiplerinin esasıdır.
Federasyonun en yüksek organı Dünya Kong~ resr’dir. Kongre bir Genel Konsey seçer. Genel Konsey de her millî sendikaya kendi üye sayısına göre temsil hakkı verir. Günlük işleri, ayrıca seçilen bir İcra Komitesi idare eder ; vazifesi sadece Genel Konseyin ve Kongrenin kararlarını hayata geçirmekdir. (3)
(Devamı 8 inci sayfada)
Z. B.
(2) Londra konferansında verilen kararlardan biri de Birleşik Milletler konferansında Sendikalar Federasyonuna temsil hakkı temin etmekti. Fakai San Fransia-ko’da bazı murahhasların itirazı üzerine bu, kabul e-dilmedi. Bununla beraber, Birleşik Milletler anayasasına ilâve edilen bir madde ile, dünya işçi teşkilâtı ekonomik meselelerde Birleşik Milletler teşkilâtı ile Sıkıca temas halinde olmak imkânını elde etmiş oluyor.
(3) Federasyonun genel sekreterliğine, İngilizlerin eski Amsterdam genel sekreterini namzet göstermelerine rağmen, Fransız genel İş Konfederasyonu sekreteri Louis Saillant oy birliği ile seçilmiştir.
Yunus Emre
ORATORYOSU
DNAN Saygun’u ilk tanıtan eser « Özsog»
* ' piyesi idi. Bu piyes o gönün icaplarına
uygun olarak, kanlılıkla Turanlılığın aynı şey olduğunu ifade eder yollu, Hürmüzlü Ehri-menli bir masaldı. Ondan sonra masal bestelemek, kâinatın sonsuzluğunu düşünmek ve böylece hakikatler'en kaçmak, değerli sanatkârın ruhunda bir sanat iştiyaki halini aldı. O zamandanberi gerek insan sesi, gerek saz için bestelenmiş hangi eserini dinlediysek hep o kaçışını gördük. Hep o kendi kendine olmak, kendi kendine yetmek iddiası ; sonunda bir vahi gelecekmiş gibi hep o a-ğır ve sıkıntılı hava 1 Okadar ki, «Karanlıktan ışığa» diye bizim için en yakın realite olan Millî Kurtuluşu yazdı. Fakat bu mevzu, evvelâ Behçet Kemal'in kafasında bir mezamir şeklini. aldı,;sonra da bu türlü anlayışların en elverişli kalıbı, olan -cantad’a döküldü.
Eline aldığı mevzu ne olursa olsun döndürüp dolaştırıp onu böyle masal, kantad ve oratoryo Üslubunda bir duyuş ve söyleyişten kendini alamadı. Tabiî, şu akademi profesörü ve gazete yazan meşhur üstat’ların yirmi senedenberi bir moda haline getirdikleri Yunus Emre’nin mistik tarafı da. Adnan Saygun’u büyülemekte gecikmedi.
Gözleri daima arkada kalan o koca halk aşığı, «Sen derviş olamazsın» diye dövünüp dünya-an ayrılmak istemeyen ve bizim gibi bir dünya kokusu olan insanı bir kere attıktan sonra, geriye kalan Yunus için bu oratoryo güzel bir eserdir. Hattâ Millî şahsiyeti Garb müziğine sokması bakımından ayrıca propaganda kıymeti de vardır. Fakat iukılâkçı bir. cemiyetin yeni müziğini ya-
* ât'm a ktab^es e r bir yer tutacakmı ? Ve tatbik imkânı bulacak mı ? Yoksa, dsğişen bir çok şeylerden dolayı bu da Adnan Saygun’un diğer e-serleri gibi çabucak unutulup gidecek mi ?
Bugün d
Y U
e yaşayan
YUNUS Emre bugün, Karacaoğlan veya Âşık
k*-r-nn oribi vacamıvnr Onun sözlerini
■ Kerem gibi yaşamıyor. Onun sözlerini halk yığınları içinde yayan tekke ve dervişlik gelenekleri bugün hayatımızdan silinip gitmiştir. Hlbuki, Karacaoğlanı, Keremi âşıklar bugün de köy ve kasaba çevrelerinde türkü ve hikâyelerle, halkın kendi müzik, şiir ve anlatma sanatları vasıtasiyle konuşturuyorlar. Çünkü bu şairler, sadece, bugün de içinde yaşadığımız gerçek dünyanın kaygusundadırlar.
Buna karşılık Yunus, XX. yüzyılın başlarından itibaren, hattâ öteki halk şairlerinden önce, başka vasıtalarla, ve başka gayelerle yeniden di-riltilmeğe çalışılan bir şairdir . Tıpkı Karacaoğlan Kerem, Köroğlu... gibi Yunus’u da, geçmişin büyük şairleri arasında okul kitaplarına geçirdik.O-nu kültür terbiyesinde malzeme olarak kullanıyoruz ; ve bunu yaparken," artık derviş Yunus’u, mistik Yunus’u değil, birtakım değerleriyle bizim dünyamız içinde de ayakta durabilen şair Yunus’u arıyoruz.
Yunus’un, din duygularına, ve mistik anlayışa dayanmıyan şiirleri büyük bir yekûn tutmaz. Bununla beraber, başından sonuna kadar, din - dışı,
Fahir ÖZGE
yen manzumele-
insanlık rine
[uygu ve düşünceleri i Tasladığımız oluyor.
Harami gibi yoluma aykurı inen karlı dağ !
Ben yârimden ayrı düştüm sen yolumu bağlar mısın !
Karlı dağların başında salkım salkım olan bulut : Saçın çözüp benim için yaşın yaşın ağlar mısın !
diye tabiat unsurlarına ayrılığın derdini döken mısraları,
Söyler dilim, ağlar gözüm, gariplere göynür özüm ; meğer ki gökte yıldızım ola garip bencileyin.
diye, gariplerin, kimsesizlerin ve o arada, gariplerin en garibi olan kendinin halini hikâye eden mısralarında, ve nihayat, bütün çıplak ve elle tu-(Devamı 5 inci aayfada)
Beşeriyet her devirde san’atkârı’da fikir ada-mını’da imdadına çağırmıştır. Adaletsizliklerin ve iztırapların ancak din yolu ile ve dualarla düzeltilebileceğine inanıldığı bir zamanda Bach ne yapabilirdi ? aşağı yukarı bir asırdanberi ise, insan cemiyetleri bazı meselelerin şuuruna varmağa başladı. Ve san'atkâr öteki âlemden bu aleme geldi.
Beethoven, bundan 130-135 yıl evvel yazdığı Fi-delio operasında yer yüzü adaletinin teessüsü için, İspanyol zindanlarındaki masumların « Hüriyet !» diye bağırışlarını besteledi. Daha sonra 9’uncu senfonisinde, bu tekniği kullanmak için.
«Kucaklaşın ey milyonlar»
«Hür i yete ve hayata kavuşmak, ancak bu iki unsuru her gün yeniden fetheden insana müyesserdir» diyen sözleri seçti, insanlık böylece zihniyeti ile de, tekniği ile de bir takım merhalelere varmışken, meseleler ve muammalar çözülmüşken, geçmiş zihniyetlerin sanatını yeni bir hamle gibi göstermek bize düşmez. Oratoryo, Yunus’un ruhu etrafında mumlar gibi eriyip biterken içimde yine o büyük Beethoven’in irşadını duydum: «Hey dostlar 1 bu seslerle değil I artık bize daha hoş seslerle, ümit dolu seslerle hitabedin 1»_
Fasılasız bir buçuk saat süren eserde ancak üç defa « Yunuş göründü gözüme I > ondan sonrası veya ondan evveli için bir dostumuzun da söylediği gibi, Yunuş de, İsa de, Musa de, ne dersen de l hepsi olabilir 1 Bunun dışındaki kusurları ise ne olursa olsun. İster Kuvartet’în soğukluğu ve zevksizliği olsun, ister Solistlerin, eseri ve üslubu anlamamış olmaları olsun, işin bu tarafını ehline bırakalım. Yalnız biz bekliyeceğiz 1 Anadolu’nun asırlardanberi sürüp gelen derdini, neşesini ve ihtiyacını çağıran türkülerinin senfonisini bekliyeceğiz.
D
D İ
EZ R O T
Ve Aydın Despotlar
Yazan: Adnan CEMGİL
2°n yıllarda demokrasi konusu üzerinde ortaya atılan fikirlerden biri bize Diderot’yu hatırlattı. Işıklar Asrı’nın, yani XVIII. Yüzyılın en büyük kafalarından biri olan Diderot, gerek felsefe ve sanat, gerek cemiyet anlayışı bakımından çağının en ileri en inkılâpçı düşünürüdür, diyebiliriz. Fransa da olduğu kadar her yerde ve bizde de gereği gibi tanınmamış, değerinin anlaşılmamış olması, Diderot,nun düşüncelerindeki Menliği hazmedemeyen otoritelerin karşı koymasından-dır. Buna karşılık, fikirleri tezatlara boğulmuş,ba-zan ileriliğin havarisi gibi görünürken, bazen de en geri romantizme saplanan Rousseau ile, hurafelere, geriliğe karşı en şiddetli ve unutulmaz polemiklere giriştiği halde, sosyal değişmeleri man-tiki neticelerine kadar götürmek gücünden ve bunların gerçekleşmesine çalışacak inkılâpçı anlayış-dan mahrum olan Voltaire’in adlarının asırlardır, dünyayı doldurmuş olmasının manâsını anlayabiliyoruz. Halbuki bugün, Diderot’u «Işıklar AsA» denilen -çağın en tam, en katıksız temsilcisi olarak görüyoruz. Diderot, dinde ateizme, felsefede materyalizme, sanatta canlı bir realizme, siyasette de her türlü tek ve zümre otoritesini reddeden bir demokrasi anlayışına erebilmiştir.
Bu yazıda onun, memleketimizdeki demokrasi münakaşalariyle çok ilgili bir düşüncesi üzerinde duracağız. Bu münakaşalarda Türkiye’de yeni bir hız alan demokrasi hareketleri karşısında şüpheci hattâ düşman bir tavır gösterenlerden bazıları da en çok onsekizinci asırda demokrasi hareketlerini bozmak isteyenlerin, kırallann ve kıralcıların uydurdukları aydın despotluk (Despotisme - Eclairee) teorisini, bayatlamış ve yavanlaşmış olarak fikir piyasamıza sürmek istemişlerdir. Bunlara göre : Demokrasi her millete uygun gelemez, a-aarşi doğurur, bizim gibi henüz garp memleketleri seviyesinde bulunmtyan memleketler için “ iyi, adaletli, aydın bir şefin otoritesi, „ demokrasinin anarşisinden daha hayırlıdır. Büyük bir “ millet babası „ ( I ) nın, milleti “gütmesi „ millet için, “ ayak takımının da işe ka rışacağı veya sözün ayağa düşeceği „ bir de mokratik sistemden çok daha uyguu ve iyidir.
Faşişm’in bulaşık bir hastalık gibi dünyaya yayıldığı günlerde bu «iyi baba'» masalını büyük bir ciddilikle ve eflatun! bir renge boyayarak ortaya atanları görmüştük.
Sanatta realizmin, felsefede pozitivizmin düşmanı olan bir meşhur esteti, Eflatun’un « filo-zof-arkunt» ütopyasını, «Bilge-Baş» adı altında diriltmek istamişti. Gerçekte bu «Duçe> ve «Fühter» in türkçesinden başka bir şey olmayıp bize, bizim için en uygun rejim diye sunulan şey de faşizmin kötü bir adaptasyonundan başka bir şey değildir.
Şu veya bu ad altında demokrasiyi zincire vurmak için irticaın, her zaman ve her yerde tekrarladığı bu masalın maskesini düşürüp, bunun, ne büyük bir gerilik sistemi olduğunu Diderot tam iki yüz yıl Önce açığa vurmuştu.
XVIII. yüzyılın en parlak ( aydın despotlu olan Rus Çariçesi Katerina II. yalnız yakışıklı yaverlere değil, meşhur fikir adamlarına da « kur » yapmaya pek meraklıydı. Memleketini en şiddetli istipdat metotlariyle idare eden Katerina, Avrupa-da esen ilerilik havasına uyar görünmek için, en yeni fikirlere ilgi gösteriyor, Rusya’da birçok reformlar yapmak isteğinde olduğunu yaymak istiyordu. Bu propagandasına kuvvetli yardımcılar bulmak için Avrupa’nın her tarafından en ünlü bilginleri, sanatkârları sarayına kâh misafir, kâh müşavir olarak toplamıştı. Diderot da birkaç ay
için Şimal Semiramisi’nin gözdesi olarak Petro-grad’da kaldı. Katerina onu candan bir ilgi ile karşılamış, bilhassa kültür alanında yapmak istediği reformlar için yardımını istemişti.
İnsanlığın her parçasını üstün bir hayata ermiş görmek istiyen büyük filozof, kurulacak Rus üniversitesi için geniş, etraflı ve tamamiyle ileri görüşlere, inkilâpçı ve halkçı fikirlere dayanan bir plan hazırlamıştı. Fakat kısa bir zamanda Katerina Diderot’nun fikirlerindeki inkılâpçılıktan ürktü, ve coşkun ihtiyarı sarayının içine kadar girmiş müthiş bir ihtilâlci olarak görmiye başladı. Diderot da onun ilerilik, aydınlık jestlerinin iğrenç bir istibdadı gizlemek için kullanılan bir maske olduğunu anlamakta gecikmemişti. İşte bu anlayışladır ki o Les Eleutheromanes ou les Furieux de la liberte adlı kitabında şöyle demişti :
“İlk adaletli, azimli ve aydın despot bir felâkettir. İkinci bir adaletli, azimli ve aydın despot daha büyük bir felâkettir. İlk ikisine benzeyen üçüncü bir aydın despot ise, egemenliklerini unutturarak milletleri köle haline getirir.
«Aydın despotluk - yalanını böylece açığa vuran Diderot bu hükmünü şu sözleriyle tamamlıyor:
“.... her keyfi idare kötüdür. Ben, iyi,kuv-
vetli, adaletli ve aydın bir şefin idaresini bu kaidenin dışında saymam. Bir despot, insanların en iyisi bile olsa, keyfine göre hüküm sürmekte bir kötülük işlemiş olur. Bu, tabasını hayvan seviyesine düşürür, iyi bir çobandan başka bir şey değildir....Hür bir milletin ba-
şına gelebilecek en büyük felâket ; birbiri ardından iki veya üç adaletli ve aydın despotun kendisine hükmetmiş olmasıdır...»
BugCin de yaşıyan Yunus
4’üncü sayfadan
tulur gerçekliğiyle, çürüyen vücutlar ve loprak yığını manzarasiyle ölümü anlatan nice şiirlerii şüphesiz, sadece dünyadan ses verir.
Yunus’un şiirlerinin büyük bir kısmı, bu ha-
yatın ötesine ait konular etrafında döner dolaşır Panteist derviş - Yunus’un kaygusu, ( cihan kay-gusu değil > dir :( Tanrıya ulaşmak, zavallılara, gariplere bu dünyada mükadder olmıyan saadeti, ölmeden de,,/öldükten so.ıra da, varlığını Tanrı varlığına katmak suretiyle tatmak... Yunus’un bütün Ortaçağ mistikleri gibi, insanlara gösterdiği kurtuluş yolu buau^*^^
Bu, ayrı ayrı dinleri ve kavmiyetleri aşan, bütün insanları eşitlik ve kardeşlik halkası içinde gören, dünya saltanatlarının bir benzeri olan ahiret ve Cennet saltanatlarını, dünyadaki işkencelerin bir başka örneğini veren Cehennem azaplarını inkâr eden bir görüştür. Ortaçağın dünyevî saltanatları Papalık ve Halifelik karşısına dikilen panteist dünya ve din ideali, inkılâpçı bir görüşüşün neticesiydi ; ve kendi dilinden konuşan propagandacılarını bnlduğu yerlerde, geniş halk yığınları içine yayıldı, Yunus’un rolü, Anadolu Türk dünyasında böyle bir sanatkâr-propagandacının işini görmek olmuştur. Yunus’un halk diliyle konuşmasını bu kadar iyi bilmesinin, hele köylü halka bu kadar yakın olmasının sırrını, onun şiirlerinden ve menkıbelerinden öğrenmek imkânını buluyoruz.
Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm :
Hürriyet
Seni düşünüyor insanlar
Ev ev, sokak sokak
Şehirler dolusu...
Akıllarını başlarından aldın
Deste deste destanlar ya?dı
Senin için
Aramızdan ansızın ve habersiz kaybolanlar.
Limanlar denizler ötesinde kalmış, Şehirler ardında şehirler
Senin hasretini çekmiş.
Sen, beklenenlerin en iyisi, Özlenenlerin en güzeli hürriyet !.. Sen ekmeğimize katık Düşüncemize sebeb
Sem ümit kadar dost
Ümit kadar güzelsin...
Nuh Naci ÖZMEN.
yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi.
diye, genç yaşında ölen bir insanla, kemale ermeden, başaklarını vermeden biçilen ekinlere aynı bir duygu örgüsü içinde acımasını bilen Yunus menkıbenin de anlattığına göre «fakir halli bir e-kinci* idi. Aynı menkıbe, onun, bir kıtlık yılında öküzünün sırtına alıç yükleyip, bu yabani meyveyi, çoluk çocuğunun rızkı olacak buğdayla değişmek üzere Hacı Bektaş-ı Veli’ye nasıl gittiğini,ve onunla nasıl konuştuğunu anlatıyor. Hacı Bektaş, evvelâ her,bir alıp tanesinin her çekirdeği için bir «nefes» teklif etmiş; «nefeskarın doyurmaz» diye Yunus razı olmamış ; dergâhtan ayrılıp giderken yoldan, pişman olup, dönmüş, ama, geç kalmış ; Yunus’un nasibi, Hacı Bektaş’tan değil, Tapduk Emre’den imiş... Ondan sonra Yunus, Tapduk’a kul olacak, dünyada bulamadığı saadeti orada a-rıyacaktır. - Menkıbedeki bu hikâye, dünyaya bağlı, çocuklarının günlük rızkını düşünen köylü Yu-nus’la, dünya kaygılarından sıyrılmaktan başka çare olmadığını, ve kurtuluşu bu yolda aramanın zaruretini gören derviş Yunuş arasındaki savaşın bir ifadesi gibidir.
Yunus’u bu savaşın çerçivesi içinde görmek, onu tarihî muhiti ve sosyal şartları içinde yeniden canlandırmak, bugünün sanat ve tarih terbiyesi için çok faydalı olur. Bu inceleme metodu, Yunus’ta nefisle ruhun, şeytanî ile ilâhî’nin mücadelesinin tetkikî demek olan idealist görüşün dar çerçivesinden bizi kurtaracaktır.
Fahir ÖZGE.
YOL VERGİSİ
Halil AYTEKİN
L^IZILTEPE köyüne Bahar geldi, bizim Kâhya Çalık Osman’ın gene gülleri açıldı. Bu günlerde ondaki keyf dağda dokuz sü-rüsü otlıyan bir aşiret ağasında bile yok. Boyun, boğaz, kağnı mazısına döndü. Neşesi o kadar yerindeki güldüğü zaman tohumluk bir aygır gibi kirkir kişniyor. Uzun süren kış aylarında kısılan sesi baharla birlikte öyle gür ve yırtıcı çıkmağa başladı ki değme borazan yanında haltetsin... Mübarek eli kulağına bir attı da kıçını köy çeşmesinin önündeki «Ezankayası»na dayadı mı seyret artık ondaki çalımı! (komşular) diye bir başlamayı koysun, bu arık mevsimde köylünün yüreğinde kıştan kalma iki dirhem yağ varsa o da erir..Köy meydanlığında derhal ses, soluk kesilerek herkes kâhya Çalık Osmanı şefaklayıp, süzmeğe başlar. Artık tellalın arkası ne çıkacak onu bir Allah,bir de muhtarla Çalık Osman bilir..
Başka yerde bahar ayı, seyran ayı derler, amma gelgeldim Kızıltepe köylüleri — artık her derdin ve tasanın bu ayda baş kaldırıp, başlarına tebelleş olduğundan mıdır her ne halse-, bahar ayının a-dını «Kıran ayı» koymuşlar...
Kızıltepe, köyü güzeldir, şirindir, manzaralıdır. Kızıl ve karlı tepeleri üzerinde top top çamları içinde bülbüller şakıyan, ballı yemişler veren bağ ve bahçeleri vardır, vardır amma gelgeldim baharla birlikte sökün edip gelen çeşit çeşit dertlerin çoğalmasından olacak ki haşmetli bahar hazretlerinin savuşup geçtiğini Kızıltepe köyünde kimselerin tüyü bile duymaz. Milletin işinden, gücünden göz açıp başını kaşımağa bile vakit bulamadığı bu sıkışık ve dar günlerde bir de köyün kâhyası (kiziri) Çalık Osman’ın köylüye uğursuz haberler ulaştıran acı ve yırtıcı uluması karışınca, köylünün büsbütün canı burnuna gelir. Köy bu ağrısı, derdi mi tükenir ? Dedik ya bütün dertler bu ayda tazelenir. Borçlusu, harçlısı, bakkalı celepçisi leşe toplaşan kuzgunlar gibi köyün başına hep bu ayda musallat olur. Bunun da bir sebebi ve hikmeti var. Bir defa uzun kış aylarında bir türlü vol vermıyen yüce dağlar ve geçitler ancak bu aylarda aşılarak, altı yedi saat süren bir katır yolculuğundan sonradır ki, ancap Kızıltepe’ye e-rişilir...
O, kış boyunca kapılarını yabancılara kapı-yan tıhsımlı bir kutu gibidir. Yollar diz boyu karla örtülü olsa bile, gerçekten köylü muhanet (zaruret) var diyerek yollarda donup, kurtlara, kuşlara yem olmağı bile göze alarak bir türlü yolundan kalmaz! O pazardan pazara iğdesini, odununu, pekmezini, çeltiğini katır ve merkeplere sararak haftada bir kere olsun eksiğini gediğini yerine getirmek için kasabayı boylar. Böyle günlerde ba-zan da tali çarhı tersine döner, pusulayı şaşırır ve ıssız dağ başlarında mezarı belirsiz olup gider.
Ya kibar ve nazlı şehirli öyle mi ? «Biz canımızı pazardan satın almadık ya» diye mart dokuzu, dokuzun dokuzu, nevruz, kocakarı soğuğu şilteyi sevir gibi sayılı günleri ve fırtınaları inceden inceye hesap etmeden kolay kolay bu Allah’ın belâsı dağlarda yolculuğu göze almaz...
İşte, bizim Çalık Osman yolcu kargası gibi gözleri yollarda bu sayılı günlerin geçmesini bekler. Salgınımsı, sofracısi, ormancısı, ofiscisi Kızıltepe köyüne artık biribir peşinden mekik dokumağa başlamıştır... Bu konukların Sinişiydi, sof rasıydı atlarının samnıydı, arpasıydı deıken ortaya çıkan bir yığın külfetli işler köylüyü arpacık kumrusu gibi kötü kötü düşündüre dursun, bizim
Çalık Osman’ın birden yıldızları parlar. Silik şahsiyeti köyde birden önem kazanarak şapka hovardaca bir yana yıkılır, yürüyüşü değişir «Kom-şulaar...» diye sokak sokak Önlediği tellâlarda bile sesi daha yağlı ve gür çıkmağa başlar...
öyleya, misafir ağırlamak kolay bir iş mi ? Hele, ucunda azıcık ta âmirlik, memurluk sıfatları varsa, artık ekmek, aş beğenmiyen, suyu üfü-rüp için, gecenin bir yansından sonra (bu ev kokuyor) diye yatak ve ev değiştiren daha bilmem canları neler neler istiyip arzusuna muvaffak olamayınca bin nağra, küfürle atını ahırdan çekip I iece yansı (Elbet kalmazya kuyruğunuz bir elime >,ğeçer) diye homurdanarak şehirin yolunu tutan Sensizi, kibarı, soysuzu, sopsuzu, yumuşak başlısı ' Şert başlısı hep Çalık Osman’ın başında. O, on sekiz yıldır bu meslekin ehli olduğu için, adamına göre kuyruk sallayıp lâf yapmasını bilir. Tevekkeli değil, bazen bir kelimede misafirini mum eder. Artık taliine bazan da attığı taş gözettiği kuşu vurmaz. Ya kıçına hatırı sayılır bir tekme yiyerek it gibi azaılanır ve yahut ta acı acı alay edilir. O bu gibi alay ve azarlara karşı da pişkindir. (Bu geçmişi tenekeli meslek ancak böyle götürür Kuzum) diye uğradığı bu acı maamelenin mükâfatını çok zaman misafirin softasının bir kenarına ilişmekle ödeşir. Köyün muhtarı ve azalan bile misafirin karşısında el pençe divan dururken o iki dizinin üstümde lokmaları birbir peşinden tıkıştırır. Bu kadarcık ikıam bile, bütün zahmetlerini unutturacak kadar onu böbürlendirip, kabına sığmaz eder.
Hele, o köylünün rüyasında bile görmediği tavuk, hindi etleri, ballar ve baklavalar arasında sofradaki imam suyundan bir kaç kadeh atmak fırsatını bulabilirse değme keyfine.” Artık sen o zaman bizim çalık Osman’ıdaki cünbüşü seyret tekerinin önüne taş koyan olmazda, mîsafİfden güler yüz de bulursa dilleri çözülür. Hemen arkasından boğazını birkaç sefer ayıkladıktan sonra kimseden en ufak bir teklif beklemeden elini kulağına atar gözleri yumulu «medet hey» diye bir çekti'tfii m*safilin lokmasını ağzında kurutur. Artık Çalık Osman muradına ermiştir. Misafiıin heybetinden tirtir titriyen köylüler, yanında o, bir kat daha itibar kazar mıştır. O böyle aylarda köylülerin yanında bayatlaşmış İstanbul ve askerlik hikâyelerini bir çalımına getirerek misafire de tekrar etmek fırsatını bir yakalıyabilirse ortalığı gülmekten kırar, geçirir!. Haddin kaçsa dinleme ! Sultan Ahmet’teki koc-.li kadınları baştan çıkaran o eski davudi sesinden tut ta bilmem nere kazasının askerlik şubesinde çevirdiği dolaplarla şube reyisin-den ziyade hüküm yürüttüğü seneler bir bir ortaya dökülür. Burada meseleyi çakan da çak-mıyan da Çalık Osman'ın bu ucu arkası kesilmez palavralarına ister istemez kavuk sallar. yoksa mesele s-dece m safirin gönlünü hoş edip, iş sarpa sarmadan baştan atabilmek korkusundan başka bir şey değildir.
Çalık Osman'ın Kızıltepe’de başında o kadar çok umûr ve iş vaıdıı ki misafir ağırlamak bunlar yanında sultanlık kalır. O mühtarında, köyün de, yerlininin ve. yabancının da dini direğidir.Onsuz köy çürük bir çatıya benzer. Vazife bir değil, sabahlevin etkenden kalkıp köyün biricik o-dasinı yakmak isler, köylü odaya dolmadan ortalığı silip süpürmek, boş destılere çeşmeden su dolduımak ister . Daha d ha misafirlere kapu ka-pu gezerek evleıdrn konak (gezek) taşımak ister. Atları yem, saman ve t mar ister. Hele hele ace
mi ve tor muhtarları vazifeye alıştırmak ister...Köye kaymakam ( sıtma dohtoru ) gelirken mahalle mahalle gezip angariyecilerin başında nefes tüketerek misafirlerin geçeceği yollan temizletmek düzelttirmek ister.. İsterde ister.
Bütün bu işler, yıllığı otuz yarım buğdayla, birkaç çeten samana yenilir, yutulur şeyler değil amma, o bu işlerde o ■'kadar erbap olmuştur ki mesnedini kaybederek dostun düşmanın yanında küçük düşmek endişesile işlerine dört elle sarılır, O, bütün bunlara rağmen de kafa ktzdımı muhtarına da, koruyucusuna da, hocasına da, hacısına da hüküm yürütmesini bilir On sekiz senelik meslek hayatında elinden okadar çok muhtar gelip, geçmiştir ki bunların cemazüyül evvelleri bir bir defterinde yazılıdır. Muhtarlatın inekbaşlısı, tavşan yüreklisi, gelir gider akıllısı, hülâsa, sıkısı, gevşeği daha neleri neleri elinden geçmiştir. Onca, bir düzüneye yaklaşan bu sicili bozuklar içetisinde öyleleri çıkmıştır ki, kurban derileıinden tut ta ö-fis anbarındaki buğdaylara köylüye mektep ve çeşme parası diye attıkları salmalara vanncıya kadar çeşitli dalavereler icat ederek köylünün kanını içine uyuşturmuşlardır. O, muhtarların bu çeşit kabahatlerini, kulaktan kulağa fısıldamasına rağmen teline dokunulmayınca yüzlerine vurmaz. Lâkin, bir defa da kafa kızdımı «Açtırma kutuyu söyletme kötüyü, diye ağzı bir açarsa dünyayı gözü görmez olur. Onun bu öfkesi karşısında hasmının ortadan sıvışmaktan başka çaıesi kalmaz.
Çalık Osman’ın Kızıltepe’de bir dostu da köyün öğretmenidir. Günde bir iki defa yanına uğ-rıyarak posta güverçini gibi köyden öğretmene, öğretmenden köye, havadis uçurur Öğretmenin karşısında bacak bacak üzerinde cigara tellendirirken «Hele şu ceridiyeyi bir oku haıpçilikten ne yazıyor» diye ara, sıra havadis öğrenmek merakına kapıldığı da olur. Ceridiyeyi dinledikten ve o-radan doğruca köy odasına giderek, başına topla-şau kalabalığa «Komşular ceridiyenin yazdığına bakılırsa iyi günlerde değiliz, bizimkiler ıcık mos-kofu kızdırmışa benziyorlar.* etrafında bir merek-lı kafilesinin toplandığını görünce, kend ni naza çekerek bir müddet siftindikten sonra, «Ortalığın vaziyeti içerimizinde bozuk olduğunu gösteriyor. İstanbul’da talebeler baş kaldırarak ceridiyenin birinin küllüğünü göke savuımıışlar. Bu devirde çok ağız açmağa da gelmez. Maazallah sonra a-damın dilini keserler komşular» diye göğüs geçirir. Bu tevir konuşmaların alt tarafım karıştırırsanız, bizim çalık Osman biraz da dünyanın karışmasını istiyenlerdendir. Bir bacağı anadan sakat olduğu için nasıl olsa askerlik t'itmıyacağına ortalık düzelinceye kadar köyün horozu olarak ka* acağını düşünür. (Bu ne canım insanlar azdılar nasıl aramazsın gözünü sevd ğim sefeıbeıliği sağlamı, çürüğü belli olsun.) diye ikide bir mırıldanması da pek boşa değildir.
Gülme komşuna, gelir başına demişler, hay gidi dünya o padişahlar padişahı sultan Süleyman’a bile yar olmamış. İleri, geri derken günün birinde bizim çalık Osman’ında borazanı ötmez oldu.Kulakları düştü. Böyle bir iş, şeytanın bile aklından geçmezdi. Beklenmedik bir zamanda başına inen tokmağın nereden geldiğini ne kendisi ne de başkaları bilebildi ..
Gene, köylüleri arpacık kumrusu gibi düşündüren baharlardan biliydi. Etraf dağlatın eriyen karlarile beraber tılısıınlı kutunun kapağı açılmış
(Davamı 8 inci aayfada)
SEÇİM HAKKI VE DEMOKRASİ
(Başmakaleden devam)
Maksim G o r k ı
1 inci sayfadan devam
kasabanın o seçim zamanındaki ihtiyaçlarına cevap veren hususî bir programı ortaya konur. Müstakil namzetler de, mevcut programlara ve siyasetlere göre kendi aldıkları ayrı yeri, ve programlarını belirtirler. Bu suretle vatandaşlar, kime ve niçin rey verdiklerini, seçtikleri mümessillerden neler beklediklerini sarahatle bilmek fırsatına kavuşurlar. Seçimden sonra da, seçilenlerin, program ve vaitlerine sadık kalıp kalmadıklarını takip edebilirler. Fakat parti ve şahıslar, bu işleri görebilmeleri için gazete, dergi, broşür, el ilânları, duvar afişleri, radyo programları gibi yayın vasıtalarına, toplantılar, konferanslar, münakaşalar, gösteriler, memleketin her köşesinde teşkilâtlanma gibi faaliyet imkânlarına sahip olmalıdırlar. Tabiî, teşekküllerin ve şahısların masuniyeti de kaçınılmaz bir şarttır.
Hasılı, vatandaşın seçme ve seçilme hakkı demokrasinin ilk ve temel şartıdır, ama, bu hak kendi başına bir şey ifade etmez. Söz, fikir, yayın, toplanma, teşkilâtlanma hak ve hürriyetlerile ve teşekküllerin, şahısların^ ye mülklerinin masuniyeti şartıyla sıkı sıkıya bağlıdır. Demokratik hak ve hürriyetlerden hiç biri tek başına yürüyemez, hepsi bir bütün teşkil eder. Dahası da var : demokrasi, bütün bir cemiyet sistemi ve ona uygun zihniyet ve görüş damek olduğuna göre, siyasî alanda bu esas hak ve hüriyetlerin belirmesile de demokrasi davası halledilmiş olmaz. Cemiyetin bütün müesseseleri, iktisat sistemi ve teşekkülleri, ailesi, mektebi, gençlik teşekkülleri, spor, sanat kurulları hep demokratik e-saslara göre olmak zorundadır. Demokratik cemiyet her a-landa müesseseleşmiş, teşkilâtlanmış bir cemiyettir ve esas hak ve hüriyetler her cephesine şamildir.
Demokrasi dâvası, tek tek, bir kaç hürriyetin vatandaşlara verilmesi dâvası değil, bütün bir cemiyet sistemi dâvasıdır.
Behice BORAN
herşeyi anlamak için ihtirasla dolu insanlar, insan onlara bakınca Rusya’nın dünyada en parlak demokrasi memleketi olacağını görür.„
Gorgi için, halkın dâvasiyle ilgili olmıyan bir edebiyat yoktu. Ona göre hayat, menfaatları ve ruhları birbirinden ayrı insan gruplarının mücadelesi olarak kaldıkça*edebiyat ancak bir savaş silâhı olabilir. Sanat cnun için hayata mO-vazi giden bir yol değil, hayata giden bir yoldur. Ölmez sanat eseri halkın ö-lümsüz ruhunu : emellerini, gayretlerini ifade eden sanat eseridir; çünkü, ö-lümsüz olan yalnız halktır, sanatkâr, halkı duyduğu ve duyurduğu nisbette büyüktür. Halk sevgisi Gcrki’de mücerret ve boş bir mâna ifade etmez; bu sevgi, onda, insan oğluna karşı duyduğu derin sevgide ve hayranlıkta müşahhas i-iadesini bulmaktadır.
“İnsan.... İşte hakikat budur... Herşeyin başı ve sonu budur... Herşey insanda, herşey insan içindir. Yalnız insan var, geri kalan herşey onun elinin ve dimağının işidir, İnsan 1... Bu ne mağrur sestir !...„
Hiçbir sanatkârda insan Gorkide olduğu kadar heybetli değildir. Onun insan oğlunda gördüğü ve gösterdiği en büyük meziyetlerden biri, kendi insanlık şerefi uğrunda savaşçı olmaktır. Hakikat yolunun fırtınalı denizinde bir “albatros» gibi savaşçı olmak. «Ana» romanının ahramanı, Pavel Vlasof, Onun annesi, “Meşçanın» piyesinin kahramanı makinist Nil, “ Düşmanlar» piyesinin ve hemen hemen bütün eserlerinin kahramanları hakikat ve insanlik şerefi uğrunda savaşan, yılmak bilmiyen insanlardır.
Gorkj, insanlığın geçirdiği son büyük felâketi görmedi, fakat derin sezişiyle ve dehasiyle bu felâketin yaklaşmakta olduğunu anlıyor, bunun ıztırabını kalbinde taşıyordu. Daha Almanya’da faşizm iktidara gelmeden tehlikeyi görerek, dünya aydınlarını medeniyetin ve demokrasinin korunması uğrunda savaşa çağırıyordu. Daha o zaman şöyle söylüyordu : “Kafasız maceracılar : Hitler ve benzeri serseriler... milletlerin kitle halinde imhasını hazırlamadan yaşıyamaz-lar... Onların işliyemiyecekleri bir cinayet, dökemiyecekleri kan yoktur.»
İnsanlar ıztırap çektikçe, daha iyi bir hayat uğrunda savaştıkça, Gorki’yi duyacak, onda bir kuvvet kaynağı bulacaklardır.
Zeki BAŞTIM AR.
k
köyün sehire açılan biricik geçidi olan domuz beline, köylüler üç gün arka arkaya yol yapmağa gittikten sonra, birbir peşinden borçlusu, harçlısı Kızıltepe’ye sökün etmeğe başlamışlardı... Fakat bütün bunlardan Osman’a ne ? bütün köy ateşe yansa içinde kaç meteliği vardı sanki, kış boyunca odanın bir köşesinde kör bir kandil gibi içi kararıp uyuşuk uyuşuk oturduğunun acısını çıkar- de de parayı tamamlayamayınca günün birinde mekçi kitlelerinin menfaatlerini korumak için yeni Dünya Federasyonu’nun elinde iyi bir rehberdir. Federasyon bu yasa ile ilk adımını iyi ve sağlam bir temel üzerine atmış bulunuyor.
Yeni milletlerarası işçi teşkilâtı sanayice geliş-
mak zamanı gelmişti onun için sevinçliydi. Baharın ilk çiçekleriyle beraber, onun da gözü, gönlü çıralanmağa, kısık sesi kapandan kurtulmuş bir horoz gibi acı acı yükselmeğe başladı. Pazardan pazara muhtarın kazadan getirdiği emir ve tebligatlara bakılırsa cıcık» işler, bu sene sıkı alacağa benziyordu. Mektep seferberliği için atıldta on iki bin lira paradan dolayı, daha şimdiden köylünün ağzını bıçak açmıyordu. Köylünün ofis borç-larile birlik hükümete yatırdığı on bin lirayı aşan vergi borcuna bu miktar da katlanırsa bu yıl halleri dumandı. Bir bir peşinde beş sene devam e-decek olan bu on iki bin liralık salma parası köylünün canına okuyacağa benziyordu. «Bu gidişle köye daha birinci bina çökermeden biz çökecek gibiyiz» diye homurdanan köylüler olursa, Çalık Osman, elini ağzına kapayarak «Sus bire emmimoğlu siz bu işleri hükümetten daha iyi bilmezsiniz siz ne kadar cahil kafanızla ayak direyip yobazlığı elden bırakmasanız-da Allah devletimize zaval vermesin o isini bilir» diye kendinin de bu işlerde karınca kaderince payı olduğunu köylüye duyurmağa çalışırdı..
İşe bak ki oda köşelerinde duvar diplerinde kendisinin zibidiliği, züğürtlüğü ile alay edip,eğlenenlerin çöküşünü seyre hazırlanırken Kızıltepe’ de ilk kızılca kıyamet kendi başına koptu. Mektep salmasının peşinden bir sabah bakaya yol ver
gileri toplamak için köye gelen tahsildarlar hacze çıktıkları zama. iTk önce. onun kapıs;na asıldılar. Defterin gösterdiğine göre üst üste katlanan ceza ile birlikte kendisinden tam altniış kayma tutan beş senelik bakaya yol vergisi isteniyordu.
Sağa, sola kıvrandı bir havli kemküm etti ise de Kabul olunan yasa, milletlerin sosyal ve eko-
hükümet şakası mı olur ? Aldığı mühlet içerisin- nomik hayatlarında 'tesirli bir rol oynamak ve e-
"emsalları île onvl da deliğe tıktılar,
Çalık Osman için bu darbe çok ağır oldu ise de, netyapsın babasının bankada kasası yoktu ya böyle senelerde altmış kayına dediğin aitmiş tane taşın altında saklıydı. Köylerinde bu parayı kaç iniş memleketlerde olduğu gibi, geri ülkelerin ve kişi, yerebilirdijsanki. sömürgelerin işçi teşkilatlarını da içine alıyor,De-
mokrasi hareketlerinde mühim bir merhale olan Paris konferansına iştirak etmeyen memleketler parmakla sayılacak kadar azdır. Fakat millî sendikaların kurulmadığı memleketlerde milletlerarası işçi toplantılarına istirâk edememekten üzüntü duymak ve belki de milletleı arası işçi teşkilatlarından bahsetmek lüzumsuz ve yersizdir.— Z. Y,
işine yarama-tarafı inmeli ayrı ayrı.ka-
kişi yerebilirdijsanki.
Habishana Çalık Osman’ın hiçte mıştl doğrusu,.. Bir defa evde bir yatalak bir karı ile birlikte ı üç tane rıdan olma üç sümüklü çocuğu yüz üstü bırakmıştı. İkincisi dostun, düşmanın içinde güldükleri şimdi de kendi başına gelmişti. 11 uşağı bu, onun muhtar ve tahsildarın önüne düşerek kapı kapı dolaşıp yol göstericiliği yaptığı günleri unutmamıştı. Hele, borçlunun kapısına vardıkça kadınlara karşı şapkayı bir yana yıkrak «Kocan olacak döy-yos nerede şu pisliklerini temizlesin» diye, öyle bir kırışıp çalım satması vardı ki, onun bu hali en sessiz insanları bile dinden imandan çıkarmağa yeterdi.
İş bunlarla bitse iyiya, Felek gancasını bir defa takmıştı. Habishaneden çıkınca evi karmakarışık buldu. Bir defa evdeki gelinlik kızı komşu kadınlar tarafından ayartılarak baldırı çıplağın biriyle ipi kırıp sıvışmıştı. İşin daha kötüsü onu dağlar kadar güvendiren on senelik mesnedi de elden gitmişti....
Ara sıra köyün boşbağazları Çalık Osman’a
(3 üncü sayfadan denvam)
eski günlerini hatırlatarak çileden çıkarmağa çalıştılar mı, o kelebek olmuş kötü bir toklu gibi boğazı hırıldıyarak kötü kötü öksürür, başına top-laşanları ters ters süzdükten sonra (Bırak git hemşehrim, ele değen saman çuvalına değermiş) diye homurdanmağa başlar. Ve bir zaman o çuvalın başkaları olup kendisinin seyirci vaziyetinde kaldığını hatırlattılarmı ( Benden belânı arama çıfıt tohumu) diye karşısındakine yanından ayırmadığı başı topuzlu sopasını götererek arka arkaya verir küfrün kalayın gözünü....
Halil AYTEKtN.
Sekli köyü 946
leride oldukça dikkati çekmektedir. Bu mütehas-sışlar İngiltere’nin senayi memleketi olması dolayısıyla bu sahadaki sosyal sigorta ile uğraştıklarını söylüyorlar. Ziraat işçisi çok olan memleke mizde acaba ne dereceye kadar muvaffak ola • caklar.
FİKİR,SANAT VE T£NKİTDER§İSİ
I
ÇALIŞMA DERGİSİ
Çalışma Bakanlığının kuruluşundan beri müşahede ettiğimiz ana fikir de şudur. Bu sahaya yabancıyız, yavaş ve emin olarak yürüyelim. Derginin ikinci sayışında gene bir iktisat profesörü tarafından açık olarak bu zihniyet tekrar belirtirmiş-tir. Bu profesör sosyal sigorta kanununun bundan on yıl evvele yani 1936 yılında çıkan iş kanunundan altı ay sonra yapılması lâzımgelirken ancak bugün yapıldığını unutmuş olacak. Memleketimizin batı memleketlerine kıyasen geri kalmış
sahalardaki açığı kapatmak için prensip olarak kabul edilen sürat formülünün bu meselelere şümulü yokmu acaba ?
Yaşar ÇÖL
oprak adamı ve deniz adamı. Toprağının tavlanıp tavlanmadığını anlamak için kıçıyla yere oturan toprak adamı ve Posidon’la bütün ömrün
ce çarpışan ve sonunda namazsız, niyazsiz ve tel* kinsiz, sularda ölen denizci I...
Halikarnas Balıkçısı, bu kitabı yazan hem toprak adamıdır, hem de deniz. Londra’da üniversite, Paris’te, Roma’da ve Madrit’te resim ve müzik öğrenmiş olan, dünyanın en eski ve en yeni dillerini çok iyi bilen bu muharrir, elli yılı geçen ömrünün bir kelimelik hedefine ulaşmış nadir bahtlılardan biridir. O, artık bir «insansdır. Bu hedefine ulaştıktan sonra artık bir demir parmaklıklı pencereden avuç içi kadar bir parçasını görebildiği insan dünyasından onu hiçbir şey ayıramaz. Çünkü ondaki hayat ve dirilik kendisinin ölümünden sonra bile canlı kalacaktır.
Bu kitabı okumamış insan sadece bir bahtsızdır. Hattâ, diyorum ki, bu kitabı okumıyan belki de insanlığını daha kuvvetle hissetmekten yoksun kalacaktır.
Eseri takdime cesaret edemiyorum. İşte size bir sayfa. Bu sayfa kitap hakkında belki size bir fikir verebilecektir. Ve ben bu sayfayı bu sütunlara geçirirken aziz ve vefakâr dost, Halikarnas Balıkçısı, senin bu satırlarının altında, bütün insanlarla beraber kendi imzamı da görüyorum. Çünkü bu kitap artık senin değil, gün ışığı, deniz mavisi ve toprak kokusu gibi, bütün insanlarındır.
ÖÇ.
«Gezgin denizci hayatımızda çok yerler gördük. Adalar Denizinde bir ada arkada kalıp denize gömülürken, hepsi de birbirinden güzel, on adarın önümüzdeki ufuktan kalkması. Tren ıslığı, vapur düdüğü, vinç harharası, ve el kol kargaşalığı içinde iş gören liman amelelerinin bağırıp çağırma-lariyle gürleyen sık gürültülü Pire limanı. Akşamleyin Mataban ve Malea burunlarının çıplak ve turuncu kayaları, Çengo adası. Geceleyin Girid’in ay ışığında karlariyle ağaran üç bin metrelik 1da dağı. Tâ ötede şafakleyin penbeleşen Et-na yanar dağı. Sicilyanın beyaz şehirleri, lava ile çevrilmiş Ratanya, hilâl şeklindeki Messina şehri. Yüksek ve rüzgarlı Taormina. Deniz ortasında ehram şeklinde bir kül kümesi Strumbuli yanar dağı. Gürültü ve şarkı içinde Napoli. Mavi havaların koynuna gömülmüş Sardeniya ve Korsika. Hele Cenovadaki Kristof Kolomb heykeli. Yüzlerce doklariyle, musiki ve açık havasiyle Marsilya. Sokaklarından şarap ve karasaçlı kara gözlü çocuklar akan Barselon ve Malağa, bunların her biri gözlerime açılan yeni yeni âlemlerdi.
Fakat bu gördüğüm yeni yeni yerlerin tadı ta-
n dahi ka-
yazan bir
Sosyal davalara ait mev-
Ç ALIŞMA Bakanlığının ayda bir yayınlamak-ta olduğu «Çalışma» dergisinin 4’üncü sayısı Mart 946 da çıktı. îş ve işçi meseleleri üzerinde çalışan ve bu sahada daha çok teknik imkânlara sahip olan bir dairenin çıkarttığı dergide rakamlara dayanan bilgi ve etütlere yer vermek lâzımgelirken, bir kaç müstesna, yazıların pek sathi olduğu görülmektedir. İş kanununun tatbikatını sağlamak gayesile kurulan İŞ dairesinin on yıllık, çalışma Bakanlığının da bir seneye yakın bir mazisi olmasına rağmen, halen memleketimizde çalışan işçi kitlesinin rakamı bilinmediği gibi iş kanunu çerçevesine giren işçileri; ti olarak rakamı bilinmemektedir.
Derginin ciddî olmıyan bir yazısından kısaca bahsedeli m.
Günlük gazetelerde siyasî makaleler
siyasî tarih professörü ;
zuatımızın Milletler arası mukavele hükümlerini karşılamaya kâfi geldiğini ve bundan dolayı sosyal davalar için yenıoır kanunî hükmün tedvinine lüzüm olmadığını iddia ediyor. Bu yazının iki sayfa ötesindeki diğer bir yazıdan^ okuyucu öğ-reniyor ki, Milletlerarası Çalışma Mukavelesine göre ziraat işçilerine iş kazaları tazminatı verilmekte ve sanayi işçilerinin sahip oldukları cemiyet kurma ve birleşme hakkını ziraat işçileri için de tanımaktadır. Halbuki memleketimiz daha zi-‘yâde ziraat memleketi olduğuna gön lerilsenayi işçilerinden halen ( çiler bugün dahi iş kanunundan u:
gibi sosyal sigorta kanununu da dışında bırakılmıştır. Elimizdeki kanunlar ne senayi işçisine ne de ziraat işçisin© cemiyet kurma ve birleşme hakkını tanımamaktadır. Görülüyor ki sayın profesörün iddiası ayni derginin iki sayfa öterindeki yazı ile tezat teşkil etmekte ve adeta ikinci yazı tarafından bilinmeyerek, cerh edilmektedir.
Sosyal sigorta kurumu için İngiltere’den getirtilen iki mütehassısın dergideki beyanatımsı söz-
nıdığım yeni yeni insanlar ve edindiğim yeni yeni arkadaşların yanında birer hiçti. «Huyu, suyu aykırı, dilleri başka olanlar birbirlerine ısınamazlar,» derler a. Yâlan! Beraber çalişıp beraber çile çeken insanlar birbirine öyle bağlanıyorlar ki,bir kısmı buz, bir kısmı da ateş olsa, birbirine uyup can ciğer kardeş oluyorlar. Ben öyle arkadaşlar edindim ki onların birisi yanıma gelince, yanıma birisi gelmiş gibi değil, fakat yanımdan yabancılar ayrılmış da kendimle baş başa kalmışım gibi oluyordum.»

Köy Enstitüleri Dergisi
J_|asanoğlan Köy Enstitüsü öğrencileri tarafından hazırlanan ve Millî Eğitim Bakanlığınca yılda dört sayı olarak çıkarılan bu derginin şimdiye kadar henüz üç sayısı basılmıştır. Dergi, Köy İncelemeleri, Enstitü çalışmaları,Haberler isimli üç bölüme ayrılıyor.
Yalnız enstitü öğrencilerinin yazılarını yazan dergi, bir amatör işi olmak şöyle dursun, gerek inceleme, gerek sanat bakımından, Türkiye’de çıkmakta bulunan dergilerin bir çoğundan daha doyurucu, daha ciddidir. Her üç sayının incelemeler kısmında çıkan makalelerin yalnız başlıklarını yazmak bile, okuyucuya bu hususta toplu bir fikir verebilir. Bunlar arasında Hasanoğlan köğünün geçim durama. Bayramlı köyünde evlenme, Çukurova*da toprak ve müstahsil durumu, Bakır çayı vadisindeki beş köyde ziraat işletmesi, Köye göre çeyizin toplumsal anlamı, Foça çifliğinin Foça köyü üzerinde sosyal etkileri, Köyde tedavi ve ilâçlar nasıldır ?, Arsız oflar, Macar köyünde bir aile, İş eğitimi sözlüğü ile ilgili incelemeler bilhassa tavsiyeye değer.
una göre ziraat işçi- Ilk saylda daha «ok saz *8»ri a£ziy,e yazılan daha çoktur. Bu iş- ve birer Bazire veFa taklit olmaktan ileriye gide-zak tutulduğu m>yen şiirlere yer verilmiş ise de, öbür sayılarda ° şiirler herhalde daha çok elenmiş olacak ki, bu defa yalnız gerçek sanat değeri bulunanlar basılmıştır. Bunlar arasında Haşim Kanar*\n Mezarlık köy ve Mehmet Başaranın İlân-ı aşk ve Turan Aydoğan’ın Boş ev adlı şiirleri, bir de Talip Apaydın’ın Karın ağrısı hikâyesi herhangi bir sanat dergisinin yüzünü ağartacak değerdedir.
Bu şiir, Köy Enstitüleri Dergisi*nin IH. sayısından alınmıştır.
İ L Â N - I AŞK
Gücüm senden, acım senden,
Senden dizimde derman, gözümde fer ; Terim değil mi
Dudağında titriyen çiğler ?
Rengin alnıma vurmuş,
Tabanlarımda hâlâ sızın,
Sırtım terli,
Bak nasıl yanıyor avuçlarım.
Kara toprak,
Seni seviyorum I
Mehmet BAŞARAN.

Kaynak: TÜSTAV - Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı Arşivi

FİKİR, SANAT VE TENKİT Dergisi
BAŞLARKEN
DİL VE D Ö Ş Ü N C E
[“DÜŞÜNME hürriyetinin dokunulmaz tek hürriyet olduğunu söyliyenler var. Bunlara göre, hiç bir sansörün, hiç bir hafiyeliğin so-kulamadığı tek yer, beynimi zdir. En azılı despot İarın önünde bile istediğimizi düşünürüz. Bunun için fikir hürriyeti, her zaman her rejimde var olan bir hürriyettir.
Sarsılmaz bir gerçeği anlatır gibi görünen bu buluş, bir çok sebeplerden, yanlıştır. Bunları incelemeden de bunun tam bir hürriyetsizlik olduğunu sövliyebiliriz. Çünkü düşüncemiz tıpkı bir zindanın duvarları içindeki kürek mahkûmu gibi, kafamızın sınırlarından dışarı ayak atmak istediği an - eğer bir istibdat rejiminde yaşıyorsak -kurşun yiyecektir. Yani orada kalmıya, oradan çıkmamıya mahkûmdur.
Beynimizin bir toplama kampı, veya hapısa-l ne hücresi olmaktan kurtulabilmesi ıçmj
celerimizin serbestçe dışarı çıkabilmesi, başka düşüncelere kadar gidebilmesi lâzımdır.
«Düşünmek, dudakları kapalı konuşmaktır» derler: bu hoş söz bize dilin düşüncedeki rolünü gösterir. Daha geniş manasile dil ve düşünce karşılıklı tesirlerle doğup, gelişmiştir diyebiliriz. En geri cemiyetlerde yaşıyanlarm düşünceleri de

c

Üniversitenin Muhtariyeti
Bellice BORAN
dillerinin ölçüsünde geridir. O halde düşüncenin
1 _____ r•• 4- »-» I »"ı ?C(*ı w-x ■» » »-» rt ı ı . «'•«'» v»4-1 nr» oı I di '"
var olmasının ve üstünlüğünün bir şartı nasıl dilin varlığı ise, düşünce hürriyetinin temel şartı da dil hürriyetidir. Dili burada şüphesiz en geniş ( manasiyle hem söz hem yazı olarak alıvoruz.Bu-na göre söz ve yazı hürriyeti olmayınca, fikir hürriyeti de yok demektir. Tek insan, leh başına kafasındaki bir iki düşünce kırıntısını g^viş ge-l tirmekle «istediği gibi» düşünmüş sayılamaz. Oysaki faşizm hürriyetin bukadarına bjile imkân vermemiştir. En hayasızca yalanlardan kuvvet a-lan bir propaganda sistemiyle kafaları kalıba sokarken, hürriyet severliğinden, ileri fikirliliğinden şüphelendiği insanların beyinlerini boşaltmak için saçlarından asmak, tırnaklarını sökmek, diri diri tabuta koymak gibi işkence metodlarına baş vurmuştur.
Bu barbarlık, dil hürriyeti olmadan da fikir hürriyeti olabileceğini sanmak gafletine düşenlerin ne kadar yanıldıklarını isbat, eder. Zaten bugün demokrasiyi kurtarmak için savaşanların zincirlerini kırmak istedikleri ilk hürriyet dil hürriyeti vani söz ye yazı hürriyeti değilmidir ?
SÖZCÜ
"ÜNİVERSİTENİN muhtariyeti meselesinin can alici noktası, üniversitelere ilmi faaliyet _____■ ve tıkır hürriyetinin sağlanmasıdır. Memleket ilim ve fikir hayatının en yüksek mfimesilleri «dan üniversiteleri ve üniversite mensuplarını üniversitenin dışındaki siyasî ve ve iktisadi kuvvetlerin müdahalesinden, tazyikinden korumaktır, Üniversitelere müdahaleler ya iktidarda olan hükümetten yahut ta, üniversiteleıin hususî şahıs ve teşekküllerden yardım gördüğü rncınlekeyçıd.eJ iktisaden kuvyetli ^üxn«lfrden gelebilir. Halbuki ilim ve fikir hayatının verimli bi> suretle gelişebilmesi için üniveısiteleıin bu çeşit müdahaleleıden ve üniversite mensuplarının her an işlerinden çıkarılmak, şu veya hu şekilde tazyıka maruz kalmak endişesinden kurtulmaları geıektir. Endişe ve korkunun bulunduğu yerde ilim ve fikir Jelişemez.^-
Üniversitenin muhtariyetine ait kanun lâyihasının başlıca maddelerini gazetelerde okuduk/Bu işaret ettiğimiz hürriyet ve emniyeti sağlamak bakimından bu layiha ihtiyaca cevap veriyor mu? Bu kanun kabul edilip, kanunun ruhuna uygun bir surette iyi niyette ve titizlikle tatbik edildiği takdirde üniversitelerin durumu bugünkünden daha iyi olacaktır. Rektörlerin ve dekanların iki yıl için seçilmeleri, aynı rektör veya dekanın, dört yıl geçmeden bir daha seçilememesi ve Eğitim Bakanının, tasdik etmediği kararlan ya Danştay’a yahut üniversiteler arası kurula göndermek mecburiyetinde oluşu, bugünküne kıyasla daha ileri bir durumun ifadeleridir. Bununla beraber, bu kanun dahi, üniversitelere gereken düşünce hürriyetini ve emniyetini sağlamaktan uzaktır. Kanunda, Millî Eğitim Bakanının üniversitelerin başı olduğu ve bu sıfatla üniversiteleri, fakülteleri ve bunlara bağlı müesseseleri hükümet adına miirakaba edeceği tasrih ediliyor. Eğitim Bakanı, tasdik etmediği üniversite kararlarından akademik mahiyette olanlarını üniveısiteler arası kurula göndermek mecburiyetindedir ama, Eğitim Bakanının kendisi bu kurulun başkamdir ve üniversiteler arası kurul ancak Eğitim Bakanının lüzum göreceği hallerde ve bildireceği yerlerde toplanır. Bu vaziyette, başkan tasdik etmediği bir kararı kurula havale edince, kurulun başkanı
(Devamı arkadaki sayfada).
SAYI
2
I Haziran I9A6
ANKARA
25
KHli$
Irkçılık ve Sanat
Niyazi BERKES
BİRİNCİ cihan harbi ile ikinci cihan harbi arasındaki devrede gençliğin İçtimaî hayattaki payının önemi son derece artmıştır. Eski zamanlarda gençlerden ziyade yaşlıların saygı görmesi ve cemiyette baş köşeyi yaşlıların tutmuş olması yalnız bizde değil, garpte de âdetti. Gençliğin değerini ve önemini arttıran şey, İçtimaî hayatın gittikçe daha geniş ölçüde ancak gençlerin yapabileceği veya ancak gençlikte öğrenilebilecek işlere dayanması olmuştur. Büyük sanayi medeniyetinin dünya yüzünde yaptığı başlıca değişikliklerden biri de istihsal hayatında genç nesillerin hem payını genişletmesi hem de bu payın önemini arttırması, dolayısiyle de gençliğin sosyal durumunu değiştirmesi olmuştur. Sanayi hayatının gelişmemiş olduğu yerlerde, geleneklere dayanan, kolay kolay değişmeyen cemiyetlerde başlıca değer, kudret ve yaşlıların elinde bulunur. Bütün tarihî medeniyetlerde bu temayül görülmekle beraber, en tipik nümunesi meselâ Çin medeniyetinde,
çağ hıristiyan ve İslâm medeniyetlerinde görülür. (Klâsik eski çağ medeniyetinde , meselâ İsparta’da yaştılar hakimiyeti plduğu halde Atina’da gençliğin yeri daha önemli idî). HeK’memleketin eiki köy tipinin hâkim bulunduğu yerlerde de gençliğin du hassa Orta Anadolu köy tipine dahil lerle bazı yaşlı kadınlardan sonra v bir yer tutarlar.
kuvvet açıkça orta-
t umu ikinci derecededir. Bizde, bil-I köylerde gençler, ancak yaşlı erkek-e ancak genç kadınlardan önce gelen
Bütün bu çeşit cemiyetlerde bir ferdin cemiyet hayatında tam manasıyla payı olması, İçtimaî hayatın her cephesine katılabilmesi ancak uzun bir yetişme, tabir caizse, çırakfik devresinden sonra başlar. Gençler, çocukluk devresini geçirdikten sonra da uzunca bir zaman yaşlıların huzurunda ses çıkarmadan, onları dinliyerek İçtimaî hayatın girintili çıkıntılı işlerini, hayatın köşesini bucağını öğrenirler.
Fakat, bilhassa ondokuzuncu yüzyıl ortalarından itibaren, Amerikada ve Avrupada gençlerin bu dutumu temelli değişikliklere uğradı. Önceleri gençler hatta çocuklar uzunca müddet adam akıllı istismar edildiler. Sanayi istihsalinin birçok işleri vardı ki bunları ancak gencin kuvvetli kolu ve atılgan ruhu başarabilirdi. Böyle olmakla beraber, hatta bu yüzdeı> direktif yine yaşlılardan geliyordu.
ınıflar;mn gençleri icin^avt-j.Qjr;

Şüphesiz, bu durum cemiyetin bütün nesilleri yeni medeniyetin bütün ağır yükünü omuzladıkları nisbette istismar eden sınıfların gençleri de dadılar elinde, uşaklar ve arabalar içinde büyütülüp klüplerde vakit geçirirler; zamanlarının büyük bir kısmını eğlenceye, spora ve seyahata harcayabilirlerdi. Bunlar, bilhassa büyük sermayedar zümrenin sonraları meydana gelen aylakları olmuşlardır. Bunların burjuva inkılâplarına önderlik etmiş olan müteşebbis babaları daha mütevazı hayat şartları içinde ve bizzat iş başında çalışarak sivıilmişicrdi. Bugün Avrupa ve Amerikanın milyoner evlâtlarının, eski padişah ve kral çocukları gibi geçen parazit bir hayatı vardır.
Gençliğin bu istismarına karşı uyanan protestolar neticesinde onun içtimai durumunu düzeltecek ıslahat yapılmamış değildir. Genç nesillerin ancak belirli bir yaştan itibaren sanayide çalıştırılmalarının hayli önüne geçilmiş, bilhassa gençliğin ucnzca okuyup yetişebileceği öğretim müesseseieri çoğalmıştır. Bu müesseseler, artık eski devitlerde olduğu gibi, ihtiyarlaşıp cemiyette kredi sahibi olunacak devreye gelinceye kadar diz ve Bir- ",
gösterebilmesinin hudutlaı'ını bakımından) «kodaman»! diye-
şıp cemiyette kredi sahibi olunacak devreye gelinceye kadar diz ve sek çürütülen yerler olmakten çıktılar. Gençliği, bilim ve sanat hayatında en yaratıcı olabilecekleri terbiye ile teçhiz eden müesseseler halİBe geldiler.
Bunucla beraber, gençliğin yaratıcılığını çizenler yine (hem yaş hem içtimai duru*, bileceğimiz daha yaşlı zümre olmakta bugüne kadar devam etmiştir. |Umu-miyetle büyük inkilâpların arkasından gençliğin değeri yükselir ; fakat în-kilâp hamlesi söndükçe ipler kodamanların eline geçer : daha doğrusu yaşlılar hâkim oldukça duraklama ve gerileme başlar. Burjuva inkılâpları yapan belli başlı memleketler içinde Fransa bu bakımdan en talihsizi olmuştur. Fransa’da olduğu gibi bizde de bunu sağlayan usul, mevkilerin « ba-remleştirilmesi» olmuştur.
Fakat, gençliğin millî hayattaki asıl değerini isbat eden olay birinci cihan harbi olmuştur. Yarı bunak hükümdarların, ihtiyarlık hırsı içinde sarsılan başvekillerin ve sakallı generallerin harp sahnelerinde, dama oynar gibi bir taraftan bir tarafa oynattıkları, yerden yere sürükledikleri büyük kütleler eski devirlerin ordularına nazaran daha genç nesillerin meydana getirdiği kuvvetlerdi. Harbin tarihini yazanların pek alâ belirttikleri gibi, kodamanların kâh nazariyecilik, kâh şahsî ihtiras ve megalomani, kâh de-(Devamı 8’incl sayfada)

J^udolph Dunbar, sanat dünyasınca tanınmış zenci orkestra şeflerinden biridir. İngiliz Ginesinde doğmuş olan Dunbar, 1942 de Londra Senfoni Orkestrasının tarihî Albert Hail salonunda ilk konserini vermişti, Böylece Dunbar yîne bir zenci orkestra şefi olan Taylor’dan sonra bir İngiliz orkestrasını idare eden ikinci zenci olmuştur. Bu konserde ilk defa olarak William Grant Still’in Afro-Amerikan Senfonisini çaldırmıştır.
Bu ilk başarıdan sonra Dunbar çok alkış toplamış,İngiltere basınında bu senfoniye dair yazılar yazılmış ve İngiliz Radvoları eseri avrıca memleket içi ve dışı servislerinde yayın lamışlardı. Fakat konseri dinliyen Alman radyosu, Afro-Amerikan senfonisi için derhal harekete feçmiş ve faşizmin ırkçılık propagandası için bulunmaz bir fırsat bilmiş ve başlıca Alman radyo istasyonları şu haberi yayınlamışlardı : «İngiltere, bayağı zenci caz müziğinin Albert Hail’ de çalınmasına müsaade etmekle kendisini en aşağı bir bir kültür seviyesine düşürmüştür.»
Öğ t endiğimize göre, Dunbar son aylarda Berlin Filarmonik Orkestra-
sı şefi Leo Borchard’ın daveti üzerine, misafir orkestra şefi olarak Ber-line, gitmiş, ve Borchard’ın orkestraya bilhassa bir Amerikan eseri çaldırmasını ve bunun da bizzat kendisinin sevdiği bir eser olmasını rica etmesi üzerine, bundan tam üç sene evvel faşist Alman propagandasının tel’in edip yerin dibine batırdığı Afro-Amerikan Senfonisini çaldırmış ve eser büyük bir hararet ve takdirle karşılanmıştır. Tanınmış Alman gazetesi Allgemeine Zeitung bu konser hakkında şöyle demiştir : «Filârmanik Orkestrayı, Afro Amerikan Senfonisini çaldığından dolayı bilhassa takdir etmek lâzımdır.»Berlin Orkestrası azalan bu eserin çalınmasından o derece mütehassis ve memnun olmuşlardır ki, takdir hislerinin bir belirtisi olarak Dunbara, Beehoven’in kendi elyazısıyle yazılmış olan Beşinci Senfonisi’nin notasını hediye etmişlerdir. Almanya-dan döndükten sonra, oradaki hatıralarından bahseden Dunbar, üç se-ne?evel Albert Hall’da verdiği konseri hatırlatmış ve sözünü söyle bitirmiştir: «Tarihin adaletsizlikleri olduğu kadar, hakkın garip bir şekilde ..-yerine gelişi de vardır.»
tİhtntYfn rr 4î İtTTîr i y e t î
İ nci sayfadan: sıfatıla elbet te kendi görüşünün kurul taıafından da kabülü hususunda ağu basacaktır. Ve kurula, kendi teşebbüsü ile toplanmak ve meseleleri ortaya atmak selâhiyetinin verilmemesi, bu kurulu büsbütün Eğitim Bakanına bağlı bir hale sokacaktır.
Sonra, en mühim nokta, bu kanun üniversite mensuplarının memur ad-edilmesi durumunu değiştirmiyor, memurlar kanunundaki meşhur dokuzuncu madde, memurların siyasete karışmaması maddesi olduğu gibi duruyor. Diğer taraftan, kanonun ikinci maddesinin (d) fıkrasından üniversite ve fakültelerin «Memleketin türlü yönden ilerleme ve gelişmesini ilgilendiren bütün mesele ve davaları benimsiyerek öğretim ve inceleme konusu yapmadan yazılı. İjjıiversite_ mensupları memleket davalarını benimseyip bu nususta incelemeler yaptıkları, yazılar yazıp fikir ve tenkitler ileri sürdükleri zaman,memurlar kanununun dokuzuncu maddesini daima bir heyülâ gibi karşılarında bulacaklardır ve «siyaset yapmak» suçuyla islerinden kapı dışarı edilmek ihtimali başlarının Üzerinde Demoklesin kılıcı gibi sallanıp duracaktır. Hukuki,-‘İktisadî, umumiyetle sosyal mesele ve davalarda «siyaset» nerede başlar, miyarı nedir ? Görülüyor ki bu durum, üst makamların Iıer hangi bir anda «siyaset yaptın» diye indî hükümlerle müdahalesine yol açabilecektir. Ya memurlar kanunundan bu maddeyi kaldırmalı ve bir vatandaştan, memur olduğu için, anayasanın sağladığı esas siyasî hürriyetleri almamalıdır. Veya, hiç değilse, üniversite mensuplarını memurlar kanunun bu maddesine karşı koruyan kanunî teminat konmalıdır. Bu olmadıkça, üniversite ve fakültelere fikir, yazı ve tenkit hüriyeti sağlanamaz, bunlar olmadan da ilim hayatı gelişemez.
Bugünkü şartlar altında daha ileri bir kanun yapılamıyorsa, bu teklif edilen tasan bir an önce geçirilip kâğıt üzerinde kalmıyacak şekilde ciddiyetle ve samimiyetle tatbike konmalıdır. Ama diğer taraftan, en yakın bir gelecekte, üniversitelere gereken ilmi faaliyet ve düşünce hüriyetini sağ-lıyacak sürette de değiştirilmesi gerekecektir.
Behice BORAN. —t
«
/

Sahibi : Asaf Ertekin. — Yazı işleri Md. ve Umum Neşriyatı idare eden : Yaşar Çöl. Adres: Posta Kutusu 2017 Bakanlıklar, Ankara — Basıldığı yer: Sebat Basımevi, İstanbul.
Onbeş günde bir çıkar
ABONE ŞARTLARI
Yıllık: 6 lira.
6 aylık: 3 lira.
Yirminci Yılını Bitiren
KONSERVATUVARDAN
Türk Tiyatrosu doğabilir mi ?
r
Ankara Devlet Kon s ervatuvarı kurulalı on yıl, tiyatro kısmının ilk mezunlarını vereli de beş yıl oluyor. Onuncu yıldönümü müna sebe t i 1 e , bugüne kadar olan faaliyetlerinin bir bilançosunu yaparken şu iki sualin cevabını araş11rabi 1 iriz: 1) tik
(_________________________________________

mezunlarını vereliberi , Konservatuvar temsilleri bir memleket tiyatrosunun doğuşunu müjdeliyor mu? 2) Artık öğrencilik devresini aşmış birer s an a tkâr hüviye t i 1 e karşımıza çıkan gençleri, sanatlarının tekniğine, “işçiliğine,, hakim midirler?
B
İLİYORUM, konservatuvarlar büyük sanatkâr yetiştirmezler ve bir memleketin tiyatrosu konservatuvarlar-lardan doğmaz. Büyük sanatkârlar sahnede, seyirci önünde oynıya oynıya yetişir ler. Ama konservatuvarlar, büyük sanatkâr o iabiiecek kabiliyetlere, aktörlük sanatının tekniğini, işçiliğini verebilirler. Her sanatın bir “ustalığı„ vardır; konservatuvarlar bunu sağlamakla vazifelidirler.
Konservatuvarlar bir memleketin tiyatrosunu doğurmazlar ama, yetiştirdikleri elemanlar vasıtasıla tiyatro cereyanlarına tesir edebilirler ve mezunlarından, belirli vasıfları olan bir tiyatro cereyanını başlatmaları, veya
varsa, .geliştirmeleri beklenir. Bizim içifa gaye, Amerikan sahnesinden, İrlanda tiyatıosundan bahsettiğimiz manâda bir Türk Tiyatrosunun doğup gelişmesidir. Garb’m tiyatro geleneği içinde, bugünün dünyasının ileri sanat «anlayışının ve faaliyetlerinin istikametinde, ama bizim metn leEelimlzİn'şırrtlarından ğeTen ize! va sıfları da haiz, dünya tiyatrosuna oizpen de bir şeyler katan bir Türk Tiyatrosu !

zâten
«es
Konseryatuvarın son yıllar zarfında sahneye koyduğu eserleri aklımdan geçiriyorum: O-telci Kadın, Julius Ceasar. Antigone, Yanlışlıklar Komedisi, Kibarlık Budalası, Kahvehane, Bizim Şehir. Anasının Kuzusu, Faust... Eserlerin seçilişinde belirli bir Itiyatro anlayışının, bir gayeye doğru yönelna inin belirtileri görülmüyor. Deniliyor ki, “Efendim,bn çocukların yetişmesi için her çeşitten eser oynamaları lâzım, kasden böyle bir harman yapılıyor. „ Olabilir. Ama gençlerin yetişmesi için, tecrübesiz aktörlerin ilk ağızda başar» rnıya cakları besbelli olan Antigone’yi, julius Cear sar’ı, Faust’u mutlaka oynamaları lâzımsa,bu okulun kendi Öğrenci ve öğretmenlerinin teşkil ettiği seyirciler önünde, uzun dekor külfetine girmeden yapılabilir. Beş senelik mezunlarla Konservatuvar bugün bir eser sahneye koyunca, artık öğrencileri yetiştirmek için ders mahiyetinde bir temsil değil, profesyonel bir tiyatro faaliyeti ortaya koyuyor demektir. Yani bugün Konservatuvar, okul görevi yanında ikinci bir iş daha görmektedir. Ondan, profesyonel tiyatronun ölçülerine, standardına uygun temsiller beklemek hakkımızdır,
Bununla beraber, eserlerin listesini bir daha gözden geçirirsek bunların pek de sebepsiz seçilmediğini sezeriz. Ama maalesef, tesir ettiğini sezdiğimiz âmiller,bir memleket tiyatrosunu geliştirmek bakımından pek de faydalı cinsten değil. Bir tarafta, Jslius Caesar, Antigone, Faust gibi büyük isimli, etraflarında a-sırlardan gelen bir şöhret halesi taşıyan eserler. Hani, işte, biz bunları da oynıyabiliyoruz, diye Konservatuvarın öğünebiieeeği eserler, Muasır bir piyes olmakla beraber, bizim için yeni olan ve biraz da garip gelen sahneye ko
nuş tarzıla Bizim Şehir de gösterişli eserler sınıfına girer. Diğer tarafta, Kahvehane,Otelci Kadın, Anasının Kuzusu gibi, İstanbul Şehir Tiyatrosunun sürüp götürdüğü vodvil ve komedi geleneğini destekler mahiyette, seyirci nin kolayca rağbetini çekip ucuz başarı kazanacak piyesler.
■Son oynanan Faust’u hatırlıyorum Faust’ ta bite, nerede mümkünse orada, komediye ka
çılmış, güldürerek seyirci kazanılmak istenmiş seyirciyi güldürmen g.«yretierile, kolay tarafın-gibi... Meselâ, Faust un rolünü alan jeytania dan rağbet ve takdiı kaşanma tümayülünün acemi öğrenci arasında geçen sahne. Burada Mefisto o zamanın bilimlerinin ıstihzalı, ama ciddî, bir tenkidini yapıyor. Bu, mübalağalı bir komedi sahnesine çevrilmiş. Seyirci gülüyor ya..
Meyhane tablosu, AfarMe’ı» Mefisto ile kırış tirdığı sahne de Öyle, Zaten Mefisto’nun kendisi bir soytarı olmuş çıkmış. Bunun mesuliyetini, bu rolü oynıyaı genç sanatkârlara yük letemeyiz. Bir eseri ııahneye koyan rejisörün o eseri ve o eserdeki karakterleri kendine gö re bir anlayışı vardır. Aktör, rejisörün! çerçeve içinde •o.üuikj^yLiş^ H.çıe geni kârların rol aldığı bir eserde rejisörün siri kendini daha da belli eder. Mefı\ şahsiyeti bir soytarı
(- çizdiği tısıat ı bu te-sfo’uuu şahsiyeti bir soytarı gibi tefsir olun ouş. Bu rolü oynıyan iki aktörden biri bunu daha mübalağalı, öbürü biric, daha Öiçü.a oynuyor, o kadar.
Eserlerin oynanışında ye sahne tertibatında ıtuluyordu. Birinci rolleri alanlar arasında da özel bir tiyoatro anlayışının ümit verici be- her kelimesini açıkç işitebildiğim bir Refia llirtileriui görmüyoruz. Umumiyetle bir komedi- Şenbay old^^^^^Ban’ın küçük fakat sakin, ye, hatla farca a kaçış var. Yine umumiyetin ölçütü oynadığı rolü, bir mektep icmallinde rol genç aktörlerin oynayışı mübalağalı, kiminde aşırı, kiminde asgarî derecede, ama belli ki re jısör ve bu gençleri yetiştirenler mübalkgah
jestlere ve mimiklere mütemayiller, konuşuşla-
sı' geçmiş bir şiir, daha doğrusu
da mübalağalı oynayışa uygun. Hani,1 moda „ __ ,-------- — -------- —
ı “manzümcno- etmiyorlar, Uıilâkisa. Faust’ua böyle iki ekiple kuyufu vardır. Şahıs! yüksek bir petdeden bir oynandığını görünce, acaba bu usul neden da. makam tutturur gider. Stti, kendi tabiî sesi, okuyuşu değiidŞ-. İşte Konservatuvar temsillerindeki «konuşmalar da Öyle, Faust’it bu hal büsbütün bâr izdi. Şüphesiz sahnede könuşms günlük hayatımızdaki konuşmalar ğibi değil dir. Sahnede daha yüksek sesle, açık, düzgün kelimelere değerini vere vere konuşmak lâcıtn. Ama sahneden uzakta oturan seyirciye bu dil tabiî gelmelidir. Nasıl ki, aktörlerin makyajlı yüzleri yakından “tabiî, görünmez, ama inak yaj, yüzler uzaktan tabiî görünsün diye yapılır.
Ya dekorlar ? Kısır, sanatkâr ilhamından nasibi olmıyan bir muhayyelenin bir “fotoğraf realistliği» ile hazırladığı o şatafatlı, külfetli, masraflı sahneler... Halbuki dekorun da kendine göre bir sanat tarafı, estetik değeri olmalı. Şatafat ve masraf estetik değeri yaratmıyor. Diğer taraftan dekor, daima arka planda, sadece piyese gereken havayı veren, oyunun se yirci için zevkini arttıran yardımcı unsur olarak kalmalıdır. Konservatuvar temsillerinde dekorlar, seyircinin dikkatini çekmekte oyunun kendisile rekabet halindedir, hele Faust’ta... Zaten eser bir aşk melodramı haline getirilmiş
bu melodram da dekorların arasında kaybolmuş. Yirmi bir tabloyu sadece dekor olarak seyredebilir, u Nasıl da yapmışlar I „ diye parmak ısırabilirsiniz. Sütunlar, kemerler, altında oturup ıbır sigara içmek isteyeceğiniz kadar“re projeksiyonla aksettirilen resimler... Faast temsili, biı* aşk hikâyesi haline sokuluşu ile ; külfetli dekorları, mübalağalı oynanışı, lüzumsuz,
ağaçlar, varı ışıklar, alevler, dumanla,
en son ve en açık bir misalidir. Memleketimiz de inkişafını görmek istediğimiz tiyatro her halde bu değil.
Konservatuvar, yetiştirdiği elemanlara, sanatlarının tekniğini, işçiliğini tam kazandırmış mıdır? Yukanki sattı »rda aktörlerin konuşmaları ve vücut hare tieri haklımdaki m üşa-hedelerimizi kısaca belirttik. Konservatuvarın yızdızları arasında — ikinci derecedekileri bırakıyorum — nefes alışlarını kontrol edemiyeu, sahnede dururken ellei'ini ne yapacağını pek bilçmiyen, yüzüye,ciddi bir ifade vereyi”!derken ağzını çıpıtaıak Eonnşah gördüm. Son temsilde, Faust, Mefisto gibi başlıca rolleri üzerlerine almış olan aktörierin söylediklerinin mühim bir kısmını anlıya madım. O heyecanlı ti-radlarda kelimeler, tutturdukları makam içinde kayboluyordu, cümlelerin sonu hemen daima
alan bir öğrenci ile değil de meslekten bir aktörle karşılaştığım bitlini ve hazzını verdi. Faust’u oyuıyan öteki ekibin başlıca elemanlarını daha önceki piyeslerden tanıyorum. Onlar da bu kaydettiğim tenkitlere bir istisna teşkil
ha .İÖuceki piyeslere tatbik edilmedi ? suali kendiliğinden belirdi. Neden şimdiye kadar Antigone’de de. Kahvehane ve Bizim Şehir’ de de, her çe'şıt eserde her ay ûç beş kişiyi seyrettik durduk. Bunlar en iyileridir de onun için, denemez, çünkü iyi değiller. Meselâ Refia Şenbay gelecek için daha ümit verici bir sanatkâr şahsiyeti gösteriyor. Beş senelik mezunlar içinde, acaba kıyıda bucakta kalmış başka istidatlar daha yok mudur ?
Kurulalı oa sene, ilk mezunlarını vereli beş sene olan Konservatuvarımızın tiyatro kısmı için “Kendisinden beklediklerimizi bize gerçekten veriyor,» diyeıniyeceğiz. “ Ama, efendim, hiç bir şey ilk adımda mükemmel olmaz ve bir memleketin tiyatrosu öyle üç beş sene de meydana gelemez,» diyecekler olabilir. Doğru.Ben mükemmellik beklemiyorum ve tiyatromuzun bir kaç yılda meydana geleceğini de ummuyorum. Yalnız, atılan ilk adımlar muvaffakiyetli mi, doğru istikamette mi, bize gelecekte bir memleket tiyatrosunu» doğacağım vadediyor mu ? diye soruyorum. (——:------
! U H*
İc Direnmende
f
Yeni Yunan Edebiyatının Payı
Nevzat HATKO
H
i k â
y e
İkinci Cihan savaşının kendine has birçok ölel-likleri var. Bu özellikler savaş tekniğinin her alanında kendini gösterdiği gibi, bunların dışına çıkarak başka başka alanlarda da beliriyor. Bu özellikler arasında, birinci plânda, (lç Direnme» adını verdiğimiz ve bu savaşta en olgun seviyesine ulaşan, istilâ görmüş memleketler halkının istilâcılara karşı giriştiği gizli ve açık tam organize savaş geliyor.
Hiç şüphesiz Yunanistan «İç Direme» yapan istilâ görmüş milletler arasında ilk saflarda gelir. Yunanl. vatanseverleri, teslim rezaletinden hemen sonra şerefli ve şanlı «Resistant» hareketini başaran «Maquis» lerden, Çekoslovakyalı, Norveçli, Polonyalı, YugoslavyalI. Rusyah Partizan» 1ar-dan ayırt etmek mümkün değildir. Yunanlılar ikinci Cihan savaşı tarihinde yerlerini her şeyden önce «iç Direnmeleri» sayesinde almışlardır. Ve bu şerefli sayfalarda sayısız Yunan bilim, sanat ve edebiyat adamlarının da adı geçer. İkinci Cihan savaşının gerektirdiği bu destanî kalkınma bütün namuslu insanları bu arada ve birinci plânda fikir ve sanat adamlarını, öyle bir kucaklayış kucaklamış ve öyle bir sürükleyiş sürüklemiştir ki, kaydedilen kahramanlık, fedakârlık, pervasızlık, menfaat gözetmezlik, bir insanca ve bir davaya kendini veriş misalleri karşısında hayran kalmamak elden gelmiyor. Yunanistan’da bu bu-caklanış ve sürükleniş en yüksek derecesini bul-
.»ır.fr Altmışım aşmış. eserleriyle" üç nesil bes-lemişT’^ünleri memleket sınırlarının dışında da çoktan yayılmış ak saçlı şairler ve sanatçılar, ilk şiirlerini henüz karalamaya, ilk mermerlerini henüz yontmaya, ilk tablolarını henüz boyamaya, ilk hikâyelerini henüz yazmaya başlamış yirmilik delikanlılarla elele ve omuz omuza, kentlerde, dağlarda ve denizlerde düşmanla savaşmışlar ve boğuşmuşlardır. tç direnmede çok büyük kayıplar veren Yunan halkının başarısında' gizli çıkan gazetelerin, şiirlerin, hikâyelerin, geceleyin duvarlara asılan afişlerin, karalanan temsilî resimlerin gizli toplantılarda ve millî törenlerde, Alman müfrezelerinin burunları dibinde, kelleyi koltuğa alarak söylenen söylevlerin, okunan mauzumelerin büyük bir payı vardır. Birinci Cihan savaşından sonra yazdığı «No : 31328» adlı savaş aleyhtarı romaniyle büyük bir şöhret kazanan Ayvalıktı muharrir i’ya Venezis, İç Direnmedeki gizlj faaliyeti yüzünden Almanlar tarafından yakalanmış ve kurşuna dizilmekten «Yunan Muharrirleri Cemiyeti’nin ve bugünkü kıral naibi ve Atina metropoliti Damaskinos’un müdahalesiyle ancak kurtulabilmiştir. Ünlü Yunan şairlerinden Sotiris Skipis yakalanma ve kurşuna dizilme tehlikesini göze alarak hürriyet aşkını ilân ve istilâcı Alman ve İtalyanları tel’in eden şiirler yazmış bunları gizli toplantılarda okumuş, gizlice bastırıp yaymıştır. Bugün Atina Akademisi üyesi bulunan bu şair altmışını aşmış bir ihtiyardır ve yaşının yılları ile sayılacak kadar eser sahibidir. Bunların yanıbaşında ayni kahramanlığı ve ayni enerjiyi göstermiş düzünelerce fikir ve sanat adamı sıralamak mümkündür. Karakteristik bir misâl daha verelim:
Yunanistanın ünlü bir şairi ve fikir adamı vardır, Adı Niko Kazancakis’dir. Fikir tartışmaları, seyahat kitapları ve şiirleriyle meşhur olan bu fikir adamının karakteristik vasıflarından başlıcası münzevi oluşu idi. Sanatı sanat için yapanlardandı. Savaştan önceki yıllarda Pire’nin karşısına
İNCE ve uzun bir süngü gibi karanlığı deldikten sonra sağa sola kıvrılan elektrik fenerinin ışığını görmesiyle, “Tüh Allah kahretsin !„ diyerek kendini yere atması bir oldu. Hınzır Almanın durup duturken etrafı aramasına ne lüzum vardı ? Şaşılacak şeydi doğrusu. Hiç böyle yapmazdı... Hendeğin içine upuzun uzandı, yerle bir oldu, gözlerini fenerin parladığı tarafa dikerek, olup biten bu acaip işlerin mânasını keşfetmeğe çalıştı 1 Sursulas işini çok iyi bilirdi I Fakat ne olur ne olmaz diye, pantaionuna yapışmış çıtırdayan kuru dikeni yavaşça bir tarafa itti, boğazını gıcıklayan öksürüğünü yutkunarak giderdi, beklemeğe başladı. Yoksa Alman kendisini görmüş miydi ?.. Bu olamazdı I Sursulas yerde sürünerek ilerleyip tavukların boynundan yakaladığı zamanlar, onlar bile bunun nasıl olduğunu farkına varamazlardı. Zaten ömründe başka bir iş de yapmamızdı. . Sadece, yerde sürünerek kanatlı hayvanlara yauaşmak onun başlıca geçim vasıtası idi. Bunun için polisler ona Sursulas demişlerdi. Nasıl olur da şimdi şu koca budala onu onu görebilirdi ?
Ab, hey gidi polisler hey !... Bu hatıra Sur-sulas’ın gözlerini yaşarttı. Adamı yakalarlar, bir kaç gün kodese tıkarlar, sonra salıverirler-di !.. Hepsi bu kaear. Halbuki şimdi sudan işler yüzünden adatna ekiveriyorlart-kurşnnu.bir biç yüzünden insauı sallaudırıveriyorlar, canlı canlı yakıyorlar. Esaret kötü şey doğrusu! Fakat Sursulas hendeğin içine daha iyi gömüle-

düşen güzel Aigina adasındaki villasına inzivaya çekilmiş yaşar, kendisini ziyarete gelen hayranlarını ve dostlarını ya kabul etmez yanut ta kendi-lerjyle bir kaç dakika görüşdükten sonra savardı. Uzun bîr inzivadan sonra ve ikinci Cihan Savaşı patlak vermeden iki üç yıl önce «Odysseia» adlı bir kitap çıkardı: Homer kahramanlarına devrimiz Çerçevesi içinde-..yeni yeni rnısr; lar yaşatan 17 heceli 33.333 mısralık bir şiir kitabı I... Gelen haberlerden öğrendik ki, Yunanistan’da ve dünyada yeni bir çığır açan beş yıllık savaş ve istila ve bunnn tabii sonucu olan «Iç Direnme», bu büyük münzeviyi de Aigina adasından söküp atmış, Yunan Sosyalist hareketinin başına geçirmiş...
İşte, bu büyük sanatçıların ve benzerlerinin fikir ve edebiyat sütü ile beslenen İki Cihan Savaşı arası yetişen Yunan nesilleri, tarihte eşine az rastlanır kahramanlık ve fedakârlık nümuneleri göstermiş, kütle halinde Alman ve ltalyad «infaz» müfrezelerinin karşısına pervasızca sıralanmış, Alman tanklarının ve mitralyözlerinin ölüm saçan kudretini hiçe sayarak yaptığı kanlı gösterilerle Yunan ^Juisling’lerinin ilân ettiği ihanet seferberliğinin önüne geçerek, Yunan tarihini faşizmle, zorla da olsa, yanyana savaşmış olmak utancından kurtarmıştı....
Şüphesiz, «iç Direnme» nin Yunan tarihinde şerefli bir yeri vardır ve Yunan fikir, sanat ve edebiyat adamlarının da bu şerefte büyük bir payı vardır. Şimdi silâhları bırakıp kaleme sarılan
relt : “ Ama iyi tarafları da yok değil ha» di ye düşünmeğe başladı. Karanlıkları, kalabalık ları, kuyrukları, dalgınlıkları, cüzdanları, saat-ları var ; bunların sayesinde işler açılıyor, insan tavuk hırsızlığından yankesiciliğe, şimdi ise, hamdolsun, benzin arakçılığına kadar terfi ediyor 1... Almanlar benzin tenekelerini kuru çalı ile Örtmüşlerdi ama, tenekeler teker teker yok oluyor ve üstelik kimsenin haberi bile olmuyordu I Bu iş öbür işlerin hepsinden çok daha iyiydi. Atns bu gün şu elektrik feneri yüzünden işler sarpa sarmıştı. Sakın tenekelerin eksildiğinin farkına varmış olmasınlardı ? Fakat dallar geçen seferki araklamada nasıl bı-rakdıysa öylece duruyorlardı. Şu halde ?... Bari, geçen gün benzin deposunun bitişiğindeki tarlada sözüm ona İrgat gibi çalışırken bin bir kurnazlıkla kazıp hazırladığı siperine sokula-bilseydi, iş değişirdi. O zaman Almanlar istedikleri kadar arasınlardı. Fakat oraya nasıl varabilirdi ? Şu kör olasıca iblis ikide bir fenerini yakıp söndürüyordu. Bir hamle yapıp yüzü koyu ileri atıldı, kertenkele gibi sürünmeğe başladı, fakat onun bu hareketiyle fenerin parlaması ve hüzmenin vücudunu yalayarak yanıbaşından geçmesi bir oldu. Şu an Sursulas çıplak tarlanın ortasında aiperaiz kalmış, mukadderatını Allaha teslim etmiş bulunuyordu. Hüzme durmadan gidip geliyor, etraftaki kuru çalıları, dikenleri, tezekleri aydınlatıyordu.Sursulas, “Ulan yoksa beni mi arıyor •„ diye düşündü, elbiselerini çıkardı, çırçıplak oldu, başı-
bu kahramon sanatçılar, bu yeni destan çığrının miras bıraktığı sonsuz malzemeyi işleyerek ölmezliğe mal etmek ödevini benimsemişlerdir. Gelen gazete ve dergilerden öğrendiklerime bakarsak, şimdilik Yunan sanatçıları bir gebelik humması geçirmektedirler. Henüz, bir tiyatro eseri müstesna (1), kayda değer olgun bir eser verilmemiştir. Heyecanlı gençler tarafından yazılmış bir çok şiir ve hikâye kitaplarına, İç Direnmede sorumlu ödevleri ve mevkileri olan ve fakat sanatla fazla ilgisi olmayan halk adamları tarafından derlenen enteresan dokümanter eserlere rastlanıyorsa da bunlar gerçek bir sanat tezahüründen daha ziyade, acele heyecanlar ve taşkınlıklar mahsülü, muazzam hengâmeyi etleri, kanlan, kafaları, şuurları ve kalpleriyle yaşamış halk kahramanlarının bakir ve hiylesiz intihalarıdır ki, yarının büyük Yunanlı sanatçısının materyel hâzinesi mahiyetinde kalacaklardır.
(1) Bu eser yukarıda adı geçen muharrir 11ya Veri eri»'in «C. Bloku» adlı piyesidir. Bu sezonda Atina Devlet Tiyatrosunda oynanmış, bütün Yunan münekkitlerinin, istisnasız olarak, takdir ve hayranlığını kazanmış, halk tarafından gereken büyük ilgi ve sevgiye mazbar olmuştur. Atina radyosunun verdiği ve İstanbul'da çıkan «Efimeris adlı Rum gazetesinin naklen yaydığı bir habere göre, eğer resmî makamlarımız müsaade sderse bu piyeş Yunanca olarak İstanbul Elen Birliği amatörleri tarafından temsil edilecektir. — NH.
YUNAN İÇ DİRENME EDEBİYATINDAN:
>555^55^^^»^^^(^^55^5i5^>^5>>«Â»zX>0(XXXX>COOOQOOOCOO|CX>000(XXX.
SURSULAS
( Tavuk Hırsızı )
nı toprağa gömdükten aonra u Şimdi sen gel de beni bul koca aptal t„ diye mırıldandı.
Evet, taprak rengine çalan bu esmer vücudun görülebilmesine imkân yoktu. Fakat fener tekrar yanmıştı. Şap 1 diye huzme gelip bu esmer vücuda yapışmış onu gündüzmüş gibi ay dınlatmıştı. Sursulas’ın nefesi kesilmişti ; sanki sırtını kızgın bir demirle dağlıyorlardı. Aksine bu sefer büzme de üzerinden ayrılmak istemiyordu. Bu ışığın altında Sursulas, kendisini bir zaman yatırdıkları ameliyat masasındaymış gibi hissediyor, sırt adalelerinin gerilip bü züldüğünü sanıyordu. Sanki bu adaleler, Sur-sulas’ın şu an vızıltısını bile duyar gibi olduğu kurşunun gelip saplanmasını bekliyordular.Bereket versin hüzme esmer vücuttan ayrılıyor, başka istikametlerde dolaşıyor ve nihayet sönüyor... Sursulas bu fırsattan faydalanarak yerinden fırlıyor, hazırlamış olduğu sipere ken dini dar atıyor. Şimdi evet ; Fener , dilediği gibi araştırmalarına devam edebilir. Kendisi de artık bu araştırmaları dikkat ve alâka ile takip etmeğe başlıyor. Bu da ne ? Evet, şu sersem fenerin gözünden kaçan bir karartı ! Bitişikteki tarlada. Bu karartıyı Suısuias, hezme-nin o taraflardan geçdiği bir andu keşfetmiştir. Tavuğa, insan başına benzeyen ve «kendisinin de henüz iyice aniıyamadığı fakat çini endişe ile dolduran karartı. Siperin içinde "adamakıllı doğruluyor karanlığın içinden bu meçhul karaltının ne olduğunu anlamağa çalışıyor. Fakat gece zifir karanlik, göz gözü görmüyor. Elden geldiği kadar boynunu dışarı uzatıyor. Evet aldanmamıştır. Şu an bir çalı, bir diken hışırtısı duymaktadır, uzuu bir cisim, sürünerek ilerlemektedir... Biraz daha doğruluyor ve bu sürünen cismi görmeğe muvaffak oluyor. Domuz sırtına benzeyen kara bir cisim, biraz ilerde bir tane deha ve az ötede bir başkası. Karanlıkta sürünerek ilerleyen cisimler üç tanedir. Sakın domuz yahut koyun olmasın.Fa-kat bunlar ne aksırıyor, ne de soluyor. Çıt yok. Sursulas daha fazla dayanamıyor, siperden çıkıp sürünerek bitişik hendeğe kendini atıyor. Bu karaltılar insan olsa gerek, çünkü hayvan olsaydı çoktan Sursulas’ın gelişini, sezer, kaçarlardı. Evet bunlar insan. Fakat bura, da ne işleri var ? Sursulas bir an şaşkın ve kararsız bekliyor, sonra da dişleri arasından bir küfür savuruyor. Demek onlar da benzin için gelmişlerdi, rekabet yapmak için, ekmeğine mani olmak için... Kımıldayan karaltılara bakıyor ve bu sefer büsbütün şaşırıyor.“Allah aşkına, bunlar ne halt ediyorlar burada „ Elleri muntazam hareketlerle kımıldanıyor, belli ki bir şey salıveriyorlar. İkisi oldukları yerde duruyor ; üçüncüsü ilerliyor. Yoksa boru mu döşeyorlar ? Demek benzini bom ile aşıracaklar. Sursulas bu yeni araklama usulünü şaşkınlık ve hayranlıkla seyrediyor. Bak, hem de a-ralarında çok alçak, ancak duyulabilecek bir sesle konuşuyorlar. İçlerinden biri : “Fitil sal l„ diyor, öteki : “Dikkat et ıslan masın I»
“Tuh ! Allah kahretsin !„ Sursulas işin as lını astarını artık kavramıştır. Derhal geri dö eüp siperine sokuluyor. Başına gelenlere ba kın I Bunlar, onlar işte, hani Almanlar onlara bir tuhaf diyorlar, şu, herşeyi havaya uçuran
lar I... Biraz so nra buralarda kızıl kıyamet kopacak. Bunun için buralardan tüymek gerek. Peki benzini ne olacak ? O güzelim tenekesi? Bu sağlam ve yolunda giden işi ne olacak ? Allah belâsını versin şu satılmış namussuzların, öyle ya, İngilizlere satılmış olanlar ancak böyle işler yaparlar. Hayatlarını tehlikeye koyup kelleyi koltuğa alırlar... Bu düşünceler Sursu-las’ı köpürtmeğe yetip artıyor. Fakat, işte, e-lektrik feneri yandı. Eh, kazara hüzme üzerlerine düşüverse 1... Fakat sersem fener bir an İçin onları yalıyor, sonra bırakıp uzaklaşıyor. Ama Sursulas’ın zihnini andınlatıyor, Nasıl ol-ou da bunca zaman aklına gelmedi. Tam iki teneke benzin. Boru değil ! Evet, onları Almanlar^ haber verecek ve iki teneke benzin alacak. Hemen gidip nöbetçiyi bulacak, ona u-zaktan : “Amiko !„ diye seslenecek ve her şeyi olduğu gibi anlatacak. Hem de çabuk olması gere ; biraz uzaktaki karaltı depoya varma dan önce bu işi bitirmesi lâzım. Delikten çıkı, yor. Fgkat bu da ne ? Bu ne berbat bir gece böyle ? Bu üzerine doğru gelen gölge de ne oluyor acaba ? Bu gölge öteki gölgelerden değil, başka istikametten geliyor. Tekrar deliğine sokuluyor, gözünün ucu ile bu yeni gölgeyi takip, ediyor. Bu gölge yavaş yavaş ilerliyor, hem de dim dik yürüyor, elinde bir şey de var. Sursulas bu yeni gölgeyi dikkatle yavaş yavaş yürüyen bir avcıya benzetiyor. Fakat gölgenin tepesinde, karanlığın içinden, bir de sivrilik beliriyor. Bu gölgenin Alman nöbetçisi olduğunu anlıyan Sursulas içinden sessiz bir “Oh !» salıyor. Kalbi o kadar hızlı çarpmağa başlıyor ki. Sursulas Almanın bu sesi duyacağından korkuyor, başını mümkün olduğu kadar deliğinin içine gömüyor. Almanı görmek ve takip etmekten vazgeçiyor ve bekliyor, bekliyor... Ama, gölge gecikiyor, acaba neden gecikiyor ?... Tekrar başını çıkarıp bakıyor. Gölge bu an tam yanıbaşına varmıştır. Ah, kalbi, zavallı kalbi neredeyse yerinden fır-Uyacak. Evet. Alman bu kalbin sesim mutlaka duyacak,bu kalb Sursulas’ı Almana teslim edecek. Fakat ansızın, hiç beklenmedik, umulmadık bir yardım geliyor, serin ve billûr gibi bir ses, bir “tır, tır, tır, tırrr.» imdadiı a yetişiyor, kalbinin çarpıntılarını bastırıyor. Nöbetçiyle Sursulas’ın arasına, otların içine gizlenmiş bir cırcır böceği girmiştir. Bu böcek tıpkı Sursu* las’ın kalbi gibi Aİmanın her adım atışıyla se sini kesiyor durduğu vakit ötmeğe başlıyor.Ve Öyle anlar oluyor ki bütün kâinatta her şey susuyor ve sadece bu “tır, tır, tırrr» duyuluyor. Hele bu sefer bu ses epey uzun sürüyor* Yoksa Alman durdu mu ? Evet, olduğu yerde duruyor, bir şeyler görebilmek için olacak u-zaklara bakıyor. Demek bu duruş Sursulas için değildi, ötekiler içindi, elindeki tüfekle o üç kişiyi gözetliyor.
Biraz sonra Sursulas nöbetçiyi göremez o-luyor. Fakat mutlaka yere yatmış olacak. O sun olduğu yerde, avına saldırmağa -hazır bir kaplan gibi beklediğini Sursulas çok iyi biliyor. Çünkü circır böceği durmadan ötüyor,kesik sesleri karanlığı delmekte devam ediyor. Elbette ki bu “tır, tır, tırrr„ları ötekiler de; o o Üç kişi de duyuyordur. Ama bu havanın onlara neler hazırladığından zavallıların haberi
Yasan : G. N A Z O S
bile yok, bn hava bitince Almanın kendilerine yaklaşmış olacağından haberleri bile yok! Fakat bu “tır, tır, tırrr» sesleri durmadan devam ediyor, nurdan perdeler halinde göğe doğru yükseliyor ve Sursulas’ı da alıp beraber götürüyorlar; bu sefer başka bir tarlaya. Bu tarlada küçük Sursulas, bacak kadar bir çocuk, bu ayni sesi dinlemekte, hülyalar kurmaktadır; etrafında anası, babası, kardeşleri ellerini sallayarak işaretler etmekte, onu yanlarına çağırmaktadır... Burası onun kendi köyü. Namussuz Nasilerin yaktığı güzel köyü! Ve şu an onlardan biri bir kaç adım ötede durmaktadır. Biraz ilerde de üç zavallı Yunanlı I Ya cırcır böceği sesini keserse? Sursulas’ın içinde bir istek doğmuştur: Her çareye başvurarak gidip bu üç Yunanlıya haber vermek. Cırcır böceği ötmekte devam ediyor, “tır, tır, tırrr»ları sanki geçen saniyeleri ve Sursuiasa acele etmesi gerektiğini emrediyor. Fakat Sursulas aklını başına toparlıyor. Onun bu ötekilerle ne ilişiği var? Ne diye bu işe burnunu sokacakmış sanki? Aslına bakarsan bu iş onun işine gelmiyor da değil! Hatta yavaşçacık kalkıp ürkütmeden sessizce Almana yaklaşabilir, aradığı adamların biraz ilerde, üçüncü hendeğin i-çinde olduklarını kulağına fısıldayabilir. Yeter ki iki teneke benzini vermek istesin... Fakat ansızın — Aman Allahım! cırcır su-
suveriyor ve Sursulas gayri ihtiyarî avazı çıktığı kadar bağırıyor:
— Çocuklar dikkat, Almanlar geliyor!..
Ah, ne yapdı o? Erimiş kurşuna benzeyen bir ışık Sursulas’ı baştan başa sarmış, onu kavurmağa başlamıştı. Elektrik feneri şu an gözlerinin içine çevrilmiştir. Homurdanan bir cisim onu saçlarından yakalamış, deliğinden dışarı çekiyor. Alman boğazına sarılmış sıkıyor, sıkıyor; zavallı Susulas’ın nefesi tıkanıyor. Gözlerinin önünde korkunç şimşekler çakıyor, silahlar patlıyor, üstüste müthiş gürültüler o-luyor, kulakları zonkluyor. Ansızın bir canavarın çeneleri, karanlığın içinde bileklerine kenetleniyor. Kelepçeler. Fakat Sursulas henüz nefes alabiliyor. Demek daha ölmedi. Evet Ölmedi. Kulakları duyabiliyor, gözleri etrafında dolaşan fenerleri görebiliyor... Tabanca sesler* insanlar, homurdatnalar ve yürümesi için Almanın sırtına sırtına iudindirdiei yumruklar. Biraz sonra üzerine çevrilen fenerler çoğalıyor, gözleri kamaşıyor, göremez oluyor. Koyu bir karanlıktan başka hiç bir şey seçemiyor. Yalnız, etrafını alan Almanların birbirlerine çıkıştiğını, kavga ettiklerini duynyor ve gayri ihtiyarî gülümsüyor:
— Attık kazığı heriflerel..,
Ve buna iyice kanaat getirmek için haykırıyor:
— Yakalandınız mı çoçuklar?
Sursulas’ın bu haykırışı cevapsız kalıyor. “Tüydüler!» diye düşünüyor fakat dudaklarında henüz belirmiş olan tebessümü suratına i-nen bir yumruk kana bulayor.
eoe
Kurşuna dizilmeğe gidecek olanları taşıyan kamyonun içinde sarsılanlar, yanyaııa ve kar-
(Arkaaı 8'nci sayfada.)
44114^5- g ö
Ç M E N
Cevdet Kudret SOLOK
(Bsştsrafı geçen sayıda)
Belediye başkanı, böyle bir toplantıya ▼esile olduğu için bu göçmen meselesinin çıktığına âdeta minettar kaldığını söyledi ve Belediye adına yapılan bu daveti kabul etmekle şu fakir sofraya şeref verdikleri için hazır bulunanlara teşekkür etti. Sonra yumuşak bir ses tereddütlü bir tavırla, komisyon başkanına ve kaymakama çekine çekine sordu :
— Acaba.,, yemekten evvel.., bir kaç kadeh... bilmem ki arzu buyurulur mu ?.. Sadece bir kaç kadeh... aperetif olarak... zatıâlile-rince eğer bir mahzur görülmezse... hani iştah açar derler de... eğer emir buyurulursa...
Komisyon başkanı babacan bir tavırla :
— Ne demek efendim, ne demek 1 dedi. Bu akşam hepimiz sizin emrinizdeyiz. Ne verirseniz onu yer, ne içirirseniz onu içeriz !
— Estağfurullah efendim. Rakı, bira, şarap ?... Hangisini arzu buyurursunuz ?
— Ben kendi hesabıma rakıyı tercih ederim. Mideyi daha az yorar.
— Hakkınız var «fendim. Zatıâliuiz, beyefendi ?
— Ben de rakı rica ederim.
— Hep rakı içeriz efendim.
— Rakı, rakı !
Belediye başkanı kapıda bekliyen hademeye emretti:
— Oğlum! Çabuk rakıları getir ! ğ iştenim şekilde başladı ves geceya-tısını bir saat geçinceye kadar sürdü., Apere-tifle başlıyan bu toplantı yine aperetifle sona erdi ve davetliler hazırlanan yemekleri yemeğe fırsat bulamadan ayrıldılar.
Komisyan üyeleri ertesi gün ancak öğle üzeri uyanabildiler. Hepsinin ağzı zehir gibiydi. O gün öğle yemeğinde yalnız işkembe çorbası, yemekten sonra da birer kahve içtiler; fakat hepsinin başı hâlâ hafiften ağrıyordu. O gün ancak saat dörde doğru toplanabildiler.
Komisyon başkanı kaymakamlık tahsisatından hayır gelmeyeceğini anlamış bulunduğu için bu defa belediye başkaniyle konuştu.Göçmenleri yerleştirme işiyle belediyenin uğraşması gerektiğini söyledi. Belediye başkanı, curasının nihayet küçük bir kasaba olduğunu, gelir kaynaklarının şehir belediyeleriuinkiyle kı-yaslanamıyacak kadar ez bulunduğunu, "Sunun da kamu hizmetlerini zarzor karşılayabildiğim, böyle olağanüstü bir yapı ve yerleştirme işine girişebilmek için elinde hiç bir maddî vasıta bulunmadığını açıkça bildirdi.
Uzun tartışmalardan sonra kasabanın ileri gelen zeytinyağı tüccarlarının, esnafın, bir de halkın yardımına başvurulmasına karar verildi. Bu akşam da vakit hayli ilerlemiş olduğu için komisyon başkanı kimlere ne yolda müracaat edileceği işinin ertesi gün görüşüleceğini söyleyerek toplantıya son verdi.
Komisyon üyeleriyle kasabanın ileri gelen memur ve tüccarları o gün de belediyenin davetlisi olarak akşam yemeği için belediye binasında. buluştular.
♦oo
Ertesi gün yine ancak öğleden sonra, saat üç sularında, toplandılar, yardımını istiyecekie*
ri tüccarların listesini hazırladılar, böylece taaa yemek zamanına kadar çalıştılar.
Hava kararmağa başlamıştı. Halkın yardımı meselesinin görüşülmesini de daha ertesi güne bırakmayı uygun bulmuşlardı ; fakat üyelerden biri hatırlattı ki, daha ertesi günü cumartesidir, öğleden sonra bütün daireler resmen tatildir, ondan sonra da pazar geliyor. Kanun, tatil günlerinde memurların dinlenmesini emrettiğine, kendileri de memur oldukları-na göre, kanunun bu yoldaki emrinin dışına çıkmaları uygun değildir. Bunun üzerine, halkın yardımı meselesinin görüşülmesi pazartesiye bırakıldı. x
■ Pazartesi günü, kimlerden yardım istenece ği konusu üzerinde uzun tartışmaklar oldu, sonunda, memnrlardan, esnaftan, bir de mülk sahibi bulunan halktan istenmesine oy birliğiyle karar verildi. Bu işin mahalle muhtarlığına yaptırılması uygun görüldü için, muhtarların çağırılması salıya bırakıldı Sah günii muhtar lar toplantısı oldu ; çarşamba güuü her muhtar kendi mahalle idare heyetini toplayıp onlara durumu anlattı ; perşembe günü mahalle idare heyetleri ne yolda çalışacaklarına dair kararlar verdiler, cetveller hazırladılar, üyeler arasında iş bölümü yaptılar ; cuma güuü her üye kendi bölgesini gezip evleri tespit etti. Araya yine cumarte-ıiyîe pazar girdiği için, ia ne toplama işi paza tesiye kaldı ve pazartesi günü bütün üyeler, koltuklarında gliete büyüklüğünde beyaz kağıt tomarlariylej mahalle aralarına dağıldılar.
oee
iane haberi hala arasında yıldırım hıziyle yayılmıştı. Mahalle idare heveti üyeleri bir çok kapıları, güuüu hur saatimde, aı«uain.> aapait buldular. Halk düşünüyordu :
“Ne diye para verecekmişim ? Daha mem iekete ayak bastıkları gün her şey ateş paha •» kesildi. Ne rdüğö belirsiz, öküzlü arabâlı'bir sürü insan. Oturacak yerleri yokmuş da ev yapılacakmış» Ne iyi şey bu böyle. Evi olmiyan lav* bedava ev -vermek de yeni mı çıktı? Yok şöyleymiş, yok böyleymiş ! Elin jtabanindan^ bana ne ? Benim neyim ölürmüş onlar ? Anam mı ? Babam mı I Bu zamanda kimseden kimseye .fayda yok. Nerdeyâe kış bastıracakmış, zavallılar hâlâ çadırda kalıyormuş. Mektuplaşıp da dâvet etmedik ya ! Buraya kimler gönderdiyse, oturacakları yerleri de onlar düşünsün I...
İane toplama işi sürdüğü müddetçe, göç men yerleştirme komisyonunun sonucu bekle mekten başka yapacak işi kalmamıştı. Yalnız, akşam yemeklerini kaymakam, belediye başkanı ve kasabanın ileri gelenleriyle beraber bele diye binasında topluca yemek artık alışkanlık halini almıştı.
Kasım ayı gireli bir hafta olmuştu. Soğu ğun şiddeti gittikçe artıyordu. Göçmenler,hayvanları ölümden kurtarabilmek için onları satmaktan başka çare kalmadığını gördüler. Hayvan pazarında piyasa birdenbire düştü. Gözelim atlar, canım öküzeler yok pahasına gitti; gitti sözü çok hafif düşer, gitti değil, bedava denecek kadar ucuza kapatıldı. Şimdi arabalar manâsız ve hazin birer yığın halini almıştı.
Hepsinin okları, ufukların boşluğuna doğru u-sanıyordu.
Hayvanları satmakla ölümden kurtardılar. Fakat insanları nasıl kurtaracaktılar ? Yeryüzünde para etmeyen tek varlık insandı. Her şeyi yapan insandır, insan buğdayı eker, yemişi toplar, ineği sağar yünü örer, yapıyı kurar, yine insan aç kalır, üşür, ve Ölür. Yeryüzünde en kuvvetli ve en zaif odur.
Külrengi göğün altında uzanıp giden çadırların kapıları rüzgârın biraz durduğu, güneşin biraz görünür gibi olduğu saatlerde ardına kadar açılıyor, rutubetle nemlenmiş bulunan yataklar; yorganlar, örtüler kurusun diye dışarıya çıkarılıyor, gün ışığı atlına seriliyor, fakat deniubilir ki güneş onları kurutacağı yerde onlar giineşi üşütüyor ve ıslatıyordu. Günün hemen her saatinde, hemen her çadırda bir çocuğun öksürdüğü, bir kadının ağladığı, bir ihtiyarın inlediği duyuluyordu ve bir kaç günde bir de oleıı bir çocvğun veya bir kadının anasının, babasınıu, yahut da kocasının veya kardeşinin çığlıkları evvelki sesleıe katılıyor, hepsi birden, muazzam bir ses kafilesi halinde,kasabanın dışında, çadırların üstünde, havaya doğru yükseliyor, yukarda rüzgârla sallanıyor, dağılıyor, küçük küçük parçalara ayrılıyor, sağa sola serpiliyor, nihayet duyulmaz oluyordu. Soğuk en fazla çocuklara dokunuyordu. Hemen hepsi ciğerleri sökülür gibi öksürüyor, analarının veya babalarının göğüslerindeunla-*’ rın sıcaklığiyle biraz ısınabil meleri, kasılan vücutlarının biraz gevmeyebilmesi için saatlerce büzülüp oturmak idda para etmiyor, titrerken artık derileri değil, bütün uzuvları sarsılıyordu. Her sabah bun'ar dan bir kaçı yataktan çıkamaz oluyor, tepeden tırnağa kadar bütün vücutları ateş içinde yanıyor, daha bir gün evvel soğuktan donduklarını söyiiyen ayni çocuklar şimdi sıcaktan şikâyet ediyor, bir kaç güu içiude de ölüyorlardı. O günden sonra artık ne soğuk, ne de sıcak onlara tesir etmez oluyordu. Henüz ayakta geziuebileııler ise, arkalarında atkıya benzer kalınca örtüler, yüzleri limon gibi sarı, dudakları mosmor, çadırların arasında hayalet gibi dolaşıyor, sonra gözden silmiyordu. Bunlarda, çadırların içinin mi, yoksa dışının mı daha sıcak olduğunu anlamak istiyen bi'r hal-Vardı. Çadırlar... Bozrengi top rağin üzerinde sıralanan bu bezler artık insanları lüzgâıdan. yağmurdan, soğuktan koruyan vasıtalar değil, sadece hastalıkları, sefaletleri, ıstırapları örten birer kılıftı.
Bu hal daha ue kadar sürecekti ? Göçmenler bir güu aralarından seçtikleri bir heyeti kaymakama gönderdiler. Kaymakam, onlara, toplanan ianenin yetecek kadar olmadığını ikinci bir iane daha toplanmasına karar verildiğini, üzülmemdenni, her belde çok yakında her şeyin halledileceğini söyledi.
Aradan on gün daha geçti. Kasım ayının yirmisi olmuştu. Göçmenlerin ikinci müracaatında, kaymakam, bu seferki iânenin de maalesef iyi netice vermediğini, bu durum karşısında, yerleştirme komisyonunun nihayet mer keze yazıp oradau yardım istemek, zorunda kal dığını, gelecek cevaba gö>e hareket edileceğini bildirdi.
Fakat aralık ayı girip de göçmenler üçüncü defa gelince, kaymakam hepsini birden terslendi :
— Ne acele ediyorsunuz, be adamlar ? di
ye bağırdı. Bütün işimizi gücümüzü bıraktık, her akşam toplanıyor, geceyarılarına kadar hep ■izin işinizi görüşüyoruz. Daha ne yapabiliriz? Siz de biraz dişinizi «ıkın canım !
Zavallılar süklüm püklüm, tersyüzü geri döndüler. Çadııiarın önünde kendilerini bekli yen hemşerilerine olup bitenleri anlattılar,"bütün işlerini güçlerini yüzüstü bırakmışlar, gece leri hep bizim işimizi görüşüyorlarmış !„ dediler.

aşka dair bir
ayni insanlar, otura birbirle-
bunun farkına var büyük bir gürültü çavuşu ile bir kaç çalıştığı ihtiyar bir
Gece saat on ikiyi geçiyordu. İçki artık hızını kaybetmişti. Yarı içilmiş kadehlere pek uzanılmıyor, sadece, arasıra, çatalın uciyle a ğıza bir meze atılıyor, içmekten çok yeniliyor ve konuşuluyordu.
Göçmen yerleştirme komisyonunun başkanı, kaymakama, insanı yaşatan ateşin soba a teşi olmayıp aşk ateşi olduğunu söylüyor, ona, Baki Efendi’nin şaraba, güle, beytini anlatmağa çalışıyordu-
İki aydanberi her akşam ayni yerde, ayni sofrada otura
riyie içîi dışlı olmuşlardı. Okul müdürü, bele diye başkanına, elin yumurcâklariyle uğraşmaktan artık usandığını, daha çok para veren bir yer bulursa bu meslekten hemen ayrılacağını anlatıyor ; posta müdürü, yanındaki 'komisyon üyesine - kaymakamın duymamasına dikkat e-derek - dairedeki bir memureden bahsediyordu.
Sohbetin böyle en tatlı zamanında, dışardan, bağırışmaya benzer bir takım sesler geldi ise de içerde hiç kimse madı. Fakat az sonra kapı ile açıldı. Bir kaç belediye hademenin koyvermemeğe
göçmen, kapı kanadını bir itişte ardına kadar dayamış, kapı çerçevesinin boşluğu içinde, sa-loudakileriu karşısına dikilmişti. Rüzgârlarda, ğıian saçları alnına dökülmüş, göğsünü kaplı-yan beyaz sakalı kabarmış, birbirine, karışmıştı. Kucağında, henüz dört yaşında görünen bir çocuk ölüsü vardı. Onu bütün kapıyı kaplıyan uzun boyu, geniş omuzları, dağılmış beyaz saç ve sakalı ile karşılarında gördükleri zaman, ■ofradakiler hep birden ayağa kalkmış, iki üç adım geri çekilmiş, tıkanan ağızlar ve büyü yen gözlerle bakakalmışlardı. Hademeler de ellerini çekmişlerdi. İçerde saatin sesinden başka Sıt kalmamıştı. İhtiyar adam salona şöyle bir baktı, gözleri bir an masada takılı durdu ; o, kendileri için geceyarılarına kadar çalıştıklarını söyliyen bu insanların çalışmalarını biraz daha hızlandırmak ümidi içinde, çadırına inen felâketin verdiği perişanlık ve acı ile buraya kadar koşmuş... koşmuş, fakat umduğ ndan başka şeylerle karşılaşmıştı. O zaman, odanın tavanı başının üstüne çökmüş gibi, iki yanına ■allandı : bu çöküntü dışarda değil, kalbinin içinde olmuştu. Düşen bir kalasın altında Vücudu ezilen bir insanın duyacağı ıstıraba benzer bir ıstırapla dişlerini sıktı ; sonra başını birdenbire kaldırdı, salondakileri teker teker gözden geçirdi, lokması ağzında kalan kaymakama, elindeki çatalı bırakmağa vakit bulamamış olan komisyon başkanına baktı, baktı; sonra hepsinin hüviyetini çiğniyen adımlarla odanın ortasına doğru ağır ağır ilerledi, yürürken boşlukta bacakları sallanan çocuğu masanın üstüne boylu boyunca yatırdı. Şişeler devrildi, tabaklar kırıldı, kadehler döküldü. İhtiyar adam yükünü bıraktıktan sonra tekrar doğruldu, buğulu gözlerini karşısındakilere çevirdi, alabildiğine gerilen şehadet parmağını ma sa üstündeki çocuğa doğru uzattı, davetlilerin korkuyla büyüyen gözlerine, solan yüzlerine karşı, nefretle titriyen kısık, acı, vahşi bir ses le bağırdı ;
* — Alın I Bunu da yiyin I
Cevdet Kudret SOLOK
Aç Dünya ve U- N- R. R. A-
2 Numaralı dünya savaşının karanlık günleri biteli bir yıl oluyor. Barış ve aydınlıklara kavuşmuş olan halk kitleleri, şimdi büsbütün boşalmış olan boş mideleri üzerine yumruklarını daha sıkı basıyorlar.
Ajanslara ve muhtelif memleketlerdeki feryatlara bakılırsa, hiç bir savaşın tırpanlıyamadığı 500 milyonluk bir insan kitlesi açlığın giyotinine teslim edilecekmiş. Bu rakam dünya nufüsunun dörtte biridir. Korkunç rakam karşısında buhranlar ve korkular geçiren memleketler çareler aramağa koyuldular.
Çekik gözleri iztiraptan daha büzülmüş Çin kulileri, mülahham cüsselere kıymetli madenler ö-deyen Hind paryaları, Nil’in renk değiştirmesini gözetleyen Mısır feliahlan ve plansız cemiyetin milyonlarca yığınları yüz yıllarca hiç bir gün güneşin batışını tokluğun rehaveti içinde seyredeme-mişlerdir.
. Savasın sefaletleriyle yüklü halk kitlelerine yardım için kurulmuş olan UNRRA teşkilâtı bir çok milletlerin yardımını temine çalışırken, fhenüz kökleri kazınamamış bazı faşişt devletler bu teşkilâta yardımı red etmişler. Fazla gıda maddelerini denize dökmek, yakmak veya başka şekillerle baltalayıcı ve insanlık dışı rollerine devam etmişlerdir. Bu yardım, teşkilatı henüz olgun ve kuvvetli olamadığından bâzı hakimiyetlerin devamına (sefalet çeken insanların zararına da olsa) bir alet olmak tehlikesine bile maruz bırakılmıştır.
Savaş sonu sefalet ve açlığının giderilmesinde az da olsa hizmetleri dokunacak olan UNRRA teşkilatı ile bütün EKonomik probıemi«sM».çözüie-miyecsği pek tabiîdir. Zira ekonomik ve sosyal hayatın kendi kanunları vardır.
Demokrasi
H‘lk. kitlesinin zararına kendi sınıflarının men-faatlarına göre demokrasiyi kesip biçen fikir terzilerinin türediği şu zamanlarda gerçek demokrasi hakkında bilgi veren bu eser bütün aydınların faydalanacakları değerdedir.
İngiltere’de ezici bir çoğunlukla iktidarı ele geçiren İşçi Partisinin liderlerinden olan profesör Laski, kitabında kartel, tröst ve inhisarcı sermayenin hâkim olduğu memleketlerde hakikî mânada asla bir demokrasinin mevcut olamıyacağını belirtmektedir. Gerçek demokrasinin olabilmesi için sermaye kredi kaynaklariyle iç ve dış ticaretin devletin kontrolü altına alınması, devletin toprağa elkoyması ile mümkün olabileceğini en yeni delilleriyle göstermiştir. __ _______ ________
Yalnız kazananı ideal insan sayan, fakirliği günahkârlık ve fakirleri düşkün insanlar diye damgalayan plânsız müsavatsız cemiyette insanlar«Bar-barlar, Uşaklar, Halk» olarak kategorilere bölünmüştür. Bu cemiyette «kanunların hükümleri sınıftan sınıfa değişir.» «Bu cemiyette kudret sahibi olmak, her şeyden ziyade mülk sahibi olmaya bağlı bir şeydir».
Tercüme kokusu az olan kitabın en büyük ku-kıyorduın. Biraz ötemde benim gibi oulan suru sadece aydınlara hitap etmesidir. Aldatıcı de-sevreden biri daha vardı : çalışanlar gibi çarıklı poturlu bir köylü. Bir bitkinlik bir çöküntü vardı üstünde^,Meraklandım, sordum !
— Hasta mısın ? Ngderj çalışmıyorsun ?
Değil
Ne Düşünüyorsun?
Y°lun kenarında bir kazıda çalışan amelelere ba-
^çden çalışmıyorsun ? bu
adık ; işle ın.
bak bunlar iş bulmuş çalı ubları görüyon ; benim, ;
A


TARLA
Emmim kızı Ayşe tarlada gebe kaldı Aliden, Bi^im sarı inek
tarlada buzağladı sarı tosunu Dememköylü Mehmet '
Ahmedi tarlada serdi yere, Hamdüs en amız
Tarladan yükseldi
Ve tarlada bastık
Kör f eleğe.
M e v 1 â y a küf tlrü

TOYGAR.
— Madem ki iş yok, ne diye köyünden buralara geldin...
— Köyde bir türlü ; biz fakiriz ekecek biçecek tarlamız, toprağımız yok ki...
Şu karşımda çaresizlik içinde omuzları düşen insana ümit ve cesaret vereyim dedim :
------Bak kanun çıktı, topraksız köylüye toprak dağıtacaklar;senin de tarlan, çiftin çubuğun olacak..
Derin düşüncelere dalmış görünüyordu :
— Neye daldın öyle, ne düşünüyorsun ? di-sordum :
Adeta sayıklar gibi, güç duyulur bir sesle :
— Karnım aç, bayım dedi, onu düşünüyorum...
İhsan ÜREĞİL.
ye

ve Sosyalizm
Y. ÇÖL.
mokrasinin sırları bir çok vakalarla ortaya konu larken bile Türk okuyucuları hafızasını zorlamak durumunda kalmaktadır.
Halen İngiltere’de yapılmakta olan İktisadî ve ir kesat, es- İçtimaî hareketleri yakından takip edecekler için bir rehbeı olabilecek bu kitabın arkasından daha sıyor... geniş kitlelere hitap eden popüler eserler bekle-
gibi bul«|a-_ mek hakkımızdu
Bizim Köyde
liizim köyde bahardan çabuk gelir kış Bolluktan çok sürer yokluk.
Bilmem ki alın yazısı mı böyle ?'
Beklendiğinde yağmur gelmez, Beklendiğinde güneş.
Ne çıkar baş ucundaki bir ağaç gölgesinden Eteğini yalıyan denizinin sesinden ? Bizim köyde yarı ölü,
Yarısı toprağa gömülü »
yaşar yine canlılar.
Hep böyle bizim köyde,
Bugünler ve dünler.
Bizim köude “Yaşanmadan geçiyor günler..
Z. KARADENİZ.

L
i
FİKİR,SANAT VE T£NKİTD£R$İSİ
SURSUL&S
Fransa işçi istiyor
Foransa İkinci Cihan Harbinin korkum-■ yıkıntılarına en çok uğrayan memleketlerden biri oldu. Bu yıkıntı yulnız binalarda, yapılarda değil, insan gücü üzerinde de feci tesirler bırakmıştır Bugün yeniden kalkınma dâvasına dört elle sarılan hür Fransa’nın karşılattığı güçlüklerden biri de el emeği azlığıdır Harpte ölen yüzbinierce genç iueaıu» >1 raktığı boşluktan başka, nazilerin korla
Almanya'ya götürüp kamplara kapadıkları, en aşağı şartlar içinde çalıştırıp erdikleri milyonlarca Fransudan büyük kısmı henüz çalışamlyacak kadar bitkin bir halde bulunmaktadır. Yapılan hesaba göre Fransa’nın ekonomik kalkınması için 20 milyar iş saatine ihtiyaç vardır. Bunun için Fransa madenlerde fab. rikalarda, tarlalarda çalıştırmak üsere 3,000,000 yabancı işçiye iş verecek durumdadır
Vurguncuların cezası

Şey,
Tütün ve Sinema
Bütün memleketler bütçelerini denkleştirmek için ithalatını mümkün olduğu kadar kısmaktadır. İngiltere'de 5’inci sayfadan: d« bu yolda tedbirler alınmıştır. Mese-
lâ daha az ytrtinurta ithaline karar veril-Ş1 karşıya oturmuş beş kelepçeli- iniştir. Fakat |ütün ve sigara ithalatına dir. Bunlar ilk defa bu kamyonun içinde birbirlerini görmüşler ve a-rada geçen bu kısa zaman içinde tanışmağa çalışıyorlar. Her biri ayrı bir hapishaneden alınmıştır.
Sağ başta oturan :
— Telaiz idare ediyordum, au-bayım, diyor.
Bir başkan :
— Gizli gazete çıkarıyordum!
Üçüncüsü :
— Orta Doğuya kaçmak iate-iniştim, yakaladılar I...
Dördüncüsü :
—- Dağda partizan reisiydim! Ancak beşinci sessiz kalıyor. Başı önüne eğilmiş öylece beklemektedir. Yanında oturad arkadaşı.
— Ya sen’ sen ne yaptın? diye soruyor.
— Ben ?... Ben mi ?... bir teneke benzin için...
Başka ne diyebilirdi ? Yakalandığı andan itibaren sebebini bir türlü izah edemediği bir mesele hakkında onlara daha fazla ne aöyliyebilirdi ?...
Fakat, söylediklerinin yetmediği ötekilerin yüzünden belli.Daha fazla malumat istiyorlar onlar. Bunun için Sursulas ilâve ediyor:
— Benim adım Sunulsa !...
Kamyon duruyor. Sabahın a-laca karanlığında etraflarını saran Almanlarla birlikte bu beş kişi bir tarlaya doğru ilerliyorlar. Sıraya dizilip"Yaşasın Yunanistan!» diye bağırıyorlar. Yalnız içlerinden biri sessiz kalıyor. Fakat bu„ sonsuz sessizliğin içinde,hedefine çevrilen tüfeklerle hayat ve ölümü birbirinden ayıran bu saniyelerin sonsuz sessizliği içinde, çiğli otların arasından, şuracıktan, billûr bir “tır, tır, tırrr» , ışıktan perde ler halinde belirmek cesaretini gösteriyor, göğe doğru yükseliyor, yükseliyor, tâ yükseklere ulaşıyor, bu sefer o güzel köyü aşıp daha da uzaklara gidiyor £ve ansızın-yaylım ateşle - Sursulas’m kalbiyle bereber susuyor....
Yanancadan çeviren:
Nevzat HATKO.
dokunulmıyacaktır. Buna sebep olarak sigara ile sinemanın halkın maneviyatını kuvvetlendirdiği ve bu suretle başka mahrumiyetlere katlanmıya yardım'ettiği söyleniyor.

Fransa kurtulduktan sonra, 5 harp ve işgal yılı boyunca frensiz milletinin katlandığı yoktuk ve ıstıraptan — har memlekette olduğu gibi ^^kendi çıkarlarına faydalanıp, milyonlar elde e-denler >igaya çekildi. Bunların haksız olarak edindikleri servetlere .el konuldu, bazılarına da ağıt para cezaları yüklendi Bu cezalar normal daralt yüzde 100 ilâ ikiyüzde 100 arasındadır. Fazla ola-rak düşmanla işbirliği etmiş olan «vurgunculardan alınan' cezalar yüzde 400’ü bulmaktadır. Bu esasa göre yalnız 1945 yılı içinde «İkonan servetlerin tutarı : 22.965.963.000 frank; cezaların tutarı da : 32.597-354.000 frank, yekûnu s
55.562.288.000 frank; yani 700 milyon türk lirasından fazla bir para.
Derisi her memleketteki vurguncularla, harp zenginlerinin başına!

T a r i ş Şarapları
EĞENİN
İzmir üzümlerinden sıhhî şartlara azamî itina edilerek imâl olunur, İzmir incir ve Üzüm Tarım Satış Kooperatifleri Birliği Ankara Şatış Mağazası :
Bankalar caddesi Yurt Sokak
No. 2 Tel : 1860.
Sonrası
Ş L i 6
nci sayfadan:
neme yapmak arzusu ve kâh cehaletleri yüzünden harcadıkları milyonlar sessizce her tarafa sürüklendiler. Bu itibarla, birinci cihan harbi gençliğin önemini gösteren ilk olay olduğu kadar, bir çok memleketlerde genç ne- (> alilerin köküne kibrit suyu döken bir facia oldu. Bazı memleketlerin yaş yapısında harp derin yaralar açtı ve bir çok yerlerde memleketin yarınına, işe yaramaz veya vatan borcunu yapmamanın yolunu bulmuş artıklar kondular.
Harp bittikten sonra ise, kodamanlar masa başında parsayı paylaşmak için epiv çekiştikten sonra, barbin en ağır yükünü çekmiş olan gençlerin sulhun da en ağır yükünü omuzlaması gerektiği, görüldü. Milyonlarca genç işsiz ve hatta aç kaldı. Bu, yalnız yenilmiş memleketlerde değil, yenen memleketlerde de böyle oldu. Bu şartlar altında, ilk defa olarak gençlik arasında önemli kımıldamalar, hareketler, cereyanlar görülmeğe başladı.
Harp sonrası gençlik hareketleri ne yazık ki gençliğin İçtimaî hayatta değeri olan yeri almasını sağlayacak bir kuvvet olmak yerine, hemen hemen bir anarşi halini aldı. Muhteris ve tecrübeli kodamanlar bu kaotik kütleyi istismar edecek fikirler o*taya altılar. Bu hareketler içinde yalnız muhtelif memleketlerin talebe cemiyetleri ve bunların birleşmesinden meydana gelen «uluslar arası taiebe birliği» muntazam bir teşekkül halinde gözükmüşse de, bu daha çok diplomatların izinde giden çırakların kumandası altında idi. Bunun dışında, bilhassa Almanya’da, gençlik bir sürü acaip cereyanlara sürüklendi. Bu sürüklenmeler, bir kutupta (psişiyatri kitaplarınıngmomadism» dediği) serserilik ve gezgincilik şeklinden başlayarak, öteki kutupta faşiştliğin vandalism (yağmacılık) ve hatta kanibalis-minde (yamyamlık) neticelendi. 1933 sıralam a kadar, Almanya’dan acaip kılıklı, sırtları torbalı bir çok gençlerin memleket memleket dolaşarak buralara kadar geldiklerini, hatta kahvelerde yeni bir tarzda dilendiklerini hatırlarız. Bir çok memleketlerde, gençlik arasında ormanlara çekilme veya tepinerek dans etme şeklinde garip hareketler türedi. Almanya’da na-ziler bu işsiz ve bakımsız kalmış, theosofi, çıplaklık, dervişlik v. s. peşinde koşanj-gençlik kütlelerinin kendi maksatları için birinci derecede kullanılacak bir vasıta olduğunu gördü. Dr. Göbbels’ler harp-artığı gençliğin durumunun bir prototipidir. Nasıl nazilerin parasını büyük sanayi ve maliye sermayedarları, ihtiraslarını (Ludendoıf) "gibi mağlûp generaller, ideolojisini harpten arta kalmış varım tahsilli, işsiz/ luesiıltaiu.-kii^ülc—la*»._____
juva orta - yaşlıları sağlamışsa, kütle malzemesini de harp sonrası gençliği hazırlamıştır.
İtalya’da Mussolini faşiştleri, Almanya’da Hitlerciler, gençler ve hatta çocuklar için renk renk gömlekler ve esvaplar diktirdiler, komik selâmlar, vahşi şarkılar öğrettiler. Her türlü insanlık ülkülerinden uzak bir barbar terbiyesi altında yetiştirerek onları her tarafa saldırttılar. Yalın a-yak ve çıplak Habeşlilerin tepesine havadan bomba salıvermenin çok keyifli bir spor olduğunu gazetecilere anlatan Mussolini’nin şişman oğlu Vit-torio, faşist gençliğine bir örnek olarak gösterildi. Fakat, nazi faşistlerinin yetiştirdiği Hitler gençliğinin yanında bunlar, Ebüssuut Efendinin torunu gibi kaldılar. Bunun acıklı, ve acıklı olduğu kadar korkunç hikâyesine yirmiye I î m-.’ ‘ -
Ellerine öldürücü silâhlar verilmiş milyonlarca genç ve hatta çocuk Avrupa’nın her tarafına saidırtılınca, tecavüze uğramış memleketleri kurtarmak yükü de aynı yaşlardaki gençlerin vatan bocu oldu. Çünkü, bu memleketlerin kodamanları tehlikeyi sezen 'halktan ve bilhassa gençlikten korktukları için yıllarca reaksiyoner siyasetler gütmüşler, düşman kapıya dayanıncaya kadar («şizmHatmin etmek için çeşitli gaflar yapmışlar ve nihayet sıkışınca başka memleketlere kaçmışlar veya düşman tarafına geçerek kendi gençliklerini imha ettirmek, için Gestapo’larla el birliği etmişlerdir. İste, bir taraftan bugünkü silâhların hususiyeti, diğer taraftan reaksiyoner "politikacıların ihaneti yüzünden medeniyetin kurtarılışı da ancak bu vatansever çocukların kahramanlığı sayesinde olmuştur.
Şimdi, onların mükâfatı ne olacaktır ? Harp sonrasının İçtimaî meseleleri arasında en mühimlerinden biri de budur. Şimdiden, yurtlarını ağır fedakârlıklarla kurtaran gençliğin zaferine konmak üzere, istirahat yerlerinden veya sığındıkları memleketlerden dönen eski kodamanların üşüştüğünü yer yer görüyoruz. Gerçek manâsıyla bir gençlik dünyası düşünmek belki bir ütopidir ; fakat gençliğin bozulmamış temiz ve engin enerjilerinin, yaratılacak yeni bir dünya için en kuvvetli bir kaynak olduğuna şüphe var mıdır ? Yarının cemiyetinin temelleri olacak olan ve öldürülmemiş olarak yalntz gençlikte kalabilen kuvvet, atılganlık, arkadaşlık ve iyilik ruhu acaba yarın da dayak, kumanda ve barbarca disiplin altında çürütülecek midir ? İş bulmak veya tahsil imkânı verecek bir yardım elde etmek için kapı eşiklerinde ve yollarda harcanacak mıdır ? Gençliğin enerjileri, ekonomik ve cinsî hayatın baskıları altında eritilecek veya kötüleştirilecek midir ? Gençlik kuvvetleri yine demagogların ve istismarcıların retlerine, nefretlerine, korkularına, kurnazlıklarına, ihtiraslarına alet olacak mıdır ? Yoksa, ilim, teknik ve sanatta büyük yaratmalar başaracak, cemiyetin dinamisminin ana mihveri haline konacak yollar bulunacak mıdır? Bunun cevabını «büyükler» kadar, gençler de düşünmek zorundadır. Niyazi BERKES.