1946 Kasım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1946 Kasım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kaynak: TÜSTAV - Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı Arşivi

Fiyatı: 25 kuruş
5 Kasım 1946
■• i'.' : • >';
;2 »w r u ’ ı sKagnarog agESggl > 'a^öG«aE^awMuS 1. *-

Ferhat ile Şirin Operası
A zeri $aır ve piyes muharriri Samed Vurgun’un yazdığı 'Ferhad ile Şirin ad lı piyes Şarkın “Romeo and juliet olarak tanınmaktadır. Eser Azarbaycan folklorunu biiyiik bir kudretle canlandırmaktadır. Ferhad ile Şirinin mevzuunu Türkiyede bilmeyen hemen yok gibidir: Küçüklükten beri bir arada büyü yen Ferhad ile Şirin müstesna bir güzellikle serpilip geliştikçe birbirlerini de ■sevmekte olduklarının artık farkına var_ atışlardır Bu sıralarda İran Şahı Hüs» rev'in gözüne batan Şirinin güzelliği iki sevgiliyi birbirinden ayırmak gibi bir trajedi ile neticelenir. Şirin, şahın altın sarayına kapatılır. Şah tarafir dan baldırı çıplak diye vasıflandırılıp hakir gö-ülen halk çoctığu Ferhad ise sevgilisi-. nin dayanılmaz ayrılık ateşi ile dağlara düşer, Şirini bit sevimli ve saj halk kuşunu altın kafeste hapis olmaktan kur tarmıya çalışır» Şahın zulmünü her tarafa yayarak mücadele için taraftar toplamı ya Çabalar ona bir sürü tuzaklar kurar. Ele geçirmeğe muvaffak olamayınca hilelerin en amansızına baş vuru' lıır t ah tarafından Şirinin sarayda öldü" >fi, haberi yayılır. Bu haber Ferhadın ku lağırıa kadar ulaştırılır. Bedbaht delikanlı inanır ve sevgilisinin İstırabına dayâna-mıyarâk kendini Öldürür tunu haber dian Şirin bir hançerle kendini öldürür. •Eöyle'ce Azarbaycan Romeo ve Julicti feci suretle hayatlarını birbiri uğruna feda ederler. Eser Stanislavsky mektebinden iki kudretli azerl sahne rejisörü-itirafından sahneye konulmuştur,
Lorka’mn bir tra» jedisi Prag’da oynandı
prnnfcocrr ISpanyollar tarafından ölılii-
■ riite'n büyük »an’atkûr Fcderiko Gar sia Lorkantn Kanlı Düğünler ® dındaki piyesinin tercümesi Prag mili» tiyatrosunda oynaamış bulunuyor.
___ YIĞIN _
Her âyin 1 inde ve 15 inde çıkar fikir ve sanat mecmuasıdır. Yıllık abonesi ( 600 ) kurnş, altı aylık ( 300) kuruştur, öğretmen ve öğrenciler için bu fiyatlar 500 ve ^501 u-rUştür. BaSılmı/an yazılar geri verilme*» Muhabere '«(İresi; Podta kutusu ( 1600 ) Gâldta • İstanbul - Sahibi ve yazı İşlerini fiilen İdare eden Adil Yağcı. Basıldığı yer! F. K. Basımevi
___İstanbul ______
Dünya kadınları demokratik federasyonunun çalış* maları
9k!loskovada toplantı halinde, bulunan **"Dünya Kadınları Demokratik Federasyonunun icra kurulu çalışmalarım bitirerek dağılmıştır: Son oturumda Federasyon başkanı Mme Eııgenie Coitoıı
• verdiği raporda dür ya kadınlarının faşist ve reaksioner kuvvetlere karşı geçtikleri mücadeleyi inceledi. Bu rapor müzakere edilirken Polonya, Macaristan ve Romanya delegeleri memleketlerindeki kadın teşc kkiillı rinin mücadelelerine nazarı dikkati çek t Hır. Amerikan delegesi Mrs Jane VFeldtfish Birleşmiş Mil' letler Teşkilâtiyle Dünya Kadınları Demokratik Federasyonu arasındaki miina" sabetlere dair konuşarak Federasyonun Birleşmiş milletler teşkilâtı içinde rol Ve söz sahibi olması dileğinde bulundu. Sovyet-' Rusya delegesi Nina Popova Franko aleyhtarlığının gelişmesini anlattı. ^Oturuma son verilmeden Kuzey. Kore’de 648.000 kddinı temsil eden, kadın teşkilâtiyle 125 000 azası bulunan-mongol ve Madagaskar Kadınlar Birliğinin Dünya Kadınları Demokratik Federasyonuna kabulüne karar verildi.
PolonyalI muharrirler Parisde r^olonyanın genç muharrirlerinden bir
* grup Pariso gelmiş bulunuyor. Frar. sız halkıyla yaptıkları konuşmalarda bugünkü Polonya edebiyatının tamamiy-le bir realist istikamete girdiğini ve gayet kuvvetli bir ınarksist san'atkûrlar grubu doğduğu anlatmışlardır.
Dünya profesörler Teşkilâtı
toplanan otuz muhtelif milletin delegeleri oy birliğiyle bir karar alarak dünya çapında bir profesörler teşkilâtı meydana getirmişlerdir, Eıı teşkilâtın gayesi her taraftaki profosörlerin birbiriyle olan münasebetlerini artırmak, ve terbiyecilik sahasında muntazam ilerlemeler sağla' maktır. Eıı teşkilâta bir milyona yakın profösörün gireceği umulmaktadır. Ve ilk büyük kongrelerini gelecek yazan yapâcaklardır. Yayınladıkları beyannamede : 1) Herkesin serbestçe o-kıımasint sağlamak 2) Bütün dünyadaki projösörlerin medeni, fikri, sosyal, maddi bütün ihtiyaçlarını en güzel bir şekilde temin etmek 3J Terbiye Ve emin haberleşme kaynakları üzeninde dünya sulhunun sağlam olarak kurulmasına çalışmak 4) Tamamen ant! faşist bir şekilde Birleşmiş Milletler teşkilâtiyle işbirliği yaparak ilim yoluna dikilecek olan irtica yı ezmek.», gibi fevkalâde cümleler vardır»
Elio
Vittorini
^^ittorini'nin yüzü gibi yazıları . da sevimlidir. Fakat diyor kendisi, ben yazı yazmayı bir snıı'at vasıtası olmaktan çok bir aksiyon vasıtası kabul ederim, kitap yazan bir insan politik unsuru diğerlerinin üstünde tutmalıdıı. İtalyan komüoist partisi ' başkanı Togliatti ona yazdığı bi. mektupda: «San’atkârdnn kendisini gerçek olana doğru harekete getirmesini istiyoruz. Fakat sadece bir mev* zu üzerinde dönüp dolaşmak da bir yaza* rın ölümü demektir. Onun için no başı boş hasta bir hülya ne dalkavukluk. Zira mücadele hedeflerimiz bunlardır.» diyor'. Vittorini iki eseriyle öteki romancılardan ayrılır. Birisi Sicilya Konuşmalar ı diğeri insanlarve Başkaları dır Bu iki büyük antifaşist eser muhacerette olmıyan İtalyaıT edebiyatının örnekleridir, balyan muhaceret edebiyatını geçen sayımızda Silone'nln portresiyle anlatmıştık. Vittorini san’at için san’at formülünü ka* . tiyetle reddedenlerdendir. Ona göre hain hasta ihtiraslar hep burjuva fenalıklarından çıkmaktadır. San’atda ve bütün hayatta burjuva olana veda etmek lâzımdır. Sicilya konuşmalarında memleketinin ıztırabını kudretle tasvir ederken insan" lar ve Başkaları adlı eserinde 1943 den 1945 e kadar süren kalyan antifaşişt mukavemetinin destanını vermektedir. Bu ismini son söylediğimiz eseriode faşizmle lekelenen muharrirlerle lekelenmiyen mu-hurrirler karşı karşıya çarpışırlar.
Vittorini mukavemet ve sabotaj hare* etleri te* kilâA andırdı, Mateotti ve Gari’ baldi partizanlariyle beraber çalıştı, kalyada aksionun bu çeşidine geçen bir başka muharrir daha bulmak kabil değildir. Güa oldu hapislere düştü, gün oldu ba* şını getirene mükâfatlar vaadedildi.
Eseflerinde Caldvvell. Faulkner, Dos Passos, Steinbeck gibi iler’ Amerikan mu* harrirlefinln geniş tesirini buluyoruz. Vit" torini bugün İl Politecuice mecmu asını çıkarmaktadır.
2
Tarih Karşısında Atatürk Atatürk Türkiyeyi ileri bir merhaleye sağa deâil sola götürmek istiyen bir mücahitti
CLV-
Sardalya sokağı
Dünyayı yeni baştan taksim için yapılan 1914—1918 emperya list lıar ji ileri iki inkilâp doğurdu. Bunlardan biri 1917 Sovyet inkilâbı öbürü garp etnper yalizmine karşı son neferine kadar döğüjersk doğan Türk inki-lâbı.
Atatürk, Osmanlı imparator lıığunu yıkan, Sevr muahedesiyle Tiirkiyi bir müstemleke haline sokan gcrplı müstevlilere 1ar şı doğmuş millî isyanı > bir rrü-ın .-asili idi. Pgiltere, Frangı, IU1 ya gibi büyük devletlerle Yunanistan, Bulgaristan gibi küçü ( devletlere tek başına karşı ko yan Türk milleti sadece garp kapitalizmine ve emperyalizmine teslim olımmık için harp etti.
Millî İstiklâl m'ücade'esi side ce emperyalizme karşı yapılmış millî bir müdafaa, ileri bir inkılâp hamlesidir. Avrupa reaksiyo-ııerleri, sanayicileri, istismarcıla rl bir cephede birleşmiş sanayi bakımından geri kalmış ülkeleri yutmak için lıarbedçrlerken Türkiye, bu reaksiyonerlere karşı mücadele edenlerin sarfında yer
almıştı.
Bu devrede Atatürkün tarihi rolü anti emperyalist bir müsade-(enin kahramanı olmasıdır.
Tefessüh etmiş Osmanlı imparatorluğunun enkazından doğan Cümhuriyet inkilâbı kralları, krallıkları, istismarcı bir sınıf dikta-torasınını tutan ileri hamlelere karşı maziyi müdafaa eden millî ve beynelmilel reaksiyona karŞı nasıl ileri bir hamle ise Atatür-kûn inkilâp adı altında meydana getirdiği bütün değişme'er de in-kilâpçı hareketlerdi. 1914-1918 harbinden Atatürkün ölümüne kadar olan devre Türkiye için bir takım değişmeler devresidir.
Bu devrede Atatürkün tarihi rolü, millî ve beynelmilel reaksi yona karşı inkılâpçılığı müdafaadır.
Atatürkün inkilâp program n-da formüle ettiği altı umde -Cumhuriyetçi, inkılâpçı, halkç-, lâik, milliyetçi, devletçi- ileri bir iııki-
lâbı realize. etmek için konmuş
umdelerdir. Atatürk cümhuriyet-
çidir. Kralları ve krallıkları tutarak dünyayı istismar etmek istiyen grup reaksiyonu karşısında saltanatı yıkmış, cumhurun reyi-
Atatü^k Büyük Millet Meclisi reisi iken ne dayanarak cumhuriyet şeklini kabul etmiştir. Atatürk inkılâpçıdır. Tarihi ve maziyi, milletin tekâmül safhalarında rolünü yapmış. fakat bugünkü ihtiyaçlara cevap veremiyecek hale gelmiş bir devir olarak kap mış, garbın teknik ve kültürel terakkilerine a-yak uyduran yeni bir devletin bünyesini kurmayı istihfaf etm'ş d ir. Bu gayeye varmak için maziden kalan tefessüh etmiş müesse-seteri bir inkilâpçı cesaretiyle yıkmıştır.
Atatürk, umdelerinde halkçıdır. Halk için halkın reyi ile iş-liyen bir devlet cihazını bir umde olarak kabul etmiştir. Fakat inkilâbııı ilk merhalelerinde hocalarla reaks'yonerlere karşı alınan tehdit edici tedbirler ve bu tedbirlerin devamı bu ideali tam olarak tahakkuk ettirmem'şti Sonradan hocalarla saltanata kar-
şı, dinle devleti ayıran, halifeliği
kaldıran, kara kuvvetin teşkilâtlı
tecavüzünü men için lâiklik umdesiyle yol alan Atatürk, bu sahada da inkilâpçı bir rol oyna iniştir.
CANNERY How—Sardalya sokağı,, Amerikan muharriri Ste'ınbeck’in Son neşrettiği bir romanıdır. Diğer eserlerinde olduğu gibi bu eserindo de muharrir n derin s ımimiyetiyle karşılaşıyoruz. Saldalya Sokağt’ntıı insanları sanki bir avuç böcekten ibarettir Böcekler gibi bir bayat geçirirler. Fakat bir de ba-kıvenrsıniz hayatın en m'ihim meselelerini en A,olay bir şekilde ıfıde e L er itişler Kom i ı.ı başında da denildiği g.bi, Surdalya s > »ağı, y.-r yer to,.l ', yer yer dağı ı ; t nece pus, y..r İmi/ ke-r-ste, brzua kaldırımlar, ol bürümüş ararlar, oluklu saçtan sardalya konservesi fabrikaları, eğlence yerleri, umumhaneler, küçük, içi tı ılım tıklım' dolu bakkal dükkânları lâbaratuvarlar ve serseri yatakları kumkumasıdır. Bir gün biri, buranın halkı için* Orıspular, pezeveııkier, kumarcılar, topu birden kalıbe çocuk -ları demişti ve bununla herkesi kastetmişti. u ma bu adanı bu aynı insanlara bir başka gözlükle bakmış ols ydı, evliyalar, melekler, hayata kurban gitmiş olanlar, mübarek kişiler de diyebilirdi, ve bu sözler de aynı kapıya çıkardı.
Eserde klâsik romanlarda olduğu gibi bir mevzu yok . Her tarafı hayatla hadiselerle dolu. Bunun için zevkine varmak ancak kitabı okumakla oluyor.
Eseli dilimize İngilizceden çeviren Behice Boran’dır.
Kayı’sız şartsız ■ ferdin ferdi istismarına mani olmak için devletçilik umdesini kabul edeıı Atatürk, bu devlstçiliği sosyal mânâda açıkça izah etmiş değildir. Bunu bir devlet sosyalizmine varmak gayesile yaptığı söylenebileceği gibi fertlerin yapamadığını devletin yapması mânâsında da izah edilebilir. Realitedeki şekli de bu olmuştur.
Fakat bu umdelerin ve formüllerin hayattaki tatbikatı, yanlışlıkları olursa olsun Atatürkü tarihin karşısında muhakeme ettiğimiz zaman anti - emperyalist anti - reaksiyoııer, inkilâpçı, terakkiperver, şark medeniyetinden garp medeyetine geçmeye taraftar, cumhuriyetçi vasıflarıyla görür, Türkiyeyi ileri bir merhaleye sağa değil, sola gölürmek isteyen bir mücahid olarak kabul ederiz, YIĞIN
3
Dünyayı altı yıl felâkete sürükliyen ortaçağ rejimiyle alman millî şuuru arasındaki münasebeti anlamak için çapraşık hesaplara ihtiyaç var
Yücel dergisinin 1945 ekim tarihini taşıyan 120 ııci sayısında “Yasak edilen kitaplar» başlıklı bir yazı var. Yazlııtn muharriri Osman Nebioğlu, ikinci dünya harbi için “Cihan tarihin'ıı bu muazzam faciası insanlık kültür tari hi için de acı ve garip hâdiseler yarattı,, dedikten sonra, Avrupa-dan geleıı son haberlerden Al-ınanvada birçok kitaplar ıı okun ıııısı ıı y.-sık edildiğini,, öğren' iniş olduğunu söylüyor ve şöyle devim eliyor: “Almaııyadaki
Sovyet işgal bölgesinde çalıjaıı Alınan halk eğitimi idaresi. için d : 150 mecmua ve J5.003 kitabın okunmasını yasak eden bir liste ilân etmiştir. Kolayca tahmin e-ileceğiniz gibi bu listenin başı ı-da alman milli ş urunu uyandıran ve nasyonal sosyalizme klavuz-iılk etmiş ol.ui eserler bulunmaktadır „
Nasyonal Sosyalizm iktidara geldikten sonraki yıllar içinde Alıııanyada tahsilini yapaıı ve ga liba iktisat doktoru unvanına na il olmuş bulunan bir kiıııseı iıı, naz znı aleyhindeki hareketler I arşısıuda bazı teessür! t.-.virlar takınmasında belki de garip bir taraf buluıınııyabilir. Fakat nasyonal sosyalizmin kaııuıı dı;ı edildiği, şeflerinin, nazariyecileriııir, iktisatçılarının topyekûn idam sehpasını veya ziııdaı ı boyladığı şu den okrasi asrında, dünyayı altı yıl felâkete ve harabeye sü rükleıııiş olaaı bı yüzkarası ortaçağ rejimi ile alın. ıı milli jııurj anısınla nasıl bir ın'mısebet b ı-lııııd ığuıııı ınıılııık içi.ı > e haldi» pek çajrışıc hes’.p ve ıııııa. dele’ere ihtiyaç va . Osman Ne bioğlu, kitapları..ıı y.s ıR ed İme sine açındığı m ıharrirlerin, hakikaten büyük değerler o duğtır.a okuyucuyu da inandırmak için hayli zahmete katlanıyor: “Bitler devrinde gözde olan ve_ alman muharrirler birliği ve şiir akademisi başkanlığını yapmış - olaıl Iians Johs ’ın 1942 deıı sonra yazdığı bütün eserler var» diye yazıya bir girişiyor ve alman edebiyatında kara kuvveti, an’aııeyi ve geriliği te ı sil eden ııe kadar mürteci imza varsa “kuvvetli alman ejdiplerind n», “geniş kült'üı-lü bir mütefekkir.ve edip,,, “eser-
4
e
Yazan :
Burhan ARP AD

leriııde kahramanlık lıavası eser„ “en büyük muasır AvusturyalI şair» gibi midili ve senaları peşi, peşine sıralıyor. Muharrir, listeden birkaç mürteci edipj tari'çi ve büyük -mütefekkir (!) saydıktan so.'ra “bu hâlise bize, H tler iktidara geçtiği .zaillin yakılan ki tablan ve hudut dışına sürülen muharrir ve filozofla l hatırat makta lir. İkinci bir yazınız da da onlara temıs etnızk ve bu meselenin mahiyeti üzerinde durmak istiyoruz» diye .'özünü bitiyor. [1]
Osaıatı Nebioğlmıun bu maka leşini daha iyi aydınlatmak içııı ona ait iki müşahedemizi anlatalım : İlk baskısı Yücel yayınları araş uda çıkan ve ikinci defa da Nebioğlu Yayınevi tarafından basılan “Güzel sözler,, adlı bir eser vardır. Nebioğlu tarafından derlenmiş olaıı ve büyük mütefekkir, şair ve hükümet adamlarının vecizelerini siraiiyan bu kitabın biyografi kısmında, alman dilini eıı güzel kullanan şiir ve hiciv üstadı Heinriciı Heine hakkında şıı tabir vardır : “Yahudi edibi.» Anadili almanca olan ve yaşadığı devrin edebiyatında alın n mil'etine şerefli bir mevki kazandırmış bulunan bir büyük
Naziler kitap yakaılarken
insan için bu “Yahudi» sözünden başka bir tavsif kelimesi bula-ııııyan kimsenin ya umumî kültü-riiııdeu, yahut da iyi niyetinden şüphe edersek bilmem sayın doktor ve editör Nebioğlunun, bu bapta söylenecek birkaç, kelâmı olur mu? Onun Heine hakkında bu “Yahudi şairi» sözünü kullandığı sırada maarif vekilliğinin yayınladığı klâsiklerde Heine’niıı yeri Alaıaıı klasikleri arasında bulunuyordu.
Nebioğlun'a ait ikinci müşahedem de şudur ; bu müessese içiıı alman kadın muharrirlerinden Irmgard Keıın’üıı “Kind alier Lan der» ini “/atansız çocuk,, adiyle türkeeye çevirmiştim. Tashihleri yaparken bazı yerlerin değiştirildiğini ve Almanyadaki ya-hudi aleyhtarlığından küçük bir kız çocuğu ifadesiyle ve pek masum bir eda ile bahseden satırların çıkarıldığını hayretle görmüştüm. Bu yüzden aramızda bir münakaşa çıktımı sırada “Osman Nebioğlu firması altında AlmanyalInı ne lehinde, ne de aleyhinde bir şey çıkmasına müsaade edemer,, sözlerini söylemişti. Tercümeden çıkarmak istediği bu parçayı aynen alıyorum : Bir defasında bir adam gelmiş ve: —Nasıl oluyorda sen bu‘.Yahudi domuzu ile oynuyorsun? demişti. Bu sözleri duyunca hemen oradan kaçmış ve pek
korkmuştuk. Ama fena hiçbir harekette de bulunmuş değildik. Bir kere de hurma bahçesine bir bekçi tarafın-darf kovalandık. Ama ne çiçek koparmıştık, ne başka birşey Zaten buna izin yoktu, biz de bunu biliyorduk. Fakat bu defa hiçbir kaba hatimiz yoktu. Böyle olduğu için de akşama, babama anlattım. Babam, önce dişleri ni gıcırdattı, sonra da: Yakında gidiyoruz, Kulliy dedi, istediğinle oynamana bak!»
Görüldüğü gibi bu parçada Nasyonal sosyalizm hakkında hiç de şiddetli ve itham edici bir taraf yok. Fakat kraldan ziyade kral taraftarlığı edilince böyle masum telmihlere dahi tahammül olunamıyor. Sayın Nebioğlu, şu yazdıklarımızı unutmuş görünürse “Vatansız Çocuk„ kolan tashihlerinde 18 sıra numarasını taşıyan provada, kendi el yazıla-riyle yapılan düz.eltme ve çıkartmaların ııezdimde bulunduğunu söyliyeyim. Arzu ederlerse bun' iarl gösterebilir veya klişesini neşredebilirim.
Heine’e yahtıdi şairi diyen, yedi yaşındaki br kız çocuğu ıııın basit ifadesiyle anlaşılan bir romanda yahudi aleyhtarl ğma bir telmih var diye Almanya aleyhine eser ııeşredemiyeceğiııi söyliyen sayın Nebioğlu “Alman halk eğitimi idaresi» nin niha’ yet almanlarl alâkadar etmesi lâzım gelen bir kararına niye böyle pek yakın bir ilgi gösteriyor? Hele Birleşmiş Milletlerin kanun dışı ettiği nazilerle alman milli şuurunu uyandırma işi İrasında nasıl bir münasebet buluyor ?
Muharrir yazısı-1 bit rirkeıı Bitler iktidara geçtiği zaman hudut dışına sürülen muharrir vc filozofları da hatırlıyor ve bıı meselelerin mahiyeti üzerinde de ileride durmak istiyor. Bu münasebetle hatırladığımız küçük bir hadiseyi de şuraya sıkışt rınak-tan kendimizi alamadık: Maarif Vekilliği 194? yl'ında bir yandan klâsikler neşrederken hususi ta-I ileri de teşvik için modern dünya edebiyatın ’an tavs yeye şayan gördüğü kitaplara ait bir-liste de ilâıı etmişti. Bu listenin alman elebyatı ktsmlııda pek lıaklı olarak Stefan Zweig, Tho* mas Manii, Jacol, Wasserman, Lioıı Fenchtingııer gibi değerler vardı. -O tarihde vekillik tercüme bürosunda bulunan br arkadaştan duymuştum: Ankaradaki Alman büyük elçiliği bu l'steyi
Vatan Şarkısı
Bir şafak vakti başlıyacak yolculuğumuz,
Cıgaramız sönmüş parmaklarımızda.
Düşünmemek mümkün mü gelecek günleri ?
Bir başka makam üzre başlamış şarkılar. .
Seslerini duyuyorum, görmediğim şehirlerin, milyonlarca insan karşılamış orda hürriyet'.
Şu tnıvi gök yüzü, bu ulak asfalt caddeler .
Okyanus kıyıları ve işte yeşil sutiı balıklar.
Say sıyabildiğin kadar, hepsi yeryüzünde,
Onların hasretini sizler kadar k ınbilir ?
Hürriyet için çalışın bütün vatanseveıler gibi, korkusuz ■ uyanacağınız sabahları düşünüyorsunuz.. Demir parmaklıklı pencerelerin arkasınd-, başladı işte, .akş-ın saatlerinizin hüznü.
Dile gelmiş bırak, döıt duvar konuşuyor.
Kimdir onlar L diye sormayın, bütün insanlar.
Ben bilirim o hürriyets'z sabahlan,
Gün doğmuş, kuşlar c vıldaşır dışarda.
Bir ince duman tüter bacalardan,
şakır şıkır güneşle yıkanır kirem.tler,
haberin olmaz, çiçek açmış yemyeşil dall.ııdai’.
Nasıl unutabilirim, işte karşımdasın.
Dilimde halâ tadı var dudaklarının
ve yaşamak ne kadar mümkünse o kadar güzel!
Elbette hürr'yet adına konuş nak kolay değil..
İstemem artık, göz yaşı, korku ve keder, yalnız aydınlık bir dünya için konuşıcağız.
Bilmem sen de bunları düşünüyor musun ?
Yaşamak sade ıstırapla, kanla yuğrıılmaınış.
Bir defa da alınterinir, saadetin kakkını düşün..
Düşün zafer türkül?rin:, düşün sulh adına atılan topları I
Bazın, yıldızsız gecelerde seni düşünürüm Anadolu 1 Gizlice nefes almaktadır ışıksız köylerin.
Ölümle beraber bütün çalışanlar dökülmüş yollara.
Yağmur çiseler dar sokaklı şehirlerine.
Nasıl beklemesin kırkbin köy, dörtyüz kasaba ?
Ağır ağır yaklaşan aydıntık günleri..
Her sabah haber sorarsınız, gümüş kanallı kuşlan..
Artık âşinânız olmuştur esmer duvarlar.
Sabır birikmiş gözlerinizde yaş yerinr.
Biliyorum, bir duman gibi tütüyor karşnızda, g°niş caddelerde hürriyetle beraber yürümek..
İşte Galata rıhtımı, en kalabalık saati köprünün.
Farkında mısın, Balıkpazarında bütün dükkânlar açık. Göğüs dolusu hasreti var onların şimdi,
Bütün hür yaşıyan insanlara karş'...
Ö. F. TOPRAK
görünce dayanamamış ve maar.f vekilliğimize baş vurarak bu ya-hudilerin Altnanyayı temsil edemi çeklerini ileri sürmüş ve yeni bir liste vermiş. İşte, bu yeni üstedeki isimler, sayın Ne bioğlun-.ııı yaz sıııda gö-Jcrc çıkarılan büyük rlmaıı muharrirleri: İ.ı aynıd r.
Sayın Nebioğlu, siz. bir aralık demokrasiye sapar göüıuniiş, “Bitler ve arkadaşları» gibi sureta Hitler aleyhtarı kit plar çıkarmıştınız. Hatta İngiliz kültür heyetinin neşrettiği Rewiew-Geçil dergisinde imr.aııır.ı taşıyan tercümeleriniz vardı. Ne ,,
J o»
yoksa havanın yine değişmekte olduğuna kani oldunuz, da “Alman millî şuurunu uyandıran o canım kitaplara reva görülen haksızlığı al‘.ıı n ışır.t etmeyi üz.eriniz.e bir borç ııııı bildiniz?
“.Meselelerin mahiyeti ü e-rinde durma1'» işini de, vadiniz üzere, siz.den bel.iiyorıız. sı ıı Csııran Nebioğlu.
Burhan Arpad.
/// Ncbioğlıu.un makalesinde bir tnkırn kitap isimleriyle bunların tiiıkçe tcrciimı l ri var. ^ıı iki taresiııd n biz bir y anlayamadık: Das Haııs mit ılrci Türen : iiç kapısı ile rv Das, Goll-gelvbte lıerzı Taı-rı vaitli kalp
13. A
5
Yaşayan Bilgi Lâzım
J Müsbet bilginin gayesi İnsanîdir ve bilgi, her zaman halk * ♦♦♦«♦«♦♦♦♦♦♦ yığınlarına faydalı oimıya çalışır *««««(«♦ ♦♦
Bilgi, uzun yıllar boyunca ve ömür bahasına elde edilecek ac sınamalara meydan vermeden İıı sana en iyi, en güzel, en yerinde ve en insanca yaşamayı öğreten bir vasıtadır; bilmeyenlere bilir görünmek, soranları gülüm-siyerek, alaylı bir halde üstten süzüp lütfen cevaplandırmak, bilmeyenleri sırası gelince aşağılamak, fırsat düşürüp kınamak, üstün görünmek ve üstün yer tutmak için elde edilmesi gereken bir vasıta değildir. Müspet bilginin gayesi, hiç bir zaman hasbî olamaz, müspet bilgi, hiç bir vakit ferdî kalamaz. Müsbet bilginin gayesi İnsanîdir ve bilgi, her zaman halk yığınlarına faydalı olmaya çalışır. Talebeliğin zekât almak için bir lüzum, hocalığın medrese kapmak için bir şart olduğu devir, tarihin karanlık sahifelerine gömülmüştür arlık. Firdevsî, «Bileli kııdretlid r» der, hem de her bakımdan. Ba-con ve H. Barbusse de bunu demiş. Akıl için yol birdir, herkes aynı yere varır, aynı şeyi söyler. “Çok bilen çok yanılır» sözü» hayattan ayrılan bilgiye sahip olanın, hayatla karşılaşınca düşeceği kudretsizliği gösterir. Halbuki herkes bilir: “Soran dağları aşmış, sormayan doğru yolda şaşmış» ve sormak, bilmek ve öğrenmek içindir. Öğrenmek, bellemek, işe yararsa iyidir. Yoksa “Bana bayırı dokunmayan evliyanın künbedı başına yıkılsın!» Arşı mesahalayan ve Ceb-railin kanadının kapladığı sahayı ölçenlerle yedi mânası verilmiş bir söze, hem de belki temelinden mânâsız bir söze sekizinci
bir mâna vermeye kalkışanların, yahut söylenmiş sözleri derleyip bir kere daha söyleyenlerin devri değildir bu devir. Sonra “İlim sadırdadır, satırda değil» amma satıra düşmeyen, işe yaramayan, hayata bir yeni hız, insana bir yeni neşe, cemiyete bir yeni-inanç, ülkeye bir yeni refah vermeyen bilgiyi ne yapayım ben? Bilenler var ki söylememişler, yazmamışlar, yapmamışlar, top. raktan kazmayla » defineler çıkmış da onlardan bir söz, bir iş çıkmamış; neye yarar? yahut da tavuk gibi bir yumurtacık doğu-
6
Yazan :
Abdiilbâki GÖLPINARLI
ranlar var ki gıdaklamalar yedi mahalleyi sekiz, slat usandırır; ne ayıp! her şeyi bilenlerin zamanı, bir şeyin bile olduğu gibi bilinmediği zamanlardır. O zamanlarda bile “Az belle, uz b.l-le„ denmiş. Bilginin aşağısı olmaz, elverir ki bile-, iyi bilsin ve bilgisini yayacak ve yapacak saha bulsun.
♦ * *
Hayat akıp gitmededir, zaman değişmede. Ömür çok kısadır, yapacağımız iş pek çok. Dünün masalları gelip geçmiştir, yarının gerçekleri gelip çatmada. Medreseyi yıkan, yeniyi görmemekdi, üniversiteyi öldüren, bu günü bilmemek olmasın. Medrtsî yıkıld1, izinden yürüyoruz. Tekke kapandı, kapısını bekliyoruz. Bilgide eski, yenilik merhalelerini adım adıtn bildirir, incelerse yardımcıdır. Ona bağlanırsak bizi bu günden, hayattan ve bizdm ayırır, yaşayan ölülerden oluruz.
Bilgiyi hayat için değil, b'lmek iç n, süs için öğreniyoruz ve ııc acaip şeyler biliyoruz da ne bilinmesi lâzım olan şeyleri bilnryo-ruz, bir bilseld G nci, lis'den itibaren hayat için hazırlamamız gerek. Bilgisi, onu hayattan ayırırsa kör, sağır ve ölü lir cemiyet yaralıyoruz demektir. Üniversitemiz bir hayat kaynağı olmalıdır. Bilgi, zengin çocuğunun bir lüksü değil, her gencin bir ihtiyacıdır. Sabahtan akşama kadar üniversitede as rlar öncesine gömülmek zorunda kalan bir ■ genç, günün bir müddetinde, yaşamak için çalışmak zorundadır da. Bu zarureti görmemek için kendimizi bilmememiz lâzım ki bu gaflet, hiç de affedilecek kadar küçük bir şey değildir. Çok lâzımı alıp az lâzımı feda etmeliyiz. Dünyada işçi üniversiteleri açılırken lopu topu iki tanecik üniversitemizi işsizlik yatağı yapaısrk, hele ihtisas bilgilerini riıecbtıri okutur, okuturken dc onları meydana ge-
tiren yüz yıllan asrımıza bağlamız, genci hayattan ayırır, öldürürsek işimiz Allaha kaldı dem'k tir.
Divan Edebiyatı-, Tasavvuf , Arap ve Fars edebiyatları, m:ta-fizik, eskolastik felsefe, eski Türk lehçeleri... Hasılı daha buna benzer bilgiler, artık enstitülerin milidir. Hele Alman irticainin ttmi-lini atan Papas Maks Şeler gib bir adam, demokrat Türkiyedc okutulamaz. Martin Heidegger gibi Berlin üniversitesinde sınıfa I leil Hitler diye giren bir profesörün felsefesi, üniversitem'zdc okutulurken dostlarımız, demokrasi yolunda yürüdüğümüze şüphe ederlerse haklıdırlar. Enstitüler, metinler hazırlamalı, eski düşüncenin, eski zevkin, eski görüşün, tarihini yapmalı, vak’alaıı tarihten, fertleri cemiyetten ayırmamak, eskiyi inceleyip yeniye bağlamak, ölmez değerleri belirtmeli, ölmüş değerlerin türbelerini kurmalıdır. Enstitüler , bu ihtisas işiyle uğraşırken asıl üniversite bu bilgileri hulasa ve müsbet bilgiye giriş olarak mütalâa etmeli ve müsbet okutuşuyle bizi hayata bağlamak, hayata hazırlamak, düne göminemeli, yarına yürütme* lidir. Bu günü yarından, bizi hayattan ayıran bilgi, düşmandır bize.
Bütün bunları bilmemiz için kendimizi bilelim. Atalarim z «Kendisini bilene babasının kant helâl, kendisini bilm yene anasının sütü haram» demişler. Kend nrzi bilirsek noksanımızı bilir, cn gerekli bilgiye sahip olur, yapılan ardan ibret alır, yapmamız gereken şeyleri yaparız. Eski Yunus, yeni, eskimeyen yep yeni bir söz söyler :
Jlim, ilim, bilmektir, ilim, kemlin bilmektir. Sen kcndiı.i bilmezsin, ya nice okumaktır?!
Atatürk ve Türk Kadınları
MBBBBBBBBBBBBBBBBBBBBBBBBBBBBBBBaBBBBBBBBBB,,BBBBBB,,BBB5
■ İstiklâl savaşında kahramanlık destalarına adlarını j
■ şerefle yazdıran mütevazi Tük Kadınları yarının da ■
■ sanayi, kültür bilim ve sanat kahramanları olacaktır ■
■ ■■■■■■■■■■■■■■■■■■a Yazan : Dr. Sabire DOSDOĞRU ■ ■■"
Vatanımızın istiklâlini, m İletimizin bağımsızlığını kurtaran Atatürk’e «Türk Kadınlığı» bugün cemiyet içindeki mevkileri, hürriyetleri, siyasî ve İçtimaî hakları gibi pek çok şeyler borçludur. “Türk Kadınlar» bu büyük insanın önünde duydukları saygıyı yetiştirecekleri nesiller boyunca idame edecekletdir Atatürk’ün bir rezile! çukurundan kurtararak cemiyet içinde yüz y.llardanberi kay-betm:ş olduğu şerefli yerine yükselttiği “Türk Kadını» bu borcunu asla unutmıyacak, o varlığının kurtarıcısını her şeyin üzerinde tutacak ve bu hakikat meşalesini nesillerden nesillere emanet ederek cihanın tekâmülü ile beraber ileriye götürecektir.
Atatürk’ün sosyal inkılâplarına başlamak üzere eline aldığı cemiyette mevcut olan kadın - erkek arasındaki siyasi ve içtimai büyük farklar insaalığın ilk devirlerinde, en iptidai aileler içinde henüz mevcut değildi. Kadın ile erkek eşit salahiyetli, eşit haklı ve eşit mesuliyetii iki insan olarak yaşarlar çalışırlar ve ölürlerdi. İnsanlar arasında henüz sınıf farklarımı mevcut olmadığı bu devirlerde kadın ■ erkek farkları da mevcut değildi. Bu sosyal farkların teşekküle başlıyarak kadını bir takım kaide ve kanunlarla geri b takmaması ve adeta cemiyet dışı etmesinde bir tek âmil rol oynamıştır: Sınıfların teşekkülü kadını yavaş yavaş uzaklaştırmış ve birbirinden ayrı yaşama tarzları içinde kalan bu iki cir.s insan münasebetlerinin anormal yollara sapmasına, karşılıklı arkadaş saygısının gittikçe silinerek erkeğin kadına bir dişi olarak bakmasına sebep olmuştur.
İnsanların çeşitli sosyal ekonomik münasebetlerin tesiriyle aşağı yukarı diye bir takım sınıflara ayrılması ve bu sınıflaşma sırasında müdafaa ödevini üzerine alan erkeğin diğer mühim ’şleri de o vaziyette tutması kadın erkek farkının doğup gittikçe keskinleşmesine yol açmıştır çok geçmeden varlıklı “Yüksek» sınıfların
kad n*. Bir ziynet eşyası b’r m d gibi alınır sat lir ve temellük edilir. Bir matah haline sokulmuştur. Dinlenen tekâmülü, ve sır.ıf farklarının gittikçe barizleşm'si ayaklar altına alınan ve unutturulınıya çalıştırılan (kadın hukukrnun) büsbütün yok olmasın mucip olmuştur. Bu şekilde kadın yavaş yavaş cemiyetten uzaklaşmış bütün h >yat sahası evin dört duvarı arasına münhasır kalmıştır. Yüz yıllar boyunca kadınlar cemiyetteki yerini aımağa çalışmş fakat ilk devirlerdeki haklarını h ç bir zaman kitlece elde edememelerdir. Sınıf farklarının pek ziyade keskinleştiği devirlerde asiller sınıfına mensup kadınlar. Erkeklerin bile insan sayılmadığı. Aşağı tabaka kadınlarından farklı tutulmuş ve sosyetede kendilerine büyük yeıler ayrılmış isede resm'n siyasî \e hukul î h’ç bir imtiyaz tanınmamıştır.
Bu yüksek tabakalar arasında kadın büsbütün lüks eşya ve servet muamelesi görmüştür. Erkek-l-'r tarafından kendilerine gösterilen sıygı ve itibar ise onların kadın olarak cemiyetteki mevkilerine ve mümtaz şahsiyetlerine değil ekseriya hüsnü mülâhaza lara bağlı kalmıştır. Tarihte bir çok hükümdarlara diledikleri şekilde saltanat sürdüren ve (büyük kadınla!) Onları bile zaferlerini erkekle eşit veya üstün kabiliyette olmalariyle değil cinsî otoritelerini kullanmak suretiyle, kazanmışlardır. Bu suretle kazanılan zaferlerde keııdj hayatları kadar ömürsüz olmuş ve nesillerine gözdelikten başka bir miras bırakmamışlardır.
San’at, kültür ve bilim aleminde şahikalara yükselen büyük yaratıcılar arasında kadınların ender yer alması da cemiyetin bu yanlış yolda eksik ve tek taraflı tekâmülü neticesidir. Başlangıçtan itibaren kadınlar da cemiyet içindeki yerlerini muhafaza edip erkeklere muvazi bir ilerleme ile yaratılmış olsalardı bu günkü dünyanın veçhesi muhakkak ki şimdiyle mukayese e-
dilemiyecck kadar başka ve ilen* olun, ilim kültür ve san’at bakı mından da en az iki misli daha önde bulunur, ha-bin açtığı felâketler de ortadan kalkardı. -Eski Avrupa ve yeni Amerikada vukua gelen ekonominin sosyal inkılâplarla kadınlar haklarını az çok geri alı larken durmadan sukut e-den Osmanlı imparatorluğunda kadın ayol esir ve köle durumunu muhafaza etmşti.’JEu eski-Türk savaşçılarında /erkekle eşit haklara sahip olan, memleketin idaresinde hakanın, aile içinde babanın yanında yer alan kadın Osmanlı İmparatorluğu devrinde hangi sınıftan olursa olsun, an-cak, söz, düşünce hürriyetle i ol-ınıyaıı daima tâbi vaziyetde ve emir altında yaşamıya mahkûm yarım bir mahlûk muamelesi yapılmıştır. Fakir ve orta s nıf kadınlarının kafes arkasında hürriyet istiklâlinden mahrum (baba veya koca) bir erkeğin kölesi mevkiinde yarınındı n emin olrr.ı yarak bir nebat gibi yaşamalarına mukabil yüksek tabaka kadın* larının da kafeslerinin altın olmasından başka hiçbir farkları yoktu. Ötekilerin kendilerine emir işleriyle, çocıık bakmakla, dikiş veya hizmetçilikle ekmek parası kazanmakla geçirmelerine karşı berikiler de ipekler içinde ö-nüne hazır gelen, yemekleri yeyip birbirile dedikodu ederek cemiyetin hakiki parazitleri halinde yaşarlardı.
Besiye girmiş bir kümes' hayvanından pek de farklı ve şerefli bir mevkide değildi.
Nüfusun ekseriyetini teşkil eden köylü kadınları ise bir taraftan toprağı işletmeğe yar *y-n bir âlet olmakla beraber diğer taraftan yeni nesiller ürtemeğe memurdu. H( r türlü yük onun omuzl .rına yüklenmiş, her nev’î hak ise erkekte kalmıştı. Garplılaşma modasının memlekete bir nebze girdiği meşrutiyet devrinde ise kız çocuklarının da mektebe gitmeleri öğretmenlik gibi bazı mesleklere intisap etmeleri ve bazı sahalarda tek *ı.tük b> varlık göstermeye çalışmaları Türk kadınlarının umumuna birden birşey sağlanmış değildi.
Atatürk’ün emperyalist sürülerinden kurtararak yarclarını sarmak, kalkındırmak ve dünyaya Sonu su. ı / Jc
7
Halk resminin tarihimizde daha başka örnekleri de var
Millet raizin tarihi boyunca gelen savaşları halk şarkılarımız terennüm ediyor. Saray ve hâkim sınıfları) müziğinden daha bışkâ bir cihetde ilerliyeıı bu bestelerden inkilâpçı müzisyenleriniz, bu bestelerin güftelerinden .de .destancı şairlerimiz elbet istifade e-derler. Köroğlu’ndan, ' genç C's-mın’dan, ey Gaziler’den, Ankara-nin taşına bak gözlerimin yaşma bak, yatısın İzmitı yansırı, atımı bağladım ben bir kara taşa, yaşa Mustafa Kemal Paşa sen çak yaşa şarkısına kadar bütün btı beste ve güftelerde bazan hüzün bazan ncj’e fakat daima mcrtcesir.e bir hava vardı . Halk başından geçenleri acaba sadece müzik ve şiirle mi teshil etti? Resim sahasında hiçbir şey yapmadı.ını? Böyle bir şey olabilir mi? Folklor ve ınilllî tarilı bakımından üzerinde dikkatle durulacak' bir m.-sele karşısındayız. Yapılan tetkikler gösteriyor ki elinde malzeme olduktan sonra bir cemiyetin başından geçenleri çizmemesine imkân yoktur.
Bu yazı ile beraber klişeleri-
Yazan :
Arslan KAYNARDAĞ
ııi verdiğimiz, levhalırı görüyorsunuz. Bunlar daha bir miktar ço ğa 1111 ab i 1 i r. Ben en dikkate değer olanlarını kendi koleksiyonumdan seçerek verdim. Böyle bir kol-leksiyonu toplamak için inkilâp ıııüzr sinde ve floklorcııluk sıha-sıtıda ne gibi çalışmalar yapıldığım bilmiyoruz; burada bıı husus la yapılm ışı icap'eden el bir iği lüzumuna işaret ediyoruz. İstiklâl sıvaşın, canlandıran ve klişelerini verdiğimiz levhaları bugün bile bazı evlerde görmik münı küııdür Bilhassa Anadol.ıda mahalle kahveci, berber dükkânı gi bi yerlerde onlara sık sık rastlanabilir. Göğsü yarı açık al al yanak 1 bir şark dilberinin (ki bu resmin ta Seba melikesi Belkise kadar giden b r mazisi vardır.) yanında Mes’udiye, Mecidiye gibi tantanalı isim’eri olan Devleti
O s man iye'gemilerin deri birisinin yahut da Yavuz zırhlısının resmi asılı durur. Sonra yukarıda balı-se'tiğim levhalar gelir Bu levha ların resim tarihimiz bakımından ehemm’yetl.-ri az değildir: Miislü: manlık plâstik sanatların bizdeki inkişafını önlemiye, durdurmıya çalışmıştır. Fakat dine rağmen bir takım şekiller alarak resim gelişme kaydetmiş bngüne kadar uzanmış gelmiştir. Meselâ minyatür arada sırada hamleler yaparak şaheserler kaydediyor. Levr.î g bi bir on sekizinci asır Türk ressamı çok eserlerinde minyatür hudutlarını kırıyor ve hiciv esp-. isiııi de kullanarak- zamınındaki hâdiseleri tenkit edebiliyor. Lev-rî’den önce yapılmış bazı minya-tii 1er dalıa biliyoruz. Lâkin Süheyl Un ver’iıı bu vadideki tetkiklerine. rağmen şark resmi olan ini yatürü'i kaynakları için gene de tatmin edici bir tetkik yok. Mevlân .’ıır.ı portres ııi çizen, Nas-reddin Hoca’yı canlandıran, Si-mavna kadısı Şeyh Bedr ddin’i hapis ıııeniıı deuıir parm ıklıklari arkasında gö teren miııyatürcüle-ri bu şaheseri yarattnıya sevke-deıı şartlar, hangileriydi? 1
Biz burada ancak ilerdeki bir telkih içiıı hazırlıklı yaptığımızdan bu sorgunun cevabıar o. tetkiklerimize bırakıyoruz.
Bilhassa şiiliğiıı tesiriyle tarikatlarda yer alan la dolardan pek az Mııhammed’iıı ve pek ’çok- da Ali’nin, bazan yanında Hasın, Hüseyin yahut Ali’ye yakın sahabeden Selman ve saire bulunduğu halde çizilmiş resimleri vardır. IJcle Ali’yi d-vc üzerinde kendi
cenazesini çeker götürürken tas vır eden resim halk dükkânlarım hâlâ süslemektedir. Bu arada Şeh-meran ve Arap Üzengi ila Şah İsmailin resmine de pek rastlanır. Tarikat ayırmayan, halkın bütününe birden hitap eden resimler arasında Nasrcddiıı Hoca hikây( lerinin ilk basmalarına yapılan desenler gelir. Sonraki tarihlerde Tabir ile Zühre, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, Leylâ ile Mecnun, Aşık Garip ve daha sonraları da Adem ile Havva resimleri bu güne kadar yürümüş gelmiştir. Sonra mühim bir şey daha var, karagöz resimleri. Karagözde, devirler değiştikçe tipler değişmiş kürt, lâz, iranlı, kastamonulu, zeybek gibi mahal, li tiplerden sonra tuzlu bekir (sarhoş), Narçın Bey (züppe). Zenne (hafif meşrep züppe kadın), Bebe Ruhî (cüce ve aptal), tiryaki gibi tiplerin resimleri de hususî bir tenkit ile işlenerek yepıltmş, ve devirlerinde onlara ait bütün karakterler sadakatle tesbit edilnrş-tir. Halılarda da resim var. Önceleri sadece mücerret işlemeli r-1c iktifa edilirken zamanla manzara giriyor, kâbenin m hrabın resimleri derken Atatürkün portresi bile halıya işleniyo'. Yastıklarda, karyola arkalarında, perdelerde yapılan işlemeler de üzerinde durulmıya değer.
Bir de resim hizmetinde yazının kullanıldığını görüyoruz. Mev-leviler imzalarını atarken mevle-vi sikkesini yar.i başlarındaki külahı çizerler, bektaşiler imzala-riyle Hacı Bektaş’ın başlığını resme çalışırlar. Burada hat ile resmin işbirliğini anlatırken banlarının dediği gibi bunlar birer sür-
realist resimlerdir demiyoruz. Bu meseleyi ayrı bir yerde ele almak lâzımdır. Bizim burada demek istediğimiz, meselâ bir “Jh minel aşk„ yazısını halkın bir mınzara haline getirmesidir. Bir mevlevî olan Leylek Dede ;
/İfiı Mevlâna ile hayret zede El fakırul mcvlcvî Lrylck Ded* Yaztsile bir de bakarsınız ki bir leylek resmi çtziverir, amen-tünün vavları kürek gibi çizilerek beş veya al ı çifte kürekli bir kayık olur, bektaşiler çifte Ali yazısiyle insan yüzü yaparlar. Fazıl adıyla hurufıler de ayni şekilde bir insan yüzü resnede'ler.
Sünnî mü lümanlarda tamamı* le yasak olan resim şiilerin tesirde bazı çıkışlar yapmıştır. Süıı-nîlerde şii tesirlerinden uzak o-lan resimler de vardır. Sonraları tamamiyle halka mal olan Mu-hammedıye de krokimsi sembolik resimlere rastlıyoruz. Resim böy-Icce daima satha çıkmak istiyen bir ilea halindedir fakat cemiyet adetlerinin baskısı ona mani ol maktadır. Şiilerde şayanı hayret bazı resimlerle karşılaşıyoruz. Onlarda bilhassa son zamanlarında bir türbe şeklinde yaptıkları me
zarlara ölenin resmini koymak adet oluyor.
Gelişme her zaman vardır. Yalnız bazan hızlı bazan yavaş olur. Türk resminin gayet yayaş olan bu gelişmesi garbın tes'ıriy le akademik ve klâsik resmin girmesinden sonra mah'yetini değiştiriyor, Atatürk inkılâbiyla lâyık olduğu hıza kavıışujor. Bir uçta minyatür bîr uçta bugünkü cemiyetci resim arayerde ne var? Arada bu sahifekrde resimlerini gördüğünüz İstiklâl savaşı günlerini tasvir eden levhalar var. Bu resimler burjuva inkilâblnın propagandasını yapmakla vazifelendirilin şli. Resim ve afiş tekniği-(Sonu İS inci sayfada)
Yûnaniç Direnme Hile üye si ;
ÖLÜLER ŞAR
Yazan s Sotiria P A ’f A C İS
"Tanrım, Tanrım.
Bütün arkadaşlarım
Kaldırımlarda ölmüşken
• •• *••••■«
Ne ahlâksızca bir ölümdür
Serin yatak çarşaflan altında
Günlerden Pazar. Eskiden yaptığı gibi, kalkıp yakasına kırmızı bir karanfil takmak, gezmek için parka gitmek istiyor. Amma artık eskisi gibi değil. Parkın ağaçları ihtiyarladı: Kuru yaprakların örttüğü yollarda iğrenç tırtıllar, sonsuz bir zincir halinde, sessizce kayıp gidiyor, bir matem temposu ile ağır ağır kımıldanıyorlar. Yer yüzündeki insanlar ansızın ölüvermişler gibi,, dört yanı sessizlik ve korku sarmış. Asfalt yollarda alman devriyeleri uygun adımla gelip geçiyor. Bu soğuk ölü bakışlı yeşil askerleri görünce ■nsan şöyle düşünüyor: “Bunlar birer asker mi, yoksa bu ıssız ülkenin mezarları üstünde yürüyüş yapmak için Kuzey’deıı gelen hayaletler mi?
Bu hayaletler insanı her an öldürebilirler. Sonra sessizce ü-zerine, eğilerek bir duvar dibine sürükleyip bırakabilir ve ağır yürüyüşlerine devam edebilirler.
Hayır, bugün parka gitmiye-cek. Hiç bir yere gitmiyecek. Evine kapanıp kalacak. Evi bugün bir kaleye benziyor. Bu kaleye kapanıp kendi içine kıvrılıyor, düşüncelere dalıyor: Savaşta insanlar fırtınada çalkalanan bir geminin tayfalarından farksız. Günün birinde bu gemi yorgun argın bir limana demir atacaktır, işte o zaman güneşle yanmış bir gemici güverteye çıkıp tayfaları içtima edecek, dalgaların güverteden alıp götürdüğü gemiciler için birkaç söz söyliyecek, sonra gemi bandosu neş’ell bir hava çalacak. Hayır, dalgalara kapılmak niyetinde değil, bunu hiç istemiyor. Neş’eli havayı dinlemek istiyor.
Bu aynı neş’eli havayı birgün Nadya’da söylemek istiyor. Fakat Nadya... Nadya Trakya’lı bir muhacir kızıdır. Eskiden orada tütün dikerler, tütüne altın rengi veren güneşe dair neş’eli türküler söylerdiler. Şimdi, iki aydır karşıki. evde oturtıyor. Aradaki sokak dar bir hendeğe benziyor Ancak bir araba geçebilir. Kendi
10
ölmek. „
penceresi kaldırımla bir. Kızınki biraz daha yüksek.
Her ikindi vakti kız aynasının karşısına geçiyor, saçlarının örgülerini çözüyor, başına bir mavi kurdelâ takıyor, hiç bu yana bakar görünmüyor. Artık o, tütüne altın rengi veren güneşe dair türkü de söylemiyor. Hep kederlidir, durmadan Ölüler Şarkısını mirıldanıyo'.
Aman Allahım, ne şarkı! Bir gün kızıp : “Nadya !„ diye haykırmıştı. Kız şaşırmış, saçlarını okşamaktan, matem şarkısı mırıl" dancıaktan vazgeçmiş, pencereye gelip dirseklerini kenarına dayamış, sokağın her iki tarafına birer bakış fırlattıktan sonra yavaş yavaş camı indirmişti !
Ertesi gün, kız gene matem şarkısını mırıldanm'ya başlayınca, dayanamamış, sokağa fırlayıp kızın penceresinin dibine gelmişti: “Söylesene sen,„ demişti. “Trakya’dan bunun için mi geldin ha?„ Kız bu sefer de şaşırmış, gene dirseklerini pencerenin kenarına dayamış, lâf etmeden, . şefkatle yüzüne bakmıştı. “Sana diyorum Trakya’da böyle hep ağlarlar mı?„
Nadya düşüncelere dalmıştı. Sonra Kuzey’e doğru bakarak mırıldanmıştı : “Trakya’da... Hayır!,, “Öyleyse böyle yapmaktan ne anlıyorsun?,, “Trakya’da biz güneşe dair şarkı söylerdik!,, Bu nu Nadya kendine söylüyormuş gibi mırıldanmıştı. “Ah, evet, bu çok güzel olsa gerek... Güneşi çok severim! Güzel ve genç bir kıza ağlamak j'akışmaz!,,
Nadya’ııln dudaklarında bir saadet tebessümü belirmişti. Çok alçak bir sesle : “Sahi, güzelmi-yim?„ diye sormuş, sonra hemen sokağın her iki tarafına bir göz attıktan Sonra, yavaş yavaş pencereyi kapamıştı.
O gün bu gündür Nadya ortadan kayboldu. Hazin türküsü duyulmaz oldu. A'tın renkli saçları artık pencereyi aydınlatmıyordu ; bu pencere şimdi ciddî bir sessizlikle kapanmış duruyor, sanki bir sır gizliyordu. Delikanlı evinden dışarı çıkmıyor. Bitişik oda-
KIŞI
da küçük kız kardeşi İvi, parkta bandonun çaldığı neş’eli bir melodiyi piyanoda sökmeğe çalışıyor. Evet, bunlar o ayni notalar olabilir, fakat o melodi artık ölmüş tür, Parktaki kızların tebessümleriyle beraber ölmüştür hemde. Etrafta şimdi her şey harek-tsiz duruyor. Mânâsız beklemiyor, ac-zibesiz, boş ve soğuk bir halleri var. Delikanlı çoğu defi bir şeyler okuyor, tir kitabı .-onuna kadar getiriyor ve sonra kendi kendine soruyor : “Bu okumandan birşey anladın mı?„ Fakat bu böyle dîvanı etıniyecek elbet, bir gün lıerşey değişecek. Bundan e-mindir. Ansızın sıcak, yakıcı bir rüzgâr esecek, yeşil bu hayaletler teker teker, kış günleri damlardan sarkan buz parçaları- gibi e* riyiverecekler. Park bandosu gene neş’eli melodisini çalacak. Hatta belki Nadya da gelip güneşe dair neş’eli bir şarkı söyliyecek. Evet o gün mutlaka gelecek. A-ma mesele çabuk gelmesinde. Şayet daha fazla gecikirse... Aman Allahım! Bak, işte, İvi harp başladığı zaman minicik bir bebekti Şimdi ise o, pencereye çıkıp hasretle delikanlıların geniş omuzlarını süzüyor. Rüyalarında bir-şeyler görmüş olsa gerek; bazı bazı içini çekiyor. Harp başladığı zaman kendisi erkek sayılabilecek bir çağda idi. Düşün bir kere : Koca bir erkek yıllar boyunca yeşil hayaletlerin gölgesi altında yaşamıya mecbur... Beklenen gün daha da gecikecek olursa hiç bir işe yaramıyacak... -Bir zamanlar rafta kalan bir kıza ihtiyarladığı zaman piyangonun büyük ikramiyesi isabet etmiş. Kalkıp paraları almış, altınları ban-konotlan odasına yaymış, bu koca yığının üstüne tükürmüş sonra da kendini öldürmüş!...
O gün karyolasına sırt üstü uzanmış, aptal aptal, yeni badaıış edilmiş duvarları seyre dalmıştı; Bitişik odada İvi kaybolan melodiyi bulmağa çalışıyordu. Tuşlarda parmaklarını gezdiriyor, araştırma denemeleri yapıyordu.
Bu müçhem notalar feryat haykırışlarına benziyordu. Ansızın kulaklarına Ölüler Şarkısı çalındı. İlk defa olarak içinde sevince benzeyen bir duygu belirdi. Yerinden fırladı, pencereye koşup o tarafa bakdı : Nadya aynasının
karşısına geçmiş saçlarını okşa[-yordu. “Nadyacık!,, Kız. başını çevirip onu gördü ve hafif gülümsedi. “Nadya, bütün bu müddet zarfında seııin için ödüm kopuyordu. Sana anlatmak istiyorum.. Saat beş buçukta fabrikanın arkasına gel... Geleceksin değil mi?„ Kız sanki bunları duymamış gibi türkü söyliyerek saçla'lnı düzeitmiye başladı. İleri geri a-dırnlar atıyor, başını sağa sola büküyor, tamamiyle kayıtsız görünüyordu. ‘‘Nadya, Nadya!» Fakat kız sadece gülümsüyor, delikanlıdan yana hiç bakmıyordu. Bu hal karşısında delikanlı müthiş kızdı, eline geçirdiği bir bardağı hızla kaldırıma fırlattı, tuzla buz etti. Kız mırıldandığı türküyü kesdi, dirseklerini pencereye dayadı, kırılan bardağın parçalarını seyre daldı. Başını kaldırıp delikanlıya bakınca, delikanlı tekrar etti: »Beş buçukta.» Fa kat kız cevap vermeden pencereyi kapadı.
Akşam olunca delikanlının gözüne bir türlü uyku girmiyordu. Gece tepelerde erimeye başlamış, fakat delikanlı henüz uyuyamamıştı. Bir horozun feryadı duyuldu. Biraz sonra başka horozlar da uyuyan şehre karşı hazin hazin öttüler. Sanki bu horozlar sabah olur olmaz bıçak altına gireceklerini biliyordular. Uzaktan, bozuk kaldırımın üstünde sarsılan bir arabanın iniltisi duyuldu. Gürültü gittikçe daha yakından duyuluyordu. Evin bulunduğu dar sokağa girince bu gürültü daha da yırtıcı oldu. Delikanlı yatağından kalkıp pencereye gitti. Arabacıya :■ “Defol be, geçecek başka yol bulamadın mı?„ diye çıkışmak niyetinde idi. Fakat arabayı görür görmez donakaldı! Arabacı sessiz, ileri doğru vücudunu sarkıtmış, güneş çıkar çıkmaz küflü mezarına sokulacak olan bir hortlak gibi, batı’ya doğru ilerliyordu. Nadya’nln penceresi de yarı açılmıştı. Fakat kendisi gözükmüyordu. Sadece altın renkli saçları pencereden dr şarı sarkmış, sabah rüzgâriylc dalgalanıyordu. Araba köşeyi dö nünceye kadar sabah rüzgârı bu sari saçlarla cilveleşti durdu. İşte o zaman pencere tekrar kapandı. Adamakıllı sabah olunca Nadya bir aralık kapıya çıktı-Çok kederli görünüyordu. Başı göğsüne düşük olarak sokakta bir kaç adım yürüdü. Sanki, ümitsiz bir sabırla, kaybettiği bir şeyi arayordu. Delikanlı ayaklarının
ucuna basarak yanına yaklaşdı. “Nadyacık,, dedi, “üzülme. Hayat bu, hep böyledir. Neden herzaman pencereni kapıyorsun?^ Kız. gözlerini kaldırıp delikanlıya, tekerlek izlerinin yanı sıra noktalar halinde beliren kan damlalarını göstererek: “Bak,, dedi, “onların kanı!,, “Belki. Ama birisi çipla'c ayağıyie cam kırıklarına da basmış o'abilir. Şıı kırdığım bardağın parçalarına.. Nadya, sana pencereden bahsediyordum... Demek istiyorum ki ..„ “Ne demek istiyorsun? Bu kanlar arabadan damladı. Arabada birbiri üstünde tam on bir delikanlı vardı. Görmedin mi?„ “Gördüm. „ “Onları dün saat, beş buçukta yakaladılardı. Şimdi de. • „ “Evet Şimdi de... Nadya insan ö nrü kuş tüyüne benzer. Ansı zın bir rüzgâr gelir, alıp onu Ba-tı’ya doğru götürür.,, “Bu iş dün saat beş buçukta oldu. Tam beş buçukta. Anladın mı?„ “Eh, evet, anladım.. Sonra ne olacak?,, “Hiç!„ «Nadyacık, ne demek istediğini anlayorum. Herkes kendine göte yaşar. Bil ki bu çocuklar ölüme susamıştılar. İğrenç ve soğuk bir ömür sürmüşlerdi. Sokağa çıkıp şöyle bağırmışlar-
dı : Ey güzel ölüm ncrdesiıı? Gel
Dese,, ■: Fethi KARAKAŞ de bizi biraz ısıt!» “Böyle konuşma, ölümü kimse istemez. „ “Evet, evet. Bugün o sokaklarda dolaşıyor. Odana kapanırsan gelip seni bulamaz.,. Kız uzun müddet delikanlının gözleri içine bak-dl. Sonra altın renkli saçlarını arkasına doğru silkerek ellerini alnına koydu, güneşe doğru baktı ve mırıldanır gibi konuştu ! “Ölümü sokaklardan kokmamız gerek .., Sonra koşa ak gözden kayboldu.
Böylece bir ay kadar bir zaman geçdi. Her ikindi vakti kız aynanın karşısına geçip saçlarım düzeltiyor. Bu halden beaginlik ve bıkkınlık duyan delikanlı bir gün pencereyi kapamak için eğildiği b:r sırada kızın yüzünü hakaretle karışladı ve kendi odasının penceresini kapadı
Öf, çok oldu artıkl Delikanlı bundan böyle, yeşil hayaletler eriyinceye kadar, penceresini kapalı bulundurmağa karar verdi-‘‘Ölüm sokaklardan kovuluncaya kadar,,: Aptal kız! Halbuki bir gece yarısı pek alâ alçak pencereden atlayıp kendi odasına gelebilirdi. Bu odada sabaha kadar koyun koyuna yatabilirdiler. Hem de hiç bir şeye kulak vermeden, hat-
Sonu sa. 14
11
Dostlar alış verişte görsün
Kadın evine mi dönsün?
U sene yerli filmlerin on beşi geçtiği hşvadisi ortalığa iyice yayıldı. Buna her halde sevinenler de olmuştur Fakat biz, bu hususta pek nikbin değiliz Zira bu on yedi film haberi ile birlik-
te yerli film endüstrisinin dıırumiı da kısa bir zamanda açıklandı.’ “Son Telgraf,, gazetesinin 28 eylül, tarihli nüshasındaki bir makaleden öğrenildiğine göre', bugün yerli filmlerin sansürünü yapan heyet acıklı bir durumda bulunuyormuş, zira bu heyetin elinde tek bir ölçü varmış, o da milleti hariçte kötü tanıtmamak imiş. Çok güzel ve alkışlanacak bir prensip amma buna dayanan heyet yerli bir filmde yamalı veya yırtık panta-lonlu bir kimsenin gösterilmesine müsaade ede-miyormuş. Eder a, yabancılar evimizde on- birer kat elbisemizin, birer f i r i g i d a i r e’mizin ve birer radyomuzun olduğunu nasıl bilsin!... Sonra aynı sansür heyeti, filmin bir yerinde “öğret men, yerine “muallim» dendi mi basarmış makası. Basar a, bugüne kadar konuştuğumuz dili de feda edecek değiliz a 1.
Bunlar işin şakası. Bir az da ciddi tarafı tetkik edelim. Şimdiye kadar yerli filmler için yapılan en fazla masraf i 5.000 lira imiş. Kim bilir bu rakam, belki de Hollyvvood’da bir senaryocunun bir filmden aldığı telif hakkıdır. Ya stüdyoların hali?: «Evvelce en iyi stüdyo sayılan İpekfilm stüdyosunda şimdi s'naryolar sesli olarak filme alınamıyor. Buna sebep, binanın altında muazzam bir demirhane bulunması ile üst katta bir emprime fabrikasının çalışmasıdır. Halbuki İpekfilm stüdyosundan başka hiçbir binada sesli film alma tesisatı yoktur».
Demek ki, yerli film diye çevrilen kurdeleler hep sessiz çevriliyor, sonradan aktörlerimiz tarafından, yabancı bir filmin dublajı gibi seslendiriliyor I Dostlar alış verişte görsün derler amma topal eşekle kervana katılıyoruz gibi geldi bize.
Kılık Meselesi
MUHTEREM üstad A. Adnan Adıvar’ın Kılığa kıyafete dair manşetli bir makalesini okuduk (23-10-946 tarihli Vatan gazetes). Üstad yazısının baş tarafında Akşam gazetesinde çıkan bir acaip yazıdan bahsediyor. Bu yazıda şu bizim Tepebaşındaki Şehir Tiyatrosuna gidenlerin düzgün üst-başla, meselâ siyah fsvap, parlak gömlek ile gitmeleri tavsiye olunuyormuş. Akşamda çı-
CUMHURİYET B'ıyramt güt.ü mühim bir hadise oldu. Eminönü Halkev , Üniversiteli gençler arasında bîr münazara tertip ederek “Kadınlar iş hayatına atılmalı mıdır, atılmamalı mıdır?» konusunu ■ inceletti. Ve işin garibi,
kadının cemiyet hayatında rolü olmadığını müdafaa eden ekip; Ord. Prof. Ali Fuat Başgil, Ord. Prof. Şükrü Baban, Dr. Adnan Adıvar, Prof. Halide Edip Adıvar, Frof. Tevfik Remzi Kazancrgil, Nadir Na-di, Dr. Türkân Rado, Cihat Ba^an ve Burhan Fe-lek’ten müteşekkil dokuz kişilik bir jüri heyetinden beşinin çoğunluk kar riyle hükmen galip çl karıldı. İnkılâpçı tezi müdafaa edenle'in çok zayıf bir ekip olduğu iddia edilemez, eğer böyle olsay di, son karara iştirak etmiyen dört jüri âtası da, yanlış olmasına rağmen tezlerini iyi müdafaa edebilen ekip lehine rey verebilirlerdi. Jürinin homojen bir kitle olmaması işi çapraşık bir duruma sokuyorsa da asıl hatâ, böyle katî bir şekilde halledilmiş bir konuyu gençlere bir mesele olırak sunmaktır. İnkılâp Türkiyesinde, hem de bir Cumhuriyet Bayramında böyle reaksiyoner bir tezin müdafaasını asil Türk gençliğinin zekâ kudretine yüklemek sadece tatsız kaçırıştır. Zamlımıza kalırsa münazara denilen şey, İçtimaî mesel 1er alanında, bilânçosu çoktan çıkarılmış ve iflâs hükmü çoktan karar altına alınmış meselel r üzerinde düşünülemez, On altıncı yüzyılın kimya ilmi ile bugünkü modern kimya ilminin mukayesesi nasıl modern ilm n zafeıiyle neticelenecekse bu gibi sosyal meseleler üzerinde de aynı neticenin alınmasından başka bir hal çaresi yoktur. Aksi takdirde bu karar, jüri âzasını nasyonal sosyalizmin Kinder • Kirclıe - Küche (kadınlara lâyık görülen üç mevzu: çocuk - kilise • mutfak) tezine götürür ki sayın jüri âzasıntn bu husustaki kanaatlerini bilmediğimiz den, onları böyle sapıklıklardan tenzih ederiz.
Münazara, henüz halledilmemiş bulunan ve lehinde de, aleyhinde de, kuvvetli deliller ileri süriilebilen meseleler üzerinde yaj ılırsa verimli ve faydalı olur. İleri medenî Garp memleketlernde yapılan da budur. Yoksa, Vâ-Nû’ya karşı kendini, bir jüri âzası olmak sıfatiyle müdafaa eden Burhan Felek’in zannettiği gibi Amerika’da, bir üniversi-te’de “Dünya yuvarlak mıdır, düz mü’'» konusunda düz. diyenlerin kazanmış olması bir şey ifade etmez. Eğer bövle olsaydı sayın Burhan Felek, bir başka Cumhuriyet Bayraminda “Erkeğe fes mi yakışır, şapka mı?» veya “Mayolu kadın mı, yoksa çarşaflı kadın ini?» konularının incelendiği bir münazaraya bir jüri âzası olarak koşa koşa giderdi. Fakat biz zeki muharririn bundan hazer edeceğine eminiz
kan bu yazıyı görmemiştik. Adnan Adıvaı’Jan öğrendik ve akşam gazetesinin muharririne ı e I . dedik. Sayın Adıvar makalesinin sonunu güzel bîtiriyoı;'Üniformaları naziler ve faşis'ler bir zihniyet alâmeti gibi kullandılar. Demokrat adı altında toplanan milletler de insanlar arasında pahalılığı temsil ed»n kıyafetleri kaldırsalar ne iyi ederler. Gerçi öyle- iktisad mektepleri vardır ki bir kad.n ve erkek kıyafetlerinin ne ladar İktisadî menfaatleri olduğunu say p dökmekt n çekinmez-lerj fakat bu düşünceler iktisat ilmini değil, İçtimaî b:r s.nıfı iktisaden müdafaa eden fikirlerdir
Akşam gazetesinin Tiyatroya dair makalesini yazan muharriri kendisine böyle bir ceyap verilebileceğini hiçdüşünmemiş miydi acaba?
Kuru Gürültü
MEŞHUR Lorel—Hardi’niiı oynadıkları bir filmi seyrettik. Orijinal ismini bilmiyoruz, türkçeye Kuru Gürültü diye çevrilmiş. Filimle, baştan başa atom bombasiyle alay ediliyor. Yaııi ku-
ru gürültü atom bombasıdır. Anglo Sakson tröstlerinin elinde acayip bir hal alan bu keş f film de öylesine gülünç bir bale sokuluyor ki.. Lorel—Hardi’nin diğer Elimlerinde de burjuva düşüncelerine iğnelemeler vardır. Kuru Gürül-t ü’ye de şaheserleridir diyebiliriz. Ferdi Tayftı ru da bu münasebetle tebrik ederken türkçe konuşan Lorel—Hardi’nin İngilizce konuşanlardan daha üstün olduğuna işaret edeiim.
12
Yeni Açılan
Resim Sergisi
İstiklâl caddesinde DEKA-RASYON mağazasında bir resim sergisi açıldı. Bu sergi iki şebekten ehemmiyetlidir. Birincisi, Pa-riste açılan ve Ü.N.E.S.C.O nun organize ettiği milletler arası sergiye eserleri giden san’atkârlarr nıızı tanıtmış olması; İkincisi de bu sergiye gönderilen resimlerin seçiminde hakim olan san’at görüşünün ne mahiyette olduğudur.
Paris sergisine iştirak ettirilen san’atkârlar ve eserleri bir jüri tarafından seçilmiştir. Buna lağtûen bazı kimselerin diktatörce bir tavırla istemedikleri resim! rin sergiye konulmasına mani olduklarını öğrendik.
Fikret Adilin “Ruh Karabor-SlCllarl„ başlıklı yazısında bahsedildiğine göre sergiye “Karaborsa,, adlı bir kompozisyon veren Haşmet Akal bu eserini teşhirden nenedilmiştir. Reddeden zatın gösterdiği sebep de şudur: “Bizde karaborsa yoktur, bu yüzden resmin teşhir ettirmeyeceğini. „ Jüriye hâkim olan zihniyeti belirtmiye bu örnek olabilir, ve bundan anlaşılır ki Paris’e iştirak ettirilen sanatkârlar da en karekteristîk ve netice itibariyle U. N. E. S. C. O. nun istediği şartları havi eserleriyle dünya san’at alemi karşısına çıkarılmamışlardır.]
Halbuki böyle bir sergi bahis mevzuu olunca önde ona yolla, nacak eserleri seçecek jüri, son. ra sergide gösterilecek eserlerde aranılacak vasıflar ilân edilir, ef-kârı umumiye dinlenir ve ona göre hareket edilir. Biz bunu böyle b liriz ve böyle olmalıydı.
Bu sebepten sergi hakkında intihalarımızı tespit ederken, Türk san’atçısır.m neler yapmaya kadir olduğunu dığil, sergiyi organizede- hakim zihniyetin mahiyetini ön plâ ıda tutmak zorunda kaldık.
Se'gi talimin ettiğimize göre U..N. E. S. C. O. nun Pariste açacağı serginin esas gayele’inden çok uzaktır. Ü.N.E.S.C.O. nun Barış Sergisi adını verdiği bu sergiyi, Barış konferansının faaliyette bulunduğu bir sırada Paris gibi dünyanın sanat nırkezi olduğu kadar bu harbin facia merkezlerinden biri de olan, bir şehirde açışı, yedi yıllık harp ve iztîrap devrinin, san’atkâr mizacında ne gibi tepkiler yarattığını açıklamak maksadıyladır.
Yazan :
Kemal SÖNMEZLER
Şehrimizde açılan sergi ise sepette çiçek’leri, bakır kap’ları, çıplak kadın’ları barbunya balık-lar’ı, oyalı kız’ları ile bu-esas gayeden fersah fersah uzaktadır.
Acaba Türk san’atçılarının hassasiyeti dumura mı uğradı, gözleri görmez mi oldu? Memleket dışı facialar bir yana, yedi yıldır harp zaruretlerinin doğurmuş olduğu ve etrafımızı çeviren izdıraplardan uzakta ve bilinmedik ülkelerde mi yaşadılar?
Hayırl Ne o, ne bu...
Dünyanın her köşesinde olduğu gibi bizde de san’atkâr gördü, duydu ve çizdi. Fakat 11e yazık ki göstertmediler...
Biz bunu, sathî bir kırgınlık
Radyomuzun hâli
Gazetelerde okuduk : Radyoda Türk müziğine (!) fazla yer verilecekmiş. Ooooh Kahireyi dinlemekten kurtulduk artık. Rakımızı yudum yudum içer, gözlerimizi süzüm süzüm süzerken gâh
Kaçma mecburundan ey âhûyı vahşî ülfet et, Şarkı söyle, raksa gir, şakilik eyle, sohbet et nağmesini duyar, sakîye yalvarırız. Gâh
Düşer mi şântnâ ey şâhı hûban, Süründürmek İerıi böyle perişan ?
yalvarışını dinler, ağlarız. Gâh
Z>z baht olanın bağına bir katresi düşmez, Bârûn yerine dürrü güıher yağsa semadan
iniltisini işitir, boynumuzu bükeriz. Radyoyla beraber
Gurûb etil güneş dünyâ karardı, Giilî bağı emel soldu sarardı
diye ağlar,
Bir ihtimâl daha var, o da ölmek mi dersin ?
diye kötü kötü, kara kara düşünürüz. Ağlamak iç açar, bol bol açılırız baı i. Nılıîvend, sabâ, bûs-lık, hüseynî, yegâh, dügıh, segâlı, çâr-gâlı, eve, muhayyer, sonracığnıa efendim sözüm otıa ferahnak, şehnaz .. D frken sûzı dil, sûzı dilârâ, mâlıur, rast, uşşaak.. Evsat, yahut ağır aksak, usulleri, tennî teneten nâ teneten ten tenedir ney amman aman... arkasından bir curcuna, bir çifte telli, ağlarken kalkar, sulu sulu göbek atarı-. Söz çok gelmiş, azaltılmış, hişret çektiğimiz müzik de çoğaltılmış. Zaten tadyo söze başladı mı “kapat şunu„ detniyormuyduk ?
Pek, pek güzel oldu; İstanbul belediyesi konservatuarı da şark musikisine, pardon, Türk musikisine sûzı dil faslıyle başladı, yaktı yandırdı bizi. Bu gidiş böyle giderse bari bir himmet daha edilse de şu sabâlar, ıraklar, peşrevler, taksimler, bütün musiki terimleri türkçeleştirilse. Tabiî güfteler de buna tabi tutubcak, Abdullah Merâgî’den Küçük De-de’ye, Mustafa Çavuş’taıı bilmem kime kadar hepsinin güfteleri, tam türkçe olacaktır. Kim bilir ııe de güzel, ne de iç açıcı bir hale gelir o güzelim güfteler. Böyle bir gayretin sonunda artık kim inanmaz bu müziğin öz musikimiz olduğuna ?
A. B.
veya enfüsî bir zevk meselesi olarak düşünmüyoruz. Zira bugün iki görüş zaviyesi san’at ha-, reketlerini tâyinde hakim bulunmaktadır. Birincisi, bütün fikirlerden tecrit olunmuş ye yalnız çizgi - renk vasıtasıyla mutlak (!) ahenkler temin etmeye çalışan abstre resim İkincisi birincideki gayeyi taşımakla beraber şekil mükemmeliyetini bir muhtevanın hizmetinde kullanan cemiyete! resim. Memleket dâvalarını taşıyan resimleri şahsî kanaatla-rina uygun bulmadıkları için teşhirlerine engel olurlarken göster-. dikleri sebep şudur:
Fransada Abstre Resim hakim br durumda imiş. (I) Bu garip iddianın nekadara kadar doğru olduğunu sulh Sergisinden gelecek haberler gösterecektir. Fakat davasını kavramış olan san’atkâr başka memleketleri taklit etmeye (Sonu 15 inci tayfada)
13
Atatürk ve Türk kadınları
Boşlaraft sa. 7 de modern bir millet olarak saydırmak üzere eline aldığı Türkiye-mizde kadınları-» ve “kadınlık hak|ar' bu vazıyette bulunuyordu. Atatürk'ün başardığı İçtimaî inkılâpların başında gelen ve en büyüğünü teşkil eden vatandaş, lar arasında mevcut kadın, erkek farkını iksadî, siyasî ve iç timci bahalarda kaldırmış olmasıdır.
Kadın o tarihten itib-ren rey hakkına sahip, aile içinde erkel kadar selâhiyetli; 18 yaşından itibaren kendi kendini idarede hür, iste liği tahsilini yapıp kendisine istediği mesleği şeçmekte serbest, millet meclisinde milleti temsileıı yer alabilir, yani kendi kendinin buyruğu ve tam hür insan olınak hakkını kazanmıştır. Bu tarihten itibaren “Türk kadını,, köle ve gözde olmaktan kurtulmuş, erkeğin istediği anda boş düşüreceği bir tâbi değil, hakkını çiğnetmeden ona her sahada yardım eden hakikî ve kıyametti bir arkadaş olmuştur. Bu tarihten itibaren cemiyet içinde kadın hazır yiyici bir parazit olmaktan kurtulmuş ve iş hayatın da mühim boşlukları doldurarak erkeğin sırtına yüklenen geçim yükünü h: fitletmiş fikrî Sahada eriştiği tekâmülle yetişdirdiği ne • siller üzerinde müspet tesiıler yapmağa başlamış, san’at, kültür ve bilim aleminde kaybettiği zamanı bir atı evvel doldurmak için hızlı adımlarla ve durmadan çalışarak kabiliyetini ispat etmiştir. Bugün Türkiyede kadınların br kısmı erkeğin sırtından geçinen tamamen müstehlik bir fert olmaktan çlkmış, istihsal hayatında onun yanında yer almıştır Türkiyede kadın . nüfusunun miktarı 1935 sayımına göre. 8,220,938 dir. Bunun 3285,677 si faal, 4,9^5,261 ise gayrı faaldir. Köylerde faal nüfus Şehirlerden fazladır. Bugün için şehir kadınlarının ekseriyeti ev işleri ve çocuk bakımı ile aileye yardım vaziyetindedir. İşlerini işçilere gördüren, çocuklarını mürebbiyelere teslim eden ve bütün gününü, gecesini eğlence, safahat ne faydasız işlerle geçiren yüksek tabaka kadınlarına gelince; Bunlar küçük bir zümre-olduğundan “Türk kadınlığını temsil'yerleri yoktur ve hakikî mânâda “Türk kadını» da
14
Ölüler
Baştarafı m. 11
ta, ölü yüklü araba geç"cek olsa bile!..
Ertesi gün şafakla beraber Iıo. rozlar gene acı .acı ötmeye başladılar. Belli ki nerdeyse araba tekerleklerinin kof gürültüsü duyulacak. Delikanlı kapalı penceresinin önünde birinin durduğunu farketti: “Kiın o?,, diye ba" ğlrdl. “Benim: 1„ Yerinden fırla yıp. pencereyi araladı “Nadya. sznmisir.?,, Kız gözlerini yere dikdi, s:si titrekdi. “Kırdığın bardak için gelmiştim Yalnayak birisi geçer de ayaklarr.-.ı keser, diye ,, “Bardak n-.ı? Yalan söylü yorsun.,, ‘ İnanmıyor musun? Aman Allahım! Bu zamanda herkes y ılııayak.,, “Nadya, titriyorsun.. yoksı üşüyor mısın? Ver bana ellerini.,, “Ne istiyorsun benden? Bırak beni. Bütün gece ateşim vardı,, Gözleri bulutlanmış, buzlu cam gibi olmuştu. Sessizce ağlıyordu. “Şimdi sen gene pencereni kapatıp beni sokakta bırakacaksın. Halbuki so-• kakta bırakacaksın. Halbuki so-
sayllamazlar. Bu nevi parazit mahlûklar bugün her “sınıflı ce" miyette„ yüksek sınıflar arasında mevcuttur ve bunlar mensup bu-Ianduğu milleti değil mensup bulundukları sınıfı temsil edebilir.
Medenî dünyaya lîik bir millet olduğumuzu ispat etmek üzere Atatürkün elini uzattığı “Türk kadınlığı» köylüsü işçisi, münevveri İle bugün, Onun gösterdiği doğru ve ileri yolda hakikata ve ileriye doğru yürümektedir. Yakın' bir .istikbalde aramızda yaşayan parazit züm'ele.rinde yavaş yavaş kaybolarak “Türk kadınlarının,, bir kül halinde cemiyeti kaldırmak ve memleketi yükseltmek yolunda hep birlikte çalışmaları en - büyük istediklerimizden biridir. İstiklâl savaşında kahramanlık destanlarına, adlarını şerefle yazdıran mütevazı türk kadınları yarınında sınaî, kültür, bilim ve san’at kahramanları olacaktır. Türk kadınının temiz çalışkan ve faziletli adı fabrikalardan üniversitelere köylçrden şehirlere kadar her tarafı dolaşacak ye barışsever mevcudiyeti ile dünya kadınlığının yanında şerefli mevkiini alacakdır. “Türk kadınları» varlığını borçlu olduğu büyük Atatürke minnettardır.
Şarkısı
kiıkta ölüm dolaşıyor. Öyle demedin miydi?,, “Evet kapadım onu Bunun seni üzeceğini bilemedim. Senin kapaman da beni izüyordu.,, “Ben mi?... Ama ben takip ediliyorum!...,,, “Takip mi »diliyorsun? Nadya gir içeri!,, Kız korku ile etrafına bakındı. “Hayır, olmaz. Sabah oldu zaten. Allahını! Sadece cam kırıklarından bahsetmeğe gelmiştim.,, Kız gitmek üzere bir kaç adım attı, sonra geri dönüp tekrar pencereye yaklaştı. Yaç'l gözleri hâlâ gülümseyordıı. “Al, madem ki istiyorsan^ tut ellerimi işte „ Delikanlı kızın ellerini avuçları arasım aldı. “Nadya seninle konuş-inik istiyorum. Seni ııerçde görebilirim! , “Beni mitingle görebilirsin. Elimde kırınızı yazılı bir pano olacak ,, “A!„ “neden böyle yapdııı?,, “Demek gene sokaklara çıkacaksın! Sokaklara... "Korkma, saat dörtte döı>e>im.„ Ellerini delikanlının avucundan sıyırıp uzaklaştı.
Delikanlı gene yalnız kaldı Kederli mi, yoksa neşeli miydi? Bunu bile iyice farkedemiyordu* Nadya’nnı kurdelâsına benzeyen durgun gök yüzüne bakıyor, hâ-bire bu boş saatleriiıi nasıl geçireceğini düşünüyordu.
Artık odasına sığamaz olmuş-du. Boğuluyordu. İleri geri adımlar atıyordu. Sonunda karar verip dışarı çıkdı İnsanlar, ürkek ve aceleci, sokaklardan gelip ge-çiyordular. Köşe başlarında mermer kesilmiş yeşil askerler vardı. Parka doğru yol aldı. Bir an durup tırtılların çam dallarının doruğuna yaptıkları pamuktan yuvaları seyre daldı, içini bir ürperme sardı, peşinden koValanı* yorcastna oradan kaçıp gitti. Yorgun argın evine döndü. Fakat Nadya’nnı penceresi henüz açılmamıştı! Ne de kederli kederli mırıldanışı duyuluyordu...
Bir şafak vakti, horozların acı acı ölmeğe başladığı bir sıradşı bozuk kaldırımda yalpa vuran a-rabaııın gürültüsünü duydu. Arş-ba, ayni öne eğilmiş arabacısiyle, sokaktan geçiyordu. İşte o an... Nadya’nın taranmamış saçlarının arabanın tekerlekleri arasından sarktığını gördül Ah! Evet saçları taranmamıştıl... Nadya öbür ö-lülerin üzerine sırt üstü uzatmıştı... ve Doğu’ya bakıyo du. Sokağın dönemecinde biraz kımildaı-
Halk Resimleri
Resim Sergisi
[Kaştarafı S a : 9 da) un son telâkkiler’ V ’
he ok ki tenkit edilebilirler, fakat zamanlarında gördükleri iç bakımından değerleri hiç de öyle küçük değildir. Bundan başka Avrupadan yeşil bayraklar üzerine çizilen acayip ay yıldızları, camimize benzemiyen camileri, evimize benzemiyen evleri, askerimize benzemiyen askerleri ile gelen uydurma kart postallar yanında bunlar ne kadar daha üstündür.Onlarda bir Pier Loti,bunlarda halklaşan bir karakter vardır. Onlarda minyatürden sonra türk resminde yapılan hamleyi buluruz. Minyatür Osmanlı derebeyliğine mal olmuştu, bunlar halk yığınlarından geliyor. Minyatür saıı’at san’at içindir diyördu. San’ at cemiyet için diyor bunlar. Ku-vayı milliyenin çevik hareketlerile dolu mücadele günlerinde halkın dalgalar halinde kazanılan zaferini açıklıyan bu resimler ayni zamanda siyasî ve askerî şeflerin bir propagandasıdır da. Hem afi* şe benzerler hem resime benzerler. Üzerlerinde bir isim bir im_ za yoktur. Kimlerin yaptığı bilin, rriez. Kimin yaptığını bilmediğimiz için daha çok hoşumuza gider. Onda kollektif heyecanın izlerini bulduğumuz olur. Doğum tarihimiz İstiklâl Savaşının bitti, ği günlerde olan biz bu günün gençleri onlara daha başka hayallerimizi, fikirlerimizi nihayet hürmetlerimizi ekleriz. Bir bakarsınız düşmanla alay edilir bu resimlerde. Bazan emperyalizmin ne kadar büyük felâketlere sebep olduğu gösterilir, kadının savaştaki rolü canlandırılır, ve kadın
di; sanki son defa olarak delikanlının penceresini görmek istiyordu. Sonra Batı istikametinde gözden kayboldu...
Araba uzaklaştıkça kof gürültüsü daha da yükseliyordu. Delikanlı bu an bütün yer yüzünde hep böyle arabaların dolaştığını görür gibi onldu. Bu arabalar hep Batı’ya doğru ilerliyor-dular...
Horozlar korkudan seslerini kıstılar. Delikanlı başını pençeye dayayarak ağladı. Sonra “Ölüler Şarkısı» nt mırıldanmağa başladı. .
Tercüme eden 1
rllafi /3 iincii sayfada)
,.e..n :z. Bilakis sanatıyla kendi memleketine nasıl faydalı olabileceğini arar bulur ve haysiyetli bir insan gururıyla yolunda yürür. Esasen bütün abstre resim iddialarına rağmen sergide teşhir edilen eserlerin hiç biri bunu teyit eder mahiyette değildir. Hepsinin birer mevzuu, bütün idrakleri tatmin eder şekilde birer teknikleri vardır. Bu da gösteriyor ki, resim seçiminde hâkim olan zihniyet, abstre resim tabirini esas gayesine bir paravan olarak kullanmıştır. Çünkü memleket dertlerini konuşmamak şartıyla bir eserin alelâde bir fotoğraf kopyacılığına göz yumulmuştur.
erkek, fakir zengin, şehirli köylü bütün halk yığınları önümüz den akın akın geçer gider. 1903 meşrutiyet inkilâbı günlerinde de bunlara benzer afişvari resimler yapılmıştır. Enverlerin, Niyazile-riıı ayakları altına serilen Abdül-hâmit halkın bir kısmının takdirini bir kısmın kırgınlığını cel-betnıişti. Halbuki yukarda anlati tığımız İstiklâl Savaşı günlerin-tanıtan resimler halk tabakalarının hepsine mal olabilmiştir.
Bir cemiyetin inkilâpçı hare, keti devam ettikçe san’atda her kol da gelişmeler kaydeder. Biz inkılâbımızı bitmiş olarak kabul etmiyoruz. En büyük hamleler bundan sonra olacaktır. Gerçek demokrasi yolunda temel olan İktisadî ve siyasî teşkilâtlanma ile beraber güzel san’atlar da asıl bundan sonra ilerleme kaydedecektir. Halkçı san’atkâr çalışırken halk resminin bu yukarda anlattığımız geleneğini de ğöz ö-nünde tutarsa daha verimli bir yola girmiş olur.
İşçi Arkadaşlar!
Sendikaya abone Olunuz
ABONE: Yıllığı — 500, 6 aylığı —250, 3 aylığı —125 kuruştq(
SENDİKAYA ABONE OLUNUZ
Çarşı kapı kürkçüler pazarı sokak No: 14 F*Kasıtnevl
Yeter ki, bu fotoğraf objektifi bakır kaplar manolyalar üzerinde dolaşmış olsun...
Sergide kompozisyona hiç rastlamadık ve gözlerimiz gayri ibti. yarî Edip Hakkı’yı, Fethi Kara, kaş’ı, Hulusi Mercan’ı, Mümtaz
Yener’i aradı ve maalesef kompozisyonu ile temayüz etmiş o bu arkadaşları bulamadık. Keser.oğlu da unutulmuştu. >
Bu mühim eksiklikler, rÂsi lerinde memleket havasını vekçn3"^ lere, mahalli atmosferi aksettî*---
renlere, tek cümle ile millî san’* at yapanlara karşı bir lakaydi olduğu şüphesini uyandırıyor.
Bir san’atln millî vasfını haiz olabilmesi için şu şartları taşıması elzemdir:
a) Mahalli atmosfer
bl içtimai mesele.
c) Fizyolojik ve fizyonomik karekter.
San’atkâr bunları gösterirken teknikte muhitine ve elindeki materyale göre başka memleketlere nazaran farklı neticeler verir. Bazan bu ayrılıklar ortadan kalkar materyel-dolayısiyla-teknik birle* şir. Yoksa eski kilim parçalarını güveler gibi delik deşik ederek motifler araştırmakla yahut odalık konuları, türbe resimleri çizmekle millî san’at yapılamaz.
Milletler arası bir değer kazanabilmek içinse, san’at eseri her şeyden önce, gerçek mânasiy-le millî bir karakter ve bunun üstünde de devrin büyük hâdiselerine gözlerini kapamıyan, ku* laklarını tıkamıyan uyanık bir ruh ister.
Nevzat HATKO
15
V
t
ty,
i-
l
't
:. •**
■'■f
• \
4;. ’’■?
(?■ ¥ ?■■
*■
■' »’
*
(.
%
V
/h;
i
Arhavili* İsmail
; ' i'.’, '.i';! . '.

Karaulıkta/rhurşuur derisV,.kırmtzıya 'boy. ıı ın
V gemisi.
'*'( ' Düşmln Lorpitosudur alğafartn -üstünde' sallanarak-' f v.; a.Ie v'-'. .»
7 ^ V yanan
Şçibau yeisin beş tonluk ta* j.sı .. ■ Kerempekte* *r>uin,yirmi mil, açığında,
/• ^geeeııiıj'ka.rs.nhğlııda/ .' '
. ‘ ' dalgala-^ nılıpıre boyundaydı! r,
ve başjarı.beınLe/az parçalanıpjdağılıyordu.
.■ Rüzgârı'- e '.z . ... -
’• Şildiz.- poyaz... ’ .
> Esirle.j bordasına alıp
. ..Kayboldu düşman torpidosu. Şabaıi reisin teknesi,
z >■ ■ . ■
ateşten direğiyle gömüldü suya.

Arhavili İsmail dendi ve şiuıdi Kerempe fenerinin-a bataıı tektıenin kayığında emanetiyle tek baş ıhadır, fakat yalnız değil Rüzgârın, ; V bulutların 1 ve dalgaların kalabalığı ,
, . j J ....
Arhavili' İsmail •
' -• .. ”
.1 ■

(—a—T-’-. —.-r-î—• y
hep bir ağızdan konuşuyordu,// smail ' Yi*' '&■ '. / ^
kendikendiue so^du A
— Emanetimizle varacakmiyiz?. -f Kendikendiue cevap1 Verdi i
Varmamak olmaz. *'..•> (’ "f Gece -Tophane ihtımında .. Kamacı usta başı ona :■'( *-r Evlâdım İsmail, .dedi .i“ ■ ’
: ; hiç ^ıişjiye-değ^il,
” • . ' ' •-'..'Y"pıi 7 ana emanettir-
I 'Ve. Kerempe rfeperiû'de'V '
\ Oüşmaıı'Apfbje-'dörâ' dolaşınca yelkenlerinJe
• ıi# - İs.nail. reisinden -izin‘isteyip.-; -Y i.5>v •*♦' Şaban* rei»; deyif,'' ’
Eıııaurt,i yerine 'götür neliyım deyip
. , . AtUdı .'taLaııı»;patalyaıınH|^^Y:? *'
.Allah .büyük 11 A'' • A'
Ama kayık kü.fi İt • de,ıui şyahud i İsiujİİ bodoslaaaadaî(bir,»ağua'x yedi
C^‘^Y? pe||ttdeı£#ç Juırde|İe^
tbilm
Ve deu^i bl$ k atpgg
••• /■ • •• ^7M* -
Rüzgâr tanı kr
tı, karşılarda, bir kırmızı ışıkYgörunüypr ■ ; '4-1
T-
*/■ ■ ♦s-.- -.
A-i:-
Sivastopol» gideıı bir geminin sancak feııerVY.' Elleri l.anıyrrak - ..
■ . ■ İs nail çekiyor kürekleri.
■ İsmail, rahattır • ■' t
i.
(
t
- - ■’*/ r
kavgadan ve eınınetlen başka herşeyiu haricînde
İsm il uçurum ın içinde..' ’ ' ■' '
— Eınınet Lir ın ıkiııa’ı tüfe' tir —. ve İ ın lilin gözü tut ııasa liııı ın.. re sle'rini, . Tâ An kur ya kadar, gidip ' " “t /f Y
Onu Kemal Payanı.ı eline teslipl^edecektir, ’ Rüzgâr bocalıyor: ‘İS;'-V'
Belki ka ayet gösterecek. /'T- :.- '
.-.En azdan onbe; mil uzaktır 'en-y^kiıi sahil.'
Fakat İsmail A., -.‘iy,
(filerine güvenir. •;-.y'V'/';
ekıı.eği, küreklerin .-sapiiıı, ıdünırniıı yekesini
. 1 memesini
ayni emniyetle
M uda Fo t i kanın ı
„ - ’ - .. aynı emniyeti
Rüzgİr'kiirayel göstermedi.
Rüzgâr 1 !■ , İ
Yüz kerte birden atlayıp
' İsmail bunu beklemiyordu; J
^Dalgalar bir müddet daha
Bir unda bütün; ipleri kesilmiş.gib.i düştü,
I... t >:'•
yuvarlandılar teknenin altında;:-.;'• sonra det.it dümdüz .ve simsiyah ' £•’
' dürdü,.) "^ ■
İsmail şaşırıp bıraktı kürekleri.^K-2 1 -V,( Ne korkunçtur düşmek, kavgalın hariçipe,
ve bu korku düştü İs nailin İçine, k7’ ■ ; C f ve bir balık gibi ürkerek, '.'; , ??’
bir s ıııdal bir'çift kürek ve durgun ‘ ' Y (• ' . ;
ölü Jbir. deniz şeklinde gördü yalı ı.'dığı.' .
ve dıirdeııb re ' ■ ' \ ' / ‘ *
öyle kulırolup duydu ki iııssrsı llğı...
. Elleri yıldılar, . . ' . . ■‘ ’
,yiıkleıi Jüer küreklere, v '
kürekler kırıldılar. '.'
Sular tekneyi açığa sürüklüyor,: artık hiçbirşey mümkün değil.
Kaldı ölü bir denizin .ortasında karıyan elleri ve emanetiyle İs.jıail
•İlk önce- küfretti, /’. ■>
Sonra ellıaın okumak geldi İçinden, söııru güldü. .i- ■

y.

Kaynak: TÜSTAV - Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı Arşivi

Sayı: 3 - 1 Kasım 1946 - Fiyatı: 25 kuruş
'CUMHUR!

iK wa '■ J i- ı
i r # >—_r v '
* - ( E _■ 1 J
Hiçbir Zaman Biri Diğerinden Ay
/ /
«
Sayı: 3 ■ 1 Kasım 1946 - Fiyatı: 25 kuruş
I . ■
I
Kadınlar yemin ettiler
George ( Bernard Siıaw ‘
Handan bir zaman önce Pariste Dünya Anti/aşisf Kadınlar Kongresi toplanmıştı. Hemen bütün milletler seçtikleri temsilcilerini bu kongreye gönderdiler. , Bu vesile ile Pariste büyük gösteriler 'yapıldı.- ispanya ve Yunanistan temsilcilerinin söylediği nutuklar bilhassa alâka çekti. Temsilciler, ortak irade ve çaltşmalariyle meydana gelen Dünya Kadınları Demokratik federasyonunun gelişmesine çalışacaklarına, kadınlığın iktisadi ve içtimai haklarını koruyacaklarına, gelecek nesilleri en güzel şartlar içinde yetiştirilmesini temin edeceklerine, yeryüzünde faşizmin kökünü kazımak için oms aşacakların a, sağlam bir dünya sulhunun kurulmasına uğraşacaklarına, bağlı bulundukları 81 ■ milyon dünya kadiri adına and içtiler.
t
Lajos Zilahy’nîn jesti
Plouard’lar, Aragonlar, Picasso’lar,
Lan gevin*ler, Wells’ ler, Shav’lar, Steinbecfdler irticaa karşı ileriyi, faşizme karşı gerçek demokrasiyi seçmekte tereddüt etmemişlerdi. Faşizme büyük mücadele açan bu günkü Ma-carislanda da meşhur romar.cı Lajos Zilahy aynı jesti yaparak inkılâpçı kafileye resmen katılmış bulunuyor. Okuyucularımız onun İki Esir ismiyle Türkçe ye çevrilen romanını .hatırlarlar.
l
Filim festivalinde kazananlar

(0
7

s
S
p RANSAN1N Canne şehrinde yapı* ■ lan biiyiik filim festivali sona ermiştir. Mükâfat kazananları bildiriyoruz »• En mükemmel artistlik mükâfatı kadınlardan Fransız artisti Michele Morgan a, erkeklerden Amerikan artisti Ray Milland'a verilmiştir. Sahneye koyma büyük mükâfatını Fransız Rene Clement “Ray Harbi., filmi için almıştın En iyi senaryo Sovyet Rus-yadan Çirskov’unki seçilmiştir. Müzik mükâfatını Bernad Schav'ın Cesar ve Cleopatra*sı için yaptığı besteyle. In-giltereden Georges Atıric ve ikinciliği bir Fransız kazanmıştır. En iyi filim operatörü mükâfatını "Maria Candel* laria„ filmiyle Meksikalı Picentoa, Do-kümanter filim mükâfatını Sovyet Rus-yadan Beri, sulh mükâfatın* nŞon Şans„ filmiyle İsviçre, sulh ikinci mükâfatını “ Memleketimizin Gençliği „ filmiyle Sovyet Rusya, bütün birinciliğini ise "Ray Hatbi„
* Fransa almıştır. * r ' [ c’ v • ı > : i
festival filmiyle f . ’ ’
T
’r ■ .
90 yasında. Öteden beri âdet olmuştur, bütün dünyaca tanınmış olan bu yazarın her doğum yılı kutlanırken hakkında bir kitap yayınlanır. Bu kitapta, Shaw‘ın okuyacalariyle münekkitlerin, büyük yazar hakkındaki fikirleri vardır. Bu yıl da böyle bir kitap yayınlandı. Shaw, dünya edebiyatında hususi bir yeri olan biiyiik sanatkârlardandır. Onun cemiyetçi diinya görüşü çerçevesinde kaleme aldığı sa. yısız eserleri, felsefi inanışı, üslûba ve edebi kudreti Ingilterede adeta çığır açmış ve Shavian denen edebi jan-rın doğmasına sebep olmuştur. Prof. Bernal, onu biiyiik bir bilgi adamı olarak vasıf lan diri'- ve eserlerindeki biiyiik ilmi hakikatların kolayca kavratılıp anlatılmasını buna örnek olarak gösterir. S haza, aynı zamanda lisaniyatçi, mükemmel bir ekonomist, müzik münekkidi, felsefeci ve. terbiyecidir.
Shaw*ln mizah esprisi de, daha zekicedir ve biraz da felsefeye kaçar. "Doktorun hatası» adlı eserinde sadece yıkıcı bir tenkit yapmamış yıkılanın yerine konması gereken şeyleri de göstermiştir. Kilise hakkındaki tenkilleri de İngiltere de büyük bir şöhret kazanmıştır. H. G. Wels gibi o da ilk zamarı-lartnda sosyalizmin inkılâpla değil ya’ vaş yavaş gerçekleştirilmesine taraftar
dı. Hattâ anti marksist idi. \Vebbler ve VFells’le 1883 de tabiim Society yi kurdular. İlk stratejileri liberal partiyi içinden fethetmekti. Yaymlariyle işçi sınıfının müstakil parti ihtiyacını duyurdular. Shaw bıı gün i memnun değildir. Or.u görmek istediğini her inektedir.
kii İngiltere'den t daha inkilâpçı fırsatta belirt*
Filozof Bernard
Groethuysen öldü
Bernard Groethuysen Berlin Üniversitesindeki Profesörlük vazifesini 1932 de terketmişti. Çünkü nazı rejimi-* nin istikbal için iteler hazırladığını görüyordu. Nazizme karşı önce Almanya da savaştı, sonra Fransaya geldi. Burjuva düşüncesinin Fran sudaki kaynakları ve Zaman adındaki eserlerini maalesef tamamlıyamamıştır. Ayrıca bir Antropolojisi, Monteskiyö için bir tetkiki ve öteki felsefelere dair görüşlerini to pli yan bir kitabı vardır. Olii-tpiyle ıbir kıymet-kay bediinmiş oluyor.
‘ ? t ’ •'
. « i . • i ’ I* * r V
îgnazio Silone
g.Zone faşizmden sonra daha bir kaç yıl italyada kalabildi. Bir zaman illegal neşriyatta çalıştıktan sonra Is-viçreye ilticaya mecbur oldu. Orada roman, tarih, politik eserler yazdı. Faşizm tarihi ve Diktatörler Mektebinin yayınlanması bu tarihe raslar. Diktatörler mektebi onbeş dialog olup A-merikada diktatörlük kurmak' isteyen birisine verilen satirik derslerdir. Aynı günlerde Fontamara basıldı.
Fontamaradaki realizm Ekmek ve Şarapda devam etmekle beraber Silone bu sefer davaya 'çıkar yol bulmak" tâki kendi anlayış noksanlığını ilân etrhiş oldu. Kar altında .tabumda doktrinin mücerret kalıplarından kartala i bir ihitllâcinin '-hakikati keşfedişi hikâye ediliyor. Bu eserdeki fazla hırisiiyanhk da kimsenin gözünden kaçmadı. Silone*nin bir Fransız muharrire son günlerde söylediği sözler onun bu tereddüt seyrinin nasıl devam ettiğini gösteriyor : Fransız muharririne. diyor ki :
Edebiyat canlılığını koruyabilmesi için siyasi ve içtimai sahalardan ayrı bir yere, yerleşmelidir. Sanatkârı bir alet olarak kabul etmek doğru değildir, kültür hizmetinde bir siyaseti anlarım fakat siyaset hizmetinde bir kültürü asta.
Görülüyor ki Fontamarasını beğenerek okuduğumuz Silone tehlikeli bir çıkmazdadır.
, i.-- ■ n.. ■! .. !■■■■. -1 ■■■. . İlayı l 'f
YIĞIN
Her ayın 1 inde ve 15 inek • -kar fikir vo rfnn^t «tnecnfuıisıdır. Yıllık abmıe/ı ( 600 ) kuruş, altı aylık ( 300) ) kuruttur. Öğretmen ve öğrenciler için bu fiyatlar 500 ve 25ü k u' tuştur.. Bar,ılmıyan yazılar grıi verilmez. Muhnbere adresi: Posta kutucu ( 1600 ) Galata - İstanbul - Sahibi ve y.ızt işlerini fiil en idare öden Adil Yağcı. Basıldığı yer: F. K. Basımevi
*.
_____İstanbul ______________
... . ■ • I» •
- *
Cumhuriyet Bayramı Cumhuriyeti, halkın hâkimiyetini kuran rejim olduğu için benimser, gerçekleşmesi için savaşmayı vazife biliriz

r
Cumhuriyet cumhurun reyine dayanan rejim olduğu için haki* kî bir demokrasinin ifadesidir. Padişahı - Saltanatı niçin yıktık?* Çünkü padişah ve saltanat rejimi, geniş halk kitlelerinin reyine dayanan, halk tarafından kurulmuş, halkın menfaatine işliyen rejim değildi. Bu rejim ancak idare mevkiini ellerinde tutanların, bu halkın tepesinde saltanat kuran bir sınıfm’rejimiydi. Sarayın etrafında toplanan eşraf ve ekâbiri, köyde mütegal-libeyi, -Irgatları boğaz tokluğuna çalıştıran ağalan, köylüyü soyan simsarı ve murabahacıyı, şehirde kendi kârı uğruna bütün bir mi*l-leti köle gibi kullanan hâkim sınıfı korur; hayatı alnının teri, elinin emeğiyle kazananları mutlak bir sefalete mahkûm ederdi* Saltanatı; [halkın reyine daya' nan, halk tarafından, halkın men_ faati için işliyen bir rejim olma, dığı için yıktık, Cumhuriyeti kur -duk.
Bizim anladığımız cumhuriyet, bu hakikî demokrasiyi kuran rejimdir ve rejimlerin en mütekâ-' mil şeklidir. Bu hakikî demokrasiye varmak için, cumhuriyet idaresi içinde dahi buna olanlar varsa, bunlarla bütün vatandaşların,
köylülerin en birinci vazifesidir. Çünkü bu haklarına sahip olmı-yan bir halk, ne cumhuriyet, ne de demokrasiye kavuşmuş değil' d:r.
Demokrasi, başta saltanat süren bir zümrenin, bir sınıfın menfaatlerini korumak için yüzlere geçirilmiş bir maske değildir. Bu maskenin altında halk namına, millet namına, vatan namına, geniş halk kitlelerini rzdıraba mahkûm edenler, onların reylerini hiçe sayıp cebir ve zorla saltanat sürmek istiyenler, hayatın ve hâdiseledriıı seyri içinde yüzlerin deki maskeleri düşürmiye mahkûmdurlar. 1914 - 18 harbinden sonra Almauyada kurulan Cumhuriyet diktatörleri gibi.
Diktatörle Cumhuriyet biri birine zıt iki mefhumdur. Hâkim bir sınıfın idaresiyle, balkın hâkimiyeti biribirine zıt iki idare şeklidir. Halkın hakim olduğu yerde ne diktatör, ne de hâkim sınıf
mâni mücadele işçilerin,
vardır, diktatörün ve bir sınıfın hâkim olduğu yerde ne halk, ne de halkın menfaatleri korunmuştur. Biz Cumhuriyeti, halkın hâkimiyetini kuran rejim olduğu için benimser ve tahakkuku içiıı savaşmayı vazife tanırız.
Halkın reyine dayanan bir Cumhuriyette ne sultanların, ne ekâbirin, ne eşrafın, ne agniyaıım, ne de İdarî ve askeri amirlerin tahakkümü vardır. Bütün vatandaşlar kanun nazarında olduğu gibi, içtimai haklar, insan hakları bakımından da müsavidirler. İrk, d'n, mezhep, cins farkı da yoktur. Üzerinde yaşadığımız bu toprak, bu toprağı beraber ekeıı, bu toprağı mamur etmek için emek sarfeden bütüıı insanların müşterek vatanıdır. Böyle bir Cumhuriyette yaşamak her vatandaş için en büyük bayramdır.
Bugün kutladığımız Cumhuriyet, bize hakiki bir demokrasinin temelini kurduğu için bizim bayramımızdır. Bu temelin üzerinde hakiki bir demokrasinin binasını
kurmak ve bunu korumak da bizim en büyük vazifemizdir. Çünkü Cumhuriyet, ne halk yığınlarını aldatmak için bir formül, ne de muayyen şahısların ve zümrelerin menfaatlerini sağlamak için halkın ağzına çalınmış bir parmak baldır.
İstiklâl harbinde emperyalist ordularına karşı kanını döken, bu vatanı bir müstemleke yapmak
için boğazımıza sarılanlara karşı müdafaa eden bu memleketin işçisi, köylüsü, esnafı ve bütün bir halkıdır. Hariçten gelen soyguncuyu nasıl büyük bir savletle koğmuş, cumhuriyeti kurmuşsak, bugün de hariçten ve dahilden bu Cumhuriyeti yiktnıya ve çürüt, uıiye çalışanları yine böyle bir halkın mukavemeti ile ylkınalıyız. Millî hâkimiyet, balkın hakimiyeti, ancak böyle bir Cumhuriyette inkişaf edebilir Hâkim ve mahkûm, efendi ve köle, ecir ve nıii-tegalibe Cumhuriyet rejiminin tasfiye ettiği mütehaselerdir. Cumhuriyetimiz' bu miistehaler-den temizlemek, Cumhuriyetin, halk hamiyeti rejiminin omuzlarımıza yüklediği vazifedir. Ancak halk kitlelerine bu hâkimiyeti temin eden Cümhuriyet, hakikî bir
“Rüzgârlarım -konuşuyor,,
ElLERİMİN arasında okşar-casına tuttuğum bu küçük zarif cilt, yalnız ileri bir sanatkârın müjdesini vermekle kalmıyor; insan oğlunun alın terini kendine ' iş edinen merhametli bir yüreğin acılarını vermek içiıı de çırpınıyor. Ilık bir bahar gecesinde ay ışığı nasıl “ kos kocaman, mas mavi b r çiçek gibi„ açılırsa, Cahit’in sanatı da gün geçtikçe boy atıp serpilmektedir. Onun ilk gençlik şiirlerini hatrlıyorum. Cahit, uzak iklimlerin, erişiimi-miş hazların hasretiyle yanıp kavrulan içli bir insan olarak şiiri girdi. Ekzotik ülkelerin bir ka-leidoskoptaki reıık değişikliklerini andıran coşgunluğu karşısında bir çocuk sevinciyle el çırpıyordu. Fakat bu sihirli borudan gözünü ayırdığı zaman etrafında’ dünyamızın huzursuzluğunu, iç sıkıntısını, ümitsizliğini gördü. Bu muztarip kitlenin içinde kendi yerini tereddütsüz idrak ettiği ği için şairin alnından öpesim gelir. Çocukluğumuzun feerik hayal âlemlerini masallaştlran renk dolu bir, acı ve sefalet dolu dünyamızın tesellisi olan aydınlık bir istikbale doğru rüzgarlar konuştukça Cahit’in de sesi gür.eşmiş Ve kuvvetlenmiştir. Bunun içindir ki, onda küçük adamların ferdî kuruntuları silinirken büyük hümanistlerin iç içe geçmiş tesirleri de kökleşiyor. Öte yandan, sosyal muhteva ile estetik endişeyi sıkıntı Çekmeden barıştıran sanatkâr, inkişaf istikametini lâyikiyle tasarruf edecek bir ustalığa ds yabancı görünmektedir. İkinci dünya harbinde istilâ görmüş şehirlerin, istiklâl ve hürriyet için can vermişlerin bir destanı olan “Rüzgarlarım konuşuyor,, başka bir şeyi daha hatır-, latıyor: toplar sustuktan sonra sanatkârın konuşma zamanı başlamıştır. . \
Hüsamettin BOZOK
r ■ ■ l'-JU1" 1_ 1 " !,■■ 1 ™ " ,U"
Cümhuriyet ve Demokrasidir. Böyle bir Cumhuriyette yaşamak en büyük bayramdır.
YIĞIN
3
Konseri, Operayı, Filmi, Radyoyu, Plağı, notayı ve bunlara Mt vasıtaları, işçinin, köylünün ve bütün halkın kolayca
anlıyabileceği nimetler
Cumhuriyeti kabul edeli m'i-zik terbiyesinde garp müziğini esas aldık. Yirmi üç senedetıberi mekteplerdeki müzik öğretimini, haftada bir saat olarak garp müziği üzerinden yaparız. Yedi sekiz senedenberi, Ankarada kurduğumuz Devlet koııservatuvarı" opera temsillerile de, bu görüşümüzü âdeta sahneden destekle- -inekteyiz. Operanın, bugünkü dünyadaki şüpheli durumu bizim için mühim değil. Türkçeııin garp müziğine uyması, garp müziğini • insan sesile yaymak ve dolayısile memleketimizde bir geçmişi ol-mıyan insan sesinin çeşitlerini tanıtmak gibi güzel imkânlarla dolu olması bakımından, operanın bizim için büyük bir özelliği var. Mesele, operanın, müzik terbiyesinde bizim ihtiyaçlarımıza ne nisbette cevap verdiği ve bizi ne ııisbette ihtiyaçlandırdığıdır. İş bu noktaya gelince söylenecek en cömert söz şudur :
Yedi sekiz' senedenberi, bu opera temsillerile, ancak ikiyüz-bin vatandaş temasa gelebildi. Onsekiz milyon altıyüzbin insanın, bundan haberi bile yok I
Halbuki, Ankarada Devlet konservatuvarmın kurulmasile, opera temsillerinin başlaması ve yedi sekiz senedenberi devamet-mesi az iş değildir. Fakat geri kalan onsekiz milyon altıyüzbin vatandaşın da, bu temsillerden faydalanması ve birtakım itiyatlar alması şöyle dursun, sadece bu temsilleri bir defa görebilmesi için aitıyüz sene lâzım 1
Sultan Mahmut zamanında baş-llyan orkestra hareketinden, bu güne gelinceye kadar ancak bir orkestra kurabildik. Şimdiye kadar açabildiğimiz bütün resmî ve hususî müzik okulları, bu biricik orkestrayı bile beslıyecek halde değil. Daha evvelki hareketleri ciddiye almayıp yalnız Cumhuri-
Iıaline getirmek lâzım.
yet devrinden başlıyalım : Bugün kü kalitesile memleketimizde daha beş orkestraya kavuşabilmemiz için kaç yıl lâzım acaba ?
Ciddî mânada bir müzik terbiyesi, orkestraların, koroların, solistlerin ve konserlerin adedi demektir. “Kemiyet yeni keyfiyetler doğurur.,, Bundan gayrisi ise lâftır.
Bizler hep “istidat,, ve “ferdî-gayret,, ballerile' büyüdük. Bir nesil içinde bin tane insan bir işe başlar, dokuz yüz doksan dokuz tanesi imkânsızlıklar, zaruretler akla gelen, gelmiyen çeşit çeşit düzensizlikler yüzünden dökülür. Bir tanesi her nasılsa, ya parasının, ya bildiğinin himayesinde, yahut da her hangi bir tesadüfle bu badireyi atlatıp ayakta kalır. Derhal bunun adı “allah vergisi,, ve “ferdi gayret,, olur. Halbuki Halbuki işler ne kadar başka tür-lü.lstidat ancak bir noktadan sonra başlar. O noktaya kadar, hayat ve çalışma şartları yerinde olan bin insandan en az dokuz yüz tanesi gelebilir.
1936 da komşu memleketlerden birinin bir konservatuvarını gezen ınüzikcilerimiz gördüklerini hayretlerle anlatıyorlardı: On-üç ondört yaşındaki çocuklardan dokuz on tanesi bir araya gelip orkestrada birinci keman çalar, yahut etüd yapar gibi konserto çalıyorlar. Nasıl yapıyorlar? Nasıl yetişmişler?
* » *
Alaturka mı? Alafranga mı?
Meselenin alaturka alafranga meselesi olmayıp, sadece türk - musikisinin inkişafı' meselesi olduğunu, yapılan münakaşalara bakarak hâlâ anlamadığımızı söylemek garip gelmesin. Alaturka denen müziği vermek istiyenler, onun Arap Acem, yahut daha doğru olarak Roma-Bizans müziği olduğunu, bizim müziğimiz ol
madığını söylüyorlar.- Müziğimizin geri oluşunun sebebi demek bu imiş! Hakikat şu ki, gerek din gerek kültür benzerlikleri bakımından müzikleri de bir birine benzeyen iki âlem var: Şark âle mi, Garp âlemi.
Yatıyana ve ayni şartlar içinde yaşayan medeniyetler, ister istemez birbirine benzemiş ve hiç bir zorlamaya kulak asmadan bir birine sızmıştır. Vaktile böyle olduğundan dolayı, bugün kuzeyde bir melodi,' sınırın bir tarafında Türkçe söylenir, öbür tarafında Arapça. Garba gidin; melodiler, balıklar ğibi bir Anadolu yakasına, bir Adalara ve Balkanlara
zıplar. Balkanlarda:Bulgarca, Sırp ca, Rumca söyienir, Anadoluda Türkçe. Doğu Anadolu ve bütün Kafkas memleketleri ayni türküleri söylüyor; hattâ ayni hikâye leri. Kimi Türkçe, kimi Ermenice, kimiAzerî şivesile, kimi Gürcüce; kimi de İran dilile. Toprakları siyasî sınırlara ayrılmış memleketlerin halkları, böylece kucaklaşıp duruyorlar.
Dış görünüşüyle birbirine ben-ziyen bugünkü Avrupa milletleri müziği, bundan altıyedi aSlr evvel de birbirine benziyordu. Alışık olmayan kulaklar için ilk in-' tiba olan bu dış benzerlik bozulmadan bu müzik, sosyal şartların gelişmesine bağlı olarak gelişti ve derinleşti.
Müziğimizde yalnız Hafız Post Dede, Tamburi Cemil değil, Frik-yalılar, eski Yunanlılar, BizanslIlar, Selçuklular ve bu yurtta medeniyet kurmuş kavimler, kabileler devam ediyor ve bizim kültür hâzinemizi teşkil ediyor.
Dünyanın oluşu içinde değişip gitmekte olan sosyal şartlar, daima bu hâzineyi yeniden yeniye eritiyor ve kendi potasına döküyor. İçinde yaşadığı devrin yaşayışına ve anlayışına göre yeniden şekillendiriyor.
Alaturkanın kaldıracağı, kaldırılması lâzım geldiği, bugünkü.
4
V.

zihniyetimize uymadığı lâfı edildikçe,' alaturkacıların telâşafdüş-melerine şaşıyoruz. Kim koymuş kim kaldırıyor? Yoksa: “bugünkü zihniyetimiz,, diye yaşadığl-mızın'dışında bir zihniyet mi var? Bütün azaltmalara rağmen bugünkü hakikat, alaturkanın hiç bir devirde bu kadar yayılmadığını gösteriyor.
Kadın ve erkek^okuyucunun bu kadar bol yetiştiği» başka bir' devir varmı? Hangi devrin yazlık kışlık salonlarında, gazinolarında alaturka müzik san’atkârlannın bu kadar pahalıya angaje edildiği görülmüştür? İnkilâptan sonra oraya çıkan bukünkü orta’ sınıf gi(V tikçe artan bir 'kalabalıkla} bu ga" zinoları dolduruyor. Değişen devir, zihniyetilede vasıtalariyle de ancak bunu yapabiliyor-ZDedenin ve İtrinin yerini alan .bugünkü besteciler sadece bu' cılk/kalaoa-lığın insiyaklarını beslemekle geçinip gidiyor. Yani bu şartlar, garptan da olsa ancak kendine uygun olanı alıyor.
Alaturka musikinin bütün ifade kudreti, cinsî insiyaklar, hatta dalaletler üstünde toplanır.Çünkü bütün divan edebiyatının en kuvvetli tarafı budur. Müzik, daima fikri takip e,tmiştir Yani fikir ne ise zikir o olmuştur.
Fasıl musikisi dediğimiz orta üst ve sınıf musikisi anlaşılması mümkün olmayan bu türlü* kaprislerle kıvrılır gider. Kadın müzik yapmaz, cilve . yapar. Erkek müzik yapmaz, cilve yapar Saz" lar müzik yapmaz cilve yapar, itibarda olan bir!şey var: Cilve dalkavukluk ta bunun bir başka şekli değil mi ? Fakat bunda musikinin kabahati ne ki daima ona hücum edilir? Ses, yalvarmakta da methetmekte de, küfretmekte de isyan etmekte de kullanılır; ferdili ve cemiyetin o andaki zihniyetine ve karekterine göre.
Kitleyi bir birine bağlamakta millî kültürün dil kadar mühim bir halkası olan müzik üzerinde konuşulurken neden daima bir alaturka, alafranga çıkar acaba? Bunun bir şapka ve alfabe meşe leşi olmadığını akılda tutmak lâ zim.
Cemiyetin ihtiyaç olarak duy" mağa başladığı teknik te, vas ta da kolayca girip yerleşiyor. Duymadığı ise yetmiş’sene özenilse yine eğreti olarak kalıyor. Bunca yıl önce ülkemize giren şu piyanoya bakın, halâ yerleşmiş değil. Çünkü piyano Abdülme-cit zamanında kibar konaklara
müziğimizin ; tekâmülü neticesi, duyulan bir, ilıtiyaclnKzoruyla'-de-ğil, bir yenilik özenmesi, alafrangalık taslama ve süslenme ihtiyaciyle ve bir saz olarak değil, âdeta bir mobilya olarak girmiştir. Serveti Funun şiirinde bile “Ta uzaklarda» dır. Sözün kısası, müziğimiz, balâ piyanonun karekterine uygun inkişafı elde edememiştir.
İnsan kafasının, insan ruhunun bütün nimetlerinden faydalanarak gelişmiş medeniyetler, etrafımızı sarmış bulunuyor. Korkmadan, ürkmeden, kafalarımızı, ruhlarımızı bu medeniyetler vp kültürlerle çalka-’amalıyız. O zaman dilediğimiz şey, geçmiş zamanlarda olduğu gibi yeri bir kaynamayla, yine bizim ka-rekterimizde olarak yeniden doğacaktır.
■ Yapılan ilk iş, bu çeşit çalışmaları bir istismar vasıtası olmaktan ve bu çeşit anlayışı bir kaç bahtiyar kişiye kaydı hayat şartiyle indirilmiş bir “Allah vergişi» olmaktan çıkarıp metodlarla, planlarla kütleye mal etmek, görmek isteyenin görebileceği, duymak isteyenin duyabileceği, düşünmek isteyenin düşünebileceği hale getirmek lâzım-Operaları piyano ile bucaklarda bile oynıyabilmek, küçük ses ve saz grııplariyle köy köy konserler vermek ve bu çalışmaları halk evlerinin yılhk defterlerine, raporlarına yazılacak kadar az olmaktan çıkarmak lâzım.
Garp müziğini yayma hususunda sinema, mekteplerden çok iş gördü. Fakat daha iyi iş görmesi de mümkün. Meşhur koroların or
kestraların vc solistlerin’ bir konserini, bir balesini arasıra aktüali-te olarak filimlerin başında dinler ve seyrederiz. Bu çeşit kısa müzik filimlerini bol bol getirtip göster" meşini her sinemadan isteyebiliriz İnsanların kalabalık bir halde bulundukları sinemada, fabrikada, mektepte, kışlada bunları yapabiliriz, bunları ve konserleri,
■Konseri, operayı, filimi, radyoyu, plağı, notayı ve bunlara ait vasıtayı işçinin, köylünün ve bütün halkın kolayca anlayabileceği nimetler haline getirmek lâzım.
Garp müziği terbiyesini esas olan Millî Eğitim Bakanlığının her Cumhuriyet Bayramında yayınlamakla olduğu yüzlerce klasik teı" cünıeler arasında bir tane Lied Albümü, bir tane Arya Albümü, garp müziğinin gerek tekniğine, gerek büyük ayaklaımaait bir tane esaslı kitap var mı?
Medeniyetlerin ve kültürlerin insanlardan esirgemediğini kanunlar, yasaklar, imtiyazlar kötürümleştirir-, se, bütün bunlar zenginlerin, bahtiyarların bir lüksü olmakta devam ederse, istiyen, istediğini kolayca bulup çalışamazsa, mütehassıslar getirtip milyonlar harcanarak yetiştirilen fakülte mezunu, konserva-tııvar mezunu işinde ışıldamak^ için muhtaç olduğu aleti ve vasıtayı bütün ömrünce alamıyacak, bulamı-yacak durumda bulunursa, kesmek ve takdiri İlâhiyi'beklemek lâzım. Zira, su olmadığı zaman dinde teyemmüm Var ama kültürde teyemmüm yoktur. ,
5

Hayat standardımızın gittikçe düşmesine se bep olan en mühim âmillerden biri, Ev buhranı.
HALK ..yığınlarının bir çare bulmakta âc'z kaldığı, hayat pahalılığı derecesinde önem li diğer bir mes’ele de “Ev-sizlik„tir. Son dünya harbine fiilen iştirak eden memleketlerde bu mes’ele harp hâdiselerinin tabiî bir neticesi olduğu halde harp ateşinden uzak kalmış olan bizim memleketimizde de ayni meselenin ayni buhranla seııelerdenberi halkı ezmesinin sebepleri ve bu sebeplerin izahı pek o kadar basit değildir. Evsizlik meselesi İstanbul’da harbin ilk seneleriyle beraber başlamış ve harb n de vamiyle beraber Türkiyeııiıı bir çok vilâyetlerine de sür’atle yayılmıştır.
Ankarada da ev buhranı harpten evvelki senelerde de, mevcut bina adedinin gittikçe artan şehir nüfusuna mütenasip olmaması sebebile, esasen mevcut idi. Bundan dolayı mesken bedelleri de o zamanki İstanbul piyasasına nisbetle pek yüksekti. Bu pahalılık dar gelirli balkın Ankara civarı ile Eskişehirde birleşmesini intaç ediyor ve yersizlik meselesi de bu şekilde kısmen hal ediliyordu.
Bu devrelerde İstanbul için Ev Buhranı diye bir mesele, hakikatte değilse bile zahiren mevcut değildi. 1931-32 resmî istatistiklerine göre o sıralarda İstanbul’un nüfusu (794.444), mevcut oturulan ev sayısı (95526), 100 eve düşen nüfus sayısı 723 olup, kilometre murab’baı başına düşen insan adedi 144,9 idi, aynı tarihlerde Ankarada da 100 eve 485, İzmirde de 423 kişi isabet etmekte, idi. Görülüyor ki İstanbul esasen kalabalık bir şehirdir- Yalnız bu nüfus şehre o şekilde dağılmıştır ki bazı yerlerinde hiç bir darlık bahis mevzu olmadığı halde bir çok semtlerinde halk âdeta üst üste yaşamağa mecbur olur. Beyoğlu, Şişli, Maçka gibi daha ziyade zengin tabakaların oturduğu mıntakalar-da bir eve düşen nüfus mikdarı gayet az iken Kasımpaşa, Üsküdar, Aksaray, Fatih civarı, gibi ekseriya fakir halkın yaşadığı semtler pek kalabalıktır. Bu nun-la beraber, o devirde gündelik kazancına göre herkes ayırabil-
6
_____ Yazan : .
i Sabire DOSDOĞRU I
diği cüz’î bir para karşılığı bu paranın miktarına, göre iyi veya kötü evsafta barınacak, bir yer bulabilirdi. Sağlık bakımından e-sasen elverişli olmtyan fakat halk tarafından alışılıp tahammül edilebilen bu vaziyet 1942 senesinden itibaren hakiki bir buhran, yalnız fakir halk tabakaları için değil aynı zamanda şehir ahalisinin büyük bir ekseriyetini teşkil eden orta halliler için de dayanılması imkânsız bir hal olmağa başladı.
Geçen bir kaç yıl içinde İs-tanbıılun nüfusunda pek büyük değişiklikler olmadığı halde bu sahneye hâkim olan ev buhranın sebebi ııe idi? Bunun hakiki sebebi ne İstanbula muhtelif yerlerden gelen muhacirlerin adedi, ne de İstanbul imar plânının tatbikinde belediye tarafından yıktırılan evlerin fazlalığıdır. Vakıa, bu plânın zamansız tatbiki neticesi pek çok ev yıkılmışsada bugün mevcut olan buhran o derece büyüktürki yalnız bir kaç yiiz veya bir kaç bin evin yıkılmış olmasiyie izahı kabil değildir. İstanbul’da 100 eve 723 nüfusun düştüğü senelerde bu evsizlik sıkıritısı bugüne nazaran hemen hemen his edilmeyordu. Hatta bugün bir çok ailelerin, ev buldukları takdirde orta bir fiyata severek tutmağa razı olacakları odaları dört beş liraya kiralamak imkânı vardı. Bı> va .ziyet eğer sadece hayat pahalılığına göre mevcut olsa idi nasıl-eskisinin beş misli fiyatla, bir kilo pirinç veya şeker almak gayet kolay ise yine beş misli fiyatla bir oda bulmak da o derece kol-ıy ve mümkün olurdu. Bugün İstanbul’da eski kiraların beş misli ile rahatça bir ev bulmak imkânı yoktur. Böyle yerleri bulabilmek için aylarca kapı kapı dolaşmak, komsiyonculara ve mal sahiplerine yalvarmakta kâfi değildir. Bütün varını yokunu hava parası namile mal sahiplerine yedirmek bu işin tek çaresidir. Hava parasını icat eden ve havadan kazandığının cüz’î bir miktarını kolayca havaya verebilen
bir harp zengini zümresi Fyüzün-den halk, senelerdenberi "dişinden tırnağından, arttırıp sağlığından gıdasından keserek bir köşeye koyduğunu verip bir iki o-danın havasını pek pahalıya satın almaktadır. Şimdiye kadar kenara bir şey koyamamış olan ve ekseriyeti teşkil eden kitleler ise btı (Evsizlik) karşısında büsbütün âciz bir vaz’iyette kıvranmaktadır. Hava parası mes’elesi bu gün artık o derece resmiyete gir miştirki değil evlerin üzeyinde son senelerde hemen her semtte nazarı dikkati çekecek derecede çoğalmış olan emlâk komsiyon-cularinın vitrinlerinde bile tek bir (Kiralık Ev) ilânına rastlamak mümkün olmadığı halde pek alâ evler kiralanmakta ve bütün bu ticarethaneler de kâr getirecek şekilde işlemektedirler.
Gıda maddesi kara borsacılığından çok daha mühim olan bu ev kara borsacılığı memlekette orta halli sınıfın adedini fakir sınıfa mal etmek suretile,. gittikçe azalmaktadır. Yeni bir ev tutmak mecburiyetinde olaıı orta halli bir insan bu ev buhranı karşısında doğrudan doğruya en fakir bir adam demektir. Zira kazancının ancak mühim bir kısmını vermek şartile (Hava parası ıstemiyecek derecede namuslu bir ev sahibi-nede rastlarsa) ancak bir iki oda kiralayabilmektedir.
Son yapılan nüfus sayımında İstanbul nüfusunda bir artış göze çarpmakla beraber yeni yapılan bina sayılarını da göz önüne alacak olursak aradaki farkın bir ev buhranını izaha kâfi gelmediğini görürüz. 1935 den 1941 senesine kadar İstanbul’da 4213 ev yapılmıştır. Bunların 342 sî beş katlı, 30 u . dört katlı, 857 si ise üç katlıdır, 1351 ni iki katlı, 1086 sı ise tek katlıdır. Buna tekabül eden nüfus artışı ise (935 nüfus sayımı ile 940 nüfus sayımına göre) 107.638 kişidir. Yâni bina başına vasatı 25 kişi düşmektedir ki yapılan bir çok binalarında bir kaç katlı olması da göz önüne alacak olursak pek çok evin yıkılmış olmasına rağmen hakiki bir yersizlfk mevcut olabileceğine inanmak güçleşir. Bununla beraber yine ev buhranı vardır ve yine fakir semtlerde
halk üst üste yaşamaktadır. Bunun sebebi hava parasının yanın-' da acaba harbin gayri meşru ka zançlarile zenginleşen arızî ve ' parazit bir zümrenin bir eve kanaat etm'yerek yazlık, kışlık, ai-lelık, metreslik, g?rsoniyerlik b‘r çok evleri birden tasarruflarında bulundurm ıların n da rolü varmı-dır?. Yoksa yine bu sebebe daya-. narak sefahet ve fuhuşun artına-sile evvelce ev ve pansiyon olarak kullanılan pek çok yerlerin g zli randevü evi olarak kullanıl-nıasıda bir sebepmidir?...
Bunları teker teker araştırmak imkânsızdır. Fakat şurası ınuh.-.k-kaktırki bütün bu birbirine eklenerek esasen nüfus kesafeti bakımından Türkiyenin en kalabalık şehri olan İstanbul’da mesken mes’elesi yine halk tabakalarının sırtına yüklenmiş muazzam bir davadır. Veremin dolu dizgin ; aldırışı karşısında gıdasız olan lıalk aynı zamanda yersizdir. Harp zenginlerinin bir kaç evde oturmasına mukabil halk ta" babalarında bir çok kişi- bir odada yatmağa mecbur olmakta ve bu da salgın hastalıkların halk arasında yayılmasını kolaylaştırmaktadır.
1947 Senesi başından itibaren ini llî korunma kanunun kalkma-sıyle ev kiralarının serbest olacağı rivayeti bugün balkı yeni bir harp havadisinden daha ziyade ilgilendirmekte ve endişeye düşürmektedir. Bu kanun sayesinde kiraları arttıramıyan ve eskiden girdiği yerde eski normal kira bedeli ile oturan bir aile yeni vaziyet karşısında ne yapacaktır?.. Hemen bütün mal sahiplerinin kiracılarını ya kiralarını arttırmağa veya aksi takdirde evlerini boşaltmağa mecbur edecekleri şüphesizdir. Bu hal karşısında pek çok aileler sokakta kalmak tehlikesine maruzdurlar. Yeni yapılan binaların fiyatı esasen yüksektirki orta halli bir. aile aylık gelirlerinin tamamını böyle bir evin kirasına verse bile yine kudreti kâfi gelmez. Eski binalarda ise ev sahiplerine eski kiraya zam yapma hakkını, tanımıyan kanun kalktıktan sonra tek bir oda tutmak bile mümkün olmayacaktır. Ev buhranını İktisadî ve hayatî bir mes’ele olarak karşımıza aldığımız zaman hiç bir taraftan bir hal çaresine yarılamadığını görüyoruz. Halkın selâmeti ancak resmi devlet müdahalesine bağlıdır. Hükümet bu
Gözlerim Uzaklarda
Şaiıin gibi salmışım mısralarını)
İnsanların, ümidin, hürriyetin peşinden; . •’ (
Ben kalmışım,
. Gölgeın serili kalmış toprakta .
Bahar almış dört yanım',
Bahiri seyıe dalmışım.
Suat TAŞER
( C i b a I i
Cibali dendi mi.
Aklıma siz gelirsiniz, kadınla!t
Kiminizin beş çocuğu.
Kiminizin nar gil;i vanaklnrı var.
Kinimiz kocasız kalmış,
Kiminiz ihtiyar.
Kiminiz dahil körpe henüz.
Bana umulmadık
Eskimiş tiiıkiiler düşündürür
Siyan başörtüsü altılıda yüzünüz.
Parmaklarda tülün kokusu,
Tütün kokusu, pazen entarilerde.
Biriniz ekmek alır fırından,
Biriniz durmuş, öksürüyor ilerde,
Geçiyor, bizim mahalleden biriniz.
Cibali dendi ini
A klima siz gelirsiniz kadınlar,
Çarpık ayakkaplarıntz gelir
Ve kahraman elleriniz!
Ali KARASU
eıı mühim hayatî mes’ele karşısında da halk yığınlarının ızdıra-plarına kafasını çevirtniyecek olursa daha pek çok acı günler geçirmeğe, daha pek büyük sıkıntılara, fedakârlıklara katlanmağa lıazırlaumalıyız,
Sözümüzü bitirirken Loııdrada ev buhranı içinde çırpınan halkın bir hareketini hatırlatmak isteriz. Bundan takriben bir ay önce radyoların ajans haberleri arasında verdiği bir havadise göre Londra-da bir lorda ait yüzlerce odalı muazzam bir malikâne hava bom-bardumanlarındatı sonra hükümet tarafından tâmir ettirilerek evsiz barksız dolaşan binlerce ailenin, ihtiyacını karşılamaya tahsis edileceği yerde sahibine iade edilmiş ve sahibi tarafından da yabancılar için otel yapılmağa ka
rar verilmiştir. Evsiz barksız Londra sokaklarında kalan dört yüz aile bunu haber,/ alır/almaz derhal binanın bulunduğu yere gidip beş on dakika içinde eve yerleşmişlerdir. Evvelâ müdahale ederek evi il tahliyeye uğraşan polis kuvvetleri de bir müddet sonra bu ailelerin eve yerleşme: sine yardıma mecbur olmuşlardır.

Bupları.görüp dönerken, bombardıman edilmiş bir şehirden dönüyormuş gibiydim. Fakat Istanbula bomba düşmediğine göre, ya bu neydi? Bu, ferdiyetçiliğin ve teşkilâtsızlığın bombardımanıydı
Ortaköy mahallelerinde enkaz parçalarının birisinden ötekine atlıyoruz. Sinsi bir yağmur ve soğuk yüzümüze" çarpmakta. Bir set daha çıktık; sefaletin resmigeçidi üstüste, yan yana, ardı arası kesilmeden sürüp gidiyor. Arkadaşım olan Or-taköylü bir aralık karşısını par-mağiyle işaret etti.
— Bak dedi, şu harap kemerde dokuz kişi barınıyor.'
Baktım, gösterdiği yer tonozdan başka bir şey değil. Tonoz yani eski konaklardan birisinin artakalan bir parçası şimdi iki aileye ev vazifesi görmektedir. Bir sırça yapıya girer gibi herhangi bir ziyankârlık yapmaktan çekinerek dikkatli davranıyoruz, geldiğimizi haber vermek için kapılık eden uzunca bir çürük tahtaya hafif hafif vurduk. İçerden bir kadının ince ve gamlı sesi duyuldu. Adeta bir çığlık işit-miştik. Tonozun öte tarafından yedi yaşlarında kadar bir kız çocuğu gelerek bize yol açmak ü-zere kocaman tahtayı, itmeye uğ-raşdı. Biz de yardım ettik biraz sonra açılan kümes kapısı ”gibi yerden içeri girdik. Önce^karan-lıkta birşey farkedemedik. Burası adeta bir hayvan ini gibiydi. Gözlerimiz Çalıştıkça etrafı., seç-miye başlıyorduk. Bir kadınfye-re uzanmış yatıyordu. İki küçük çocuk toprakların içinde yuvarlanıyorlar, ağlıyorlar mı yoksa gülüyorlar mı belli olmuyordu. Bize kapıyı açan kız çocuğu ise çalı çırpıyla kapının önünde yemek pişirmek için ateş yakmıya lıazırlanmaktaydı. Yerde uzanmış yatan loğusa kadına yabaneı olmadığımızı, loğusalığını işitince hatırını sormıya geldiğimizi anlattık. Fakat şüpheyi nemli elâ gözlerinden silmek çok uzun sürdü.
Bu da bir loğusa
Hemen çöküverdiğimiz yerin karşısındaki eski masanın üstünde çinkosu dökülmüş bir bardak-
|| Yazan : ______
| Aralan KAYNARDAĞ |
ta beyaz kasımpatıları vardı. Yerde uzanmış yatan kadının tütün amelesi olduğunu arkadaşım söylemişti. Uzun meşakkat günleri ondaki ince insan zevkini yok edememişti. Kertenkelelerin yuva yaptıkları şu süprüntülüğü göze güzel göstermek istiyen bir sanatkârdı bu kadın. Şüphesiz bir kadının en hassas zamanı loğusalığıdır. Ona bu zaman zarfında çok ihtimam göstermek, hürmet etmek lâzımdır. Zengin evlerinde bir düğün havası içinde geçen, etrafı neşeye, süse, hediyelere boğan, tatlı ve kırmızı şerbetler kaynatılan dünyaya çocuk getirme işi burada her türlü alâkadan u-zak kalmıştı. Toprağa dizilmiş bir takım taş ve tuğlalar üstüne tahtalar koyarak kocasının bir kaç gün öııce yaptığı yerle bir karyolada yatan kadının sarı saçları nemli siyah toprağa yayılmış sonbahar otları gibi duruyordu. Karantina sarısı yüzü mahzen kokan ağır havanın içinde bir ve-rem afişini andırıyordu, i Onunla
nedense az konuşmuştuk. O bi" zimle konuşmuyordu; mecali yoktu. Kocasının ne işte çalıştığını öğrenmek istediğim zaman öksü-’ rükler içinde, kaybolan kelimeleriyle !
— O da tütün işçisidir, dedi.
Çok fena öksürüyordu. Bu öksürükleri soğuk almaktan filan ileri gelen öksürüklere benzemiyordu.) Zihnim onun bu haline o kadar saplandı ki az daha kan tükürüyormusun diye soracaktım. Alacağım sualin evet olacağı ihtimali çok fazla olduğundan, sualimden ben de ürktüm ve sustum. Kadın kendisi anlattı: Yağmur yağarsa hep su içinde kalıyoruz kardeşim (kardeşim kelimesini çok seviyordu). Bu geceki yağmur hep şu deliklerden içeri girdi. Sabaha kadar ayakta durup ağladık.
Tonozun yansındaki hayat buydu. Öbür yansındaysa, bir ihtiyar kadınla genç kızı oturuyorlardı. İhtiyar kadın bizjmle konuşmanın kendisine büyük yardımlarda bulunacağını sanıyordu. Bu safça düşünceyle hayatını en ince yerine kadar anlatıp dert dökmiye başladı. Kadıncağız yıllarca tütün işçiliği yaptığı yüzlerce tüccarın tütün dengini doldurduğu halde şimdi böyle evsizdi ve açtı. Hele açlık onuruna dokunmuştu onun. Üç gündür ağzıma bir lokma koymadım, ne bitmez çilem varmış diyor güm güm göğsüne vuruyordu.
Biraz yürüyünce başka^bir sete geliyoruz. Tütün işçilerinin dayanılmaz hayatının bir örneği Ötekini takip ediyor. Meşhur dante bile, gördüklerimi ne düşünebilir ne de anlatabilirdi. Ne bilsin o böyle bir cehennemi. Günde milyonlarca içilen cıgara-nın işçisi nasıl birJFhayat yaşıyor, gözlerimle görüyorum. Ortaköy Kabalak civarı, Taşbasamaktak* yangın yeri onlara bir mahalle olmuş. Orada burada mantarlar gibi kulübeler yükseli yüksellermişler. Kimi korkunç yıkık duvarlara sırtınt'dayamış, kimi çukurlara bel vermiş. Aralarından geçerken paslı tenekeler elbiselerimize takılıyor."Sık sık rastla" dığımız açık helâ çukurlarından yayılan pisjkoku sabahtan beri
8
yanımızda dolaşan donsuz çocuklar gibi peşimizi bırakmıyor» ' ' .
Bizi tahsildar sanıyorlar irli, hastalıklı kadınlarla çocuklar yangın yıkıntıları a-
rasinda torbalarına kömür topla* mıya çabalarken yanlarına gidip kanuşmak istiyoruz. Önce korkuyorlar. Fakir halk alışmadığı yüzlere karşı başta yadırgama duyuyor. Bunun sebebini biraz sonra öğreniyoruz. O sizi tahsil dar sanıyor, tahkikat için gelen memur sanıyor, oturduğu hara* beyi elinden alacak mülk sahibi sanıyor da onun için öyle çekin* gen durmakta. Hakikati knlayın.
ca dertlerini dökmek için yarışırcasına'geliyorlar. Yüzü sivilce ve çıbandan ibaret olan orta yaşlı birisine ne cevap alacağımı bile bile hangi işi yaptiğını so ruyorum ve konuşuyoruz:
— Tütün işçisiyiuı, diyor. Tü tün işi bütün yıl sürmez, iş bi tince hammallık, gemilerden kömür boşaltmak, ayakkabı boyacılığı gibi şeyler yaparız.
Kümese beııziyen kulübelerinde oniki yıldan beri barııııyorlar-mış. Yanlarında başka bir aile daha varmış, üstüste yatıp kalkı-yorlarmış. Yüzü sivilceli adam aslımız aııadolulu diye ilâve ediyor, Bartıııda rençberdik, tarlalarımızı elden çıkarına zorunda kalınca naçarlıktan İstaııbula geldik Keşke gelmez olaydık. •
Taşbasamakta bu tipte onbeş kadar barınak var. Buranın elli
kişi olan halkı birer canlı cenaze halinde etrafımızda dolaşıyor. A-rada sırada açıkta rastladığımız sacayakların üstünde pişirilen yemeklere bakıyoruz : Sade suya haşlanmış mısır, bulgur yahut balık kafası. Bunları da çok kere bulamadıklarını söylüyorlar. Bi' raz ilerdeki zengin evlerinin çöplüklerini paylaşmak için aralarında sert kavgalar yaparlarmış.
Ayni semtin . az yukarı taraf
ında tütün işçisi Hatçe Kum ve oniki yaşında kızı Nafize’yi bulduk. Hatce kırk yaşında olduğu halde çocuk gibi küçük, kuru, bir deri bir'kemik. Bizi görün ce telaşlandı. Yattığın yeri» gös-tersene dedik. Eliyle hemen ar. kasındaki duvarda bulunan büyü, cek deliği gösterdi. İhsan öııce şaka yapıyor Sanıyor. Sonra içeri başımı sokunca anladım ki sahi, den öyledir. Bu küçücük yerin bütün eşyası ve konforu iki pos-teki bir testi ve iki çanak, duvarda bir de fener var. Yüzelli santim derinlikte, yüzoııbeş santim yükseklikte bir yerde iki iıı-
Deson ; Kâthe Kolwitz
sanın yatıp kalktığını, akıl güç alıyor ama gördüğümüz şey bir gerçektir. Oyuğun küçük tahta kapısı şimal rüzgârının şiddetini azaltacağa hiç benzemiyor. Hatce Kum diyor ki, yağan her yağmur fakir fıkaranın iliklerine işler. Küçük kızı hastalıktan yeni kalkmış. Midesinin açlığı gözlerinde bir fersizlik olmuş dolaşıyor Kirli bir bezle Sarılı boğazından tok öksürükler yükselirken onlardan da uzaklaşarak aşağıya doğru yürüyoruz. Sefalet resmi geçidinin içinden harp görmüş, harpte ya ralanmış insanlar da geçiyor. Tali ta barakaların yanına kelince istiklâl harbinin bütün safhalarına giren Oflu Ahmet usta işsizlikten, kendisine gösterilen alâkasızlıktan, yıırtsuzlııktan uzun uzun şikâyet ediyor. Oradan ayrılıyoruz, biraz aşağıda, kolunu Balkan har binde veren ihtiyar Osman pa* zarda maydanoz satmaktan döner, ken ayni şekilde dert yanıyor. İhtiyarın eski bir ocak içindeki evine bakmak için onunla yürü dük. Tahta kapısına dayanınca içerisi karanlık, isli lıalde bir gözüküyor. İhtiyar iki yetişkin çocuğuyla bu kışı da burada geçire cek. Yorganım yok, diye sızlanıyor adeta. Tek kolu olmadığı için onu hiçbir işe almıyorlarıniş, çöpçülükten de bu yüzden çıkar mışlar,
Burada yaşanmaz, çürünür! ehennetn yolculuğumuz da* lıa bitmedi. Bir de şu sar"
nıçta oturan dört kişilik.tütün işçisi ailesini görelim. Sarnıca iğreti bir mediveııle inip çıkıyorlar. Ömürleri esasında su saklamak için yapılmış bu yerde ve yer altında geçiyor. Tütüncünün babası daha geçende bu mahzende kalp sektesinden ölmüş. Önce sarnıçtan çıkaramamışlar. Kimsede gelip almadığından ölüyle beraber bir gün yatmışlar. Babaları tütün işçisiymiş patrondan alacağı varmış, bunu istemiye -gitmişler. Patron ölü adama para lâzım değil demiş, vermemiş-Oda gibi döşedikleri sarnıca inip bakıyorum, duvarlar ıslak ve yosunlu. Buraya yaşamak için değil ancak çürümek için intihar etmek içiıı girilebilir. Düşününüz burada bir de OrtakÖy 23 üncü Okul talebesi derslerine çalışıp hayata hazırlanacaktır. Mektepte yoksul çocuklara yardım ediyorlarmış diyo’lar ama bu-kızcağız derdini dinletememiş.
Burası, sadece Ortaköy, o da Ortaköy’üıı bir kısmıdır. Halbuki İstanbul’da daha nice Örtaköy-ler var; üstelik yıırl ta yalnızca İstaııbuldan ibaret değil—
Bütün bunları görüp, dönerken» bombardıman edilmiş bir şehir, den döııüyormuş gibiydim. Istan bula hiç bomba düşmediğine ğö re, bu nedir? Bıı, ferdiyetçiliğin, teşkilâtsızlığın bombardımanıdır.
9
H i kây e
Bir Takım İnsanlar
Âdem baba’lar hapishanelerin en fakir, en harap, lâkin en kurnaz insanlarıdır. Onlar iki ayak üstüne kalkmış, konuşan birer solucandırlar. Bütün gün hapishane içinde, buldukları her delikten sızar, önlerine çıkan her çöp tenekesinden karınlarını doyurmıya yarıyacak; öteberi ararlar: küflü ekmek parçalarından, soğan kabukları, zeytin çekirdekleri, marul, ıspanak, pırasa yapraklarına kadar neye rastlarlarsa:
Bazan âdem babalardan biri, kaynlyan bir teneereye usullacık sokulur. İçi pislik dolu uzun tırnaklı elini yemeğe daldırır, yemeği avuçlar ve hızla uzaklaşır.
Âdem baba’lar -vitaminsizlikten- ekseriya bir davul gibi şişerek hapisane revirinin bir karyolasında mosmor ölürler.
Âdem baba Emin de bunlardan biridir. Uzun boyludur. Omuzlan çok geniş, fakat çok zayıftır. Gırtlağı fırlamış upuzun boynunun üstünde insana lüzumundan fazla iri gelen bir başı ve kenarları buruşmuş ufacık ufacık gözleri vardır.
Emin o gün hapishanenin her -yerinde gezdi, dolaştı, on ikinci koğuşta, söğütlü köyünden Recep ağanın ekmeğini çalarken yakalandı, dayak yedi, anasına avradına söğdüler, ensesini kaşıdı, gitti güneşe yattı. Bir ara hapisane bahçesindeki ebegömeçlerinden yedi, sonra gene koğuşları dolaştı, gene koğuldu, gene anasına avradına söğdüler, gene güneşe yattı, ot otladı, sonunda, ikindi üstü müthiş bir sancıya tutuldu. Sancı midesini öyle buruyor, göbeği sanki bir burguyla öyle delmiyordu ki,dermanı kesildi, ıslak toprağa boylu boyunca uzandı. Güneşin altında kıvrıldı, açıldı, toplandı, bacaklarını gerdi, midesini yumruklarıyla bastırdı, ağzından acı sular aktı, parmağını boğazına sokarak zorla istifra etmek istedi Ne yapmak istedi ise nafile... Karnının ağrısı geçmedi.
O, hapisane bahçesinde, ana duvarın önünde, jandarma kulübesinin altında kıvranırken, ikinci kısım teneffüsteydi. Nöbetçi jandarma da iki duvarın birleştiği köşenin üstündeki kulübesinde, pencereye yaslanmış ona bakıyordu.
10
Bahçede birer ikişer, üçer dörder, bazan daha çok, gidip gelen gelen giden mahkûmlardan çoğu, onu kıvranırken gördü. Lâkin o kadar... Kimse ne acıdı, ne de “Bir
ORHAN KEMAL
insann m yerde kıvranışından gözü yaşardı. Hattâ biri, yanıııdaki-ni dirseğiyle d"rterek:
— Numaral dedi.
Emin neden sonra topraktan kalktı. Her tarafı dökülen paçavralarının içinde dikildi. Yumrukları midesinde, iki kat ola ola birkaç adım attı, durdu, belki gene yürüyecekti. Fakat midesinde, tekrar, hem de demindenberi duyduklarından daha müthiş bir bu. runtu, olduğu yere yıkıldı.
Şüphesiz herkes gene dolaşıyor, onu görenler oluyordu elbette. . Lâkin “...nihayet bir serse-ri’ydi bu...„
Bir ara bir başkası, ayağa kalkmış bir başka solucan peydahlandı : Âdem baba Kaya Ali. Bu da yerdeki gibi bir paçavra yığınıydı ki burun delikleriyle baktığı zaman, anırmağa hazırlanan bir eşeği hatırlatır.
Kaya Ali yerdeki adama sokuldu. Elleri belinde, bir an, ki- , sa bir an, bir hayvan kadar hissiz ona baktı. Sonra, çıplak ayağıyla yerdekinin bağrünü -lâf olsun- dürttü :
— Kak lan.
Savuşup gidecekti.. Birden bir ihtimal “...bunu omuzlar götürürsem levire, benide salarlar levire.,, Gözlerinin önünden evvelâ bir tas çorba geçti, dumanı sıcak tüten bir tas.. Çorbanın kokusunu midesinde duydu, gözleri hırsla parladı, sonra, buna pek de imkân olmadığını sezdi, içini çekti. Yere bakıyordu. Gözlerini tekrar Emin’e dikti. Bu sefer de revir’-in çöp tenekesi aklına geldi. Marul, ıspanak, pırasa yaprakları, ekmek parçaları belki, zeytin çekirdekleri filân. İçinde gene bir ü-mit uyandı.
Kaya Ali, iki metre boyunda bir soba borusuna benzer, çöınel. di, yerdekini gene dürttü :
—■ İmin lan, İmin. Kak hadi. Kak, kak levir’e...
Yerdeki adam, çektiği dayanılmaz acıyı açık eden avuç içi
kadar yüzüyle ona baktı, cevap vermedi. Kaya Aliyse hep o hayvan insiyakile sezdi ki, Emin yü-rüyemiyecek halde. Buna daha çok sevindi. Çünkü Âdem babalar revire pek bırakılmaz : “.İkide birde aç'ık, hastalık numarası filân yapar, yiyeceklere sarkıntılık e-der revirden öteberi çalarlar... So-ra bu afyonkeş serseriler ha-pisanede afyon bulamadılar mı mide ağrısını bahane eder, lâv-danom isterler. Afyon alacak paralan yoksa, revir mecbur değil ya onların harman'ığını düşünmi-ye.. Lâvdanom, lâvdanom...
Kaya Ali yerdeki adamı kollarından kavradı sırtına aldı, hapisane idaresinin taş merdivenine kadar sürükledi. Merdivenin orda meydancılar -yani hapisanenin temizlik işlerinde kullandığı mahkûmlar- karşıladı: “Haydi bakalım yallah, dönün geri...„ diye ters yüzü etmek istediler. Kaya Ali etine ateş basmışlar gibi bağırmağa başladı: “...Sizde Allah korkusu da mı yok? Herif ölüyor yahu. Biz bu vatanın evlâdı dcel miyik? “falan.. Meydancılar is-lemiye istemiye inandılar. Eğer Emin yürüyebilse yalnız onu bırakırlar, Kaya Ali’yi geri çevirilerdi. Lâkin Emin pis paçavraları içinde yatıyor, yumuk gözleri, bileğine inmiş başıyla oracıkta bekliyordu. !
Hiç bir meydancı bahşiş çık-mıyacağını bildiği yükün. ucundan bile tutmaz. Kaldı ki leş gibi kokan “pis bir serseri„yi revire salla sırt çıkarsın.
Kaya Ali’yi omuzundan hınçla iten bir meydancı:
— Ulan, dedi, yemedim numaranı, neyse... Onu bırak sen çabuk in, yoksa bak ananı avra" dini...
Kaya Ali yerdekini sırtladı, revire çıkardı. Revirin demir kapısı kilitliydi. Emin’i oracığa bırakıverdi, bırakivertnesiyle de hemen unuttu. Açlığı içlerinde taşıdığı fersiz gözleriyle içeriye de mir kapının ötesinde, revirin beton sofasını şüpüren Mustafa’ya bakıyor, yutkunuyor, lâfa neresinden başlarsa bu eski arkadaşını, 72 ci Âdem baba koğuşunda cı-gara izmaritlerine zar attıkları, birlikte ot otladıkları, hapishane" den ucuz ucuz ekmek toplayıp dı-
larda birksç misli kâriyle satan bir açık gözün birgün ekmeklerini kapıştıkları eski arkadaşı Mus tafayı kızdırmadan kapıyı açtırmayı düşünüyordu ki, Mustafa Çıplak ayakları, etli ve kocamandı-Kaya Ali’yi gördü, görmesiyle de kan tepesine sıçradı. Kaya Ali'nin orada beklemesi kendisi için tehlikeymiş gibi öfkelendi, demir kapıya yürüdü.
— Ne var gene lan? Ne isti-yon?. Ha ? ..
Kaya Ali, çabuk çabuk, kekc-liye kekeliye lâf yeliştirmiye başladı, bir taraftan da işi patırdıya vermemesi içiıı Mustafa’yı yatış-tırmıya çalışıyordu.
Bu sırada yerdekinin de aklına bir kurnazlık geldi. Durumunu çok tehlikeli göstermek için midesini brstırmağa “amman anam öldüm öldüm öldüm» diye bağırmağa başladı. Bir yandan Kaya Ali, bir yandan Mustafa, öbür yandan yerdeki Emin’in uğuııa uğu-na bağırması gürültüyü arttırdıkça arttırıyordu Bir ara Kaya Ali Emin’i ayağıyla dürttü :
— Kes lan! dedi, bir
duyar şimdi... (Gene Mustafaya döndü)
âmir ne
— Mustuva, Mustııva be, Muştu va... Bağırma be kardeşim, Mustuva...
Mustafa dinlemiyordu... Karşısındaki adamı hiç bir gün, hiç bir yerde görmemiş, onu asla tanımamış gibi davıaııiyor, Kaya Ali’yi terslerken sesini aşçı başı duysun diye mahsustan yükseltiyordu. Mahsustan yükseltiyordu , çünkü daha bu sabah aşçı onu mutfağın bir.köşeşiııe çekmiş; “âdem babalara kapı açtığını gö' rürsem, karışmam hal» diye teıı-bih etmişti.
. Ben âmirimden emir almışım. Aça» am kapı mapı. Amirlerimin de bir bildiği var zahar. Bura imarethane değil. Ben senin yüzünden ekmemden olamam!
Kaya Ali boyuna yalvarıyor yakarıyor, Mustafaııın karşısında ellerini ovalıyor, boynunu büküyor.. Lâkin Muştafa inadına bağırıyor.. Derken aşçı gözükdü. Aşçıyı görünce Mustafa, hemen yumuşadı, asık yüzü düzeldi, gülümsedi, ellerini önünde bağladı. “Vazifesini namusuyla yapan her uşak gibi» sahte bir hürmetle kenara çekildi. Aşçının bir şey sormasına meydan kalmadan Muş-
tafa hemen atıldı :
— Get. derim getmez ağa. Bellen bura Peygamber yeri, şifa o-j cağı...
Kaya Ali’ye .döndü.
—- Bıırda kaz.aıı kaynamıyor, namussuz; herif :
Kaya Ali onu dinlemiyordu bile...
— Aşçı başı, aşçı başı be. No-lıırsun be aşçı başı.. Şu çöp tenekesini ..
Aşçı birden kızdı. Hapisane
müdürü, kâtip, doktor, baş gardiyan,'gardiyanlar ona kaç kaç sefer tenbih geçmişlerdi: “.. .Bu Beşerilerin ölmesi hep pislikten. İnsan çöp tenekesinden mikroplu öteberi yer mi? Geberdikleri bir şey değil, ilâçtı, şuydu buydu boşuna bir sürü masraf oluyor.»
Din, iman, Allah kitap karışık bir parlayışla Mustafanın elinden anahtarı kapan aşçı:
—...Gidecen mi, gitıııiyecen mi lan... diye kapıya atıldı. Aşçının niyetini anlıyan Kaya Ali korktu, direk gibi boyuyla merd.venleri koşarak indi gitti.
Emiu’e gelince, o, hâlâ iki kat inliyor, Kaya Ali’den alınamıyan hıııcın kendinden alınacağını, ner-deyse böğrüne yahut baldırına atılacak tekmeyi soluk almadan bekliyordu.
Tekmeyi Mustafa attı, hem de tam böğrüne. O zaman Emin, hayaları. burulan bir hayvan gibi böğürcrek taş merdivene boylu boyunca serildi. Canı sahiden acı-mıştı ama, btıkadar yaygara da “ııumara»ydı.
Tekme attığı adamın buralara varacağım ummadığı böğürmesinden feııa halde ürken Mustafa, fena bir şey yaptığını, “Âdem babanın» gürültüsüne aşağıdakileriıı ner-deyse koşacağını, bununsa kendi için hiç de iyi olmıyacağını he-sabetti. O bilil1 ki, hükümet, adamını bu türlü süründürür, icabında asar, sürer, hapseder ama “ciğeri beş para etmez birine» bir bata getirdin mi, senden hesap da sorar!
Gürültüye baş gardiyan geldi Esmer, kısa boylu, tıl lz b riydi ki yüzü-ille fakir fıkaraya hiç gülmezdi, ne olduğunu sordu. Şimdi aşçı, başı iri bir at kestanesini hatırlatan adam, az evvel . kendi önünde el ovalıyan meydancı Mustafa gibi küçülerek baş gardiyana durumu anlattı; “...hiç bir şey olmamış... Serserinin numarası. . Zaten mâlûm, bunlar âdem baba lakımı...»
Aşçı durumu aydınlatırken meydancı Mustafa, bembeyaz yüzü, korkudan pörsümüş bakışlarıyla, dikiliyor. “...Allah vere b:r boku çıkmasada ekmemizden olmasak. “diye aklından geçiriyordu. Baş gardiyan “peki, yatırın!» diyecekti ki, helaya gitmek üzere odasından çıkan hapisane mü-
Sonu 15 inci sayfada
11
Yarı Şaka Ya r ı C i d d î
Bir
iflas bandırası
Sayın Eleştirmeci Nurullah A-taç, “Oku-mak„ a dair bir söyleşi, daha yayınladı. Eskiden, şu akıllı uslu sayılan kimselerin öğütlerine kapıldığı için midir nedir? Durmadan okurmuş. Okumadan uyuyamaz, okumadan uyanatnaz mış (I). Eline geçirdiği koca koca kitapların bir sayfasını, bir satırını atlıyacağım. diye ödü koparmış. Yaşıyacağına, “bu eşsiz yer yüzünün benzerlikler içinde biribirinden başka, ayrılıklar arasında
biribirine vefalı saatlerini birer birer tadacağına,, sıra sıra dizilmiş kara harflere bakarak .gözlerini yorarmış,.. ' Oysa ki, şimdi, eskisi gibi okuyamı-yorrhuş. En sevdiği kitabı ilgi ile dalmış okurken içinden birden bire bir “bana ne„ demek geliyor, hikâyenin sonunu öğrenmeden, merak dahi etmeden roman mı, tiyatro mu neyse işte onu atıve-riyormuş... Oh, oh, memnun olduk I.. Üstat artık, her halde okumayı bıraktığından beri dilediği gibi, dünyanın tadını çıkara çıkara yaşıyordur. Yalnız açıklanması gereken bir nokta var :
Nurııllah Ataç’m münekkit olarak tanındığı sıralarda meşhur bir hali vardı ; Tenkid ettiği kitaplar» okumadan yazı yazardı. Hattâ bir seferinde, kendini müdafaa maksadiyle, bir münekkite sevmediği kitapları değil, sevdiği kitapları okumadığı için sual sorulabilir bile demişti. Nurullah Ataç, eskiden sevmediği kitapları okumazdı. Şimdiyse sevdiklerini de okumuyormuş. Acı bir itiraf amma, çoktan beri baş-lıyan bir iflâsın bandırası olmak itibariyle bahsetmeden geçemedik.
S e v s i n I e r!
C U M H U R l Y E T gazetesinde Adile Ayla adında bir kadın yazarımız “genç kızlarımız neler okuyor?» başlıklı bir makale yayınladı. Makale sa
hibi, bazı tahsili azgenç kızlarımızın ellerinden düşmiyen veçoğu da kadın romancılar tarafından ticaret maksadiyle çırpıştırılmış bulunan piyasa romanlarının bayağılıklarından. zevksizliklerinderi ve kötü tesirlerinden bahsediyor. Bu hususta sayın Behice Boran’ın da güzel bir etüd yapmış olduğiınu hatırlıyoruz. Adile Ayda; çok rağbet görmüş olan Hıçkırık romanına karşılık bir de Kahkaha (!) adlı roman yazmış olan Kerime Nadir’in bu son kitabından "etraflıca bahsediyor ki, dikkatimizi çekti: Kahkaha romanı şöyle bir cümle ile başlıyormuş : “Sakin bir tem" muz gecesi Moda açıklarında demirli......zırhlısında büyük bir balo veriliyordu,,... Romanın kahramanı ise “beyaz üniformasının apuletinde yüzbaşı rütbes parıldıyan uzun boylu, yakışıklı bir deniz kurmay subayı,, imiş. Bu sıradaki tabiat dekoru da bu sahnenin atmosferine uyuyormuş : “Kızıl bir hilâl Mar-maranın lâcivert ufuklarında dalmak üzere,,.,.. Sevsinler l
Adile Ayda, “bir genç kız kendisini böyle bir atmosfer ve iklim içine sokan romanın hangi kusurunu affetmez ?„ diyerek bu bayağı olduğu nisbette çirkin kitapların rağbet sebeplerini araştırıyor. Bize kalırsa, bu gibi kitaplardan, kötülemek maksadiyle de olsa, bahsetmek bir nevi reklâm sayılacağından susmak yerinde olur. İşin doğrusu, gartistik görgülerinin az oluşundan dolayı bu gibi kitapları okumakta olan gençlerimizin, zevk seviyelerini yükselterek" kurtarınıya çalışmalıyız.
İki telâkki tarzı
Ulus 3 Eylül
Zavallı Reşat Halil!
MUHARRİRLER yaşlandıkça hâtırat nevinden yazılara daha çok rağbet ediyorlar. Sayın edip Falih Rıfkı Atay da son günlerde hep bu çeşit yazılar yazıyor. U 1 u s’taki bir pazar konuşmasında (22 Eylül 1946) şu parçayı okuduk: Atay İstibdat devrinin hürriyet düşmanlığından ve zulümlerinden bahsederken diyor ki; “Bir gün bizim mahallede bir fısıltı: mürekkepçi bilmem ne efendiyi dün akşam evinden alıp götürmüşler, galiba Hicaz’a süre çeklermiş! sebebi Veliaht Reşat Efendiye- mürekkep satması imiş. Bu tarihte has adlardan bütün Hamit’leri “Hâmit„ e ve Reşat’ları “Neşet" e çevirdiler. O vakte kadar bizim biraderin ismi Reşat idi„.
Neşet Halil Atayın adının böyle bir kazaya uğradığından haberimiz yoktu.- Pek, geç kaldı amma, yinede geçmiş olsunl
12
TALÂT ARTEMEL biriki senedir film rejisörlüğü ile de meşgul oluyor. Bu alanda hatı ralarını anlatan sanatkâr bir şirket kurmak istediklerini ve paraları yetmediği söyliyerek sözlerine şöyle devam ediyor: “Sonraları aklımıza gelen bir fikirle» Zehirli .Kucak’ı çevirmek istedik. Memleketteki frengi davasını açıklıyan İçtimaî bir piyes olduğu için, hükümetten müzaheret göreceğimizi de tahmin ediyorduk. Fakat alâ-
kadar makamlardan aldığımız cevap şu oldu : “Memlekette frengi yoktur ki (!) onun davası olsun ! Onun için çevirmek istediğiniz filmin senaryosuna müsaade verilemiyeceğini eseflerimizle... „
Biz bu red keyfiyetine şaşmadık. Asıl bizi şaşırtan, bu mülâkatın çıktığı gazetenin ayni sayısında (28 eylül, 1946 ) bir başka sütunda okuduğumuz bir havadis oldu : Korkunç bir rakam adını taşıyan bu yazı, Boğaziçi otellerinde yapılan bir araştırmada yakalanan uygunsuz 27 kadından 20 sinin zührevî hastalıklarla malûl olduğunu bildiriyordu l '•
Çehov’un Eserlerindeki Kadın Kahramanlar
A. P. Çehov
Çehov’un sanatı kadın şahısları yaratırken gösterdiği kudre. ti- başka bir yerde göstermemiş, tir denilebilir . Çehov’un kendi cümlesini kullanarak dîyebiliriz-ki onun eserlerinde “ Takdire değer kadın ruhları yaşar „ .
Onun kadınları daha iyi bir hayatı özler . Bu kadınlar için hayat ancak hakikatin hizmetinde olursa manalıdır . Sözleri a-henklidir , iç ve dış davranışları kusursuzdur . İyilikle doludur' lar . Başkalarına karşı güzel niyetleri vardır , ruhların en derinlerine kadar nüfuz etmesini bilirler . “ Vanya Dayı „ da Son-
ya, “ Hendeğin Dibinde „ hikâ yesinde Lıpa , “ Köylüler „ de Olga . yahut “ Üç Kız Kardeş „ piyes:ndeki-öteki kadın şahıslar hep adilikten uzak kalmışlar > saflıklarını korumuşlardır . “Be yaz Kuş „ un , martının yeni ve temiz bir hayata doğru cüretli bir hamle tasvirî oluşu sebepsiz değildir, Çehov’ün kadın ve genç Rus kızı hakkındaki fikirlerini senbolize eder .
Çehov’un kadın kahramanları için , bütün hakikat, bütün delil, hayatın bütün saadeti çalışmaktır. Toprağı süsliyen ve zenginleştiren yaratıcı bir çalışma hasreti , işte Çehov’un kadınlarının ve genç kızlarının ahlâk anlayışları • ııın temeli budur . “ Üç Kız Kardeşler# den İren’in şiire olan Sevgisi herşeyden önce bu hasre4 yüzündendir , ve’gine bu hasret yüzündendir ki uzun bir dram
Toprağı süsliyen ve zenginleştiren yaratıcı bir çalışma hasreti, işte Çehov’da kadın ve genç kız tiplerinin ahlâk
anlayışlarının
V. Yerınilov’dan Çeviren: Ali KONUK
yaşamış ve bu hasrete kurban gitmiştir . “Üç kız kardeş,,ten aldığımız cümleyi beraberce okuyalım : “ Nasıl yaşamak icap et-
tiğini biliyorum . Her şeyi biliyorum aziz Ivan Romaniç . Herkes çalışmalıdır, alnının teriyle çalışmak , hayatın mânası , sevinci , cezbesi olmalıdır . . . # . Lâkin*hür , m“s’ut , yaratıcı çalışma , Çehov’un kadınlarında tahakkuk etmiyor , yahut da edemiyor .“ Üç kız kardeş„in ikinci perdesinde yorgun , bıkkın, gençliğine rağmen ihtiyar bir İren buluyoruz . O artık kederli kederli “Şiirsiz, fikirsiz bir çalışma... „ diye konuşuyor.
Bu çalışma arzusu bir tahakkuk yolu bulamıyorsa , şüphesiz kabahat o kadınlarda değildir , O günkü Rusya’da gerçek olan buydu , iş , güzel bir şey değil bir işkence idi .
Çehov’un kadınları , küçük burjuvalara mahsus saadetlerle yetinmezler az saadete kanaat et-m’z.ler . Şahıs saadeti onlar için herzaman herkesin saadeti ile beraberdir . “ Veroçka „ hikâ-
yesinde olduğu gibi. Veroçka b’r kadındır diğer eserlerinde de herkesin saadeti için mücadele , o-nun için ızdlrap çekmek ve böy* lece aydınlık ufuklara doğru ilerlemek düşüncesi vardır .
Çehov’un başka bir hikâyesinde , “ Nişanlı „ daki Nadya , nişanlısiyle ve ona vaadettiği miskin saadetle alâkasını keser . Ailesini, şehrini bırakır , onu boğmakta olan ferdiyetçi bir hayatın bataklığından kurtulmak ister ; asıl hayata girer , herkes için çalışır ve vatanın hürriyeti için savaşır •
“ Nişanlı „ Çehov’un ölümünden az önce yazmış olduğu son hikâyesidir . Ne taze bir hayatla doludur bu hikâye I Her sa-' tırinda , cemiyetin yeni bir hayatın eşiğinde olduğu sezilir .
Son piyesi olan “ Vişne Bahçesi „ nde Anya , baharın ve is-
temeli budur!
tikbalin timsalidir. Onun ağzly-le Çehov , eskiyen bir zamana elveda eder. Anya’nın sesi piyesin sonunda “ Elveda ey eski hayat# diye yükselir. Onun arkasından Patya Trofimof “ Selâm olsun yeni hayat „ diye bağırır .
“ Vanya Dayı „ daki Söııya mükemmel bir tiptir . Diğerleri, ııiıı saadeti için kendisini feda eder . Bütün insanlık için lâzım olduğunu sandığı bir âlimin ' hayatını korumak maksadıyla çalışır.
Çehov’un yarattığı kadın tipleri arasında zamanın fenalıklarına karşı muzaffer olmuş genç kızlar da ’ görürüz . Yukarda da söylediğimiz Anya ve Nadya bunlardandır. Nina Zareçnaya “ Martı „ da aynı vasıftadır .
Bazaıı Nina gibi ümitsiz tiplere rastlamak kabil . Nina kendini kolayca ölüme verebilir , zira bir büyük gayesi , yaratmak istediği bir şeyi yoktur . Sevdikleri onu bırakmış ,• çocuğu ölmüştür . Kendisi tiyatroda aktördür . Mesleğinden soğur . Fakat sonunda ona da bir mücadele , bir fenalıkları yenmek‘arzusu hâkim olur .
Nina böylece zaferin ve. yaratıcı ifadenin timsali . Bir ruh kudretiyle beraber mükemmel bir şefkat, mücadele iradesi, iyi değerlere doğru gitme , işte Çehov’un kadın kahramanlarının vasıflan bunlardır .
Bir sigara yaktığın zaman “Garibin vatanı kahveler,.hanlar Senin vatanın duvar dipler;. Mapusane köşesinin Türküleri gibi hafifsin Güneşe çıkarıldığın zamau Anan gelir hatırına ı Yâr gelir, dostlar gelir Bir sigara yaktığın zaman. Hürriyeti seversin Parmaklıksız hürriyeti. Kızları seversin, Dişleri sedef olsun Elleri tütün koksun Dersin.
Ne tuhaf,
Hep sevdiklerin gelir hatırına Bir sigara yaktığın zaman.
Açlan SAYILGAN
13
j^Hiç’Hşüphe etmiyorum ki Kate Kolvitz asrımız sanatının en parlak varlığı, insanlık tarihinin en müstarip narasıdır. O, yarına dev" cesine merhametin cüce menfaatlere karşı açtığı mücadelede bir senbol olarak kalacaktır.
Kate Kolvitz’in resimleriyle karşılaşmam bundan yedi yıl evvel harp ihtimallerinin kuvvetlendiği sıralarda olmuştu. O zaman şu safça fikir kafamı sarmıştı:
Bu resimleri çoğaltıp bütün dünyaya dağıtmalı, harbin önüne geçmenin en kestirme çaresi bu-dur.«
Halk yığınlarının çektiği haksız izdirapları, bizzat yaşadığı için insanlaşanlar vardır; bir de insan doğdukları için müzdarip olanlar. Kate Kolvitz bu İkincilerden ve devrinin en çok iztirap çe" kenlerinden biridir.
1914 de küçük oğlu Fiandre cephesinde öldürüldü. Bu vaka belki harbe dair yaptığı birçok res* min doğmasına sebep olan hadiselerden biridir. Fakat o isyan (1899)1, kadı ı ve ölü çocuk ( 90 ) ıı ve Köle harbi (1.90 5) ııi yarat* tığı sıralarda henüz şal.si dertle re yabancı ve günlük maddî sıkıntılardan uzak yaııi müreffeh diyebileceğimiz yaşama şartlar na sahipti.
Onun sanatı ağlayanlara bir teselli olduğu gibi yalrız kendileri için yaşı yanlara bir kâb s tıı- Bunun içindir ki onunla uğ raşhlar; satılmış münekkitleri, gazeteleri, broşürkriyle onu topa tuttular; resimlerini toplattılar, tehdit ettiler ve en sonunda vatanından kaçırttılar. Fakat bütün
■ Kathe Kollvvitz
Onun saıreats ağlıyanlara teselli, kendileri içim yaşıyanfiara bir kâbustur
Yayan : Haşmet A K A L
© bunlar, bu büyük kadının gelecekte doğacak hür Alnanyanın iftihar madalyası olmasının önüne geçe miyecek tir.
Kate Kolvitz 8 temmuz 1867 de Königsberg’de dünyaya geldi. Babası Kari Şmit hukukçuydu, fakat ileri kanaatleriyle bir mevki sahibi olamıyacağıııı anladığı için, duvarcılık yaparak yaşamayı tercih etti. Daha sonraları Al-maııyanın ilk hür rahibi olan.kaynatası öldükten soııra onun yerine, kurduğu tarikatın başına geçti. Kate bir mektubunda babasından şöyle bahsediyor: “O bana yakındı, çünkü beni sosyalizme götüren odur.„
İlk resim tahsilini Königsberg-de yaptı. Sonra Berlinde iktisat tahsil eden ağabeysi Konrad Şmid’ iıı yanına gitti. Tekrar Königs berg’e döndüğü zaman, o sıralarda “ Hayattan bezgin „ eseriyle alâka uyandıran Neyde’ııin yanında çalıştı. Daha sonra Münih’e gitti. 1891 de doktor Kaı-1 Ko-
vitz’le evlendi. Kocası Berlin civarında halk doktorluğu yapmak üzere yerleşti,. 1933 e kadar orada kaldılar.
1893 de muvaffakiyetleri yü-z.üuden kendisine Kayzer altın madalyası verilmesi kararlaştırılmıştı fakat Kayzer bunu reddetti. Buııa rağmen bir sene sonra Dresden’de bu madalya kendisine verildi. ■' ' '
“Dokumacılar* adlı eserleri Kayzer galerisine gizlice satın alındı. 1908 de ev işleri sergisi için hazırladığı eserlerinin çoğaltılmasına kraliçe mani oldu. Küçük çocuklara oyun yerleri yapılmasına çalışanların teklifiyle vü-cude getirdiği diğer bir resmi polis emriyle yasak edildi.
Görülüyorki Almanyada aris tokrasi sanat eserine lâyık olan kıymeti vermekten âciz bir durumda bulunuyor. Gene 1908 de yaptığı “Köylü harbi* isimli eseriyle “Villa Romana* mükâfatın kazanmıştı. Bu mükâfat ona bir yıl Floransa’da Romana villasında oturma hakkını veriyordu. FİO' ransadan yaya olarak Romaya-geçti. 1914 de birinci emperyalist harbin başlarında küçük oğlunu kaybetti.
Kate muhakkak ki, ilk eserlerinin verdiği kanaate göre, sanat tekniği bakımından Max Klinger iııd kuvvetli bir tesiri altında kalmıştır. Lâkin başka toprakların
14
t ■
i

/-•» e
mahsûlleri olan Goya, LiXuetlfeZ ■ ve Daumier onun, teknik bakımından ılerleınes'nde b'rer basamaktır. Yalnız şunu hemen söyliye ■ limki bu tesirler, onun pek erken beliren şahsiyetini taşıyan ■ eserlerinde ancak his olunur.
Daha sonraları kuvvetli şahsiyeti bütün hususiyetiyle belirmiştir. Artık eıı ileri devresinde bütün tesirlerden uzaktır, Ne Dauıııi-er’in alayı ne Goya’ııın mübalağası ne de Max Klinger’in objektif ara. malarını bulabilirsiniz. Fakat bu devrelerinde edebiyatın bilhassa Zola, Dostoyevski, İbsen, Göte» Gork', gibi kalem . ustalarının ps-kolojik atmosfer ne bürünmüştür.
İlk olarak 1897 de yaptığı “Do kumacılar» gravür, boya, lito ser ■ s yle meşhur oldu. Sanatının tekâmülündeki esas merhaleleri, şu numunelerle sıralıyabiliriz;
1895 .Kendi portresi
', 1899 İsyan
1901 Giyot'n etrafında dans
1903 Kadın ve ölü çocuk
1908 Köle harbi
1910 Ölüm ve kadın
1920 den sonra Harp v- s.
Hikâye
I Ilaştarafı İl incide _ dürü revir merdiveııindekileri görünce ilgilendi, revir kapısına geldi. Bu sefer baş gardiyan, revir aşçısının az evvel kendi önünde düştüğü durumu hatırlatarak, zorlama bir saygı içinde “mesele» yi anlattı. İşi zaten önemle dinlemi-yen, her gün bunun gibi, hatta bundan da beter nice vak’alarla karşılaşmaktan gelen bir kanıksayışla müdür, baş gardiyanın “izahı„tidan hiç bir şey anlamadı, sadece :
— Pekâlâ pekâlâ, yatırın! diye söylenip savuştu.
Eraiıı’i revire aldılar. O, revir sofasındaki tahta sıraya oturmuş, yumrukları midesinde, iki kat, hafif hafif inlerken midesi hâlâ sahiden sancılanıyordu - hiç değils: doktorun vizite gününe kadar üç
• ■ * ( t
' 1 ’ »■ • *'r ‘
■ '. • .. û- • v
gün* karyolada yatacağı, karilin 1 doyuracağı için memııundıiz Mustafa’ya gelince, o da işlerin “mayna» oluşuna seviniyordu» Çünkü, meselâ, “î. .sen kim oluyorsun da tekme atıyorsun eşş oğlu .,» falan diye “şu pis âdem baba »tun yüzünden kovulur, geııe 72. ci koğuşu boylıyabilirdi.
Sofayı süpürmek için' süpürgeyi tekrardan alırken gözleri Emin’e kaydı. Ona yeni baştan kızdı: “...Şuraya geldik ya, dolarlar gayri...» Tam bu sıra mutfaktan çıkan aşçı’ya sırıttı :
— Dayı, biliyon mu, yani hü-kûmat bir şey dimese, 'anam avradım olsun hani şu keranâcıyı iki yumrukta...
Âdem baba Emin bunları duydu, lâkin aldırış bile etmedi.
943 Orhan KEMAL •
♦♦♦♦♦♦♦♦ ♦♦♦♦♦♦ e n d i k a ya abone Olunuz
i ' J ,
V
s
İtalya seyahatinin onda sanat bakımından pek tes rii olduğu id-d a edilemez. Fakat 1910 dan sonraki durgunluk devri bu seyahatin yani kuvvetli İtalyan sanatının onu biraz, sarstığı şüphesini uyandırıyor. Kate mektuplarından b:rinde bu kanaatimizi şu cümle’er yle kuv vetlendiriyor: “Floransa ben:m çalışmalarımda bir tesir gösterdi mı? Öyle zannediyorum.ki hemen hemen hiç»... Hiç diyor. Fakat bu cümlen ıı “hemen hemen» i onun 10 yılını • durgunluk devrini - temsil ediyor. Yalnız bu 10 yıllık durgunluk büsbütün verimsiz geçmiş sayılmaz. Bu arada plastiğe çalıştı. “Bekleme» (1916), “Ebeveyn ve anneler» de.bunu sezebiliriz .
ABONE
: Yıllığı — 509, 6 aylığı—250, 3 aylığı — 125 kuruştur.
SENDİKAYA ABONE OLUNUZ
Çarşı kapı kürkçü 1er pazarı sokak No: 14 F-K Basımevi '

• • i
Geçen sayımızın kapak ren mi de Katlır* itindir.
—— XX. Yüzyıl kitapları——*
; •
■ ♦
: :
: î

: :
: , : : :
:
oku- | î
|- F—K. Basımevinden tedarıu eaeDiıırsıııız. *
♦♦♦♦♦*♦*♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦*♦*♦♦♦♦t
. . s.
Hans bahrend
' ALMAN FAŞİZMİNİN PERDE ARKASI
t
Milliyetçilik maskesi altında sahneye çıkan faşizmin kimlere ve nasıl hizeet ettiğini öğrenmek
~ ŞiziEiııı ve .
♦ için, vesikalara dayanarak yazılmış bu kıymetli 100
eseri muhakkak okuyunuz. Okuyucularımıza kuruş yerine 80 kuruştur.
—-
Romain rolland
Shakespeare
Büyük insan ve dâhiyi bir -başka sanatkârın kalemi ile tanımak için bu kitaptan bir tane edi-KBİUÎZ
Büyük
Okuyucularımıza 50 kuruş yerine 40 kuruş.
Maksim Gorki
Strasti - Mordasti
Büyük halk san’atkârının nefis bir eseri yucularımıza 40 kuruş yerine 30. kuruş.
F—K Basımevinden tedarik edebilirsiniz.
i:
l
y
$

•J
t
t
Dayan arslaıı 1 , ,
Hiç bir zaman v . , ’ '1
böyle merhametli bir ümitle sevmedi hiç bir insan, hiç bir âleti.
İstiklâl'Savaşı Destanından :
ŞOFOB^HM
• : ■ ■ ’■(. • >
Ne diyorduk oğlum Ahmet?
Dökmeciler sağda, kalır, derken, Uzunça'rşıya saparken köşede • sol kolda seyyar kitapçı;
• Hikâyei .billûr köşk, altı cilt Tarihi Cevdet ve' Feııni tabahat.j.
■ C‘_> l ' "
.7 Tabahat mutfaktan, gelirmiş, yani yemek pişirmek.
Hani uskumru dolmasına, da , bayılırım pek, Yaldızlı kuyruğundan, tutup .■bir salkım üzüm'gibi yersin’
■ ' , . " ■ ? ' ' J u-
llerde bir süvari kolu gidiyor,
. saptılar, sola.
Uzıınçarşıyı dikine inersin.
Saudalyacılar, tavla pulcuları, tespilıçiler... ' M ■"’>
Ve sen İstanbullu, '■
Seıı kendi ellerinih hünetine alışmış olduğundan şaşarsın İstanbullulara;
• ne kadar ince, çeşitli hünerleri var dersin.
■ * • . ■
Rüstempaşa camisi, • ‘ urgancılar...’ * ’
Urgancılarda yüz parça yelkenli gemiyi
- ve hesapsız katır kervanlarını donatacak kadar urgan, halat, dökme tunçtan çıngıraklar satılır.
Zindaııkapı,
Babacafer, '
Uzakta Balıkpazarı, kuru yemişçiler...

1
r' ■ -'f1'
.1
Yemiş iskelesindeyiz,
O, sandalları,, mavnaları, ’ ’’7
güneşli karpuz kabuklarıyla1: -y'izüne hasret kaldığım deniz.
Sol. arka lâstik hava mı kaçırıyor, ne İnip baksam....
Yemiş iskelesinden dilenci vapurüna Eyyip’te Niyetkuyusuııa gittikti. :
Elleri yumuk yumuk, bacakları biraz çarpıktı ama yeşil’zeytin tanesi gibi gözler kaşları hijlâl gibi çekikti^
Tam Rüstempaşaya yaklaştık, beyaz başörtülü... ı .t/. jj.
Lâstik hava kaçırıyor; ' derdine deva' bulamazsak eğer,. Dur bakalım Babacafer.
* * ’ 5‘ ' ( ' ■ T’’..
Üç numaralı kamyonet durdu, Karanlık,. kriko, pompa, eller, küfreden; ve. küfrettiğine kızan elleri.
Lâstikle ve ihtiyar tekerlekle çalışırke ' Ahmet hatırladı:
Bir gece nüzüllü baba annesi, sedirden sedire taşınırken kadıncağız
*• ■ - ; »
İç lâstik boydan boya ’ patladı.
Yedek , ■■■ " ’ •
yok. .a. .
Dağlarda avaz avaz imdat istemek?
Sen Süleymaniyelisin oğlum Ahmet 1
Sana tek başına verilmiştir üç numaralı kamyonet ■ Hem hani bir koyun varmış,, kendi bacağından1 asılan bir koyun. *
Süleymaniyeli şoför Ahmet, soyun 1 Soyundu.
Caket, külot, pantol, don, gömlek ve kalpak ve kırmızı kuşak, > , ', .
Ahmedi postalların üstünde, çırılçıplak bırakarak dış lâstiğin içine girdiler, şişirdiler.
* ' . ’l *
Bu şarkı nihaventtir.
■ Deniz kıyısında bir şehir
Beyaz başörtüsü.,.,
Saatte elli yafnydrjp
Dayan ömrümiip törpüsü,' dayan da dağlar anadan doğma görsün şoför Ahmedi.

f