1946 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1946 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kaynak: TÜSTAV - Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı Arşivi

FİKİR.,SANAT VE TENKİT DERGİSİ

SÖZE BAŞLARKEN

HALK
NASIL GERÇEKLEŞEBİLİR?
Behiçe BORAN


I

I
DEMOKRASİNİN, halkın halk taıafından halk menfaatleri için idaresi demek olduğu çok tekrarlanmıştır. Ama bu çeşit bir halk idaresi nasıl gerçekleşebilir ? Halkın muayyen zamanlarda kendi mahallî mümessillerini ve milletvekillerini seçmesi, yukarıdaki tarifin ileri sürdüğü halk idaresini, demokrasiyi gerçekleştirmiye kâfi gelir mi ? Milletin iradesi kendisini ancak dört yılda bir kere sandık başında bir rey puslası atmak şeklinde kendini gösterirse, iki seçim arasında vatandaşlar pasif kalır, bütün işler ve mesuliyetler seçilen mümessillere bırakılırsa, demokrasiden nasıl bahsedilebilir ?
Garp demokrasilerinde bu nokta mühim bir mesele olarak belirmiştir. Harbin arifesinde, 1938*lerde, İngiltere’de başında mütehassıs psikologların bulund> ğu bir teşkilât halk oyu üzerinde çeşitli tetkikler yapıyordu. Şu leikiiutiH. ı»fl5u-cu Kitle Müşahedeler il e Britanya (Biitain by Mass Ob-servation) adlı bir kitapta neşredildi. Bu müşahedeleri, halktan bu işe istekli çıkan vatandaşlar, mütehassısların direktifleri altında, doğrudan doğruya halka sualler sorarak yapmışlardır. Araştırılan noktalardan biri de halkın hükümete, memleket işlerinin idaresine karşı aldığı tavırdır. Verilen cevaplarda, yukarıda bahsettiğimiz mesele açıkça beliriyor.Modern cemiyetlerde devlet teşkilâtı dallanmış, budaklanmıştır. İşleri bir günden diğerine yürüten büyük bir memurlar kadrosu yerine gelmiştir. Halkın bunlar üzerine bir kontrolü yoktur ve işlerin nasıl döndürüldüğünden haberdar da değildir. Bir takım işler «ihtisas, bilgi işi» diye, bir takımı «devlet sırrı» diye halka bildirilmiyor. İki seçim arasındaki devrede halk mahallî ve merkezî hükümet teşekkülleri ve siyaseti üzerine tesirli bir-kontrol koyamıyor. Basın, söz, lanma, gösteriler yapma hüriyetleri halk oyunun müra
ve nüfuzunu müessir kılmıya kâfi gelmiyor. Sözü geçen kikte, İngiliz halkının bu vaziyetten şikâyetçi olduğu b yor ve tetkiki yapıp neşredenler bu meseleyi İngiliz de rasisinin mühim bir dâvası olarak ileri sürüyorlar.
Üzerinde ehemmiyetle durulması gereken bir ikinci nokta, «halkın kendi kendini idaresi»nin cemiyet hayatının hangi alanlarında tecelli edeceğidir. « Halk idaresi » denince u-mumiyetle dar mânada siyaset alanı akla geliyor. Halbuki vatandaşın günlük hayatını dolduran, hayatının huzurlu veya huzuisııZ geçmesine âmil olan bir sürü işler vardır ki, ayrı ayrı alındığı takdiıde «küçük işler» gibi görünür, fakat topyekûn ve bir zaman seyri içinde alındığı takdirde ise hayatî ehemmiyetleri olduğu belirir. Oturduğu şehrin, kendi mahallesinin su, tenvirat vaziyeti, sokaklarının tamir ve temizliği, çocuğunu gönderdiği okulun öğretim, disiplin ve yaşama şartları, şehrin hastahane, klinik gibi sağlık durumu şartları vatandaşı yakından ilgilendirir. Sonra, kendinin ve ailesinin geçimini temin ettiği çalışma sahası onun için ha-(Devamı 8incı sayfada)

1
SAYI
5-6
Ankara Üniversitesi çok kıymetli bir profesörünü, Türk milleti aydınlık ve uyanık kafalı bir evlâdını kaybetti. Profesör Saffet Korkut vefat etti. Bu acının münevver gençlikteki akislerini iç sayfalarımızda bulacaksınız. Örnek bir insan olan Saffet Korkut’ un kaybından dolayı, SÖZ, hepimize başsağlığı diler.
“Bir gerçek âlemdi gördüğün ey Celâleddin, heyulâ filan
Jr**^-**#^ değil,
uçsuk W yaraidmadı, ressam Iget? - O’â filan
değil, ve senin ezgin etinden kalan rubaîlerin an muhteşemi ; “Suret hemi zt!!est..„ falan diye başlayan değil...
2
“Bu bahçe, bu nemli toprak, bu yasemin kokusu, bu mehtaplı gece Pırıldamakta devam edecek ben basıp gidince de, Çünkü o ben gelmeden,' ben geldikten sonra da bana bağlı olmadan vardı Ve bende bu aslın sureti çıktı sadece.^.
Nûrettin Eşfak
artiler
Yazan : ZEKİ BAŞT1MAR
Oınıflı bîr cemiyette sınıfların inkârı çalışan kitlelerin İktisadî, siyasî ve her türlü haklarının inkârına müsavidir. Milletlerin, bilhassa son yirmi yıllık tarihinde bu hakikat apaçıktır. Zaten bugün hiç bir ciddî fikir adamı, bu günkü cemiyetin İktisadî menfaatleri, düşünceleri, hayatı görüşleri birbirinden ayrı, hatta birbirine zıt insan guruplarına ayrılmış olması hakikatim inkârdan bir fayda ummamaktadır. Bugün sınıfların varlığı, yokluğu meselesi değil, hakları ve varlıkları uzun zaman inkâr olunan işçi ve emekçi kitlelerini başka sınıfların siyasî ve sınıfî emelleri için gönül hoşluğuyle kazanmak, avlamak bahis mevzuudur. Şüphe yok ki, evvelce sınıfları inkâr edenler şimdi onları İlâhî bir kanunun zaruretleri diye tanıtmıya çalışacak, İçtimaî müsavatsızlığı insanlık cemi-(Devamı 8 inci eayfada)
I Ağustos 194-6
ANKARA
25
KURUŞ

Musiki
ANKARA’DA
Alaturka - Alafranga
«
BİR KARİKATÜR SERGİSİ
Yazan: Tahsin SUNGUR
Selma Emiroğlu’nun Ankara’da açılan karika-tür sergisini, resim tekniğinden anlıyan bir ziyaretçi gibi değil de, samimî bir sanatsever olarak dolaştım. Sergiyi gezmeye başlayanlar önce, bu genç karikatüristin, 1935’de, daha henüz bir çocukken çizdiği, kargacık burgacık resimlerlerle karşılaşıyorlar. Seneler geçtikçe olgunlaşan bir elin çizdiği resimler, nihayet hakikî yolunu buluyor. Selma Emiroğlu artık değme karikatürcülere faş çıkartan bir sanatkârdır. Seçtiği mevzulara bakıyorum*, hepsi, içinde bulunduğumuz cemiyeti aksettiren ve insanı güldüren, düşündüren, düşünürken güldüren kuvvetli mevzular
Genç karikatürist latife mevzuu ettiği meselelerin yanında tipler ve karakterlere biraz fazlaca yer ayırmış. Fakat ele aldığı bu tipleri işlemekte gerçekten büyük bir başarı gösteriyor.
Sergideki eserlerin hemen ekserisi, usta bir sanatkârın izlerini taşıyor. Bu serginin açılması sanat hayatımız için şüphesiz çok faydalı olmuştur. İlerisi için, bize çok şeyler vadeden genç karikatüristi tebrik eder, tuttuğu yolda daha ileri adımlar atmasını bekleriz.
I
Muzaffer Tayyıp Uslu Öldü
-■> te- /
Muzaffer, Zonguldak'ta oturan bir halk çocuğu idi. Liseyi bitirdikten sonra, veremli ve fakir oluşu yüzünden, okumaya devam edememişti. Bir müessesede çalışıyordu. Bundan altı ay evvel,hastalığı ilerleyince, doktorlar sanatoryuma yatırılmalına lüzum gösterdiler. Bunun için de 700 lira kadar bir para lâzımdı. Çalıştığı müessese, hizmetinin az olduğunu ileri sürerek bu parayı vermedi. Üstelikte hastalığı çalışmasına engel olduğundan aldığı ücret kesildi. Hergün çeşitli zorluklar karş’Sinda kalan Muzaffer’in yaşama imkânlarını elde etmek için artık yapacak hiç bir işi kalmamıştı. Fazla da yaşamadı
Bu sene neşredilen «Şimdilik» isimli kitabı, bir sürü noksan ve yanlışlarla doludur. Esasen de ilk şiir denemelerini toplıyan bu kitap onun hakkında tam bir fikir veremez. Yarım kalan Eş-refoğlu destanı» ile basılmamış şiirleri Muzaffer’i daha iyi tanıtacaktır.
İlk şiirlerinin dış görünüşü onun da bugünkü şiir modasına kapıldığını göstermekte ise de çok farklı bir sanat anlayış ve yapısına sahip olduğu muhakkaktır. Hastalıklı olması Muzaffer’de mariz duygular uyandırmamış, aksine, adamca duygular, yaşamak aşkı ve tazelik daima yazılarının belirli taraflarını teşkil etmiştir. Üstelik te konuyu ele alışı ve söyleyişi bambaşka bir şekildeydi.
Bir kenar mahalle çocuğu olduğunu hiç bir zaman unutmıyan Muzaffer yaşasaydı herhalde ilerde tam mânasiyle bir halk sanatkârı olacaktı.
pÇökü oldukça eski olup son aylar zarfında a-levlenen Batı müziği hakkında tek taraflı o kadar şeyler söylendi ki, bu yolda doğru ve ob- ı jektif bir görüşün de ortaya atılması lâzım geldi. Müzik hakkında eskilerin alaturka, alafranga tefrikini Batı müziği, Türk müziği tabirleriyle ifadeye kalkışmak ne derecede doğru olur ? Coğrafi koku taşıyan bu terimler istenilen objektif neticenin alınmasına en büyük engeli teşkil ederler. Bahusus Türk olan herşeyin en iyi olmasını istemek duygusu ulvî meziyetlerden sayılırken, Türk müziğinin, Garp müziğinden dûn addedilmesi tabiatıyle herkesi isyana sevkeder. işi bu tarzda kavramak hatalıdır. Türk müziği nedir, üeye derler ? Evvelâ bunu araştıralım. Türk müziği Türk bestecisi tarafından bestelenmiş ve bizden içine birşeyler katılmış eserlerin yekûnudur. Bu kabataslak tarifin eksik tarafları belki mevcuttur, fakat esasta doğru ve gayrı gabili münakaşadır. Bu noktadan hareket edilince Zekâi dede veya herhangi bir aşığın eserleriyle birlikte, Cemal Reşit, Haşan Ferit, Ahmet Adnan ve Ulvi Cemal’in eserleri de Türk müziği kadrosunda yer alır. Tıpkı Fuzulî, Bakî Yusus, Karacaoğlan Türk şairi sayıldığı gibi Fikret, ve Nazım, da Türk şairidir. Arada büyük bir şekil farkı olmasına rağmen hepsi de şarktan, garpten aldıkları şekillere Türkü katmış, katabilmiş kimselerdir. Bununla be raber aralarında zaman, duyuş ve mensup oldukları sosyal bünye tesiriyle derin farkların mevcut olduğa da inkâ-^rtbul etmez hakikttlefdendîrrZa-man ilerler ve şekiller, duyuşlar değişir. Dini felsefeye bağlı ve eserlerini Zamanın mümtaz (I) tabakasına hitaben besteleyen eski bestecilerimiz yaşadıkları muhite göre muvaffak olmuş eserler bırakmışlardır. Ancak aynı eserleri bu gün değişmiş şartlar altında avnt şekiller içinde sunmağa kalkarsak eskiye âşinâ zümreden başka kimseyi alâkadar etmeyiz Mûsiki de, sosyal bünye içinde arkadaşları sanat nevilerinin akibetine ergeç uyacaktır. Şimdiye kadar edebiyatta, resimde, mimaride. heykelde nasıl garp tekniğine uymak zarııre* tinde kalmışsak aynı akıbet musikimizi de bekle* inektedir.: Hatta bu cereyan son yirmi senede başlamış bulunmaktadır. Her sosyal müessesenin yı-
müziği olduğu, bu tarzın en fazla bizde mükem-melleştiği, binaenaleyh bizim malımız olduğu iddiasına verilecek cevap basittir. Bu ifade ile evvelâ hiçbir müziğin bir millete has olmadığı muarızlar tarafından kabul edilmiştir. Menşeî arab veya Bizans her ne olursa olsun alaturka, nasıl bizim o zamana kadar mevcut tekniğimize faik daha doğrusu o zamanın icaplarına daha iyi cevap verir görülerek alınmış ve onların malı olmaktan çıkarılmışsa, bu günde o mükemmel teknin zamanın ihtiyacina cevap veremediğinden ve gelecek tekniğin bizim oimıyacağından korkmıyarak huzuru kalple terkedilebilir. Esasen bu müzik Türk ruhunu ifadeden uzak kalmış ve halk müziğinin kıymetinin uzun zaman için entellektüel sınıf tarafından kavranmasına engel olmuştur.
Alaturkanın, batı müziğine faikiyeti iddiasına gelince, bütün kıyametlerin burada koptuğu görülür.
Ötedenberi alaturkanın saklı, alafranganın hadim müziği olduğu söylenir. Tek sesli alaturkanın karşısında, çok sesli alafranganın imkânları nelerdir ? Kendi hesabıma alafranganın burada çok beşeri bir dereceye ulaştığını söyliyeceğim I Bu tarz kompozisyonlarda her sazın insan sesinin hususiyetleri nazara alınır ve böylece insan sesi diğer sazların hususiyetlerinden sıyrılıp, sadece her saza ve her türlü söze gelir tarzda yaratmak mecburiyetinde kalan alaturkaya kar-----------------
şt Çök geniş imkânlar içindedir. Bu imkân insan sesini, insan sesi haricinde kalan sazların istibdadından kurtarmıştır. Batı müziğinin insan sesine verdiği şu huriyete mukabil, diğerinin zamanını zümre maksatlarına nasıl uyduğunu ve zamanını aşamamak durumunda kaldığı görülür. Burada paradoksal bir vaziyet mevcuttur. Hürriyet peşinen imkânları ihtiva eder. Halbuki sadece hususiyetleri ile sınırlanmış insan sesi mahkûm olmaz mı ? Bu iddia kolaylıkla cevaplandırılabilir. İnsan sesinin hususiyetleri ile sınırlanması onu diğer sazların söylediği şeyleri söylemekten kurtarmakta, her yeni imkânı keşfedildikçe ifade kabiliyeti genişlemekte böylece beşer sesi üzerinde durmak ve bu yolda ilerlemekle o nisbette fazlalaş-kılmasında olduğu gibi bu hadise cereyan ederken maktadır.
de bazı hoşnutsuzluklar doğacak ve türlü münakaşalar yapılacaktır. Resimde ve edebiyatta son çeyıek asra kadar gelen yeniliğe karşı ayaklanmaları hatırlarsak bu mücerret ifadelerimiz biraz daha ehemmiyet kazanır. Bir medrese devrinde, kendimize kapanmış, sübjektif aleme karşı alabildiğine açılmış olduğumuz zamanda bizi tatmin e-den musiki, hayatın dünya çapındaki hadiselerle bu kadar sık değiştiği, ferdî yaşayışımızda bile inzivadan uzaklaşıp tam manasıyla cemiyetin içinde yuğrulduğumuz bu günlerde son ve moda tâbiriyle « atom devrinde » eski ferdî musikiyi yeter saymak bilmem nasıl izah edilebilir. Basit bir sosyolojik araştırma bile musikinin sosyal tekâmülü en yakından takip ettiğini gösterir. O halde halâ eskide ısrar etmek muhalin müdafaasıdır.
Burada son birkaç yazıda rastladığım iddialara da cevap vermek isterim. Alaturkanın bir Türk
Halbuki alaturka insan sesi diğer sazlarla birliktedir ve beraber bulunduğu en az kabiliyetli sazın söyleyebildiğini söylemek imkânı içindedir. Hepimiz biliriz ki alaturkada asıl, her saz ve sesin aynı besteyi, aynen okumasıdır. Ufak istisnalar bulunabilir fakat bu asıl kaideyi bozamaz.- Bu ise İnsan sesi ile birlikte sazların çalma imkânlarını biri diğerine bağlamakta, her sazın hususiyetini ortadan kaldırmakta veya çok tahdit etmektedir. Hatta solo sazlar için irticailer olan taksimlerde bile saz hususiyetlerinin, bu ana esastan ayrılarak, teknik imkânların bağışladığı çeşitliliği bulduğu iddia edilemez. Nihayet taksimlerde bütün alaturkada herşey değildir ve rolleri çok mahduttur.
(Bu bahse gelecek sayıda devam edeceğim.)
Sahibi : Asaf Ertekln. — Yazı İşleri Md. ve Umum Neşriyatı idare eden : Yaşar Çöl. Adres: Posta Kutusu 2017 Bakanlıklar, Ankara — Basıldığı yer: Sebat Basımevi, İstanbul.
Onbeş gUnde bir çıkar
ABONE ŞARTLARI
Yıllık: 6 lir.
6 glık: 3 lir.
FRANSIZ MUKAVEMET
ı
i jARlS’ÎN düşmesile başlayan Fransız felâke-* ti, herşeyden önce namuslu Fransız Şairleri tarafından dünyaya duyurulmuştur. Fransa’nın kurtuluşuna kadar en çok onlar kan ağladılar, en çok onların şiirlerinde hürriyetsizliğin yürek acısı yer ett.
Hürriyete kavuşmak arzusu Fransız Şiirine büyük bir zenginlik getirmiş ve bir çok yeni şairlerin doğmasına sebep olmuşdur. Harpden önceki dejenere, âvâre Fransız şiirinden bugün eser kalmamış ; onun yerine diri ve mücadeleci, geniş insan yığınlarının hasretlerini taşıyan bir muhteva ve sağlam bir dünya görüşü ihtiva eden bir şiir doğmuştur. Harbin bütün ağrılarını his etmiş olan Fransız sanatkârlarından bundan böyle, sağlam bir dünya görüşü beklemek zaten hakkımızdı.
Bütün bu bahsedeceğimiz şairler, yalnız yaz-dıklarile kalmamışlar, hemen hepsi cephelerde bulunmuş, kimi makilerde Millî birliklerin yanısıra yer almışlar ; bazıları da temerküz kamplarından vatandaşlarını kurtarmak için canlarını vermişlerdir.
Yeni seçimi kazanmada ve Fransa’da bir halk hükümetinin kurulmasında başdanberi rolleri olmuştur. Mukavemet kuvvetlerini en iyi onlar desteklemişlerdir. Zaten Aragon, Eluard gibi bugünkü Fransa’nın en büyük Sairleri, halk cephesinin belli başlı mümessilleri arasında bulunuyorlardı. Fransız mukavemet şairlerinin başında bugünkü Fransız Şairlerinin en büyüyü olan Paul Eluard’la Aragon geliyor. Eluard beş senelik harp devresinde yazdığı her satırda hüriyetin milletler için büyük bir zaruret olduğunu en iyi duyurmuştur. O, Fransa’nın önce felâketli günlerinin, sonrada kurtuluş günlerininin en büyük şairi olmuştur. Bugünkü Fransız şiFrinin kurucularından biri de elbet odur. Harbi müteakip, yazdığı şiirlerde Fransa’nın yeniden kuruluşu üzerinde büyük bir titizlikle durmaktadır. Memleketi ve dünya içindeni bir dünyanın lüzumu onun biricik endişesi olmuştur. Eski dünya artıklarına kuvvetli ve her se-sile bağıran, yığınların saadeti namına mücadeleden yılmayan Eluard. haklı olarak yalnız Fransa’ nın değil her hür memleket insanlarının gönüllerine yazılmıştır, bilhassa Ispanya için yazdığı son şiirler, onun hürriyet aşkını ifade etmesi bakımından en canlı örneklerdir.
Bu mücadelede kendisinin Gestapo tarafından en çok aranılan kimse olduğunu biliyordu. Fakat bu Onun hiç bir zaman ne yazı yazmasına ne de mukavemet kuvvetlerini desteklemesine bir mani teşkil etmemiştir. 1942’de neşredilen Şiir ve Hakikat adlı eseri bu harbin en güzel kitabidir. Paul Eluard’ın bu gür sesi hemen her tarafdan bir karşılık bulmuşdur.
Bu mücadelenin diğer bir kısım şairleri, Fransa’nın uzağında olmakla beraber, bu mücadeleye bütün gönüllerile karışmışlardır. Bilhassa bunların içinde kuvvetli bir nefese malik olan Jules Super-vielle, ta Uruguvay’dan Fransa hakkında esassız, bazı gazeteleıden öğrendiği malûmatdan başka bir bilgisi olmadığı hâlde, hiç bir zaman yolunu şaşırmadan milletine şiirinin hür sesini duyurmuştur. Bu harbin kazandırdığı büyük bir Fransız şairi olan Gabriel Aııdisio da Freneses, Hapishanesinde durmadan hürriyet aşkını milletine duyurmak için elinden geleni yaptı, öteyandan Jean Noir namı müstearıle, yaralan birkaç sene önceye kadar kurumayan, şâir ve romancı, Jean Cas-sou, bütün Fransız sanatkârları tarafından en çok hürmet edilen sanatçılarından oldu. Sonra yine Gestapo’nun elinden kurtulamıyarak can veren Max Jacob, Saint Paul Roux, Benjamain Gremi-neux, yer yüzünün namuslu hiç bir okuyucusunun unutmıyacağı isimlerdir. Jean Cassou’ya ne kâğıt ne de mürekkep vermedikleri için, hapishanede hafızasının yardımıle yazıyor, iyice öğrenip ezberle-
layor :
Oradour
>>
l
>
dikten sonra, yenilerine başlıyordu. Daima İstırabı yudum yudum tatdırılarak, hayatlarına usanç verilen Hitler gestaposu, bu sanatkârlara şu telkini yapıyordu : (bize arkadaşlarının isimlerini söyle, kurtulacaksın.)
Bu sualin cevabı daima canları pahasına ödeniyordu. Mukavemet hareketlerinin diğer büyük gönüllülerinden biride, hemen bir çok şiirlerini başka başka imzalarla yaymak mecburiyetinde kalan, Aragon olmuştur, meşhur şiirlerinden biri olan, acılar içinde söyleyen birinin Baladı’nı Jacques Destaing namı müstearile, diğerlerini de François la Colere diye imzalayarak neşrediyor dn. Aragon canını bu mücadeleye verenlerin,And-re Malraux’dan sonra, belki, başta gelenlerinden-dir. Bu harp içinde çıkan Yürek acısı, Riga'nın gözleri, Aragon’a has şeyler olmamakla beraber, hiç bir zaman küçümsenecek eserler değildir.
Yanmış ve yıkılmış Fransız kasabalarının hâli birçok şairlerin eserlerinin mevzuu olmuştur. Küçük bir Fransız kasabası olan Oradour Alman’la-rın taş taş üzerinde biıakmadığı bu kasaba için Jean Tardieu, Fransız halkına belki en tüyler-
bUlâh
Dost işitiyormusun
Odalarımız üzerinde
Uğursuz uçuşlarını kargaların ?
Dost, işitiyormusun
Sağır çı tıklarını _ __
Zencire ourulan memleketlerin ?
ISl^â ey ! Partizanlar Namuslu her Fransız şairi bu harpte sanatın-
İşçiler, köylüler dan bir çok fedakârlıklar yapmıştır. Bunların ara-
Siffih tında fazla muhafazakâr olan, Pierre Jean Jauve
realitenin kaba, amansız darbelerine karşı, klâsik anlayışından hayli feragat etmiş ; Şiirine Fransa’
Bu akşam düşman,
Banın oe göz yaşlarının
Ne demek olduğunu anlayacak !
Madenlerden çıkın,
Tepelerden inin,
Dostlar. I ” B .
Samanların arasından, ‘
Mitrelyoz'u, Silahları
Bombaları çıkarırtr^^^
Siz kurşun ce bıçak kullanacaklar ! çabuk öldürün.
Sen Ey ! ayaklarını sürüyerek yürüyen, yüküne dikkat et
Dinamit!
Biziz kıran
Kardeşlerimiz için
Demir parmaklarını hapishanelern !
Burada herkes,
İstediği ce yaptığı şeyi, bilir.
Dost düşecek olursan
Karanlıkta, bir başkası gelip geçiyor yerine.
Yarın yolların üzerindeki
Siyah Kan
Büyük güneş'de kuruyacak.
Islıklarınızı çalın arkadaşlar,
Gecenin içinde hürriyet bizi dinliyor !
(Paul ELUARD)
Ürpertici bir şiiri vermişdir. Bu şiir
şöyle baş-
artık kadınsız, artık erkeksiz artık yapraksız artık taşsız artık kilisesiz
Oradour artık çocuksuz.
eee
Oradour artık ocaksız ne kahkahası?.
Çatısız ce anbarsız
Deyirmensiz ce Aşksız Şarapsız oe şarkısız !
Bu harbin kazandırdığı şairler arasında yine Abraham'ın duası, Şair ve hası adlı eserlerde Pıerre Emmanuel, Pierre Seghers, Leon Mousinac Jean Garamond dört sene içinde isimleri ilk hatıra gelenlerdir.
Almanlar tarafından esir edilen, Kamplarda öldürülen, kurşuna dizilen binlerce gençler arasında, Fransız halk mukavemet kuvvetlerirden o-lan iki tanesi bilhassa ilk hatıra gelenler arasındadır : Jacques Decour, Reger Piernneau. Genç romancı Jacques Decaur, kes Lettres Françaisesr in müessisi idi. Bu gazete harp içindeki hür Fransız sanatkârlarının bütün yazılarını basmış ; Fransız milletine de el altından taşınmışdır. Komünist partisinden olan Jacques Decaur, daha bir çok gizli neşriyatın çıkmasına sebep olmuş hakikî bir vatanperverdir.
Roger Pironnean yirmi iki yaşında bir talebe idi. Katolikdi. Her ikiside Hitler tarafından kur
şuna 4‘^dididi, Mukayemetç iştirak eden her Fan-sız genci az çok kendisini Şair görüyordu. Buc-henivalt’de Nazi temerküz kamplarında bir deri bir kemiğe dönen bir sürü insanların arasından gayet samimi bir şekilde şiirler yazanlar görülmüştür. Bilhassa Tosty'nin, Paul Goyard’ınkiler çektikleri acıları yarınki nesillere anlatmak bakımından en güzel numuneler diye gösterilebiline-çektir.
nıp felâketile birlikte, yeni ve oldukça cüretli bir anlpyışın girmesinden korkmamıştır. Paul Claudel bugünkü Fransız şairlerinin belki en yaşlısı, en muhafazakâr,, en fazla klâsik olan şairidir. Paul Valery'nin küskünlüğü yanında, birçok şiirlerile Fransız mukavemetini daima desteklemiş, aktüali-teyi şiirlerine spkmağa kadar varmıştır. Claude Roy, Loys Masson, Nazi salgıncılarına yakalanmamak için,köy köy kasaba kasaba ellerinde küçük bir çanta ile kaçmak mecburiyetinde kalmışlar ; ilk fırsatta da, mukavemeti daima kuvvetlendirici şiirlerini, yazılarını yazmışlar, bin bir müşkülât içinde de yaymasını bilmişlerdir.
Jean Garamond birçok arkadaşlarile birlikte büyük bir garda, her gidecek trenin vagonlarını temizlemeğe memur edilmişdi. Nihayet yeni leğin Praga’dan Aragon tarafından külleri Paris’e getirilen, Hürriyetin belki en büyük âşıklarından o-lan, bütün işgâl zamanlarında canını bin bir tehlikeye koyarak Hürriyet için çalışmış, sonunda Nazi kampında büyük iztiraplar içinde ölen Ro-bert Desnos, biç bir zaman unutulmıyacaklar-dandır.
Netice : görülüyor ki Hür Fransız şairleri, elerinden geldiği kadar Fransız milletine Hüriyeti duyurmakta büyük emekleri geçmiş sanatkârlar olarak karşımıza çıkıyorlar. Eserleri onların en iyi tercümanıdıı.
Prof. SAFFET KORKUT
| 1909-1946 I
^il ve Tarih-Cografya Fakültesi İngiliz Edebiyatı profesörü Saffet Korkut’u geçen ayın 5’-inde toprağa verdik. Değerli bir hoca ve ileri bir kültür işçisi olan Saffet’in örnek karakter ve şahsiyetini arkadaşları ve talebeleri belirtmeye çalıştılar. Burda onun 19O9’da başlayıp 1946’da henüz pek gençken sona eren hayatına kısaca göz atalım :
Çocukluk günlerini bir tarafa bırakırsak, Saffet Hocanın ömrünün sonÇyirmi yılı yetişme ve yetiştirme ile geçmiştir. Çapa Kız Muallim mektebini bitirdikten sonra, Avrupa müsabaka imtihanını kazanarak, İngiltere’de Oxfoıd Üniversitesine gitmişti. 1934’de bu üniversiteden mezun olan ilk Türk kızı olarak Saffet yutda döndü. Bu tarihten itibaren geçen son on yılında Saffet’i Türk kültürünün, azimkâr, bencilikten uzak ve iktidarlı bir işçisi olarak çalışmaya başlar buluruz.
Saffet Korkut, Gazi Terbiye Enstitüsündeki çalışmaları ile nazarı dikkati üzerine çekmiş, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi kurulutken, İngiliz Dil ve Edebiyatı Enstitüsünün tesisi kendisine verilmişti. Tek başına geceli gündüzlü çalışarak bu enstitüyü Oxford ve Cambridge üniveısitesi programlarını örnek alarak kurmaya muvaffak oldu. İlk zamanlarda haftada onbeş yirmi çeşitli dersi hazırlamak başarısını gösteren Saffet Korkut yavaş yavaş Enstitüye katılan aıkadaşlanna bir örnek ve cesaret kaynağı olmuştur. Saffet Korkut sadece kendi sahası olan Ingiliz Edebiyatı ile değil, çeşitli memleket meseleleriyle yakınen ilgilenmiş ve her ileri işde rol alanlar Saffet Hocayı daima yanlarında bulmuşlardır.
O, işlerinin çokluğuna ve çeşitli vazifelerine bakmıyarak bir öğrencisinin de dediği gibi, Türk köyünün kalkınmasında yarın vazife alacak olan köy Enstitüsü öğrencilerinin I kültürüne bir kapı açmak gayesiyle seve seve Ha-sanoğlan Köy Enstitüsünün İngilizce öğretmenliğini de üzerine almıştı.
O, değerli bir arkadaşının dediği gibi s « İrlanda tiyatrosu hakkında bir kitap yazdığı zaman rasgele bir etüt çıkarmak hevesiyle yazmazdı.Ta-rihi şartları bizimkine oldukça benzeyen bir cemiyetin bu edebî kalkınmasından kendimize bir örnek çıkarabileceğimiz düşüncesiyle de yazardı. Bu gibi örneklerin lüzumuna inanırdı; çünkü nesiller boyu katlanılan bütün iztiraplara rağmen hayatın güzelliğinden, insanların iyiliğinden hiç ümitsizliğe düşmemiş yiğit kişilerdendi.
Aynı zamanda bir ev kadını ve müşfik bir ana olan Saffet, çalışkan Türk kadınlarına iyi bir örnekti.
O, yarının güzel geleceğine inanarak, kafasından her türlü sual ve nida işaretlerini silmiş, inkılapçı bir kafa işçisi ve bir KAHRAMANDI...
söz
bir köylüyle dertleşirken
Saffet
Bir bost Kaybettik
I
gaffet Korkut İngiliz edebiyatı profesörüydü. Fakat o, İngiliz edebiyatındaki çalışmalarını
Türk kültürü araştırmalarının meyvalariyle beslemesini, kendi sahasındaki çalışmalarını da Türk kültürünün hizmetine vermesini bilen bir insandı. ______
kafalarında, dünya Tercümelerinde, onun, Türk folkloru, Türk des- Çen bu konuşmayı şimdi hatırlıyorum ve görüyorum ki Saffet’in hayatı için de aynı cümleyi tam yerinde olarak söyliyebiliriz : «Saffet, kendi şahsı için hiç bir şey istemiyordu.»
B. BORAN.


I
bugün bize vereceği fayd
tanlanHmasal ve hikâyeleri üzerindeki çalışmaların gün ışığına çıkardığı kelime, deyim ve anlatımların yerli yerine yerleştirme, dilimizi bu yoldan zenginleştirme ve olgunlaştırma gayreti göze çarpar sjf
ölümünün ertesi gönü bir arkadaşın belirttiği gibi, Saffet Korkut, kendi mevzulanyle, bunların la, kazandıracağı hamle bakımından ilgilenirdi. O, «sanat için sanaMor-mülünü ilimde tatbik etmek istiyen ilim aristokrasisinin düşünüşünün tam tersine, ancak milletine ve insanlığa faydası olan bir ilim ve edebiyat endişesini taşırdı.
Saffet Korkut, son yıllarda İngiliz Orta - Çağ destan, hikâye ve ballad üzerinde daha çok duruyor, ve benim çalışmalarımla yakından ilgileniyordu. Yazılarımı dikkatle okurdu ; birbirinden uzak memleketlerde, fakat aynı şartlar içinde gelişmiş İngiliz ve Türk destanları, ve halk edebiyatı mahsullerini birbirine yaklaştıran insanlık değerler ve sosyal muhteva üzerinde uzun uzun konuşurduk. Ben, ondan birçok şeyler öğrendiğim için sevinirdim, ve çalışmalarımın, bir İngiliz edebiyatı tetkikçisinin de işine yaradığını görmekle sevi- cim bir kat daha artardı.
Saffet Korkut’un ölümiyle, yakınlarının acılarına, sıkıntılarına ortak, onlara kötü günlerinde destek olan bir dost kaybettik ; ben şahsen onda, yeri kolay kolay doldurulamıyacak biş iş arkadaşı kaybettiğim için de yanıyorum.
P. Naili BORAT AV.
O, kendisi için
Hiçbir şey istemiyordu...
g^affet, şahsiyeti birbirinden ayrı bölümlerden,tezat ve tenakuzlardan kurtulmuş, ahenkli bir bütünlüğe erişmiş nadir insanlardandı. Onun şah-şî hayatı, meslek hayatı, daha geniş cemiyet hayatı birbirinden ayrı, kapalı daireler teşkil etmezdi ; müşterek merkezli, durmadan genişliyen halkalar gibiydi. Onun hakkında (başkaları için yaşamasını ve çalışmasını bilen bir insandı» demek te tam yerinde olmaz. O, kendi menfaatini, kendisini, memleket ve insanlık menfaatlerinden ve işlerinden ayırmazdı. Onun eriştiği görüş noktasından bütün memleketin ve bütün dünyanın mukadderatı bir ve müşterekti. Kendisi, kendi işleri ve alâkalan da bu müşterek mukadderatin içindeydi. Saffet İçtimaî ülküleri ve gayerleri kendisinin dışında saymıyordu, doğrudan doğruya kendi benliğine malediyor, başkalarının işini kendi işi olarak görüyordu. Bunun için o, fedakârlıkta bulunduğunun, yardım ettiğinin farkına bile varmadan fedakârlıkta bulunur, yardım ederdi. Saffet’in nadir rastlanan insanlardan oluşunun sırrı buradadır.
Geçen yaz Saffet Steinbeck’in bir romanını okumuştu. Bu roman, İçtimaî adaletsizliklerle savaşan iki arkadaşın hikâyesidir. Sonunda arkadaşlardan biri bit ihanete kurban gider, öldürülür. Sağ kalanı, arkadaşının ölüsü başında bir şeyler söylemek ihtiyacını duyar, fakat teessürünün büyüklüğünden kelime bulamaz, ellerde önündeki parmaklığa sarılır, parmaklarının mafsalları bem beyaz kesilir, ancak, tek bir cümle söyler :« Arkadaşlar, o kendisi için hiç bir şey istemiyordu.»
Saffet, «Ne güzel bitiş 1 Ve bir insan için söylenecek en güzel sitayiş,» demişti. Aramızda ge-
T
❖❖e
Onun için
prof. Saffet Korkut hocamdı. Prof. Saffet Kor-kut hocamdır ; diyemiyorum. Maksadım küçük bir fiil oyunu yapmak değildir. Bu iki fiil arasındaki büyük acıyı söylemektir.
Şimdi perişan zihnimi yokluyorum. Bir bahar günü Numune hastahanesine kendisini ziyarete gitmiştim. Başı pencereye karşı, koskoca Saffet hanım, ufalmış, zayıflamış, sararmış yatıyordu. Geldiğimi görünce, bana doğru döndü. Zorlukla konuşuyordu. Konuştuğu şeyler hastalığının dışında inandığı meseleler, uğruna döğüşülebılir iyi, büyük şeylerdi. Bir ara karşıdaki penceıeden görünen ufacık gök parçasına baktı, baktı da : «günlerdir bulutları seyrediyorum.» dedi. «Onların da kendilerine göre bir âlemi, bir nizamı var. Ressamların bazı şekillere vurgun olmalarının sebebini şimdi anlıyorum. Bu bulutlar, bu bulutlar a-damın başını döndürüyor», dedi.
Bir daha anladım ki Saffet Hoca en kötü a-nında dahi-dünyaya yaşamak için geldiğimizi her anlamında bilen insandı. Nur içinde yatsın.
Mehmed KEMAL.
Engin Vekar
1S09-1946
" Yspgcak işlerimiz o kadar çok kil,,
İİme doğru giden yol, halka doğru giden yol, hakıkata doğru giden yol bir mücahidini kaybetti. Bu insan kadını ben, daha yakından ancak hasta döşeğinde tanıdım. Size söyliyebileceklerim bu ölüm döşeğinin hatıraları olacaktır.
Kış sonuydu, katlı bir havada kendisini ilk defa yatakta gördüm. Yatağının üzerine oturmuş birşeyler yazıyordu. Üzülmemesini, istirahat elme-sinin daha doğru olacağını söyledim. «Hayır İlhan dedi, Çocukları ben okuttum, imtihan sorularını da ben hazırlamalıyım, belki yanlışlıklar olur,haksızlığa uğrarlar çocuklar» dedi, ölüm döşeği bile ondaki çalışma azmini, haksızlığa | göğüs germek, onu- yer yüzünden kaldırmak isteğini yene-memişri.
Başka bir gün,kendisinin Aganta,Burîna,Burinata> isimli romanı okurken buldum. Kitabı bıraktıcPıs bir dünyada yaşıyoruz romancının hakkı var, insanlar bu dünyada, kediler, köpekler ve fareler gibi sürünüp duruyorlar, hey gidi güzel günler hey 1 Çok değil belki elli sene sonra dünya bambaşka bir dünya olacak. O vakit pis görülen bu dünyanın insanlar tadına doyamıyacak, ve bu dünya yalnız kendi keseleri için yaşayanlardan temizlenecek... dedi. Sonra benden kartopu istedi, soğuk karı ellerinde ezerken, «dışarı çıkmak, şu gıcır gıcır karın üstünde sabahlara kadar dolaşmak istiyorum, rüzgâr göğsümü dolduısun saçla rımı dağıtsın, ben saatlerce bu temiz havanın içinde yüzsem» dedi. Ve müthiş bir kuvvetle isteyip te yapamamaktan doğan bir öfke ile başını yastığa koydu.
Kış geçti, bahar geldi, kar yerini çimene ter-ketti, kendisi profesör oldu. Çok sevdiği üniversitesi bağımsızlığına kavuştu. Saffet Korkut bütün bu mesut değişmeleri, bu hastane camının donukluğu ardından, bir ölüm yatağında görmek talihsizliğine uğradk Her gelen gün onu bir gün evvelkinden kötü buluyordu.
ikinci ameliyatından yarım saat evvel yanındaydım. doktorlar biraz sonra ameliyat olacağını söylediler. Çukurlaşan gözleri birden büyüyüp parlayıverdiler. İnce kollarına dayandı son bir gayretle doğruldu. Etrafındakilere teker teker baktı. Uzun bir yolculuğa çıkacakmış gibiydi. Soma mosmor kesilmiş dudakları birden kıpırdayıp gerildiler. Saffet hoca marş söylüyordu. Bu dakikanın kadını artık hasta döşeğinde kaybolan insan değildi. O bir anda ümidin, iradenin, inanışın kadını olmuştu. Alçalıp yükselen, fakat kesilmiyen bir sesle marş söylüyordu. Bu marştan acının, sefaletin ve insanoğlunun çektiklerinin kokusu geliyordu. Bu marşta yarının daha iyi geleceğine, insanların daha mesut olacaklarına dair müthiş bir iman vardı, sustu, sonra gene ilâve etti, «memle
£AFFET Korkut’tan ne zaman kim söz açmak isterse istesin muhakkak ki onun hayat sevgisi üzerinde durmak zaruretini hissedecektir. Bu fikri insan ilkin yadırgıyor. Çünkü uzaktan onun uyandırdığı intiba sükûnetti, hilim ve şefkatti.
Fakat onunla tanışıklığı, yakınlığı arttığı nis-bette insan farkederdi ki : karşısındaki, basit bir tasnifle hemen «halim selim bir kadın» sınıfına sokulacak harcı âlem tiplerden değildir ; onun sükûneti büyük merhaleler aşıldıktan sonra varılan sükûnetlerdendir ; kadere boyun eğenlerin mazlumluğu onda yoktur ; bu sükûnet hayatı iyice değerlendirmekten geliyor.
Saffet hayatın sevilir bir şey, uğrunda her çevir ve cefaya katlanılır bir şey olduğuna inandığı içindir ki sakindi ve bu sükûnetle birlikte rahata ermişti. Hem kendi rahattı, hem etrafına rahatlık verirdi. Onun yanında en bilgininden en sadedili-ne kadar kimsenin sıkıldığını bilmiyorum. Kendi de sıkılmazdı. Çünkü hayatı tek bir mesleğin,tek bir muhitin, tek bir topluluğun kafesi içinden sey-retmiyecek kadar hür bir medeniyete varmıştı.
Böyle çeşitli insanları ve çeşitli tezahürleriyle hayatı sevdikten sonra harekete geçmek, bana öyle geliyor ki, en büyük medeniyet içinde yola çıkmaktır. Saffet’inki işte bu türlü yolculuklardandı. Onun içindir ki hareket sevgisini ilk bakışta far-ketmek güç oluyor. Onun gibi olgun ve gürültüden azade bir insanın hareketle ilişiği olacağını pek kabul etmiyoruz. Oysa, gerçekten ileri sayılacak hamleleri insan, ancak, kendi içinde bir durulmaya vardıktan sonra başarabiliyor. Gürültü, şamata, kavga ise hamle için hamle sevdasın-dandır.
Saffet kendi için de, mensup olduğu cemiyet için de hayatın azizliğine ipanmış ; bahtiyarlığa elini kolunu bağlamakla değH, hurimalı bir çalışmayla varılacağına karar yermiş aydın kişilerdendi. Rahatlığını inanmış olmaktan, ;hareket sevgisini iyi şeyler başarmaya karar vermiş olmaktan alıyordu.
Ben bu hakikati ancak, karakteri hakkında toplu bir hükme varmak gayretini gösterdiğim bu-J gün anlıyorum. Ve görüyorum ki dokuz sene yan yana çalıştığım, kendisiyle fikir alış verişi ettiğim münakaşalara giriştiğim, bazan kusurlarım bulmaya kalkıştığım, fakat itiraf ederim ki kusurlarımı bulmasına da en az hırçınlıkla razı olduğum, şefkatine daima hayran kaldığım ve böylece kendisine bazan «meslekdaş» bazan «abla» olarak baktığım Saffet, aslında, hocammış Tçünkü bana hep insanların bahtiyarlığı için didinip tırmanmanın ne güzel ne rahat bir şey olduğunu öğretmiş.
Orhan BURİAN.
ketim rahat bir dünyanın bahtiyar ve mamur bir ülkesi olmalıydı: Ben ondan sonra ölmeliydim. Böyle yatakta, pisipisine ölmek çok fena, dünyada yapacak işlerimiz o kadar çok ki 1» dedi.
Hepimizin içini sarsan, gözlerimizi nemlendiren acıyı görmüş olmalı ki dayanamadı ( Yok yok ölmiyeceğim, korkmayın dedi. Ben her zaman sizinle omuz omuza olacağım, sizleri bırak-
mıyacağım.
Saffet Korkut’u biraz evvel gömdük. Onun artık damarlarında ılık bir kan dolaşmıyor. Faka ne mutlu o insana ki kendisi toprak olduktan sonra bile fikirleri kafalarda, sevgisi yüreklerde kök salar. Prof. S Korkut bu bahtiyarlığa kavuşan nadir insanlardan biri oldu.
Evet ilme giden yol, halka giden yol, hakika-ta ulaşan yol bir mücahidini kaybetti. Fakat imanı, ideali, tükenmeyen çalışma aşkı, ve insan sev-gisile dolu olan bu kahraman kadın saflarımızda tertemiz ve gülen yüzüyle bir bayrak gibi, dalgalanacaktır. biz onun bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışalım. İlhan BAÇGÖZ.
Bir Saffet Hoca vardı dost bağında Hürriyet yoktu sağlığında Gün geldi, gitti gencecikken Yiğitken, güzelken, fidanken.
Şimdi ne kadar
Ne kadar dost varsa arkasında
Hasatçı, öğrenci, öğretmen
Ne kadar gül varsa toprağımızda Daldırma gül, ak gül, gonca gül Ne kadar sevgili varsa arkasında Tiyatro, iş, kitap, şiir, marş Yanan yanar ağlaşır cümlesi Çoban ateşi hatırasında.
Gâvur, müsiüman demezdi «Kendisi için bir şey istemezdi* Yatak ölümü beklemezdi
Gitti vadesiz, gencecikken Dost iken, yiğitken, güzelken, Ölüm adın kalleş olsun !
Enver GÖKÇE
Saffet Hoca
gon üç sene içinde yetişmeme en çok faydası dokunan öğretmenleıden biri de Saffet Kor-kut’tu. Enstitüye her gelişinde onunla konuşurduk. Konuşmalarımızın biı inde öğretmeni az tanı
yan bir arkadaş ;
— Efendim nasıl olsa fakültede de maaş alı
yorsunuz o para size çoktan yeter. Buraya gelmekle kendinizi de yoruyorsunuz. Hem kocanızda doktor, ne olacak bukadar paıa ? Hattâ evinize çekilip rahat etmelisiniz, dedi.
Her basit insanın dilinde gevelediği bu sözleri dinliyen öğretmen toplumsal bir yarayı deşelemeden izaha girişmedi.
— Bu sözü daha ziyade kadın olduğum için söylüyorsun. Elbette kadınların da idealleri vardır. Kaba bir misalle şunu söyliyeyim ki : kadının evde kalmasını istiyen bir erkeği nargile tiryakisine benzetirim. Halbuki Erkeği pis bir tiryakiye benzetmek ne kadar budalalıksa kadının da fıkırdayan bir keyf aleti olmasını istemek öylece.. Mesele gayet basit : Para ve rahat meselesi değil, Hasanoğlana gelmem, fakültedeki işimi sallamıyor. Bir dâvâ için yetişecek sizlere bir dil kazandırabilirsem dünya kültürüne cesaretle giı işebileceksi-niz. Sizlerle çalışmak inançlarımı daha çok kuv
vetlendiriyor.
işte öğretmenin en çok sevdiğim böyle oluşuydu. Pek vakitsiz öldü. Düşüncelerinin elimizde toplu olarak bulunmaması da en büyük kaybı-mızdır.
Bekir SEMERCİ.

ÖĞRETMENİN RUHU
Yazan : ELİN-PELİN
RİVO-ŞKOLO köylüleri öğretmenlerinin hasta olduğunu, bir gün ölümüyle kendilerini hayrete düşüreceğini çoktan beri biliyorlardı.
Hain bir hastalık, onu eritmeğe başlamıştı, yüzü günden güne kararıyor, vücudu kuruyor, gözleri ise alevleniyor, parlıyor, korkunç bir şekilde yanılıyordu. Zayıf göğsüne bir kuru öksürük yapışmış, zavallının serbert öksürmesine meydan vermeden ciğerlerini amansızca paralıyordu. Köylüler, zavallı öğretmenin akşamları okuldan nasıl yorgun, bitkin döndüğünü, her yirmi adımda bir durup uzuu uzun öksürdüğünü görüyorlardı.
— Hoca güzel tahtalar biçiyor, diyorlardı. Yakında bunları bize çiviletecek galiba.
—Şu mendebur okul, sağlığını aldı. O domuz ahırı, yedi bitirdi onu.
Gerçekten okul, bas(k tavanlı, daracık,toprak tabanında tahta döşeme olmıyan, pencereleri küçük, pis odaları çocuklarla kapılarına kadar tıklım tıklım dolu bir bina idi Öğretmen burada çalışıyordu, zayıf ciğerleri, Tanrının kanı temizlemek için verdiği bava ile birlikte, içinde köy hastalıkları yaşıyan tozları yıllarca yutmuş durmuştu.
Güzel bir kış günü ; öğretmen okuldaki ö-devini bitirdikten sonra evine döndü, yatağına yatıp öldü. Bu iş başın ile sona erdi. Eh, ö-lümlü dünya bu !
Zavallı öğretmenin ruhu çıktı, kanı çekilen ânrpkuru, vücudumu bıraktı, kapının önüne o-turup kendisini cennete yahut cehenneme, artık yeri neresi ise alıp götürmeye gelecek o-lan gökyüzü habere'terini beklemeye başladı.
Ruh, bekledi, bekledi, ama kimseciklek gelmedi.
— Bu ne iştir ? - diye düşündü - Beni bir hortlak gibi elâlemi korkutmak için böyle yol ortasında mı bırakacaklar ? Yook, yağma yok le değil mi ? ben geri dönmeyi de bilirim.
Ama, biraz önce ayakta duran kupkuru, ölü vücuduna bakınca, geri döndüğü zaman pek de bahtiyar olamıyac ğını anladı. Öyleya, gene köy köy dolaşacak, gene borçlar, gene muhtarlar, gene çamurlar, soğuklar...
Ruh, daha çok kızıp köpürmeye başladı..
— Ne adaletsizliktir bu I Şurada budalaca uzanıp yatan, uzun yıllar beni yalnız emellerle, ideallerle beslemek iç n kendisiyle birlikte sürüklemiş olan şu iğrenç vücudun kokusu ile beni baş başa bıraksınlar ha ! .. Enellere, ideallere karnım tok artık... Başka bir dünya özlemiştim, başka bir dünyaya geçiyorum... He le bir görelim, orada içleri nasıl çeviriyorlarl.. Acaba orada da geue gazetelere şikâyet mektupları yazmam gerekecek mi ?
Ruh Öfkeden, soğuktan titredi.
Kıştı. Donmuş kuru bir kar her şeyi Örtüyordu. Mavi, soğuk bir sis ovaları ormanları bir örtü ile kaplamıştı ; ağaçlar karlı çiçekle riyle çıtırdıyorlardı. Yollarda tek bir canlı mahlûk bile görünmüvordu
Ama uzakta, sislerin içinden koşar adım gelen iki yabancı yolcu belirdi. Birbiri ardınca öyle hızlı yürüyorlardı ki. etraflarında kar tozlarından bir kasırga yükseliyordu.
Ruh kendi kendine :
— Vay anasını 1 - dedi birden ürperdi. -Sakın müfettiş olmasın ? Hapı vu*tuk ! Bugün çalışma günü, ama okula gıd ncr. orasını bom-
boş bulacak I Nerde öğretmen ?
— Öldü. - İzinsiz nasıl ölürmüş ? Sonra da tekdir, ceza... azil... Ama şimdi hepsi vız gelir. . .
Ruh, henüz korkudan sıyrılmamıştı ki iki yolcu gelip çattı.
Gelenler, Melek’le Şeytan’dı. Yorgunluktan nefes nefeseydiler.
Öğretmen suratını ekşitti, onların ellerini bile sıkmak istemedi.
Şeytan tamamiyle serbest, arkadaşça bir tavırla ona dönerek :
— Kusura bakma aziz dostum, dedi. Geç kaldık, seni soğukta bıraktık... Kabahat hep Melek’te. Öğretmenlerin ruhları sabretmeye a-lışıktır, dedi. Biliyorsun, sağda, solda daha sabırsız, bazı yüksek memurlar var, vaktinde hizmetlerine koşmazsak darılırlar. Ne olur, onları daha önce alalım, dedi. Ben de neye olmasın, pekâlâ, dedim. Ama beni öyle yerlere sürükledi
ki, sorma 1
Şeytan katıla katıla gülmeye, donan elleri oğuşturmaya başladı.
Bu hali, ruhun hoşuna gitti.
Kendi kendine •
— Hele bakın, ne sevimli bir bayntrş şu Şeytan, dedi ; halbuki bize onu kuyruklu,boynuzlu falan filân diye anlatırlar I Ne kadar da neşeli ! - Dostum aizinle tanışmak isterdim.
ÖğretmeniuJruİu, elini uzattı.
Şeytan, onun ellin i sıkarak ;
— A, Biz tanılıyoruz, dedi, gene kahkaha ile gülmeye başlıydı.
Öğretmen ;
— Canım sigara istedi, dedi. Tütününüz var mı ?
Şeytan :
•— Buyurun, diyerek ona bir sigara uzattı. - Küçük bir şey ama insana keyif veriyor,öy-
ni
Geue şen, tasasız gülmeye başladı.
Bir yanda kanadlarını kısmış, düşünceli, ses-aiz duran Melek, öğülçü bir tavırla :
— Çoçuğum aldanma ! diye seslendi. Sesi sertti, yüzünde bir bakanlık şube müdürünün yüzü ndeki gibi âmirce bir ifade vardı.
Ruh :
— Biraz .daha nazik olan bak Melek, dedi, oldukça yaşlı
Gürüyorsun ki, çocuk değilim, yım.
Şeytan, Meleği göstererek :
—- İşte, buyurun I Bu melekler böyledir... Zerre kadar hürriyeti yok, bir de tutmuş, â-mirce konuşuyor... Boyuna Tanrının kölesi ol* makla Övünürler... Onlar ^gerçekten köleden başka bir şey değildirler. Biz şeytanlar onlara benzemeyiz, biz başımıza^ buyrukuz, kuvvetimiz de bundan ileri geliyor...
Bu sözler ruhun hoşuna gitti.
— Sizden çok hoşlandım bay Şeytan, dedi.
— Haydi dostum, gidelim. Kadadlarıma bin! Melek :
— Olmaz, diye itiraz etti. O, şüphelilerden. Hesabına bakmak lâzım. Bunca acılar çekmiş, belki de cennetliktir !
Ruh :
— Evet, çok çektim, dedi.
Şeytan :
— Çektiğini biliyorum, dedi, Siz insanlar çok budala oluyorsunuz... Hep çektiklerinizle övünmeyi seversiniz. Başka bir şeyle övün. Kudretini, irade gücünü kullanarak yendiğin
bir şeyle, atlayıp geçtiğin, elde ettiğin bir şeyle övün. Halbuki siz ? - Evet ben çok şeylere katlandım, çok çektim... Meleklere gelince hep hesap, hep hesap t Herif hesaplardan kurtulmak için ölüyor, onlar gene hesap, hesap diye tutturuyorlar.
Artık hayranlıkla baktığı Şeytanın bn söz terinden pek hoşlanan ruh, atıldı :
— Hiç olmazsa burada bizi rahat bırakıp hesaplardan kurtarsınlar.
Melek, kocaman defteri açtı, nzun uzun a-şaştırdı, köydeki bayan Öğretmenin sesini andıran çığırtkan bir sesle :
— Sen hoca dedi, Tanrınıu hak kulusun, benim ardımdan cennete gelmeni sana emrediyorum !
Ruh alaylı alaylı :
— Bana emrediyorsun ha I dedi. Bu “emrediyorsun» sözü şendeki candarma ruhunu açıkça ortaya koyuyor... Ben bu türlü ruhlardan iğrenirim I
— Sen cennetliksin ey mümin, gelmen lâzım.
Şeytan :
— Canım şu cennetinizde ne var sanki, insanları ne diye altadıp duruyorsunuz ?
— Her istediğin var 1 Nehirlerinde ballar, sütler akar, her yer aydın, ışıklı, tertemiz.Her-kes her şeyi bilir, orada insan zekâsı için gizli kalan hiçbir şey yoktur.
Şeytan bir kahkaha attı :
Hele bak şuna hoca, ne ile övünüyor, yağla, balla ! Bu gibi şeylerle dostum, yeryüzünde her zengin övünebilir. Yağla bal 1 Canım insanın bahtiyarlığı bunlara mı bağlı ?... Her şey aydın, her şey açık, her şey meydandaymış İnsan ruhu, sır olmazsa, karanlık olmazsa, bilinmiyen birşey olmazsa mesut yaşı-yamaz. O, gökyüzünde sanıldığından daha gururludur. Onun için karanlık lâzımdır, çünkü o güneş olmak ister. İnsan, bilmecelerden yapılma bir duvarla savaşır. Bu savaş olmadan, aziz dostum, yaşıyamaz, küflenir... Siz herhalde cennette küf nedir bilmezsiniz... Her hangi bir ihtiyar profesörü kokla, ne biçim şey olduğunu anlarsın.
Şeytan, soğuktan ellerini oğuşturup sıçramaya, «ğzıyle ıslık çalmaya başladı.
Öğretmen sordu :
— Üşüdünüz değil mi ? Sonra ilâve etti Ben de üşüdüm.
Şeytan :
— Feylesofluk taslıyan çabuk üşür, dedi, Meleğe bakıp sinsi sinsi güldü.
Melekceğiz :
Seni gene Allah dedeye şikâyet edeceğim, dedi ve öfkesinden kadın gibi ağladı. -Dur hele, sana gösteririm ben 1 Bu felsefelerinle birçok sâf rahların aklını çelip duruyorsun. Şeytan :
İşte bakın, dedi - Köle ruhlular ! Efendilerine yalnız İlâhi okurlar, hizmetçilik ederler, hafiyelik ederler... Başka bir şeyden çaktıkları yoktur, biraz dokununea da ağlarlar. Şeytan genç gülüp ıslık çalmsğa başladı. Ağlıyan Melekçiğin omuzlarına vurarak :
— E, azizim, dedi. — Ben kimseye şikâyet etmem, kimse de bana şikâyete gelmez 1 İşte bak : kendi kendimin efendisiyim, kendi kendimin hizmetçisiyim. Rüzgâr gibi serbestim. Tram tra-ra-ram... ra-ram !... diye şarkı söyle-
Kültür Adamları
H angi Taraftansınız!
( İsimli yakında çıkacak kitaptan )
I.
Fransız mütefekkirleri kongresi toplanmadan kongreye hitap eden bu yazı, Gorki'nin ölümünün onuncu yıldönümünü de anmış oluyor. Avrupa postasından son çıkan Marseillaı-se’den bazı kısımları kısaltılarak tercüme e-dilmiştir.-
Arştan Kaynardağ.
♦♦♦
LELİ on sene oluyor. On sene evvel Lond-rada aldığımız endişe verici telgraf, hareketimizde acele etmemize sebep olmuştu,
içinde Les Beaux Ouartiers’yi ikmal ettiğim gemiye bindik. Bu gemi o zamana kadar gördüklerime pek az benziyordu. Şarkı, dans ve arkadaşlıkla dolu idi. Sınıf farklarının silindiği Sovyet gemisinde uzun geceler, o dev adamı ölmeden görebilmek için deniz ve müziğin ortasından ilerliyorduk. O adam karım Elsa’yı yazı yazmağa teşvik eden ilk kimse olmuştu, ve beni....
Şimdi burada söyliyeceğim biraz da itirafım olacaktır. Bunu şimdiye kadar hiç bir yerde yapmamıştım. Gorki’nin maruz kaldığım tesiri edebi manada değildir : o baştan başa hayatımda rol oynadı. Bu benim için çok büyük çok müthiş bir şey oldu. O benim üzerimde idi, çok üstümde, bir ulu ağaç gibi gölgesi omuzlanma düşüyordu. Bu gölgede uzun zaman düşündüm. Bu adamda benim için erişilmez şeyler, taklidi imkânsız bazı taraflar vardı. Bunlar ki ona bir efsane kahramanı heybetini veriyordu. Halkla olan derin ve mükemmel irtibatının neticesi bundan başka birşey olabiiirmiydi ? Bu çapta bir adam daha bulmak imkânsız gibidir.O eski edebiyatı çok güzel anla-mış ve onu aşmasını bilmiştir.
Şimdi itirafıma geliyorum. Ben Gorki’ye ilk rastladığım zaman kararsız bir aleçn içinde idim: bu bir batıl fikirler ve iphamlar dünyasıydı. Zevklerin putperestliği ile insanların vazifeye çağrışı arasında tercih yapıp bir karar vermek lâzımdı. Ben kendi hesabıma intihabımı yapmıştım. Fakat henüz benim neslimi tehdit eden manevi terörün tesirinden de kurtulamamıştım.öyle bir Paris şema-
il altınde yaşıyorduk ki, yeryer fasist komploları bileceği güzel şeylere ümidim var, İnanıyorum, patlak veriyor, roman yazanlar eserlerinde insan- İnanıyorum. Kültürün üstadları sizden Gorki’nin lığa karşı hakaret üzerine hakaret savuruyorlardı. Sanat görüşlerinde biraz değişiklik yapmaya kimse razı olmuyor, aksi halde kıyametler kopuyor-
di, sonra ruha döndü : - Öğretmenim, haydi yürü, bırak şu romantik Melekçeğizi !...
Öğretmen ;
— Sizin yanımızda gerçekten rüzgâr gibi serbest olacak mıyım ? diye sordu.
Şeytan :
— Tabiî, dedi.— Bizim prensibimiz bülbülün insanları hürriyete kavuşturmak 1 Melekler yüzünden yeryüzü, bahtsızlarla, esirlerle doldu.
Ruh çoşarak :
— Orada istediğimi aöyliyebilecek miyim ? diye sordu. — Yani... partiler, gazeteler, po litilra üzerinde ?
Şeytan :
— Aman, sen de, diye onun ağzını kapattı.
— Haydi.
Öğretmen :
— Haydi ! dedi.
Melekceğiz arkalarından bağırdı :
— Dur, sen cennetliksin ! Gitme onunla ! Ruh :
— Defol başımdan ! diye onu hakaretle süzerek payladı, Şeytanın kanatlarına atlayıp boşluklarda rüzgâr gibi başıboş, neşeli neşeli uçmağa başladı.
Bulgarcadan çev: Oğuz PELTEK
Aragon’dan: Aslan Kaynardağ
du. Burda niyetim deliliklerimizden bahsetmek değildir. Yeni bir dünyanın arifesinde bu eşsiz adamın bendeki memnuiyet fikrinin ifnasında oynadığı rolü belirtmeh istiyorum. Gorki’yi görmeye giderken Les Beaux Quartiers’yi yazıyorduysam muhakkak ki bu bende Bas - Fonds’un husule getirdiği tesirlere affedilmelidir.
Gemimiz Baltıkta ilerliyordu onu yaşar bir halde bulabilecekmiydik. Bunu gemide herkes birbirine soruyordu. Bu ölüm bir büyük boşluk bırakacaktı. Bir otorite sönüyordu. Bu adam daha biraz evvel kendi dili ile : Skilm viy, Mastieri Koultoura ? diye sormuştu. Yani Ey kültürün üs-tadları kimin ilesiniz ?
ooo
• Onu yaşar bir halde bulamadık. Bu son günleri, haziran ortasında bir fırtına gibi evinin etrafında hissediliyordu. Bizimki ile beraber yeşil bahçenin etrafında birçok otomobiller bekliyordu. Nihayet kapı açıldı. Doktor girdi. Heyecanlı anlar oldu. Herkes kasvet ve kâbus içinde idi. Bu arada Gorki’nin gözleri hayata kapandı haberi işi-dildi. Bütün memleket uzun bir hıçkırığa garkol-muştu.
Büyük ölünün önünde Stalin’i gördüm. Ölü Gorki’nin önünde Stalin’in gözlerine baktım.ölü Gorki önünde Stalin, bu tarihin duruşu idi.
On sene oldu. Biz bu gölgeyi terketmedik. O henüz üzerimizdedir. Tarihin en korkunç bir devri olan bu on sene geçti. Üzerimize bir gölge, cevapsız kalan bir sualin gölgesi yayılıyor. Bu ölüler, bu şehitler, bıı korkunç ıztıraplar, bu hıçkırıklar, bu cinayetler, bu gayrî İnsanî müthiş keşifler nasıl, olabiliyor bir cevapşıpşualin gölgesi üzerimize yayılıyor?
Kültür üstadları sesinizi cinayetler boyunca ni. çin yükseltmediniz ? Tarih önünde küçülen büyük insanlar ey üstadlarımız suallerimizi kime soralım, sükût, heryeıde sükût. Korktunuz, ve korkuyorsunuz değil mi ? bu sessizlik onun için,
Fikir adamları sizden ümidimi kesmek istemi’ , , , , . . , ,,
yorum. Size inanmak, kelimelerin kudretine, hay- YaSmur ?uklu gözlerimiz saadetle Kırışın asaletine inanmak istiyorum^nsanm vere- o- , . , . . , .. yıltansın
Size ınes ut günlen müjdeliyorum.
Cahit Saffet IRGAT
sualine cevap bekliyorum Kaybedilecek zaman, hesap «dilecek vakit yoktur. İnsan ile hiçlik arasında bir müşterek ölçü var derlerse inanmayın.
O bu suali sordu. Cevabını i;
Bir gün bir cevap verileceğini biliyordu. Bu sual sakin Ukranya’nın iş muhitlerinden, büyük su barajlarının yanından geliyordu. Güzelliği, hayallerimize ve rüyalarımıza süsler halinde dökülen beldenin içinden yükseliyordu bu sual. O olmak ü-zere olanı biliyor Ve onun içindir ki bu'kadar acı soruyordu,
Cevabınızdan feragat edemem. Ben Fransızım. Memleketim uçurum denen şeyi tanıdı. Kafile kafile ölüler cevap bekliyor. Kültür insanları siz kiminlesiniz ? Hangi taraftansınız ?. Oradour ile veya onun hainleri ile mi ? Buchenvvald veya o-ranın hainleri ile mi ? Peri veyahut da Stulpna-egel ile misiniz ? Sularını insan vücutlarını yakarak ısıtanlardan yanamısınız ?
Ben Fransızım, ve siz de Fransız Ingiliz, Bre-zilya’lı Çek veya Amerikansınız.... Artık susmak için hakkınız yok. Sizin de halkınız benimki gibi tehlike içindedir. Hitlerlerin, öuislinglerin ekmeğine yeniden yağ sürmeyiniz. Faşizm her an yeniden dirilebilir. Bugün hepimiz birden bir sulh işçisi olarak çalışmalıyız. İnsanlığa hürmet esas ve daimi olsun. Bugünki işimizi yarına bırakmıya-lım. Haydi öyle ise bir kere daha söyleyiniz : Kiminlesiniz, kimden taraftasınız ?
ARAGON.
Bir bahar havası var
Mısralarımda,
Aşka insana dair.
Rüzgârlarım konuşuyor dağ başında Kulelerde, ağaçlarda, camlarda Biteviye insana
Yaşamağa, aşka dair.
II.
Gül be toprak, gül yüzüne Öp elini çifçinin.
Gül be güneş saz benize Gül de güller açılsın.
Kahvede kâğıt açan âvâre
Şu duvarcı, arabacı, amele
Bel bağlamış yedi karış ömüre.
Biz de bakabilelim
Bir ışıklı pencereden.
Bize de pay düşmeli
Şehirlerden, caddelerden, denizden.
insan insan paylaşalım Yaşamayı, komşuluğu, dostluğu Bağdaş kurup yan yana
Bir sahandan yiyelim Dünyamızın sofrasında.
I I I
Ben yaşamak arzulusu fedaî, İyiliğim, kardeşliğim nâmütenâhî Size mes’ut günTeri müjdeliyorum Fervad eden toprakta Ağlayanlar, tâkatsızlar, mazlumlar Soğukların, açlıkların Bankaların çiğnediği çocuklar
5id»ede„ öldü. Adamın biri
Çifte koş.tuğun öküzler enin, kadar yo-rgun değil kardeş I
Sen ki Kış ve Yaz düşünceli Sen ki kış ve yaz yalnayak!
Ne esnaf, ne tüccar,ne efendi Senin kadar değil düşünceli, Senin
kadar yorgun değil
kardaşI kış ve yaz düşünceli kış ve yaz yalnayakl
Sen ki
Sen ki
Sevmesi sana mahsustur
Yüreğin hükmedince.
Boynunun damarları kabararak
Türkü söylersin söyleyince,
En iyi sen gülersin
Ölürsün öl deyince
Sana mahsus çalışmak.
Sen ki kış ve yaz düşünceli
Sen ki kış ve yaz yalnayak I
Cahit KÜLEBİ
FİKİR.,SAKAT VE TEHKİTDERgiSİ
Gök Mustafa
Hüseyin anlatıyordu:
Bir candarma gelmiş bizim köye
Keşkek komuşlar önüne, yemiş
— Sevmem iş —
Tavuk kesmişler, yemiş
— Sevmemiş —
Bal komuşlar. parmaklamış
— Sevmemiş —
Bir Gök Mustafa varmış
— Sağ mı bilmem ? —
Gülügülüvermiş de candarmaya
«Neyliyek ağa
«Sana yumurta mı pişirek* demiş.
Enver GÖKÇE


-HALK İDARESİ HASIL GERÇEKLEŞEBİLİR T
(Başmakaleden devam) yatı ehemmiyettedir. Bugünün cemiyetlerinde milletin çok büyük bir ekseriyeti kol veya kafa ile çalışan, bu çalışmanın karşılığı olarak aldığı gündelik veya maaşla geçinen insanlardır. Bu geçim haynağının gelecek için emniyet altına alınması, çalışma sahasında ilerleme imkânlarının bulunup bulunmaması, çalışmanın bağlı olduğu şartlar her vatandaş için en başta gelen meselelerdir. Demokraside, vatandaşların İktisadî alanda da kontrol ve eğemenliğini sağlamak kaçınılmaz bir zaruret olarak beliriyor. Zaten aslında siyasî demokrasi, İktisadî demokrasi d>ye bir ayrılık olamaz, bu iki saha birbirine ayrılmaz süt ette bağlıdır. _____
Bıı söylediklerimizden şu neticeye varıyoruz ki, gerçek manâda bir demokrasiden bahsedebilmek için, büyüklü küçüklü bütün kollektif işlerde cemiyet hayatının her sahasında, ve yalnız seçim zamanları değil, daima milletin idaresinin kendini gösterebileceği, vatandaş murakabe ve kontrolünün belirebileceği yollan bulmak lâzımdır. Bu yol, vatandaşların serbestçe, geniş mikyasta, çeşitli şekillerde teşkilâtlanmasıdır; ve kolektif işlerin mümkün mertebe vatandaş teşekkülleri tarafından görülmesidir. Demokratik rejim geliştiği nisbette işler bürokrasiden, memurlar kadrosundan, serbest vatandaş te-şekkülerine devrolunmalıdır.
Vatandaşların teşkilâtlanması denince yalnız siyasî partiler, meslekî teşekküller, kooperatifler, çeşitli maksatlar için cemiyetler düşünülmemelidir. Bunlardan başka, köy, mahalle şehir, fabrika, okul, her çeşit müessesede - hasılı, nerede vatandaşlar müşterek iş ve menfaat bakımından bir topluluk teşkil ediyorlarsa orada - vatandaşlar serbestçe teşkilâtlanmak ve o toplulukla ilğili işlerin mesuliyetini üzerlerine almalıdır. Demokrasinin bir şartı, kanunların, serbest seçilmiş millet ve killeri topluluğu tarafından geçirilmesi ise, diğer bir şartı da geçirilen kanunların tatbikine vatandaşların iştirâki ve bu tatbiki mürakaba etmesidir. Ancak o zaman yukarıda bahsettiğimiz tehlike, milletle idare teşkilâtı arasındaki ayrılma ve uzaklaşma ortadan kelkab lir, ancak o zaman halk idaresi cemiyet sisteminin ve işlerinin bütün alanlarında gerçekten kendini gösterebilir.
Behice BORAN
Sınıflar ve Partiler
Yazan: Zeki BAŞTIMAR
l’inci sayfadan:
yetinin tabiî bir karakteri, hayatın ezelî ve ebedî bir zarureti diye ileri süreceklerdir ; böyle olduğuna göre de, fakir sınıfların kendi alınyazılarına boyun « eğmekten başka yapacak işleri olmadığını anlatmıya çalışacaklardır. Sınıfların büsbütün inkârıyle onların bu şekilde kabulü ayni yola çıkar, aynı emele hizmet eder. Bu iddia birincisinden daha az gülünç değildir. Fazla olarak, ondan daha yobazcadır. Cemiyette hiç bir şeye “ezelî ve ebedî» damgası vurulamaz, hiç bir şey bu damgayı taşıyamaz. Sınıflar da bütün İçtimaî kategoriler gibi cemiyetin muayyen bir gelişme merhalesinde doğmuşlar, onun iç gelişmesile şekil değiştirmişlerdir, İçtimaî gelişmenin muayyen bir merhalesinde de nihayet yok olacaklardır. İnsanlığın İçtimaî tarihi bugün bu hakikati elle tutulacak derecede belirtmiş bulunuyor.

Sınıflar, içlimaî istihsaldeki yerleri, istihsal vasıtalarına karşı münasebetleri, emeğin İçtimaî organizasyonundaki rolleri ve İçtimaî servetteki hisseleri itiba-rile birbirinden ayrılan insan guruplarıdır. Sınıflar birbirinden sadece hukukî imtiyazlarla, İçtimaî gelir kaynaklariyle, mülkiyet farklariyle, yahut istihsal ıa-aliyetindeki farklı teknik fonksiycnlarıyle ayrılmazlar.
Sınıf farklarının esasını cemiyetin ekonomik bünyesinde, İçtimaî gurupların istihsal sisteminde işgal ettikleri mevkide aramak lâzımdır. Sınıfın istihsal sistemindeki mevkiini ise her şeyden evvel onun istihsal vasıtalarına karşı münasebeti, durumu tayin eder. Sınıfların istihsal vasıflarına karşı münasebetleri, emeğin İçtimaî organizasyondaki rolleri sınıflardan birine öbürünün emeğini kendine maletmek, onu istismar etmek imkânını verir.
İstismar eden sınıf istihsal vasıtalarının sahibidir, istismar edilen sınıf bu vasıtalardan mahrumdur. Fakat mesele sadece mülkiyet farkında değildir. İstihsal vasıtalarına karşı ayrı ayrı münasebetler, emeğin İçtimaî organi- | zasyonunda alınan ayrı ayrı roller ve istismar, mülkiyet farkından başka şeylerdir.
Sınıflı bir cemiyette hâkim sınıf kendi inhisarcı ve istismarcı durumunu muhafaza etmek, sağlamlaştırmak istediği gibi, istismar edilen v» her şeyden mahrum bulunan sınıf ta içinde yaşadığı şartları islâh etmiye, değiştirmiye çalışır. Bu yüzden iki sınıf arasında daimî bir menfaat çarpışması ve mücadelesi hüküm sürer.
Kapitalizmde burjuvazi ile işçi sınıfı, karşılıklı münasebetleriyle kapitalist is-tîhstol' frıünasebetlerlnin karakterini, Kapitalizmin ekonomik bünyesini tayin etmektedirler. Bu iki sınıf olmadan ve istihsal faaliyetlerinde birbirlerile münasebete girişmeden kapitalist istihsal tarzı düşünülemez. Burjuvazi ve işçi sınıfı kapitalizmde esas sınıfları teşkil ederler, fakat arada, köylüler, şehir esnafı, münevverler ve sair unsurlar da vardır. Bunlar kapitalizmin iktiskdî bün-yesile ilgili sınıflar değillerdir. Küçük mü kiyet sahibi olan köylülerle esnaflar iş£Î sınıfının doğduğu kaynağı teşkil ederler ; kapitalizmin inkişaf kanunları ergeç bunları mukadderatça işçi sınifıyle birleştirir.
Bttrfuvazile işçi sıntft arasındaki mücadele İktisadî, siyasî ve nazarî olmak üzere üç şekilde kendini gösterir. Sendikalar, işçi kooperatifleri v. s. işçinin İktisadî teşkilâtlarıdır. İşçi bu teşkilâtlarda bırleşerek İktisadî haklarını koru-mıya çalışır, uıtisadî ve siyasî üstünlüğü elinde futan burjuvazinin karşısında işçinin yegâne silâhı teşkilâtlılık, birlik ve şuurluluktur. Burjuvazi işçinin bu kuvvetini pek iyi bilir. Onu zayif düşürmek için her çareye baş vurur. İşçinin teşkilâtlanmasına engel olmak için aldığı bütün tedbirlere rağmen buna muvaffak olamazsa ve eemokrasi bir olup bitti, bir zaruretse, yapacağı iş işçiyi kendi içinden fethetmektir. Bu işi ya işçi sınıfının içinden satın aldığı sınıf şuurundan mahrum unsurlarla, yahut işçi sınıfının içine soktuğu profesyonel politikacılarla başarmıya çalışır.
Siyasî mücadelenin en olgun şekli parti mücadelesidir. Partiler sınıfların siyasî teşkilâtlarıdır ; onların en şuurlu unsurlarını birleştirirler, temsil ettikleri sınıfların siyasî mücadelesini idare ederler. Burjuva sınıfı ; toprak burjuvazisi, senayi burjuvazisi, ticaret burjuvazisi, gibi menfaatleri birbirine uymı-yan, hatta çoğu zaman menfaatleri çarpışan ayrı ayrı guruplardan teşekkül eder. İşçinin yarattığı fazla kıymetin paylaşılmasında kendini gösteren gurup zıddiyetleri çeşitli burjuva partilerinin doğmasına yol açar. Fakat işçi sınıfı menfaatleri birbirine zıt zümrelerden, guruplardan teşekkül etmez. Bu itibarla işçinin ayrı ayrı partiler kurması kendi sınıf menfaatlerinin gerektirdiği bir şey değildir. Tersine olarak, bu onun siyasî menfaatlerine aykırıdır. Burjuvazinin istsğine ve menfaatlerine uygundur. İşçinin davasını benimsemiş görünen, hatta bazan onun şiarlarına bürünerek ortaya çıkan birçok partiler, bilerek veya bilmiyerek, işçi hareketini parçalamaktan, işçinin değil, onun karşısındaki sınıfın davasına hizmet etmekten başka bir iş görmezler. Hakikî bir işçi partisinin başında, işçi sınıfın ideolojisini hakkıyle benimsemiş, onun inkılâpçı naza-riyesiyle silâhlanmış, menfaatleri uğrunda mücadolede pişmiş, millî ve milletlerarası işçi hareketlerinin tecrübelerini kendine maletmiş fedakâr insanlar bulunmak gerektir. Nazariyesi, tecrübesi ve isçi kitlesile bağları zayıf, hattâ işçi sınıfının ideolojisiyle hiç bir ilgisi olmıyanların partileri hangi adı taşısınlar bir işçi partisi olmaktan uzaktırlar. İşçi kendi nasırlı pençesinin kudretine inandığı kadar yaratıcı kabiliyetine de güvenebilir ve kendi içinden binlerce teşkilâtçı ve Önder çıkarabilir.

Kaynak: TÜSTAV - Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı Arşivi

Basın hüriyeti
Behice BORAN
Constaniin Meunier’den: İşçi
Bîr
veya kapalı şekillerdeki dahaleden kurtulmasıdır.
almak ır^-biridir. Bir
demokrasinin gerektirdiği t.u.samı: yetmez. Basın nata Mit eden şartları da orta-hızlandıra-

f—) ASİN hürriyeti deyince ilk akla gelen, basının açık *• veya kapalı şekillerdeki her çeşit sansürden, mü-
Memlekimizde bu bahiste yazılan yazılara bakılırsa, mesele umumiyetle bu şekilde anlaşılıyor. Şüphesiz hür bir basından bahsedebilmek için bu çeşit müdahalelerin olmaması ilk şarttır, fakat, demokrasinin gerektirdiği basın hayatı yalnız bu şartın yerine gelmiş olmasıyla gerçekleşebilir mi?
Niçin basın hüriyeti üzerinde demokrasinin esas şartla' rından biri olarak İsrarla durulduğunu görüyoruz? Çünkü demokrasi halk idaresi demek olduğuna göre, memleket meselelerinde halkoyunun kendini göstermesi şarttır. Heıhangi meselede halkoyu, o meselenin seıbestçe ele alınıp münakaşa edilmesi neticesinde belli olur ve halkoyunun kendini belli etmesinin vasıtalarından biri de memleket basınıdır. Hür bir basın, halkoyunun dile gelmesidir. Basın hüriyetinin manâsı ve ehemmiyeti bu olunca, basının üzerinden sadece hükümet baskı ve müdahalesinin kalkması, bin bası ı vaziyetin meydana yatının gelişip kuvvetlenmesini i dan kaldırmak ve bu gelişmeyi kolaylaştıracak, cak şartlan sağlamak gerekir.
Bir gazete veya dergi çıkarabilmek için izin buriyeti basının gelişmesini zorlaştıran şartlardan vatandaş veya bir sosyal teşekkül bir dergi veya gazete yayınlamak ihtiyacını duyar, fakat bu ihtiyacın duyulmasıyla ruhsatiyenin alınıp gazete veya derginin basılması arasında beş altı ay, hatta bazan daha fazla bir zaman geçer, kitabın basılıp yayınlanması belki beş altı ay bekliyebilir, fakat gazete ve dergiler zaman şartlarına çok daha hassas olan yayınlardır. Bir dergi, hele günlük bir gazete için beş altı aylık bir gecikme çok mühim bir engeldir. Bundan başka, beş altı aylık, veya daha fazla süren müddetin sonunda gazeteyi çıkarmak istiyenler red cevabıyla karşılaşıp yayınlamak imkânından büsbütün mahrum da kalabilirler.
Hür basın hayatının gelişmesine bir ikinci engel, siyasî ve gayri siyasî ayrılığı ve siyasî mevkut-yaymlann para kayıtlarına bağlı oluşudur. Gaye, halktan olan vatandaşların ve halk teşekküllerinin kolayca basın hüriyetinden faydalanabilmesi, büyüklü küçüklü, mahallî veya memleket mikyasında, her çeşit yayınların bollaşmasıdır. Halbuki bir gençlik teşekkülü, küçük bir köy topluluğu kendi sesini duyurmak istediği zaman, siyasî yayınların şart koştuğu bir kaç bin lirayı nasıl bulabilsin? Malî kayıtlar, basın ve yayın imkânlarından sadece müreffeh zümrelerin faydalanması, geniş halk yığınlarının, vasat vatandaşların ise bu imkânlardan mahrumiyeti neticesini doğurur.
Gazete ve dergi çıkaranların tahsil seviyelerine ait ka. yıtlar da aynı şekilde basın hayatının daralmasına, bazı ay. din zümreler elinde kalmasına sebep olur. Gazete ve dergj yayınlamak hakkı neden sadece üniversite mezunu vatandaşa tanınsın? Demokrasinin gerektirdiği basın hayatı, sadece aydınların yayınlarda bulunmasından ibaret değildir ; daha ziyade, halkın da kendi sesini kendi diliyle, kendi görüşü ve
Rubai •-----------------------
(HAVYAM’CA POLEMİK)
Ömür gelip geçiyor, vakti ganimet bil, uyanılmaz uykulara varmadan, yâkut şarabı-billûr kadehe doldur, seher vaktidir ey delikanlı uyan..
Perdesiz, buz gibi odasında uyandı delikanlı, gecikmeyi affetmeyen fabrikanın canavar-düdüğüydü uğuldıyan....................................
Nûreddin Eşfak
ifade tarzıyla duyurmasıdır. Bunun için tah. sile ait kayıtlar kalkmalıdır.
Bütün bunlar demokratik bir basın hayatının gelişmesi için ilk lüzumlu şartlardır. Bunları gerçekleştirdikten başka, demokratik basın hayatının gelişmesini teşvik edecek tedbirleri almak lâzımdır. Meselâ, memleketin dört bucağında matbaaların çoğalmasını sağlamak, küçük teşekküllere, köylere kadar hiç değilse teksir makinelerini yaymak, ucuz kâğıt temin etmek, yayınların tevzi işini teş-
kilâtlandırmak ve hızlandırmak, muharrir ve mütercimlerin haklarını korumak, onları re-fahlandırmak gibi.
Demokratik hüriyetler meselesinde ehemmiyetle hatırda tutulması gereken nokta şudur: kayıt ve müdahalelerin kalkması, kanun bakımından hüriyetin tanınması ilk merhaledir. Asıl mesele, kanunların verdiği hüriyet-lerin yalnız bazı zümrelere münhasır kalmaması, halkın, ekseriyetin bu hüriyetlerden fiilen faydalanabilmesi için gereken şartların ve vasıtaların temin edilmesidir.
SAYI
A
I Temmuz I94k6
ANKARA
25
KURUŞ
Olağanüstü Savaş ne oldu ?
Varto Felâketi
Qeçen yıl, Sağlık Bakanlığı memleket ölçüsünde bir «olağanüstü sıtma savaşı*na girmişti. Bu adeta bir «cihadı ekber», bir «umumî seferberlik» oldu. Her tarafa ekipler gönderildi. Hastahaneler-deki asistanlar bile seferber edildi. Üç dört ay sonra da bu savaşın bataklıklar ve sivri sinekler üzerine tam bir Zaferle neticelendiği ilân edildi. Bu sıkı çalışmanın sıtma ile savaş işinde tesirli neticeler verdiğinden kimse şüphe edemez. Yalnız, işe yakından bakıldığı zaman, bu savaşta tabiatın bir bakıma menfi bir şartı «olağanüstü savaş» a-çanlara büyük ölçüde yardım etmişti : bütün memleketi kasup kavuran, ekinleri kurutup, yurdun bir çok yerlerini açlık tehlikesi karşısında bırakan, köylüleri şehir sokaklarına döken büyük kuraklık. Yağmur yağmadığı için bataklıkların çoğalması şöyle dursun, kuraklık sayesinde toprağın altı bile kurumuştu. Bunun için zafer istatistiklerinde kurutulduğu ilân edilen binlerce hektar bataklığın kurumasında korkunç kuraklığın büyük payı olmuştur.
Böyle de olsa, Türkiye’de sıtma yuvası olan yerlerin ortadan kalktığı, sivri sineklerin köküne kibrit suyu ekildiği iddia edilemez. Üç dört aylık bir savaştan sonra - bu ne kadar olağanüstü olursa olsun - memleketimizde sıtmanın bir tehlike olmaktan çıktıkını kimse söyliyemez. Bunun için geçen seneki seferberliğin bu sene de de ayni hızla devam etmesi gerekirken, sanki maksat hasıl olmuş gibi, bu sene ortada böyle bir kımıldanma görülmemektedir. Eğer hasıl olan bir maksat varsa bu her halde halkın sağlığı, sıtmanın tahribatından kurtarılması davası değildir. Kaldı ki bu sene, geçen senenin zıddına olarak memleketin her tarafına aşıra, yağmurlar yağdı. Bir çok köyleri, kasabaları seller baedı. Sürekli yağniurlar en ile ri şehirlerimizde bile göller meydana getirdi Bu’ gün yalnız Ankara gençlik parkındaki havuzun yanında öbek öbek bataklıklar, gölcükler peyda olmuş bulunuyor. Oraya gezmiye, hava almıya gidenler suyun yüzünü bulut gibi kaplıyan sivrisinek ordusunu görünce korkuyla : «Nerede olağanüstü savaş ?.» diye bağırmaktan kendini alarm- b,r çok valandaşlarl da ac. ac. düşündürenşey ; o gece radyoda, bu şairin ne sosyal ve nede millî bir değeri olmayan şiirlerini, ve bu arada bilhassa. sadece sevgilisinin gelip yanına uzanmasından bahseden bir şiirini okuyanların ; o günlerde Muş ve Varto’da deprem felâketine kurban giden yüzlerce kadın, erkek ve çocuk vatandaşın bu fei lâketile istemiyerek bile olsa olanları unutarak, is-temiyerek dahi olsa, onların sefaletleriyle eğlenmiş olmuyorlar mı ?
yorlar. Evet, olağanüstü savaş, kuraklığın ortalığı cayır cayır kavurduğu, bataklıkları kuruttuğu geçen yıldan çok, memleketin büyük bir kısmının su altında kaldığı, her tarafın bataklıklarla dolduğu bu yıl lâzımdı. Halbuki ortada hiç te böyle bir alâmet görmüyoruz. Galiba geçen yılın zaferini kazananlar bu olağanüstü savaştan sonra ya pek yorgun düşmüş, yahut ta yeni zaferlere ihtiyaçları kalmamıştır.
Toprak Bayramı
■yOPRAK kanununun kabulünün yıldönümüne rastlayan günlerde toprak bayramı gazetelerde büyük akisler doğurarak kutlandı Topraksız köylüyü topraklandırmak, ona iş vasıtalarını sağlamak, fakir köylü tabakalarının hayat seviyesini yükseltmek, yurdumuzun esas davalarından biri. Bu davayı ciddiyetle ele alıp kanun şekline dökmek yirmi iki yıl aldı. Sonunda, ziraatimizin ihtiyaçlarına iyi cevap vermiyen, kifayetsiz, tatbik şekli aksak bir kanun elde ettik. «Ne ise, dedik, bu ilk adım. Bir başlansın, belki «sonradan hatalar, aksaklıklar düzeltilir, eksiklikler tamamlanır.» Aradan bir yıl geçti. Bu bütün bir yılda sadece «hazırlıklar» yapıldı. Ancak yeni yeni, bazı böl-
Belki bazı okurlarımız dinlemişlerdir. Haziranın ilk günlerindeydi galiba, Ankara Radyosunda bir Yahya Kemal gecesi tertip edilmiş ve öteden beri bu şaire hayran olduklarını söyliyen bir kaç kişi bir araya gelerek, şairin dünyayı hep gül-penbe gören - daha doğrusu, dünyayı değil, ken. di muhayyelesini demek lâzım, çünkü şimdiye kadar şiirlerinde gerçek dünyayı gördüğüne delâlet edecek bir tarafa rastlanmamıştır - şiirlerinden bir kaçını seçip okudular. Aklımızda kaldığına göre, bunlardan biri, ayrı düştüğü sevgilisinin hasreti artık canına tak dediği için, yanına gelip sevgisinden bir parça tattırmasını istiyor, diğerleri de, Lâle Devri hasretiyle Boğaziçi ney ve mey âlemlerinden bahsediyordu. Durup dururken radyoda böyle bir şeye neden lüzum görüldü acaba diye merak ettik, sonra şairin son ara seçimlerinde milletvekili seçilerek, o günlerde Ankara’daki yeni vazifesine başlaması münasibetile, ona hayran o-lanların, şairlerine karşı celtinmence bir jestte bulunmak tstemeleri ihtimalini hatırladık. Fakat asıl bu olay bize daha başka şeyler de düşündürdüğü için üstüne patmak basıyoruz. Bir defa, bir devi let radyosunun, bir kaç kişinin bir şaire karşı besledikleri hususî sevgi ve hayranlıklarını ifade et, mek gibi, kimseyi ilgilendirmiyen bir arzunun tat. minine âlet edilmesi ne dereceye kadar doğrudur? Bu işi pek alâ herkese ilân etmeğe lüzum kalmadan, müştereken şaire yazacakları bir «takdirkâr» mektııbıî veya çekecekleri ' edebî» bir ziyafetle yerine getirebilirlerdi. Sonra, bu saatin halkaTay-dalı ve öğretici olduğunu kim iddia edebilir? Kaldı ki, bu şairin, saatlerinin her dakikası halkın kesesinden ödenen bir halk radyosunda kendisine bir saat ayrılmasına hak kazanabilecek kadar hal. kın ve onun sosyal davalarının şairi olduğunu da zannetmiyoruz. Nihayet, asıl bizim gibi ihtimal k
gelere komisyonlar gönderiliyor. Kanunun kabulü sıralarında tatbikinin yirmi yıl süreceğini işitmiş-tik. Şimdi de, yıl dönümü münasebetiyle bu bahiste selâhiyetli olması lâzım gelenlerin yazdıkla rında işin uzun süreceği, yirmi.yıl tutacağı tekrar edildi. Yirmi yıl! Yirmi iki yıl kanun için bekledik, yirmi yıl da tatbiki için, etti kırk iki yıl. Ortaçağın durgun zamanlarında, bir memleketin hayatında yirmi yıl, kırk iki yıl, belki fazla bir şey ifade etmezdi. Ama yirminci yüzyılın ortalarında. yirmi yılda, kırk yılda dünyanın altı üstüne gelebiliyor. Hayatının cefalı, mahrumiyetlerinin çok olduğunda herkesin ittifak ettiği köylümüz, bir parça toprak edinebilmek için daha yirmi yıl bekliyecek takatte midir? Kağnıdan trene, otomobile, uçağa geçmek zaruretinde olduğumuz gibi sosyal davalarımız yolundaki çalışmalarımızı da hızlandırmak zorundayız. Yirmi yılı iki yıla indi-rebiliyor muyuz? işte o zaman bayram edelim.
Atlantik Okyanusunun efsanevî Antil adalarından birinde, Kristof Kolomb’un mezarının bulunduğu Ispanyola adasında «Santo Domigo Cüm huriyeti» adını taşıyan bir «cumhuriyet» vardır. Bu cumhuriyetin tarihçesini bir tarafa bırakarak, onun başkanı ve ordu komutanı olan Raphael Leonida Trujillo Leolina’dan bahsedelim: Trujillo melezdir ve bugün 54 yaşındadır. Babası, insan öldürme suçundan uzun yıllar hapiste yatmış, kendisi de bir defasında sahtekârlık suçundan mahkûm olmuştur. 2.000.000 kadar nüfusu olan bu «cumhuriyet», aslında Trujillo’nun gerçekten bir malikânesidir. Bu «cumhur başkanı ve ordu komutanının yıllık geliri 5.000.000 dolar olup, şahsî mülkü 25.000.000 dolara yakındır. Yurttaşlara Başkanı ve politikasını tenkit hakkı asla verilmemiştir. Bu gibi hareketlerde bulunanlar ortadan esrarengiz bir şekilde kaybolurlar. Bir kaç yıl önce, Trujillo, subaylariyle birlikte bir ziyafetten dönerken, hafif bir tebessümle, memleketinin Tahiti’li muhacirlerden temizlenmesini pek arzuladığını izhar etmişti. Derhal ertesi günü 10.000 kadar Tahiti’li kadın, erkek ve çoluk çocuk kuzu gibi boğazlanmıştı. Bu olay Birleşik Amerika Devletini hayli endişelendirmiş, netice olarak ancak Trujillo, Tahiti hükümetine 750.000 dolar «tazminat» vermeğe mecbur edilebilmişti. Trujillo bugüne kadar üç defa evlenmiştir. En çok sevdiği çocuğu bugün onbeş yaşında olan Ramphis adın, daki oğludur. Bu çocuk daha beş yaşındayken kendisine babası tarafından albay rütbesi verilmiş ve 475 dolar aylıkla orduya katılmış, sekiz yaşına basınca da generalliğe yükseltilmiştir.. «Santo Do-mîgo Cuıflhrtrfyefi» dahilindeki yollarâa, " resmi, . hususî bütün müesseselerde. dairelerde, «ölmez Şef Trujillo», «Tanrı ve Trujillo», «içtiğiniz suyu size Trujillo veriyor» gibi vecizeler asılıdır. Resmî unvanlarından bir kısmı şunlardır : «Yurdun Hamisi», «İktisadî Egemenliğin Bânisi», «Milletin Kurtarıcısı», «Santo Domigo Partisinin Kurucusu ve Değişmez Yüksek Başkanı». «Devlet Babası», «Güzel Sanatlar ve Kültürün Hamisi» vs. vs... «Santo Domigo» cumhuriyeti tek partili sistemle idare olunur. Trujillo’nun anası Culia Molina «Milletin anası» ve «Birinci Kadın» ünvanlarmı taşır. Trujillo, yabancı müstevlilere karşı ayaklanarak isiiklâl savaşı açan yurttaşlarını düşmana satmakla işe başlamış, 1916 - 1924 yılları arasında sivrilmiştir. 1930 seçimlerinde kazanabilmek için memleketi bsştan başa tethişe tabi tutmuş, 24 saat zarfında tam 1200 kişi öldürtmüştür. Bu seçimlerde Trujillo. rakipsiz^ olarak «oy birliğiyle» başkanlığa seçilmiştir. İktidarı ele aldığı vakit Devlet hâzinesinin mevcudu 7.000.000 dolar olup buna karşılık amerikalı kapitalistlere 20.000.000 dolar botç ödemek gerekiyordu. Trujillo hiç tereddütsüz memurların maaşını yüzde yirmi beş nisbetinde kısıntıya tabi tutmuş, yüzlerce mektep kapamış, bütün bu borçları son meteliğine kadar ödemiştir. İktidarı ele aldığı günden bugüne kadar öldürttüğü siyasî rakiplerinin sayısı 10.000 den fazladır. Santo Domigo Cumhuriyetindeki bütün işletme ve fabrikalarda hisselerin yarısından fazlası Trujillo’nundur. Genel Evlerin ve barların nhisannı kardeşine bağışlamıştır...
«Simera» dergisinden
Sahibi : Asaf Ertekin. — Yazı İşleri M d. ve Umum [Neşriyatı idare eden : Yaşar Çöl.
Adres: Posta Kutusu 2017 Bakanlıklar, Ankara — Basıldığı yer: Sebat Basımevi, İstanbul.
Onbeş günde bir çıkar
ABONE ŞARTLARI
Yıllık: 6 lira.
6 ağlık: 3 lira.
4 ARALIK HADİSESİ
Yazan:
Asaf ERTE KİN
4 Aralık vakasını basma aksettirerek protesto eden yazısını aynen aşağıya alıyorum :
Bu der-vakasını ve üni-hareket
URDUMUZDA daha ileri bir demokrasiye ’ geçildiği ve Üniversitenin muhtariyet kazandığı bu günlerde, İstanbulda «Üniversiteli» adıyla çıkmaya başlıyan bir derginin demokrasi tarihimizden kolay kolay silinemiyecek bir lekeyi, Üniversite gençliğine maletmekteki gayretkeşliğine hayret etmemek elden gelmiyor, gide üniversiteli bir genç, 4 Aralık yapan kimselerin üniversiteliler olduğunu versitelilerin bu işde kendi iradeleri ile
etmiş olduklarını, kesin bir lisanla söylüyor. Eğer bu yazı ilk olsaydı güler geçerdik. Fakat iş bu kadarla bitmiyor. Dün açıkça demokrasi aleyhtarı neşriyat yapan, bugün ise demokrat kesilen bâzı gazetelerin, bir gerilik nümunesı olan 4 Aralık vakasını Üniversite gençliğine aylardanberi maletmek için, yapmakta olduğu sistemli ve sinsice yayın, bizi bu konuda konuşmak zorunda bıraktı, Bu sistemli yayınlarda : «Türk gençliğinin asîl heyecanı.. Millî heyecanın asîl tezahürü..», kabilinden tabirlerle 4 Aralık hâdisesi, gençliğe beğendirilerek tasvip ettirilmek isteniyor.
Her aklı başında yurtsever vatandaşın istikrah ve nefretle karşıladığı bu vaka haklı olarak demokrat basınımızdan, irtica damgasını yemiş bulunuyor. Hiç şüphesiz birkaç yüz insanın, tahrip vasıtaları ila bir baskın şeklinde bazı gazete ve mecmuaları» idarehane ve matbaalarıyla, bazı kitap-evlerini yıkıp yağma etmeleri, ileri bir hareket olarak vasıflandınlamaz. Çünkü bu, faşist ve nazi rejimlerinin hükmettikleri memleketlerde görüle bilen bir harekettir. Demokrasi ışı lan ile aydınlanan memleketlerde böyle birşey görülme, miştir.
Yurdumuzda demokrasinin ilerlemesi için ge-
4
rekli faaliyetlerin son haddine çıktığı günlerde, bu nevi bir gerilik hareketinin memleketin aydın zümresini temsil eden Üniversite çevrelerine atfedilmesi affedilemezdi. Nitekim bu işle ilgili oldukları zannedilerek sorguya çekilen üniversiteli öğrenciler daha o zaman kendilerine yapılan bu ithamı reddettiler.
Üniversitelilerin yapmış oldukları bu açıklama, rektörlerinin beyanatında da resmî ifadesini bul* muştu. Buna rağmen üçbeş üniversiteli çıkıp da ille bu tahripçi ve gerilik sembolü hareketi üze* rine almıya kalkışırlarsa, buna diyeceğimiz bir şey yok. Çünkü bunlar üniversiteli arkadaşlarının ve demokrat basının tekrarladıkları çapulcular zümresine kendilerini katmaktan başka bir şey yapmış olmazlar.
Şu noktayı kat’i olarak açıklamak isteriz: 4 Aralık vakası ile Üniversite gençliğinin hiç bir ilgisi yoktur. Nitekim Üniversiteye, Türk gençliğine maledilmek istenen bu vaka üzerine, infial duyan Ankara Üniversitesi gençleri, bir yandan Istanbuldaki gibi bir hadise çıkartmaya teşvik edilirken ve üzerlerine konmuş olan baskıya rağmen, bu hadiseyi protesto etmekten geri durmamışlardır.
Ankara üniversitesi gençlerinin elli imza ile
«Ankara Üniversitesi talebelerinden aşağıda imlaları olan bitler, İstanbul Üniversitesi talebelerinden olduğu söylenilen bir gurubun Tan, Yeni Diinya, Görüşler, La Turquie gazeteleriyle Berrak, A. B. C. kitabevlerinde tahribat yapmak suretiyle gösterdikleri anti-demokratik hareketi protesto eder ve bu kimselere hatırlatırız ki: Aziz Atatürkümüzün muhafaza ve müdafaasını bizlere emanet ettiği canımızdan kıymetli Cumhuriyetimiz ileri bir demokrasiye doğru gelişme yolundadır. Bu gelişmede ise en mühim rol basınındır. Anlayışlı halkımızın ve gençliğimizin son zamanlarda basın hürriyetine verdiği önem bunu açıkça isbat etmiş bulunuyor. İnkılâbımızın ana prensiplerini hiçe sayarak dünya gençliği karşısında arkadaşlarını küçük düşürmek istiyen bu anti demokrat kimseler Türk gençliğini temsilden çok uzak buluyoruz. Sulhsever re demokrat bir dünya kurmak yolunda dünya gençliğinin toplanarak bir birlik kurduğu bu zamanda biz demokrat Türk gençliği de memleketimizde doğmakta olan basın hürriyetine, kültür müesseselerine çılgınca saldıranlara demokratik hürriyet ve hakları çiğ-netmiyeceğiz. Büyük Atatürkümüzün şu sözleri şiarımızdır : GENÇLER ! CESARETİMİZ! TAKVİYE VE İDAME EDEN SİZSİNİZ. SİZ ALMAKTA OLDUĞUNUZ TERBİYE VE İRFAN İLE İNSANLIK MEZİYETİNİN FİKİR HÜRRİYETİNİN EN BÜYÜK TİMSALİ OLACAKSINIZ.
Bu müessif hadiseye iştirak etmediklerine inandığımız İstanbul Üniversitesinin demokrat gençliğine «ergi ve selâmlarımızı göndeririz.
NOT: Bu açıklama, İstanbulda Akş am, Cumhuriyet, Haber, Hür Ses, Son Posta, Son Telgraf, Ten, Tanın, Tasvir, V«kit, Vatan, Yeni Dünya, Sabah, La Turquie; Ankarada Ulus, Sivasta Ülke, izmirde Anadolu, Yeni Asır, Adanada Türk Sözü gazetelerine gönderilmiştir.»


KÖYDEN MEKTUP
Köyde Sağlık
Nedense o zaman bu protesto yukarıda isimleri yazılı olfcp da intişar etmekte olan gazetelerin hiç birisinde yer almamıştı. Buna rağmen bir serdengeçtinin tek imza ile Ankara Üniversitesini temsilen İstanbul j basınına çektiği, 4 Aralık vakasını tasvip eden telgrafı, gazete sütunlarına iri puntolarla geçti.
Bunlar gösteriyor ki bugünkü muhtar Türk Onh 'ersitesinin 4 Aralık vakası ile hiç bir ilgisi yokt ur. Mürteci basın ve onu tasvip edenler, bil-., Yarası olanlara ilaç da- »Delidirler ki: Memleketin savunması ve korunması Atatürk tarafından kendilerine emanet edilmiş olan Türk gençliği gündelik politika oyunlarına alet edilemez. ATATÜRK GENÇLİĞİNİN İDEALİ, SİYASİ OYUNLARIN ÇOK ÜSTÜNDE, İNSANİ VE KUTSALDIR.
ri
GÜN geçtikçe köylerimizde, hayat şartlarının b. Bazılarına iğne yaptı. ,|-----------------------
bozulduğunu, geçim, yiyecek sıkıntısı yü- £>“>- Evlerine gittiği ağır hastalardan beş liradan «Tabii tane-urmadığı iğneler bundan
zünden memleket sağlığının kötü ve tehlikeli bir duruma düştüğünü aşağıda vereceğim bir iki misal anlatır, kanaatindeyim. Geçen yaz tatilinde kısa bir zaman için gittiğim beş yüz evli büyücek bir nahiye merkezinde dizanteri hastalığı köyü kırıp geçiriyordu. İlk defa çocuklarda görülen kısa bir ishalden sonra kanlı basuıa çevrilen bu hastalık az zamanda salgın halini alarak büyüklere de sirayet etmiye başladı. Başını sokmadığı ev, girmediği ocat kalmadı. Koca koy kısa bir müddet içerisinde hastahane halini aldı. Hastalığa yakalananların üçte ikisi ya ölüyor, ya uzun müddet bu derdi çekiyordu. Bazan altı yedi çocuğu birden yatağa düşen ailelere rastlanıyordu. Fakir ve yoksul aileler için tehlike büsbütün artmakta idi. Tabii bütün köy korku ve dehşet içerisindeydi. Daha altı ay evvelisi aynı köy kızamık ve boğmaca gibi hastalıklardan yüzelli çocuğa yakın kurban vermişti Nahiyenin mensup olduğu kaza, aylardanberi doktorsuzdu. Vilayetin doktorları da, kışın yolun uzunluğunu ve bozukluğunu gözleri yemediği için türlü bahaneler çı. kararak hastalık mahalline selâm bile vermemişlerdi.
Son zamanlarda hastalık bir facia şeklini alınca uzun yazıp çizmelerden sonra, nihayen vilâyetten bir doktor bir otomobille hastalık mahalline geldi. Tabii yanında kâfi miktarda ilaç getirmemişti.. Tellal önleterek o gün beş on hastayı belediyeye celbederek bedava muayene yap-
on liraya kadar vizite parası aldı., sini beş liradan aşağı vurmı ^İÇ ’ TT r
O günlerde »özüne i-'
şunları söyledi: «Daha dün doktora muayene-iğne, ilaç parası yirmi lira saydım. Ertesi günü hastam fenalaşınca tekrar doktora koştum, bu defa da bir adımlık yere beş lira istemez mi ? Halbuki bu doktor belediye namına gönderiliyor. Bu da neyse, asıl işin püf tarafı, bir hafta sonra nahiyeye yolu düşen bilmem hangi kazanın dok-oru olup sıtma seferberliğinde vazife alan başka birisi, kendisinden evvelki doktorun hastalara yaptığı seromun «943» senesinde müddeti biten çürük şeyler olduğunu söylemez mi? Köyün hastaları birinci doktordan şifa bulmayınca bu sefer de İkincinin başına üşüştüler. Bu sıtma doktoru köyde kaldığı iki üç gün içerisinde bayağı, hastadan başını alamadı. Yanındaki sıtma memurunu köylere hap dağıtmıya yollayarak mükemmel para kırdı. Belki bu doktorun verdiği reçetelerden hastalar şifa görecekti, ama aksiliğe bakın ki ne nahiyede ne de kazada eczahane bulunmadığından reçeteler bir iki günde küllüklere atıldı.
Görüyorsunuz ya? Biz istediğimiz kadar sağlam ve gürbüz köylülerden bahsedip duralım. O, teşkilâtsızlık ve bakımsızlık yüzünden bin bir türlü kahredici hastalıkların pençesinde eriyip git diyor. «
Halil A YTEKİN
inandığım birisi aynen j-, ......L.
İlim Karşısında Irk Meselesi
Derleyen: Adnan CEMGİL
Etütler
Sosyalizm
John STRACHEY
Demokrasi
Prof. LASKİ
(İkinci Basılış)
ve
Fiatı 60 krş:
Nedir?
Çev. N. ERKES
Fiatı 50 krş.
Sosyalizm
Çev. Niyazi BERKES
Fiatı 100 krş.
Adres : P. K. 162, Ankara.
Hindistanda
Sağlık
Demokrasi
ERYÜZÜNÜN en zengin iptidai madde kay. naklarından biri olan Hindistan halâ bir
(Avam Kamarası üyelerinden Muhafazakâr Hollis, Komünist Piratin, Liberal Roberts ve Sosyalist Walker arasında Londra radyosunda yapılmış olan bir münakaşayı, kısaltarak okurlarımıza sunuyoruz.)
çok kimseler tarafından debdebe ve ihtişam içinde yüzen mihracelerini her sene altın ve pırlantalarla kantara vuran bir efsane ülkesi olarak tahayyül edilir. Milyonlarca paryanın yerli ve yabancı efendiler hesabına yan aç süründüğü bu memleketin içyüzü ise diğer bir çok sömürgele" rinki gibi pek acıdır. Orada yabancı emperyalizm, bu emperyalizmi kendi menfaatleri uğruna milyonlarca hintlinin sırtından besleyen ve bir türlü de doyuramayan racalardan başka bu iki kuvvet sayesinde kök salıp yerleşen açlık, sefalet ve korkunç salgınlar hüküm sürer. Büyük bir imparatorluğun ve onun yerli simsarlarının hudutsuz ihtiyaçların tabiat kaynaklarından ve İnsan emeğinden cömertçe temin edebilen Hindistan kendi aç karnını doyuramamakta ve bir türlü önü alın-mavan hastalıklara her sene milyonlarca kurban vermektedir.
Hindistan binlerce senedenberi en korkunç salgınların anavatanıdır. Bugüne kadar bunlarla mücadelede mühim bir ilerleme görülmemiştir ve sömürge olduğu müddetçe de görülemiyecektir. Halk sağlığının koruyucusu her şeyden evvel mevcut ekonomik ve sosyal şartlara bağlıdır. Bu durum değişmedikçe yapılacak iğreti yardımlar netice vermiyecektir. Çünki hiç bir emperyalist devlet sömürgesi olan bir ülkeye oradan sömürebildiği kadarını vermeye katlanamaz.
Bugün Hindistanda kolera, çiçek-veba, verem, sıtma gibi bulaşıcı hastalıklara ait resmî kayıtlardaki rakkamlar bile korkunç derecede yüksektir. Halkın pek büyük bir kısmı tamamen gayrı sıhhi şeraitte yaşamakta ve her bakımdan eksik gıda almaktadır. Bilhassa protein ve vitaminden mahrumdurlar. Bu sebeplerden dolayı hastalıklara karşı mukavemetleri de azalmıştır.
Bu ağır şartlar içinde bulunan Hindistanda son dünya harbi senelerinde sağlık işlerini organize etmek maksadiyle Sir Joseph Bohre’un riyaseti altında «Helth survey and development committee» ismiyle bir teşkilât kurulmuş ve mesailerini de neşretmiştir. Bu neşriyat bugünkü Hindistanın sağlık durumu hakkında açık bir fikir vermektedir. Komitenin raporlarına göre senede ortalama olarak yalnız:
Koleradan....................T 144,924'm
Çiçekten........................ 30,932
Sıtmadan........................ 2,000,000
Gebelik ve ihtilaflarından . . 2,000,000
kişi ölmektedir.
Her sene sıtmaya 100,000,000 İnsan tutulmakta, 4,000,000 a yakın kadın doğum ihtilaflarının acısını çekmektedir. Halen Hindistanın hususi ve resmî hastanelerinde mevcut yatak sayısı 43,000 dir, yani bütün nufusa göre hesaplandığı takdirde 8885 kişiye bir yatak düşmektedir. Yerli ve yabancı hekim adedi 47,000 dir ki ortalama 8723 kişiye bir hekim, hemşire ise 7,000 dir ki yine ortalama 543,082 kişiye bir hemşire isabet et mektedir. Doğurabilecek yaşta 100,000,000 a yakın kadına mukabil ebe sayısı ancak 5000 dir. Bundan başka 75 eczane ve 1000 dişçi vardır.
Bu adetlere basit bir göz atmakla da Hindis-tandaki sağlık durumu hakkında bir fikir edinmek pek kolaydır. Komite birçok hesaplar yapmış ve bir çok önemli kararlar almıştır. Bunlar tatbik edildiği taktirde 1971 senesinde 185,000 doktor, 780,000 hemşire, 74,000 ziyaretçi hemşire, 100 bin ebe, 62,000 eczacı ve 92,000 dişçi bulunacak ve sağlık işleri de daha yolunda gidecektir.
Salgınlarla mücadele ve sağlık kalkınmasında
L_| OLLİS — Demokrasi, demos, yani halk ’ ’ idaresi, demektir. Demokratik bir memle-
ket diye, hükümet siyasetinin halk iradesini temsil ettiği, halkın, arzu ettiği zaman hükümeti değiştirmek üzere meşrutî bir makanızmaya sahip bulunduğu bir memlekete denir. Demokrasi için şu veye bu şekilde temsilî bir meclise ihtiyaç vardır. Herkesin seçilmek ve seçmek hakkını sağlayan bir serbest seçim bulunmalıdır. Başka bir deyimle, hür bir cemiyetin mihengi, birbirlerine rakip adayların, birbirlerine muhalif durum alabilmeleri ; cebre baş vurulmadan, meşrutî bir u-sulle hükümetlerin iş. başına getirilebilmesi ve işbaşından uZaklaştırabilmesidir.
Piratin — Bu, demokrasinin tamamiyle for-mel bir tarifidir. Asıl mesele, gerçek egemenliğin kimin elinde bulunduğunu araştırmaktır. Demokrasi sadece oylardan ibaret değildir.
Roberts — Yüksek iradenin, «eı besi bir seçimle teşekkül etmiş bir parlamento elinde bulunması lâzımgeldiğiııde Hollis’le beraberim. Fakat buna, söz hüriyeti, basın hüriyeti gibi unsurların da ilâvesi lâzımdır ; halk haber, hadise ve fikirleri bağımsız olarak öğrenebilmeli, kendi fikirlerini ifadede herkes hür olmalıdır. Yalnız oy değil,başkalarını kendi fikirlerine uygun olarak rey vermeğe ikna için de lıüriyet olmalıdır. Bu da söz ve basın hüriyetiie olur. İdare edenlerin halkı keyfî olarak tevkif edebildikleri ve ferdin medenî ve kanunî haklarına riayet edilmediği, veya halkı arzu ettiği şeyi dinlemek ve okumaktan menedebildikleri bir polis devletinde seçimlerin mânası yoktur. 1 ■ 1
Piratin — Evet, gazete baronlarının fikirleri kontrol ettikleri bir memlekette.
Roberts — Bir liberal sıfatıyle, birşey daha ilâve etmem lâzım. Serbest seçimle teşekkül etmiş bir parlamentonun demokratik olabilmesi için, nısbî temsil esastır. Yani, her partinin çıkaracağı temsilci sayısının, o partideki seçmenlerin sayısıle mütenasip olması lâzımdır.
Walker — Bir işçi sıfatile, nisbî temsil meselesinde, hiç şüphe yok ki Roberts’in fikrine iştirak edemeyeceğim. Bu sistem, zaif hükümetlerin kurulmasına, Avam Kamarasında bir kararda durmayan gurupların doğmasına, ve halkın iradesini yerine getirmeğe muktedir olabilecek bir partinin bulunmamasına sebep .olur. Demokrasinin ayni zamanda müessir olması da lâzımdır. Ferdî hüriyet-lere gelince, fertlerin hür olmaları kâfi değildir. Mücerret olan fert, ancak işçi sendikaları, partiler ve her türlü sosyal teşekküllere iştirak etmekle varlığını belli edebilir. Onun için, Roberts’in medenî hürriyetlere verdiği ehemmiyeti kabul ederim, fakat bir Sosyalist sıfatile, fertlerin kendilerini müessir bir şekilde ifade edebilmeleri için teş-
en önemli meselelerden birisi de şüphesiz an’ane ve adetlerdeki sağlığı zararlı kısımları kaldırmak, ziraatte, endüstride ve gündelik hayattaki çalışma ve yaşama tarzlarını islâh etmektir. Bugün Hin-distanı kör-sağır dilsiz ve an’anelerinin bataklığında boğulmuş bir halde inleten mevcut sınıf ve zümre farklarının korkunç uçurumudur. Bu vaziyet ise şimdiye kadar yabancı emperyalizmin ekmeğine yağ sürmüş ve sömürme işini kolaylaştırmıştır.
Hindistanın sağlık kalkınmasında ilk adım müstevlinin iğreti ayağiyle değil bağımsızlığını elde ettikten sonra kendi s ağlam ayağiyle atılacaktır.
Çeviren: N. SARİOĞLU
kilât kurma hüriyetleri de bulunması lâzımgeldi-ğini buna ilâve etmeliyim. Sosyal ve siyasal teşekkülleri meneden totaliter yasakların bulunduğu bir devlet, demokratik değildir. Bilmem bunu bir komünist ne dereceye kadar kabul eder.
Piratin — Bunlar çok güzel şeyler. Fakat ben demokrasi deyince, sadece bazı belirli siyasal hakları ve ana yasaları düşünmüyorum. Bütün bunların arkasındaki hakiki çehreyi görmek mecburiyetindeyiz. Bazı sözde demokrasi şekilleri vardır ki, altında diktatörlük saklıdır. Bir şekilden ibaret olan hüriyetlerin hiç bir faydası olmayabilir. Meselâ İngiliz İşçi hareketinde çok kullanılan eski bir söz vardır : İngiliz işçisi hürdür : Fakat açlıktan ölmek için. Kapitalist demokrasi, pek a-lâ arkasında reaksiyon gizliyen bir perde olabilir* İngiliz imparatorluğunda nüfusun ancak yüzde sekizinin oy kullanma hakkı vardır. Sonra, Birleşik Devletlerin güney bölgesindeki Devletlerde ise, ancak yüzde onunun oy verme hakkı vardır.
Roberts — Anlamadım, Ingiliz İmparatorluğunun yüzde sekizinden maksadınız nedir ?
Piratin — Şüphesiz Hindistan ve diğer müstemlekelerdeki halkı da buna katarak söylüyorum.
Hollis — O kadar geniş bir zaviyeden bakılınca, Ingiliz imparatorluğunun tamamile demokratik olmadığı belli birşeydir. Fakat İngiltere adaları ttemok tiktir.
Roberts — Piratin, Ingiliz imparatorluğunun, birbirlerinden farklı tekâmül merhalelerinde bulunan ve birbirlerinden farklı hükümet mekanizmalarına sahip olan birçok camialardan ibaret olduğunu, fakat bunların tam bir demokrasiye doğru yürüdüklerini unutuyor.
Piratin — Evet, para ve toprak esasına dayanan bir tekâmül. Fakat, isterseniz bu memleketi ele alalım. Halk, her çeşit malûmatı elde edebilecek vasıtalara malik olmadıkça, ve ne için oy verdiğini kesin olarak bilmedikçe bu memlekette Serbest seçim vardır denemez..... işçi hareketinde
bulunan bizler, milyonlarca işçinin Muhafazakârlara oy vermeleri ihtimalinden çok endişe etmişizdir. Bunun sebebi, onların kafalarında, kapitalist basının mahsulü olarak doğmuş olan yanlış fikirlerin husule getirdiği şaşkınlık olduğuna kesin olarak eminim. t
Walker — Valnız bir tek namzet listesi vererek, seçmenlerin Muhafazakârlara oy verme haklarını tanımamak ister miydiniz ?
Piratin — Gayet tabiî ki hayır. Fakat, halkı yanlış yollara sürüklemek gayretile hareket eden kimselere basın iktidarının bu derece bol bahsedilmesini istemezdim.
Hollis — Basını ellerinde tutanların, son seçimlere kadar halkı kendi hakikî menfaatlerinin ne tarafta olduğunu görebilmekten menetmiş olduğunu söyliyerek tezinizi müdafaa edebilirdiniz.Fakat son seçimlerde, basın ekseriyeti İşçi partisi a-leyhinde olduğu halde, halkı İşçi partisine - doğru veya yanlış - oy vermekten menedememiştir.
Roberts — işçi sendikaları gibi geniş gelirleri olan büyük teşekkülleri, kendi gazetelerini çıkarmaktan kimse menetmediği gibi, kapitalist gazetelerin de geniş bir fikir tenevvüü gösterdiklerini, ve küçük firmalarla, fertlerin elindeki mahallî
Nedir?
gazetelerin çok kuvvetli tesirleri olduğunu unutmamalısınız.
Piratin — Evet (1) Fleet Street finansciierle-rinin kontrolünde olan gazeteler.
Walker — Yalnız kapitalisterin değil, şimdi son derece zenginleşen kooperatif hareketinin de bir Pazar gazetesi vardır, işçi Sendikası da ayni şeyi yapmaktadır.
Piratin — Günlük millî İşçi Partisi gazetesi, kuvvetli bir kapitalist yayın şirketinin elindedir.
Roberts — Bir Liberal, şu noktada Piratinin fikrine iştirak eder : Bol sermayesi olmayan küçük bir azınlığın kendisini âdil bir tarzda basın âleminde temsil edebilmesi kolay değildir. Fakat bu mahzurun çaresi, basının devlet kontrolüne verilmesi değildir. Basını devlet işletir, ve bu da iktidardaki partinin her türlü tenkidi yasak etmesi demek olursa, bu demokrasi değildir. Tenkidi hoş-görmek lâzımdır ; bu demokrasi için esastır.
Piratin — Kapitalist bir cemiyette gerçek bir demokrasi olabileceğini zannetmiyorum. Cemiyetin yalnız siyasal cephesinden değil, bundan çok daha geniş bir zaviyeden düşünmek lâzımdır. Zaman zaman oy pusulasına bir zarp işareti koymaktan ibaret kalan demokrasi nasıl bir demokrasidir. Birkaç yılda bir sandık başına gidip, iki veya üç adaydan birine oy vermenin, günde sekiz saat çalışan ve kendisine ne söylenirse onu yapmak mecburiyetinde olan bir işçiye ne faydası vardır ? Kendi geçim yolu kendi elinde bulunmasına bir yardımı olmadıktan sonra, serbest seçimin ona ne faydası vardır ? ,
Walker — Çok doğru, çok doğru. Fakat işçi Partisi şimdiden bunu yapmağa başlamış bulunmaktadır.
Piratin — Orası doğru, fakat işçinin fabrikada^ kendi ihtisası dahilinde olan işlerde," kendi demokrasisini kurması lâzımdır. Harp yıllarında müş-terekOistihsal komisyonları teşkil etmek tecrübesini geçirdik : Birkaç endüstride, işçilere ve diğer personele, kendi düşüncelerini demokratik bir tarzda kendi işlerine tatbik etmelerine imkân verdik ve bunun neticesi olarak istihsal arttı Fakat, çalışma şartları, işinde kalıp kalmaması, bankerlerin ve büyük kapitalistlerin elinde olduktan sonra,demokrasi onun için hiç bir mana ifade etmez. Şahsî mülkiyet demokrasiyi bir komedi haline getirmektedir.
Hollis — Fikrimce komünizm, büyük kapitalistlerden de fena olmak üzere, mülkiyetin son derece temerküz ettiği bir sistemdir. Devletin elinde olan bir mülkiyet temerküzü. Fikrimce demokrasi için mülkiyetin geniş ölçüde dağılması şarttır. Demokrasinin en mükemmel garantisi, istihsal vasıtalarının devlette ve büyük monopollarda değil, çok sayıda hususî ellerde bulunacak şekilde dağılmış olmasıdır.
Walker — Bu meselede sizden çok Piratin’le aynı fikirdeyim, Rollis. Siz mahafazakârlar ne kadar çok arzu ederseniz ediniz, herkesin bir ineğe ve iş aletlerine sahip olduğu o köylü veya küçük esnaf ekonomisine artık bir daha geri dönmesine imkân yoktur.
Roberts — Zaten muhafazakârların böyle bir şey istedikleri yok, çünkü onlar büyük iş sahiplerinin partisidirler.
Walker — Modern demokrasinin demokratik olabilmesi için, halkı hastalık, işsizlik ve ekonomik emniyetsizlik korkusuna karşı emniyette bulunduracak müspet ve faal bir devlet müdahalesi lâzımdır. Bu korkular halkı rasyonel olmamağa ve isteriye sürükler. Bunlar demokrasinin psikolojik şartlandır. Bunsuz halk demokrasiyle ilgilenmez bile.
Hollis — Bu devlet dediğimiz, lüzumundan
fazla müdahaleci olabilir. Muhafazakârlar, devlet idaresinin devlet adamı idaresi, ve devlet adamlarının da herkes gibi insan olduklarını biliyorlar.
Roberts — Doktrinler sosyalizm ve muhafazakârlıktan ayrı ve onlardan ilerde olarak Liberaller, çok zenginle çok fakirin bulunduğu bir yerde demokrasi olamıyacağını kabul ediyorlar. Fakat, halka sadece emniyet bahşetmekle demokrasiyi başamazsınız. Demokrasi bir ruh meselesidir ve bu da halkın kendi hayatını kendi idare etmek isteğinden doğar.
Piratin — Fakat halkın problemleri, peynir-ekmek kabilinden basit problemlerdir. Onlar, evvelâ bu meseleleri halletmek mecburiyetindedirler.
Walker — Onun için de faal bir devlete ihtiyaçları vardır. Bu zarurîdir, fakat demokrasinin münhasıran halkın refah ‘ve saadet imkânlarını araştırmak, ekonomik reaksiyonu yoketmek vesair gibi şeylerden ibaret olduğu fikrini kabul etmiyorum. Demokraside bir çok demokratik vasıfların aynı zamanda bulunması lâzımdır. Parti sistemi, söz hüriyeti, azınlığın çoğunluk olabilmesi gibi şartlar da aynı derecede esaslıdır. Bilmem sen de aynı fikirde misin Piratin?
^yPiratin — Evet biliyorum, bir çok Ingilizler, iki partili sisteme ideal bir demokratik usul naza
rıyla bakıyorlar.
Roberts — Rica ederim, üç partili.
Piratin — Peki, üç partili olsun. Bu tip insanlar bizimkinin yegâne demokrasi şekli olduğunu zannediyorlar. Whiglerle (Liberaller) Torrylerin (Muhafazakârlar) arasında geçen mücadelelerle dolu olan son iki yüzyıl zarfında demokrasi, hiç bir partinin cemiyetin esas meselelerini ele almağı aklından bile geçirmediği bir oyun şeklinde devam etmiştir. Her ikisi de ferdî teşebbüsü müdafaa, herikisi de cemiyetin anbak küçük bir kısmının menfaatlerine hizmet etmişlerdir.
Hollis — Halk ekseriyetinin de ferdî teşebbüse taraftar olduğu bir devirde bunu müdafaa etmek gayet demokratik bir hareketti. ,
Piratin — Ama kimse bu hususta halkın fikrini sormamıştır.
Walker — Benim Piratin’e vereceğim cevap şudur: tşçi partisinin hayret verici bir hızla iktidara gelişi, bütün vaziyeti değiştirmiştir. Halkın tam bir kabulüne mazhar olan ve cemiyetin temelini değiştiren radika! tedbirler alıyoruz. Fakat, bunları kabul etmiyen vatandaşlarımın kendi fikirlerini ifade veya tatbik etmek haklarını inkâr edemem.
Roberts — Bilmiyorum, heriki parti de cemiyetin esas meseleleriyle uğraşmağı akıllarından bile geçirmediler demekten Piratin neyi kasdedi-yor? Her türlü hastalık, ihtiyarlık ve kazalara karşı tedbirler alarak, bu memleketle ilk defa olarak sosyal sigortayı kabul eden bir partinin, sa- ( dece küçük bir zümrenin menfaatlerine hizmet ettiğini söylemek manasızdır. Bu da başka bi.r komünist şiarıdır. t"
Piratin — Sizin Liberal Partiniz, işçilere, size rağmen, imalâtçı firmalardan ne koparabil-mişlerse, ancak o kadarını verebilmiş ve daha fazlasını verememiştir. Fakat, ne olursa olsun, halkın rey vermesi ve partilerin bulunmasından maksat nedir? Partilerden maksat, halk iradesinin uygulanmasını sağlamaktır. Bir mesele üzerinde bütün memlekette oy birliği veya oy birliğine yakın bir ekseriyet varsa, o zaman birçok partilere lüzum kalır mı? Partiler sosyal sınıfları temsil ederler. Şüphesiz bize göre iki ana sosyal sınıf vardır: Kapitalistler ve işçi sınıfı. Bir de, gittikçe bu iki sınıftan birine katılmakta olan orta tabakaya mensup büyük zümreler var. Eğer zamanla kapitalist sınıf tasfiye edilirse...
Hollis — Nasıl, kurşuna dizmekle mi ?
Piratin — Kurşuna dizmekle değil, fakat kapitalist vaziyetine geçebilmek imkânlarını ortadan kaldırmak suretiyle... Meselâ, maden sahipleri meselesinde olduğu gibi. O zaman, artık ne ka-
pitalist sınıf kalır ve ne de onların menfaatlerini temsil edeeek bir partiye lüzum hasıl olur. Eğer bütün bir millet ay.u istikamette olursa bir parti içindeki fertler kolayca halledilebilir.
Walker — Bütün bir tarih ve insan tabiatı bir tarafta dururken, buna imkân var mı?
Hollis — Birşeyi çok merak ediyorum, Piratin. Sizin görüşünüzle Lenin’in görüsü arasında büyük bir fark var. Menin demokrasiye inanmış gibi görünmemişti. O, mutavassıt, yani henüz diğer sınıfların bulunduğu bir devrede, proleterya-nın en ileri kısmı olan Komünist Partisinin vazifesinin, egemenliği kabul ettirmek olduğunu söylemişti. En fazla sınıf şuuruna sahip olan proleter tabakasının diktatörlüğüne inanıyordu. Demokrasiye karşı koyarak mütavassıt devreden geçecek ve komünizme varacaktı. Sonra, devletin kendiliğinden ortadan kalkacağı en son devir de demokrasi değil, daha ziyade bir anarşi olacaktı.
Piratin — Lenin’in fikirlerine karşı gösterdi-nin bu alâkadan dolayı kendi hesabıma memnun oldum, Hollis. Fakat tefsirleriniz yanlış. Lenin’in iddiası, Komünist Partisinin modern cemiyeti tahlil esasına dayanıyordu. Lenin, bu ileri kapitalist devrede, işçi sınıfının, cemiyetin siyasî bakımdan en ileri bir kısmı olduğunu, ve bu sebepten, mem-
leketi milletin menfaatlerine gerçekten en uygun olarak idare edebilecek sınıfın, ancak işçi sınıfı olabileceğini iddia etmiştir... Komünist Partisi, bir bütün olarak milletin menfaatleriyle alâkadar olur. Rus İhtilâlinin dayandığı nazariye buydu. Oy ekseriyetine sahip olmamış olabilirlerdi, faka memleket menfaatlerini en iyi görebilen sınıf işçi sınıfıdır.
Hollis — Fakat Komünistler halk için neyin iyi olduğunu en iyi kendilerinin bildiğini iddia ediyorlar diye, buna demokrasi demezsin ya. Burada çoğunluğun kararı yoktur.
Piratin — Evet, parlmenter seçimler ve oy verme manasında buna demokrasi demiyorum. Fakat, halkın en yüksek menfaatleri için çalışma manâsında demokrasi diyorum.
Hollis — O halde bizim anladığımız manâda demokrasi olmadığını kabul ettiğine memnun oldum.
Piratin — Fakat Sovyetlerde 1936 ana yasası, herkese istediğine oy verme hakkını tanımıştır.
Walker — Fakat tek partili memlekette oy vermenin ne faydası vardır ?
Piratin — Fakat hepimiz biliyoruz ki, Sov-yetler Birliğinde seçim usulü bizimkinden farklıdır. Seçimden aylarca evvel serbest münakaşa ve serbest seçimler yapılarak adaylar elenir.
Walker — Evet, fakat teşkilâtlı başka bir parti bulunmadığına göre, bu hazırlık seçimlerine de demokratik denebilir mi ?
Piratin — Aday çıkaran yalnız Komünist Partisi değildir. Diğer teşekküller de aday gösterebilirler. Seçilenler arasında ehemmiyetli bir kısım Komünist Partisi adayları değildir.
Roberts — Gene partiler ve sosyal tabakalar meselesine dönmek istiyorum. Partilerin ekonomik tabakaları temsil etmeleri fikrine muarızım. Hangi partiden olursa olsun insan, cemiyeti bir bütün o-larak düşünmeli, bunun için de sosyal sınıflar, sosyal bakımdan birbirlerile karışmalıdırlar. Gal hariç, İngiltere’de her tabakadan insanların birbirlerile karıştıklarını göremiyoruz. Zengin bir fabıi-katör, bir üniversite profesörü, veya bir ziraat işçisinin, her hangi bir günde bir Gal demiryolu istasyonunda beraber konuştuklarını görürsünüz, fakat İngiltere’de böyle birşeye rastlıyamazsınız.
Piratin — Gene her zamanki gibi arabayı atın önüne koşuyorsunuz.
Roberts — Yani Gali İngiltere’nin önüne mi, demek istiyorsun ?
Piratin — Zengin ve fakirin bulunduğu bir
(Devamı 7 nci sayfada)
4
D a r I s ı
İLKOKUL ÖĞRETMENLERİNİN BASINA
(Üniversite Kanunu Münasebetiyle)
ÜNİVERSİTENİN muhtariyeti ve doçent ve profesörlere verilecek tazminat hak kındaki kanun tasarısı Mecliste görüşüldüğü ve sonra kanun halinde kabul edildiği sıralarda, hep, 25,000’e yaklaşan sayısıyla, en kalabalık bir aydınlar kitlesini temsil eden ilkokul öğretmenlerde ilk eğitimin durumunu hatırladık.
Öğretmen okulları, Cumhuriyet eğitim tarihinde hakikaten mühim bir vazife görmüşlerdir. 23 yıl evvel başlıyan kültür hareketinin ilk öncüleri olan bu müesseselerden mezun o-lanlar, yeni eğitim fikir ve usullerinin memlekete yayılmasında mühim rol oynamışlardır. Cumhuriyet devlinin ilk senelerinde öğretmen okulları, üzerlerine titrenen ve kendilerinden yeni cumhuriyet inkilâbı hesabına çok şeyler beklenen müesseselerdi. Her yıl mezunlar “maarif vekili» imzasını taşıyan ve feragat ve fe dakârlık tavsiyelerde dolu olan mektuplarla yeni vazifelerine davet edilir, bu inkilâp öncülerine her türlü kolaylık gösterilmesi için vilâyetlere emirler verilirdi. Her tarafta ideal bir inkılâpçı havası hâkimdi. Hakikaten, bu hararetli devrenin verdiği hız ve heyecanla öğretmenler, milletin ümmilikten kurtulması yolunda şehirlerden dağ başlarındaki köylere, hepi-sane, fabrika ve köy odalarına kadar kendile-ne düşen bu tarihî vezifeyi, bir çok mahrumiyetlere katlanarak, feragatla, canla,1 başla yapmışlardır. Fakat bu ilk heyecan ve ideal devrinin ateşi yavaş yavaş küllenmeğe başlayıp ta, biraz da kendilerini ve çocuklarının istikballerini düşünmeğe vakit buldukları zaman, bütün ümitlerinin fakir Hususî Muhasebelerin boş kasalarına gömülü durduğunun, refaha kavuşma ve yükselme şanslarının pek mahdut ol duğunun farkına varmışlardır. On beş, On sekiz yıl hizmetten sonra halâ 20 lira maaş alan, halâ 1930 yıllarından kalma, filân vilF yetten “ mesken bedeli „ alacsğı bulunduğunu gazete ilân sütunlarında okuduğumuz Öğretmen sayısı hiç de az olmasa gerektir.
Bu suretle, ilkokul Öğretmeninin kendine geldiğini ve hakikî durumunu idrak ettiğini görüyoruz. Fakat bu uyanışın yarattığı reaksiyon kendi hesaplarına da, memleket hesabına da zararlı olmuştur. Bugünkü realite şudur: mad di endişeleri idealini küllendirmiş olan öğret men bu reaksiyonu üç şekilde göstermiş ve göstermektedir ; Meslekî yüksek tahsil imkânlarını aramak ; Meslek içinde yükselmeğe çalışmak ; veya meslekten ayrılıp daha paralı iş
Halil Aytekin
Harman Yangını
( Hikâyslsr )
Fiatı 125 kuruş olan bu kitabı nSöz» okugueuları 100 kuruş mukabilinde adresimizden temin edebilirler.
Neemi SARIOĞLU
lere geçmek. Bununla beraber, bu yolları ihtiyar edenlerin çok az, ekonomik durumlarının müsait olmaması ve sair sebeplerden doıayı kadere boyun eğerek, hayal inkisarına uğramış küskün öğretmenler kadrosuna katılmağa ve belki de münasip zaman beklemeğe mecbur olanlar sayısının çok olduğunu ilâve etmek lâ zımdır. Birinci kategoride olanlar, Gazi eğitim Enstitüsüne, nadir olarak Yüksek Öğretmen Okuluna, ve Dil - Tarih ve coğrafya Fakültesine girenlerdir. İkinci gurup, maarif memuru, ilköğretim müfettişi veya eğitim müdürlüğüne kadar yükselebilmiş olanlardır. Fakat Öğretmen kadrosunu asıl kansız düşürenler, meslekten ayrılanlardlr. Bunlar, bucak müdürlüğünden orduda tezkere bırakmağa kadar, her türlü devlet memuriyetlerine ve hususi işlere girmektedirler. Son Maarif İstatistiğinde nedense meslekten ayrılanlara dair bir kayıt bulunamadığı için, bu hususta bir sayı veremiyeceğiz.
Yukarıdaki dçrum, kuvvetli bir meslekten ayrılma temayülü ile beraber, ayrılmayanların gayri memnunlar zümresine katıldıklarını açık olarak göstermektedir. Her hangi bir çaresini bulup gemisini kurtarabilen kaptan olmaktadır. Halli lâzımgelen bir çok eğitim problemlerinden biri olan bu meseleyi, ilkokul öğretmenliğini istikrarlı ve müreffeh bir meslek haline getirmek suretile halletmek lâzımdır. Bunun Üzerinde şimdiye kadar bir mesele olarak durulmamıştır. Ayrılmaların ve ayrılmayanların da gayrı memnun olmalarının başlıca sebebi ekonomiktir. Esasen, ekserisi zaruret yüzünden paralı okullara giremediği için öğretmen okullarına girmiş olan bu -iğretmen kitlesinin üzerindeki ağır ekonomik baskıyı, çocuklarını devlet okullarında parasız okutmak, hastalık halinde parasız tedavi ve tıbbî yardımlar sağlamak ve sair gibi tedbirlerle dolayısıyle ; maaşlarını artırmak ve Hususî Muhasebelerden kurtarmak suretile de doğrudan doğruya hafifletmek lâzımdır. Makul olan şey, evvelâ bu zümrenin sosyal ve ekonomik emniyetini sağ lamak, sonra da hakikî vazife istemektir. Çoğu, gördükleri ağır vazife, gösterdikleri feragat vefifedakârlıkia bunu çoktan hakketmişler-dir. Gönül isterdi ki, Üniversite kanunu vesi-lesile Mecliste yapılan görüşmeler sirasmda.il kokul öğretmenliğinden milletvekilliğine kadar yükselenlerden biri kalkarak, bu mühim davaya dikkati çeksin. Bu defa da üvey evlât mu-amelesile karşılaşan bu kitlenin, acı bir hayal sukutuna uğradığını zannederiz.
İlkokul eğitimi demokrasinin temel taşıdır. Demokrasinin kurulabilmesi için evvelâ, kime ve neden rey vereceğini bilen aydın bir vatandaş kitlesi şarttır. Bu da ilkokul eğitiminin sosyal ehemmiyetini gösterir. Fakat, yukarda işaret edilen maddî endişelerinden başka, mesleğinde ve okul hayatında demokrasi havasını
yaşayamayan bir öğretmenden, başkalarına de mokrasiyi Öğretmesini beklemek yanlış olur. Bu da gösteriyor ki, mesele sadece Üniversitenin muhtariyet ve demokrasiye kavuşması değildir, Eğitimde demokrasi bölünmez bir küldür. Bütün bir eğitim sisteminin muhtariyeti, hüriyet ve demokrasi prensiplerine göre teşkilâtlandırılması bahis mevzuudur. Eğitim sisteminde sıkı bir merkeziyetçilikten, mahallî eğt tim hareket ve tecrübelerine, hüriyet ve muhtariyet tanıyan demokratik bir sisteme doğru gitmek lâzımdır. Bu prensibin Köy Enstitülerinde kâfi derecede tatbik edildiğini ve çok memnunluk verici neticeler alındığını görüyoruz. İlk eğitimde de bu şekilde demokratik bir sistem tatbik edilir ve ilkokul öğretmenliği, maddî zaruretlerin sevkile intisap edilen bir meslek olmaktan kurtarılırsa, demokratik eğitim sistemlerine sahip olan diğer ileri memleketlerde olduğu gibi, bizde de ilkokul öğretmenliğinin bir meslek halinde istikrar bulmasını ve gene o memleketlerde olduğu gibi, ilkokul Öğretmen ve müfettişlerde, eğitim müdür lerinin, eğitim, öğretim ve disiplin usullerinde inkilâp yapmalarını ve üniversite profesörlüğüne kadar yükselmelerini ümit edebiliriz.
Uzun yılların tecrübesi bütün bu dileklerin kendiliğinden gerçekleşemiyeceğini büyük bir sosyal kuvvet olan öğretmenlerin, cemiy,* ’ j kanunun demokratik hale gelişinden faydalanarak “Öğretmenler Birliği„ni kurmaları ve davalarını onunla müdafaa etmeleri lâzım geldiğini göstermiştir.
ooo ooe
Üniversite Ailesinn Üvey Evlâdı
ÜNİVERSİTE muhta riyeti meselesi, İdarî mekanizmaya ait teknik bir mesele değildir. Dava, ılım ve fikir hayatımızın, bu hayatı temsil eden müesseselerin muhtariyetidir. Bunun için de, Üniversite seviyesinde olan bütün memleket müesse-selerinin bundan faydalanması lâzımdır. Halbuki, Ankara ve İstanbul Üniversitelerine muhtariyet verilirken, sanki üniversite ailesinin üvey evlâdı imiş gibi, bir yüksek öğretim ve araştırma mües-sesemizin, Yüksek Ziraat Enstitüsünün, bundan mahrum edildiğini görüyoruz. Ankara Üniversitesi henüz teşekkül halindedir. Edebiyat, Hukuk, Fen, Tıp fakülteleri kurulmuştur, şimdi bunların bir rektörlük altında teşkilâtlanması kalmıştır. Yüksek Ziraat Enstitüsünün Ankara Üniversitesi ailesine katılmasının tam zamanıdır. İleride, Istan-buldaki Teknik üniversiteye mukabil Ankara üniversitesinin bir Teknik Fakültesi olabilir ve Yüksek Ziraat Enstitüsü o fakültenin bir enstitüsünü teşkil etmek üzere şimdiden Ankara Üniversitesi içinde yer alabilir ve almalıdır da. Üniversite seviyesindeki eğitiminin ve çalışmaların bütünlüğü bakımından da böyle olması icap eder. Yüksek öğretim ve İlmî araştırmalarda bulunan bütün müesseselerin aynı bakanlığa bağlı, aynı teşkilât içinde yer almaları en makul ve verimli hal olur.
Mehmet Akif
Başak"
Demokrasi nedir?
hakkında bir kitap
Fevziye Abdullah Tansel, Mehmet Akif - Hayatı ve eserleri. Kanaat Kitabevi. İstanbul 1945
j^içbir yazar günün meseleleri dışında kalamaz.
Açıkça belli etsin, etmesin, uzaktan, yakından, bunların baskısı altındadır ; eserinde zamanındaki fikir dâvalarının izlerini taşır ; çağında savaş halinde bulunan görüşlerden birini veya ötekini tutar. Mehmet Akif de devrinin olayları dışında kalmamış, bunlar karşısındaki davranışını açıkça söylemişti. İngiliz ve Alman emperyalizmleri savaşının seyri içinde mühim bir koz olarak, İslâm dünyasının dışında da birtakım siyasi men-faatların hesabtna kullanılan İslâm birliği idealiyle, islâmiyette reform isteği : Şarkta, birinci Cihan savaşı öncesi yıllarında, kendinden evvel,Ce-maleddin Efgani ve Mısırlı Muhammed Abduh gibi müslüman mütefekkirlerin düşünüşlerini Os-manlı topraklarında yayma işini üzerine alan Mehmet Akif’in ideolojisinin iki mühim unsuru bunlardır.
Fevziye Abdullah Tansel, eserinde ve hayatında tarafsız kalamamış olan bu muharriri tarafsız bir gözle incelemeyi vâdediyor. Ama, o da Memhet Akif karşısında tarafsız değildir ; sadece sanat konusunu ilgilendiren hükümlerinde değil, bir tetkikçinin daha kolaylıkla objektif kalabileceği hükümlerde de, incelediği muharrire olduğundan daha büyük bir değer vermek suretiyle bu ta--taflıl^ıgı^ belirtmiş oluyor. Meselâ, ' Önsöz»de, Akif’in cyeni nesil tarafından çok sevi-. Ieer^,'_o.pp7î7 olarak gösterilmesi, hakikata uymi-yan bir hükümdür. Yeni nesilden Mehmet Akif'i sevenler vardır, ama bütün yeni nesil onu benim, semiştir diyebilir miyiz ? öyle olsaydı onun üzerinde bu kadar tartışma, kavga, güt ültü olur muydu? Müellif, Mehmet Akif’i değerlendirirken; (Onu ayakta tutan -bağlandığı gayene olursaolsun-eser, ^eriyle idealist bir insan ruhunu bütün tezahürleriy. le temsil etmesidir.» diyor ; böylece, Akif’in bugün, fikirleriyle benimsenmiyebileceğini kabul e. diyor. İyi ama, bir fikir adamı, ancak, fikirler; bugün de cemiyetin ileri hamlesinde bir akis bulursa yaşamağa hak kazanır. Bir sanatçının bile, Ölüp gittikten sonra ayakta durabilmesi için en az bu şartı taşıması gerekirken, bir fikir adamını başka türlü nasıl düşünebiliriz ?
Kaldı ki, Fevziye Abdullah Tansel’in kitabında, Akif’in sanat değeri de mübalagalandırılmıştır. Müellif, Akif’in dilindeki ikiliği : kendine ait ifadedeki Servet-i Fünuncu yazarlara yakın özentili ve lûgatli dil ve şahıslarının konuşmalarındaki halk dilinin ikiliğini, halk dilini kullanışında bile nazım zoriyle yaptığı ihmalleri, eserine realist bir eda vermek gayretiyle lüzumsuz bir doldurma usuliyle onu şişirmesi, eserine epik bir enginlik vermeyi • denemesine karşılık, epik şeklin zaruri bir unsuru olan şiirli söyleyişten mahrum bulunması gibi kusurlarını görmemiştir ; onun Akif’te şiir diye gördüğü şeyler, şiirin dışında kalan unsurlardır.
Mehmet Akif hakkındaki bu 250 sahifelik kitap, yazarının, konusu karşısındaki bu tarafsızlığı gözönünde tutulmak şartiyle, Akifi, onun eserlerini ve temsil ettiği ideolojiyi öğrenmek istiyenler için faydalı bir eserdir. Hele, bibliykgrafyasının zenginliğiyle eser, bu konuyu derinleştirmek isti-yenlerin çok işine yarıyabilir.
F. Ö.
Anadolu'nun bir köşesinde idealist gençlerin mü-tevazi fakat azimkât çalışmalarının mahsulü olarak çıkan Başak, dergisinin dördüncü sayısı da elimize değdi. Geçen sayılarına nazaran daha olgun bir şekilde çıkan bu sayıda : Ruşen Akkor’-un Sosyal Adaletsizlik, A. Kırcalı’nın Sosyal Sınıflar ve Sınıflı Demokrasi, Mümtaz Gökler’in Liberal Devletten Faşişt Devlete, Kâmuran Çokçalış’ ın Aktif Realizm, Salim Günay’ın Sanat ve hürriyet, Y. Tacettin Karan’ın Şapkalı Yobazlara mektup adh yazılarından başka değerli hikayecilerimizden Orhan Kemal’in Küçük Fahişeler adlı bir hikâyesi ile Nurettin Cemal, Ali Karasu, Kâ muran Çokçalış’ın da birer şiiri var. Hepsi ayrı ayrı okunmaya değer bu yazılar arasından Nurettin Cemal imzalı şu şiiri aynen sütunlarımıza alıyoruz.
Hapisane Mukayyidi
Yanarak
Yanarak parmakları şerarelerden
İnsan yüreklerine dokundu bu elleri
Yirmi beş senedir Yani bir rubu asır
hapisane kaleminde mukayyit kulunuzun. İnsan oğlunun ömrü
belki lüzumundan fazla kısa belki lüzumundan fazla uzun.
Bir tek daha içelim.
«Ağlamaktan !... M
ağlamaktan yine zehr oldu şarabım bu gecen. Kalktı Bebek tramvayı Eminonünden ; zifiri karanlık Balık pazarı.
Meyhanenin camlarına yağmur yağıyor. «Ruhum, havada yaprağa döndürdü rüzgâr beni !...» Muallim Naci merhum ;
«Bu hayı huy
bu hayı huy neden
Ve insanlar neden dolayı şu tabakta yatan uskumru gibi mahzun». Kıyamet günü
Kıyamet günü bir suali var ezraile hapisane kaleminde mukayyit kulunuzun Bintek daha içelim...
Hiç adam asılırken gördünüz mü ?... Yarın bir tane asacağız
şafakla beraber.
Abdulhamit
atardı tıbbiye talebelerini Sarayburnundan. Akıntı götürmüş çuvalları bulamadılar. Çok adam
Çok adam asıldı hürriyette.
Eskiden köprübaşında asarlardı, bugün Sultanahmette.
Bir tek daha içelim.
«İstanbul şehrinin yoktur menendi, ademin canlar katar abu havası canına.» demiş demiş şair Nedim efendi. (*)
(*) Başak edebî, İçtimaî, Fikri dergi, P. K. 114 Adana.
(5 iaci »ayfadan devam)
yerde gerçek bir sosyal karışma olmasına imkân yoktur.
Walker — Sosyal karışma meselesinde Ro-berts’e çok hak veriyorum. Bu iş bugün geniş ölçüde olmaktadır ve işçi Partisinin yeni eğitim ve diğer siyasetlerde daha da çok olacaktır.
Piratin — Doğu Londra’da, tamamile işçi sınıfından ibaret, tecrid edilmiş vaziyette yaşıyan insanlar var : İşleri bu semtte olan sarbest meslek veya iş adamlarının hiç biri burada oturmuyor ve daha sıhhî yerlerde yaşıyorlar.
Hollis — Bu siyasî olmaktan daha başka bir meseledir, ve büyük şehirlerde görü'en fenalıklardan biridir. Demokratik olmadıklarına hiç şüphe olmayan on yedi ve on sekizinci yüzyılda sınıf ayrılıkları daha azdı.
Piratin — Gene ilk söylediğim noktaya geliyorum : İki veya üç parti sisteminin muhakkak demokrasinin son veya yegâne şekli olduğunu kabul etmiyorum. Demokratik bir sistemin gayesi ve mihengi, halkın arzusunu yerine getirip getirmediğindedir. İki parti sistemi böyle bir işi-becermek için düşünülmüş değildir. Nitekim, yapıcı gayretlere ihtiyaç hasılolduğu zaman koalisi. yona ihtiyaç duyulmuştur.
Roberts — Eğer Piratin, aksiyon lâzımgeldi-ği zaman koalisiyon lâzımgeldiğini söylemek isti yorsa, benim cevabım, her koalisiyonun yalnız bir partinin iahakkümüne girmek istidadında olduğunu hatırlatmaktır. Kararlar parlamentoda münakaşa edilmeden kabul edilir.
Piratin — Parlamentoda bizler münakaşalar
yapabiliriz, fakat halk gene ne istediğini bilir.
Walker j—ıRoberts'in fikrine iştirak edıyo-rum : Her zaman devamlı surette ekseriyet bulunursa, korkarım orada demokrasi olamaz.
Piratin — Bizim, şu dört parlamento üyesi, nin, tecrübelerinden misal alalım. Yedi aydır parlamentoda münakaşaları takip ettim ; öyle zannediyorum ki, muhalefet çok defa Mümanaatın başka bir adı oluyor. Muhalefetin çok defa bililtizam mümanaat gösterdiği bir yerde bir iş başarmak çok zordur.
Walker — Benim kanaatımca, muhalefet sistemi kesin olarak esastır. Filhakika, bunun daha müessir olmasını arzu ederim. Tabiî muhalefetin hakikattan bir mümanaat halini alması kabildir.Fakat, mümanaat varsa, elimizde bunun hakkından gelecek iktidar da vardır. Önergelerin tetkik ve kabul zamanlarını tespit ve tahdit etmek mümkündür.
Büyük insan ve
Sanatkâr
ROMA1ND
ROLLAND’m
SmESPtARE
ini okumamakla beş yüzyıllık bir sanat dehasını yeni baştan keşfedeceksiniz.
Çevirenler:
Dr, ZİYA AYKUT-ERCÜMENT KENBER
(iki renkli zarif bir kapak içinde 50 krş.)
ARPADYAY1NEVI
Bir ihtiyar
unq,eg -
0Aqi3y[
O
ljn§°A
aıe^B^ı
SMep'us
WS
ı^ıe/C •/
ip unXo}j
ATOMLAR ve YILDIZLAR
S
©ÂjnsBj
sopepej
ÖUIJIJ
>puı>ia
Üniversite Kitabevi
*
ıpaı»£ un^o -iıq «p«}u«^oq
Yazan : Pierre Rousseau Önsöz : F. Joliot - Curie Çeviren: Talât Erben
•an) >ıpppıa
(£W) ıze^BAvp]
(uol)
TOI
Jiu/sd yj
TercUmeyl inceliyen :
PROF. RATIP BERKER
Fiyatı: 100 kuruş





unpo
Teujja
FİKİR.,SANAT VE T£N(İTDLR§İSİ
00 02 oo co o
CQ 00 o 02 o
T”( 02
05 00 00 05 o
eo iO 00 CO ! 02
T“( 1 02
o O? >0 co o
05 o 02 02 o
t' ''t CO o
T-( T-H 02
(£) CQ 00 ıO 00 Tfi O o
Y-( r-t lO 2-
02 co (x> eo co
T~( VH T—( VH T—»
00 00 05 05
co 02 1O CO co co 02
02
ıQ co O 02 00
T—* V—( r-
■1 •o
02 02 oo ■ (£>■
00 02 8 05 Tf 2-2 - o o V*
2- r( 05 05 o
02 CO 00 o
’Vt
05 2- th TM S 00 00 »O s
05 T—( Cv
1O T—( IO 1O

co >o 05 o
2-
rH V( 02 en «>•
Gidiyorlar Atları, terkileri Göğüslerinde gümüş köstekleri yoktur. Gidiyorlar
Baş açık, yalınayak, ardı arkasına Ümitten gayrı ekmekleri yoktur. Sen
Vermişsin de sırtını meşeye Koca ihtiyar!
Yolların, yolcuların Akşamla değişen şeylerin haricindesin, Hotıralarınla yaşıyorsun.
İşte yine
Getirdiler bohçasını önüne; İşliği, çakmağı, tabakası Çorabı, çakısı, ayakkabısı Ve Zonguldak treni Zonguldak kömürü, kömür havzası... Çakmağı, işliği, ayakkabısı Ötede insanlar gidiyorlar İşte yine getirdiler bohçasını önüne... Sarsan bir sigara daha Vursalar orta telden Emrah’ı Yüreğin tutar mı söylemeğe Başa gelen halleri.
Bir buçuk ay gezdin dağları Avutmadı gönlünü Toprak kokusu, kekik kokusu, çiğdem çiçekler Keklikler konardı Bir o taşa, bir bu taşa Ha deyip te çekemedin tetiği Kınasını oynatamadığın Düğününde oynayamadığın Körpe kuzu düştü yadına İndin bahçeye Dayadın sırtını duta Domatesler kızarmıştı Yılı değildi, bal armudunun Adam boyunu geçmemişti tınaz Sonra malûm...
Şimdi toprağa bakamıyorsun Çifte salsan kara öküzü Gözlerine bakamıyorsun Bütün gözler onun gözleri Bütün çalışanların emeği Onun emeği Sonra malûm...
Zonguldak treni Kömür dağları, kömür madeni

uıpû)/
■Bianuınj^
C’PVJ
!P J’S'S
••••••eeee
nsanlar gidiyorlar rbete, şehire, kâra...
bir efkâr gelmiş te ağlıyorsun.
Bilgi Dünyası Kolleksiyonunun ilk kitabı