İSTANBUL BUROSU
istanbul, Ankara Caddesi N° — 87
Musahabe
laü her yerde 15 kuruş
seneliği, posta ile 7,5 Türk Lirası (Ecnebi Memleketlere 7,5 Doüar)
Abona ve ilan için istanbul bürosuna müracaat edilir
Yazı işlerinin mercii Ankara merkezidir
: 118
Garp medeniyetile temas ve bu temas neticesinde bu medeniyetin tefevvukunu müşahede, Avrupa'da tahsil fikir ve temayülünü doğurmuştur.
Avrupa' da tahsil mesel esinin tuhaf şekiller aldığı devirler olmuştur. Meselâ Paris'te bir «Mektebi osmanî» teşkili bu nevi garabetlerden biridir. Talebenin dimyatını korumak için hocasile, imamile 1859 da Paris'te vücude getirilen bu mektebin muvaffa-kiyetsizliği, İstanbul' da Galatasaray lisesinin teessüsüne bir vesile de olmuştu.
Bazı zamanlarda Avrupa ilim ve irfanından istifade zaruretinin şiddetle hissedilmesinden dolayi Avrupa'da talebe tahsil ettirmek, devletçe ehemmiyetle düşünüldüğü ve bunun için de teşebbüse giri-şildiği halde birçok zamanlar da irtica ve muhafazakârlık kuvvetinin tesirlerde bu hayırlı teşebbüs durmağa mahkûm olmuştur. Yalnız askerlik ve tıp gibi ihtisas şubelerimiz , garbın feyzlerinden daima - az çok şiddet farkile - bu
istifadede devam etmiştir.
Meşrutiyet devrinde bu teşebbüs tekrar tazelendi. Bir çok gençler Avrupa tahsil müesseselerine gönderildi. Ancak ifade etmek mecburiyetindeyiz ki bu teşebbüs güzel bir niyete makrun olmakla beraber gerek Avrupa tahsil şartlarına
vukufsuzluğumuz, gerek en mühim ihtiyaçlarımızı takdir edemi-yerek oldukça sarih bir programa malik olmayışımız bizi tam bir muvaffakiyete erdiremedi.
Hiç şüphesiz şimdiye kadar Avrupa' da tahsil takip etmiş olanlar arasında bu tahsilden hakkile istifade ederek ihtisasları dahilinde müfit olmuş zatlar çoktur. Fakat sarfedilen emek ve masraf mukabilinde bu tahsilden maalesef feyz alamayarak istikametini şaşırmış ve memlekete kötü bir ■ pedantisme» havası sokmuş olanlar da vardır. Eyi bir program ve eyi bir takip bu nevi vatandaşları da kurtarabilirdi; ve bun-
s '
lan memlekete faydalı unsurlar haline koyabilirdi.
* *
Garp kültürile beslenmeğe karar veren ve bütün müesseselerini bu kültürün feyizleriyle gıdalandıran yeni türk cemiyeti, ve onun yeni idaresi Avrupa'da tahsil meselesine lâyık olduğu ehemmiyeti vermeğe mecburdu. Nitekim öyle oldu: yeni rejim, hemen her ihtisas şubesi için Avrupa'nın ilim ve fen müessele-lerine adam göndermeğe başladı ve her 'yıl bütçelerde bu maksat uğrunda konulmuş tahsisat artmakta devam etti, ediyor ve edecek.
261 -
Son zamanlarda yüksek Meclise sevkedildiğini haber aldığımız bu katıunla da, şimdiye kadar bu işte yapılmış yanlışlıklara meydan vermeyerek gönderilecek gençlerin hakkile istifadelerini temin eden hükümler konulduğunu öğrendik. Bu yeni hükümler arasında bilhassa teftiş ile talebeye tahsil pilanı verilmesi cihetlerini çok faydalı bulduk.
Esasen mevcut teftişin daha sıkı ve daha muntazam yapılmasındaki lüzum ve ehemmiyet izahtan uzaktır. Talebeye eyice düşünülerek hazırlanmış bir tahsil pilânınm verilmesi ve talebenin bu tahsil pilânmı takip ve ikmale mecbur tutulması bu güne kadar Avrupa tahsil meselesinde göze çarpan en büyük hatanın devamına mani olacak en ciddî ve en amelî bir tedbirdir. Muasır ilimden istifade için ona zekâyı eriştirecek merhalen muntazam bir surette katemek lâzımdır. Bu merhaleleri katederek yetişmiş zekâlardıy ki ancak Garp medeniyetinin ilmî zihniyetini kazanmış olabilirler. Muhtaç olduğumuz bu zihniyeti tevlit ve ihzara vesile olacak her tedbir tam yerindedir.
H. M.
Sayı : 118 -
İktisadî tarih
3
Hayat
€1 asırda
® ®
İzmir yalnız Anaclolunun ik-■ ^
tisadî mahreci değil, «Iran»m da mahreci idi; ve asık büyük eh em m iy eti hım d mı dol. ayı idi. Kânunusanide ipek getiren Iran kervanları gelmiye başlıyor, di-kervanlar da sonbahara
Ö
(:in
kadar peyderpey geliyordu; fakat bilhassa Şubat, Haziran, 'Teşrinievvel ayları kervanların en çok beklenildiği zamanlardı. Teşrinievvel geçtikten sonra, artık Kânunusaniye kadar Irandan hiç bir kervan beklenmezdi. Kervanların takip ettiği yol ■ ekseriyetle şuydu : Kaşan, Kum, Tahran, Kazvin, Tibriz, Erivan Kars, Erzurum, Tokat, Ankara, Karahisar; bu kervanlar, İranın iktisadî merkezi demek olan İsfahanda toplanıyor, ve dönüşte gene orada duruyordu; seyahat müddeti takriben yedi aydı.
Kervan yollan üzerinde, İranda olsun Türkiyede olsun, muntazam karvansaraylar vardı. Buy ük kervanlar " ekseriyetle 900 - 800 atlı ile eşya taşıyan yüzlerce deveden terekküp edi-yo rdu. îznıire gelinciye kadar ihtiyar edilen masraf müdhişti : her deve yükü için kırk kuruş
J 5 3
nakliye ücreti veriliyor, fakat muhtelif yollarda yol resmi, olarak 122 kuruş alındığı gibi, İz™ mire girmek için de ayrıca 49 kuruş vermek icap ediyordu. İran eşyasının yavaş yavaş [*] Birinci makale (115) inci sayımızdadır.
«Benderabbas» a ve oradan Avrupa gemileriyle Avrupa pazarlarına nakledilmesinin başlıca sebebini, İzmire müntehi' olan Anadolu yolunun bahahlığmda aramalıdır. Birinci yol çok daha uzun olmakla beraber daha ucuz du. İzmirdeki ecnebi tacirler İranla doğrudan doğruya ticaret etmezlerdi, İsfahanda yerleşmiş Fransızlar,. İngilizler, Holaııdalı-lar vardı, Hint kumpanyalarının hesabına çalışırlardı. Kervanlarda ara sıra tesadüf edilen Avrupalılar*, Kuyumcu, Saatçi gibi bazı san'atkârlardan ibaretti. Frenklerin bu İran ticaretine vesatat edenler başlıca Ermenilerdi. Onlar Halebte ve İstanbulda da aynı şeyi yapıyorlardı. İran ticaretinde Ermenilerin ehemmiyet kazanmasında birinci «Şah Abbas» m da çok büyük tesiri olmuştur. İsfahan civarında «Culfa® mahallesini tesis ve oraya Ermenileri iskân eden hu hükümdar,
İranın iktisadî merkezini onların eline teslim etmiş oluyordu.
İzmir tarikile Avrupaya sevk-edileu İran emtiasının en mühimini «İpek» ti. Ozamanki men-balara göre İranın senevi istihsal ettiği 22bi.n balye ipeğin Bbin balyesi. İzmir'e geliyordu. (1670
tarihlerine doğru). İki. balye bir deve yükü tutuyordu .ün yedinci asır sonunda Fransızların ipek mühayaatı pek mühimdi: 1714 te müstesna olarak 1,600,000 liralık ınübayaat yapmışlardı. İrandan
- 263 -
gelen kervanlar her sene 400 -500 balya kadar deve tüyü getiriyorlardı ki bunun da başlıca müsterisi Frenklerdi. İzmire her
s
sene ikiyüz balya kadar nakışlı hint kumaşları da geliyordu; fakat on vedinci asrın sonlarında bunun idlıali memnu olduğundan Fransızlar satın alamıyorlardı.
Anadolunun hayvan sürüleri beslemeğe çok müsait olan yüksek yaylaları, İzmire her sene külliyetli miktarda «tiftik» gönderirdi ki, Frenk tacirleri bunun pek hararetli müşterileriydi. «Ankara» ve «Beypazarı», İzmire tiftik gönderen en mühim iki merkezdi; buraların tiftiği, keyfiyet itibariyle de başka yerlerin tiftikinden daha iyi ve daha makbuldü. İzmirden Ankaraya yirmi günlük kervan yoluydu; atla bu yolu on iki günde kat-etmek kabildi. İki balye tiftiğin nakliye masrafı beş kuruştan ibaretti, on yedinci asır ortalarında Fransızlar her sene beşyüz balye, İngilizler biraz daha az, Holandahlar ise 1500 balye kadar tiftik satın alıyorlardı. «Colbert» ve muakkiblerinin takip ettikleri iktisadî siyaset neticesinde Holan-dahlarm mübayaatı azalmıyaFran sızların ki bilâkis çoğalmaya başladı. Doğrudan doğruya mübeyaatta bulunmak için Ânkarada yerleşmiş İngiliz ve Hollanda tacirleri vardı. Fransızlar ekseriyetle b* mübayaatı başkalarının vasıta-
Hayat
4
Sayı: 118
Terbiye bahisleri
Beşeriyetin yetiştirdiği en büyük mütefekkirlerden biri olan Sokrat, faziletlerin ilim olduğunu söylerdi. Ona göre fazilet öğrenilen bir şeydi, ve ahlâkiyet ile ahlâkî ilim biribirinden ayrılmazdı. Bunu paradoks addedenler oldu. Sokrat'ın fikrini tamamile zihnî olan bir hayir bilgisinin, o bilgiye uygun olan amelleri de temine kâfi gelebileceği şeklinde izah ettiler. Feylesof bunu görseydi, bizzat kendisi mezhebinin aleyhtarı olurdu. Onun düşüncesi hakikatte bu değildi. Çünkü ona göre insanın hakîm olması - ki bir irade faziletidir - ahlâkî ilmin birinci şartı idi.
Euthydeme derdi ki(- Nefsine hâkim olmamak insanı birinci hayır olan bu ilmi kazanmak vasıtalarından mahrum etmez mi?). Sokrat'ın burada ilimden maksadı, insanî ilim, ahlâkî ilimdi. Ye insan, ta-biatinde akl ile iradenin biribi-rine pek yakm olduğunu nazarı
siyle yaptıklarından o kadar istifade edemiyorlardı.
Anadolunun İzmire gönderdiği «yün» miktarı ve ecnebilerin yün mübayaatı da mühimdi. Bazı senelerde Fransızların satın aldıkları yün bedeli beşyüzbin liraya baliğ oluyordu; fakat bazen de ancak bu miktarın nısfı kadan mübayaat oluyordu .(1700) senesinde Fransızlar İzmirden (2,047,000) liralık, 1714 senesin-
dikkate alarak, cidden samimî ve hürrolan bir iradenin, hem zekâyı hakikatin teharrisine sev-kedeceğini, hem de harekâtım bu suretle tenevvür eden aklın emirlerine tevfik edeceğini kabul ediyordu.
Sokrat'ın bu görüş tarzı tamamile doğruydu. Ahlâkta zihni-yecilik ile iradiyecilik biribirinden sarfı nazar etmek istedikleri zaman, her ikisi de sahte olur. Ne mücerret fazilet fikri fazileti yaratır, ne de iradenin basit inkişafı amelin ahlâkî olmasını temin eder.
Ahlâkiyet : ceht, hüsnüniyet, nefse hâkimiyet, mefkûre muhabbetidir; mükâfat düşünmemektir. Ve bunlar öğrenilen şeyler değildir. Fakat ahlâkiyet ayni zamanda içinde yaşanılan cemiyetin şartlarına intibaktır, kanun hük-
3 ' S
müne girmiş olan an'ailelere hürmettir, ferde ait amellerin müşterek bir esere karışmasıdır; bunlarsa öğrenilen şeylerdir. En
de ise (4,360,000) liralık müba-yaatta bulunmuşlardı; mamafi bu son miktarın, azamî ve istisnaî mahiyette olduğunu ayrıca kayt edelim.
İzmirin on yedinci asırda ki iktisadî ehemmiyeti hakkında garp menbalarmm verdiği bu malûmat, bilhassa rakkamlarm resmî vesikalara müstenit olması dolayısiyle, pek ziyede dikkate şayandır. Bu malûmatı
264 -
ıger
menfur caniler bile hareketlerine muharrik olarak, bir ferde ve ya cemiyete karşı yapılan cinayeti cezalandırmak, adetleri yerine getirmek gibi şeyleri ileri sürerler. Bunlar tamamile ilcaî olan amelleri doğru göstermek için sonradan uydurulmuş bir takım safsatalardır. Bu safsatalar hakikatte yalnız eserler değil, sebeplerdir de. însan ilcalarile kıyaslarını telif ederek kendisini aldatır. Onu idare eden de bu aldanmaladır. Kıyaslarımızın yegâne cevheri ihtiraslarımızla grizelzerimiz değildir; basit mantıkin, mefhumlar arasındaki surî itilafların, bir fikir sistemine ait mücerret neticelerin kararlarımız üzerinde kat'î bir tesiri olması buna delildir. Beşeriyetin hüsnüniyetle düştüğü ebedî hata şekil ile esas arasında yaptığı
iltibas, ve mantıktan hakikate varan istikrardır. Şüphe yok ki zekâ her dakika kalbi aldatır, fakat kalbin de zekâyı aldatması daha az vaki olan bir şey
bir cepheden tamammlak için, on yedinci asrın büyük Türk seyyahı «Evliyaçelebi» nin izmir hakkında verdiği kıymetli malûmatı gene bu sahifelerde neşredeceğiz. «Evliyaçelebi» nin İzmir hakkında ki kıymetli izahattan şimdiye kadar maalesef ne memleketimizde ne de Avrupada hiç istifade edilmediğini de ay-rıcr tasrih etmeliyiz.
Pr.Dr. Köprülümde FUAT
Sayı : 118 -
değildir. Pascal, « eyi düşünmeğe alışalım... ahlâk prensibi budur!.. diyordu.
Demek oldu ki asıl ahlâk, ahlâk tedrisatından ayrılamaz. însan-vazifesinin ne olduğunu bilmiyorsa onu yapamaz ve müspet müsahhas, hakikî vazifesini de
s 7
ancak tedrisat vasıtasile öğrenebilir. Diğer taraftan ahlâk tedri-tı, Sokrat'm dediği gibi bizzat ahlâka bağlıdır. Bu tedrisat ancak ahlakî temayüllerle müteharrik, zekâyı, eyiliği hedef yapmağa muktedir müfekkireler tarafından, hayat ve ruh olan şeııiyetle yerilir, ve müessir bir surette alınır.
•X
Doğru bir ahlâk tedrisatının şartları bunlar olduğuna göre bu tedrisat nerde ve nasıl verilmelidir? Bu hususta resmî mekteple, aile muhitini ve hususî mektebi ayırmak icabeder.
Resmî mektebin nazarı dikkate alınması lâzım gelen iki mümeyyizesi vardır: - evvelâ, bu mektebin arkasında hükümetin kudreti ve nüfuzu mevcuttur; - ikincisi, hükümetin, yani müşterek menfaatlarm mümessillerinin, namına hareket ettiği için verdiği tedrisat ana hatları iti-barile bir doktrin birliğini ve yeknesaklığı tazammün eder.
Ahlâk tedrisatı hususunda bu mümeyyizlerin bir takım neticeleri vardır. Resmî mektep ahlâk tedrisatına yalnız yardım etmekle kalmiyacak, belki bu tedrisatın inhisarını elinde bulunduracaktır. Evelce nasıl ruhaniler müşterek vicdanın timsah iseler, şimdi hükümet o vaziyettedir. Ve cemaatin bütün azasının gerek zekâsını gerekse vicdanını
teşkil vazifesi ona düşer, b i
Mantıkan mahirane görünen bu düşünüş tarzı, beşeriyetin kendi tabiat ve liyakati hakkında gitgide edindiği fikre pek intibak etmez. Ahlâk tedrisatı insanı
bütün sumulile ihtiva edecek, bu
5 7
rolünü ifa için de hükümet kuvvetini kullanacaktır. Fakat Allah-la ve Allah muhabbetile doğrudan doğruya ruhî temasını vücuda getirmek için kilisenin vesatetini tanımak istemiyen insan, kendi vicdan ve şahsiyetinden feragat ederek devlet eli altında kalmağı kabul eder mi? Fertler nasıl devlete bağlı iseler devlet te o suretle fertlere bağlıdır. Ancak lâyuhti ve her şeye muktedir bir hükümet vicdan hürriyetini sıfıra indirmek iddiasında bulunabilir. Fakat bu suretle yetiştireceği iradelerin ahlâkî bir kıymeti olacak mıdır?
Bundan başka bir nazariye de ahlâka mütaalik fikir tehalüklerinin bizzat ahlâka ve ahlâk kaidelerine muz af olmadığı, fakat sadece bu kaidelerin metafizik ve ya dinî mevzularma ait bulunduğu merkezindedir. Bu doktrine taraftar olanlar, herkesin kabul ettiği kaideleri, hükümetin mekteplerde, hukukunu tecavüz etmekten korkmaksızm tedris edebileceği fikrindedirler. Ancak bunların izahına ait faraziye ve mevzuları kabul hususunda herkesi hür bırakacaktır: Vicdan hürriyetine verilen hisse de budur.
Hakikatte bu hisse pek zaittir. Zira doktrinin derunî temayülü ahlâk kaidelerinin vahî bu takım istinatlara muhtaç olmadığı sadedindedir. Onlara göre bu kaideler kati bir yakine müstenit bulunmakta ve beşeriyetin bütün hayatının şartlarını ahlâkî hayatının şartlarını ihtiva etmektedir.
Filiyatta bu ikinci doktrin de ergeç birincisine intibak etmek zaruretindedir. Fakat birinci doktrin de sun'îdir.
Ahlâkî kaideler, dinî ve metafizik mevzular kendi aralarında bir binanın esasına ve haricî iskelesine benzetilemez. Burada mevzua, faraziye tesmiye edilen
--:- Hayat
şeyler, ahlâkî mefhumların ruhudur, manâlarının, anahtarıdır, mevcudiyet ve müessiriyetleriniıı mebdeidir, medeniyet şekillerinin tenevvuu ve tecrübenin tekzipleri arasında inkişaflarının maya-sıdır. İnanan ve inanmayan insanların tavru hareketlerinin biribirinin ayni olacağını ve ferdin mahiyeten müstakil olan mutlak bir vücuda mahiyetini verdiği iddia da mümkün olamaz: bu esas itibarile metafiziktir.
Fakat herkes tarafından kabul edilip edilmediği endişesile hareket ederek hükümetin ahlâk tedrisatını, bir kaç adi ve manasız hakikate ircaı da icap etmez. Julle Ferry'inin pek doğru olarak dediği gibi, umumiyetle insaniyette ve bilhassa muayyen bir millette, müşterek vicdana uygun olan an'anevî bir takım ahlâkî fikirler vardır ki bunlar hiç münakaşa edilmez. Bu ahlâk alfabesi mekteplerde gösterilecektir.
Bu alfabe hakikatte ne kendine ve ne de bize kâfi gelme-
için resmî mekteplerde ahlâk tedrisatı vicdan hürriyetini sadece müsamaha ile telâkki etmekle kalmiyacak böyle bir hürriyete hürmet edecektir. Ve edeceği bitaraflık, kapalı, kıskanç ve menfi olmıyacak; açık, samimî ve müspet olacaktır.
Umumî ve resmî ahlâk tedrisatı, ferdî değil, küllî esaslara bağlanacak, fakat ferdî olanları da boğmaktan içtinap edecektir. Çünkü bunlardan birincisi olmayınca, ikincisi de manasız kalır.
Hususî mekteple ailenin vaziyeti bir bakıma göre bunun makûsudur. Burada hâkim olan şüphesiz bizzat talim;'değihterbiyedir; ve terbiye esas hasiseleri itibarile amelî, hususî, şahsî ve ferdidir. Bazılarının ahlâkî mevzular dediği: his, an'ane, dinî itikat, metafizik fikirler, şahsî münasebetlere müstenit olan bu
Hayat
Fikir hayatımız
m
İçtimaiyat, bize, Avrupa dillerinde ( spiritualisme ) denen bir nevi felsefe şeklinde girdi: bu cihetten, Ziya Gökalp, felsefe tarihinde muhtelif nevilere ayrılan " spiriualiste „ bir görüş tarzım kurmuştur. «Spirtuaiisme» kelimesini, Türkçeye maneviyet-çilik diye geçirmek mümkündür. (Bu tabiri mantık müderrisi Nimet bey bulmuştur.) Menevi-yatçılık, her hangi bir sınıf hadisatı, ve yahut bütün kâinatı, maddinin aksi, yani manevî bir unsurla izah etmektir: bu manada madde, mananın, (manevî) nin ancak bir tezahür şekli olur.
Bu görüş tarzı, sırf felsefede, . dediğimiz gibi, bir çok şekillerde gözükür; ancak bu farklar, esas değildir: yalnız daha çok, îilizo-fun orijinalliğine yardım eden^
cemiyetlerde her dakika tatbik halindedir; ve yalnız bir takım bilgiler değil bilhassa muharrikler amel itiyatları ve kudretleri tevlit etmek vaziyetindedirler. Burada ahlâk için içtinap edilecek şey, cemiyetin, hükümetin, umumî vicdanın, müşterek menfaatin, herkese şamil haklarının
7 9
unutulmasıdır. Resmî mektepte fertlerin kudret menbaı olan itikatlara, ulvî cinnetlerin kabiliyet ve heyecanına hürmeti ta-zammün eden prensip, aile ve hususî mektep mevzuubahs olunca bilâkis, dar ve kapalı bir hisara kapanır gibi kendi an'ane ye imanlarına kapanmamayı,
de de böyle dir ve hususiyet hayet tali bir
da, her
; felsefeler-
irnler var-nevi, bir )er, ni-
ehemmiyeti haiz-
Felsefedeki madde ve mana kavgası, çok eskidir; ve bu gün de nihayet bulmuş değildir. Bu hal, kavganın, hiç olmazsa
1 Lgını gösterir, en yeni ve güzel delilini,
"e g.
yoruz: yani kavga, meydana çıktı.
ît î
; feıseı
a n
u
sinin, yanı ıı kız gözüken ısından
kem
ur ette, âz asın
mensup
bütün varlıklara şamil
v e m a n a m u cad nin içtimriyattaki şekli, şudur: acaba cemiyet, maddî bir varlık mıdır,- yoksa manevi bir varlık mıdır? .Yahut içtimaî hadiseler, bir maneviliğin tezahür tarzları
miyeti beşeriyet
aynı bağlanılır.
mıdır, yoksa maddî bi tin eseri midir? Cemiyette maddeyi mi esas, manayı mı esas almak lâzımdır? Meseleyi bu
kadar açık kelimelerle söyleyince, ortada hâlâ böyle bir meşe-
e şaşanlar yanılırlar:
lüııkü zahiren çok basit gözü-suallerin hem halli güçtür; hem de bunların tesirin-
V
7
leri, bilerek bil mi y erek, sormağa muvaffak olmak kabil değildir. Dahası var: bu suallere şu ve ya bu cevabı vermek, pek nıü-
Lamiyacağı, insan lamı ve ya insan gruplarının, İrendi
derini de tanıyı]) çok şeyler kazana-
Sayı 118 ----
Bu mütalâaları burada ispat edecek değiliz; zira mevzuumüz-dan çok uzaklaşmık oluruz. Biz şimdilik yalnız bu suallerin, bu gün Avrupada teşekkül etmiş her içtimaiyat mektebinde ve telâkkisinde ya açık ve ya kapalı olarak, sorulmuş ve cavap-ları verilmiş olduğunu kaydetmekle iktifa edelim.
Ziya Gökalp, bu iki taraflı görüşten, sarih olarak birine taraftar olmuş ve bütüni izahlarını ona göre yapmıştır.
Ziya beyin telâkkisine göre, cemiyet, tam manasiyle ve kafiyen bir manevî varlıktır; maşerî tasavvurlar (representations col-îectives) den örülmüş bir şebeke vardır; bu, fertlerin üstündedir ve onları bir birine bağlar, onlara ferdî yaşayışları üstünde ayrı bir içtimaî - ruhî hayat verir. Bu şebeke içtimaî vicdan (consciefıce) dir. Vakıa cemiyet, bundan ibaret değildir: içinde madde olarak, fertlerin uzviyeti, toprak, eşya, aletler ilâ... vardır; fakat bunların hepsi, ancak, o manevî varlığa göre bir ehemmiyeti haizdir; bunlar cemiyetin vicdanına değil, cemiyetin vicdanı bunlara hâkim ve nafizdir. İçtimaî vicdan, yalnız içtimaî hadiselerin toplanup biriktiği bir yer değil; belki bütün hadiseleri yaratan bir kudrettir; maddî hayatımız bile, manevî varlığın kanunlarına uyar.
düşüncelerimizi hangi istikametlere götürebileceğini daha kuvvetle duyabilmek için, maşerî
dır?
Maşerî tasavvurların en sarih misallerini Ziya beyin çok hususî bir manada kullandığı (hars)
bediî, lisanî temayüller gibi her biri kıymet hükümlerine müstenit ve hükümlerin mümessili olan ruhî hadiselerin umumuna verilen bir isimdir; hars, bu manada' tamam il e manevî bir unsur olarak, bir cemiyeti ötekinden ayırmağa yarayacak tek miyardır.
Ziya beyin bu «spiritualisme»!, kendisinin manevî hocası olan (Durkheim) den aldığı meydandadır; (Durkheim) dahi, içtimaî hadiseleri, doğrudan doğruya ruhî — psychique hadiseler olmak üzere telâkki eder; onların ceryan ettiği yer, fetlerin şuurları olmakla beraber, fertlere nazaran hariçtedir; fakat ruhî olmaktan çıkmaz.
Yalınız G( deri daha fazla spiritualiste addetmeğe hakkımız vardır, zan-lerim. Çünkü bizzat (Durkhe-eserleri.] nnee soci(
da, içtimaî morfologie (coğrafî ıufus), iktisat, «technologie» oldükça müphem bir yer tutarken, Ziya beyde bu meseleler, ya hiç temas edilmemiş ve yahut çok uzaktan bakılmış olarak,
kasızlık ve yahut yabancılık, hiçte manasız değildir; belki daha fazla kuvvetli bir temayülün delilidir: Ziya beydeki spiri-tualisme' kendisini hafifletecek, zaifletecek her şeyden çekinin
Bu hemen her filozgfta görülen şeydir.
Bu çekingenliğin en kuvvetli sebeplerinden biri de, hiç şüphesiz, Ziya'daki mefkûreciliktir. Mefkûrecilik muayyen mebdele-re pervasız inanmak şeklinde her gün değişen ve karışık olan hayat parçalarına çok defa lakayt kalır. Mefkûre ancak mutlak bir âlemin içinde ve şartlardan, kayıtlardan uzak olarak
de iktisadî unsurlar, «materia-liste,, lerin görüşü tarzında olmasa bile, sık sık izah v*
yaşanabilir. İşte, bence, Zıya (madde) ye karşı, bilhassa kuvvetini buradan almaktadır. Hatta gene onun içindir ki faydaya müstenit her düşünüş tarzı Ziya beye bir tehlike duygusunu verir: Pragmafisme hiç olmazsa sıkı bir tenkitten geçtikten sonra kabulünde mahzur olmayan kısımlarını bile Ziya Beyin bir hamlede reddedilişi, ancak bu yolda izah olunabilir.
Ziya Beyin felsefesinde esaslı vasıflardan biri olmak üzere gördüğümüz (maneviyetçilik) kuvvetli bir unsur halinde, bugüne kadar fikir hayatımıza hâkim
iliriz.
cl K K
nevi
lur.
rin.
rıne ne
lâa edildiğini görmek için "i
daki fikirleri dertlere v( bir kafada karşı ııe
hakkm-bey gibi
un
görüş
= culture, dinî itikatlar, ahlâk kaideleri, hukukî müesseseler,
rosterır.
Oyle düşünüyorum ki bu alâ-
Hayat ----------—.....-............. 8 ------------------------------........-.......----------------------------- Sayı': 118
«İstanbul kız Muallim Mek- cemiyetinin ihatasından başka dikkat ve muhabbetle okuyanlar tebi» içtimaiyat ve ruhiyat bir de insanlık mefkûresinin burada ihtiras şimşeklerinin ka-mualhmi Hilmi Ziya Bey, Lise- ruhuna nüfuz etmiş olmak ranlıklarla nasıl çarpıştığını lerin on birinci sınıfında verdiği lâzımdır. göreceklerdir. Genç bir mütef-felsefe derslerinin notlarını Büyük naşir Ruşen Eşre- fekkirin tefekküründeki bu man-' ikmal etmek suretiyle 154 sahi- fin Ziya merhumun kabri- zara sanki bir tehammür aşkiyle feden ibaret olan «metafizik» ini başında: «sen yalnız tefekkür yanıyor. Bu manzara benim ümit-ahiren neşretmiştir. Eser, «felsefe etmezdin, ayni zamanda hayal lerini ısıtmıştır. Onu «Türk dersleri» unvanı altında «birinci ederdin» dediği gibi felsefede Ocağı» nda dinlediğim zaman kitabı» teşkil ettiği tasrih edil- yaratıcı bir hayal da lâzımdır ki dahi ayni sıcaklığı duymuştum, diğine nazaren müellifin diğer bu hayal ancak ihatadan sonra Ondaki felsefe aşkı hararetini felsefe derslerini de yazmak gelebilir. * teksif ettikçe bugünkü karanlık niyetinde olduğu anlaşılıyor. Ve Hilmi Ziya Beyde gördüğüm ve loşluklar kalmayacaktır. Bunu filvaki 680 sahifeye yakın olan ikinci seciye, ihatanın âculiyeti söylemekle felsefenin bir malızı «Ruhiyat» ı dahi taş basması andıran bir süratle gitmesidir. vuzuh olmasını istediğim zan-halinde intişar etmiştir. Bunlar- Malûmdur ki sürat okumağı tesri nedilmemelidir, Felsefenin yırt-dan başka müellifin intişar etmesine mukabil hayallerin mak tehalükünü duyduğu zulmet-edecek bir kaç tercüme eseri de vuzuh ve ihatasını bulandırır. ıerin kesafetini duymayanlar vardır. Henüz otuz yaşma var- Fransız hakimlerinden Montaigne esasen felsefe bilgisine bağlanamamış olduğunu zannettiğim zamanının mütefekkir gençlerinde mazlar.
Hilmi Ziya Beyin bu ilk mesa- bu hali görerek: «kendilerini örnek " Hilmi Ziya'yı benim gibi
isinin en bariz seciyesi mesleğini ittihaz ettiğimiz eski mütefekkirler görecekıer şimdilik onun eserle-
hakkile ihata etmek yolundaki ağır okurlardı. Onların kudretine rin(jeki teferrüat ve tafsilât ile
cehtidir; ve bu ceht merhum yetişmek isteyen bizler ise çabuk oyabmrnağl yakıtsız bulaeaklar-
büyük Ziyanın tesiriyle doğmuş, okuyoruz» demişti. İçinde bulun- dır zannediyorum.Tekevvün etmek
veya hiçolmazsa tesri edilmiştir. duğumuz sürat devrinde belki ııamıelerini ihtiras halinde yaşa-
Her meslekte olduğu gibi felse- ağır okuyamayız. Fakat mevzu- y.m bir ruhun kanumı kencii
fede de muvaffakiyetin baş- umuz felsefe ise bundan başka içindedir. Öyle ümit-ediyorum ki
lıca sırrı ihata ıtirasmdadır. çaremiz yoktur. bu ibtiras kendi ateşiyle kendi
Bu ihtiras olmayınca herhangi Dünyanın bir «Kaos» tan kendini tasfiye edecektir. Bizim
bir mevzudan bahsetmek, tedricen tebellür ettiği doğru kendisine yapabileceğimiz en iyi
fili gösteriyorum zanniyle filin ise, tahakkuk edecek bir dünya hizmet bu ateşi dikkatli ve şevkli
kulak ve ya kuyruğunda kal- demek olan sistemli bir tefekkür ,)ir alâka üe takip efctiğimizi
maktır. Nerde kaldı ki felsefe, dahi bu kanuna tabi olacaktır. kendiaine-his. ve teemmül ettir-
bilgiferimiz arasında ihatası en Bunun için ayni gayenin büyük mektir
lâzım en zarurî en güc olanıdır. ihtirasını yaşadığı görülen Hilmi'-
Burada mensup olunan mede- nin tefekkürleri bir istisna teşkil MUSTAFA ŞEKÎP
niyetin, yani onun ilim ve edemez, «metafizik»i sabırlı bir
— 268 —
Sayı: 118
9
Hayat
San'at
Bütün fenâlemindeki terakkiler kozmografya'ya da büyük bir inkişaf sahası açmıştır. Son zamanlarda kâinatın tekevvünü hakkında yeni düşünceler ileri sürüldüğü gibi, bilhassa meşhur Amerikan mütefen-nirn^ Dr, Robert ^ A. Millikan m en son tetkikatı netice-siııde kâinatın hâlâ tekevvün halinde olduğu anlaşılmıştır. Radyoaktivite neticesinde her an mevcudiyetini gaip ve teptil eden zerreler yerine fezanın uzaklarında yeni yeni zerreler teşekkül ediyor ve bu tevazün mütemadiyen devam edip gidiyor.
Son zamanlarda hey'etşinaslar bizim
Müşteri ismini verdi-
i
ğimiz Jüpiter yıldızında yeni bir hadisenin vnkubulmakta olduğunu görmüşlerdir. Zaten bu yıldız üzerinde hemen yüz seneden-beri vâsi bir kırmızı I nokta görülüyordu. Bu büyük sâha sey-2 yare üzerinde 860,000,000 mil mikâplık bir mesaha kaplamaktadır.
Şimdi, ne olduğu tamamiyle anlaşılmıyan bu büyük kırmızı lekenin etrafında donen bir ce-
Vatican'da bir heykel
reyana tesadüf edilmiştir. Bu sanki bir buhar tabakasıdır. Biı ada etrafında devreden sandal-
269 -
lar gibi bu saha etrafında do-f laşmaktadır. Mütefenninler bunu fFbir siklon olarak kabnletmiştir: Yıldızın kütlesi üzerinden kaynayıp çıkan buharlar, ric'î bir istikamette saatte, 153 millik bir süratla hareket etmektedir. Resimde gördüğümüz vecihle bu siklon cereyanı kırmızı adayı iki taraftan kaplamaktadır. Bu siklonun niçin vukua geldiği eban halledilmemiş bir muammadır. Profesör W. H. Wright tarafından son aylarda Müşteri'nin bir kaç güzel fotoğrafı alınmıştır. Bunlara j dikkati edilirse jkır-mızıÇnoktanin sey-
yarenin'gazjhalinde
bulunan^ ^sathına aitf olmayıp asıl mayi halindeki bünyesinde kâin olduğu anlaşılır. Renginin kırmızılığı teşehhup halinde olmasına atfediliyor. Bu noktanın bu günkü sekil veYesametini
3 O
muhafaza edip etmi-yeceği rmalûm değildir. Yalnız kapladığı sahanın tulü arzı 7000 mildir. İşgal p Atiği yer sabit değildir. Sallanan ^ bir kap içerisindeki mayi gibi
Hayalî bir tayyare hucumile: Westminister Abbey'in harap olmuş bir vaziyette tablosu
Lucrezia Borgia'nusaçt
■HHhİm
(:
« *t
t
Hayalî tayyare hücumundan sonra; Londra'da Trafalgar meydam
Luerezia Borgia'mn t bir resmi
.J,
rt ınnh/aytsı
İNKflPtSflHı
Müstakbel bir harpte: İngiliz Bankası
gayrimünteşir
Tayyare hucumiyle Londra'da meşhur köprünün alacağı şekil
Müşteri-yıldızının en son ahmms. Ur resmi: seyyare üzerinde
yeni keşfedilen bir siklon şekli
Sayı : 118 -—--
daima vaziyetini teptil etmektedir.
Şimdi Âmerikada çok kuvvetli bir teleskop hazırlanmaktadır.
Bunun ikmalini müteakip Müşteri üzerindeki esrardan bir kısmının halledileceği ümid edilmektedir.
tesiri
San'atm tâmamiyle tabiatın taklidi olmadığını biliyoruz. Onun üzerinde muhayyilenin büyük tesiri vardır. Öyle san5 at eserlerine tesadüf ediyoruz ki tabi-
atte örneklerine raslıyamayız: meselâ İngiliz mecmualarından
birinin senebaşı nüshasında Dan-te'nin eserinden bir kaç parçanın yanında, bir ressam tarafından yapılmış renkli sekiz Cehennem tablosu bulunmaktaydı, halbuki dünyada hiç bir kimse Cehennemi görmemiştir. İşte böyl hayal mahsulü tablolardan bir kaç tanesi de Adrien Hill is-nindeki bir: İngiliz harp ressamı tarafından yapılmıştır. Harbin müthiş tahribatını düşünen artist tayyare bombardımanı neticesinde Loridra'daki tarihî binaların ne şekle gireceğini çok muvaffak bir kaç resimle canlandırmıştır. İşte «VVestminister Abbey» isimindeki büyük katedral... Gecenin alevlerle yalanmış koyu mavi indigo rengi arasında harabolmus bir iskelet... Bir kaç kırık sütun. Ötede beride pro-joktörlerin arayıcı ışıkları. Önde bir tank. Hey5 eti mecmuası çok korkunç ve acıklı bir manzara.
İşte İngilterenin meşhur köprüsü.. eğilmiş, yıkılmış.İki yanda bir kaç granit kütle kalmış, semada güllelerin resmettiği ateşin
şekiller. Ye nihayet işte muazzam İngiliz bankası. Trafalgar meydanı. Meydandaki meşhur heykel yıkılmış. Her tarafta eski
Yunan harabelerini hatırlatan manzaralar.
Bu muhteşem binaların ha-
kikî vaziyetteki tabloları nekadar cazipse bu ressamın kudretli
elinden çıkan, harabiyi tecessüm ettiren bu resimler belki ondan
daha güzeldir.
13
Görünüyor ki san5 at, en ü-midedilmedik tezahürlerle j bizim lıayret ve takdirimizi celbediyor.
66
9
Bu haftanın siyasî haberleri arasında, İtalyamn(Vatikan) da Papalığa siyasî ve dünyevî bir hak ve hakimiyet verdiği oku-nulmuştur. Bu hadise dolayısiyle dikkatimiz Yatikana ve Papalığa çelbedilmiştir. Biz de bu münasebetle «Lucrezia Borgia» ya ait bir hatıra ile Vatikan'daki heykellerin birinden bahsedeceğiz: Papa altıncı Alexandre 'm kızı ve meşhur Sezar Borgia'mn hemşiresi olan «Lucrezia Borgia» tarihte ahlâksızlığı ve güzelliği ile meşhurdur. Zamanında yapın adığı rezalet kalmamış, hatta kardeşi ile münasebetleri hakkında inanılmıyacak şeyler söylenmiştir. Kardeşi «Cesare» diplomaside yalancılığı meziyet sayan meşhur (Machiavelli) tarafından nümunei imtisalf olacak bir hükümdar olarak kabuledil-diği gibi , «Lucrezia» da ; bazı muharrirler tarafından takdirle karşılanmıştır. Bir Papa kızı olan (Lucrezia) mn saçlarından bir demet Milan'da Ambrozian kitaphanesinde saklanmaktadır. Bizt buraya. kendisinin hiç neşredilmemiş bir resmini aldığımız gibi saçının mahfazasını da gösteriyoruz. Onbeş santimetre kadar uzunlukta bulunan bu kâkül evelce mukavva bir kutu içinde
idi; şimdi, kuyumcular prensi olarak tanınmış olan (Alb erto Ravâsco) tarafından yapılıp işlenen güzel bir mahfaza içindedir. zaman ile saçların rengi solmuştur, şimdi açık sarıdır. Yaktile bu saçlara (Cezar)ın zalim elleri değmişti. Ciovanni Sforza, Alfonso, Prince de Bis-ceglie, Alfonso d'Este onları okşamıştı. Kardinal (Pietro Bem-bo) kim bilir nasıl bir sevgi ile
onları seyretmişti. Hatta Lord Byron bile bu bir demet saçın önünde tefekküre dalmış ve «Rönesans semalarında meş'um bir kuyrukluyıldız gibi parlıyaıı bir baş» a aidolan bu yadikâra elini dokundurduğu zaman titremişti. «Gabrielle d'Anunzio» da bu saçları görmek istemiş ve
onları okşamıştı: Mahfazada bu buklenin yanında (Lucrezia) nırı
Pietro'ya yazdığı 7 mektupla
iki şiir vardır. Şiirin birisinde
şöyle söyleniyor:
«Düşünüyorum ki eğer şimdi ölürsem ve bütün arzularım da fenalıklarım gibi nihayete ererse bunlarla beraber büyük bir aşk nihayet bulacaktır. Bu aşk öyle büyüktür ki onun ziyade bütün dünya aşksız kalacaktır.»
Piyetroüıun "cevabı da şöyledir:
Size, bir müddet göğsümde sakladığım «Agnus Dei» ı [isa'yı temsil eden bir kuzu resmidir. ] taktim ediyorum. Eğer, gündüz olmasabile, onu, bazı geceler ^ sen de koynunda taşıyacaksın. Öyle ki hiçolmazsa kalbinin mahfazası benimkinin değdiği bir şeye te-masedecektir. »Ne samimî bir şiir...
"Vatikan,, dalbir heykel
Burada gösterdiğimiz Papalığa ait resimlerden biri de Yatikanda bulunan güzel bir heykeldir. Bn, büyük (Canova) heykellerinden biridir. Bütün
vücudundan sıhhat ve gençlik taşan bir adamı gösteriyor. Kol, göğüs ve böğür adalelerindeki kudret ve tenasüp mütekâmil bir insan heyeti arzetmeye kâfi geliyordAyaklardaki ifade cidden dikkate şayandır. Heykeltraş burada bütün san'at ve mehare-tini tespite muvaffak olmuştur.
San'at öyle tükenmez bir
hazinedir ki, bizdeki bitmeyen hayranı ile ebediyete doğru akıp gider.
KÂZ t M ŞE VİNÇ
Hayat
Sayı : 118
Muharriri: Şükûfe Nihal. Neşreden: Istanbulda Sühulet Kütüphanesi. Tarihi: Sayfası: 87. Fiatı: 25 kuruş.
On sene var şiirler ve arasıra
da ismini tanıttıran Sükfıle Nihal
b
lanınım yeni bir eseri karşısın-
i'ye-
ı.an
dayız:
kadar «Yıldizlar ve gölgeler»? «Hazan rüzgârları» nda ve yeni bir kitap teşkil edecek kadar
atının bir ceph( kuvvetli bir kanaat V cl üll Ou Nihal Hm., geçen neşrettiği küçük hikayelerinden sonra bu yerıi romanı ile, kendisi için tetkik edilmesi icap eden başka bir cephe getirmiştir.
eri şiir* eden, yahut her ikisin i elde yürüten ve muvaffak
it Dutun
hu nevi san'atkârlarm
sin bas|s^ nesre
dıı. Çııı dc
tepeden dalgm san'atkâr, nesirde, o içinde ve insanların arasında yaşar: Birincisinde melek olan, ikincisinde insan, belki de şeytan görünebilir.
Renksiz ıstırap, kanun mahiyetini alacak kadar kuvvetli olan, bu kaidenin sayılı istisnalarından biridir. Sükûfe Nihal Hm., sür-
b 7 s
lerinde olduğu gibi, bu büyü
o ..
tepeden seyrediyor. Hazan rüzgârlarında hâkim olan ruh bu eserde de realiteyi tesiri altına almıştır. Buııun içindir ki Renksiz ıstırap 'ta
çarpıyoı
amar
aşk ta romantik-
her şeyde görülen
roman
tanıyacağı,
adam, herkesin tabiî adam,
yalnız Yedattan ibaret olduğu lalde ma] nek iciıı
ok çalışmıştır.
se
ÖT o
:i-
katte ve tabiatte tesadüf etme-
memi! te
lâzımdır.
Eserin mevzuunu, birinci kı-
şıma a ismini
[at, sonra ö atlı bir gencin arasındaki kalbî
nedir, âsi-
7 s
kının Amerikaya gittiği hakkındaki yalan haberi tahkik etmeden Handanın kendisini kaybedecek kadar şiddetli ve sürekli
Sahirin zaman zaman sevilip nefret edilmesindeki sebepler niçin etrafla tahlil edilmemiş gibi sualler sormak, eserin bu cihetten anlaşılmadığına delâlet eder. Tavusun kat kat güzel ve parlak tüyleri içinde gizlenen küçük vücudunu düşünmekle bu sualleri sormak arasında fark
kısımlarda ayrı ayrı isimlerle
Geçenlerde «şair» den bahsederken onu «kadın» ve «erkek» olarak ikiye ayırmıştık. Kadın şairde, eserini bir noktaya getirince, cam sıkılmışlara, asabiles-
»7 s
mislere benzeyen bir hırçınlık vardır. Bu hal, ifade ve şekilde
' s
kırıklıklar, düşüklükler husule getirse bile, kadın şiirinin en sevimli hususiyetidir. Erkek şair için noksan teşkil eden bu hm siyet, kadın için bir kemaldir diyebiliriz. Şükûfe Nihal Hm. m şiirlerinde, bu itibarla, ayrı bir kıymet belirmektedir. Muvaffakiyetini bu sözlerle izah ettiğimiz Hazan rüzgârları şairini, ayni noktai nazardan, Renksiz ıstırapta da takdir ediyoruz : Zira her ikisinde de hâkim olan ruh birdir, ve aynı kuvvettedir.
Son yazılarında realiteye teveccüh ettiği görünen Şükûfe Nihal Hm. dan, yarm, daha büyük eserlerin hayat alacağına
F. N.
i supne
Sayı; 118
Hayat
tadımızın II as
i üs- de muasırlarının hemen hiç bi- romancı kadın hakkında umumî
ö
ve saf bir lisanla yazmıştır. Bu Şimdiki
yatma getirmiş
ı arzuya
gelince, buna d
yi isterim. , sade bu romanım )a hakkım var.,
beni mahrum edeceğinden korkarım . (1908 den 'beri Türk edebiyatı tarihi) serlavhası altın-
da hazırlamağa çalıştığım eser " ""ince, üstadın emirleri ki icra edilmiş
*j
olacakt
harrırı ıçm oır ■ mu- *
a tela.
ııvor...
■ Georgette Gar on y on sekiz
yaşında, esmer ve köylü kızıd izdivaç gününde başlıyor. Fram yük şeiıırıeraen uzakta, cok uzakta bir
5
asır!arın sakinleri detle merbut ve iktisada, Vl±6j riayetkar olarak birbirlerine devrettikleri bir köy. Çalışan kolların nakaclarmı cihan harbi yedikten ve hava
rspıldikten sonra,
r zengin .oldular, erme bilaıstısn a Mösyö
maya
karm-
doyururıa/r&en; yağı , eti, evvelden tahayyül ede-sata sata,
et, dul ve
annesi
öldüğü ve annesi birine varıp Parise gittiği için, bir gün mal kendisinin olacaktır.
bu sair, bazen Bunları da okuduktan sonra bu
y Sublaines' köyünde, Georgetin kocası kıskanılmağa lâyıktır. Hele sadece bir uşak olursa! Çünkü, Gorge-
16
tin şiddetle severek, iki senelik bir inattan sonra büyük annesini kendisiyle izdivaca razı ettiği adam, Didier, uşakları idi. Çok çalışkan ve] ciddî bir uşak ki, kendisini sevdirmek için hiç bir şey yapmamış ve iki sene süren niza esnasında o kadar uzak ve adeta bigâne kalmıştır ki, onu kovmak ihtiyarın hatırına gelmemiştir. Ve izdivaç günü, sırf o gün, yeni evliler toprakla uğraşmazlar. Fakat ertesi gün iştedirler. Ve sonra, geceleri, sağlam ve genç vücutlarının sevişmesinden başka hiç bir eğlencesi olmayan ve guruba kadar fasılasız bir çalışmakla geçen hayatlarıyle bahtiyardırlar. Fakat., bu fakat, büyük anne, onun günden güne artan tehditleridir!
Çünkü o, ihtiyar kadın, gözlerini kapadığı zaman topraklarının kapanın elinde kalmayacağını bilmek, bunu bilerek sükûn ile gözlerini kapamak istiyor. Bunun içindir ki, uşağın evinin erkeği olmasına bile razı oldu. Halbuki eski uşağın çocuğu olmuyor, Georgette bir türlü hamile kalmıyor. Tektirleri karşısında, Georgette'in gidip kocasını da sürüklediği doktor, bunun er geç olacağı hakkında ne derse desin, kocakarı lakayt ve her ay geçince daha gazuptur. Sonra bir gün tehdit eder: evlerine alınmış ve bedavaca çalıştırılan iki öksüz kardeş vardır ki, bunun oğlan olanına mallarının yarısını bırakacağını bildirir. Bu tehdit, zevç ve zevceyi çıldırtır. Ve hele erkek, dünkü uşak, belki kendini daha suçlu bulduğu için, gece karısıyle kavga ederek bağırır: - Çocuğu yapacak kadındır!
Öyle mi? Georgette şu halde 11e yapacağını bilir. Fakat evvel emirde büyük annesine sorar: ^ Çocuğum olursa, bu oğlanla kardeşini kovacak mısınız?
— Evet, fakat çocuk olduktan sonra.
Ve bu musahabeyi iki kadın temdit etmezler. îhtiyar için, daha fazla anlamış görünmemek muvafıktır. Ve bir gün genç kadın kırlara çıkar. Yanma iki yüz frank almıştır; eğer nazlanırsa ikisini de nazlanmazsa sade birini vererek, bir erkek satın alacaktır. Ye bunun kim olacağını da tayin etmitşir. Bu, ötekinin berikinin tarlasında çalışan bir gündelikçi, tembel ve serseri, lıenı de genç olmayan bir mahlûktur. Şu kadar ki, yarı iane ile ve yarı aç büyüyen on üç çocuktan başka bir çocuğu daha yeni dünyaya gelmiştir. Ve korsajmda iki yüz frankla onu aramağa çıkan Georgette, kendisini bulur; erkek kendine uzatılmış olan yüz frangın göreceği hizmetleri ve kadın her halde ana olacağım düşünerek, göya sevişirler. Tarlaların kuytu bir köşesi, sevdalarının hüclegâhı olur.
Lâkin, heyhat ki, bu köşe hiç te kuytu ve gizli değilmiş. Ve zaten olaydı roman belki olmaz ve belki orada biterdi, köyün papası mektebinin tekmil çocuklariyle beraber kırlarda gezmeğe çıkmıştır, ve çocuklar her şeyi görmüş hem de anlamışlardır.
Romanın ikinci kısmında, adı Cadet olan işçinin bu on beşinci çocuğu dünyaya geldiği zaman, köyde işi bilmeyen hiç kimse yoktur. Okadar ki, çocuğun - 276
vaftizi için davetli olarak Paris-ten gelen Georgetin anasiyle üvey babası, mes'eleden hemen haberdar olurlar. Bu ana ile kocası, gece sinemaya gidebilmek için akşam yemeği yiyemeyen şehirlilerdendirler, ve daima fa asut gözlerle seyrettikleri b u servetten hissedar olamadıklarına yanarak, türlü şaklabanlıklarla Georgeti Parise bir gün getirmek ve servetini beraberce yemek sevdasındadırlar. Bu çocuk ise onu köye ebediyen bağlayan ve kendilerinden ebediyen ayıran bir zincirdir. Ve bir kaç kadehten sonra, üvey baba Didier'yi., her ayıba göz yuman bu zelil kocayı tahkir eder. Georgette onu kovar, ve o anasiyle beraber giderlerken, arkalarından bile bakmadan çocuğunu emzirir.
O günün gecesi, Georgette kocasının isyanını ve tahkirlerini bekler. Onu aşıkı olduğu topraktan ayırmamak için yapılan bu fedakârlığa, aşkının tesiriyle o hiç bir kıymet vermesin, ve kendisini döğerek siyah saçlarından stirüklesin, ve uzun göz yaşlarından sonra affini kazansın! Georgette bünn bekler. Fakat hayır, çünkü ilk aşk gecesinde bile Didier karısından ziyade kalbi üzerinde bütün toprakları sarmıştı ve sıkmıştı. Karısı ve onun sedakatı okadar mühim şeyler değildir ki! O kavgasız geçen geceden sonra, Georgetin aşkı ancak çocuğu içindir, ve hatta toprağı ihmal ederek onunla meşguldur. İki üç sene geçince, birden bire devrilen bir ağaç gibi büyük anne düşüp ölür. Georgette, kocası ve oğluyle yalnız kalır.
Sayı : UÛ -—-—
Üçüncü ve son kısmın baş-langicinda, köye yakın yegâne kasabanın kahvesindeyiz. Bazı şeyler satın almak için gelmiş olan Georgette, birden başlayan şiddetli bir yağmurdan dolayi bir kahveye girer. Bu kahveyi işleten bir dul kadın, odasını bir iki saat sevdalılara kiralamakla tanınmıştır. Ve yağmur sebebiyle iltica ettiği bu yerde, otuz beş yaşlarında, sarışın ve yakışıklı bir adamın kendisine bakışından ve söz atışından, Georgette amakma kadar sarsılır. Bakışırlar. Ve odasını kiraya veren kadın, sokulup malumat verir: — Belçikalı bir ameledir, adı Gustave Vanlaerttir.
Bu isim dimağına ebediyen yerleşmiş olarak, Georgette köye döner. Ve halâ şayanı arzu ve taze kalmış vücudu şimdi arzu ve ihtiras ile ateşten bir libas giymiştir. Hayatında bir kerre ve ancak bir kaç dakika hiç bir zevk duymadan günahkâr olmuş olan kadın, daha buruşuklar ve aksaçlar gelmeden, kendisini bu yabanciya verecektir. Çünkü kaç seneden beri oğlu da ondan
kaçıyor. Oğluna her şey mektepte anlatılmış, o kırlarda geçmiş olan günah hikâye olunmuştur. Ve bir seneden beri mektebi bitirerek Didiyer ile beraber tarlalarda çalışan çocuk, aynı
toprağın hizmetkârı oldukları için Didiyer'ye yaklaşmış, kin duyduğu anasına karşı onunla birleşmiştir. Georgette Belçikalıya, hiç bir menfaat mukabilinde olmadan kendini seven adama teslimi nefseder.
Ve sonra, sevişmek için bu aşıka verdiği saatler her ikisi için de az gelmeğe başlar. Aşıkı, beraber kaçmağı teklif eder. Yoksa işinden ayrılmıştır ve yalnız gidecektir. Georgette kabul eder. Lâkin, kaçacağı gece, buna bir türlü cesareti yoktur, kocasını uyandırır. Yangın mı Kar acaba diye, ilk önce telaş gösteren erkek, o: «Ben gidiyorum.» deyince, sakin, basını
tekrar yastığa kor. Ye Georgette her şeyi itiraf ederek yalvarır. Burada, bu ayıp içinde yaşayamayacak. Her şeyi satıp başka bir yere, nereye olursa olsun gitsinler; bunu yalvarır. Didiyer: — Bana ne, nereye istersen git! diyerek arkasını çevirir, yeniden uyur. îçeriki odada da oğlu uyumaktadır. Fakat eyvah ki bu oğul da mektepte senelerce piç-liğiyle istihza edildiği için ona düşmandır ! Georgette, sade köpekle veda edebilir, onu öpebilir, ve bir köpekten başka öpecek hiç kimsesi olmadığına ağlıyarak, bucağından ayrılır. Belçikalı, kendine muntazırdır ve onu uzaklara götürür.
Sonra.. Sonrayı romancı da meçhul bırakıyor. Ve eserin son kelimeleri: Neredesiniz Georgette
Garou ? sualidir. Evet, nerede ? Tekmil malını bırakarak giden
——--— Hayat
ve kendisini geçkinlik bekleyen .kadın, o yabancı kendinden bikarsa ne olacak, nerelere kadar düşecek ? köyde deniyor "ki, göya dönmesin diye, adresini bilen Didiyer ona daima para göndermektedir. Fakat bilmiyoruz ki bu salıihmi? Ve kadın romancı bize bu kadını okadar maharetli bir tarafgirlikle sevdirmişti ki, bir büyük şehrin o maske gibi boyalı yüzlerini gece yarısından sonra sokakların loş köşelerinde göstererek insanı çağıran kısık sesli bir kadın olması ihtimali,
yüreği sızlatıyor.
Ve neticedeki bu meçhuliyet ne güzel !.. (Romanı bitiriş tarzları) makalesini yazarken bu kitabı okumamış ve bu hatimeden bahsedememiş olduğuma acınıyorum..
NAEİT SIRRI
— san'atına hayran" olduğum Faruk Nafize -
Tahammülü yok diye bu taşın iniltiye Mermer kapılarından koğdular inleyeni. Bu meydanda başları boş dolaşsınlar diye, Zincirden çözdüklerim hapse attılaz beni..
Ne bir anne bakışı ne bir yar okşayışı; Yatağım taş, yorganım kederin karlı kışı. Duvarları paradan, kızıl kandan nakışı, Bu zindana girenin boynundadız kefeni..
Silmek için alnıma çizdikleri kirimi Yirmi üç yıl kemirdim'dişimle zincirlerimi. Şimdi ölüm yerine seyredince dirimi, Kalplerine batacak bin azabın dikeni..
îşte demir kapılar kırıldı: fırtına var... Günahsız oğlunuzu sakınınız analar! Şimdi kinim kudurmuş kör gözlü^bir canavar : Bir hamlede ezecek her önüneîgeleni..
VASFİ MAHÎR
277
Hayat
18 -
Sayı ■ 118
—Evet efendiler. Hani şu yanlışlıkla öldürülen çocuğun anasıyım...
Benden af dilediler: bir daha böyle yanlışlıklar olmıyacağmı temin ettiler... Bana teselli verenler çok oldu.
Hatta bana tazminat vernikten de bahsettiler...
Sahi mi? Bu felâketin nasıl olduğunu hatırlamiyor musunuz? Pekâlâ, anlatayım...
Evela oturmama rnüsade etmenizi rica ederim. Çünkü sabahtan beri oradan oraya koşuyorum...
Cemiyeti hayriyeden dahiliye nezaretine, dahiliye nezaretinden şehremanetirre kaç defa gidip geldim... Arabalar, hatta omnibüs-ler çok pahali. Hem de insanın yüreğinde bir sıkıntı olduğu zaman yayan yürürse daha çabuk gidiyor sanıyor:...
Polisler bir kapıyı kırmağa uğraşmış bir takım kimseleri takip ediyorlardı.
Oğlum Hanri bir evin damı-
s.
m tamir ediyordu. Bir cumartesi günüydi. Saat üçtü. Gökte güzel bir güneş parlıyordu. Polisler oğlumu görünce hırsızlardan biri damdan dama kaçıyor sandılar, ateş ettiler... Daha doğrusu bir kaç gün sonra polislerin damda hiç kimseyi görmedikleri, sadece hırsızları korkutmak için havaya silah attıkları meydana çıktı.
İşte bu kurşunlardan biri
zavallı oğluma tesadüf etmiş, yavrumu yakasında küçük bir
leylâkla bana getirdiler... Evet efendiler bu çok büyük bir felâket OİdLl.
O vakit beni Paris'in dört köşesindeki bir çok dairelere çağırdılar. Mütemadiyen oradan oraya koştum... Hem bu günkünden çok fazla... Öyle ya insanı teselli etmek için ayağına gelmezler elbette!
Oğlum beni hiç terketmernişti. Beraber oturuyorduk. İkimizin çamaşırlarını dikmekten başka işim yoktu... Bu kazanın beni ne vaziyete düşürdüğü malûm. Bana alâka göstermeleri pek doğru bir hareketti.
Bu efendilerin bana tavsiye ettikleri şekilde bir istida yazıp verdim.
Sonra nazır beni gayet güzel bir surette kabul etti. Nezaketinden ayakta duruyordu. Beni yorup üzmemek için bir dakikada işimi bitirdi: Kendisine vak'ayı anlatmama meydan bırakmadı: «Biliyorum madam.,, elbette madam... ne isterseniz veriririz: paraca muavenet mi, tütün bayiliğimi, yoksa kaydı hayat şartile maaş mi? ne isterseniz olur.
Elverir ki bir az bekleyesiniz» dedi.
Hasılı girmemle çıkmam bir oldu.
Şunu da söylemek lâzim ki o kırılmış kapı mes'lesi için davalar oldu.
- 278 -
Bu benim felâketimden çok daha karışık bir işti.
Bütün adliye dairesi birbirine girdi.
Bu işin ehemmiyetini meydana çıkarmak mücrümlerden her birinin ne dereceye kadar suçlu olduğunu ortaya koymak için ne lazımsa yapıldı,
Hasılı, dava ancak bir ay evel bitebildi.
Mahkûmiyet kararları verildi ve en ağır cezaya Viktor isminde bir çocuk çarpıldı.
Ben işte onun için geliyorum.
Düşündüm ki... yanîişlıkla öldürülen çocuğun anası ben olduğumu nazarı dikkate alırlar..
Görüyorum ki maksadımı daha tafsilatli anlatmam lâzirıı... Mahallemizde nazır hazretlerinin bana:«Elbette, madam siz ne isterseniz yaparız,, ' dediğini biliyorlar. Otüz. bu kadar seneden beri evimi değiştirmediğim için herkes beni tanır. Onun için nazır hazretlerinin vadinden sonra bana pek ehemmiyet vermeğe başladılar. Ben geçerken bir şeyler fısildaşırlar. Alış veriş ettiğim dükânlar bana uzaktan başlariyle işaret ederler. Sanki ben himaye edilen, hemen hemen zengin olan bir insanmışım gibi... Ben de başımı sallayarak onlara mukabele ederim. Mamafi çok kalbi kırık bir kadın olduğum için öyle kibir filân da taslamam,.
İşte bunun için bu Viktor'un
Sayı: 1*18
Hayat
arkadaşı... karısı bana yalvarmağa geldi. Daha doğrusu bunu kendiliğimden düşündüm ama nasıl olacağım bilemiyordum...
Sözü uzatmayım efendiler... Bir teklifte bulunmağa geldim: Ben vadedilen bütün bayiliği, tazminat yahut maaştan vaz geçeyim.. Buna mukabil o çocuğu affetsinler.
Ben ihtiyarım. Yaşım altmışı geçti... Bu yaşta bir insanın sarf-e'deceği para ne olabilir ki?..
Elimde iki iş var ki bana gayet iyi para getiriyor. İrattan daha emin iki iş: Sabahtan öğleye kadar bir evde,
saat beşe kadar başka -bir evde çalışıyorum ve bir franga yakın para alıyorum. Bazı günler gece yarısına kadar devam eden bir ziyafet sofrasında hizmet ediyorum. Onun için de ayrı para veriyorlar.
Hasılı kazandığım para bana yetiyorda artıyor bile.
ötekinin berikinin söylediği gibi artık bacaklarım tutulmağa başladı. Eğer böyle çalışmazda tenbel tenbel oturursam büsbütün kötürüm olurum.
Artık hükümetten bir şey beklemediğimi, istediğimi ver mis olduklarını mahalleden öğrendikleri vakit belki itibarım azalır... İnsanın ehemmiyetini kaybetmesi fena şey ama... Ne
Eskiden böyle bir şey varmidi
Bunun yerine mutlaka başka bir saadet bulurum.
Viktor dedikleri çocuk fena bir insan değildir. Aptallığı yüzünden bu felâkete uğradı. Eskiden hiç kimseye bir fenalık yapmamıştı.
Zaten mahkemede de ötekilerinin yalanlarını yüzlerine vurup kendini temize çıkarama-Ldı. İnsafsızlar bütün kabahati onun sırtına yükledier...
Hem de bu bilseniz, ne Hapisaneden maz bu kızı temin ediyor, vakit bu kadın sütninede bir
kurtulur kurtul-nikâhla alacağım
karı koca gelirler...
etmeğe cesaret edemiyordum!.. Size teşekkür ederim bu iyiliğinizi unutmıyacağım...
Kapı bu tarafta değil mi? Şaşırdım... O kadar çok koridorlarda dolaştım ki artık tersim dönüyor.. Zaten gözlerim de iyi görmez...
Ne dediniz efendiler?.. Daireli geldi mi ? in sekizden beri vaktimi unuttum... Bu işi bir deftere yazdığınızı mi söylüyorsunuz... Dernek onunla meşgul olacaksınız. Bir daha gelmeme hacet yok öyle mi?... Şu halde biraz beklemek kâfi.. Bunu ümit
Siz bu dairede odacısınız öyle mi ? Ne olur şu işi memur efendilere arasıra hatırlatıverin... Muamele pek uzun sürmesin...
Bu zahmetiniz için şu ehemmiyetsiz bahşişi kabul edin...
Evet ben o damda yanlışlıkla öldürülen çocuğun annesiyim.
Onların Şarkıları : 8
sesimden avuç kar., hızı var...
ızımı.
Her iniltim yüzüme inen bir kırbaç olur.
-îer
Sormayın, artık, insan nasıl kana aç olur.
Görürsünüz serçeden bir kartal çıktığını Süt emen
Öldürün bir boğayı fakat kızdırmayınız..
lersem eğer bir gun mezar
Hafta içinde
Adına millî mücahede denen şan ve şeref destanına ait ulvî hatıralarla işgal senelerinin bin bir elim yadigârını, kıskanç bir itina ile saklayarak gelecek nesillere devretmek, bizim neslimizin en mühim vazifelerinden birini teşkil etmektedir. Bu hatıraların ve yadigârların en muvafık ve emin şekilde muhafazasını, hükümetimiz hususî bir müze ihtasiyle münkün görmüş bulunuyor. Bu yeni müzenin adı taayün etmiş ve yeri de kararlaşmıştır: înkilap müzesi ismini taşıyacak, ve Gazimizin Anadoluya gitmeden Istanbulda şişlide oturduğu ve muazzam eserini düşünüp kurduğu ev binası olacak. Cenubî Amerikanın hemen hiç bir mazisi ve mazisinde hemen hiç bir şerefi olmayan memleketlerinde, en küçük hatıraların habbesiyle kubbeler yapılarak bir vicdanı millî icadına çalışılırken, biz dünyada emsali gelmemiş bir kahramanla zaferlerinin lâyemut hâtıralarını
elbette ziyan edemezdik. İçinde huşu ile, en küçük sesten çekinerek bizim şimdi gezeceğimiz ve gelecek nesillerin de ilelebet gezecekleri bu mabet kapılarının açılmasını, sabırsızlıkla bekliyoruz.
Son karlar münasebetile
Geçen hafta yeniden yağan karlarla, Trakyada - biri giden ve biri gelen iki ekspres-yol-larda kara saplanıp kalmışlardı. Bunun sebebi olarak deniyorkı, Şark şömendöfer idaresi, masraftan çekinerek, karı açmağa mahsus aletler getirmemiş ve binaenaleyh, Anadolu hattında yapıldığı gibi, karlarla mücadeleden aciz kalmıştır.
Türkiyede çalışan ecnebi şirketleri, maatteessüf, azamî kârı asgarî sermaye ile temine çalışıyor, ve az sermaye ile giriştikleri büyük işleri, tesisatın kifayetsizliği yüzünden, bizi hoşnut edemeyen bir tarzda çevirmeğe çalışıyorlar. Ve bu halin tevlit ettiği haklı şikâyetler, garp ser-
mayesine karşı müşkülât çıkarmak suretinde tefsir olunduğu ve harice böyle bildirildiği içm de, daima muhteriz ve hatta
vehham olan Avrupa sermayesi, memleketimize şayan temenni olan bir derecede gelmiyor. Ecnebi şirketlerin icrasını taahhüt ettikleri işlerle bunları başarmak için sârıına razı oldukları paraların miktarı arasında, pek büyük ve dolmaz nisbetler var. Ve bu farklar yüzünden edilen ziyanların, meselâ sade Terkos şirketinin hissesine isabet eden kısmından azîm ve ürkünç olduğu bir kerre daha dün de meydana çıkmıştı. Fakat, bunun pek karışık ve çetin bir dava olduğunu bilmekle beraber, Dahiliye ve Nafıa vekillerimizin azim ve ehliyetleri sayesinde kabili hal olduğundan da şüphe etmiyoruz.
İstanbul gazetelerinde, güzel san'atlar birliğinde yerilmiş bir müsamereye ait tafsilatı ve alel-husus bu müsamerelerin badema muntazaman verileceği hakkındaki haberi, memnuniyetle okuduk. Paristeki (Les annales) içtimaları gibi, birlikte muntazam programlar dahilinde konferanslar, verilmesi ve bu konferansların Les annales idare-hanesince yapıldığı gibi bir mecmua tarafından neşri, ilim ve edebiyat hayatımıza çok güzel bir canlılık verebilir. Bu müsaitlere bize, aynı zamanda, Güzel san'atlar birliğinde hiç olmazsa iki üç'bin ciltlik bir kütüphane yapılması lüzumunu hatırlatıyor. Bir iki kerre vaktiyle vaki ziyaretlerimizde, bir masa üzerinde iki (Dergâh) mecmuasiyle ismi kendi kendini manzum ve mensur medihleriyle meşhur olmuş bir şairin bir iki kitabından başka birlikte kitap namına bir şeye rasgelmemiştik. Şimdiye kadar Türkçe çıkmış iyi • kitaplarla garp gazete ve mecmualarının en belli başlılarını birlikte bulundurmak, ve bu sayede muharrir ve sanatkârlara okuyup çalışabileceklere bir yer temin
~ ■ 280
etmek için, sarfı icap eden gayreti, birliğin kıymetli reislerinden ümitle bekliyoruz.
Dünyanın en zengin tarihe malik yerlerinden olan Anado-luda, en zengin tarihe sahip bulunan bir kaç şehirden, biri Sivas'tır. Balikesir meb'usu ismail Hakkı ve Maarif vekâleti talim ve terbiye âzasından ve Hayatın tahrir ailesinden Rıdvan Nafiz beylerin bu defa neşrettikleri (Sivas şehri) eseri, bu tarihin zenginliğini gösteren eserlerin en kıymetlilerinden sayılabilir. 160 büyük sahife metni ve elli güzel resmi olan kitap, Sıvasın Osmanlı devleti tarafından zaptına kadarki mazisiyle Sivas'ta halâ mevcut kıymetli ve tarihî
eserler hakkında pek çok malûmat vermektedir. Bundan sonra aynı mevzula meşgul olacak Şark ve Garp âlimlerinden hiç birini eserlerine • müracaattan vareste kılmayacak bir kıymette olan bu eseri vücude getirmiş olmalarından dolayı, muhterem müellifleri tebrik ederken, eserlerinin tabı ve neşrini temin eden Necati bey merhumun aziz hatırasını da hürmetle anarız. Son senelerde yazarak geniş
bir kari kütlesine okutturduğu romanlarda, salon tasvirlerinden ve salon insanlariyle yaşamaktan pek hoşlanan Burhan Cahit bey, (Hizmetçi buhranı) ismini taşıyan son romanında da, kibarlarla alâkasını büsbütün kese-meyerek, onların hizmetçilerim tasyir etmektedir. Fakat bu romanın sahifelerinde adeta Hüseyin Rahmi bey üstadımızın bir yazısını okuduğumuz zannı-m duyduğumuzu söylersek, kitabın hayli itinalı bir tetkik mahsulu bulunduğunu've fazla
okunduğunu da anlatmış oluruz.
***
""AvteTiTMüdürr Faruk Nafiz ütanbul _ Devlet Matbaası