insaniyet bir yıl daha eskidi, ömrümüzden bir yıl daha gecüp gitti. Geçen sene bize saadetler getirmiş olsa bile hiç bir teessür duymamaksızm onu teşyi edebiliyor, sevinç içinde yeni yılı
istikbale koşanlar neye seviniyorlar? Bunu kendileri de vazıhan bilmezler. Hakikatta, yılbaşında birbirini tebrik eden, eğlenen insanları tahrik eden hep ümittir. )
Yeni seneden herkes bir şey bekliyor, o başlangıçta herkese lıerşeyi vadeder gibi görünüyor, onnn için geçen seneye tahassür duymaksızın yenisine girebiliyoruz.
■1929 senesi acaba ne getiriyor? Bunu kimse bilemez. Fakat lıayatm cazibesini de, meçhul vak'alar taşıyan zaman içinde koşmakta bulabiliriz. Bilinen şeyler bizi tatmin eder, fakat asıl . faaliyetimizi tahrik eyleyen bilmediğimiz şeylerdir.
meyen ve tanılmıyan yerlerde dolaşan seyyahlara benzer. Onlar meçhul diyarda nasıl yeni keşiflere doğru koşarlarsa beşeriyet te her yeni.. seneye yeııi
ümitlerle girer. Muhakkak yeni bir merhale katedebileceğine
gelen seneyi bize şirin ve sevimli gösterir. Böyle bir iman ile meçhule doğru atılan, orada yeni bir zafere, yeni bir tarakki hamlesine
yen insan elbette gelecek vak-
daha mes'uttur.
1029 senesi' başlangıcında
bu sene içinde kısmen talıak-
sulh ve refahını dileyen samimî gönüllerde 1929 senesinden birçok ümitlerin tahakkukunu bek-
lara * - bakarak- gelecek yılların esrarını öğrenmeğe çakşırlardı.
bilmeğe uğraşıyoruz. Şüphe yok ki eskilerden daha müspet yolda yürüyoruz; fakat istikbali bildiğimizi hiç idda edemeyiz. Şu kadar ki .insaniyet tarihi tecrübe ; mahiyetinde de* olsa nuru yerde
1928 garbi Avrupada siyasî
ve iktisadî muvazene-' temini için yapılan cehtleri ; Ipydeder.
dekini muhafaza etmek, mağlupları mümkün mertebe' yüklerini azaltmak şartiyle muvazene için mütemadi çalışmaktadırlar. Haricî şekle bakınca ■ diplomasının umumî ■ harpten evelki ■ usullerle
na şüphe edilemez. Ortada sulh aşıklarının pek ümit bağladıkları yegâne , bir «Akvam cemiyeti» ■var. Geçen sene içinde "Wilsön~ un bu ^meşhur yavrusunun kavisi yapacak hale geldiğini - gösteren bir alâmet yoktur. - Tesli-hatı "tahtit teşebbüslerinin ..bir netice vermemesi" de gösteriyor ki milletlerin emin bir sulha kavuşacakları zaman hiç olmazsa çok uzaktadır. 1929 senesinde
Zaten Sulhu diplomatların
■Diplomasiyi .Sulha ■ tevcih edecek Akvam cemiyetini .hakıkatan bir ((Hak Müessesesi»' -haline getirecek sebepler bizzat. Milletlerin dahilî hayatlarında vücude gele-' cek hakikî tahayyülle mümkün
Hayat, muhterem karileri-■nin ■ Yeni'senesini tebrik edere ken'.memleket^ ve millet için
. eder.
— 'M IETZ5CM E—
Yenisenenin neş'e ve sürür intibalarıni arayan gözler en aci bir matemle karşılaştı: ■ Maarif' Vekilimiz Mustafa Necati Beyin ölümü... Millî mücadele tarihinin şeref dolu sayıfalarmda ateşli ve samimî vatanperver Necati B. Türkiyenin irfan sahasında da yükselmesine hayatım vakfetmişti. ' Necati B. emsalsiz bir idare adamı olmaktan fazla gençliğe azim ve feragat nümunesi olmuştur. Nihayet en büyük eserlerinden, biri olan Millet Mekteplerinin açıldığı gün ölümüyle" yüzbinlerce mektepli yavrularını ağlattı. Hayat kıymetli babasını kaybetmiş olmaktan mütevellit elemlerini ifade edemiyor. .
olacaktır. İktisadî faaliyetler sınıf mücadelesini günden güne artırmak yolundan çıkmadıkça, milletlerin umumî hayatlarında, itikatlarında hatta dinî fikirlerinde Sulha daima engel olan unsurlar kalkmadıkça daimî Sulh bir hayal olup kalacaktır. Umumî hap-ten sonra bu yolda atılmış mühim bir hatve yoktur. Yalnız ilmî kongralarda müttehit ve bir insaniyet idealinin tahakkukuna mani olan sebeplerin izalesi sadece konuşulmakta, fakat
hayatta bu müzakere, hatta nes-
' b
riyat bir tesir yapmamaktadır. Zahiren bakılacak olursa her tarafta bir sulh arzusu var.. Fakat bu sulhu sevmekten ziyade lıarbi istiyecek halde olmamaktan ileri geliyor/ Bu menfi: ruh haleti umumî sulhu temin edebilir mi? Bunun yakınlarda hic mümkün olmiyacağı teslihatı tahtit için yapılan bütün teşebbüslerin akim kalmaşiyle sabit olmuştur.
Yaşadığımız devrenin karek-1 erlerinden biri «Ferdî Hüriyet» idealinin artık kütleleri harekete getirmek kuvvetini gaip eyleme-
Din hisleri zayıfladıktan sonra «Hüriyet» mefhumu en büyük bir ideal olarak Milletler hayatına müessir oldu. On sekizinci asrın ikinci nısfından on dokuzuncu asrın ikinci nısfına kadar Hüriyet fikri başlı başına Milletleri tahrik ve tehyiç edebiliyordu.
Demokrasi mefhumunun belli başlı eıı mühim unsuru «Hüriyet-
umumî
harpten sonra bu mefhum eski kutsiyetini kaybetti. Şimui demokrasinin en mühim unsuru çalışabileceklerin iş bulabilmeleri, sâ'y unsurunun âdil bir hisse alabilmesidir . Onun içindir ki say erbabının çalışabileceği sermayeyi bulundurmak, sayin istihsal kabiliyetini, mesai erbabının kazancını artırmak demokrat Hükümetlerin en mühim vazifesi
haline gelmiştir. Şimdi bayrak iktisadî refahı temindir, Yirminci asır hayatında hüriyet ancak bundan sonra istenen bir mef-. hum olmuştur.
Umumî harbin sermayeyi kısmen Amerikâya çekmesi, harp senelerinde istihsalin durgunluğu kambiyo meseleleri her memleketin iktisadî hayatında buhran tevlit etmiştir. Geçen- seneler hep bu buhranı gidermek faaliyeti içinde geçti. (1929) senesinde de geçen seneler gibi Avrupada iktisadı hayatta muvazene teminine doğru hatveler atılacağına şüphe yoktur. Haricî harpten olduğu gibi dahilî sükutsuzlukta kaçan balk kütlesi bu muvazene takarrür ettikçe sınıf mücadelesinden uzak yaşamağı tercih edecektir Onun için önümüzdeki senelerde garpta dahilî buhranlara intizar edilemez.
Garbın muvazene teminiyle meşgul olmasına rağmen şarkta kuvvetli hareketler -vardır.5 Tür-kiyenin açtığı inkılap bayrağı şarkin her köşesinde tesirini göstereceğine şüphe edilemez. İranda Afganda görülen teceddüt hareketleri muhakkak devam edecektir, Amanullah Han muvaffak olmazsa nihayet bu hareket gecikebilir. ■ Fakat medenî seyir muhakkak asırlarca uyuyan bu yerdeki insanların da gözünü açacaktır. Afganistanda memleket menfaati yerine aşiret menfaati güden cahil kütlenin uzun zaman uyanmamasına ihtimal mevcut de- _j , ğildir. Meğerki zavallı Afganistan kolaylaştufiığ
Öâyl 110
ve u
bir dâhâ kâra mâzi âynen can-
veni sene içinde şark âleminde hiçte ümit etmediğimiz vak'alar çikâbilir. Harekette olaıı bir içtimaî kütlenin neler vucude getirebileceğini tahmine şimdilik insan kudreti kâfi değildir.
Giden sene bizim için en büyük iııkilabı tahakkuk ettirdi; yeni Türk harflerinin kabulüne
ğru .xıaıv e atma k bile en mühim bir inkilap iken biz yalnız bu adımı atmakla kalmadık, uzun senelere sığabilecek bir hareketi bir kaç ay içinde ta-hakukk ettirdik. Bu hadisenin beşeriyet tarihinde- en ehemmiyetli vakıalardan biri olduğuna şüphe etmiyoruz. Türk milleti için çok şerefli olan bu hareketin kiymeti gün geçtikçe daha eyi anlaşılacaktır.
Atide Hayat Mecmuasının son cildini tetkik edecek olanlar Harf inkiîabmm sürat ve azameti karşısında derin hayret ve takdir duyacaklarına şüphe olunamaz. Bu cildin ilk' nüshalarında bu yazı ile sadece bir kaç sütun yazı vardı. İki ay zarfında bu arta arta bugün mecmuayı kapladı. İki ay içinde asırlardanberi devam edeiı itiyadı bırâktik. Yalnız bu vaka bile bir milletin kudretine, hayatına en
ittir? Fakat bu inki-labın en büyük senelerini giren sene içinde iktitafa başlıyacağız. Yeni Harfler okumak ve yazıftağı
ve
müstemlike haline gelmiş olsun. Amanullah Han'ı çok acele hareket etmiş olmakla ittiham edenler vardır. Belki Afgan kralı afmdâkiler. muhitin içtimaî sini eyice bilmeksizin ve ik eylemeksizin çok ileriye ş olabilirler; Fakat bu seri ile bir takım akideler de uyandımı, artık mazi tekrar eniez, o zan
ceht ile kısa bir zâmada lıâlk
ğı
teplerinin dâhî Baş Muallimi bir taraftan halkı şimdiye kadar mahrum olduğu okuıfia ve yazma vâsıtasını elde etmeğe davet ediyor. Diğer taraftan yine millî hayatın verdiği' firsat sayesinde okuma yazma, bilenlerin mende-rşı olan deynini ödefiiek
Türkiye maarifinin son bir yıllık hulâsasını yapmayı tasarladığım zaman ilk defa hatırıma bu müddet içinde yapılmış işleri sıralamak geldi. Fakat bu eserler ilerleyip gelen fikirlerin mahsulleri olduklarına göre bu fikirleri tevlit ve tahrik eden büyük hareketlere, ve cemiyetin tekâmülüne kısa bir nazar atfetmeyince bu kısacık tarihin pek cansız olacağını tahmin ettim. Bu sebeple, son yılı da içine alan devre gelinceye kadar maarifimizn tarihini bir makaleye sığacak' kadar kabataslak ve geniş hatlariyle göstermeğe çalıştım.
üzre bunu bilmiyenlere öğretmeği ihtar eyliyor. İki tarafta bu vazifesini kavrayinca en az bir zamanda Türk milleti içinde okuma yazma bilmiyeııler kal-mıyacaktır. Medeni bir âleme böyle bir milletin iltihakı beşeriyet içinde azim bir vak'a değil midir ?
Bu kuvvetli hatveler, hep eyiliğe, terakkiye imandan geliyor. Gelecek yıllarda en mühim mesele bir taraftan iktisadî hayatımızda ahenk temin etmek, diğer taraftan cemiyetin bünyesini şüphecilik sarmasına mani olmaktır. Temenni ederiz ki 1929 yılı iktisadî hayatımızda refahı artırsın; fikrî faaliyetimizde eyiliğe ve terakkiye olan imanı kuvvetlendirsin...
MEHMET EMİN
Türkiye maarif tarihi büyük inhiraflar göstermeyen
düz bir hat üzerinde ilerler. Şam, İran, Mısır medreselerini taklit ile dinî mahiyette başlıyan bu tarih ta 1924 e kadar devam eder. Umumî maarif din ahkâmını teyit ve
muhafaza endişesinden daima müteessir olmuştur. Ne programlara ilâve olunan yeni yeni dersler, ne daha az şiddetli ve sıkı olarak yürüyen terbiye din sultasından 1924 maarif inkilâbına kadar kurtulmamıştır.
Türkiye maarifinin din sultası altında devam eden bu seyri esnasında bazı yeni istikametlerini işaretlerini filhakika görüyoruz. Fakat ayrı bir kutuptan gelen bu
cazibeye kendisini büsbütün kaptırmak cesaretinde bulunamadığı içindir ki Türk cemiyeti birçok İslahat ile beraber kurun vusta şeraitinden kendisini kurtarmaya muvaffak olamıyordu.
Garp tarakkiyatından istifade fikri İbrahim ( 1727 ) ve Koca Ragıp (1761) Paşalarda bundan iki asra yakın bir zaman evel doğmuştu.
Merhum Ziya Gök Alpın Osmanlı İmparatorluğu için muasırlaşrpak hâraketine mebde gösterdiği üçüncü Selim devrinde garp âleminden daha çok istifade edilmeğe çalışıldığı muhakkaktır. Avrupa medeniyetiyle daha yakından temas edil-
dikçe açık fikirli ricalde bu temayül daha kuvvetleniyordu. 1830 da Kâpudani-derya Halil Pş. şöyle söyli-yordu: « Rusyadan, avdet ediyorum. Avdetimde her zamandan ziyade kani oldum ki; eğer Avrupayı taklide müsaraat etmezsek bizim için Asyaya dönmek mecburiyetinden başka çare yoktur.»
Ancak Renesans ile, ve bilhassa Büyük İhtilâlin tesirleri ve bu büyük ihtilâli davet eden iktisadî \?e içtimaî tahavvüller ile j garp milletleri kurunuvustayi idare eden şartlardan ay'ri bir hayata kavuşurlarken, Osmanlı İmperatorluğu, bu garp medeniyetiyle içinde bocaladığı Islamî Kurunu-vusta şeraitini beraber yaşatmağa çalışiyordu. Bu hata ve gaflet büyük mikyasta garplaşmak hareketinin mümessilleri olan tanzimat ricalinde görül-dügü gibi Meşrutiyet adamlarında ve hatta milliyet telâkkilerini garp nuriyie mütalâa eden millî terbiyemizin ilk mübeşşirîerinde de sezilir.
*
( 1924-1340 ) « Tevhidi Tedrisat » kanunu, terbiye ve tedrisatı umumiye ile müştegil bütün ilmî ve tedrisi müesseseleri Mf. vekâletine devir etmekle mazının sürükleyip getirdiği en bü-
yük hatalardan birini kökü-1 nden sökmüş oldu. Türki-yeyi garp medeniyetine ■ sokmak isteyen, Tanzimat erbabı Mf. Nezaretini teşkil ederlerken adedi pek mahdut olan Rüştiyeler ile bâzı mektepleri bu Nezarete bağlamakla iktifa ediyorlardı . Fakat diğer taraftarı memleket 'maarifinde geniş ve ■ nafiz ■ bir ■ rol = sahibi medreseleri, hatta - Sıbyan mekteplerini Şeyhülisamm idare ve nüfuzu altında bırakıyorlardı.
1874. de Türkiye maarifi hakkında bir makale yazan Galatasaray lisesinin ilk müdürü (( De Sal ve» zamanin-da yalnız İstanbulda - 500 medresenin faaliyette bulu-ndugünû kaydediyor. Hal-büki bu tarihlerde garp irfanını nakl ile mükellef Mf. Nezaretinin .elinde bir Galatasaray lisesi ile birkaç ■ Rüştiyeden, ve Rüştiye muallimleri yetiştirecek ' bir muallim mektebi" ile birkaç Rüştiye fevkinde mektepten
başka müessese yoktu.
*
Oh dokuzuncu asrın kendilerini sevk ve idare eden. mebdei ere ■ göre millî ve demokrat birer sima almışlardı. . Bir nevi beynelmile-liyet olan din,millî hayatın teşekkülüne mani görülen yerlerde milliyetin hukukî " ■ bir ifadesi olan devletten büsbütün ayrılmıştır. Hakimiyetin ve memleket idaresinin ehali . eline geçmesi demek olan demokrasilerde hanedan müessesini mevcudiyetine zararlı görünce .
bunuda başından defetmekte tereddüt etmemiştir.
Tarihin aci tecrübelerinden sonra Türk , , milleti . millî vahdetini ve inkişafının temelini dinî vicdanlarda hapsetmekte ve saltanat mıiPQ.
sesini kökünden yıkmakta buldu; ve yaptı. Koca bir mılıetın yaşamak için yaptığı
cıdajin mantığından doğan 1340 tarihli'Teşkilatı Esasiye Kanunu ve bunu tadil eden 1928 ■ tarihli. Kanun Türk milletinin hür, . millî, demokrat - cümhuriyetçi ve' layık esaslar dahilinde bu yaşamak , iradesinin ifadeleridir. ,
Son yılın maarif faaliyeti de, işte bu yüksek iradenin
maarif sahasındaki tecellilerim aksettirmektedir. Filfaki-ka_son yılın maarif faaliyetini göz önüne getirince şunları görüyoruz:
bağlamaya ' bir âmil' ° olan Arap harfleri yerine t ürk harflerinin kabul edilmiş olması. ■ •
II — İş bölümüne muhtaç olan cemiyetle her .ferdi ' kabiliyet ve istidadina göre .en eyi hazırlayacak meslek mekteplerine ve kurslarına ehemmiyet verilmesi ' •
III—Talî mekteplerimize • programlarında din tedrisatının ihtiyari leşti rilmesi.
.. j s/ ~ 40 yaşma kadar butun um mî vatandaşları-
mızın ümmilikten kurtarılması için teşkilât yapılması.
Millî inkişafımız ve demokrasimizin tekâmülü için hepsi ayrı ayrı mühim olan bu mes'eleler, üzerlerinde birer birer tevakkuf edilerek izah ve tahlil edilecek kadar büyüktürler. Vasatı seviyeyi yükseltmeğe matuf olan « Millet mektepleri ». teşkilâtının hazırladığı yeni istikbalin hatlarını şimdiden çizmek, güçtür.
İnkilabıpıızm hedef olarak tayin - ettiği muasır medeniyet bizi her gün
terbiye ve tedrisatımızın
kemiyet ve keyfiyetinde yeni yeni faaliyetlere şevke-decek mahiyettedir. Kulağımızı bin bir fikrin ve temayülün ) kaynaştığı bu
den ayırmadrkça ve bir
taraftan da türk cemiyetinin tekâmül hamle ve iştiyaklarını hassas bir gözle takipte devam ettikçe her yılın maarif hareketlerinin yarin cin bir kuvvet ve feyz lazinesi teşkil edeceğinde ;üphe yoktur.
NAFİ ATUF
77 başına vurmuş gibi sert bir kömür kokusu, Nereden geldi, yavrum, sana ölüm korkusu ? Taş döşenmiş alnına kondukça bir kuş gibi
tilerim ürperiyor, ııaşa dokunmuş gibi...»
*
Sana ne, bulmuşsa kar yaylada diz boyunu? :Parçalamışsa bir kurt ne çıkar bir koyunu? Ne çıkar kol kolaysa yolda karanlıkla kar?
Dağdan dönen bir çoban can vermişse ne çıkar tana ne, yollarını şaşırmış yolculardan,
Bilmediğin bir köye bir çığ inmişse yardan ?
Ne var bu kış tohumlar tarlalarda donarsa ?'
Boş sininin başında aç duran köylü varsa ?
Ne olur kimsesizler, şehrin geçit yerinde,
Tünerse bir konağın mermer eşiklerinde ?..
*
Gök yüzü zindan olsun yerin üstünde varsın, Varsın kara toprağın bir gün yüzü agarsin, ' Sen şimdi yakınları seyre dal gözlerinle, Örtülü perdelerden taşan ahengi dinle : Uzaklardan duyarsan yine kış rüzgârını Düşün uğursuz ufku kızartacak yarım!
FARUK NAFİZ
Sayı ; 110
5 —
Hayat
Türkçeye Dair
Türk edebiytı içinde şahsî heves . saikasile sade yazanlara pek eski zamanlardan itibaren tasadüf edilir; fakat bu sade yazmanın bir prensip olarak kabul edilmesi, bilhassa muayyen esaslara göre bu uğurda çalışılması, ve cereyan açılması meşrutiyetin ilânından biraz sonra, yani Balkan harbinden biraz evel başlar. Çünkü Türkiyede başka unsurların isyanı ve bu isyanların Türk gençliği üzerinde aksülamel yaparak nasyoııalismin uyanması o tarihtedir. Demek oluyorki usulî bir şekilde sadelik cereyanı kuvvetini nasyonalismden almış, ve kendisine : " her milletin lisanına yalnız kendi grameri hâkim dir. Bir lisan başka lisanlardan kelime alabilir; fakat kaide alamaz. Tiirk-çede arabî, farisî terkiplerin, cemilerin vaziyeti gayritabiîdir. Bunların tart ve ilgası lâzım gelir.,, mülâhazasını esasî umde edinmiştir.
0 aralık memlekette kalem sahipleri uç zümreydi:
1 — Arap ve Acem kelimelerde mülemma bir Osmanlı lisanına inananlar. Bunlar kahir ekseriyeti haizdi.
2 — Muayyen hiç bir umdeye sahip olmadıkları halde, türkçenin lisanî vicdanına girmiş, kaynaşmış bir çok arabî, farisî kelimeleri atarok kökleri sırf türkçe olan lâfızlardan müteşekkil bir yazı dili vücude getirmek isteyenler. Bunlar bu uğurda bazı lahikalar ilâvesile uydurma kelimeler de yapıyorlardı. Bu zümrenin miktarı
azdı ve hareketleri ilk teşebbüs -leriîiden itibaren "aksüPamel yapmış, bir çok adamları ' güldür-
müştür.
3 — -Yukarıkr'umdeyi kabul eden gençler ki kanaatlerine göre işe, ancak ortaya koydukları esas dairesinde başlanmak lâzımdı. Arap .ve Acem ■■ lisanlarına .ait kaideler türkçede bir nevi kapi-tülasiyon yapmışlar ve kendilerine mensup lüzumsmz kelimeleri edebiyatımızda barındırabilmişlerdi. Türkçeye,^ yalnız Türk grameri hâkim olunca " îısanî vicdanımıza dahil olmıyan yabancı kelimeler kendiliklerinden tutunamıyacaklar, gideceklerdi; meselâ ie mâ " ve «leziz" lafızları ancak „mâi leziz" terkibile yaşıyordu. Bu terkip kaidesi atılınca hiç' kimse ■ u leziz mâ" demiyecek, " tatlı su„ diyecekti.
Lisanı tasfiye maksadile yapılacak hareketlerin en makul ve hayat kabiliyetini haiz olanı bu imiş ki içtimaî bir cereyan halini aldı. Üç beş sene sonra edebiyat içinde yaşiyan gençler, terkipli lisanı attılar, bunun arkasından lüzumsuz arabî ve farisî kelimeler, hatta aruz vezni birer birer çekildiler/Konuşulan dil,Türk edebiyatı için bir ideal oldu.
Ozaman u yeni lisan " unvanle ortaya çıkan bu cereyanın aleyh-darlerımaksadm esasını ve şümulünü her nasılsa kavrayamıyarak:
— Canım sizin söyledikleriniz pek basit bir şey! Arabî ve farisî terkipleri kaldırmak... Hiç bununla iş biter mi? Unutmamalı ki türkçe
- 305 —
o terkipler sayesinde güzelleşiyor! * Lisanımızda bir mefhuma mukabil bir kaç lâfız bulunması, zenginliğine alâmettir. Biz yerine göre « güneş " makamında M afitap " , " hürşit „ , " şems „ , " mihr „ gibi kelimelerden istediğimizi kollanırız. tt Hurşidi drahşan „ terkibindeki şaşaa güneşte var mı ? diyorlardı.-- - -
" Yeni lisancıiar „ . bu gibi sözlere mukabil " hiç • bir , lisanda ayni manaya — aralarında ince mana farkı olmaksızın— bir çok kelime olmadığım ileri sürdüler; ye tasfiye için bazi esaslardan daha bahsettiler ki, bu meseleye dair kanaatlerini vazıhan gösteren bir makaleden [*] şu satırları okuyalım:
[ " Styli$tique: şelikıyat,, denilen yeni bir ilme nazaran her lisanın içinde bir "müşterek lisan"
vardır. Ve bu öyle bir lisandır ki, haiz ■ olduğu • kelimeler, mensup olduğu milletin yalniz bir kısmını hatırlatmaz, umuma şamil olur.
Meselâ' türkçede ■ " keder „ kelimesi müşterek lisana dahildir; çünkü bu kelime sarfediünce bize âlim, yahut cahil; kadın, yahut erkek., hülâsa bir kısım halkı hatırlatmıyor; fakat meselâ^kaygı,, kelimesi derhal aklımıza bir sınıfı, Anadolu ■ halkının bazılarını getir-yor... sonra ayni manaya "tasa,,, (6gussa„ kelimeleri de böyledir; bu kelimelerden birincisi kadınları, ikincisi eski adamlan hatırlatir...]
[*] "Genç kalemler„ : 21 No.
16 Mayis 1328
Hayat ____________
Yeni lisancılar, işte bu noktainazardan mahut tasfiye tarafdar-larından ayrılmışlardı. Yeni lisancılar diyorlardı ki:
Türkçesi bugün kullanilan kelimelerin arapça, acemce mukabillerini ^atmalıyız: „ kuş „ varken murg" a , ((tayr„ a lüzüm yoktür; fakat ölmüş kelimeleri diriltmek ve yahut yeniden lahikalarla uydurma kelimeler meydana atmak doğru değildir: zaten bu gibi Şeyler yapilsa bile bugünkü türkçe nin ^vicdanına kabul ettirilemez.
" Hiç bir lisan cezirlerinden
İv1]
Sayı: 110
n
diyen "yeni lisancılar" medenî
ihtiyaçlar saikasile dilimize girecek
ecnebî kelimelerin bu girişleri
tabiî birer hadise olduklari için
korkulmaya lüzüm olmadığını da
den sürmüşlerdir; ve bunda haklı
idiler: garp medeniyeti içine giren,
beynelmilel ilimlere sahip olmak
ıstıyen bir millet elbette o beynel-
mıleliyetip zaruretlerini kabul edecekti.
Türkçe türlü türlü kamuslara muhtaçtır, bunların başinda bugün yaşıyan yani bügün konuşulan turkçenın lügatlerini tesbit edecek olan, başta gelir; bu elzemdir; fakat bununla iş bitmez; tarihî, dmî, edebî tetebbülerin muhtaç olduğu kamuslar, ve ansiklopedik eserler de lâzımdır ki işte butun bunlar pek uzun mesaiye muhtaçtır; müteakip bir makalemizle, bu eserleri meydana koymak için müracaat icap eden menbalardan bahsetmek istiyoruz.
ALİ CANİP -
Bu günün kalpsiz ve ruhsuz mılerletı iskeletlerden ibaret mil etlerdir. Gençlik ! Bana kanatlar; ver, bu ölü dünyadan hayalın cennetine uçayım, o diyara ki orada heyecan mucizeler yaratır, yeni çiçekler ya-• şartır, ümide altın nakışlar işler. Yaşla duyguları bulutlanmış insan buruşuk alnını yere doğru eğdiği zaman kâinatta yalnız bulanık gözlennın kucaklıyabildiği dar sahayı görür.
Sen ey gençlik! Alçak toprakların üstünde uç ve gtineşin-kine benziyen gözlerle beşeriyetin bütün enginliklerine bastan başa nüfuz et.
Aşağıya bak! orada çamurlu dalğalarııı kapladığı genişliği sonsuz bir sis karartmıstır: işte dünya!.. Bak! Kabuklu bir zahife bu İaşelerle dolu suların yüzüne nasıl çıkmıştır. O, kendisi için dümen, gemici ve gemidir. Kendisinde daha küçük zahifeleri avhyarak derinliklerde bata çıka dolaşır. Ne dalğa ona tabidir ne o dalğaya... ve öuüne bir kaya çıkınca, bir sabun köpüğü gibi birden bire dağılir ve söner Onun hayatı ile kimse alâkadar değildir, ölümünü de kimse bil- • mıyecektir: Bu hotkâmdır
ve
s-™ J-V1" uityaı
kevserı ancak başkaları ile birlikte içtiğin zaman tatlıdır ve genç kalpler, dostluğun altın
tf1®"le bağlanınca, semavî sevinç ile Jdolar.
Beraber, genç dostlarım! Helkesin dileği, herkesin seadeti olsun !
Beraber, genç dostlarım! Birlikten kuvvet ve kaynıyan kanınızdan hikmet donsun!.. Yanıla-
— Leh Edebiyatından —
maktan bizi menetsin. Kuvveti kuvvetle yenelim ve zafımızla gençlik çağında düvüsmeği öğrenelim. Henüz beşikte çocuk iken ejderhayı boğan, delikanlı ol buğu zaman devleri öldürecek mazlumu cehennemden çekip çıkaracak, defne dalını aramak mm göklere tırmanacak. Gençlik nazarın nüfuz edemediği yerlere nüfuz et! Akim kıramadığını kır!.. Senin uçuşlarında kartalın
ve kollarında yıldırımın kudreti var!
Cesaret! Omuz omuza verilen
kuracağımız müşterek bir
zincirle dünyanın çevresini kucaklayalım , fikir ve ruhlarımızı aynı mihrak üzerinde toplıyalım
Dünyanın şekilsiz kütlesi! 1 emellerinden oyna!.. Biz seni yeni bir mahrek üzerine iteceğiz ve sen küflerinden sıyrılarak
yeşil senelerini yeniden hatırlıya-caksııı!"..
Je bu vaktile kargaşalığın ve ,fgecenin içinden, birbirine aykırı unsurların ahenksizliği içinden Samadanî Kudretin bir tek «ol!» eninle mükevvenatm birden bire meydana çıkması Jfbı olacak. Rüzgârlar, esecek, dalgalar J akacak ve yıldızlar gökün maviliğini aydınlatacak!...
İnsanların ülkesinde halâ kara bir gece hüküm sürüyor, halâ ihtiraslar büğazlaşıyor. Fakat işte aşk ateşi fışkırmağa ve
rak düşen de me'suttur. Eğe
onun ayaklar altında kaîan cesedi şan ve şeref kalesine saldıranlar için bir basamak olursa..
Beraber geç dustlarım! varsın bu hısarm yolu sarp ve kayğan olsun ; varsın başkalarının kuv-ve bizim zafimız ona yanas-
. .A)r. Gençlik onu
bağrında yaratacak, dostluk ona
ebedî bağlar dövecektir. Soğuk
buzlar çözülüyor, ışığı perdeleyen
hurafeler silniyor; selâm sana
ey hürriyetin fecri! kurtuluş
güneşi ardından geliyor! Tercüme eden
RIDVAN NAFİZ A-*
layı: 110
7
«Bergson»un bundan altı yıl evvel adapte etmek suretiyle neşrettiğim «Gülmek nedir?» nam tetkikinde gülünç olmanın esasını, ne suretle olursa olsun makinalaşmak hallerimizde bulmuştu. Bil'ahara bu bapta vaki olan neşriyat gülmenin içtimaiyatı ile alâkadardır. Hep biliriz ki yalnız başına gülmek hayra alâmet sayılmaz. Bu o demektir ki gülmek, cemiyet içinde ve cemiyetle olur. Burada gülmek sari hatta mecburidir. Bir sohbet içtimamda dostlarımız gülerken sizin somurtmanız pek güçtür. Sevdiklerimizi meclise güler yüzle kabul ederiz. Saygısız yabancı kimseleri de meclisimizden müstehzi gülmekle kaçırtırız.
Şu halde gülmek birde içtima,î ve
ma
en
gülmek ihtiyacı tekâsüf eder. Cemiyet hayatı bu mütekâsif ihtiyacın boşaltılması için yegâne fırsattır. Binaerıaley halinde her hangi bir sebeple ve her şey
için gülebiliriz; yalnlz daima gülemeyiz.
Gülmek herşeyden evvel meserretin bir tazallümdür. Yalnızlıkta oyanmayan ve yahut pek imdir olan meserret, dostlar ^ meclisinde aranır. İki dost arala-* nnda meserretj tebessümleriyle konuşurlar. Kahkahaya çıkmak için suhbet meclisinin büyümesi lâznndır. Küçük çocuklarin yalnız kalıncajbağrıp ağlamaları ve yanlanma sevdiklerinden birinin
gelmesi üzerine hemen müteka-bilen gülümsemeleri içtimaî bir memnuniyetin tazahürüdür. Tramvay, yahut vapur bekleyen bir kalabalık, toplantı haline geçerek gülebilmek için ~ herkesin dikkatim bir noktada topliyucak bir hadiseye bilâilıtiyar .munta-zırdır. Bu esnada birinin kazaen düşmesi kalabalığı derhal birbirine kaynaştırır ve bunun ilk tezahürü müşterek tebessümler olur. Burada gülmeyenler ğüleıı-lerin teşkil ettikleri içtimaî gurup haricinde kalırlar. Bunlar şayet gülenlerin çağında ve akran iseler öbür taraftan bir istihfaf kahkahasının kopması çok muhtemeldir. Tebessümlerle kaynaşan gurup istihfaf kahkahalariyle hem soğukları kaçırmış, hem de kendi guruplarını büsbütün şen lendirmiş olurlar. Demek ki gülmek sürura eıı esaslı içtimaî insiyaklarımıza uygun bir histir. Toplanmadan memnun oluyoruz ki onu kolaylaştıran ve sevimli yapanları sürür tebessümiyle, karşılıyor , güçleştirenleri de iğneli kahkahalarla defediyoruz.
Gülmenin bn iki çeşit içtimaî rolünü gördükten sonra mizah ve^komedininj nebüyük bir terbi-yevî kıymeti olduğunu anlamak
Buraya kadar gülmeyi çok küçük ir zümre içinde mütalâa ettik. Halbuki iğneli gülüşler birbiriyle imtizaç etmek istemeyen zümreler arasında da vakidır. Köylülerin şehirlileri şehirlilerin köylüleri gülünç yapmaları hep içti maî aksülâmellerdir. «Karagöz»
dürmek için bu içtimaî insiyaklarımızdan çok istifade ederler. Hatta «karagöz» le « haciyvat» birbirine zıt iki içtimaî zümrenin timsallerinden başka bir şey değildirler. «Orta oyunu»11 da daima bu iki zümre veya sınıf tiplerini görürüz.
Büyükler arasında sıkışmış gençler ve bilhassa genç kızlaraı her hangi ufak bir vesile ile birdenbire kıskıslarlş başlıyarak delice gülmeleri sıkıntılı "bir cemiyete tahammül edemeyip kendi cemiyetlerini yapmak isteme-lerindendir.
Başka milletlerin karikatür ve komedyalarma gülebilmemiz içiıı onlara yakın veya ayni neviden bir cemiyete, mensup olmamız lâzımdır. Çocukların pök basit hareketlere gülüp de içtimaî zümre veya sınıf zıddiyetlerinden mütevellit zarif noktalara lakayt kalmaları gülmenin içtimailik seviyesiyle ne kadar sıkı bir irtibatı olduğunu gösterir. Bir cemiyetin muhtelif sınıf ve zümrelerini bilmeden o cemiyet için ne komik bir şey yapmak, ne de yapılmış komikten bir şey anlamak mümkündür.
MUSTAFA ŞEKÎP
Kabartamış su gibi Çıkmış çeneme masa. Boş Kâatta her çizgi İçerimde bir tasa. -
Elimde kurşun kalem, Birşeyler çizebilsem; Ama çömelip gölgem göz atmasa..
ve
» san'
107
NECİP FAZIL
Gülmeye Daİr
Son zamanlarda coğrafya tet-kikatında ençok nazara çarpan cihet Arzı bir kül, bir vahdet halinde mütalâaya doğru olan temayüldür. Coğrafyanın yeni inkişaf eden şubelerine verilen isimlerde, meselâ Geofizik (Geo-physik), Geopolitik, Geopsikoloji (Geopsyclıologie).'.. Tabirlerinde de bu noktainazar vuzuhla görülebilir. Bunlar bize beşerin gözünde arz in gittikçe küçüldüğünü gösterir. '
Beşeri coğrafyanın en yeni bir şubesi olan geopisikoloji he-nüz kâfi derece işlememiş olmakla beraber, pek cazip bir- mevzu ile.uğraşmakta, tabiî muhitin" ruhu ■ hayat. üzerine olan tesirlerim. araştırmaktadır. Irkî amillerden -sarfınazar.bilhassa iklim ve -lıava'"teheddûlâtrnm, arazide-' ki renk ve şekillerin asap üzerine olan tesirini,' ruhlarda yaptığı izleri - tetkik ile memleketle lıalk arasında manevî bir rabıta bulmaya çalışmak olmuştur. , ^sayecle ^evelce sırf mevziî
bu mevzu bu gün bir sistem haline sokulmuş oluyorsa da henüz katî bir şekil olmaktan uzak bulunuyor. Şimdi göstereceğimiz misallerden bu şubenin daha
maktadir.
iklimlerin insanlar " üzerine tesiri pek ziyadedir. Kutup iklimi; aylarca devanı eden Kutup geceleri dolayisiîe melankoliyi ve pek az fikrî. faaliyeti müeip olur.
Tahtıkutbı (subarktis) iklimde ise; Yazın pek cazip beyaz geceleri ruhları canlandırırsada uzun ve souk" kışlar onu ezer ve öldürür.
Mutedil iklim; ruhî hayatı tahrik . ve ona zekâ, dolayisiîe medeniyet sahasında en yüksek inkişaf '.kabiliyetini - veren1 bir iklimdir. Burası yaratıcı fikirler
Tahtimedarî (suptropik) iklimlerde, kuru sıcaklar, kabili- tahammül olduğu müddetçe, bedeni faaliyet üzerinde mutedil, fikir
ve his sahasında şiddetli tesirler
i)
Medarî iklimlerde; rutubet-ve hararet ruhları uyuşturur, isteksizliğe sebebiyet . verir, yüksek fikri mahsullerin zuhuruna mani olur.
Bu umumî iklim .mıntıkaları
dahilinde de ' bazı" hususiyetler
görülür: Çukur ovalar iklimi fazla hava tazyiki dolayisiîe ataleti mucip olduğu gibi deniz iklimi de suhunet ve ' rutubetin tevazün ve itidali neticesi gevşekliğe sebebiyet verir. 'Dağ ve yayla iklimi de havanın hafifliği, serinliği - ve değişikliği dolayisiîe tahrik edici bir tesire maliktir.
Arazinin şekli ve rengi, "hatta- suların sesi, nebatların kokusu da insanların ruhu - üzerinde müessirdir. Kırmızı ve sarımtırak rengler baraketi mucip, olup her ikisi de- en çok '. tahtimedarî münteşirdir. Büyük yeşil (orman ve kır), mavi (deniz - ve açık sema) lâcivert (aşaği arzlarda ki dağlar) sahalar temamile . uyuşturucu bir tesir yapar. Beyaz boz ve siyah renkler ekseri atil
ve ezicidir. Bulutlu sema ve karlı' bir zemin " etrafı" yeşillik beyaz ' şehirlerde olduğu gibi zıt renklerin birleşmesi haraket tevlit eder.
Muhtelif "ve açık; "renklerle " süslenmiş arazi, tepe ve,, dağlık yerler heves ve- sevinç uyandırır. Kayalık ve gölgesiz, ' yahut karanlık manzaralar sıkıntılı ve vahşî; berrak sular yıldızlı semalar gibi parıldayan ve rüzgâra maruz • çayırlar, ekinler, orman lar gibi müteharrik manzaralr da
cazip.- ve heyecanlı . bir*', tesir
- icra eder.
Arazi şekillerinde- hususile uva, dağ gibi iki zıt teşekkülün pek* farklı tesirleri görülür. Ovalar sakin ve durğun, hatta uyuş-. ■ turnen, dağlarsa tahrik edici ve sarsıcı bir'-tesire maliktir.
sıkıntı verir. Yağmurlar, rüzgârlar, hışırdayan ..ormanlar, akarsular gibi yeknasak sesler arazinin hususiyetinim teşkil etmekle beraber sükûneti mucip olur. Mütemadi ve şiddetli gürültüler haraket ve heyecan tevlideder.
Orman ve kır. kokusu fevkalâde cazip olduğu gibi deniz kokusu da canlı bir tesire maliktir. Arazinin umumî manzarası
ise daha ziyade bediî bir tesir icra eder. ' '•
Henüz fantazi halinde bu
taktirde bir" çok beşerî hadiselerin, bilhassa daüssıla (nostalgie)
SENE BAŞI GECESİ
—Bir perdelik adapte temsil—
" Tam 1929 senesi gireceği sırada cereyan ediyor,,
Eşhas:
^ Hasta bir kadın, (yatakta) Adlian : Hastanın kardeşi
Dr. İsmail Salim:
Hastanm doktoru.
Sahne: Hafifçe tenvir edilmiş bir yatakf odası. (Derin bir sessizlik. Şöminenin üstündeki saat Muttarit darbelerle
mine üstünde büyük bir vazo,
Remzi, hasta hanımın koca-
çaprastlamış. Görünüşte münevver bir adam hissi veriyor, fakat konuştuğu zaman bu his zail oluyor. Adnan, hastanın kardeşi, yirmisine henüz girmiş; kendisini güç zaptediyor; konuşurken sesi biraz kısık; etvarı kaba ve heyecanlı;
saata bakıyor.' ^ î kPerc,e. a(?lId'ğı zaman kısa
tiktakiarı. Adnan dalgın ba-
Dr- Şalim elini hafifçe yorganın üstüne koymuş, düşünceli
var! Allahım! onikiye on da-
kka!:
saat seni çok alâkadar ediyor görünüyor.
Adnan : Pekiy seni alâkadar etmiyor mu?
Remzi: (Caiî bir lâkaydi ile) Fakat niçin ? Bir insanın ruhu elem ve tereddüt içerisinde olursa saatin ne kiymeti olur?
Remzi: Haydi, Remzi, haydi ! bana karşı da riyakâr olma! vaziyeti pekâla biliyorsun. Doktor ikimize de söylemedi mi ki Selma, senin zevcen... Selma, benim hemşirem, birkaç dakkaya kadar ruhunu teslim edebilir ?
ReMzi: (derin bir ah çekerek) Heyhat! evet, zavallı, zavallı Selma!
Adnan: Hakikaten zavallı
rica ederim?! ^ g6Ce yarisı Adnan\ Çünkü, açıkçası
giriyoruz; yani: Babamızın ölümünün onuncu senesine;
rem 1929 senesi başında büyük bir servete konacak.. Bu servet tamam... (100 000)!
sükûtu ihlâledivor. Sahne arkasındaki yatakta sessiz ve hareketsiz yatan bir kadın görünüyor. Yanında Dr. İsmail Salim bey; bir eliyle hastanm nabzını tutuyor; öteki elindeki saata bakıyor, önde sağda üzerinde bir yazı takımı bulunan bir masanın etrafındaki koltuklara Remzi ve Adnan beyler, düşünceli bir vaziyette
Remzi: Ah, evet tam! bak bunu unutmuştum.
Adnan: Tamam (100 000) lira. Eğer hemşirem gece yarısından sonra ölürse, bu
sana geçecek; eğer o, gece yarışından evel ölürse babamızın en yakın akrabasına.
Remzi: Daha doğrusu Sel-manın kardeşine, yani sana.
Ve aziz Adnanım! (saatına bakarak) kız kardeşin sekiz dakka içinde ölürse o para senin olacak... Ovakit, iblisane göz yaşlarını dökecek sensin. Sekiz dakka - dört yüz seksen saniye - yüz bin lira - demekki saniyede 200 liradan fazla! Oh! çok; güzel bir., vaziyet, tik-tak, tik-tak ! Hakikaten [ Vakit nakıttir! ] (doktor yatağı terkederek iki arkadaşın (!) yanma gelir. Remzi ona dönerek)
Ey Doktor, hiç ümüt yok mu ?
Dr. Salim: (ciddi) maattes-süî, hiç.
. Remzi: Zavallı zevcem! daha ne kadar yaşayabilir? Dr. Salim: en çok iki üç
gün,
Adnan: (Birdenbire sıçrıya-rak) Birkaç gün mü? Bunu hesaba katmamıştım! Buna tahammül edilemez.
Dr.Salim: (Yanlış anlıyarak) Sakin olunuz dostum!
Remzi: Evet, Adnancığım sükûnetinizi muhafaza ediniz!
ikimiz de cesur ve mütaha-mmiliz.
Adnan: (batırma bir fikir gelerek): Söyle Doktor. Ani bir darbe ile, hemşiremin ölü-
münün tacil edilmesi korkusu yok mudur?
Dr. Salim: (Anlamıyarak) : Bir darbe mi?
Adnan: Belki, bu bir delice düşüncedir. Meselâ, îarze-diniz, kazaen su şöminenin
' 9 3
üstündeki vazoyu düşürsem...
( Bu kelimeleri söylerken kolunun kaldırır, vazonun üstüne vurur. Vazo, büyük bir gürültü ile halının üstüne düşüp ezilir.}
Aman allahım! gördünüz mü yaptığım işi? Hakikaten onn düşürdüm!
Remzi: ( şiddetle kalkarak )
Ah! iblis.!!
. Dr.Salim: Sükûnet bulunuz! çok rneş'um bir kaza! Fakat emin olunuz, zevceniz baygın
İşitmez, (tereddüt ederek) Fakat bir şey var ki onun akıbetine tesriedebilir.
Adnan : (yeni bir umütle )-ohalde buşey.
Dr. Salim: . Evet ' bu şey, tuhaftır, ayni zamanda, onu ' belki, kurtarabilirde.
Remzi: (büyük bir alâkayla) zevcemi kurtarmak! nedemek -'istiyorsunuz Doktor, allâh
Dr. Salim: Bakınız, çok açık söyleyeceğim. Hiç vakit
siniz, derhal - yapılacak tah-telcilt bir enjeksiyon, pek muhtemeldir ki zevcenizi kurtarabilir. Evet bu pek mümkündür. "Fakat hayır,, bu, pek uzak bir ihtimaldir. Yani milyonda bir. İlaç reaksion tev-
Adnan: (Aiâkayia)derhal mi?
Dr.- Salim: korkduğumuz
okadar.az ki, mes uliyeti üzerime alarak kararı (Remziye
kat çabuk karar veriniz, geçe-
caktir. (yatağa doğru döner.) ^
edeceğimiz yol muayyendir.
Remzi: (souk kanlılıkla)Ben
Selmanm hatırı için tehlikeyi göze almalıyız.
Remzi: yani sizin hatırınız için.
Adnan: (ümütsiiz) Fakat bu onun için yegâne fırsattır! Remzi: Evet, onun vılbası-
e/ s
ndah evel ölmesi için yegâne fırsat, çok doğru!. Fakat, bu ; böyle, olursa sevgili Adnancığım, zevcemi vaktindan evel öldürdüğüm için, vicdan azabına uğrarsam, kendimi nasil affedebilirim? ^
, ben sana gösteririm.!
Remzi: ne diyorsun?'! Zevcemi elimle öldürmkteri imtina
Adnan: (tehevvürle) seııı teşhir edeceğim. dünyaya karşı rezil edeceğim, seni... (saat vurmaya başladığı için sözünü keser, saat onikincı darbesini ikmal edin-ciyc kadarı odaya bir ölüm sukûtu hakim olur)
Remzi: (Derin bir nefes alrak) Oh! Para benimdir artık! (Reverans yaparak) geçmiş olsun Adnan! (Adnan bir koltuk üzerine yığılır| ve yüzünü elleriyle kapar.)
Selma, yılbaşmızı kutlularım.
Adnan: (son bir ümütle) Doktor, Doktor! söyle bana! halâ
yaşayormu? (ufak bir tevekkuî. sonra, zail' bir inilti: solmanın yatağından ince bir ses gelir.)
Remzi: ( heyecanını gizliye-
Dr. Salim: (yatağa eğilir, hastayı muayene eder.) Bir dak-
ka müsade.
yapınız diyorum. Adnan: Oh İblis!. Dr. Salim: Susunuz. ( derin
bir sükût. Doktor hastanın elini kaldırıyor, tekrar bırakıyor; kulağını kalbine koyuyor ve kaldırıyor.)
Ben de bundan korkuyordum. Birdenbire kalp durmuş. Hastanız ölmüştür. (ilerliyerek)
müteessirim.
Selmaciğim! (Bu sözler söylenir-, ken dışarıda bir Saat kulesindeki saatin çaldığı eşitilir. Bu ses üzerine adnan, heyecanla ayâğa alkar.)
Adnan: ( Saatin son darbelerini sayarak) : Dokuz - on - on-bir - oniki! Oh. Paralar benimdir. (Reverans yaparak) vah vah! Remzi geçmiş olsun!
(Remzi bir koltuk üzerine yığılır.
Dr. Salim: Bu gayrimemul meserret tezahüratı nazarı dikkatini celbederek. ) Affedersiniz. Fakat ne oluyoruz kuzum. ' __ Remzi: (çılgıncasına) Fakat ölüm zamanı. Doktor, zevcem
12 ye üç dakka kala (Dışarıda başka bir saat daha çalmıya başlar)
tespit etetmeliyiz. (Masa başına
oturur, kalem, kâğit alarak harartle yazar.) Doktor, zavallı hemşi-
anlayacaksm. (ayakta yazdığı
ölümünün tabiî şerait altında 1928 senesi kânanevelinin 81 inci Pazar günü gecesi saat yirmi dörde 4 kala vukubuldu-
tor Salim beye uzatır) Lütfen iın-
Remzi: (vahşi bir şiddetle)-ISvet tamamiyle. (Bu sırada Selma
yatağından kalkarak dimdik durur)
Remzi: Aman allahım.
Adnan: (şaşırmış) Selma! yaşı'yor!
Remzi: Pekiy bu ne demektir?
Dr. Salim : Sadece bu şu demektir ki, aziz dostlarım, bu küçük hiyle, sizin foyanızı meydana çıkartmak için yapılmıştır.
Selma: Sizin hakikî çehrenizi meydana çıkardığı için, Doktor Salim beye minnettarım.
Remzi: Doktor Salim beye mi?
Selma : (Doktora elini uzatır. Doktor elini tutar.) Evet doktor Salim Benim en aziz arkadaşım. Evelce senin beni hakikaten sevdiğini zannediyordum. Doktor Salim aksini
iddia ediyordu. Şimdi o, haklı çıktı. Onunla beraber, bu gece, evinizi terkediyorum.
Dr: Salim: (îlerliyerk hafif bir sesle) Şimdi para benim oldu! (iğil'erek)...
Remzi; Adnan! hepinize geçmiş olsnn (Remzi ve Adnan birer koltuğa yığılırlar. ) Selma yılbaşmızı kutlularım.
Selma: ( yataktan kalkarak.) kutlu olsun, kutlu olsun.
bilmezsiniz, sapasağlamken, bu, şilteler üstünde kımıldamadan yatmak, ve mektup-
■ • t
larım masama yığıldığını görürken onları okuyamamak ne|kadar sıkıcıdır. (şömineye doğru koşar ve mektupları tetkik eder)
Remzi : (şiddetle doktora) Doktor İsmail, Salim Bey, karımı sizinle beraber gitmiye
Dr^ Salim: Bir arada çok mes'ut olacağımıza eminim.
Selma: (içine teessür ve heyecanla baktığı bir mektubu tutarak) Fakat bu korkunçtur mümkün değil. Oh buna inana-mam. salim! al şunu oku!
Dr. Salim, (mektubu alarak) kâtibiadil Nihat Hilmi beyden!
Muhterem hanım efendi!
Size elim bir haber vereceğimizden dolayı müteessiriz. Önümüzdeki^ kânunusaninin iptidasinda size geçecek olan pederinizden kalan parayı hepsini, hava oyunlarında kaybederek, bu defa ortadan kaybolduğundan ......» (Mektup elinden düşer.) Büyük allahim. Çıldırmak işten bile değil!
Selma: (kollarını beline dolayrak) ziyanı yok ismail çiğim. Sevgimiz baki ya! gel sevgilim! buradan çıkalım:.. Parise gitmemiz için biiet aldın mı?
Dr. Salim: Ben., ben.... de mis... tim..
Selma: (sert) ben biliyorum.
■ tiyorsmJkÇ Mirasım - olmasa bana hiç ehemmiyet vermiye-. çeksin. Pekâla,' Ben de buyj evi yalnız terkedeceğim.
, Dr. Salim: Fakat aziz kızım, bunu yapamazsın. Nereye "gideceksin,^nasıll yaşayacaksın?." Şimdi, ihtiyaç içerisin-desin. mel'un amcan... a:
Selma: mel'un amcan ! Allahaşkma, bu mel'un amca da kim! Benim öyie bir amcam yok!
Dr. Sal%m: Fakat kâtipadil Nihat Hilmi beyden gelen
Dr salim: yani aldım.... ad-
mek istediğimi ben de bilmiyorum.
Selma: Lâkın zavallı ada-' mcağız! Daima ihtiyatlı bulunmanın faydalı olduğunu, sen kendin bana öğretmemiş miydin? Ne çabuk unuttun. Şimdi nereye? pekâla! Artık ayrılalım dostlarım!
Dr.Salim, Remzi ve Adnvn ne demek istiyorsun?
Selma: Açıkça, kısaca, son defa olarak şunu demek istiyorum ki. artık paralar be-
(Herbiri kendi ismi söylenirken birer koltuğa yığılırlar. ) (sahneyi baştan başa dolaşır ve bir endam aynası önünde reverans yaparak) Selma ! yılbaşmız kutlu olsun H!!!...(
(Perde iner») / " KÂZIM SEVİNÇ ' '
Bu satırlar yazılırken, 1928 senesi mazi olmağa hazırlanıyor, imparatorluk devirlerinde taha-: yül bile edilemeyen bir huzur Ve ^Ç ^e bu seneyi ■ geçi-
daşları, gelecek seneye çok emin hır nazarla bakıyorlar. 1928 senesi, millî mücadelenin başlangıcından beri yaşadığımız şan ve şeref dağında bile bir muazzam şahika oldu. Dünyanın okuyup yazması en geri milletleri arasında ankastin bırakılmış olan Türk milleti, 1929 senesine girerken, vaktiyle başdan başa mezaristan olan memleketini başdan başa bir dersane olarak görüyor. İçimizde ve dışımızdaki bütün bir husumet cihanına karşı ayaklanan ve ayaklandıran ulu Gaziyi, cehalete karşı açılan bu yeni ve muazzam cidalin başında buluyoruz. Hayır, böyle de değil: vaktiyle nasıl Samsuna yapyalnız gittiyse ve bu tek a-dam milletin gözüne nasıl bir ordu gibi göründüyse, bu yeni cidalde de onun sihirli varlığım ayni derecede müessir gördük ve davanın haklılığı için de ayni imam duyduk. Gazinin yer yer memleketi dolaşarak kendi eliyle halka ders okutmasının hatırası, gelecek nesillerin hafızasında en büyük harp zaferleriyle beraber, ve ayni minnet ve hayranlık duygulariyle muhat olarak yaşi-yacaktır.
Gazmin yapdığı bu yeni büyük inkılapla Maarif siyasetimiz bu sene içinde en güç ve en hayatî maarif meselesini kö-
künden hallederek, bütün bir milleti tekmil bir ömür mukabilin de dilini doğru okuyup yazama-mak felâketinden kurtardığı gibi memleketin iktisadî ve malî hayatım gelecek sene kat'î salaha mazhar kılabilmek için lâzım gelen esasları da, bu sene içinde • Ismet PaŞa hükümeti hazırlamış bulunuyor. Nefsine kasdetmeğe Kil Ikatı her şeyi yenmiş bir Türk milletine, bu sene Anadolımun bir kısmında, ve kuraklık suretinde, tabiat da düşmanlık etti. fakat Alî iktisat meclisini tesis etmiş olduğu gibi bir «Devlet bankası» vücude getirmeği ve bu
tinAf6 |Kfy™1Z111 tesPiti bıyme-
Nalia umuruna her gün artan bir itina gösteren Hükümetin, vazıyeti maliyemizi 1929 senesi zarfında hiç bir zaman müyesser olmamış bir inkişafa mazhar edeceğinde tereddüt edilmez.
Bütçenin daima tahminden fazla varidatla tahakkuku, bu bütçede Mearif, Nafıa, ve Sıhhiye gibi, eski devirlerin zalimane ihmal ettikleri hayatî işlere gittikçe mühim meblağlar hasrı, istikraz akti hiç bir defa hatıra gelmeksizin devletin bütün mali taahlıüdatım günü gününe eda etmesi ve kuponlar mes'e-smde gösterilen emsalsiz dürüstlük, bu hususta 8'kâfî, kat'î bir teminattır. Çok yüklü senelerin, gençliklerinin ateş ve heyecanlarım, bütün ömrü siyasileri baş sallamakla geçen eski ihtiyar paşalara nasip olmamış bir tec-
ricali, 1929 senesini ufuklarında
sulh ve sükûn içfnde^hşmakla geçireceklerdir.
Ve bu sulh ve sükûnu temin = eden kuvvetli ve vatan1 için bm canı bulunsa vermeğe her an razı olan Türk ordusunu, takdis bir vazifedir. Bu ordunun
İmaretine olduğu kadar da gayelerinin açıklığına ve temizliğine güvenen haricî siyasetimiz ise, kimseye taarruz etmemek ve kimsenin taarruzuna da fırsat ve imkân vermemek düşturiyle ifade olunabilir. Fransa ile Suriye hududunun tespitinde ve Yu-
detetT'1müba-
bu düsturun ve ancak bu d üşürün hakim bulunacağından mutmainiz. Kuvvetli ve genç İtalya ile diğer devletlerin uzattıkları dostluk eline derhal ve hararetle elimizin uzanması da, gene aynı maksat ve emelle olmuştur. Türkiyenin haricî vaziyetinden bahseder ve İtalya Hariciye müsteşarının Mr. Mussolini namına bu defa vaki olan ziyaretini söylerken, bu yaz Ankaraya gelmiş olan dost ve kardeş Ef-ganm azimli Kral ve Kraliçesinin ziyaretlerini hatırlamamak gayri mümkündür. Hükümdarlığa boş tantanalar için değil, milletini
için bir vasıta telekkı eden bu devlet reisine, istiklâlim kazandığı mülkünde tatbik edeceği ıslâhatta, her maniayı devirerek muvaffakiyet temenni ederiz.
Kendi etrafımızdan nazarlarımızı daha uzaklara çevirirsek, Ren işgali, Almanyalım borçları,
Hav&t
Sayı 110
Avusturyalım Almanyay a iltihakı tasavvurları, Litvanya ve Lehistan ihtilâfı, Kumanya ve Macaristan nizaı, Balkan ırk ve hükümetleri arasındaki rekabetler, İtalya ile Fransa arasındaki geçimsizlik sebepleri, teslihatı berriye ve inşaatı bahriyenin tahdidi gibi muazzam meşlelerin hiç birinin daha halledilememiş olduklarını görürüz. Fakat, 1918 senesinin dünyaya getirmiş olduğu cılız bir sulh yavrusu, o kadar ciddî ihtimamlarla büyütülüyor ki, bütün bu ateşli mes'lelerin hiç birinden de harp ateşi çıkmamasına bu on senenin bin bir dava ve kavga esnasında imkân hasıl
olmuştur, ve binaenaleyh nikbin olmak hakkı kazanılmıştir. Hükümetimizin iştirakim kabul ettiği Kellok (g) misakını da, insaniyetin daimî bir sulha olan mutlak iştiyakına bir vesika saymalıyız. Bolivya ile Paragvay gibi Avru-padan nekadar uzak ve ehemmiyetsiz iki devlet arasında bu son günlerde harp ihtimalleri zuhur eder etmez, bütün dünyanın göstermiş olduğu müfrit hassasiyet ve alâka, ve davanın harp-siz halli için sarfedilmiş gayretler, sulh fikirlerinin her tarafta ne büyük bir yer kazanmış olduğunu pek kuvvetli bir tarzda göstermiştir.
Dünyanın en büyük kumandanı başında bulunan Türk milleti, bu cihan sulhunun en lıara-. retli bir taraftarı ve hadimidir. Ye o büyük kumandan, düşmanlarından kurtardığı memleketini şimdi de cehaletten halas ederek dünyanın en canlı ve en bahtiyar bir ülkesi kılmağa ayni azim ve imanla çalışırken, lıayat
için çıkan ve ismine de Hayat diyen bu mecmuanın sütunlarında, bu yeni zaferinin de pek yakın olduğuna imanımı söylemekle, haykırmakla bahtiyarım.
NAHİT SIRRI
YIL BAŞI
Perdeden tahtalara düşünce bir örümcek, Beklenmeyen bir yolcu gibi sessiz girecek Odama yeri açık kapıdan, bir gün akşam.
Duman, duman yanınca sokak feneri camda, Gazeteyle örtülü üç ayaklı masamda Yükselecek çarmıha benzeyen sıska bir çam.
Alevden
* *
Ne zarar gönlnm gibi geniş deyilse yerim; Gelecek akın, akın bütün misafirlerim: Kapım dolacak şehrin buz tutan rüzğâriyle
Bir mumya eli gibi yakacağım beş mumu; Yıl başı ağacımın sırıtan her boğumu Süslenecek sararmış mektup parçalariyle.
Sekiz pençeresiyle yanarak alev, alev, Duvarlarıma başlar aksettiren karşı ev Piyano seslerini pençereme atacak.
Sokaktan geçenleri odamdan işittikçe, Ağrı gibi dinecek yalnızlığım bu gece; Anne! bu^melün şehir oğlunu şımartacak
V
Üçyüz atlı gelirken hazırlanan düğüne Eteğine ulaştım ben sürüne sürüne. Döktün sırma saçını gül yüzünün üstüne: Gördüm seni alevden bir kafes arkasından.
* «
Yarın sensiz köyde her ceylan bakışlı dilber Dağdan dağa akseden yanık bir türkü söyler. At üstünde gelini alır gider efeler, Karlı dağda bir yiğit ağlıyorken yasından.
Sen düşerken dizine, sana nişanlı gencin Ben dönerim köyünden seni görmemek için, Nasıl mahzun dönerse susamış bir güvercin Kurumuş bir çeşmenin parçalanmış tasından.
: 6 — 12
1929
Madem kalbimde bir sen varsın bir de kederim Yerini her alanı boğacaktır içerim: Sen giderken göğsüme sapladığım hançerim, Pas tutarak kanımla çürüyeçek pasından..
VASFİ MAHİR
"Türk Felsefe Cemiyeti" sekizinci içtimaını 2 teşrinisâni 1928 de akdetmiştir. Jçtimain mevzuunu îzzet Beyin tebliğinin münakaşası teşkil edyiurdu. Evvla Dr. Orhan Sadettin Bey söz almış ve raporunu izah etmiştir. Bunun üzerine Servet ve Hatemi Semih Beyler söz almışlar ve hararetli münakaşalar olmuştur. Orhan Sadettin Beyin raporunu zirde neşrediyoruz.
İzzet Beyin gaiyet ve muayyeniyet hakkındaki tezi münakaşamızın mevzuunu teşkil ediyor. Muayyeniyet ve gaiyetin çok ehemmiyetli felsefî meseleler, bahusus^ ilimlerin takip edeceği yol usul itibariyle ehemmiyetli olduğunu gözden kaçırmak mümkün değildir. Yalnız bu kadar mühim bir mesele karşısında bu iki mefhuma muayyen bir mana vermek, her şeyden evvl lâzımdır; muayyeniyet ve gaiyet altında ne anlıyoruz ? daha doğrusu İzzet Bey bu mefhumlarla ne kasdetmiştir ? Bu sualin haklı olduğunu göstermek için Servet Beyin geçen içtimada, ayni meseleyi münakaşa ederken yapdığı tarihe işaret etmek, lâzımdır. Bunada servet Bey Fonctionuelle ve antromor-phique diye gaiyeti ikiye ayırıyor ve bunlardan birincisini ret ettikden sonra Fonctionuelle bir gaiyeti mümkün ve hatta içtimaiyat için lüzumlu gösteriyor, yalnız burada fonctionuelle gaiyetin, kanaatına nazaran tam manası anlaşı-lamiyor. Esasen böyle bir tefrikin nasıl bir şey ifade ettiğini anlamak güçtür. Mes'eleyi izah edelim:
Antromorphıgue, gaiyet için deni-yorki, bu beşerî evsafı haiz bir gaiyet-tir ve tamamen metafizıkîdir. Sonra içtimaî hayatta, yani beşerî amellerin heyeti umumiyesinde her hanği bir gaiy'ete yer gösterilivor ve beşerî amellerin, madde âlemine mukabil, gaî bir surette izahı tensip olunuyor. Hal-büki beşerî evsafı haiz olan bir gaiyeti bir taraftan reddetmek ve sonra diğer taraftan beşerî ve içtimaî evsafı izah etmek için başka isimli bir gaiyeti münasip görmek zannedersem böyle bir tefrikin pek fazla kıymeti oîmadı-
ğim gösterir. Bundan mada gaiyetin daha hâlâ tamamen ne ifade ettiğini, vazih bir surette öğrenemiyor. Bunun için gaiyetin manasını îzzet Beyin tebliğine nazaran tetkik etmek lüzumu tekrardan baş gösteriyor. Yanılmıyorsam İzzet Bey 22 eylül 1927 de Hayat mecmuasının 43 ncü sayısında «Geştalt" - nazariyesi ve içtimaiyat namiyle yazdığı bir makalede, bize bunun esasını gösteriyor. İzzet Bey «geştalt" makalesinde, içtimaî hayatın bir bütün bir geştalt yani fertlerin kül için ve külün fertler için olduğu noktainazarını «Geştalt" nazariyesine göre gösteriyor.
Bu bütün ve ya «Geştalt" dediğimiz şey nedir ? ve gaiyetle münasibeti ne olabilir ? «Geştalt" ın ve bütünün ifade ettiği şey bir manadır. Netekim ruhiyattan gelen bu «Geştalt" mefhumu, ruhi hadiselerdeki «Gestalt"ı, bu hadiselerin her hangi bir mana ifade ettiği şeklind e ifade ediliyor. Bizim idrak ettiğimiz şeyler böyle mana ifade eden ve bütün olan şeylerdir. Hatta müteveffa alman içtimaiyatçısı Max weber içtimaî amelleri tarif ederken bunların manalı bir takım amellerden ibaret olabileceğini söyliyor. Böylece mana ile bütün ve bunların gaiyet ile bir alâkası olacağı görülür. Bu umumî ifadelerden müşahhas şekillere geçersek içtimaiyattaki amellerin bazı muayyen hedflere doğru şuurla yani kıymet verilerek vaki olduğunu söyleyebiliriz. Esasen kıymet demek kiymetli olan şeye karşı vaziyet almak demektir. Kiymet demek yani bir kiymet hükmü vermek, kiymetli olan şeyin yapılmasında, işlenmesinde bir mana görmek demektir. Böylece manalı amellerden bir hedef, bir gaye görmek zannımca pek yalnış olmaz. Her halde içtimaiyatta gayeler olsa bu şekilde kabul olunabilr fikrindeyim.
İçtimaî hadiselerde görülebilecek gayenin bütün içtimaî hadiselere teşmil ve bütün bir cemiyetin manasının araşdırılması da bir ikinci mesele teşkil eder. Yanılmiyorsam İzzet Bey gaiyeti daha ziyade bu manada kasdediyor:
Bir cemiyet içindeki manalı amellerin hepsinin bütününün gayesi 1 Esasen manalı olması lâzım gelen bu amellerin gayesi nedir, bunlar herhangi bir gayeye hizmet ederler mi ? Burada iki noktainazar kabildir. İzzet Beyin gösterdiği veçhile ya bu ameller mec-muasi cemiyetin bakasına hizmet eder Yani bir bütün olarak fertler cemiyete, ve cemiyet fertlere hizmet eder ve ya cemiyetlerin tekâmülünde bir hedef olarak beşeriyet vardır ve cemiyetlerin gayesi bir ideal olan beşeriyeti tahakkuk ettirmektir.
Zannedersem bu suretle içtimaiyatta gaiyetin ne manada anlaşıması lâzım geldiğini, İzzet Beyin tebliğine nazaran bu surette gösterebiliriz. Buradaki gaiyet, hareketlerin (mümkün mertebe
diye haraketler diyorum) şuurlu yâni manalı olması ve bundan mada bir de mana olmak dolayisiyle «eoipso" bir bütünün, bütün olmak hasebiyle cüzleri olmasıdır. Yalnız bunu daha ziyade izah edebilmek için böyle bir gaiyetin nasıl bir muayyeniyet ve ya mikaniyet ile çarpıştığını nazari itibara alalım. «Geştalt" nazariyecilermin mikaniyet için verdikleri en güzel misal fizikteki (cinetique harekî gaz nazariyesidir. Bu nazariyenin enmühim iddiası veya faraziyesi bir gazdaki moleküllerin müştekim bir istikamette hareket veba hareketleri
ierini değiştirerek mütemadiyen hareket ettikleridir. İşte bu nazariyeye göre moleküllerin bir bütün ile hiç bir münasebet almıyamk ve her cüzün başlı
tetkiki ve hesap edilmesi bunuh tam mikanikî izah için bir misal olduğunu gösterir. Bu misal bize münferit hareketlerin birbirine olan munasibetini nazariitibara almadan ve sırf aralarındaki, tesadüm gibi vak'aya istinaden, bir hadisenin izahını gösterir. ^ İşte
yer bulamıyacağı her halde mühimdir zannediyorum.
Cemiyetler için beşeriyetin oynadığı
Hayat --—-——---
rol her halde çok ehemmiyetli bir mes'eledir. İzzet Beyin buna işaret etmesi, içtimaiyat ve aynizamanda cemiyetlerin tekâmülünde nazrı itibara '■alınması lâzım gelen çok mühim bir cephedir. Yalnız burada bu mes'eleyi mevzubahs ederken, İzzet Beyin de işaret ettiği veçhile, evvela beşeriyetin vücudunu inkâr eden iddalarla karşılaşıyoruz. İzzet Bey burada, beşeri yetin mevcudiyetini ispat edebilecek delilleri getirmekten, tebliğin müsade-sizliğine binaen, sarfınazar -etmiştir. - ■ - Yalnız geçen içtimada Servet Bey bu hususu nazari - itibara alarak, -çok -büyük bir ihtiyatla, iki delil göstermeği münasip görmüştür. Bundan dolayi, -zannedersem İzzet Beyle ayni fikirde olarak. - beşeriyet fikrinin daha doğrusu 'beşeriyetin vücudunu göstermek için- bazı-deliller göstermeğe lüzum göriyorum. Evvela insaniyetin bir-vakıa olup olmadığı mes'eiesini tetkik etmek lâzım geliyor. Acaba vakıa ne demektir? «Beşeriyetin şe'nı varlığı" ne ifade ■ edecektir? Vakıa kelimesini " münferit hadiselere atf ettiğimize nazaran, bunun insaniyete tatbik olunmaâı, ^ esasen beşeriyetin bir -vakıa olmadığım göstermek, için en kolay bir usuldur. eğer vakıa altında ; .mevcut olan bir şey anlarsak o zaman mes'ele değişir ve ' acaba beşeriyet denen bir şey var mı, yok mu. --suali bir mana- iktisap eder." Müsad-erıizle bu suali tetkike, bir kelime oyunu ile ■ başlıyalım: - Mevcut olmıyan bir şeye insanlar neden bir isim vermek ihtiyacını duymuşlardır. Yoksa beşeriyet,- esatirde ismE olupt-a ■ hakikatim cismi- olmıyan" şeySerdenmidir? bilmem bu :keîime - oyıınıı- ödediğim şey bana pek : r münasebetsiz' •" gelmiyor! - Yalnız hemen;'şunu---da'-'ilave--edeyim ki insaniyetin'" mevcutolduğunu' göstermek için yegâne delilim bu olmiyacaktir. Netekim Servet Bey geçen' içtimada, delil olmak üzre. «cihan pazarları" ile müli kıymetlerin beynelmilel tevazünü ve bu kıymetlerin vücude getirdikleri fevkalmile! ve orijinal terkip" diye iki şey gösterdi. Bu milli kıymetleri beynelmilel teyazünü her halde iktisadî saha için kasdolunduğuna nazaran ' diyebiliriz ki _ bundan ■ mada ilim ve saı?at vardır, ilmin beynelmilel bir faaliyet olduğunu inkâr etmek zan neder-sem biraz güç olur.
Bu nevi delillerden mada "insaniyetin mevcut olduğunu göstermek Durk-heim içtimaiyatına has bir usule müracaat ile de olabilir. Mesela Avrupada kendilerine real politikacı diyen bazı
--- 16 ----
kimseler beynelmilel hukukun mevcut olmadığını ve yazılı bazı kanunları sırf kâğıt parçasından ibaret olduğunu söylemekle iftihar ederler. Bu zevat yalnız şunu unutuyor ki, kâğıt parçasından ibaret addettikleri o beyenlelilm hukuk kendilerine müessirdir ve onların sözlerine hakimdir. Netekim harbi umumide bir çok milletler beynelmilel hukuka muhalif olarak dum dum kurşunları kullandıkları halde bunu inkâr ettiler ve hiç bir zaman evet .kullandık demediler; bundan mada harbî umumi nin müsebbipliğini bugün hiç bir-millet üstüne almak istemiyor. "-Bu acaba neden olabilir, niçin milletlerden "biri ben işte sebep oldum demiyor ve ya diyemiyor? yoksa beşerî bir vicdan karşısında çekiniyorlar mı?
Servet Beyin işaretettiği iktisadî meselelerin, bence, birer vakıa gibi gösterilmesi doğru olamaz. Çünkü cihan pazrlarmı ve diğer beynelmilel müesseseleri bir bütünden ayırlmak kabil değildir. Cihan pazarı demek esasen beynelmile - iktisadî münasebetlerin - mevcudiyeti demektir ve eğer beynelmilel iktisadî münasebet var ise buda, beynelmilel münasebetleri mümkün kılan mütecanis her hangi bir kitlenin mevcudiyetini gösterir. Ayni ihtiyacı hissetmiyen, ayni tarzda bunu tatmin etmek istemiyen insanlar yoksa cihan pazarları da olamaz. Zannıma göre, beşeriyetin vücudu cihan pazarlarının sebebidir, yoksa aksi değildir.
---^-^- Sayı : 1İ0
Bundan mada içtimaiyatında beşeriyetin vücudunu gösterdiğini zannediyorum. Eger cemiyetler birer vakıa olarak kabul edilir ve bu cemiyetler-deki «fonksiyon" lar müşterek birer vasf olarak gösterilirse, bu muhtelif cemiyetlerin, müşterek vasıfları dolayi-siyle bir mefhum altında1 töplanilabile -ceği için en kuvvetli bir delildir. Yani madem ki iktisadî, dinî, siyasî ve ila., gibi vasıfları her cemiyet haizdir, öyle ise bunlar aynı tipten, aynı cinsten şeylerdir ve aynı vasıfları haiz olmak dolayisiyle bir cinsin fertleridir. Bu da bize gösterir ki, beşeriyet dediğimiz şey, muhtelif fertlerden mürekkep bir varlık olmalıdır. Yalnzız sui tefsire sebep vermemek için şuna işaret edelim ki beşeriyet, cemiyetler gibi siyasî bir teşkilâta tabi bir varlık değildir. Zannedersem Servet Bey de beşeriyet fikrinin vakıa olup olmadığım mevzu-' bahs ederken, ayrı şuurî olarak, böyle bir noktai nazara saplanmıştı. Eğer cemiyetlerin esas vasfı siyasî teşkilatı haiz olmak üzre nazari itibara alınırsa, beşeriyet bıı neviden bir vakıa olamaz. Esasen böyle bir şey de mevzu bahs etmek manasız olur. Yalnız son senelerdeki ' hadiseler bize şunu gösteriyor ki, beşeriyeti organize etmek için ilk hatve atılmıştır. Artık buna rağmen beşeriyeti inkâr etmeğe kalkmak tam manasiyîe bir inkâr olur.
VvY.V.
; Zincirli
Rüzgâr kollarımı semaya bağlar, Sımsıkı mıhlıdır yere bacağım. Altı yer, üstü gök, etrafı dağlar, Yârap, bu zindanda çıldıracağım.
Bu küflü mahpeste kaldıkça diri Yardıma gelmesin, istemem, biri. Göğsümü çepçevre saran zinciri Kendi dişlerimle ben kıracağım;
Kalbim, nefesini tutan rüzgârın Hırsıyla, göğsüme sığmazsa yarın, İçimde uyuyan canavarlarn Sesiyle göklere haykıracağım...
YAŞAR NABI
- 116 —
Sayı 110
17
Hayat
Mütercimi: NURULLAH ATA
Muharriri: AN DR fi MA UROİS
İkinci kişim
Aşkın Bahçesiiıde Mezarlar
Skinner Street'teki eve o kadar neş'eli bir hayat veren İngiltere'ye dönöp de1 gidip Bath'a yerleştikleri zaman
üç kızdan, şimdi sade Fanny îmlay kalmıştı. Yalnız o, Mr. onu, Londra'dan geçerken gördüler.. ;Mahzundu ye sade
Godwin'iri de, Mrs Godwin'in de kızı değilken yanlarından yalnızlığından,. hiç bir işe bir faydası olmadığından.. bahsedi-aynlmayıp onlara baba, anne diyordu; yalnız o, pek müşfik yordu. Sheiley'e a Allaha ısmarladık 1 derken sesi titredi,
Fanny, kendine ne bir aşık ne de bir koca bulmuştu. Ona, Bath'a gene' eskiler gibi safça, içlerinde kendi hayaltari Çekingendi, ahlâk ve adat hususunda en küçük .noktalara ölmüşlerin hâlâ bir canlılık ğöstfereniere ettikleri o müphem,
kadar riayet ederdi; erkeklerin methedip mükâfatlandırma- bir türjü anlatılmaz sitem beliren mektuplar gönderdi. Yeni
dıkları iki meziyet. Shelley'nin kendisiyle alâkadar olacağını para'sıkıntıları işlerini'yan bırakmağa mecbur olan Godvvin,
bir an ümit edebilmiş ve, bir hayli çarpıntı çektikten .sonra, ,en güne daha hırçmlaşıyordu. akrabalarından bir hanım
onunla mektuplaşıp hayatından, hislerinden bahsetmeğe p kendi a) idare ettiği mektebe alacağını vad-başlamıştı. Fakat Mary'nin ela gözleri, kat! bir şekil almalarına Fanny'nin asla müsaade etmediği ümitleri mahvetmişti.
etmişti, "fakat o da, "Mary ile' Claire.iri 'kızkardeşimn, 'burjua
Issızlaşan ve para sıkıntılım ile günden güne kasvetlenen anne!eri " ^ ö[küDttÖ^f bİ!dİrdİ . . . .. .,
bu evde Mrs. Godwin, öfkesini ondan alıyor; Godwin.de Bir sabah Sheîlay,le Bnsıol dan garip bir mektup aldaar;
onu besliyemiyeceğini, geçinmek için yakında çalı§mağa Fanny onlara," esrarengiz sözlerle veda ediyordu: „Ben,
mecbur olacağını ihsas ediyordu. Fanny de bunu istiyor bir daha' ğelmiyeceğimi ümit ettiğim bir yere gidiyorum. "
ve muallim olacağını ümit ediygrdu; fakat Mary ile Jane'ın Mary Shelley'ye, derhal Bristoi'a gitmesi için yalvardı.
kaçması o evin kızlarının adım çıkarmıştı ve mektep Shelley gece avdet etti, . hiç. bir şey öğrenememişti; ertesi
müdürleri, Godwin'in verdiği terbiyeye itimat edemiyorlardı. sabah- gene-gitti ve bu sefer, - zihni.perişan - bir halde dondu.
. Kız kardeşlerinin roman maceralarına benziyen, hem de Fanny, Bristol'dam -,Swansea'ye. giden posta arabasına
tehlikeli, fakat değişikli o çılgınca'hayatlarına uzaktan, gıpta binmiş ve o şehrin oberjine inmişti; orada, hizmetçi kıza
ve hüzünle, hayran oluyordu. Cenevra Gölü'nün kenarında yorgun olduğnnu söyliyerek -derhal .odasına çekilmişti.. Ertesi
olmağı ve, bütün Londra'nın bahsettiği o meşhur Lord gün .otel halkı onun inmediğim .. görünce. odanrn .kapısını
Byron'la yaşamağı o da nakadar' isterdi! aO, resmi kadar kırıp girmişler ve onu olu bulmuşlardı; Uzun saçları, yuzunu
güzel mi? Sesi tatlı mı onu da yazın; çünkü bu benim için, insanı kapamıştı;' Bileğinde, kendisine - Shelley - ile Mary'nin -verdiği
dilber kılan şeylerin başlıcalarındandır. Sizin eve, bir komşu saat vardı. Masanın üstünde-..bir laudanum şişesi ile yan
gibi, merasim düşünmeden, dostça mı geliyor? Burada kalmış'bir mektup duruyordu..': ■-•■ ■
rezalet haberlerini her tarafa yayanların iddia ettikleri işi . "Kararımı çoktan verdimi doğması bîr felâket olmuş
yapabilecek bir adam mı? Bunu bilmek isterdim. Şiirlerini ve hayatı, kendisini beslemeğe çalışarak sihhatlarini harap
okuduğum zaman o kadar tıneti bozuk bir mahlûk olduğunu etmiş olanlara boyuna sıkıntı getirmiş olan bir mahlûkun
kabul edemiyorum. Sorduklarıma cevao verin; -ben bir sairi mevcudiyetine nihayet vermek yapabileceğim en eyı şey
sevince onu, sırf bir insan oiark da hürmete lâyık görmek olduğuna çoktan karar vermiştim. Belki ölümümü duyunca
isterim. Shelley'nin onunla bir kayıkta gezmesi kim bilir biraz kederlenirsiniz, fakat arası çok geçmez, bir zamanlar
ne. kadar tatlı oldu. Şairin, Julie'nin kendini boğduğu yer Fanny isimli bir kız bulunduğunu unutup bahtiyar olur-
için söylediği şiiri okumak isterdim; İngiltere'de ne zaman sunuz. .. .. ,
. fo n • • I J- 1 -f •• U-V ■ ■ o Godvvin, Political Jnsiıce te, müiıarm bir cururrı ohna-
neşrolunacak? O sırı, kendi el yazısı ile görebilir mıyımr ■ ,'..-' : • .. . ... , , . , , ,
,, * ,. . , . , . , .... eliğim söylemişti; yegane müşkülat hayatına kasdedea ner
Kendisine pek o kadar eğlencesi olmıyan ve o şiirleri " s J * ) j & , , , , ,
. , , . , , & . , , „ ..,,.„ adam irin, otuz sene daha yaşamasından hasıl oıacak
okursa sevinecek bir kız dostunuz olduğunu söyleyin... , , , , , .. .. , , , „
„, . „, .. , ,.., ö . , . ■ içtimaî menfaatin, bu teşebbüsüne mam olup oıinadıgını
Mary, Claıre ve Shelley bu dilber mektubları biraz t,' . . , ' , , , . .„ , ,
J , . ,, , 1 J -7 11 f î tayin etmekti. Bu faciadan sonra, kaçışından ben ilse deia
rnuteazzımane bir merhametle okuyorlardı. Zavallı Fanny! * , , , , „ , ..
Ne kadar Skinner Street'li kalmıştı! ne tuhaf! hâlâ. Godwin'in olarak, bir mektup yazdı. Bu aa o uç matrurtan, aileye
zarar getirebilcek bu «Jıadise " ■ den kimseye Dansetmeme-
lerini rica içindi.
*
*
romanlarını, Godwin'in işlerini, Mrs Godwin'in hiddetlerini, dünyanın en mühim şeyleri sanıyordu! Onun esareti, o iki genç kadına, hür olduklarını sezdiriyor; onun yalnızlığı
aşklarının bütün pahasını hissettiriyordu. Cenevra'dan çıkmadan evvel Mary ile Shelley, onun için bir saat aldılar; çok sarsmıştı; merhametli Mrs Godvvin onun, Shelley,yi biraz istihfafkâr bir hediye... - gizlice sevdiğinden intihar ettiğini ihsas etti. O zaman
- 117 —
Fanny'nin tüyler ürpertici ölümü Sheüey'nm sinirlerini
Hayat —----— 18
Shelley, vaktiyle aldırmadığı bazı heyecan hareketlerini hatırladı ve Fanny'yi daima ikinci derece bir ruh addetmiş olmasına nadim oldu. Harriet'ten ayrı düşüp de her kadın şefkatinde bir melce aradığı zamanlarda, belki kendi de farkına varmadan ve istemeden onun kalbinde ateşli hisler uyandırmıştı. Belki Harriet onun lâkaydıden ve gönül alıcı bir nezaketten başka bir şey ifade etmeyen sözlerini hâlâ-canla beklemiş, tartmış, tahlil etmişti: «Başkalarının ruhunda bu hareketleri takip etmek ne kadar zor: Bir insan istemeden, bilmeden ne kadar iztıraplara sebep olabiliyor; İnsan bazan derin, bazan hiç bir ümidi olmıyan derin hislerin yanından geçiyor da onların mevcudiyetinden bile haberdar olmuyor ! Demek ki bir insan, zulûmkârlıkla olduğu kadar hisleri sezememesi ile de fenalık edebilirmiş!" Bütün bu düşünceler onu sonsuz bir melale sürüklüyordu.
Hüznünden silkinmek için, tek başına gidip, şiirlerinden zekice bir heyecanla bahsetmiş olan genç münekkit Leigh Hunt'un evine gidip birkaç gün kaldı. Leigh Hunt Londra civarında henüz korular arasında, bacalardan gelen dumanların, kırların ve ağaçların hem şehri, hem de rüstai dilber bir dekor teşkil ettikleri bir mahallede oturuyordu. Karısı Mri-anne sade ve okumuş bir kadındı; bir yuva güzel çocukları vardı, Shelley bunlarla oynayıp gezdi. Orada Fanny ile Godwin'i biraz unutabildi. Leigh Hunt'larda az kalmış, fakat pek tatlı günler geçirmişti; orada içine yeniden bir şevk ve gayret gelmişti.
Evine döndüğü zaman Hookham,dan bir mektup bulup merakla açtı; çünkü kitapçıdan, iki aydan beri hiç bir haber alamadığı Harriet'in izini buldurmasını rica etmişti. Parasını martta ve eylülde, Westbrook babanın evinden almıştı; teşrinevelden beri nerede olduğu bilinmiyordu. Hookham mektubunda diyordu ki:
" Azizim Efendim, mektubunuzu almak zevkine nail olalı bir aydan fazla zaman geçti; daha evel cevap vermemişim elbette hayretinizi mucip olmuştur; cevap yazmak İstiyordum, fakat Mrs Shelley ile çocuklarınız hakkında İstediğiniz malûmatı elde eirhik için çok müşkülât çektim. Ben onun adresini araştırırken gelip kendisisinin öldüğünü, intihar etmiş olduğunu haber verdiler. Sizin de takdir buyuracağınız gibi evvela inanmadım. Gidip Mr Westbro-ok'un dostlarından birini gördüm ve artık şüpheye imkân kalmadı. Serpentine ırmağından geçen salı günü çıkarılmış. Cesedi tetkik eden hey et, bu hususta hemen hemen başka hiç bir malûmat alamamış. Şu kararı vermişler: „Boğulmuş bulundu „... Çocuklarınız eyidir ve, zannederim, ikisi de Londra*da „
Shelley, Londra'ya feci bir halde hareket etti. Ekseriya o kadar zevkle baktığı o sarışın çocuk başını ırmakların müstekreh çamuru ve boğulanlara gelen yeşil şişkinlikle pislenmiş bir halde tasavvur ettikçe tüyleri ürperiyordu. Onu, çocuklarını bırakıp böyle çirkin bir ölüme atılmağa sevkeden sebepleri düşündükçe aklından binbir şey geçiyordn.
Londra'da dostları Leigh Hunt ile Hookham, onu muhabbetle karşıladılar ve öğrenebildiklerini anlattılar. Times te şöyle bir haber çıkmıştı:«Salı günü Serpentine'den, giyinişinden bir aile kadını olduğu anlaşılan ve beş altı aylık hamile bir kadın cesedi çıkarılmıştır. Parmağında kıymetli bir yüzük vardır. Zannolunduğuna göre bu faciaya sebep, kocasının ecnebi bir memlektte bulunduğu sırada kendisinin serbestçe hareket etmiş olmasıdır."
----— Sayı : 110
Onun mahallesinde oturan kadınlar bütün bildiklerini anlatmışlardı: Harriet, onları kendisine göndermek istemiyen eski ve sahibesinin hatası yüzünden artık kocasından mektup alamaz olmuş ve onun bir gün gene kendisine avdet etmesinde ümidini kesmişti. O zaman yese düşüp kendini sefahete bırakmıştı. Evvela bir zabitle yaşamağa başlamış, fakat bu da bölüğü müstemlikelere gönderildiği için onu terketmişti. Sonra, yalnızlığa tahammül etmediğinden kendisine pek aşağı tabakadan bir hami bulmuştu: söylenildiğine göre bir seyis... Westbrook'Iar çocukları yanlarına alıp onu kabul etmemjşlerdi. Gebeliğinden, kimsesizliğinden, bir gün patlak vermesi mukadder olan rezaletten korktuğundan bahsediliyordu. Sonra ırmakta bulunan cseet.
Shelley, pek müthiş bir gece geçirdi... Beş altı aylık hamile... hayatını böyle bitirmek... bu cinnet... Zavallı Harriet'ten kalan bütün o pek vazih, pek hususî hatıralar, arzusuna ^rağmen, hayaline üşüşüp o son sahneleri tüyler ürpertici bir kuvvetle canlandırıyorlardı. Aşık Harriet, korkak Harriet, meyus Harriet; Shelley bu çehreleri pek eyi tanırdı. Kendisi için birkaç sene hemen hemen bütün kâinata bedel olan bu ismi artık en bayağı, en çirkin fikirlere karıştırmak icap ediyordu. "Beni karım Harriet bir fahişe olsun!... Benim karım Harriet kendini boğsun!...
Bazan kendisinin de me'sul olup olmadığını düşünüyordu. Bu fikri bütün kuvvetiyle reddediyordu: «Yapmam lâzım gelen7şeyi yaptım: ben daima, her anda, en mertçe bulduğum şeyi kat'iyyen kendi menfaatimi ve kendimi düşünmeden yaptım. Onu bıraktığım zaman artık birbirimizi seymiyorduk. Onun maişetini gücümün yettiği kadar, hatta ondan da fazla olarak, genişçe JTtemin ettim. Ona karşı hiçde sertlikle, şiddetle muamele etmedim... Yalnız o menfur Westbrook,lar... Hayatımı ve aklımı, öyle sadakatsiz ve bayağı bir kadın için feda edebilir miyim?"
Aklı buna hayır diyordu! dostları Hogg ile Peacock hayır diyorlardı. Shelley onlardan bunu tekrar etmelerini rica ediyordu, zira bazan gözlerininin önünde birdenbire parliyaıı bir şimşek gibi, kendisinin ifa etmediği esrarengiz ve insanlığın fevkinde bir vazife görür gibi oluyordu. «An'a-nevî rabıtaları kırmakla insanda bilinmez birçok kuvvetlere yol verilir ve o zaman onlar, müthiş neticelerini keşfetmek mümkün olmadan harekete geçerler... Hürriyet ancak kuvvetli insanlar, kendisine lâyık olan insanlar için eyidir... Harriet, küçücük bir ruhtu." Kendisini suda boğan kızm o çocukça ve sarışın çehresi.
Sabahleyin Mary'ye şafkatlı bir mektup yazdı; onun, Harriet'inki ile bir tezat teşkil eden tatlı ve sakin çehresini göz önüne getirmekten hazduyuyordu. Ondan iki çocuğu, İanthe ile Charles,ı kabul etmesini rica ediyordu. Avukatından haber aldığına göre Wesrbrook, dinî kantatları ve Miss Godwin'le nikâhsız yaşaması yüzünden çocuklarına bakmağa lâyık olmadığını ileri sürerek oiıları tevdi etmemeğe çalışıyorlardı.
Mütercimi: NURÜLLAH ATA
118
On beş senedir görmediğim dostum Simon Radveni ziyarete gidiyorum.
Eskiden o benim en eyi arkadaşımdı.
Kafalarımız birbirine uygundu. c
Bir çok seneler birbirimizi terketmemiştik. beraber yaşamış, gezmiş, düşünmüş, ayni şeyleri ayııi muhabbetle sevmiş, ayni
kitapları beğenmiş, aynı eserleri anlamış, ayni insanlara gülmüştük. Öyleki bir göz işaretiyle birbirimizi anlar olmuştuk.
Sonra o evlenmişti. Koca aramak için Parise gelmiş bir vilâyet kızını birdenbire alıvermişti.
i
Bu manasız elli, berrak ve boş gözlü, taze ve hayvan sesli kuru, sarışın kız, bu kocaya verilecek yüz bin bebekten hiç farkı olmayan çocuk bu zeki ve ince genci nasıl elde etmişti? Bu şeyleri kim anlamağa kadirdir?
İP
O şüphesiz eyi, müşfik, sadık bir kadının kollarında sade, tatlı, uzun, bir saadet ümit etmiş, bütün bunları bu açık sarı saçlı kız çocuğunun şeffaf bakışinda görür gibi olmuştu.
Düşünmemişti ki faal, canlı, hisli bir erkek olmak hakikati elde eder etmez yorulmağa mahkûmdur. Meğer ki hiçbir şey anlamıyacak şekilde hay-vanlaşsın.
Onu nasıl bulacaktım. Eskisi gibi canlı, zarif, neşeli ve ateşlimi? Yoksa vilâyat hayatı içinde uyumuş mu? Bir insan on beş senede çok değişebilir.
Tren küçük bir istasyonda durdu. Ben vagondan inerken kırmızı yanaklı, çıkık karınlı şişman, çok şişman bir adam kollarını açarak, Jorj diye bağırarak üstüme atıldı.
Onu öptüm fakat tanımamıştım. Sonra hayretle mırıldandım: «Sen zayıflamamışım» O gülerek cevap verdi: «Ne yaparsın? Eyi hayat! Eyi yemek ve uyumak! İşte benim bayatım.»
Bu geniş çehrede sevdiğim çizgileri arayarak onu seyrettim.
Yalnız gözü değişmemişti. Fakat onun bakışını bir türlü bulamıyor ve kendi kendime: «Bakış düşüncenin aksidir, derler. Eğer bu doğru ise bu başın düşüncesi benim tanıdığım o eski düşünce değildir»mamafi onun gözü neş,e ve muhabbetle parlıyordu. Fakat bir zekânın kiymeti derecesini, söz kadar ifade eden o zeki parlaklık artık kalmamıştı.
Simon birdenbire bana dedi
ki:
— işte iki en büyük çocuğum.
Hemen bir kadın denecek hâlde oııdörtlük bir kız ile mektep elbiseli onüç yaşında bir oğlan korkak ve beceriksiz bir tavurla bana doğru ilerlediler.
— Beş. üç danesi de evde kaldı.
Bu sözleri mağrur, memnun ve hemen lıemen muzaffer bir eda ile söylemişti.
- Ben bütün gecelerini vilayette ki evinde — kafes içinde bir tavşan gibi — iki uyku ara-
sında çocuk yapmakla geçiren bu mağrur ve sadedil müstahsil için müphem bir istihfaf ile karışık derin bir merhamete kapıldığımı" hissediyordum.
Arkadaşım beni kendi idare ettiği birarabaya bindirdi ve sokaklarında birkaç köpekle üç beş çocuk dadısından başka hiç bir şeyin kımıldadığı görülmeyen mahzun uyuşuk ve Sofıük kasa
bayı ğeçmeğe bâşladik. * *
Araba şato olînak iddiâSnida bulunan bir evin önünde dıtfdh.
Evin taş merdîvenininde misafir için süslenmiş, misafire söpm mek içine ûmleler kazırlâmiş bir kadın göründü,
Bu on beş sene evel kilisede ğördügüm sarışın ve yavan kız deyildi; Omalıluku vücude getiren sıfatlardan Hiç birine malik bulunmayan yaşsız, seciyesiz, zera-fetsiz, ruhstz bir şişman kâdıhdi Bir ana, şişrriân, manâsız bir ana, yumurtalı bir tavuk, bir insan folluğu, ruhuna çocukla-riyle mutpak defterinden başka bir düşünce uğrâtmaidân mütemadiyen çocûk çıkaran bir insan makinesi idî.
Arkadaşımın karısı baııa «höş-geldiniz» dedi, ğırerğîimez koridorda boy sırâisiyle diziHhiş üç çocuk belediye reisine keçit resini yapaîn etfaiyecilefe benziyordu. Ben:
Bunlarda öbürleri Hn ? TeifiM. Simon, memnüiî, ö'nlarm isimlerini söyledi. Jan, Sofi ve Oontran.
Salonun kâpı'sı açıfte içeri
"GUY DE MAUPASSANT" DAN TERCÜME
girdim ve bir koltuğun içinde titriyen bir adamı kötürüm bir ihtiyar gördüm.
— Bu benim büyük babamdır. Seksen yedi yaşındadır) dedi.
Sonra yerinde tepinen ihtiyarın kulağına bağırdı: «Baba, bu zat Sımonun bir dostudur.
Büyük baba bana «b onı ur» demek için bir gayret etti ve bir yeni doğmuş çocuk gibi «na, na, na» diye haykırdı.
Ben «İltifatınızın minnettarıyım» diye cevap verdim ve bir iskemleye oturdum.
Simon içeri girmişti, gülüyordu:
— Baba ile tamştmmı?
Bu ihtiyar olur şey değildir.
ririerklar ^ °nUnla Vakİt geçi"
■ Boğazına gayet düşkündür. Serbest birakılsa nekadar yiyeceğini tasavvur edemezsin. Kendi gözünle de göreceksin ya Sofradaki tatlılara, sanki bir takım genç kızlarmış gibi, adeta gozıyle işaretler ediyor. Dünyada bundan daha tuhaf şey görmemişindir.
w
Yemek saati yaklaştığı için tuvalet yapmak üzere beni odama götürdüler. Merdivende bir ayak tıpırtısı işittim. Döndüm. Çocuklar bana bir hürmet eseri olmak üzere babalarının arkasında bir kafile teşkil etmişlerdi.
Odam nihayetsiz ve çırçıplak bir ovaya, bir ot, buğday ve yulaf ummanma bakıyordu.
Ne bir ağaç demedi, ne bir tepe vardı. Bu manzara bu evde geçirilen hayatın hüzün verici bir timsali gibiydi.
Bir çan çaldı. Yemek vakti gelmişti. Aşaği indim. Madam Radven merasimperver bir tavur-la kolumu aldı ve yemek salonuna geçildi.
Bir hizmetçi ihtiyarın koltuğunu çekiyordu. Büyük baba tabağının önüne oturur oturmaz
yemişler ve tatlılara hırs ve me-
' i
rak dolu bir gözle baktı. Sarsak başım bir tabaktan ötekine çevirmek için zahmet çekiyordu.
Uvakıt Sımon ellerini oğuş-Budu, bana: .Bak nekadar eğleneceksin» dedi. Çocuklar benim şerefime obur büyü baba oyununun oynanacağını görerek üep birden gülmeğe başladılar. Anneleri hafifçe omuz şilkerek tebessüm ediyordu.
Radven elleriyle ağzının etra
buda bir huni teşkil ederek bağırdı:
.. ~ Baba bu gece kaymaklı sütlaç var. .
İhtiyarın buruşuk yüzü parladı ve anladığını göstermek ıçm yukardan aşağı titredi.
Yemeğe başladık. Büyük baba çorbayı sevmiyordu.
k akat sıhhati için ona zorla çorba içiliyorlardı.
Hizmetçi kaşığı zorla ağzına tıktıkça o çorbaları, fiskiye"«ibi etrafa püskürüyordu. *
Çocuklar gülmekten katılıyorlar, baba memnun bir tavurla tekrar ediyordu:
— Re tuhaf ı'l
Yemek devam ettiği müddt
56 Bade-rUnla meŞgUİ oIu,ldl1
uyük baba sofraya kona yemekleri gözleriyle yiyor, çûgu casına titreyen eliyle onları y; balamağa, kendine çekmeğe u( raşıyordu. Onun telâşlı gavretin yemeklere doğru titrek atılısın gozu, ağzı, burnuyla biitüı varlığının meyus istimdatların seyretmek için tabaklara mahsuı uzağa koyuyorlardı, Adamcağa: kelimesiz homurtularla 1,ağrıyor peşkirinin üstüne ağzından sal yalar akıyordu.
. _ Bütün aile bu şeni ve kaba işkenceye gülüyordu.
Sonra tabağına küçük bir parça koyuyorlar: ihtiyar bunu
hummalı bir oburlukla silip süpü-ruyordu. 1
Kaymaklı sütlaç geldiği vakit ^;ardbm İhtiyaC geMİ-
niz büyük babîif Bundaıfyeme-
yeceiismız,» Ye ona sütlaç veY meyecek gibi- yaptılar. . - ;
Çocuî IValat" a«a başiadi.
gülerlerken "o "titre^^Tyfe ağlayordu. ■
Nihayet onun da hissesini getirdiler. Tatlının ilk lokmasını yerken gülünç ve hırslı bir gırt-İIR gurultusu, fazla iri bir parça yutan kazlara mahsus bir boğaz hareketi yaptı.
„ Sonra bitirdiği vakit, bir parça daha istemek için ayaklarıyle tepinmeğe başladı.
Ben derin bir merhametle yalvardım: «Bir daha ver»
. Simoa cevaP verdi: »Olmaz azizim. O yaşta bir insan fazle yerse basta olur.»
düşünm*™ Gbd söz üzerine
Ey ahlâk, irfan, ey mantık' Demek ihtiyar olduğu için onu, sınnatı endişesiyle, dünyada tadabileceği yegâne zevkten mahrum ediyorlardı. Onun sıhhati bu hareketsiz ve titrek insan enkazı sıhhati ne vana çaktı
Söylediklerine göre onun ha-t_ yatını muhafaza ediyorlar Bu zavallının kaç günlük ömrü a kalmıştır ki? On, yirmi, elli ve _ ya yüz. Niçin! kendi iyiliği için mı yoksa onun kudretsiz pisboğazlığının manzarasından aileyi mahrum etmemek için mi ?
t Onun bu hayatta yapacak , biç ama hiç bir işi kalmamıştı. 1 Bir tek arzusu • kalıyordu- bu son zevki ona tanıamiyle, 'ölünceye kadar vermemek niçindi?
Uzun bir iskanbil oyunundan sonra yatmak için odama çıktım. Mahzun, çok mahzundum.
Pencerenin önüne geçtim. Dışardan çok hafif, çok tatlı, çok güzel bir kuş sesi geliyordu Bu kuş mutlaka *" gecenin içinde' yumurtaları üstünde uyuyan dişisi için ötüyordu.
Aklıma çirkin karısının ya- ; mnda horlayan zavallı dostunum beş çocuğu geldi.
Mes'ul Müdür: Faruk Nafiz . İstanbul _ DeJkTîvÜ^^ 1