1946 Ekim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1946 Ekim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kaynak: TÜSTAV - Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı Arşivi

SAYI : 2 — 15 Ekim - 1946
Fiyatı: 25 kuruş
k *
Veremle mücadele bir fer d işi bir devlet
Dr. Sabirr
Dram Sanatı
Prof.
değil
DOSDOĞRU * *
p
BAFF
I
Yunus mu söylüyor oratoryo mu?
Abdatb&ki GÖLPINARL1
Bizim sokak
Cevdet Kudret SOLOK
Şarlo ve Demokrasi
Aratan KAYNARDAĞ
’ARAFINDAN BAĞIŞLANMIŞTIR
BU YAYIN/BELGE TARİH VAK F l’na vUİB '•AN Sikleri
/
- !
2-15 Ekim - 1946
SAYI :
Fiyatı: 25 kuruş

Veremle mücadele bir ferd işi değil bir devlet işidir
Dr. Sabire DOSDOĞRU
Dram Sanatı
' Prof. SAFFET
Yunus mu yalan söylüyor oratoryo mu?
Abdülbâki GÖLPINARLI
Bizim sokak
Cevdet Kudret SOLOK .
■f: W**** - 'J‘
wb*4- *^r’
L

öraüSH-.i'iiÇv ~-vK^Sı ’•»*$> o3L-.


fjiç • JESaKh



jfl||SWSa^
jy /i f»’ . *9sl*

1 «•» mr/ZİMt

■ .
Şarlove Demokrasi
Aralan. KAYNARDAÖ

Herbert Wells’in Ölümü
AJANSLAR İngiliz romancısı..
Herbert VFells'in öldiiğiinii berber verdiler. En muhafazakar memleketlerden birinde ileriye, insanların geniş saadetine doğru giden hareketlerin ’ daima sadık miidafaacılarından olan böyle bir adamın ölümün.‘i* demokrasi için kayıp sayıyoruz Son dakikalarına kadar İngiliz emperyalizminin en acı tenkitçilerindin, oldu. İkinci cephenin bir an evvel açılarak diğer cephelerin yardımına koşulması için bir çok yazılar yazdı. 19^3 de İngiliz faşist liderlerinden O s w a l d M o s (c y’in ser best bırakılması üzerine Tribüne dergisinde Çörçil,e karşı sert bir yazı yazarak onu istifaya davet etmiştir.
Nells’i çoğumuz muazzam muhayyelesinin yarattığı romanlarından tanırız. O bunlarda asrımızın hasretlerini ifadede çok muvaffak olmuştur. Pedegoji, fek* s^fe, miisbet ilimlerle de meşgul olduğu için eserlerinin sağlam yapısına daima bunların tesirini görmek kabildir, Ayrıca müsbet ilimler, felsefe ve tarihe ait eserleri de vardır. Bu arada cihan tarihinin Ana Hatları tiirkçeye çevrilmiştir. İnandığı ileri fikirleri eserlerine bir tez olarak koyarak telkinlerde bulunuyordu, ölümüyle dünya pek muhtaç olduğu namuslu kimselerin birisinden daha ayrılmış oluyor. • ,
Dünya Üniversiteliler Kongresi
DÜNYA üniversitelileri kongresi 18 Ağustosta çalışmalarına son vermiştir. Kongre son oturumunda Prttğda çıkmak üzere bir aylık dergi yayınlamayı karar altına almıştır. Dergi Fransızca, Rusça, İngilizce, ve Çekçe olarak hazırlanacaktır.
—YIĞIN —

Her ayın 1 inde ve 15 inde çıkar fikir ve sanat mecmuasıdır. Yıllık abonesi ( 600 ) kuruş, altı aylık ( 300 ) kuruştur. Öğretmen ve öğrenciler için bu fiyatlar 500 ve 250 kuruştur - Basılmıyan yazılar geri verilmez - Muhabere adresi: Posta Kutu-'su ( 1600 ) Galata - İstanbul - Sahibi ve yazı işlerini fiilen idare eden: Adil Yağcı. Basıldığı yer : F - K Basımevi
— İstanbul —
Romanyada Tercüme Faaliyeti
n • .
(Sİ İLÂ dan kurtulalı bir seneyi geçiyor. Bu zaman içinde Ro-
r
manyada her sahada yeni bir faaliyet başlamıştır. Bilhassa geniş bir te. etime
çalışması göze çarpıyor ki, burada bundan bahsedeceğiz.
Son günlerde muhtelif milletler-
den çevrilen eserlerin mühimlerini bildiriyoruz. Malt \Vitman . ot yapt rakları; Eug. O’Ncill “ Elektro laşan keder „ Erskine Calduel ; “ Tütün
}'alu\', J. Stenbeck, Gazap Üzümleri, sonsuz mücadele, Kenar Mahalle; Sihc-lairs L.uis: Canavar; A. Huxley; İki veya üç iyilik; İl ya Ehrenburg Hatırla Alınan yada Barisin sukûtu; Aragon: Fransızların büyüklük ve' zaafları; Roger martin'du Gard: Les Thibault; Saint E.vupery: İnsanlar.in Toprağı; Marcel Frenant: Daruûn; Marcel Ollivier: Spa-rtacus; 1. Berrin : Atomlar.
Bunlardan başka Roman ya tabileri bir çok eserleri Fransızca olarak basmı-ya hazırlanıyorlar. Fransa ile alış veriş imkânları henüz düzelmediğinden halkın kitap ihtiyacı böylelikle karşılanacaktır..
4 I
Bu hummalı ve özlü tercüme çalışması Maarif Vekilliğimize ve kitapçılarımıza basacakları kitapları seçerken örnek olacak bir seviyededir.
: ’tt
. !
Filim Festivali
' 1 RANSA’nın Cannes şehrinde
| enternasyonal filim festivali açılmış bulunuyor, iştirak eden on dokuz millet iiç haftalık bir zamanda en güzel {ilimlerini teşhir edeceklerdir, festivalin mükemmel ceryan edebilmesi ve tamamen antifaşist bir karekter göstermesi için Fransız hükümet makamları bilfiil alâka göstermektedirler. Festivalin sonunda en iyi artistlere, sahne vazı ,larıha, filim müzisiyenlerine ve rejisörlere bir jüri tarafından tâyin edilen mükâfat verilecektir. Festivale yerli {ilimleriyle katılan devletlerin isimlerini bildiriyoruz: Arjantin, Danimarka,
Amerika Birleşik devletleri, İngiltere, İtalya, Meksika, Portekiz,' İsveç, Çekoslovakya, Romanya, Sovyet Rusya, Belçika, Kanada, Norveç,- İsviçre ve Fransa' ,
Yukarda saydığımız isimler arasında Türkiyeyi de görmek isterdik .
Festivalde mükâfat kazanan {ilimlerin, artistlerin, müzik parçalarının isimlerini gelecek sayımızda bildireceğiz:
Harpten önce Fransız romanının halkçı temayülleri Pierre Hamp, Roger Martin dıi Gard, Eugene Dabit ve Aragon gibi muharrirler yanında Paul Nizan ı da bir ad olarak ortaya koymuştu. Kendisin, den çok şeyler umulduğu sırada harp onu aramızdan aldı. 1940 da Normandie’de kumanda ettiği kıtasının başında çarpışırken ölmüştür.
Ölümüne kadar demokrasinin en dinamik bir savaşçısı oldu. Hele İspanya iç harbi günlerinde faşistler aleyhine söylediği her nutuk, Cumhuriyetçi İspanya için yeni bir kuvvet oluyordu. Genç olduğu halde birçok eserler verebilmiştir. Aden Arabie adındaki romanı Goncourt mükâfatını kazanmıştır. İnkılâpçı ve ileri temayülü gazete ve mecmualarda yazdığı bütün yazıları topladı. Eserlerinde, istihsal enerjisinin uğuldı-yan atmosferini bütün genişliğiyle buluyoruz.
Conspiration en mühim eseridir. Bekçi köpekleri romandan ziyade bir takım münevverlerin hicvidir.
A n t o i n e B 1 o i y e romanında demiryolu işçisini titizlikle tetkik ederken edebi dehasını göstermekten de geri kalmamıştır. Eserleri arasında bir de Dabit’ye Tazim kitabını sayabiliriz.
Pariste »Ecole Normale’i bitirdikten sonra klasik öğretimin faydalı olmadığına kani olarak ileri muhitlere devama başladıl
Harp çıkmıştı, o, bu harbin halkçı karakterini herkesden önce görenlerdendir. Cepheye giderken (bu harp zalimlere karşı hürriyetin zaferiyle nihayetlenecektir» diyordu. Fakat zaferi göremedi.
2
Atatürk İnkılâbı ve Tarikatlerin Kaldırılışı
Mısırdan sonra Suriyede de tarikatların kaldırıldığını Marseilla-isede Röber tSaladin’in bir yazısından öğreniyoruz ( Sayı 104,21-, Ağustos-1946) bu suretle tarikatlar, Türkiye’den itibaren Afrika müstesna, bütün şark ülkelerinde tarihe karışmış bulunmaktadır.
Müslümanlık, inanıştı ve tanrıya yakınlıkta dereceler kabul ■ ederse de Kur’aııda felsefî delil ve düşünceler yoktur.
Fakat sııırlır geni 1-di.tçe bir y.njan Hint-İran, öbür yandan Roma Bizans »esrlerıyle bir . din felsefesi olm.ış, mezheplerle b>rer düşünce sist mi Kur.ıiın.ış, ayni zamanda iatisıdî şartlar, Hint ve Yunan felsefesindeki mistik telâkkilerin yayılmasına sebep olmuştur. Bu suretle tasavvuf, bazı yerlerde zahitlik halinde sistemleşirken yer yer de eski Türk Şamanizm’inden, Mazde-izmden, Maniheizmden,' hattâ Mezdek ve Babek mezheplerinden unsurlar almış, inanış bakımından pek az farklarla aşın A-levî-Batınî zümreler halinde sis” temleşmiştir. Bunlar müslüman lıktaki mümin, kâfir aykırılığını ve zahirî hükümleri kaldırarak insaniyetçi bir görüşü benimsemiş, Yeni eflâtuncuların 'mistik “vahdeti vücudiyle İsmailileriıı yay. dıkları eskiYunan felsefesinin müs lümanlaşmış şeklinden başka bir şey olmıyan Hukema mesleki de yüksek bilgi sahibi sofilere geniş bir tesirde bulunmuştur.
Böylece iki çeşit tarikatlar topluluğu meydana gelmiştir; 1) Tan-^ ri adlarını anarak hakikate ulaşacaklarına inanan ve kendilerinden olmıyanlardan külahları elbiseleriyle, ayrılan, daha ziyade zahitçe hareket eden sofiler, 2) Her türlü kayıtlardan kurtulmayı esas tutan ve ancak aşk ve cezbeyi’ (extase) kabul eden aşırı vahdeti vücutçular. ,
Kaadiri ve rufai gibi ilk kuruluşlarında tamamile sünni olan tarikatlar İran ve Anadolu’da batini zümrelerin tesiri altında mahiyetlerini kaybetmişler, böylece Nakşilerin halidî kolundan başka hemen hepsi Alevileşmiştir. He- , le rumeli rufaileri, - tamamile bektaşileşm işlerdir.
Türkiyede sosyal hayatta bek-taşi ve mevlevilerle sanradan hamzavî adını alan .bayrami melâ milerinin sürekli bir tesiri olmuş-" tur. Bektaşîliğin kökü ve kaynağı olan babailer, daha XIII. üncü yüz yılda Anadöluda büyük bir
çoğunluk kazanmışlar, köylü ve göçebe Türkmenlere dayanarak Selçuk imparatorluğuna karşı büyük bir halk isyanı meydana getirmişlerdi. Temelleri sarsılan İmparatorluğu üç yıl bunaltan bu isyandan sonra XV. inci yüz yıl da Bedreddin, daha açık bir prensiple ortaya atılmıştı. XVI. ııcı asırda bektaşil^rin kalender çelebi isyanın 'aıı sonra tarihle bu kadar geniş ve hedefii bir halk hareketi görülmüyorsa da softa isyanlarından başka isyankarını hele celali isyanları m’ çoğunda batını inanışın büyük bir tesir, olduğu muhakkaktır. Mevleviler hiçbir vakit böyle bir hare ıctte buluııınaınakla beraber çok sıkı disiplenlerile kitle arasında tama . mile ayrı bir topluluk halinde devam~etmişlerdir.
Hamzavilerse fütüvvet yoiu-lunun, yâni ahılarin teşkilâtına vâris olarak aralarında Bedred‘ dinin fikirlerini tahakkuk ettirmişler, hükümetin bir çok imha hareketlerine rağmen son devirlere kadar özlü bir kardeş hayatı sürebilmişlerdir. Din, rakıs, ve müziği, hattâ şiiri haram sayarken bütün bunları ibadet sayan, halk ve divan edebiyatında özel bir çeşit yaratan tarikatlar, XVII inci yüz yılından itibaren çökmiye dalkavuklar yeliştirmiye başlamışlar, kuruldukları devir-lerde.ileri fikirlere insaniyetçi birer topluluk yeri olan tekkeler, işsizlere geçim ocağı, ahlâksızlara redaet yatağı haline gelmişti. Böylece müsbet düşünce devresinde tarikatlar, lüzumsuz olmakla kalmamış, muzır bir müessese olmuştu.
Atatürk medreselerden sonra tarikatları da kaldırmakla büyük bir isabet göstermiştir.
Siyasî Partiler
Fikir hayatımız uzun zaman-daııberi hasretini çektiği çeşitten bir kitaba kavuştu. Niyazi Berkes’in " Siyasî Partiler „ kitabını son senelerin kültür hayatında büyük bir hâdise olarak kabul ediyoruz.’. Son harp insanların zararını gör düğü peşin fikirlerden çoğunu tasfiye etti; rehberin, rehberliğin, beliren iki taraftan hangisinde olduğunu göstermeğe yardım etti. Memleketimizin de de mokrasi tecrübelerine giriştiği bir anda böyle bir kil ıhın neşri ' bizim içiıı ekme ’ad-.r, sıı kindar kıymetlidir
Fakat, hemen şıııu soy iyel.rn. ki bu yazıy.e, itabın politika ile ilgili bir tanıtması ’1 yapacak değiliz; onun içtimai ve külüre 1 değerini belirteceğiz. Yurt ve Dünya yayınları sosyal problemler serisinin üçüncüsü olan eserde seçilen dört büyük devletin siyası partileri anlatılmaktadır. Kitabin ilk bölümü, siyasî parti nedir, sualine cevap veriyor. Edebiyat ve felsefeden uzak müsbet bir tahlilin elde ettiği tarif şudur: “Modern mllnasiyle parti bir camianın işlerini yürütmek meselesinde ortaya çıkan ve bir takını menfaatlere dayanan görüşlerin hangisinin üstiin geleceğini tâyin etmek üzere halkı hakem olarak kabul eden ve çoğunluk hangi tarafı tutarsa iktidarı ona bırakan zümrelerdir. •.
Partilerinin gelişmesi kitapta ilk olarak ele alınan İngiltere, tarihili bir devrinde diğer millet, lere idaresiyle örnek olmuştu-Krala karşı, derebeylere,hak arayan Magne Charla, nihayet işçi sınıfı na hak isteyen Peoplcs Charter’i z.i]ı~ rettikteıı sonra, Tory, İFtğr (yâni muhafazakâr, liberal) zıddiyetinin tarih boyunca durumu anlatılıyor. 7rnde - ımion'larin (yâni İngiliz sendikalarının ) nasıl teşekkül ettiğini öğreniyoruz. İşçi partisi hakkında: kuvvetli olduğu zamanların-(Sonu lOunCıı sayfada)
Cahit Saffet İrgat
Rüzgârlarım Konuşuyor* —Şiirler—
Okuyunuz
3
A
ve „ p’rola-ilk günlerde Batı kültür dünyasına ‘erine
YENİ ADAM- dergisinin, oıı ■ üç yıl neşriyatlna’devam ettikten sonra faaliyetini tatil ettiğihi teessürle öğrendik. Memleketimiz için oldukça uzun bir ma ti demek olan bu on üç yıl içinde
dergi çok değişik bir karakterler manzumesi göstermiştir. İleri bir kültür a'nlayışiyle şerefli sayılmakta tereddüt edilmiyecek günler idrak eden Yeni A d a m, zaman zaman bu günlere aksi istikamette bocalamalar geçirmiştir. Cumhuriyetin onun cu yılında “Ülkümüz demokrasi cumhuriyet için çalışmaktır siyle çıktığı............... " '
açılanjbiricik penceremiz olmuştu. Bu karakterine ancak b‘.r yıl ısrarlı devam eden gazete, okuyucu sayısını *rtırmık maksadiyle yazılırını vülgarize etmek mecburiyetini hissetmiş ve bu sıralardı tavukçuluktan bergsonizme kadar değişik mevzular üzerinde küçümsenmeyecek bir neşriyat yapmıştır. 1936 yıllarında derginin neşriyatında bir kalkınma başlamıştır. “İrk dâvası batıldır, m illiyet davası haktır, prensibiyle kendi fikir . istikametini çizmiş bulunan Baltacıoğlu,' bu yıllar içinde daha ileri bir kültür dünyasına geçmek istidadını gös'ermiş ve bu, onu, “Niçin a n t i -faşistim ?„ adlı meşhur makalesini yazmıya götürmüştür. c936 1937 • 1938 yılları Yeni
A d a m ’ ın tarihçesinde aydınlık bir yapraktır. Memlekette reaksiyoner elemanların şahlandıkları ve “demokratım, anti faşistim,, demenin bir cesa rete mütevakkıf olduğu günlerde Yeni Adam, etrafına toplanan namuslu münevverlerle demokrasi ve cumhuriyet yolunda vaade ttiği vazifeyi hakk yle başarmıya çalışıyordu. Fakat, iktibas 'ttiği bazı ecnebi kari -.atürleri ve yazılarından birkaçı fazla taşkın addedildiğinden uzunca bir müddet kapatıldı. Bu tatil onun inkılâpçı zihniyetine iyi bir dar be oldu. Uzun bir sükûttan sonra tekrar çıkmıya başlıyan Yeni Adam artık siyasî hakkını kaybetmiş bulunuyordu. Fakat ileri ruhunu terkede' ceğîne dair henüz ortada bir emare joktu. Fakat inkılâpçı karakteri gittikçe daha .n-J. yok oldu. Bu devirde Baltacıoğlu’nun, ki dostlarından ; _ arkada'bıraktığı şerefli maziyi kabuslu
zayıfladı ve vefakâr es-ayrllmık imkânları aradığını ve ı bir rüya addettiğini teessürle gördük. İleri fikirli elemanlarını birer vesiyle icadedip atlatan Baltacıoğlu işi, yıllarca’bir bayrak gibi dalgalandırdığı “Ülküm üz Demokrasi ve cumhuriyet için çalışmaktır» aforizmasını gazetesinde* atacak kadar ileri götürdü. Artık Yeni ; Adam için, Baltacıoğlu’nun yalnız kendi mez'ye1 ve üstünlüklerinden bahseden ve küçük bir hay yanlar gurupunıı etrafına toplıyan devri başlamıştır. Sübjektif hükümleri» beslediği "ve “Türke Doğru» umumî başlığı altındı topladığı birtakım yazıları muhitten ciddi bir aksülâmel değil ancak bir is tihza toplamıştır. Kuş lokumu, Aşure, Alaturka hamam ve Maraş papucu... üzerine yapılan methiyeler yalnız arkadaşlarını değ'l okuyucularını da dağıtmıya başlamıştır. Bir zamanlar, “Yeni eskiyi değiştire değiştire değil, yeniyi araya araya bulunabilir» diyerek herşeyin en ilerisini arayan Balta-cıoğlu, hudutları belirsiz bir gelenekçilik peşine düşerek etrafını nyalamıya başlamıştır.
4

Bu eski rektör, fik:r hayatımı-za çok müsbet tesirleri olan bu üniversite profesörü tekrar profesörlüğüne kavuşunca, etrafta, mücadeleci şahsiyetini bıraktığı zehabini uyandırmış, hattâ, bütün
bu mücadelelerin tekrar eski mevkiini elde eteni-ye bir basamak olarak yapılmış olduğu kanaatini vermiştir, Silik bir şekilde neşriyatına devam eden Yeni Ad a m’ın varlığı ile yokluğu aracında bir fark kalmamıştır. Fakat memleketimizde _de gelişmiye başlıyan demokrasi anlayışiyle tezat haline düşen .bu son neşriyatı tevil maksadiyle birtakım sathî yenilikler yapmak zarureti hissedilmiştir. “Türke Doğru» tezi en iyi materyellerin bile indî hüküm ve tefsirlerle insanı, çıkmazlara sürükleyebileceğinin güzel bir delilidir. Burada ele alınan gelenekçilik, her devir için ileri hamlelere bir enerji, kaynağı olmaktan ziyade reaksi--' yoner mukavemetlere bir dayanak vazifesi görmüştür. “Türke Doğru» tezi, acemi br taktikle yerini “Batıya Doğru» ya terk etmiştir. Durkheim sosyolojisinin mı ni; çitimizde en kuvvstli bir ta rafları olmakla tanınan sayın profesör yavaş yavaş eklektik bi.r jkarm akarı şıklık içinde fikrî şahsiyetinin safiyetini kaybetmiş, ve kendisini, günün hâkim ceryanlarına kaptıran ve bu yüzden her an renk değiştiren bir bukalemon tavrı takınmıştır Ne çare ki, “Batıya Doğru» tezi de Yeni 'Adam’ın canlanmasına yariyaeak bir serum olmaktan uzak kalmıştı*. Zira öz aynı kaldıkça, satıh üzerinde yapılan demagojik değişikler hiçbir şey ifade edemezler. Son aylar içinde Yeni Adam, yeniden siyasî yazmak imkânlarını'elde etmiştir. Fakat bu, onun büsbütün rağbetsizliğe düşmesine katî bir sebep olmuştur. Kıymetli elemanlarının- hemen hepsini kaybeden ve politik- olgunluk bir yana, esaslı birlise kültüründen mahrum birkaç acemi yazıcının yardımına muhtaç bir halde bulunan Yeni Adam gün geçtikçe zarar eder bir mevkie düşmüştür. Öyleki, neşriyatını tatil etmeden birkaç hafta önce, bütün geliri, bazı makamların temin ettikleri birkaç yüz aboneye inhisar • ediyordu... '
Bütün bun ara rağmen, Yeni Adam’ın kapanışı içim zde bir acı uyandırmaktan geri, kalmadı-Nasıl uyandırmasın ki iyi günlerinde; .memleketin kıymetli şahsiyetlerinin yardımını temin ederek, bizim fikir ve ruh gıdamız olmuş, ve birçok gençleri, himayesi altına alarek yetişmelerine, ilk şöhretlerini yapmalarına zemin hazırlamıştır. Toprağı, bol olsun.
' ■■ O'ı
Hürriyet, hürriyeti jFatay’ın Ziya Gökalp’a ait bir h .tıraşı: “Rahmetli ZiyaGökalp, İttihat - Terakki cemiyetinin /umumî j merkez âzasından idi. ; Geçen dünya harbinde bir gün [ Büyükada’da bir. piknikte bulananlar, kendisinin çamlıktan:
Hürriyet... hürriyet diye bağırdığını duyarlar. İttihat -ve - Terakki umumî merkez âzasınıu sıkıyönetim devrinde bağıra bağıra hürriyet arayışı herkesin;tuhafına gider. İçlerinden bir kısmı- • na biraz da şüphelenme gelir.' Halbuki hürriyet, rahmetlinin kızının adı idi»

cephesinin
Arslan Kaynardağ
|Çütüphane dolusu ciltlerden daha çok, Şarlo’nun filimleri zamanımızı gelecek nesillere anlatacaktır. Şarlo yirminci asrın ilk yarısının en büyük mümessilleri arasında bulunuyor. Alelade bir mü' ■ zik-hol artisti iken büyük tereddütlerden sonra 1913 de sinema sahasında çalışrrıya başladı. Lu-miere kardeşlerin insanlığa hediye ettikleri bu yeni temaşa tnzı o zaman henüz sırf tecessüs yüzünden halk kitlelerinin ilgisin1 çeken l ir eğlence nev’inden başka bu şey değildi. Seneler ilerledi; bazı sinema züpptleıi tamamiyle basit mânaları haiz olan şiir, pivrs, hi ' kâye halinde denemelerle Şarlo’ya müracaata başladılar. Onunla be* raber bayrak açmak isteyen eks" presyonistler, dadaistler, sürrealist’ ler vardı. Hattâ bir Alman ekspres . yonistinin ifadesine göre Şarlo uzun ve meşakkatli çalışmalardan sonra bastonunu kullanmıya karar vermiş ve bu sayede insanlara bugünkü dünyanın mevcut sınırları dışında bir yol göstermek is1 temiştir. Elie Faure da bir yazısın da Şarlo hakkında şöyle yazıyordu. «Ayaklarile kendine gör.e bir şekil vererek sıçradığı zaman tefekkürün iki müfrit hududunu temsil etmektedir; sol ayak biraz zavallı gözüküyor fakat kendinden en emin ve bilgisi en hakiki olanı edur. Sağ ayak ise nekadar doymaz bir hırsa sahip...» Halbuk’5 Şarlo’nun kendisi böyle mitolojik t( mayüllerden kaçınır. Realist sinemanın bir şaheseri olan L a P a risienne, Pelerin, P e t i * ot eserleri yeni a>ti fn haıpt n önceki çürük yollı İliç ür alâkas1 bulunmadığını gösteriyordu ve bu f.timler n. en sonuncusu 19?3 d: stüdyodan çıkmıştı.. G. niş bir. reı lite aulay şı, sosy .l tenkit f kr> hayatın kalkcı anlayışını karakte' rize eden bir felsrfe ve hümanizm Şarlo’nun eserlerinin vasıflarından-dır. Yukarda saydıklarımızı taki-btden “Altına Hücum,
k
ŞARLO’nun yeri Demokrasi ön safındadır
Canbazhane, Şehir Işıkları, A s r i Z a m a n I a r„ git i Mimlerinde bu hususiyetler daha açık görülüyor. Diktatör, fi-limlerinin şaheseri, onun nekadar. olgun ve yüksek bir sanatkâr olduğuma delilidir. Ş ırlo’nun yeri demokrasi mücnd( leşinin en ön safındadır. Stalingrat sav-şlaıı sırasında Sovyeller Birliğine hitabede bulunan Şarlo «Demokrasinin en ileri • ve en kuvvetli hattının sovyet sınırlarından geçtiğini» ilân
■ r .ediyordu.
İddiaya göre bir New-York sineması 1916 senesinde programına Şarlo’nun iki filmini koymuştu. O zamanki hasılattan yaptırdığı salonu 30 senedir kullanmaktadır. Sinema kapılarında uzun uzun insan dizilerini görmek için Şarlo’nun Mimlerinden birisinin ilânını veımek kâfidir. Modası geç-miyen filimler sadece onun filim-leridir. Bu hal onun bir sokak çocuğuna olduğu kadat bir köylüye, bir şehir memuruna hitabetmesini bilen dehasından ileri gelmektedir-.
Şaılo’ııun Festival C ha r 1 C h a p 1 i n ismindeki son bir eserinin bugün Ameıila fe Avrıpa-da çok l iiyv.k bir ilgi topladığını işit yotuz. Bu eser Şarlo’nun'İ917 de çeviıdiği dört filmin devamıdıı* Fı-kat işin en mühim tarafı Ame" tıkan filim prodüktörlerinin Şarlo’-nun filimlerini sansüre ı taneleridir. Meselâ E m i g r a n.jt isimli filminin en güzel sahneleri makaslan-mıştır. Gemi limana gelir, uzaktan hürriyet heykeli görünür, f(kat tam o s rada bir süıü polis muhacirler üzerine atılarak onları, hayvanmış gibi döverltr... Bu sahne filimden olduğu gibi . çıkarılmıştır. Kapitalistler Şarlo’yu telifei göstermek istiyorlar. Halbuki o bugünkü eri
t- lifei olmaması sayesinde muştur.
r5:" Şa-lo’ı.u ı
şilmı z. durumunu su f
lul-
ilk f İminden son fi-liml-'rine kadir geçird ği tekâmülün mantıki şeyi nedir; dünya si-n-maçlığında Şarlo’nun nasıl bir yeri va>d r; eserinin esas tema ve davaları hangisidir? Bil suallere son zamanda Amerikada çıkan bir kitapla cevap verilmek istenmiştir. Biraz da bu kitaptan bahsedelim: Kitabın ismi Charles Spencer Chaplin’dir. (Sinema tarihi ve dünya sinemecıl'ğı üzerine mater-, yr İler isimli serinin ikinci cildi). Eser iiç kısımdan müteşekkildir. Birinci kısımda Şarlo hakkında dört makale vardır. İkinci kısım Şarlo’-• nun kendisi ve san’atı halikındaki sözlerini ihtiva ediyor. Üçüncü kısımda Şarlonun filmografısi dır. f *'
Bu kitapta “((üçük insanın isimli makalesinde M.
«I
var-
por-Blei-•Chaplin bu günkü sinema (Sonu 73 üncü sayfado)
tresi„
nwnn
Yunus mu yalan söylüyor, yoksa Oratoryomu?
Yunus, yalnız mistik olsaydı, ölüm korkusundan, tanrı aşkından, niyaz, inkiyat ve tevekkülden, nihayet son nefesini vermeğe hazırianışından ibaret olsaydı çoktan ölecek, Sayın Ahmet Adnan Saygun’dan kurtulmuş olacaktı.
ECEN sayımızda biz," bizim Yunıı-sumuzu değil,dev-rinin Yunusunu, hakikatin Yunusunu, gerçek Yu-nv.s’u, Yunus’un sözleriyle anlat" tık. “Oratoryodaki şiirlerin hepsi Yunus Emre’nin dir.„ ( Ahmet Adnan Saygun: Yunus Emre, Oratoryo, Ankara Millî Eğitim Basımevi, 1946, s. 12) diyen kitap, yalan söylemiyorsa şüphe yok ki yanlış söylüyor. Fakat biz, yazımızdaki şiirlerin hepsi Yunus Emre’ııindir diyoruz yanılmıyorsak sözümüz doğrudur., Yunus’un yeni yazmalarına XIII ün-’cü yüzyıldan .XVIII inci yüzyıla kadar gelip geçeıı sofi şairlerin birçok şiirleri karışmıştır. Şöhreti yüzünden sonradan ağızdan ağlza gelen ve kimin olduğu bi-linmiyen İlâhi ve nefeslerin çoğu da Yûnus adına kaydedilmiştir.-Eski ve Yunus zamanına yakın yazmalarda bu karışıklıklar tabii pek azdır. Zaten Yunus’un dili ve edası, o kadar bellidir ki ondan başka şairlere ait olan şiirler, hemen anlaşılır. Bütün bunları ayrı ayrı makalelerimizde, sonra da “Yunus Emre - hayatı,, adlı eserimizle (İkbal kitabevi, İstanbul,. 1936) “ Yunus Emre divanı,, nın önsözünde (Ahmet Halit kitabevi, İstanbul,1943) etraflıca yazdık, ispat ettik. Fakat oratoryo bestecisi, bütün bu olaylardan habersiz kalmış, oratoryosunu on üç parça şiirle meydana getirmiş. Bu şiirleri, bizim yayınladığımız divandan önce yayınlanan ve altı asır içinde gelen birçok şairlerin, Yuııus’a izafe edilmiş' şiirlerini muhtevi bulunan bir divandan derlemiş. Halbuki bu on üç parça şiirin sekiz tanesi Yunus’un değildir. Birinci bölümdeki ilk şiir parçasiyle
6
Abdülbâki GÖLPINARLI
(No 1 Grave) ikinci bölümdeki birinci şiir parçası (No. 6 Aria), . ara bölümdeki şiir (No. 11 Re sitativo), üçüncü bölümdeki şiirin ilk mısraı, ‘ .
Aşkın aldı benden beni, bana seni gerek seni
mısraiyle başlıyan parça (No. 12 Vıvo) ve oratoryo’nun son parçası (No. 13 Koral) Yunus’un-dur. Bunlardan başka, oratoryoyu meydana getiren şiirlerin hiçbiri, tekrar edelim ki Yunus’un değildir. Zaten dil ve eda bakımından da bu bozuk düzen şiirlerin Yu- . nııs’a ait olmadığı ehline malûm--dur. 9 numaralı parça, Bayramiye tarikatından Himmetiye kolunu kuran ve XVIII inci yüzyıl şeyhlerinden'olan Himmet efendinindir, divanında vardır v.e bu asırdan önce yazılan Yunııs divanlarının hiçbirinde yoktur, tekkeler kapanıncıya kadar hepsinde de Himmet’e ait olarak söylenirdi. 12 numaralı şiirin ilk mısramdan sonraki dört mısra Aşık paşanın dır. Nuruosmani’deki mecmuada ve daha birçok eski yazmalarda Aşık paşa adına kayıtlıdır, hatta yine Aşık paşanın olarak yayınlanmıştır da. Öbür parçalar da Yunus Emre’den başka Yunus’la-rln, yahut büsbütün başka kişilerindir.
Oratoryoda “Yaşum, işüm, te-ferrüç eyleyû, vardım, gerû, deyû, gibi bir hayli gariplikler de var. Ozamanın konuşma hususiyetlerini bugün, hem de yanlış olarak göslermiye ne lüzum vardı? Mutlaka asla riayet lâzımsa bunların .doğrusu “ Eyleyü, gerü, deyü „ olarak yazılmalı, söylenmeli ve “benim, kanadım,, yerine de “be-ııüm, kaııadum„ denmeliydi (s 14).
Sekiz numaralı parçanın birinci, ikinci, dördüncü, beşinci ve altıncı mısralarında vezin düşüktür. Müzik bakımından söz söylemek bize düşmez. Yalnız şu kadar-cık söylemeden de geçemiyeceğiz: Kitabın II nci kısmında (s 20-26)> eserde yerli nağmeler bulunduğu kaydedilmektedir. Bu nağmeler en fazla “No. 4 Arıa„ ile “No. 8 Ariazo„ ve “No. 12 Vivo„da kulağa çarpıyor. Ariada, bilıûem yanılıyormuyuz, hiç bir zaman mevlevihanelerin hiçbirinde çalınmamış olduğu halde yanlış olarak mevlevihane peşrevi denen peşrevden nağmeler duyduk, ari-azoda Pirsultan’ın “Güzel aşık çevrimizi çekemezsin demedim mi» mısraiyle başlıyan. nefesini dinledik. Bu nefesin ' bestesi, “Aman şimdi, halim yaman şimdi„ diye başlıyan uydurma bir halk havasına da giydirilmiştir. Vivo-nun son üç dörtlüğü, bizim Yunus’un olmıyan, sonraki . Yunus’-lardan birine ait bulunan meşhur “Şol cennetin ırmakları akar al-" lah deyü deyü„ bestesine tatbik edilmiş. Eserin bir yârinde bir marş bestesi de duyar gibi olduk. Ağır ve günlük kokan bir kilise havasının içinde birkaç yari bildik sese raslamak, gurbette hem-şeri görmiye benziyor.
* *
Eser, tamamiyle mistik bir hava taşımada. Bunu kitap da bir çok yerinde açıkça söylüyor. Bu esere nazaran Yunus’un, “hayatı seven, ölümü düşünen ve hayatın ötesi hakkında hiçbir şey bilmediği ve bilemediği içitı ağlıyan„ ve “alın yazısını değiştirmek mümkün olmadığından ona boyun eğmekten - başka yapacak - birşey,, bulamıyan qciz bir zavallıdır. (Birinci bölüm, s 12) derken derhal, hem de bu zihniyetde olduğu hal-
de tanrıya isyan .eder. Bunun üzerine “bilinmiyen illerden gelen bir ses» “Yunus Emre’yi dost ülkesine davet» eder. “Fakat yol nerede ? Tanrıya sığınmaktan başka yol yoktur.» (İkinci bölüm, s 14) “Uçtun hey gönül uçtun, uçtun, uçtun, uçtun» 1ar da bu bölümde. Yunus “tanrının aşkına ermiş» fakat işin garibine bakın, “şevkten uzak.» (Ara bölüm s., . 16) nihayet Yunus “dosta vâsıl olmuş ve son nefesini vermiye hazırlanmış.» (s 17) %
İşte oratoryo bestecisi, Yunus Emre’yi böyle anlıyor ve oratoryo, Yunus’u böyle anlatıyor. Bu anlayış ve anlatışın ne ehemmiyeti var demiyeceğiz, ne lüzumu var diyoruz. Bu kadar zavallı ve bu kadar aptalmıydı Yunus? Gerçekten ölümden korkan, kadere boyun eğen, dost eline çağrılan, yol bulamayıp tanrıya sığman ve nihayet dosta vasıl olup son ne* fesini vermiye hazırlanan bir meczup devrişmiydi o? Eğer Yunus buysa, bundan ibaretse halk tarafından nasıl benimsenmiş, halkın şairi olmuş ve nasıl bugüne kadar gelmiş, hâlâ yaşıyor? Bu anlatılan Yunus’ta, bu “efendim hu, mevlâm hu» lu bestenin Yunusunda bugün için ne değer bulabiliriz ? Yunus’un yalnız mistik cephesini almak, bugün için lüzumsuz değil, hattâ muzır. Fakat mistik cephesi bakımından da bu değil Yunus. 'Bu eserde o cephe de belirtilmiyor. Nasıl belirtilebilir ki. besteyi ören sözler onun değil. Söz onun olmayınca ses onun olabilir mi? Dünün değerlerini, dünün hususiyetlerini gözeterek tahlil etmek gerek. Doğru, fakat bugün verilecek hüküm, zamanını aşamamış olan değerleri zamanına ve tarihe gömmekten ibaret olabilir. San’atkâr ve san’at eseri ne kadar zamanından taşar, sınıfları, mesafeleri aşarsa o kadar canlıdır ve o kadar ebedidir. Yunus, bu miskin mistisizmle mi bugüne kadar gelmiştir.
Bundan önceki yazımızda Yunus’u, Yunus’un diliyle, Yunus’un sözleriyle anlattık. Yunus kendisini anlattı. O mu yalan söylüyor, oratoryo mu? Bu eser bu kadar uçurul masaydı, bize Yunus’un duygularını taşıyor iddiasiyle su-nulmasaydı, bilmiyenleri ve bu arada E. Zuckmayer’i yanmasay-dl hiç aldırmıyacaktık. Netekim Yunus yalnız mistik olsaydı, ölüm korkusundan, tanrı aşkından, bo-
r
t*r
t
■t
Ellerimde muhabbet
Seni konuşuyorum. ,
. ı
t *
' 'i
c
Ağaç yeşil, mevsiminde.
Çöl sapsarı, kökünden.
Senin yeşil mevsimin de olmadı
Sen çölmüsütı insanoğlu ?
Sana çocuk doğurttular
Sırtı sıra, aç acına,
Umurlarında mı sanırsın
Ölen çocuklarının kefen borçları?
■ 1
ror
• • i ", t?
Kahir yüklü avuçların biliyi Bu toprağın derdini;
Sor, ihtiyar gemiciye Rüzgârını anlatsın.
Sor, ihtiyar çiftçiye Ekmeği neye mısır?
Marangoz dostlar bilir Ömür nasıl rendelenir.
Kömüre sor, anlatsın Bahtının rengini, amelesinin.
Böyle rahat uyuma
Allııteri var döşemesinde
Merhametine girdiğin bu yapıların
Ve avuç sıcaklığı -
Ayrı ayrı her taşında
Taş taşıyan insanların. .
il
t

1
Asırların dolaştığı şehirde
İstiklâl caddesidir ana cadde.
Cahit Saffet IRGAT.
t
yun eğme, niyaz ve tevekkülden ibaret olsaydı çoktan ölecek, sayın Ahmet Adnan Saygun’dan kurtulmuş olacaktı. Fakat Yunus,, hiç de böyle değil. Onun yalnız mistik cephesini almak, onu, onun 'olmıyan “koyundan yavaş, söğene dilsiz, döğene elsiz» sözleriyle meczup ve mütevekkil bir derviş olarak, fikir âlemine sunmak, onu öldürmeye kastetmektir. Onda insan ve insanlık var. Onda insan ruhunun binbir haleti var Onda değirmeniyle, ıınuyle, deresiyle, dağlariyle, belleriyle, hasretiyle, acısiyle, zulmeden beyleriyle, zulüm gören halkiyle yurt var, ana-dolu var. Onda biz varız. Onun için yazıyoruz : Ve bilmiyenler
beyeııebilirler, hattâ yabancı illerde ilgi uyandırabilir müzik bakımından güzelliği bulunabilir, fakat bu oratoryo bizim sesimiz değildir ve bu oratoryonun Yu-nus’ıı bizim Yunusumuz, gerçek Yunus değildir.
7
I
Bunlardan bir ikisini misal ola*
Verem, ara sıra zenginin kapısını da çalarsa da, fakirin çalınacak bir kapısı bile yoktur. Durmadan çalışıp yıpranan, fakat en az kazananlar arasında âfet, yataktan yatağa, evden- eve, nesilden nesile yayılıp büyük bir süratle genişler
. ..
rir.
İnsanlığın en eski derdi olan “verem„ yüz yıllar boyunca medeniyetler ve devirler aşıp hiç azalıp eksilmeden, kötülüğünden bir zer^e kaybetmeden halâ ayr.ı şiddetle hüküm sürmektedir. Bütün kıtlık ve açlık yıllarını', küçük büyük harpleri takib eden senelerde daha ziyade gelişmiş bir halde halk yığınlarına saldı-
> t -
Verem basilini ilk defa dünya ya tanıtan büyük insan R. Koch’-dan beri pek çok gayretlere rağmen bu meselede henüz ileriye doğru büyük bir' adım atılmış değildir. Verem mücadelesi tama-miyle sosyal hekimliğin gelişmesine bağlı olan sosyal bir dâvadır. x '■
Halk yığınlarının sefilliğin^ bir son verilip her fert için asgari bir hayat seviyesi • temin e‘ dildiği, hekimliğin ferdî sahadan sosyal sahaya .doğru kayması sağlandığı ve dolayısiyle veremlilerin aranıp ayrılmasiyle sağlamların korunması ve hastaların da erken tedavileri yapılabildiği gün verem savaşında ilk müsbet adım alilmiş olacaktır.
19 uncu asırda büyük endüstri inkilâbını , takip eden yıllardan-beri halkın yaşama şekilleri de değişmiş, fabrikalar, üzinler kesif işçi yığınlarını bir araya toplamışlardır. Bu şekilde büyük merkezlerde t ve şehirlerde esasen mevcut sefalet mahalleleri de beraberce genişlemiştir. Sana* '• yi hareketinin ilerlemesiyle sosyal hayat şartları da -ta başından beri ona muvazi olarak ileri doğru götürülemediğinden, büyük sanayi inkilâbının feyizlerinden yalnız âzaminin üzerinde bir refaha kavuşan patronlar 'Sınıfı istifade etmiş, asıl emeğin sahibi olan milyonlarca insan ise bilâkis sermayenin esiri -olarak her ğün biraz daha artan bir sefalete düşmüşlerdin Simflar arasındaki
------ YAZAN:-----
| Dr. Sabire DOSDOĞRU
bu iktisadi kutuplaşma veremin nesiller boyunca yerleşip kök salmasına sebep olmuştur.
. Kollektif yaşama şartları ica' bı her sınıftan insan vereme ya kalanabilir. Fakat her yaka'lanan verem hastalığına tutulmaz. Has talik tahribatını hiçbir mukavemeti olmıyan, tedbirsiz, çaresiz fakir halk kitleleri arasında ya*, par. Verem ara sıra zenginin kapısını çalarsa da, fakirin çalına cak bir kapısı bile yoktur. Durmadan çalışarak yıpranan, fakat en az kazanan ve netice itibarile en sefil bir hayat siirmiye mahkûm lıuluııanlar arasında âfet, ya-' taktan yatağa, odadan odaya, ev-
den eve. ve.nesilden neşile ya-• yılıp süratle genişler.
Bu sahada yapılan pek çok istatistik tetkikleri veremin iktisadi ve sosyal şartlara ne kadar sl-bağlı olduğunu göstermiştir.
kl
£
..;»».
■Desen t Kat he Kohuitz
rak zikredelim: ;
Hamburg’da 1901-1905 yıllarında halkın kazancı üzerine nis-bet edilen veremden ölüm miktarı : (Cetveldeki hastalık hisbeti 100.000 nüfus üzerine hesaplanmıştır )
Senede mark - ; - V - -
900 kazananlarda ver.emden ölüm 48,2 2000 ■ • . 44,7
3500 ' - » v . 27,#
5000 . . ■■'■ ' ■ .25,4
daha fazla , .,. ^eyfr.,12
Ayni bir şehirde zengin mahalleleri ile fakir mahallelerinin farkı da büyüktür. 'Viyanada yapılan bir istatistiğe göre zenginlerin oturdukları yerlerde 10.000 nüfusa isabet eden veremden.-ö-lüm 39,9; fa’ ir mohallelerinde ise yine 10.000 nüfusa düşen ve-• rem ölümü 128,8 dir.
Verem hayat pahalılığı dere; cesinde mesken şeraitine de bağ 1 bir davadır Esasen mesken meselesi de yine iktisadi vaziyete, içitimai sınıfa merbuttur. Zengin mahallelerindo bir- *“kişiye bir kaç oda isabet ederken kalabalık fakir , mahallelerinde bir , odaya b r kaç kişi . isabet eder.. Yani ana, baba, ; çoluk çocuk hep bir odada hattâ bir çok yerlerde V! —»—•—
t -•
u >
* •

r
/

* bütün aile 1 odada
2
3
„ „ ¥ ve
oturmakta idiler.

birindeu çok
muhtelif meni' nüfus üzerine
■■
■10,7
17.3 -
13,9
18.3
34,5 tır.
sebep ne
bu vaziyet veremin kolayca yayılmasında fol ovnıyan en büyük âmildir. Bu vaziyeti iyice tebarüz ettirmek üzere Bellinde' 1900 -1905 seneleri arasında yapılmış olan bir istatistiği misâl olarak verelim J
Bu seneler-arasında evlerinde veremden ölenlerin sayısı 5933 idi. Bnnlarm : ■ , ,.
'Is 46,7 si
% 41,6 .
’/• 11,3 ü % 6,4 fazla odada
Verem basili memleket ve kıta farkı gözetmediği halde muhtelif memleketlerin aynı bir senede yapılmış olan verem ölüm istatistikleri bir farklıdır. Meselâ :
1911 senesinde leketlerde 10.000 veremden ölüm :
İngiltere İrlanda Almanya Fransa Avusturya
Bu farkı? ’dağuran dir ? Bazı memleketlerin zirai (İrlanda gibi), bazılarının sınai (İngiltere gibi) olması bir sebep kabul edilemez. En düşük rakam gösteren İngilterede verem 1882 de verem basilinin R. Koch tarafından keşfinden çok evvel J azalmiya başlamıştır. Yani verem basilinin bilinmesiyle almmıya başlıyan tedbirler 1845 te başlı-yan azalmiya müessir olmuş değildir. Azalmanın asıl sebebi e sıralarda tatbike geçirilen (Public Health act) sıhhi kanunlardır.
Buna benzer ikinci kanun 1875 _
de neşredilmiştir. Buna göre Belediye ve idari makamlara şehirlerin sıhhileştirilmesi için bir çok haklar verilmiştir. Meselâ sıhhate uygun olmıyan binaların yıktırılması ve yerlerine modern sıhhilerinin yapılması gibi...
İngilterede bu azalmayı temin eden sebeplerden birisi de çok feci bir durumda olan işçi etelerinin İslah edilmesidir. 1890 da çıkan yeni bir kanunla bıı mesele bir dereceye kadar halledilmiştir. Bu arada gıda maddeleri-niu fiyatlarının indirilmesi ve kazancın artması ve buna bağlı ola-* rak umumi kültür seviyesinin de beraber yükselmesi de önemli sebepler meyanındadır. İngilterede veremin azaldığı bu seneler sanayiin en ziyade ilerlediği senelerdir. Demek ki veremi ço-

/
■ -r'?
rem var, Verem!
ı •> * ,. . ■ . . ı- . • • •
Verem Iıiç bir vakit ferih ,fahur yaşıyanların hastalığı, itite ' hastalık olmamıştır. Ümitsiz aşk, hasta üzüntü, yersiz uyku-küçük hanımefendileri.
hastalık olmamıştır. Ümitsiz aşk, suzluk, romanlarla dökülen gözyaşları, yalnız deli, ve sinirli yapabilmiş; küçük beylerse yalnız üzmüşe Ier-ve eğleıımişlerdir. Verem, eski saraylarda dünkü .konak-, larda, bugünkü apartmanlarda ancak çdlınıp getirilen cariyelerıj dövülüp sevilen,* babasız çacııkları düşürtülüp çırak edilen, ha- ' layıkları, yeryüzünü göremiyecek kadar yüksekte, tavan aralarında, gökyüzünü göremiyecek kadar alçakta, yer altında yaşı-yanları kucaklamıştır. Saraylarda, konaklarda, apartıtnanlarda bile sınıf farkını gözeten bir hastalıktır o. Şehirlerin kenar mahalleleri sığınağıdır onun. Yeraltında gün görmiyerek çalışan, günün doğuşunu beklemeden alaca karanlıkta işine koşan, kemiklerinin sızılarını ısındığı bucakta uykuyla uyuşturmıya çalışan, gözleri yanan, nasırlı avucunu sıkamıyan, alnının terini si-Iemiyen, gönlünün dileğini bulamıyan işçinin düşmanıdır verçm. Mehtap seyretmiyenlere, günün doğuşunu görmiyenlere, batışını bilmiyenlere musallattır o. Kömür ocaklarında titriyenlere, tütün işlenen yerlerde solanlara, denkler altında inliyenlere, ocak başlarında teriiyenlere, karda yalın ayak gezenlere, ilâçsız kadınlara, kitapsız talebeye, yaşatıp ölenlere, yaşayıp sürünenlere düşmandır o. Tonozlarda yatanların, yangın yerlerinde ya-şiyanların, bankaların mermer merdivenlerinde geceliyenlerin, lokanta camekânlarinı midelerini hazmederek seyredenlerin, tit--riyenlerin ve terliyeıılerin hastalığıdır verem. . Korçforlıi salonlara girmez, manikürlü elleri öpmez, levanla kokusundap hoşlanmaz, otomobillere binmez verem. . _i
Dev gibi bir vücut görürsünüz, dün kan küsmüştür^ Dağ gibi, bir delikanlıya raslarsınız, yarın alçıya'girecektir., Gözleri .. parlıyan bir kızla konuşursunuz, ikindi nöbetini geçirmektedir. -İçten gelen kesik öksürükler duyarsınız, ben varım demektedir verem. Sanatoryöma •sıra verenleri sırası gelmeden alır. Doktora gidemiyenleri; sanatoryom nedir bilmiyenleri süründürerek öldürür. Ciğerlerimizi bitirir, kemiklerimizi kemirir, bizi.beynimizden vurur, derimizi yer. Verem var verem ! Bir şiir, bir hayal değildir, içimizde^yaşamaktadır, bizim sefaletimizdir o.
• t
ğaltan, endüstrinin işçi kitlelerini bir araya toklaması değil, bu toplanan insanlara lâzım gelen ihtimamın gösterîlmemesidir. Sanayiinin inkişafiyle sosyal yardım işlerini de beraber (eksik derecelerde de olsa) olarak inkişaf ettirebilmiş endüstri memleketlerinde verem, ziraat memleketlerine nazaran gerilemiştir.
Veremin çoğalmasına en ziyade sebep olan âmillerin başında hiç şüphesiz ki harpler gelir. Bir taraftan insanları, cephelerde yıpratan harp diğer taraftan ikdisa-diyatı felce uğratarak açlık ve kıtlık neticesi halk tabakalarının bütün mukavemetini kemirir ve veremin birdenbire artmasına sebep olur. Geçen büyük harbi takip eden yılların her memlekete ait olan statistıkleri bu hakikati açıkça ortaya koymuştur Bilfiil harbe iştirak etmiyen devletler de bu ikinci sebep yüzünden ve-
remin yayılmasından ' kurtulamamışlardır, Bilhassa 1939 harbinin bu sahadaki tesirleri pek korkunçtur. Avrupa memleketlerinde bilhassa Yunanistanda, Asyada, Çin ve Hindistanda 'Toplanan rakamlar şimdiden pek , müthiş bir dereceyi bulmuştur. Biz harpten bilfiil uzak kalmış olmakla beraber harbe giren devletler kadar harp sonu zararlarına uğramış bulunmaktayız- Elimizde tam ve bütün Türkiyeye şamil adetler olmamakla beraber harpten- evvelki senelerle' harp içindeki senelerin ölüm istatistik-, terini ve dispanser faaliyetlerini tetkik edecek ol .rsak bu hususta az çek bir fikir edinebiliriz. Resmî ölüm istatistiklerinde 1931 den 1925 e kadar olan beş sene ile harp yıllarının dahil bulunduğu (1938—1942) beş seneyi halk ve
' ’ (Sayfayı çeviriniz) '
9
f
işçi kitlelerinin nisbeten daha kesif bulunduğu 7 vilâyetimizde mukayese edelim :
1931-1935 1938- 1942
İstanbul 8768 9411
Aukara 619 1168
İzmir 2098 2280
Adana 519 637
Samsun 426 541
Eskişehir 383 600
Bursa 1012 1227
Yekûn 13852 15863
Harbin ilk senelerinde yani yukarıda eski senelere nazaran verem ölümünün nisbeten artmış olduğu 38-42 yıllarında hayat pahalılığı henüz bu derecelerde yükselmiş değildi. Asıl yüzde beşyüz nişbetindeki artış 1942 den itibaren başlamıştır. Binaenaleyh 42 den sonraki senelere ait istatistikler tamamlanır da neşre-dilirse daha kabarık yekûnlarla karşılaşacağımız bedihidir.
Sanayimizin belkemiğini teşkil eden Zonguldak kömür havzasında son yedi senelik tüberküloz vaziyeti şöyledir :
(Açık ve Kapalı)
1038 de verem adedi 121
1939 da » » • 198
1940 „ n 286
1941 de n 396
1942 „ ■ n 652
1943 „ 758
1944 „ » » 960 .
Resmi istatistik rakamları bir memleketteki hakiki 'verem miktarını (bilhassa bizde) göstermekten uzaktır. Zira ölüm sebepleri her zaman her yerde doğru olarak gösterilemez. Bilhassa köylerimizde bu köylünün kendi teşhisine kalmıştır. Ekseriyetle ne olduğu anlaşılmadan uzun veya kısa süren bir kastalıkla ölen bir şahıs hakkında ezbere bir sebep yazılır. Ancak hastane ’ ve sana-toryom kayıtları ile organizasyonu mükemme.l şehirlerde tutulan kayıtlara itimat edilebilir.
İstanbul’da Fatih kazasının ölüm ihbar kâğıtlarından çıkarılan bir malûmata göre 1934-35' 36 senelerindeki verem vefiyatı çok şayanı dikkattir. ' 1935 sayımında bu kazanın nüfusu 172902 olarak tesbit edilmiştir. Üç yıl zarfında mecmu ölüm miktarı 12796 ve veremden ölüm 2063dür. Bu iki adedin birbirine nisbeti 1/6 dır. Yâni Fatih kazasında bu bu üç sene”zarfında ölenlerden 6 kişiden biri veremden Ölmüştür' Bu nisbet 1910 senesinde İngil- ' terede Wal’de 1/11, Amerikada 10
1/12, Prusyada 1/12 olarak tesbit edilmiştir.
İstanbul’un muhtelif bölgele rindeki verem dispanserlerinin kayıtları da 1941 - 1944 yıllan arasında oldukça büyük farklar gösteriyorlarsada bu bir taraftan verem artmasına işaret olduğu kadar , halkın dispanserlere daha-ziyade müracaata alışıp mevcut veremlilerin teşhisinin-daha zi yade imkân dahiline girdiği neticesini de verebilir.
Verem mücadelesinin sosyal tababet bakımından bir kaç cebhe-si vardır :
Fabrika, üzin, mektep gibi topluluklarda özel teşkilâtla sistemli daimi kontrol; işçi sigortalarının tatbiki; her işçinin yarınını düşünmiyerek kendi sağlığını başkalarınınki ile beraber göz önünde tutmasının temini; şehir taksimatına göre muhtelif bölgelerde bölge dispanserlerinin tam teşkilât ve âzami randımanla faaliyete geçmesi; mesken meselesinin halli ve her aileye yeter derecede geniş, sıhhi ev temini en lüzumlu gıda maddele' rinin herkesin alabileceği normal bir hadde indirilmesi; ilâ • •••
Bu çok cepheli mücadele meselesi bunlardan yalnız biri veya ikisinin halliyle hiç bir zaman temin edilemez. Hepsinin birbirine bağlı bir tarzda işlemesi lâzım" dır. Bilhassa harbi (takip eden bu yıllarda verem yer yüzünde o derece yaygın bir hal almıştır ki bundan gelecek nesiller hesabına büyük bir endişe duymak ve derhal en büyük fedakârlıklarla ha" rekete geçmek zamanı çoktan gelmiş -bulunmaktadır. Bilhassa, şehirlerde sun’î olarak yaratılmış olan mesken buhranının en k*sa yoldan kaldırılması ve insanın gıdasından ve havasından haraç almaktan doymamış olan kara borsacıların en ağır cezalara çarptırılarak yersizlikten ve gıdasızlıktan harap olan halk yığınlarının ve dolayisiyle yarınki neslin kurtarılması gecikmemelidir .
Verem mücadelesinde sana-töryomlarm ehemmiyeti hemen yok gibidir. Buraya ancak paralı veya hatırlı yahutta aylarla şıra bekleyen mahdut adette veremli yatar. Bunlar ya tedavi veya yalnızca tecrit edilirler. Zira mevcut yatak adedi memleket nüfusuna nisbetle pek cüz’idir.. Binaenaleyh büyük masraf ve feda, kârlıklar istiyen saııatoryomlar-dan ziyade mücadelede esaslı rolü olan tam teşkilâtlı (vizitöz-
hemşireleri, röntgen cihazları, la. boratuvarı, tedavi vasıtaları) b.öl-ge dispanserlerinin çoğaltılması yoluna gidilmelidir.
Verem mücadelesi bir hayır , cemiyeti davası ve bayramlarda toplanan ianelerle üç beş zenginin gönlünden kopacak sadakalar, ın halledebileceği bir mesele değil, memleketin yarını bakımından üzerinde ısrarla durulması gereken bir DEVLET DAVASI dır.
[*) J statistikler istatistik yıllığı ve E.K.l. Merkez Jıastahanesi röntgen muayene defterlerinden çıkarılmıştır,
Kİ T A P LAR
‘ ( Baştarafı 3 üncüde )
dahile istiklâl zihniyetini benimsiyeme-miştir: kaydından .sonra İngiliz komünist partisinin 1920 de işçi partisinin ayrılan sol . kanadından meydana geldiğini öğreniyoruz. Eserdeki en mühim bilgiler arasında, bugün işçi partisi iktidarda olduğu halde, İngiltere yi; mu? haifazakâr sınıf şebekelerinin nasıl idare ettiğini gösterenler vardır.
Amerika . siyasî partilerinin gelişmesi üçüncü'bölümdedir.Bur-da Amerikada bugüııki ikili parti sisteminin iç yüzü, Demokrat ve Cumhuriyet partileri arasında re-aksiyonerlik bakımdan fark kalmadığı ve bir sosyolojik zaruret . olarak üçüncü partinin doğması gününün yaklaştığı belirtiliyor.
Çok partilere bölünmenin değil de müfrit sağcı partilerin vatan sevmezliğinin Fransaya ne kadar zarar verdiği Fransa --bölümünde bilhassa belirtilmiş, faşizm ve halk cephesi karşı karşıya lâyık oldukları ehemmiyetle ele alınmıştır .
Kitabın beşinci bölümü Alman siyasî partilerine ayrılmıştır. Nazilikten önceki demokrasi temayülünün macerası ' .ve ’’ bugün toparlanan sağlam bir “Birleşik Sosyalist Parti„nin azmi bu sahi-feler içinde okunabilir. En sonuncu bölüm ek bölümüdür. Bu*.. rada Avrupadaki diğer milletlerdeki partilerin durumlarının son şeklini buluyoruz. Kitap Faşizmin en yeni kımıldanışlarını bize bir ihtar olarak bildiriyor. Dünya havadis borsasına kâkim olan ajans ve gazetelerin iç yüzünü-sırası geldikçe bildirmekle, Ber-kes okuyucuya daha faydalı .olmuştur. ( .
Arslan KAYNARDAĞ
Desen : Picasso
Kendilerini bir daha görmediklerimin ölmezliği adına
Ünlii Fransız şairi Pa- ' ul Eluard’ın ETERNITE DE CEUX QUE JE N’AI PAS REVUS adlı şiirin-.den N. İlhan Berk tarafından tercüme edilmiştir.
>
ilkin dona kaldım
Zaman üstüne zamatı
Ve sıkıntıya karşılık sabırsızlık • Nasıl peşi sıra gelirce
Gecenin ardından bir başka gece Ve gün kül rengi bir hayale dönerse Ve sonra kara bir hayale gulyabaniye Öyle olduğu gibi bakmalı ona Öyle hatıranın gözleriyle Hemendem görülmez olur , Hemcndem gıcedcn ibaret olur.
Gezer gibiyim şimdi ( Kederinde alevden akşamların Gizli gözyaşlaıı ve gülüşleriyle Hayatın silinip gittiği bir dünyada Tanıdığım insanlar Görünüp kayboluyorlar Siz hayattan emin insanlar Siz ümitle beşli insanlar Siz ey cesur kardeşlerim Siz ey. aşkla dolu kardeşlerim Sizleri
t-
? V
göremez oldum.
ziyadar yüzler bulanık hatıralar birdenbire bir darbe
O saf Sonra Yanmış kâğıtlar misali .çehrelerde Külden ibaret hafızada Soğuk külü nisyantn Bununla beraber Desnos bununla’ beraber peri Cremieux Fondane Pierre Unik Sylvain İtkine Jaen Jausion . Grou - Radenez Lııcien Legrcs Zamanın tahammül .edilmâz oluşu Politzer Decour Robert Blache Sergc Meyer Mathias Lübeck Maurice Bo'irdet ve Jean Frayssc Dominiqüc Corticchialo Ve Max Jacop ve Saint - Pol - Roux Zaman hiç mevcut olmamak demektir.
■ |
I ■ ■ '
. ' . t

Zaman herşey olmak demektir.
Kendine g(len hafızımda-
■ Zamanın Desnos’dan başka Perjden başka
Birşey olmadığını bildiğim hafızada Zaman . Cremieüx olmaktan başka Veya Decour veya Politzer
. Yahut Saint pol yahut Max Jacob Grou - Radenez Lucien Legres Sylvain İtkine Jean Jaussion .. Serge Meyer Mathias Lübeck Blache Fondane Pierre Unik Dominique Corticchiato
Maurice Bourdet yahut Jaen Fraysse olmaktan başka Zaman hiç bir şey değildir
Cümlesi oldukları gibi mevcut
Cümlesi hayat demek.
t •
Bu güı eşli dekor içinde Ve yenilenmiş denizler içinde Kahramanlar kurbanlar
• İşlerin ve hürriyetsizliklerin Kederlerin ve kıtlıkların Bu hercümerci içinde Bir kardeşlik aynasında . ' Onların elleri ellerimi sıktılar Sesleri sesime şekil verdi Ve ellerim varın doğacak olan .insanların ellerini sıkacaklar Ben ölmezleştiğime inandıkça Onlar ölmez kalacaklar

Kan akar durmaz ölüm kırıp geçirir.
Bundan böyle biz çoğunluk değiliz . Sona geldik
Işık hava gece (
Cümlesi içimize yerleşmiş
■ Siz ey cesur kardeşlerim
Ben mükemmel bir ömür boyunda Nisyanı unuttum
Ertesi günler eşkidir Geçmiş serapa yeni Ve biz müşterekiz
Yer yüzünde her şey müşterektir Ve her şey bir kanad vuruşu ile Çıplak tarlalara ve mahsûllere Ve gökle toprağa Karışan bir tek kuş misali
. Herşey sade ve müşterektir.
*

I
î
♦♦♦♦♦«♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦a
: Dram Sanatı
Dram, nerede halktan uzak kalmamışsa nerede dînin baskısından kurtulmuşsa, nerede sade bir zümrenin, hattâ bir sınıfın malı olmaktan çıkmışsa, işte ancak orada feyizli ve kudretli olmuştur
Prof. SAFFET .
l
ğunluğuna hitabedebilmelidir. Hi-tabedebilmek için ide o topluluğun büyük bir kısmının ortaklaşa duydukları meyilleri, yaşayışını, dertlerini, zevklerini aksettirebil-
RAM, bir milletin kalkınmasında çok kere halkı yetiştiren bir kürsü olarak rol oynamış-
tır. Çünkü 'dram, öbür san’atlar arasında böyle bir yetiştirme işine en uygun gelenidir. Dram, harekete ve karşılıklı konuşmaya dayanır. Hareketsiz ve muhave-resiz dram olmaz. En hareketsiz, . meli, topluluk, eseri kendine ya-uzun nutukları en fazla olan dramlarda bile gene bir dereceye kadar hareket ve ' konuşma vardır. Dramın temeli hareket ve muhavere olduğu için ' sahnede oynanırken seyircinin evvelce belirli bir kültür hazırlığı ile temsile gelmesini pek îcabettirmez-Hele resim, musikî, şiir, mimari ve heykel traşlık gibi • san'atlarla . kıyas edilince böyle bir küftür ve bilgi hazırlığını en az zaruri kılan bir sanattır denebilir. Daha kolaylıkla anlaşılır. '■ V
Dramın başka' bir özelliği daha var: Öbür san’at eserlerini ferd tek başına seyreder, dinler, yahut okur. Gerçi şimdi bazı memleketlerde, Rusyada, Ameri-kada bir romanın sekiz milyon nüshasının birden basılıp çıkarıldığını, sergilere binlerce milyonlarca insanın girip eserleri seyrettiğini biliyoruz. Bir temsili muhakkak bir grup insanın birden görmesi gerekiyor. (Radyofonik bir temsili insan tek başı- • na odasında dinlerse de böyle, okunan bir kitabı dinler gibi bir radyo temsilini dinlemekle sahnede bir piyesi görmek arasında bîr fark yoktur demek kimin ak lından geçer?) Böyle, büyük bir kütlenin bir konseri ^dinledikleri gibi dramı da hep birden :—kon’ serden daha kolay anhyarak— seyredebilmeleri drama, halkın kalkınıp yetişmesi bakımından belirli bir üstünlük verir.
Her hangi bir sanat eseri hususiyle bir dram, yaşıyabilmek için, hangi topluluk içinde doğmuşsa o topluluğun büyük ço-
•«
kın, hatta kendinden bir parça sayabilmelidir. Yoksa sahneye konan eser tutunamaz.
Dramın Avrupada nasıl doğup geliştiğini incelerken bir olay dikkati çekiyor: Dram nerede — sosyal şartlar icabı — halkt n uzak kalmamışsa, sade bir sınıfı değil, bütün topluluğu göz önün--de tutmuşsa orada feyizli ve u-zun zaman yaşayabilen eserler ortaya çıkmış; nerede zevkleri fazla hususileşmiş, dar bir guru-. bun patronluğu altına girmişse» yani sanatkâr eserini sade bu dar gurubun zevjkını okşamak için or- ; taya koymuşsa orada kısa ömürlü, kısır eserler meydana gelmiş tir. Misal olarak esas temaları bakımından eski Grek tragedyalarını ele alalım: Bir Antigo-ne’yi, bir Zincire vurulmuş Prometheo s’u, bir H i p p o 1 y tus’u, Kurbağala r’ı Atinanın zengini de, fakiri de, kölesi de, efendisi de aynı amfiteatrdan seyreder, heybet ve merhamet duyar ve gülerdi. Sonra Rönesans Ital-yasiyle İspanyasında canlılık gösteren dram hareketlerini ve bilhassa İngilterede Elizabet devri dramını hatırlıyalım. Onaltıncı Yüzyıl Rönesans Londrasında bir hususi, bir de umumî (p u b 1 i c) halk tiyatroları vardı. En fazla ve en çeşitli temsiller verilen tiyatrolar bu halk tiyatrolarıydı. Buraların üstü açıktı. Duhuliyesi, ' avluda ayakta durup seyretmeğe razı olanlar için gayet azdı. Galeri ve balkonlarda Kıraliçenin,. ‘ Beyzadelerin locaları vardı. Sahnenin üzerinde bile, yakasının
danteli dik, kolu bol, yeni.mada sakosunu, biçimli bacaklarımı göstermeğe dikkati aktörden çok kendi üstüne çekmeğe, azmetmiş şık beylerin, yüksek bir duhuliye mukabili oturup caka sattıkları arkasız iskemleler vardı- Böylece Elizabet devrinde Klraliçeden tutun da işçi, çırak, hamala kadar kadınlı, erkekli' kalabalık bir sürü dinleyicinin san’at zevkini, tatmin eden Shakespeare dramları ortaya çıkıyor. Bu dramların büyüklüğünde Shakespeare’in kendi dehası kadar seyircilerinin böyle cemiyeti, halkı iyi .temsil eden bir kütle oluşu, sanatkârın kendisini bu kütleden uzak tut-mayışı da âmil olmuştur, Fransız kılâsik dramları arasında neden Rasinle Korney’in. tragedyalarından ziyade Molyerin. komedyaları dünyanın her yanında rağ-bet görüyor ? Sualine -cevap ve- . rirken, onun da şahsî dehası kadar hatta daha ziyade • Taşrada halkın arasında geçen, çıraklık ve insanlığı tanıma devrini göz ö* nünde tutmak lâzımdır
Dramın Avrupada gelişmesini incelerken gözümüze çarpan bir başka nokta da şu oldu : Dram nerede dinin baskısından kurtulursa, nerede sade bir zümrenin, hatta sade bir sınıfın malı.olmak- , tan çıkarsa, o sınıfın maddî mânevi kontrolünden uzak kalırsa orada kuvvetleniyor.' Misal olarak gene İngiliz'dramını düşünelim. Ortaçağda bu dram,' kilise içinde Temsil edilirken kilise baskısı devam ettikçe dirilemiyor.
’ Fakat daha kilisenin kapısından çıkıp mezarlıkta oynanmağa başlar başlamaz kilisenin yasağından kendini kurtardıktan- sonra kuvvetlenmeğe yüz tutuyor. Çün-
• kü artık halkın eline ^geçiyor, orada kök salmağa, oradan hayat suyunu toplamağa başlayor. Az z sonra loncaların malı olunca daha da serpiliyor; fakat bu sefer loncaların kayıt ve y aşağılar tınca kalınlaşıyor. On altıncı'yüz yılın sonlarına doğru loncalardan* kür tulup, tiyatro kumpanyaların eline geçen va halkın arasına katılan dram iyice gürbüzleşiyor. Fakat bakıyoruz 17 ve 18 inci, yüz--yıllarda gene canlılığını Kaybetmiş. Çünkü ortyedinci yüzyılın başından sonra dramı ilkint.şaray kuruyor; saray zevkine göre ■ oyunlar yazılıyor, teyzadeleri de
-Kıralı da iktisaden avucunun içir
12
• ı

/
*e alacak kadar"* kuvvetlenmiş olan orta sınıfın düşmanlığını üs-. tün» çekiyor. 1642 de Londrada tiyatrolar kapanıyor. Gerçi 1663 da tekrar açılıyorsa da dram gene sarayla beyzadelerin patron- . luğu altında kalıyor; veya ancak pek fazla sermaye bulup kullanmakla tutunabiliyor. Artık temsiller, dekor, sahne mimarisi, kostüm, külfetli, masraflı bir hal almıştır. Dram müellifleri buğde-virde sözünü geçiren zenginler sınıfının karışık zevklerine ayak uydurarak’eserler yazmışlar, hal* ' kı unutmuşlar, basma kalıp bir takım kahramanlık dramları ortaya koymuşlar, ya Shakespeare ya Fransızlar ya da Ispanyollar gibi komedya ve tr ıgedyalar yazmağa özenmişlerdir. On seki inci yüzyılda ferdiyetçilik en istikrarlı halini bulur. Bu yüzden roman gelişir. Özü bakımından ferdiyetçiliğe uymayan dram kısır kalmakta devam eder, ondokuzun-cu yüzyılda ise orta sınıfın servet ve refahı daha da artarsa da işçi halkı da ihmal edemez olur. Nihayet ondokuzuncu yüzyılın sonunda halk hareketleri epeyi kuv vetlenir. Halk unsuru drama yeniden tesire başlar; dram ticaret-cilerin çok yerde patronluğundan ' kurtulur, serbestler, Avrupanın hemen her memleketinde yeni bir uyanış hareketiyle birlikte bilhassa şimal memleketlerinde, bu arada İngiltere ve bilhassa İrlan. dada bir dram hareketini, G- B-Shaw ve J. M. Synge’le karşılaşırız. ; ’
-• •
*^>>>>>>>>>>>;
ZAFERİ
ABİDESİ
jL YAZAN: ERİCH . , « MARIA
$ REMARÇUE
• V
W ÇEVİREN: ZERİA KARADENİZ BÜTÜN KİTABEVİ
Fiyatı 380 karaftar
i
Genç yaşta aramızdan ayrılan Profesör Saffet Drama ve ce-,illiyetle ilgisine dair bu yazışımı geçen yıl yayınlamak üzere bir .arkadaşımıza göndermişti. Ya zanın fikir şahsiyetini gösteren bu güzel yazıyı sayfalarına geçirmek fırsatını kazanan YIĞIN, bu acı ölüm karşısında da büyük bir teessür duymaktadır. Bu kayıp do-layısiyle sayın profesörün şimdiye ikadar yayınlamış olduğu kitap ve makalelerin bir listesini veriyoruz.
Kitaplar : Shakespeare kimdir fi9387» Shakespeare trajedisi (1939), İrlanda tiyatrosunu kuranlar .ve .dramlarından numuneler (1943),
Tercümeler : Francis Bacon’dan Denemeler (Önsöz ve notlarla), C. H. Herford-dan İngiliz Edebiyatı (Kitabın 1900 den sonra olan kısmı teliftir); J. Galsvvorthy’-den - Sadakat Bağları^ J. M. Barrie’den Mary Rose\ J. M. Synge’den Babayiğit,
Muhtelif dergilerde çıkan makaleleri
Ülkü*de»* Rudyard Kipling’in hayatı ve eserlerine dair (1931),
. Kalem’do.* Kral Lir (King Lear-Sha-^esptare) hakkında (1931), Macbeth*e dair (1931).
Yücel’de; Vatan veya Silistirernin bir dram eseri olarak tenkidi (19407/ J. M. MackaiVin Hamanisma mevzuu etrafında yandığı bazı makalelerin [Zercü-meleri f19407»
Yurt ve Dünya’da; Hamlet Deli miy" di ? fl9417» Shakespeare Komedyası ve Falstaff (1941), Charles Dickens, Şahsiyeti ve romanı (19417» Halide Edib’in Edebiyat tarihinin tenkidi (1942).
Tercüme’de; “Sarı Esirler» tercümesinin tenkidi (1940), “Kitabı ‘mukaddes* in İngilizce tercümelerine dair (1941) tercümesinin tenkidi (1. Şahinbaş*la beraber 7 ('19427» Shakespeare*in Periciğinden tercüme fl9417» Shakespeare* in “Antony and Cleopatra*sından tercime (1943).

Şarlo - Demokrasi
(Mastarafı 5 incide)
âleminin şüphesiz en müraccah ve en halkçı artistidir» diyor ve “za-1 manimiz edebiyatındaki en esaslı meselelerle beraber zamanımızın en ciddi fikirlerini onun filimleri aksettirmektedir» diye ilâye'ediyor’ O. Henry, Sinclair-Levis, Hsming-way, Dos-Passos, Werfel, Fallade, Natan Ashe, Sherwood Anderson, gibi muharrirlerin eserlerindeki kü-' çük insanın mukadderatının tekâmülü diyor, . Bleimann, daha müşahhas olarak Şarlo’nun filimlerinde görülüyor. Artist, bu filimlere insan hayatının yükseltilmesini ve saadetin teminini tema olarak koymaktadır. Bu. sanat diğer sanatlardan daha keskin daha orijinal daha plast k ve belki de-emsalsizdir. / • ’
Sahne vazıı G. Kozinstev, in makalesinin - adı Şarlo’nun halkçı sanatı’dır. Muharrir burda ezcümle, Şarlo’nun bambu bastonu, içtimai müsavatsızlığa, in* sanın insan tarafından istismarına faşist diktatürasma karşı kaldırılmış şiddetli bir itham işaretidir. O, insanları güldürürken fena şeyleri kıyasıya yıkmasını bilmiştir, mimik san’atını halka götürmeye muvaf-, fak olmuştur, hükmünü veriyor.
S. Yukeviç. tarafından yazılan üçüncü makalenin serlevhası “Sir John Falstaff ve Mister C h a r 1 i e C h a p 1 i ndir.(Shakespe-are’nin yarattığı komik bir tip. Muharrir burda, “Elizabet devrindeki komikle muasır sinemanın komiği tarihin en hakiki fikirlerini temsile muktedir trajikomik şahıslar olmasını bilmişlerdir. Her * iki tip de hümanisttir, insanın mukadderatının önümüze serilişidir» diyor.
Son makaleyi, S. Eisenstein yazarak mevzuunu Şarlo’nun en popüler filimlerinden Charlie the Kid’e tahsis etmiştir. Eisenstein burda Şarlo’nun hadiselerin realitesini kavramaktaki harukulâdeli-ğiııe işaret ederek "Anide, çocuklardaki gibi bir kahkaha .nöbeti içinde» diyor.
Eserin büyük, sanatkâr hakkında-söyledikleri hiç bir zaman iltifat değildir. Yirminci asrın bu an-tifaşist sanatkârı her bakımdan örnek tutulacak değerdedir. Vazife-■ sini yapmış sayılabilirse de, insan’ lık ondan daha bir çok eserlor bekliyor. İnsanlığı kurtaracaklar arasında Şarlo da vardır.
Aralan KAYNARDAĞ
13
f
X
BİZİM SOKAK
Cevdet Kudret S O L O K
Bizim sokak İstanbulun tâ öbür ucundadır. Bu, içinde yirmi kadar, ev bulunan bir çıkmaz sokaktır. Önce on iki ev boyunca düz gider, sonra sağa kıvrılır, orada bir bahçe dıvarı ile tıkanıp kalır. Ağzı, Cerrahpaşa hastahanesinin yanında Davut-paşa iskelesine doğru inen dik yola açılmaktadır. Belediyenin bütün medeni vasıtaları onun önünden veya etrafından geçer, fakat içine girmez.
Cerrahpaşadan t o p la d ı klan çöpleri denize dökmek üzere arabalarını yokuş aşağı hızla süren çöpçüler, bizim sokağın ağzına geldikleri zaman ona şöyle bir bakarlar, Fakat uğramağı akıllarına bile getirmezler. Halk,| gündüzleri dolan çöp tenekeleri-»S ni, geceleri götürüp sokağın kar* şısındaki boş arsaya döker, za' manla bozulan süprüntülerin çıkardığı müthiş bir koku, arsanın üstünde göğe doğru yükselir, hele yazın sıcak günlerinde bu, o kadar kesifleşirki adeta gözle görülür bir hal alır. Rüzgârlı günlerde bu müthiş koku sağa sola dalgalanır ve lodos rüzgârı estiği zaman ağır ağır bizim sokağın içinde dolmağa, - iki sıralı evlerin .arasında bir nehir gibi akmağa başlar, pençereleri sim hiç bir yerden odaların boğucu germek lâzımdır.
Elektrik de içine uğramaz, ki mahalle camiinden ve bir az yukarımızdaki bakkal . Bodos’un dükkânından başka o’ civardaki yapıların hiç. birimde elektrik yoktur. .Sözüifc'kısası, “elektrik,, denen nesne, bir allahın evinde bir de bakkal Bodos ağanın dük- . kânında vardır. Evlerde ise pet-' rol lâmbası yakılır.
İçme suyuna gelince: O, evvelâ bizim sokağın beşyüz metre uzağında bulunur. Akşamları işten yorgun' argın dönen erkekler 14
hava karardıktan sonra su kovalarını alırlar Cerrahpaşaya ' çıkan yolun en dik yerindeki yokuş-çeşmeye kadar birkaç defa gidip
: gelirler, evlerindeki su küplerini •
./ doldururlar. İşte ondan sonra günlük işlerini bitirmiş ve ancak saat on buçuğa doğru dinlenmek üzere yataklarına girmiş olabilirler.
Nesiller değişir, fakat bizim sokağın çocukları hiç .değişmez, gerçi, Nuriden Sonra İhsan, İhsandan sonra Celâl, Celâlden . sonra Saim gelir, fakat oyunlar, sesler, hareketler, ruh halleri hep aynıdır. Nesiller büyür, iş güç sahibi olur, bunlar içinden . yalnız çokça para kazanmağa başlıyanlar bizim sokaktan ayrılırlar.
yirmi küçük aşağı küçük esnaf eski evlerinde kalırlar. Çıkanların yerine başkaları ve bizim sokakta hayat hep ayni seviyede, hep ayni yoksulluk, ehemmiyetsizlik içinde akar gider. Benim gibi, delikanlılık çağın da şiir yazmağa başlıyan ve yir-_ mi beş lira aslî maaşa geçer geç mez kendini bir şey oldum sananlarsa i*k fırsatta oradan ayrı-lanlar arasındadır. Fakat aradan seneler geçtikten sonra, işte
- .böyle, koptuğu ağacın hasre-
Öyle günlerde sıkı kapamak, hava aimıyan sıcağına göğüs
bizim sokağın Bir az altımızda-
Geri kalanlar, yani en çok lira aslî maaş alan pek memurla aylık kazancı yukarı o kadarı tutabilen
tini çeken bir meyve gibi, ne tekrar eski ağaca dönmeğe, nede başka vbir ağaca bağlanmağa imkân jbulamıyarak ruhlarının saflığı bozulmuş, imanları sarsılmış bir halde, ayrılmış oldukları sokağın rüyasını görmeğe başlarlar. Halbuki sokak, onları çoktan unutmuştur.
♦ * *
Orada » insanların evleri ayrı .
■ ise de, her hangi bir olay karşısında hisleri, düşünceleri hep birdir. Belki de yaşadıkları hayat şartlarının benzerliği, 'aynı ailenin ferdleri gibi, onları birbirlerine bu kadar yakınlaştırmıştır. “efkârlumumiye„ ve “maşerî vicdan» denen şeyler, bizim sokak-da elde tutulacak kadar canlıdır, lürkçeye zan ederim Ziya Gök-alp tarafından sokulan'bu tâbir, ler sanki bizim sokak için uydurulmuştur.
Hayat orada saatle değil, güneşle ayarlanmıştır. Yaz ve kış saat kaçı gösterirse göstersin, güneş {battıktan sonra çocuklar eve girer, kadınlar kafes arkasında kocalarını bekler, erkekler" ellerinde birer çıkınla evlerine döner, çöplerin dökülmesi, çeşmeden suların taşınması işi de bittikten sonra kapılar kilitlenir ve gittikçe koyulaşan bir karanlık, evlerin arasındaki boşluğu doldurur, bütün sokağı bölüntü-süz bir darlık haline getirir ve sessizlik, bu varlığın üstünü bir kılıf gibi örter.
Bir gece, hiç beklenmiyen bir saatte, belki on ikide, belki birde, dışardan bir takım sesler gelmeğe başladı; az sonra da bir -kadın çığlığı sokağı boydan boya kapladı, karanlığın içinde söndü, pencereye koştum: dipte, sokağın yanına doğru büküldüğü noktada halk toplanıyor, fenerle üç beş insan gölgesi telâşla sağa sola gidif» geliyordu, bütün , evlerin pencereleri açılmış, dışarıya vuran lamba ışıklariyle karanlık, yer '' yer parçalanmıştı. Hemen giyindim ve çıktım. Ben bir cinayet oldu sanmıştım, meğer, dört ev aşırı komşumuz kamarot Salilı efendinin karısı doğuruyormuş-. Salih efendi iki gün evvel gemi-siyle Karadeniz yolculuğuna çıkmıştı; kadın evde, »ihtiyar kay-nanasıyle yalnız kalmıştı; bereket versin, böyle bir gecede komşu kadınlar onu yalnız bırakma-
Sv
ı,

./

K

nıış, hizmetine koşmuşlardı. Er kekler de az ileride sokağın kıvrım noktasında, neticeyi merakla bekliyorlardı. Halktaki bu telâş ve merakın sebebini öğrenmekte gecikmedim : Çocuk ters gelmiş, ebe, iş'iı içinden çıkamamış, doktor istemiş ; mahalleden iki kişi doktora koşmuş amma aradan yarim saatten fazla bir zaman geçtiği halde halâ dönmemişler. Tam bu sırada, uzaktan, dört nalla gelen beygirlerin ayak sesleri ve onlarla bir yürüyen bir araba sesi- duyuldu. Herkes, gecenin sessizliği içinde koşan atların ve kaldırımlarda hızla dönen tekerleklerin çıkardığı kurtarıcı gürültüye kulak vermiş, çok ağır bir hastaı ın sırtını dinleyen bir doktor gibi, dikkatle geceyi dinli-yo rdıı. Yanılmak ihtimaline karşı bütün kulakların yalvararak din lediği ses nihayet yokuşa saptı, az sonra da araba sokağın ağzında durdu. Tez canlı olanlar, arabanın yokuşa saptığını duyunca, daha fazla beklemeye tahammül edememiş, hep birden sokağın başına seyirtmişlerdi. Arabadan inen çan* tali adama, hiç yoktan insan yaratan ve felâkete ..uğramışların yardımına koşan allaha bakar gibi bakıyorlardı; hayatta, ölüm de, onun elindeydi. Etrafını sardılar eve kadar hep beraberyürüdüler. Kapı açıktı. Doktor içeriye girdi, taşlıkta kendisini karşılayan kadınlara : '
— Hasta nerede ? diye sordu. Cevap verdiler :
— Yukarda l
Doktor etrafına bakındı, yine sordu : - _,
— Ev sahrbi hanginiz ?
Kamarot Salihin anasını gös;4 terdiler :
— İşte bu’J
Erkekler dışarda kalmışlardı, fakat bir lâmba ışığile aydınlanan taşlığı görebiliyorlar, sesleri duyuyorlardı .
Doktor ihtiyar kadına döndü : — Hanım dedi, ben her şeyi önceden konuşmasını severim: benim vizitem elli liradır-bili" yormuşunuz ?
Son dakikada bir olup bitti yapmış olmak için, bunu kendisi ni almak için gelenlere önceden söylememişti .
İhtiyar kadın yutkundu, bir müddet hiç bir şey diyemedi, sesi sanki ta derinlere kaçmıştı; neden sonra, ancak bir cümle söyliyebildi :
— Elli liramı ?
gaz altında karanlık görü-
etti : anlaşmazlık ola-konuşmak iyidir.
Ağzından başka söz çıkmadı gitti, merdiven basamağına oturdu, başını avuçlarının arasıııa aldı, taşlığın ortasında, elinde çan • ta ile ayakta duran bu elli liralık adanu seyretmeye başladı. Hayretle açılan dişsiz"*'- ağzı, lâmbasının hafif ışığı müthiş derin ve ııüyordu. .
Doktor ilâve
— Soiıradaıı cağına Önceden
Kadınlardan biri: Doktor dedi, bizim o kadar paramız yok; hiç bir zamanda olmadı. Size, ancak yirmi lira verebileceğiz l
Doktor cevap verdi :
— Yapamam efendim, başkaları belki yapar, fakat- ben meşhur doktorum, .vizitemi düşüre ıııem. Yapamam ! i
• O zamana kadar merdivenin ortasında, yüzü karanlıkta duran bir kadın kendini tutamadı, birdenbire bağırdı :
— Doktor/ bey, doktor beyi Burası bir kamarot evidir, kaptan evi değil I lütfen ona göre bir •fiyat isteyin !
Doktor soğuk ve kesin cevap verdi :
— Tarifemizde kamarotlara tenzilât yoktur efendim . ' .
Sonra döndü, kapıdan çıktı:
Bütün bu konuşma sırasında erkekler evin önüne birikmiş, iki. üçü. kapının iki yatıma dayanan bir yarım halka şeklinde o-muz. omuza sıkışmış, yolu tıkamışlardı. Az evvel İki dakika hareketsiz duramıyaıı bu insanlar kaskatı kesilmişler dişler kilitli kollar aşağıya doğru alabildiğine gergin, gözler dehşetle açılmış, içeriye merdiven başındaki sahneye bakıyorlardı. ' Orada konuşulan her söz, onları bir az daha jcatıjaştırıyor, hareketsiz hale getiriyordu. Doktor gitmek için iki adım attı, geçecek bir yer, bulamadı; karşısına rastlayanlardan birisine müsaade edermisiniz? dedi.
Adam hiç kımıldamadı; doktor başka birisine gitti, fakat o da kımıldamıyor, sadece bakıyordu. Doktor yol açmak için karşısındaki insan çitini itmek istedi, eli adamlardan birinin tenine değdi, o zaman şiddetle geriye çekildi; ’ ayazda kalmış bir mermere dokunmuş gibi eli üşümüştü. Baktı: karşısında sanki bir takım taş-^,'1 tan heykeller vardı ve hepsinin k yüzü bem beyazdı. Hiç bir şeydi söylemeden döndü, tekrar kapı-»
dan içeri girdi, gıcırdıyan tahta merdivenlerden çıkmaya başladı o zaman kapının önündeki heykellerden biri seslendi :
— Doktorl
Doktor merdivenin beşinci basamağı üzerinde döndü bekledi; heykel devam etti :
— “Kaza„ denen şey’i kabul etmiyoruz I
Doktor tekrar döndü, geri kalan basamakları çıktı, gözden kayboldu. Damarlarındaki buzlar yavaş yavaş çözülmeğe, kapının önündeki insanlar yeniden kımıldamıya yaşamağa başladılar. Sırtını evin kaplamasına dayıyan bir adam dediki :
— İçerde haydi haydi bir saat çalınacak soııra yirmi lira alacak...
Sözü başka birisi tamamladı :
— Büıııı da beğenıniyecek .
— Halbuki bizim bir saatimiz yirmi kuruşa geliyor .
Konuşma bu şekilde uzayıp giderken üst kattan son defa çok acı bir çığlık ve arkasından bir çocuk sesi duyuldu. Kapının önündekiler birdenbire susmuş, ... doktorun alın yazısının ne olabi- c, i' leceğini düşünmiye başlamışlardı. Aradan on beş dakika geçmiş -
■ geçmemişti ki ebe, merdivenin ortasına kadar koşa koşa inmiş, aşağıda, taşlıkta bekliyen komşu kadınlara: “ Müjdel Müjde! kurtuldu! „ diye seslenmişti. - Az
- sonrada ayni merdivenden doktor indi, fakat onun yüzü,’ ebe hanımın yüzü gibi neşeli görünmüyordu.
Kapının önü yine kalabalıksa da bu sefer yol kapalı değildi. Ma- ’ halleden iki kişi, doktoru sokağın başına, arabaya kadar uğurladı.
dileyen hayfif bir sesle, doktor, dedi, bir ata sözü vardır: kimi, nin parası kiminin duası.
Sustular . Arabaya varıncaya kadar üç erkeğin yalnız ayak sesleri duyuldu. ’
♦♦♦♦♦♦♦♦•♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦
.* f
■lA x-
*-»* .
I
t
I
I
Bunlardan biri, yolda özür
I-
Sha
ROMAİN ROLLAND
W i lif a ■
♦ ■
peare
I
Çevirenler:
Ercüment Kenber-Ziya Oykut Büyük dâhinin hayatı ve sanatı büyük çapta bir sanatkâr tarafından anlatılmaktadır
Arpad Yayınevi • 50 kuruş
15
f.
Ölüme
İbrahim S A B R I
Bir Ac»m şairi, ölüm âdildir, diyor,
şaşıyprsı adıaızmı; agi-bis-ş, JömiiFTcü
Ne tuhaf şey, ben »izi ölmüş zannediyordun» Hücreme'. pencereden girdiniz, ‘buyurun, oturun’ dostlar, hoş gelip safalar getirdiniz.
Neden öyle yüzüme bir acayip bakılıyor, * Osman oğlu Haştm?.i
KimVili/ij^sıf yanmıştır .canınız?
Ayakta durmaym'oturun;. ■ Ç S-,
ben sizi ölmüş zannediyordum, / > Hücreme^pencereden giydiniz, R yüzünüzde yıldızların aydınlığı, hoş gelip safalar getirdiniz.
Kpyalarköylü Yakup, iC' : iki gözüm, merhaba I v Çf
Siz de ölmedinizmlydi ? 1
Çocuklara sıtmanızı ye açlığl ’ çok sıcak bir yaz günü
--Hna-?-^. h'k^rdeşim, «raîr gemi amba >40^ öldüğünü.? lT». -vfe
Gözümle gördüm toprağa tabutunuzun .indiğini.
.' J .
Hem galiba
tabut‘biraz kısaydı boyunuzdan.. Ona ‘bırakın. Ahmet Cemil I Vazgeçmemişsinlz-eskl- huyunuzdan;
O i|âç şişesidir, rakı şlsesl değil.' . GBnde elll kuruşu tutabilmek İçin-: .
yapayalnız dünyayı unutabilmek içli ne kadar da çok iç diniz. Ben sizi ölmüş zannediyordum, ' baj ucumda durup el ele verdiniz. Buyurun, oturun dostlar
..koş gelip safalar getirdiniz.
Bir ( ski Aeem şairi... • Doştiar, beni bırakıp, ' .
K dosttalr böyle hışımla , P ——' nereye gidiyorsunuz?
yapraksız kaUristaMı Demek ölmemişsiniz,
Ya siz,.-.
Ne tuhaf şey, hani siz ölmüştünüz kardeşim. İstanbul limanında, ' .
, kömür yüklerken bir ecnebi şilebi» kömür küfesiyle beraber'*'" '■ I düşmüştünüz, ambarın dibini, / Şilebin vinci çıkarmıştı nâştnızK~ l vc . paydostan önce yıkamıştı V.ı kıpkırmızı kapınız, / -*
'. simAyalı başınızı. I İ
Bu y u r unuettfruÇdoMlar^__]i--^^S
'' hoş gelip safa lajx®tîrdi»t)J(^.
Biliyorum, benju^urken,/^' hücromezliencereden girdiniz.
Ne ince Koyun'ilâç şişesini,
... ne kırmızı kutuyu-devirdiniz.
' ÎİS» Yüzünüzde yıldızların aydınlığı, ■îO baş ucuıüdâ durup el ele verdiniz, hoş gelip safalar getirdiniz.
fnhaf şey, ben, sizi ölmüş zannediyordum. Ve inanmadığım'için ne ahret gününe,'ne Allaha, dostlara; bir . tut$m tütün olsun ikram edemedim.diyordum bir daha

Kaynak: TÜSTAV - Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı Arşivi

SAYI: 1 - 1 Ekim * 1946
Fiyatı 25 kuruş
Yunus Emre
ve
Tevfik Fikret
AbdUlbâki GÖLPINARLI
Kitap yakmak yok
Hüsamettin BOZOK
Kaymaklı Tavukgöğsü
Kemal BJLBAŞAR


t
il A




jF
|r
n
/
■ t İCA

İL*













ı
J
*



- "e
V ?

d




b
I








t
.• r

»
W
M
fi
İMH*. ■
«frc. 9
_. p
F

I *ı M
Ur


/
'o

I



vsf ıHj



wjr
Mj
i A *
I

'k.

r

!■
F


J - H
1

R


»

k
i
Sh
J™n
El
■» J
r


JLF

> 1
d ■ ( ' - i f B* -ş|s^Br "—“' """ ıB
1 ^Bbi P*JT 1 -1 ı M 4^ /

k j |FT| -
Ms a h- ~r * \ f j ,■ p '
w>-
______ —
Jr 1
I
I J
T“ '"■ ı HBP

J







f*
ı

i
4

z t (Zb ¥ X r-*î A "- ■ j İjt j
k—m
*A' ( m • «_ ■ J •nD J ► * jâ





r
r


1 p-

L '

t


ız
vl 1 j J

■F
■h r
»-
1**5
JK
dMf I
V M





r

'•♦»t

—,

Franr MAZFRELHm

Yunus Emre
Kitap yakmak yok
Hiiaamettin BOZOK
Kaymaklı Tavukgöğsü
Kemal BİLBAŞAR
Teyfik Fikret
Abdttlb&ki GÖLPINARLI
eScMİBKMDBtfy
•>4>?>4î: M-
SAYI s 1—1 Ekim . 194(
S£*‘- •.
Fiyatı 25 kuruş .
! 1(V I

‘i 7*5 ('. l ( t /f'*, ‘ y'■ «ŞHF i 1 'i • H ,,Mjg|jî (f $&■';. «öp)
• T\ t£* ’ a ''*,■■■' MIM -A ■ “ıit'^ . -■'! ‘ luP «■'-■-ri> Vr 1 1 'Z*
? '^rBsL RL>, •(§?';>’■[ J^ÎMİ V



Harb ve Edebiyat
münev-genç Barbusse’ le-iafında say-, meşa.r 'idrak
Hor ayın 1 indo ve 15 inde çıkar fikir ve sanat mecmuasıdır. Yıllık abonesi ( 600 ) kuruş, altı aylık (300 ) kuruştur. Öğretmen ve öğrenciler için bu fiyatlar 500 ve 250 kuruştur- Basılmıyan yazılar geri veril-, mez - Muhabere adresi î Po3ta Kutusu ( 1600 ) Galata - İstanbul Sahibi, ve yazı işlerini fiilen idare eden : Âdil Yağcı. Basıldığı yçr-s F - K Basımevi
Ehrenburg, Sovyetlerd«n başka yerlerde edebiyatı tahdit eden konuların bir pazar zihniyetine tabi olduğunu ve belki de Fransada halkın, daha doğrusu tâbilerin artık harbe dair esir istemediklerini belirtiyor. Ona göre Sovyetlerde .vaziyet bombaşkadır. Zira Frahsadaki harb edebiyatı gerçekte bir işgal edebiyatıdır. İşgal edebiyatı ve işgal hikâyeleri ise b.ir zillet devrine tekabül eder. Sovyetlerde ise vaziyet başkadır. Orada harb umumun gayreti ve hızı sayesinde kazanılmıştır. Bu gayrete yazıcılarda -bilfiil karışmıştır. Onlar bu devrede bir yazıcıdan önce birer mücadeleci idiler. Hakikatte Sav yet harb edebiyatı, harbe dair hakikî psikolojik romanlar henüz yazılmamıştır. Şimdiye kadar neşredilenler ronıanlaştırılmış dokümanlardır. Ehrenburg sözlerine şöyle devam ediyor : Bana göre en tehlikeli tarz, ne ne röportaj doğruluğunu, ne de roman derinliğini haiz otmıyan tarzdır. Fakat bu da, bir harb edebiyatı olmaktan ziyade harb için bir edebiyattır ve bilhassa mücadelede olan bir milletin . cesaretini arttırmak- ve desteklemek -için yapılmıştır. \
‘ Henri Mougin 1945 de, Alrhanya: daki beş yıllık esaret hayatinden dön-, düğü zaman kırk, kilo zayıflamış've karısı ile birlikte ianınmıyacak bir hale gelmişti.- Böyle . olmakla beraber o, .dev çalışmalarına atılmakta bir gün bile gecikmedi. Esaret hayatının acı günleri onun cesaretini kırmak şöyle dursun, yaratıcı kudretini arttırmıştı. Fransız Rönesans ansiklopedisinin genel sekreteri , ve Chaptal Kolejinin felsefe profesörü, olarak bir insan • kabiliyetinin üstünde gayret gösteren Möu~ gin, bir yazıcı olarak, da, asrımızın büyük meselelerine ışıklar ■. serpmiye çalışıyordu. Europe, ' Arts 'de , France ve bilhasa Pensee dergilerinin sayfalarında ilmi ve felsefî, başarılarının en-üstün seviyesine ulaşmıştır. Tabutu başında Aragon levden, rendiğimiz Mougin,. filozof, hürriyet nikbinliği her şeyin fikh sağlığı dileriz.
llya Ehrenburg Türk okuyucuları için de pek yabancı değildir. Gerçi onun belli başlı eserlerinden hiçbiri dilimize çevrilmiş değildir. Epey zamana,jöne: Fikret Âdil, onur) Avrupa Anonim Şirketi adlı romanını kısaltarak Tanda ve Hüsamettin Bozok da' No Pas-saran adlı İspanya röportajlarının büyük bir kısmını Yeni Adam da neşret-mişti. Bunlarla birlikte Ehrenburg’un dilimizdeki diğer tercümeleri toplu olarak göz önünde tutulursa, bu dünya, çapındaki sanatkâr hakkında bir fikir edinilebilir. Btmlar; Varlık 56 da K a p tanın Çocuğu (Orhan Şaik); Resimli Ay 4-1930 da Kedj Koridoru; Cumhuriyet 4-6-1930 da Bir Pantolonla bir Kürk Cekete Dair (Suat Derviş); ve Hüsamettin Bozok -tarafından çevrilip de Yeni Adam da neşredilmiş olan şu tercümeler ; ■ Günlük E k m e-ğ i m i z, M i.g'u el de U ha mu no, Faşizme Dair, Galipler v e M a ğ-lû p l ar, Bizdekil eY Konuşuyor. Arpad Yayınevi tarafından neşredileceği ilân edilen ve henüz tercümesi tamum-‘[anmamış olan H o L l y w o o d E-fsa-. nesi Türkçede ilk kitap olacaktır.
'un söylemiş • olduğu söy-içli bir şair olduğunu da öğ-geniş vüsatle bir zevkini, . inkılâpçı üstünde tutan, bir adamı idi. Fransız milletine baş
Harbin en acı günlerini, bütün sefaletleriyle /birlikte yaşiyan Avr rupa memleketleri edebiyatında, bu konuları birinci plânda işleyen bir tarz almış yürümüştür. Harb bittikten sonra, şimdi cevabı istenen bir şoru zihinlerde dalgalanmaktadır. Harp temi okuyucuya bıkkınlık vermemiş midir?- Artık edebiyat bu konulardan uzaklaşacak mıdır? Balı Avrupusı memleketlerinde böyle bir cereyan belirmiştir. Bir Fransız gazetecisi, Parisie llya Ehrenburg'a bu soruyu sormuş ve kendi memleketinin bu hususta ne düşündüğünü öğrenmek istemiştir. ' 1 .
HenriJMougin’in ; Ölümü
Fransız '•nıilleti temmuzun .77 inde büyük bir evlâdını ; kaybetti.' Fikir âlemi ile ilgisi , olanların yakından tanıdıkları Henri Mougin 34 yaşında öldü. 1942 mayısında kurşuna dizilen Georges Politzer’den sonra Fran-sanin en büyük kayıplarından' biri de budur. .
Henri Mougin, namuslu verin cemiyet içindeki durumunu yaşında idrak etmiş ve riıı, Romain Rolland’Ların .- i yer almayı kendine bir' şeref mıştı.' Genç yaşında onun bir le gibi parlayıvsrmesinde bu üstünlüğü rol oynamıştır^
l F^oiönyalı meşhur 'romancı Wanda Wassilewskanın yeni bir romanı ba“-silmiştir. Şehrimizde haftalarca gösterilen Alaitnisema filmini hatırlattığımız za~ man okuyucularımız Wassilewska’nın ne kudrette.bir sanatkâr olduğunu takdir e* deceklerdir. Wassilewska'nın Toprak adlı Bir başka romanı daha vardır ki-Po" lonyadajd ziraî reformayıTconu olarak almıştır. Romsnçıriın yeni eseri Yıldız l.r-GoJ’ ün çok garip bir macerası vardır'., Sanatkâr* bu eserini Almanların Sovyetlere harp açışından ''iki gün önce bitirmiştir. Lvov’u derhal-terk etmek mecburiyetinde1 kalan lomancı, müsvettelenni bir dostuna emanet etmiştir. Fakat aradan uzun bir zaman geçtiği halde bir haber “alamamıştır- Son günlerde eserinin bir gaz maskesi kutusuna- konarak Lvov’dak’ı binalardan birinin mahzenine gömülmüş bulunduğunu öğrenmiştir. Yapılan kazılardan sonra roman, dört yıl toprak altında beklediği yerden çıkarılmış ve matbaaya verilmiştir. ’ ..
|. Ehrenburg, Amerika ' dönüşün de, I Konştântin ■ Simımov ile birlikte bir müddet Parisje kaldı. Bu büyük Fransız dostu hakkında Paris basıyı sitayiş-kâr yazılar ycızd . Nasıl yazmasın ki, o llya Ehrenburg, Fransız hürriyet mücadelesini h'eh'kiıvvetli destanını', Barisin u k u i u nıı, kültür dünyasına hediye etmiştir.
Geri Fikir ve Hareketlere
Karşı Gençliğin Açtığı Savaş
ÜNİVERSİTELERİMİZE muhtariyet veren kanunun kabulü ve Cemiyetler kanununda yapılan kısmî değişiklikler üzerine muhtelif fakültelere mensup : Adil Giray, Moris Gabay Balıat-tin Uğurçok, Zekâi Karakaş, Keğam Işkol, İlhan Başaran, Vahdettin Barut, Cemal Güner, «her türlü gerilikle yılmadan savaşarak daima ileriye ve daima aydınlığa doğru güvenli adımlaı-la yürümek amaciyle, bağımsız bir Öğrenciler Birliği:» kurmuşlbr-dır. Vesayet altındaki “Üniversite Talebe birliği,, niu daima hiyeraışık ve daima pasif kalışı, öğrenciler tarafından ve öğren çiler için çalıştırılan böyle bir birliğin lüzumunu her an hatırlatmaktaydı. Birliğin nizamnamesinde: cırk, din, zümre farkları gözetilmeksizin lstanbuldaki üniversiteler ve diğer yüksek okullar öğrencilerinden üye kabul edileceği (madde : 4) ve Birliğin her türlü geri fikirleıle savaşacağı (madde: 2) yazılıdır ki bu esaslar da teşekküle hâkim olan iyi niyetler' belirtir. Memleketimizde zaman zaman esmekte olan irtica rüzgârını, aydın ve hür üniversite ve yüksek okul gençleriyle birlikte önlemiye çalışmak ve bunun için de “geri fikir ve hareketlere' karşı savaş,, prensibine dayanmak takdire değer bir teşebbüstür.
Diğer taraftan, pek çeşitli olan öğrencr ihtiyaç ve isteklerinin cevaplandırılması bahsinde de yeni birlik samimî niyetler ve iyi hazırlanmış bir nizamname ile karşımıza çıkmıştır. Öğrencilerin yatacak yer ve yiyecek meselesi ve bunlara muvazi olarak sıhhi yardım, fakir öğrencilere “okul dış, iş„ temini, spor vesair meseleler bir öğrenci teşekkülü için her an gözönünde tutulması gereken ana davalardır. İstanbul Üniversite ve Yüksek Okullar Öğrencileri birliğinin nizamnamesinde bu ihtiyaçlar demagojiye düşülmeden tesbit edilmiş ve eldeki imkânlar nisbetqjde birer birer ele alınacağı zikredilmiştir. Vesayet altındaki rakipsiz “Üniversite Talebe Birliği,, nin bir kısmını sıraladığımız bu ana meseleler karşısındaki tavrı, ne yazık ki
sadece lâkaydi ve beceriksizlik olmuştu. Yüksek öğretim . gençliğinin elbirliğiyle çalışarak kendi ihtiyaçlarını tatmin edici çareler yaratacaklarına şüphe etmemek lâzımdır.
♦♦
Yüksek Öğretim Gençliğinin Fikret'e gösterdiği saygı.
TEŞEKKÜLÜNÜ yukarıda bildirdiğimiz üniversite ve yüksek okullar öğrencileri birliğinin irtica ve geri fikirlerle mücadele alanında ilk iş olarak, oütün ömrünü irticaa karşı ve insanlık için mücadeleye vakfedenlere ihtifaller tertip etmeği düşünmüştür. Bu arada birlik mensupları ağustosun 19 zunda Eyüp Halkevi Dil ve Edebiyat kolu ile beraber Tevfık Fikret’i anma günü hazırlamışlardır. 19 ağustos günü saat 18 de yüksek öğretim gençliğinin Eyüplüie-rin, iş gününün verdiği yorgunluğa rağmen Fikret için bir ihtiram sükûtuna iştirak etmeden, onun için söylenecekleri dinlemeden evlerine dönemiyen Feshane fabrikasının işçilerinin, Halkevi Başka-nının, gazetecilerin ve şairi seven kimselerin hazır bulundukları bu toplantı çok samimî bir şekilde olmuştur. Birlik üyesi ve Tıp Fakültesi -öğrencilerinden Sevim Tan, şairin amansız mücadelelerle geçen iç ve dış hayatını, istibdat devrinin terörüne nasıl bir iman kuvvetiyle karşı koyduğunu belirtti. “Hür millet ve bakımsız memleket taraftarıyım» diyen bu vakur insanın, bu büyük hümanistin ve inkılâpçı şairin çelik iradesini ve yılmaz azmini içten gelen bir sevgiyle anlattı. Daha sonra, Eyüp Halkevi Dil ve Edebiyat kolu Başkanı Muzaffer Sınar, Tevfik Fikret’in edebî şahsiyetini ve yaşadı, ğı devrinin ana çizgilerini ustalıkla çizdi. Birlik üyelerinden' Tevhi" de Bozoklu ve Ekrem Atabay da şairin şiirlerinden parçalar okudular ve böylece otuz birinci yıldönümü ihtifaline son verildi.
Aynı gün* Rumeli Hisanndak1 Edebiyatı Cedide müzesinde de bir başka toplantı yapıldı ve Fikret’in son günlerini yaşadığı bu yuvaya genç heykeltraş Hüseyin Anka’nın yaptığı bronz büst törenle köndu.
• SIĞINAK — Samim Ko-cagöz, ilk çıkarmış olduğu Telli Kavak adlı hikâye kitabiyle köyü ve köylüyü aksettiren bir halk edebiyatı yolunda ümit verici bir istidat olarak takdir toplamıştı. Sığınak adlı ikinci kitabında ise tuttuğu yolda başarıyle çalışmasını bildiğini is-bat etmiş oluyor. İlerde daha . tafsilâtla üzerinde duracağımız bu güzel kitabı şimdiden okuyucularımıza tavsiye ederiz.
© VATANSIZ ÇOCUK — Burhan "rpad’ın İııgrit Keun adlı bir Alman muharririnden çevirdiği bu roman, ilk bakışta hiç de cazip görünmüyor. Okuyucunun ilk aklına gelen soru şu oluyor: acaba mütercim niçin bunu tercih edip de çevirmek zahmetine girişmiş?... Fakat daha ilk sayfalarda insan kendini romanın ceryanına kaptırıyor ve kurtaramıyor. Mübalâğasız denebilir ki, bu küçük kitap, Re-marque’in İnsanları Sevecek s i n ’ de verdiği beşerî hailenin aynını bu sefer bir çocuk görüşüyle vermektedir.
• STRASTİ MORDASTİ—Gor ki’nin bu harikulâde güzel hikâyesi gerek haddizatında güzel bir eser olmak itibariyle, gerekse tek başına Gorki’nin atmosferini verebilmek itibariyle dikkatimizi çekti. En basit mevzularda bile insan oğlunun ıstıraplı dramını verebilmek kudretini taşıyan Gorki, bu hikâyesinde başlı başına bir başarı göstermiştir. Kitabın başındaki önsöz de, dilimizde Gorki’yi anlatan belli başlı etüdden bir tanesidir.
AGANTA BURİNA BU-RİNATA — Halikarııas Balıkçısı kendine has bir hava getirerek basın hayatına katılmış ve değişik çevrelerden, çıkmış geniş bir okuyucu kitlesi tarafından okunmuştur. Onun Ağan-ta Burinası, okuyan iki göz, duyan bir insan yüreği ve düşünen bir insan kafası için hemen beğenilecek kudrette bir eserdir*
Bastırdıkları kitapların mecmuamızda bahsedilmesini istiyen tâbi ve muharrirlerin muhabere adresimize eserlerinden ikişer adet göndermelerini rica ederiz.
YAZAN:
Şalyapin
DOSTUM GORKİ
Yalnız kendisinin değil, kendi kendine terk edilmiş milyonlarca meçhul insanın ümitsizliği, hayatın mânasından ve hakikattan şüphe; işte Gorki’ye tabancasını doldurtan bunlar olmuştu.
M
ormandie rgemisiyle New-Yorktan ■ Hav-re’a gidiyordum. Kamarama sabah kahvesiyle birlikte va-
purda çıkan gazeteyi de getirdiler. Birinci sayfada büyük harflerle (Gorki öldü» diye yazıyordu. Bu, bana müthiş bir kamçı darbesi gibi tesir etti. Burada onu bütün kuvvetiyle anlatabileceğimden emin değilim. Kahvemi .içmek için ayağa kalkmıştım, bu iki kelimeyi okur okumaz tekrar yatağa yıkıldım. Gözlerimi kapadım ve karşıma siyah ceketli, saçları arkaya taranmış, iyi kalpli ve ntşeli yüzlü bir genç adamın hayali dikildi. Bu adam Nıjni-Novgorod panayırı tiyatrosunun merkezinde camın kenarında oturuyordu, ellerini dizlerinin üstünde çaprazla-mıştı. Bu genç fakat kamburlaşmış adam bana diyordu ki:
— Şalyapin, sizinle tanıştığımdan dolayı bahtiyarım, çünkü dün de tiyatroda söylediğim gibi siz “Isaky kardeşimizsiniz,,.
Cidden bir gün önce “Çar için hayat,, ( 1 ) ın temsilinde aynı adam benim locama gelmiş, isminin Gorki olduğunu söylemiş ve bütün hayatınca muhafaza ettiği Nijni-Novgörod şivesiyle bana demişti ki:
— Hakikaten Rus köylüsünü iyi temsil ediyorsunuz. Bu Rus-Al-man piyesinin pek hayranı olmadığım’ halde, Soussanine (2) rolün-
ha-bu ta-
de çocuklarınızı hatırlayıp ağladığınız zaman sizi dinlemekten hoşlanıyorum.
— Evet, demiştim, belki de hakikate tamamile uymayan rolleri mümkün olduğu kadar bii yapmıya çalışıyorum.
Bu, benim Gorki ile ilk karşılaşmam oldu ve yine o akşam uzun, hararetli ve samimi bir dostluk aramızda yerleşti, bir-çok kimseler Gorki ile çocukluğumu ve ilk gençliğimi beraber geçirdiğimi, onunla Volga üstünde beraber çalıştığımı zanneder ve böyle de yazarlar. Hattâ bir muganni takımına girmek için beraber imtihana girdiğimizi ve benim sesim olmadığı için reddolunarak yalnız Gorki’nin kabul olunduğunu söylerler. Bütün bunlar doğru değildir.
Gorki, kim olduğumu sorduğu vakit ona hayatımı anlatmıya koyuldum. Şaşılacak şey, o zaman gençliğimizde birbirimize tanımadan tesadüf ettiğimizi anladık. Hayatlarımız birbirine o kadar çok benziyordu ki, hattâ bazı hallerde yan yana geçmişti. Meselâ, Kazanda daha küçük bir çocukken, ben Maloksa - Prolamaiva sokağının köşesinde kunduracı And-rev’in yanında çıraktım. Gorki de Maloksa ile aynı sırada olan Bol-şaira-Prolamnaiva sokağının köşesindeki fırında işçiydi. ■ Patronun ismini hatırlamıyorum fakat fırının Dolgusin çay mağazasının altında olduğunu hatırlıyorum. Zanneder-,
sem Gorki’nin . (Y i r m i altı er kek ve bir kız» hikâyesi burada doğdu. Daha sonra on yedi yaşıma yeni girerken bir Astrakan römorkörüyle Nijni-Novgoı od panayırına gidiyordum, param olmadığı için uğradığımız iskelelerde salapuryaların yükleme ve boşaltma işlerinde çalışıyordum. Aleksi Maksimoviç (3) Şamara limanında un çuvalından yapılmış bir pantalonla çalışıyordu. Bununla beraber bir gazetede muhabir ve tefrika muharriri olarak yazı da yazıyordu. Konuşurken Tifüste yân yana oturduğumuzu da öğrendik.
Ben uzak Kafkas şimendifer idaresinin muhasebe servisinde iken Aleksi Maksimoviç ayni trenlerin atelyesinde çilingir veya yağlayı-cılık yapıyordu. Muganni namzetliği imtihanımıza gelince,, hakikatte ikimizde Serebiakov operası rejisörünün Kazan hemşerilerinden ■genç seslerle kendi takımını kuvvetlendirmelerini istemesi üzerine gittik.
Gorki’ye iş verdiler, beni almadılar, çünkü o bendeh dört yaş büyüktü, sesi gelişmişti, benimki ise henüz olgunlaşmamış^.
Nihayet gene Tifüste Gorki ile komşuluk ettiğim bir tesadüfü hatırlıyorum. Golovinski caddesinde-tiyatroda şarkı söylüyordum, bu benim artistliğimin ilk günleriydi. Gorki de hemen yakınımda şato Mzkhet (4) hajıishanesindeydi.
— Bu nasıl adamdı ?
Siyah ceketle herhangi bir kimse az veya çok gösterişlidir. Daha iyi anlamak için o kimseyi banyoda görmek lâzımdır. Gorki ile sık sık banyolara giderdik. Bir gün sırtında birşey olduğu dikkatimi çekti. Bu, kambur değildi, fakat kürek kemikleri dışarıya çıkık ve göğsü çöküktü, bacaklarında şişmiş damarlar görünüyordu. Bunlardan başka bazı yara izleri ve. katılıklar da vardı. Ona:
I
— Kardeşim niçin kambur duruyorsun. niçin , damarların şiş ? Dedim. O vakit bana bütün ha-y.atımca. unutamıyacağım bir şey anlattı ••
— Fedor kardeş,- şimdi artık iyiyim, fakat görüyor musun? Göğsünde kalbinin yanında bir iz gösteriyordu, işte buraya, herhalde aptallığımdan bir tabanca kurşunu yerleştirdim çünkü ümitsizliğe düş müştüm
— Niçin? nasıl?
— Yaşamak için hiç bir sebep bulamıyordum, hayat bana o kadar ağır geliyordu ve etrafımda o kadar çok yalan vardı ki.
Beni Fedorovski sokağından Kazan hastahanesine getirdiler-dostlarım oraya geldi, içlerinden biri azarlar gibi bana baktı, başını salladı:
— “Seni odun kafalı, bir de muharrir olmak istiyordun, ayıp! „ dedi.
İnanır mısın Fedor? Yaşamak için öyle bir arzu duydum ki. bu gün bile aynısını hissetmiyorum. Burama yerleştirdiğim kurşundan başka kaburgalarım da kırıldı herhalde kürek kemiklerim, damarlarım ve başka yerlerim de butjdan öyle oldu.
— Öyle ise sen bazan kendine bir kurşun sıkıyorsun, bazan da kaburgalarını kırıyorsun, diye şaka ettim.
—. Kaburgalarımı ben kırmadım, onları başkaları kırdı, dedi. Bu tesadüfen bulunduğum bir köyde oldu. Orada şu sahneyi gördüm :
. i
Başı açık, çıplak bir kadını at yerine yük arabaşına koşmuşlar, içinde oturan mujikler, kocasına sadakatsizlik etti diye onu kamçı ile dövüyorlardı. Oracıkta bir papaz oturuyordu, insanı tahrik edici bir sükûtu vardı. Bütün bunları ne gözle gördüğümü anlarsın, hemen yaklaştım ve bağırdım “köpoğlu köpek, iyicene bunadın mı ? Ne yapıyorsun ?„ Papaz, mukabele etti: “Ya sen kimsin, burada ne arıyorsun ?„. Q anda papazın üzerine yürüdüm ve şiddetli, adamakıllı bir yumruk attım...
İşte biraz sonra bir hendekte kendime geldim. Zannedersem, bu da talihim varmış ki yağmur yağmaya başlamış ondan oldu, heri değe dolan soğuk su beni canlan-dııdı. Güç halle sürünerek köydeki hastahaneye kadar geldim.
Büliin bu izler, meydana koydukları ile bu adamın nihaî derinliklerinde saklı idi. Kırbaçla dövülen kadın, Voiganın üstündeki o
♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦♦
: : : : t : : : t î î î î ♦ ♦ t
î
: : : :
Bulutları yırta yırta, dağları devire devire, bir şarkı gelmektedir:
Zafer, diyor, hürriyet, diyor, ekmek, diyor.
Diyor: ey, etli kalın dudaklarında kin taşıyan! Diyor: ey, yerin altında kazma, kürek, yerin üstünde sapana öküz olan!
Diyor: ey, çalışkan 1 Diyor: ey, uykusuz! ı
Diyor: ey, sabırlı 1
Diyor: bu şarkı senin şarkın.
Diyor: bu şarkı alnının teriyle yazıldı.
Diyor: zafer!
Diyor: hürriyet!
Diyor: ekmek! . H HH
Diyor: tekmil duvarlar bu şarkıyla yıkılıp tekmil demirler bu şarkıyla sökülecek.
I
Ve sen, diyor,
çelikten ayaklarının üstünde
bu şarkıyla doğrulacaksın.
Ali KARASU
iyi
r
zahmetli âvâre hayat, yalnız kendi işi değil milyonlarca insanın işi, ümitsizlik: Yalnız kendisinin değil kendi kendine terkedilmiş mil" ■/onlarca meçhul insanın ümitsizliği, hayatın mânasından ve hakikatten şüphe; ' işte bunlar ona tabancasını doldurtmuştu.
Aleksi Maksimoviç için bana ne derlerse desinler, katî surette ve içime en küçük bir şüphe gelmeden biliyorum ki, bütün düşünceleri, hareketleri, meziyetleri ve kusurlarının bir tek kökü vardı: Büyük Rus nehri Volga ve onun iniltileri. Goıki şiddet ve emniyetle ilerlediği vakit, halk için daha bir istikbale doğru gidiyordu.
Gorki’nin ihtirasından, Capri ve Sorrente’deki- köşklerinde geçirdiği muhteşem hayattan, zenginliğinden bahsettikleri vakit insanlar hesabına utanıyorum. Çok iyi bildiğim için söyliyebilirim :
Gorki, nekadar kazansalar, beş parasız olan adamlardandı. Kendisi için para harcamazdı, parayı sevmezdi ve onunla alâkadar da olmazdı.
Hayır, Aleksi Maksimoviç’i sü-rükliyen para hırsı değildi. Halk için çektiği ezelî ıstıraptan bahsettim, onun yakıcı bir ihtirası daha, vardı: Rusyaya olan aşkı.
İşte bunu da aramızda geçen şu hadiselerden anladım :
Rus fırtınası her birimizi bir tarafa dağıtmış aradan bir çok

seneler geçmişti. Ben Pariste yaşıyordum, Gorki Moskovaya gitmek için Sorrenteden Romaya gel" mişti. Şunu da söyliyeyim ki ben Rusyadan ayrılırken Gorki de bunu tasdik etmiş, bizzat kendisi »kardeşim yerin burası değil» demişti. Fakat sonradan 1928 de Ro-mada tekrar karşılaştığımız vakit, dostuma göre Rusyada çok şeyler değişmiş ve orada benim için çalışmak imkânı açılmıştı. Bana sert bir sesle «Şimdi, Fedor, Rusyaya dönmelisin» diyordu.
O vakit Gorkinin nasihatlerine neden uymadığımı anlatmamın şimdi şırası değil, yalnız bu vakite kadar hangimizin haklı olduğunu bilmediğimi namuskârane söyliye-ceğim. Fakat katiyetle inandım ki Gorkinin sesinde benim için olduğu kadar Rusya için sevgi vardı.
Ondaki derin şuur konuşuyordu, “hepimiz, vicdanımızın, milletimizin malıyız,,. Bazan kendimi teselli 'etmek için söylediğim gibi onunla yalnız mânen beraber olmamız yetmez, bedenen, bütün yara izleri, katılaşmalar ve kambur-
larımızla da ona bağlıyız. rji
(1 ) Glinka*nın meşhur operası. r ’
(2) “Çar için hayat» da beş kah-
raman.
(3) Aleksi Maksimoviç Peşkov
(Gorkinin hakikî ismi). h
(4) Tifliste Mzkhet şatosu. (Siya-
sî hapisane). Gorki oraya sosyal de-
mokratlarla olan münasebetleri yüzün- İji-
den atılmıştı. A ! -i
5 / ■ i 1
Nuri^/gcm] ?
İnsanı ve insanlığı her şeyin üstünde tutan Y u n u s!
Yunusun asıl meziyeti, şairliğinden ve ondaki sâf şiirden çok daha üstiin olan insanlığı ve insan şair oluşudur. Yunus'un devrini yaratan İktisadî âmiller, o devirde onu da yaratmış ve o devrinden ayrılmadığı içindir ki devirleri aşmış, bu güne kadar gelmiştir.
YAZAN : Abdülbâki GÖLPINARLI
.x—OZKIRLAR susuz. Kâna doymamış toz-
► kırlar. Ağaçsız toprağın bağrı şahrem şah-
> ' rem‘ Kuruyan kanların üstüne damlayan
' taze kanlarla toprak, çiğ güneş altında yer yer buhurdan gibi tütmede. Kaynaklar kurumuş, ırmaklar suya hasret. Nehir, yatağının en derin yerinde, akmaktan bıkmış, kara san bir renkte irin gibi sızmada. Güneş kavuruyor, yakıyor, öldürüyor. Yerden bitme kerpiç köyler, yerlere gömülmüş. Kayalar çatlamada, kuru dere kenarındaki söğütler, sıtmalılara muska için yaprak bile veremiyorlar. Kökleri, tabiatın kahır pençesiyle sıkılmış ekinler, tohumluk bile vermeden âciz. Köy çeşmesi iplik gibi akıyor, sıra bekliyenler konuşmadan bekliyorlar, düşünmeden susuyorlar. Yıkılan Selçuk imparatorluğundan kalan toprak ve ekin iltizamcılığı derebeyi toprak ağalariyle elleri kamçılı, sırtlan yamçılı has köleler ve bunlara yardımcı hükümet kulları, topraksız köylü, öküzsüz tarla sahibi, donsuz ve tarladan tarlaya, ilden ile göçen ırgat sınıflarını meydana getirmiş. Sınıflar arası ortakçılar, tarla zaptetme sevdasında. Hazne bile ortakçılığı kârlı bulup bu işe girişmiş. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi yeniden yeniye salyana, kopcur, ya m, vergileri, halkın sırtına binmiş. Halk, can vermeden vergiden kurtulamıyor. ".....
Mogollar, bir alev akını, bir kan seli gibi gelip geçmişler. Merkezlerde bu akından ocaklar, bu selden gölcükler kalmış. Vakit vakit yeni yangınlar belirmede, zaman zaman yeni dalgalar görünmede, yakıp yandırmada, silip süpüımrde. Cengiz yasası ve Çağatay türesi yürürlüktedir. En tabiî haklar, ölüme sebep olabilir. Gök kubbe altında yıkanan asılır, kalçınını güneşte kurutan öldürülür. Aşiretler dağılmıştır, köyler can çekişmede. Malası eğri kılıç, harcı yürek kanı, insan çatısı üstüne kurulmuş kurulu düzen bozulmuş, çatı çökmüştür. Şehirlerde tezgâhlar durmuştur, küçük esnaf toprağı tutsa' altın olmaz. Yazılarda yiğit sinmiştir, taşı sıksa suyu çıkmaz. Derebeyleri, müstevlilere en aşağılık kullukla Aldamga alıyorlar; Moğol beyleri, en fazla zulümle Tarhan oluyorlar. İniltilerle dönen, ömürleri öğüten, zamanı dişleyip kemiren köy değirmeni, ununu ellere vermede. Adil tanrı, müstevlilerin müttefikidir. Danişmentler, bey sofralarının konuğu.
Bu yıkım âleminin üstünde mistik bir hava esmede. Kaderin sorumsuzluğuna, dünyanın faniliğine, ömrün geçip gittiğine, huzur ve refahın yokluğuna inananlar, ahrette saadet ummada, ölümden şifa beklemede. Yer yer gezen, yurt yurt konan, tanrı; lığına inanan, yahut hiç bir şeye inanmıyan derviş
6
ler, sefaletin mistisizmini yoğurmadalar. Kan seliyle sürüklenip gelenler, halkın teselli ihtiyacına takılıp kalıyorlar. Yerli dervişler yetişmede, vakıf tekkeler kurulmada, müsadereden mal kaçırılmada, göçebe natüralizmi, İslâm tasavvufiyle kaynaşmada.
Bu yokluk dünyasında bile ölmeyen insan ruhu, olanları seziyor, olaylara üzülüyor. Şehirlerde Farsça söyleyenler, köylerde Türkçe düşünenler belirmede. Gurbet, hasret, dağ, bel, sevgi, cefa, Taş, kesik, deniz, ırmak, bulut, güneş. Değirmen, ark, ekin, bulgur, zenginlik, yoksulluk. Tanrı, ahret, bey, zulüm, yağı tatar. Bütün bu yerli malzeme, o devrin malzemesi, yerli ve katıksız olarak halktan alınmada, yoğrulup halka verilmede. Şehirlerde Farsça son kemal devrini yaşamada, Türkçe dile gelmede, halk söylemek üzere ve halkın dili, sonradan Divan ede-bıyatiyie boğulan, ancak köylerde duyulan, dağlardan akseden, ırmaklardan dinlenen, köy çeşmesinin şırıltısında sezilen ve aşiretlerin göçüşüyle oğuldı-yan öz dil, Yunus’un dili, Yunııs söylüyor. XIII üncü yüzyıl söylüyor. XIII üncü yüzyıl, Yunus’u yetiştiren devir, böyle bir devir ve Yunus bu devrin devirlere hükmedecek şairi.
*
* * 4
Yunus, hiç bir vakit ruhuna gömülmüş değildir. Bu asırda bile bizde söylenmesi moda olan (iç âlem>i o asırda bile dış âlemle, iç âlemi yoğuran, iç âleme şekil veren, iç âlemi yaratan gerçek âlemle anlatmış bir şairdir.
Hiç bilmezem kezek kimin ? Aramızda gezer ölüm
Halkı bostan edinmiştir, dilediğin üzer ölüm der,
Teferrüç'eyleyivardım, sabahın sinleri gördüm, Karışmış kara toprağa, şu nazik tenleri gördüm diye inlerken “yer altında soğulan gözleri, dökülen inçi dişleri, çürüyen nazik tenleri, kurda, kuşa yem olan kalem parmakları, teleme yüzleri,, düşünür; cennet, cehennem çok geri bir plânda kalır onda. O, görülen korkunç hakikati söyler. Yakın yarından korkar ve şu mısralarda onun insan kalbi titreri
Miskin âdem oğlanını benzetmişler ekinciye, Kimi biter, kimi yiter, yere tohum saçmış gibi Bu dünyada bir nesneye yanar içim, göynür özüm : ı Yiğit iken ölenlere, gök ekini biçmiş gibi.
Zaman zaman ölümün, mezar içinde herkese tatbik ettiği mutlak müsavatı düşünür, mallı, mülklü kişilerden âdeta ölümle öcalır :
Şunlar ki çoktur mallan, gör niçe oldu halleri,
Sonucu bir gömlek giymiş, onun da yoktur
* v ı yenleri.
Kanı mülke benim deyen, köşk-ü saray beğen-miyen ? '
Şimdi bir evde yatarlar, taşlar olmuş üstünleri. Bunlar eve girmiyeler, zühd-ü taat kılmıyalar* Bu beyliği bulmıyalar, zira geçti devranları. Bunlar bir vakt beyler idi, kapıcılar korlar idi, Gel şimdi gör, bilmeyesin, bey katıgıdurur, kulları ?
Ne kapı vardır giresi, ne yemek vardır yiyesi,
Ne ışık vardır göresi, dün olmuştur gündüzleri.
Ölümden en.fazla bahseden Yunus, hiç şüphe yok ki hayata en maddi ve. kuvvetli bağlarla bağlıdır. Üzüntülerini sözle ören, gezginciliğin' besteliyen, hastalığını bile şiirle tesbit eden, ihtiyarlığını bile nefesiyle duyuran Yunus, ölümden kurtuluşu, tasavvufun telkin ettiği mevhum ebedilikte buimıya uğraşır. Bu imanı, tasavvufun neşeli meclislerinde kuvvetlendirmiye çalışır.
Ölmez aşk bilişleri, esrik meclis hoşları,
Daim bunların işi çeng-ü şeşta rebaptır der.
Aşkın verdiği feragat ve istiğna, bu istiğnanın mânevi ululuğu, onun en büyük zenginliğidir. Abdür-rezzak (Şeyh-i San’an), aşk yüzünden dört yüz müritle elli hac terketmiş, dininden dönmüş, haç öpmüş, çan çalmıştır. Aşk, yalnız insanı maddi kayıtlardan kurtarmakla kalmaz, mânevi kayıtlarından da .kurtarır. Yunus bunu nefsinde sınamıştır. Aşkı bir güneşe benzeten, aşkı olmıyan gönüle taş deyen şair> sevgiliye
Bülbül olubanı ötem, gönül alam, canlar ütem, Başımı elimde tutam, yoluna verem, yürüyem deyecek derecede bir feragat haline varmış,
Aşkın serhengi beni komaz hiçbir nesneye, Ne islâmda, ne dinde, anılmaz küfr-ü iman deyecek kadar kayıtlardan kurtulmuştur. Acaba bu aşk, tamamiyle mistik bir aşk mıdır ?
Kerem et, bir beri bak, nikap yüzünden bırak, Ayın on dördü müsün ? Balkurur yüzde yanak. Şol ağzından keleci, yüz bin şükrane ile, Destur gelsin taşraya, söylesin dil-ü dudak. Otuz iki mirvarı mercana dizmiş gibi, Kıymeti dürden olmuş, yaraşır inciden ak.
.Sıfatın arılığı bulgur-u nohut gibi,
İki kaşın ay, alnın gencaya verir sebak. Gören pervaneleyin nice oda düşmesin ? Gözlerinin bakışı can alır iki çırak.
Boyunu serv boyundan hiç fark eyleyemedim, Gümana veren beni küpeli iki kulak
diye sevgilisini öven,
Taştın yine deli gönül, sular gibi çağlarmısın? Aktın yine kanlı yaşım, yollarımı bağlarmısın ? Nidem, elim ermez yare, bulunmaz derdime
çare,
Aydın fikirli, hür ruhlu, insan düşünceli Prof. Saffet'in ölümünden duyduğumuz acı, sonsuzdur. Türk kültür âleminin başı sağolsun. Gelecek sayımızda Saffetin, şimdiye kadar yayınlanmamış bir yazısını okuyacaksınız.
Oldum ilimden avare, beni bunda eğlermisin ? Yavıkıldım ben yoldaşı, onulmaz bağrımın başı, Gözlerimin kanlı yaşı, ırmak olup çağlarmısın? Ben toprak oldum yoluna, sen -aşırı gözetirsin, Şu karşıma göğüs geren taş bağırlı dağlarmısm ? Harami gibi yoluma aykırı inen karlı dağ, Ben yarimden ayrı düştüm, beni bunda eğlermisin ?
Karlı dağların başında salkım salkım olan bulut, Saçın çözüp benim için yaşın yaşıtı ağlarmısın ? Esridi Yunus’un canı, yoldayım, illerim kanı? Yunus düşte gördü seni, sayrımısm, sağlar-mısm ? k •
Gibi güzelim bir şiirle hasretini anlatan, karlı dağ-latdan, aşılmaz bellerden sızlanan Yunus’u et ve sinir âşıkı saymaktan başka çaremiz yok. Mecazi aşkı, insanı gerçek aşka ulaştırdığı için hoş görüyor . denebilir. Fakat gerçek aşka ulaşınca ne olacak ?
Maddeyi mâna görecek; sevgiliyi Hak tanıyacak, “her şey o„ diyecek değil mi ? Biliş, görüş ve duyuş değişmesinden başka bir şey mi bu ? Zaten Yunus’un tasavvufu zühd üzerine kurulmuş korkak bir tasavvuf değil ki. Bütün varlığı Hak bilen, iman, küfür, din. mezhep tanımıyan, her dini ve herkesi bir gören, ibadetleri bir kayıt sayan, âşıkın bunlardan münezzeh olduğunu söyliyen bir bâtın eridir o.
Yetmiş iki millete birlik ile bakmıyan, Şer’in evliyasıysa hakikatta âsidir.
Bundan içeri haber işit, eydeyin ey yar, Hakikatin kâfiri şer’in evliyasıdır
deyecek kadar ileri giden,
Bir çeşmeden sızan su acı, tatlı olmıya, Edeptir bana yermek, bir lüleden sızarım. Yetmiş iki millete, suçum budur, hak dedim, Korku hıyanetedir, ya ben niçin kızarım ?
Beyitleriyle kanaatini açıkça bildiren, oruç ve namaz yerine sücü içip esridiğini, tespih ve seccade yerine şeşte ve kopuz dinlediğini söyliyen Yunus, yalnız gönle ehemmiyet verir :•
Gönüllerde iğ olmagıl, mahfillerde çiğ olmağıl, Çiğ nesnenin ne tadı var? Gel, ışk oduna, piş . - yürü.
- * .♦ ♦
Yunus Emre der hoca, gerekse var yüz hacca, Hepisindeıı iyice bir gönüle girmektir.
»
* ♦
Gönül Çalabın tahtı, Çalap gönüle bahtı, İki cihan bedbahtı kim gönül yıkar ise
Şeşte ve kopuzun uğruluk olmadığını, müziğe haram diyenin yanıldığını belirten ve şeştenin ağ zindan
Bana kiriş dediler, aşka giriş dediler,
Benim adım aşk verdi ben durmazam kolmaşta diyen, zamanının kültürünü benimsemiş, Sa’dî'nin bir gazelini nazmen Türkçeye çevirecek kadar Farsçayi ve tabiî bundan üstün olarak Arapçayı elde etmiş bulunan ve bilgiyi bir vasıta değil, bir gaye tanıyan' yobazlara sık sık çatan, insanı ve insanlığı her şeyin üstünde gören Yunus, âdeta İncillin bir sözünü
Sen sana ne sanırsan ayrığa da onu san, Dört kitabın ma’nisi budur eğer var ise
Devamı Sa. 11 Sü. 1 dc
Emperyalist Almanya hesabına ocaklar söndürenlere, köyler yıkanlara , vesika ekmeğiyle vereme yardım edenlere, çocuklarını boğan oruspu analar yaratanlara tertemiz vicdanının nefret yıldırımlarını yağdıran kahraman.
Abdiilbâki GÖLPINARLI
MUTLAKIYET devrinde en gür sesiyle saltanata ve saltanat mümessillerine dalkavukluk ederek yükselen, yükselmeyi ancak bu yolda bulan, her alçaklığı yutuveren zümreye lanetler okuyan vatansever Fikret. Hürriyet sevgisiyle hürriyet hasretini, devrinde en içli ve en özlü bir surette duyan ve duyuran, yasak şiirleri elden ele gezen şair. 1908 devriminin ilk günlerinde en neşeli ümitlerle kendisini çalışmıya veren gayret. Yeni bir ihtiras zümresinin hürriyet adına hürriyeti boğan, «Kanun diye kanun diye kanunu» tepeliyen saldırışı karşısında gönlünün kanını içine akıtarak yaralı bir aslan gibi Âşi yan’ma çekilip ürkmeden «Adımlar» ı, «Doksan beşe doğru» yu ve «Hân-ı yağma» yı yazan sulp karekter. Devrinin en kuvvetli münekkidi olduğu için dinsizliği, in" san bir şair olup kardeş bir insanlık dünyası istediği için milli-yetsizliği bahis mevzuu yapılarak kara kuvvetle faşistlerin hakaretlerine hedef olan, fakat irkilmeden bir yandan «Tarih-i kadim» ini, «Molla Sırat’a cevab» ını yazan, bir yandan «Harb-i mukaddes» şiiriyle, emperyalist Almanya hesabına ocaklar söndürenlere, köyler yıkanlara, vesika ekmeğiyle vereme yardım edenlere, kimsesiz çocuklarla çocuklarını boğan orospu analar yaratanlara tertemiz vicdanın nefret yıldırımlarını yağdıran materyalist kahraman, irticaa karşı ileri fikrin bayraktarı ve allahsız hür insan.
Ondan önce Tanzimat şairleri, divan tekniğinden ayrılamamışlar, bazı yeni fikirleri eski teknikle söylemeyi ve ancak nesirde Av-rupayı mümkün olduğu kadar taklit etmeyi yenilik saymışlardı. Hâ-
mid, yaptığı vazifeyi en iyi bir surette kendisi söyler: O, Tanzimatçılarla Serveti fünuncular arasında bir köprüdür. Şiirimizde hayata iniş, bütün vuzuhıyle Fikret’le başlar. «Balıkçılar», «Hasta çocuk»,' «Verin zavallılara», Rama, zan sadakası», «Zavallı hasta», «Sarhoş», «Haluk’un bayramı», «İzler»,.. Bütün bunlar, Fikret’ten önce şiirimizde yer almamış yazılar, edebiyatta düşünülmemiş mevzular , hayatta görülmemiş safhalardır. Devrinin ve mensubolduğu sınıfın icabı, tamamiyle halka inememiştir. Fakat bu, bir iniş merhalesidir. Ve ondan önce yok-
Fikret’te dil de büyük bir inkişafa uğramıştır. Ondan önce edebî şiir dili, konuşma dilinden bambaşkadır. Hatta Hâmid’de Tanzimat şairlerine nisbeten çok daha bozuk ve çok daha eskidir. Fakat Fikret,
'. Size ey bilmediğim, görmediğim ka-ri’ler, Size ithaf ile neşreyliyorum bunları ben derken pürüssüz bir konuşma dilinin şiir dili olduğunu derhal anlamaktayız.
Fikret hakkında uzun boylu _ mütalaa yürütmeyi bir tarafa bırakarak biz sadece burada iki kitaptan bahsetmek istiyoruz ı İstanbul Ünüversitesi Edebiyat fakültesi Yeni Türk edebiyatı Doçenti Dr. Mehmet Kaplan’m T e v -fikFikretve şiiri adlı kitabiyle (Türkiye yayınevi, 1946) Sabiha Sertel’in Tevfik Fikret, Idoolojisivc felsefe s i(Y urt veDünya yayınları, 1946).
Mehmet Kaplan, kitabının ilk bölümünde Şinasi’den' Serveti fü-nun’a kadar Türk şiirini «İçtimai ve siyasi fikirler, ferdiyetçilik, büyük ihtiraslar ve ıztıraplar, küçük ve günlük hassasiyetler devri» di
ye kendince devrelere ayırmakta,, fakat devrin cemiyetini kuran İktisadî amilleri, siyasî hususiyetleri, hiç, hiçbir şeyi belirtmemektedir. Bu indî bölüm, hiç bir zaman umumi bir mahiyet alamaz. İkinci bölümde Serveti fünun’un nasıl teşekkül ettiğini anlatırken devlet bünyesindeki siyasî çöküntüyü tahlili de çok noksandır. Bu tahlilde amillerden ziyade vakalar yer almaktadır. Üçüncü bölümde müellif, Fikret’in mizaç ve karekterini modern psikolojinin son mutalarına göre, yeniden İlmî bir şekilde ele -almak lüzumunu söylemekle beraber ‘‘elde bulunan malzeme böyle bir teşebbüs için kâfi gelecek durumda değildir» hükmünü veriyor (S: 43). Fakat yine de bu
Aşiyan’ı
Fikret’in Aşiyan’ını bir defa daha ziyaret etmek istedik ve 6 eylül günü, o meşhur ağaçlıklı yokuşu tırmanarak bu kartal yuvası gibi muhteşem binaya çıktık. Gelmekle iyi etmişiz. Bir kere Hüseyin Anka’nın muvaffakiyetle yarattığı tunç büstü gördük ve genç neslin böyle bir sanatkâra sahib oluşundan iftihar duyduk. Sonra da, Müzenin müdürü olduğunu öğrendiğimiz nazik ve kibar bir zat, B. Zeki Afşm, bize mevcut eşyalar üzerinde bilmediğimiz izahlarda bulundu; Fikret’in hâtırasına ait güzel anekdotlar anlattı. Kendisinden, Fikret’in Eyüp’te bulunan mezarının Aşiyan’a nakledileceğini öğrendik ve bu işe çok sevindik. Bu nakil keyfiyeti, Fikret’in büyüklüğüne yakışacak bir şekilde yapılmalı ve Aşiyan’ın bahçesine, şairin çok sevdiği havuzun yanma muhteşem bir mermer mezar hazırlaamalı-dır. Bu mezar hiç bir süs ve ziynet istemez, Fikret’in kendi adını oymak bu mermeri dile getirmiye kâfidir. Bu arada bahçenin tanzimi için de gereken himmet esirgen-
'^ işe girişerek, bütün bu çeşit yazılarda yapıldığı gibi anasının, ihtida etmiş bir Rum ailesinden gelme olduğunu ve ç o n ver s i o n ’ -. un “Fikret’in ' ailesinde mühim bir yer işgal,, ettiğini, “Bilâhare oğlu Haluk da tanassur etmiştir» (S:45) kaydını da ekliyerek sunar ve Fikret’in geçirdiği fikir istihalesini doğrudan doğruya irsiyete atfeder İhtidadan, hattâ Fikret’in bedenî yapısının «Pikniğe yakın atletik» (S: 46) olmasından şairin çekingen, ciddi, garip, mahcup, ürkek, ince hisli, titiz ve saire olduğuna, mehazlar göstererek hüküm verir (S; 47). İç âlem şairinin yetiştirdiği Dr. da . Fikret’in çocukluğu, mektep hayatı, şiire başlaması ve diğer bahisler hep böyle iç, âleme ait, dışta mesnedi olmıyan sözde tahlillerle sahifeler doldurur. (O1-gunluk çağı» ndan sonra «Son devre» bölümünde “Erkenden, mi zaçı icabı kendinde bir derunilik yaratan şair etrafından kopmuştur.
Ziyaret
memelidir. Aşiyan’ın bahçesi herhangi bir bahçe gibi süs-lenmemelidir; Fikret’in içinr de yaşadığı tarzda tanzim edilmeli, hattâ aynı çiçekler dikilmelidir. Bu iş için fikri sorulacak kimseler ve şairin eşi Bayan Nazime sağdır ve istenen izahatı memnuniyetle-verirler • ••
Burada bir başka nokta üzerinde de duracağız. Aşi-yan bir- müze değil, birçok medeni batı memleketlerinde . büyük şairlere yapıldığı gibi Fikret’in hâtırasına saygı için meydana getirilmiş bir hâtıra evidir. Edebiyatı Cedide için daha geniş mikyasta büyük bir müze ayrılmalı ve Aşiyan, Fikret için bırakılmalıdır. Müzenin müdürü, Fikret’in ötede beride basılmış olan eserlerini, hakkında yazılan ve şimdiye kadar sayısı binleri bulmuş olan makaleleri, münakaşa yazılarını, kitapları bir araya toplıya-rak bir arşiv meydan» getirmeye çalışırsa ve binanın alt katinı küçük bir okuma salonu haline getirirse kendisinden beklenmesi gereken faydalı işi düşünmüş ve yapmış o'acaktır.
Kendisinin doğru yolda gittiğinden hiçbir zaman şüphe etmemiştir. Onun en yakın arkadaşlarını dahi küçük hâdiselerle kırması vakıası ferdiyetine, ferdiyetçiliğine ne kadar bağlı olduğu hakkında bir fikir verebilir. Şâirin bu hususi mizacının ahlâki davranışlarındaki tesiri, gözden kaybedilmemek lâzım gelen bir noktadır. Fikret’in ahlakiliği, ferdî mizaç ve dispo-. zisyolarının fikrileşmiş bir tezahürü olarak görülebilir. Şair, ahlaki tavrını, R ü b a b ’ ın ikinci tabının başına koyduğu şu kıta ile çok güzel anlatmıştır:
Kimseden ümmîd-i feyz etmem, dilenmem perr-ü bâl, Kendi cevvim, kendi, eflâkimde ■ kendim tâirim lnhinâ tavk-ı esâretten gerandir
numa. Fikri hür, irfânı hür, vicdânı hür bir Şâirim.„ (107) satırlarını okurken bu anlayışa şaşmamak elden gelmiyor. Demek-ki Fikret, şundan bundan feyiz
umsa, ikbal göğüne çıkmak için -kol kanat dilense, kendi cevvinde, kendi eflâkinde uçmasa, eğilse ve esaret zincirinin halkasını bir inci gerdanlık, bir altın madalya say-sa fikri, irfanı ve vicdanı esir olsa ferdiyetçi olmıyacak, etrafından kopmamış olacak, doğru ' yolda gidecek, öyle mi? Ve eser sahibi, kendisinin, doğru yoldan gittiğin- ■ den şüphe ediyor mu acaba? Ede-
biyat doktorunun psikolojik mizaç *
tahlilinden çıkardığı sonuç, işte * *
böyle bir uçuruma kadar gidiyor. Eyâ veliyy-i niam dâd-ı kâ-
Yine doktor, Fikret’in, lttihad-ü rımız sensin (S: 61)
Terakki cemiyeti tarafından açılması tasavvur edilen bir mektep müdürlüğünü reddetmesi ve bunu, Salih Keramet’e bir mektupla bildirmesi yüzünden Fikret’i menfi saymakta (S: 115-116). Yalnız bu kadar ferdiyetçi ve bu kadar menfi olan Fikret’in vatansever olduğunu da nasılsa ve lütfen itiraf etmekte (S: 1.18), ve neticede Fikret'i pasif bir kahraman saymakta (S: 118) «Hakikat ve hayal trajedisini, ferdîden İçtimaîye, İçtimaîden beşerîye kadar» yükselttiğini söylemektedir (S: 200).
Hülasa Edebiyat doktoru bize , psikolojik ve orijinal bir tahlil ve tenkid nümunesi vermek istemiş, fakat «dünyada olup bitenler hep güneşteki lekelerden» diyenlerin sözlerinden daha doğru bir söz söyliyememiştir. Kitapta galet-i meşhurlardan başka rasgele rasla-dığımız şu bir kaç mısraı da kaydedelim : .
Yeııi bir fikir, taze bir hül ■ ya (S: 37) *
; * *
Diye ettim semaya isticvab (S: 38) ♦ *
Yıkık temeller maıızûr, uzakda bir mesken (S: 51) *
* »
Evet, s u b h - ı bahariden anlıdır gecesi (S: 61)
* *
N e ş î m e - i çemen üstünde vakf ı büzıı ü sürür (S: 72) ♦
* e
Gezdim akşamservler i ç r e küs k ü n (S: 75)
Tulû’-ı nuhsünü ümmîd içinde (S : 86) *
♦ *
Ufukta işte şu p i n b â-yl laci verdide (S: 195)
*
* * ,
Sevkeyliyor ufuklara pay-i g i r y a n ı n ı (S: 196) her halde bunlardaki söz yalnış-ları ve vezin düşüklükleri, zavallı mürettiplerin hataları olsa gerek!
* X

Sabiha Sertel’in kitabı, Edebiyat doktorunun kitabı kadar değil, ondan hem hacım, hem sahife bakımından küçük (152 sahife), fa-> Sayfayı çeviriniz .
9

o
i
î
kat onunla kıyaslanamıyacak kadar değerlidir. Sabiha Serte), kitabına “Bu kitabı niçin yazdım ?„ başlıklı bir önsözle başlıyor. Burada Fikret hakkında yazılan başlıca kitapları ve Fikret etrafında kopan gürültüler üzerlerindeki sır perdelerini sıyırıp mahiyetlerini teşhir ederek anlattıktan ve Fikret davasının mürtecilerle ileri fikrin bir mücadelesi olduğunu belirttikten sonra Fikret’in yaşadığı devri ve Ostnanlı İmparatorluğunun çö-. küşünü, târihi tekâmül seyrinde fert ve cçmiyet münasebetlerini tahlil ederek belirtmekte ve Fikre-tin, yıkılmakta .olan bir imparatorluk devrinin mahsulü olduğunu kaydetmektedir. Bu bölümde Tanzimat reformunun, iç ve dış mücadeleler içinde bir yandan derebeylik şartlariyle yaşıyan, bir yandan Avrupa sanayii ve sermayesi ve emperyalizm karşısında zayıflayan bir imparatorluğun tekâmül hamlesi ve birinci Meşrutiyet reformunun da aynı şartlar içinde meydana gelmiş bir inkilâp olduğu, Abdülhamit devrinde ise iler fikirlere karşı derebeylik unsurla-riyle karakuvvetin menfaat bakımından birleştiği, nihayet 1908 inkılâbının burjuva demokratik inkılâbına doğru bir hamle bulunduğu etraflıca anlatılmakta ve Fikret’in yaşadığı cemiyetle münasebetleri araştırılmakta, fertlerin, en basit psikolojik bir tahlilde bile bütün üstün kabiliyetlerine rağmen yar şadığı devrin mahsulü olduğu söylenmektedir. Görülüyor ki edebi- ■_ yat doktorunun irsiyet ve şişmanlık mahsulü bir mizaç sahibi ve bu mizaçtan doğan ferdiyetçi bir şair buluşuna, âdeta yukarıda dediğimiz gibi hâdiseleri güneşte beliren lekelere yahut da Rabbim Taalânm takdir ve hikmetine bağlamasına karşılık Sabiha Sertei, tam bir ilmi görüşle işe girişmiştir. Elimize aldığımız kitap su üstüne yazılmış yazılarla dolu bir formalar mecmuası değil, bütün mâna-siyle bizi aydınlatan, müsbet gö rüşle yapılan tahlillere dayanan hayal mahsulü değil, hakikat ifadesi olan bir kitaptır. Mutlakiyet ve saltanatla mücadele devirlerinde Fikret, içinde yaşadığı cemiyet ve bu cemiyeti yoğuran amilleız'' incelenerek tahlil edilmektedir. Bun-, dan sonra millete her bakımdhn aykırı giden, halk tarafından âaç-ta milletin başına musallat olmuş-., başka bir devlet gibi görünen It-lihad-ü Terakki hükümetinin devri, bu hükümetin Birinci Dünya Harbine girişi, Fikret’e “Doksan beşe doğru,, ve “Han-ı yağma,, ile “Har-b-i mukaddes„i yazdıran, Fikret’in istihalesini tamamlıyan devir, yine müspet bir görüşle canlandırılmakta. Fikret, .bu devirde zaman ve mekân içinde devrinden aldığı il-
10
hamlar ve o devre karşı duyduğu duygular, insanlık iştiyakı belirti lerek olduğu gibi gösterilmektedir Kitabın, “Cumhuriyet devrinde Fikret» kısmında kökünü İttihatçılardan, Birinci Dünya Harbinden, yani yıkılmış imparatorluğun son günlerinden alan ve İkinci Dünya Savaşında Hitler Almanyasının istilâ devresinde canlanan faşist ce- . reyan, memleketimizdeki amil ve*^ sebepleriyle anlatılıyor ve Fikret'in birbirleriyle birleşen mürteci ve faşist unsurlar tarafından hakarete uğrayışımn sebepleri izah ediliyor.
Kitabın ikinci kısmı Fikret’in ideolojisine hasredilmiştir. Bu kısımda on sekizinci yüzyıl filozof ve şairlerinin ideolojileriyle Fikret’in ideolojisi arasındaki benzerlik incelenerek bunun, Fikreti de onlar gibi kurtuluşu ancak gelecek nesillerden bekliyen pasif bir duruma ve bedbinliğe sürüklediği kanaatine varılıyor, Fikretin sosyalist olup olmadığı incelenirken onda «Sosyalist temayüller vardır. Fakat Sosyalizm şartlarının olgunlaşmadığı bir devirde yaşıyan Fik-. ret’te bu Sosyalizm bir hayal ve gölge halinde kalmıştır* hükmü, . gerçeğin ta kendisi olarak veriliyor (Ş: 74). ‘«Fikret'in tarihi görüşü». «Fikret’in inkılâpçılığı» «Fikret’in insaniyetçiliği» bahislerinde.aynı metodla gerçek .kanaatle--re varılmıştır Mesela şu satırları beraber okuyalım T “Fikret’in bu milliyetçiliğiyle, bu insaniyetçiliğine telif edemiyehler, onun vatanperverliğindeki sübjekiivizmi anlamı-yanlardır. Fikret’in kendi cemiye tini tenkidde insafsızlığı da memleketine karşı duyduğu büyük sevginin aksülamelidir, Ötekiler gibi lâkayt kalabilseydi bu kadar hücuma uğramaz, hâlâ bugünkü nesillerin bile üzerinde konuştuk-arı bir ideolojinin sembolü ve mevzuu olarak ortaya çıkarılmaz-'dı„,.,...(S,,^ 102). «Fikret de lisanda ve edebiyatta yenilik yapmış, Türk-diline, halk'dl(ine doğru lisanı sadeleştirme cereyanının başında yürümüştü. Fakât hiç bir zaman lisanı sadeleştirme cereyanının emperyalist gayesini koymamıştır* (S: 1Ü4). Bu satırlardaki fikirler, hangi fikri salim adam tarafından inkâr edilebilir ? .
Kitabın-^on kısmı olan üçüncü bölüm “Fikret’in 'felsefesi,, ne aittir. Bu kısımda şairin genliğinde dindar olduğu, 1908 inkilâbından sonra ise insani yetçi telâkkileriyle ce-■ miyet telâkkisinin değiştiği gibi yarlık ve şuur telâkkisinin de de: ğiştiği, idealizmden materyalizme geçtiği, fakat eski materyalistler gibi varlıkla şuur münasebetlerini tahlilde bir çıkmaza düştüğü, tabi-
atta basitten mürekkebe doğru daimi bir inkişaf seyrinin mevcıı-diyetini kabul etmekle beraber btı inkişafı temin eden kuvveti arayınca «Eşyada ve hadiselerde bizatihi mevcut zıddiyetleri, daimi ha-; reket halinde olan varlığın içinde zıtların çarpışması ve birleşmesiyle meydana gelen tekâmülü,, diyalektik bir görüşle tahlil edemediği için» (114). “Ulvi ve münezzeh, kutsi ve muaallâ bir kudret i külliye,, tasavvuruna düştüğü, materyalizmin tarihi seyir ve inkişafı da hülâsa edilerek anlatılmaktadır. Bu kısmın “Fikret’in Felsefi görüşü,, bölümünde Marx’ın Diyalektik Materyalizminin ana inanışları hülasa edilmiş. Fikret’in bazı kimselerin iddiaları gibi hiçbir vakit Marxist . olmadığı belirtilirken sayın müellif “Fikret’i ateizminden dolayı Marx-ist sayanlar, materyalist görüşlerinde Marxist bir felsefe görüşü arayanlar için Marxizmiıı diyalektik felsefi görüşünü burada izaha luzum gördüm,, diyor (S: 125). Bu kısım, ölü Mehmet Ali Ayni ve. sözde diri Peyami Safa’nın Fikret’e saldırışlarının ne kadar gayrı İlmî, ne kadar çürük ve temelsiz olduğu yine müsbet bir görüşle anlatılarak ve bü saldırışların sebeple, rı incelenerek bitmektedir. Bu kısmın son satırları1 olan “Cumhuri yet hükümetinin, Aşiyan’ını satın alıp Edebiyat-ı cedide müzesi haline getirmesi, Fikret’e yapılan -bu hakarete karşı bir tarziye bile değildir» satırlarını içimiz üzülerek okuyoruz.
Sayın müellif, «Son söz» kısmında kitabını âdeta hülâsa etmiştir. Fikret'in Türkiye mikyasında bir mücadelede inkılâpçı ve insa-niyetçi bir ideoloji mümessili olduğunu anlatmakta ve kitabını, Fikret, «Düşmanlarının hakaretleri ve tecavüzleri karşısında yıkılmı- • yacak kadar kuvvetli yarınki nesiller için insaniyetçi düşüncenin ilk alemdarı olarak daima anılacaktır» cümleleriyle bitirmektedir.
Bize bu kadar müspet ve İlmî bir görüşle, tarih seyrini canlandırarak hadiseleri, İktisadî amilleriyle inceliyerek hacim bakımından küçük, fakat değer bakımından paha • biçilemiyecek kadar büyük ve olgun bir eser sunduğu için sayın Sabiha Sertel’e teşekkürlerimizi sunmak, borçumuzdur. Mübalağasız diyebiliriz ki memleketimizde, bir şair hakkında yapılan btı * (inceleme, ilk mütekâmil örnektir. WEdebiyct tetkikçilerine de örnek, olmasını dileyerek ve artık gerçek bilgi arıyâriların çürümüş, kokmuş ve sözden ibaret tetkiklerden bıkıp usandığını söyliyerek sözümüzü bitirelim. '
*
/
İnsanı ve İnsanlığı Her Şeye Üstün Tutan YUNUS!
■ ■ • 1 f . ı '
‘ (7 inci Sayfadan devanı) diye şiir diline naklederken insanlığın bir ayetrni de •
Duruş, kazan, ye, yedir, bir gönül ele getir,
Yüz Kâ’be’den yiğrektir bir gönül ziyareti beytine sıkıştırmış, zamanında, hattâ her zaman görülen ve görülegelen ferdiyetçiliğin şiddetle aleyhinde bulunmuş, halka ululuk satan, kendisini büyük sayan ve o zaman hoca ve şeyh kisvelerine bürünmüş olan yalancılara
Kerametim var diyen, halka ululuk satan,
Nefsin müslüman etsin var ise kerameti
beytile meydan okumuş, dostluğun değerini belirtmiştir. Yoldaki ağaca şiir düzer, “böyle uzamanın fuzulluk alâmeti olduğunu, ağacın kocalıp devranın döneceğini, kuşun budağa bir dem konup göçeceğini,, söyler ve
Bir gün sana zeval ere, yüce kaddin ine yere, Budakların oda gire, kayııaya kazan, kıza saç derken devrinde ferdiyetçiliği mihrap edinen ve maddi refahta uzayıp gidenleri düşünmemiş olmasına ihtimal vermek pek safça bir düşüncedir bizce.
Çiğ iken piştiğini, tanrısına hamdedereksöylemekle beraber samimiyeti, kendisini “boynunda icazeti, riya ile ibadet eden, dışı derviş, içi boş, dili tatlı, sözü hoş ve yaptığını, dinini değiştiren kişinin bile yapmı-yacağı„ bir riya mümessili olarak göstermekten de alıkoyamaz. Ölüm korkusuyla kıvranan,.nih '.yet mistik inanışın kendisine yokluk tarzında verdiği ve tasavvufa göre gerçek, gerçekte ise mevhum varlığa, dayanarak
Şol bir beş on arşın bezi kefeni edeler eğnime, Dökem şol dünye donların giyem hey dost deyi deyi.
Mecnun oluban yürüyem, yüce dağları bürüyem Mum olubanı eriyem, yanam Jıey dost deyi deyi Günler geçe, yıl çevrile, üstüme sinlem devrile, Tençürüye. toprak ola tozam' hey dost deyi deyi beyitleriyle büyük bir ihataya mazhar olduğunu .söyler, bütün peygamberlerin, hattâ Şeytan, Nemrut, Fravun gibi kötülükle ün almış tarihî yahut muhayyel şahsiyetlerin hakikatlerini' kendisinde bulur, tanrılığını büyük bir inançla haykırırken bu renkten renge, kalıptan kalıba giren, fakat hiç bir renkte, hiç bir kalıpta asıl rengini, halktan ve halkın olduğunu unutmayan Yunus,
İstendim allahı, buldum ise ne oldu?
Ağlaridim dün-ü gün, güldüm ise ne oldu?
Diye bulduğunu da küçümsiyerek, mühimsemiyerek duyduğu inkisarı, çektiği ezayı, insanı hayretlere düşürerek bildiriverir.
Halk içinde yetişen, ilhamım halktan alan, düşüncesini halka, halkın diliyle söyliyen, mecazlarında halktan ve hakikattan ayrılmıyan Yunus Emre, devrinin mistik havasına ve o havanın verdiği nisbî feragata, yalancı huzura ve mevhum istiğnaya rağmen Mevlâna kadar geniş ve şümullü olmamakla beraber zamanını, o yıkım devrini aksettirmekten de geri kalmamıştır. Bir şiirinde «zemanenin yatlı olduğunu, haramın kıymetlendiğini, şeytanların semirdiğini, hâram ile hamrin cihanı tuttuğunu, peygamber yerine geçen hocaların, halkın başına zahmet kesildiklerini» anlatıp şikâyet ederken bir başka şiirinde
Cefayı çeken eller
İlk sigarayı içtiğim gün başım dönmüştü, hatırlarım onu h.er hatırlayışımda başımın tekrar döndüğünü duyarım.
Saat aşmış gecenin ortasını Ağaçlar göğüs geçiriyor, rüzgâr çıplak ayaklariyle dolaşıyor gizliden gizliye...
Duvarlarda salkım saçak hayaller gözlerimle örülmüş, kimi geçmişe, kimi geleceğe ait.. Karanlık inkâr edilir gibi değil, Penceremin camları simsiyah; yıldızlar görünmiyecek kadar ufak, yıldızlar nokta ııokta yıldızlar uykum kadar uzak.
Bir türkü kımıldanıyor içimde :
. -Dağ başında bir gece-
kan dizleyi dizleyi..
Tuhaf şey, J ■
ben bu şarkıyı hiç unutmazdım; -Hem okudum, hem yazdım yalan dünya senden bezdim... Bu türkü anamı hatırlatır bana.
Anamın ağarmış saçları vardı,
■ ellerinin derisi buruşuk ve esmer. Beş çocuk yetiştirmiş bu eller, kıtlık senelerinde toprağı yumruklamış. Böyle milyonlarca el tanırım : Atıadoluyu dolduran bu ellerdir, bu ellerdir cefayı çeken, aç kalan, bıı ellerdir merlıemsiz yaralarımızı bastıran, bu ellerdir bize şiir yazdıran, destan yazdıran...
Misafir baskınına uğrar gibi hatıraların baskınına uğradım, ağzım...
ağzım zehir gibi;
sigara paketim beni sabaha ulaştirsa bari.
Suat TAŞER
eski ve hatta Fakıyh Ahmet ve Mevlâna gibi çağdaş sufilerin hasretini duyurmakta, âlemin bozulduğunu yana yana anlatmaktadır. Bir başka şiirinde de
Danışman okur, tutmaz, derviş yolun gözetmez, Bu -halk öğüt işitmez, ne sarp zaman olısar.
Gitti beyler mürveti, binmişler birer atı, Yediği yoksul eti, içtiği kan olısar
diye en ağır bir dille devrinin beylerini ve bu beylere satılmış sözde münevver zümreyi tenkitten çekinmemiştir.
Hasılı zamanının büyük bir şairi olan Yunus, ne halktan ayrılmıştır, ne zamanından. Zaten bu gün, onu yaşatan değer de şüphe yok ki şaitliğinden ve ondaki sâf şiirden çok daha üstün olan bu meziyeti’ bu insanlığı, insan şair oluşudur. Devrini yaratan İktisadî âmiller, o devirde onu da yaratmış ve o, devrinden ayrılmadığı içindir ki devirleri aşmış, bu güne kadar gelmiştir.
Yunus Emre mi yalan söylüyor, yoksa Orotoryo mu ?
' ■ (Gelecek Saytda)
11
t .;
Evet, kitap yakmayı ilk defa N a z i I e r düşünmüşler ve işe erkekleri, kadınları ve çocukları yakmakla devam etmişlerdi. KAFKA’yı yakmayınız; bu işi, gönüllü olarak yapacak olan kültür düşmanlarına bırakınız ■
ı R Fransız dergisi
' lUç* haftalarca süren bir O anket açtı, yazıcılara ve okuyucularına so ruyor : Kafka’nm eserlerini yakmak mı ? Hatırlardadır: Nazi Al- ■
manyasında, Reichstag yangınından sonra bir başka muazzam alev göklere yükselmişti. Yalnız Gorki, Rolland, Barbusse gibi tandaııslı yazıcılar değil Vol-taire’den Stefan Zweig’a, Jack London’dan Gide’e kadar zengin bir kültür hâzinesi ve bu arada Franz. Kafka’nm kitapları ateşe verildi. “Kültür» kelimesini işitince tabancamı çekerim diyen bir zihniyetin kitap yangınlarına ve müze tahriplerine baş vurmuş olması gayrı tabiî görünmez. Fakat, halk kitlelerine geniş bir söz hakkı tanıyan bugünkü demokratik Fransa’da bazı edebiyat eserlerine duyulan bu aksü-lâmel nedendir?
A c t i o ıı gazetesinin anketine verilen cevaplarda bu soruya izahlar aramadan önce Kafka’nm kim olduğu hakkında bilgi verelim: 3 temmuz 1883 de. Prag’da doğmuş ve 3 haziran 1924 de Viyana civarında Kierling sana-toryomunda ölmüş Çekoslovak-. yalı bir yahudi romancısıdır. Hayatında tamamlanmamış bıraktığı eserleri ölümünden sonra neşre-dilebilmiştir. Romancı, yazdıklarını sağlığında neşretmek istememiş, ve hattâ bir kısmını sobaya atarak kendi eliyle yakmıştır. Elde mevcut eserleri, yakın arkadaşı Max Brod tarafından edebiyat âlemine çıkarılmıştır.
Dindar bir yahudi ailesinin çocuğu olan sanatkâr, dinî geleneklerle cemiyetin kendisinde yarattığı isyanlar arasında çırpın- ■ mış durmuştur. Kafka, bir yandan da, zamanımız sanatkârının yaşamakta olduğu büyük dramı yaşamıştır: ekmeğini kazanmak için bir sigorta şirketinde çalışırken ömrünün bir kısmını edebiyat için ayırmak zorunda kalmıştır. Baba ocağı ve yahudi cemaatiyle uyuşamamazlık, münze
vî bir bekâr [hayatı 've’^nihayet
—l'JT T-- —«.▼». sr-ı- • ...
tüberküloz, onun bu ferdî dramını daha da acılaştirmıştır. Bıı büyük hastanın kaleminden fışkıran satırlar, bu yüzden, zakkum gibi acıdır.
Yahudi ve Çek olduğundan, işgal esnasında Fransa’da, tıpkı Nazi Almanyasında olduğu gibi, adı duyulmaz olmuş, fakat harb
.-------- YAZAN: —----------.
Hüsamettin Bozok
I_____ 1
biter bitmez, âdeta dünya edebiyatının en mühim simalarından biri haline gelmiştir. Tanrı’nın bütün feryatlara sağır kaldığı bir dünya içinde, insan oğlunun sefil durumunu bedbin bir cepheden ifade eden eserleri büyük bir ilgi toplamıştır. Bazıları bunıi, Buchenwald ve Dachau insan mezbahalarından ve Gestapo’dan kurtulmuş olmanın yarattığı atmosfer ile izah ettjler. A c t i o n ıın açtığı anket de bize, ekseriyetle kitap yakmanın kötü bir şey olduğunu, hasta olmıyan topluluklar, için bedbin bir edebiyatın tesirsiz kalacağını anlatıyor. Buna rağmen, Jean Freville gibi, edebiyatın mesuliyeti hakkında önemli izahlar yapanlar da var.. .
Mahkûm edilmek istenen edebiyat, ümitsizlik, can sıkıntısı ve bedbinlik aşılıyan “kaıa„ edebiyattır. Julien Benda’ya göre yazıcı, politik ve sosyal baskıların dışında olarak, doğruluğuna inandığını yazan adamdır. Yazıcı ne bedbin olabilir, ne de nikbin. Ö sadece, mümkün olduğu kadar objektif bir şekilde, içinde bulunduğu âlemi ve bu âlemin gelecekte alacağı durumu ortaya ko* yar. Yazıcı hakkında hüküm verecek olan, şahsî kıymet hükümlerine göre hareket eden okuyucudur.
Jean Freville ise aksi kanaattedir. Ona göre nötr bir edebiyat yoktur: Mutlak hürriyet bir burjuva veya anarşist uydurmasıdır. Bir cemiyet içinde yaşamak,
sonra da ona tabi olmamak imkânsızdır. Şimdiye kadar “hürriyet namına» , «yazıcının kendini serbestçe ifade edebilmesi namına» , diye ortaya çıkanlar hep, edebiyatın antisosyal ve reaksi-yoııer karakterini kuvvetlendirmekten başka bir şey yapmamışlardır. Dün yazıcının başıboş serbestliğini müdafaa edenler bugün tröstlerin serbestliğini müdafaaya kadar işi ileri götürmüşler ve demokrasiyi sık boğaz edenler yine onlar olmuşlardır. .
Genç yaşta ölümünü büyük bir teessürle öğrenmiş olduğumuz Heııri Mougiıı ise Kafka’-yı yakınalı mı sorusunun altında şunların gizli olduğunu söylüyor: Edebiyatın bir aksiyon kabiliyeti var mıdır ? Edebiyat bir şeye delâlet eder mi ? Edebiyatın bir mesûliyeti var mıdır? Yazıcı yazdığına niçin inanır ? Niçin yazı yazar? Yazmaya mecbur olduğunu ve yazmak istediğini yazabilir mi? Veyahut da, Paul Eluard’-ın gayrı iradî şiirden bahsettiği mânada edebiyat gayrı iradî midir ? Bütün bu sorular, insanı, Taine’in ölümünden beri elli yıldır sorulan suale götürüyor: E-debiyat nedir?. Mevzuu dağıtmamak için Mougin’in kanaatine dönelim: Hitler’in Voltaire’i, . Gide’i ve Otto’nun tertip ettiği listedekileri yakışı gibi Kafka’yı yakmak yalnız gafil ve bön in-insanlar için mevzu bahsolabtlir, diyor.
Jean Paulhan, sipariş üzerine meydana getirilen bir nikbinlikten, içten gelen bir bedbinliğin daha üstün bir meziyet olduğunu ileri sürüyor ve Zola’nln ilk romanlarını yazdığı zaman, münekkitlerin burunlarını tıkamış ol? doklarını ve bunun bir san’atkâr için intihar demek olduğunu söylediklerini bildiriyor. Bu durum, Zola’nm dünyayı gül pembe gösteren romanları meydana gelinceye kadar devam etti. Fakat iyi bir okuyucu çok iyi bilir ki G e r m i n a 1 acı, fakat sıhhatli
(Sonu 15 inci sayfada)
12
Bilbaşar
gibi acemi
Kaymaklı
tavukgöğs ü
ru, elbise kupon-Yerli Mallar gelip geçenlere alıyorum..,, diye borsacılara
fjAY Naci Du kılarından ilkini, Pazarı civarında “memur kuponu
- fısıldıyan kara tııış, dönüyordu.
Artık eskisi utangaç değildi. Alışı verişi bir ayak evvel bitirmek için, ilk teklif edilen fiyata “eyvallah.. Allah bereket versin... Taş mı attım . kolum mu yoruldu..,, demiyordu. Şimdi bu işi bir suç, bir nevi dilencilik telâkki etmiyor, bu alış verişe harbin şu son yılında iyiden iyiye alışmış bulunuyordu. •
Hükümetin 15 lira karşılığj verdiği A kuponu kendisine havadan 10 lira kazandırmıştı işte amma bu parayı “nereye peşin,, sarf edeceğine henüz karar verememişti. “Delik o kadar büyük yama o kadar küçük„ di ki..
Karısı ne derse desiıı, oğlanı bir kere doktora göstermeliydi,. “Sulucan var da ondan sarı bu çocuk bu kadar„ diyorlardı komşular... amma, solucan peynirden şekerden olurdu.. Oysaki oğlanın peynir yüzü gördüğü yoktu. Şekeri de arada sırada karısının dayısına misafir gittikleri * zaman yiyordu.
Çocukta solucan olmadığı muhakkaktı. Ne salyası akıyor, ne de burnu kaşınıyordu.
Peki amma karnı da boşuna şişmezdi ya oğlanın?.Elbet bir derdi vardı.Dispansere götürmeliydi muhakkak bir kere. (Gözlüklü doktorun ilâçları iyi geliyor her kese..) diyordu mahalleliler...
Bay Naci Duru’nun karısı çocukta “doktorluk,, bir maraz görmüyordu. O, bütün fakir semt halkı gibi, doktordan çok komşu teyzelerine inanıyor, onların ilâçlarını daha “hasiyetli,, buluyordu Sarmısakla kabak çekirdeğini dö-ğüp sabahları yutturdular mı, yüzünün sarılığı da giderdi, karnının şişliği de inerdi.. Hadi bilmedin, solucan şekeri yedirirdin.. Bak o zaman bir şeysi kahr mıy dı oğlanın...
Lâkin Bay Naci Duru için 45 inden sonra kavuşulan bu oğlancığın kıymeti büyüktü. O, “kuru
- dalının meyvası„ idi. Ve onu, kabristan avlusunda çocukların
YAZAN :
Kemal
taşladığı sarı erikler gibi renksiz görmiye 1 .yüreği katlanamıyordu Yanaklarının Amasya elması gibi kırmızıjkırmızı' ışıldanmasını isti, yordu. Kör olası ^cihanTsavaşınm sırası mıydı.. Harp çıkmasaydı hu çocuk şimdi böyle mi olurdu? Ona yatarken 250 gramcık süt içirse, sabahları tere yağcığtnı, yumurtasını, reçelini yedirse yanakları böyle solar mı idi... Harb-çıkaranın gözleri kör olsundu..
Hayır.;,' Bay Naci Duru karısının bütün iyimserliğine rağmen bu 10 lirayı oğlanın sağlığına lıarcıyacaktı. Varsın bu para da eczacılara kısmet olsundu.. Zaten lâneti nasıl kazanmışlardı... Alın teriyle kazanılmıyan paranın gideceği yer belli idi; ya ilâca ya doktora idi...
Sara Hanım nihayet boyun eğdi., amma: “ yazık dört ki'o et parasına..,, demekten kendini alamadı.
Küçük Engin’e “adamlık,, lan giydirildi. Saçları tarandı Engin küçülmüş Lâciverd elbiseleri için de büsbütün çelimsiz ve sarı görünüyordu.
Dispanserin “gözlüklü doktor„u korkudan gözlerinin halkaları büyümüş, babasının ellerine sim sıkı yapışmış olan Engini okşadı. Ona bir şeker verdi. Sonra bir tane daha vereceğini vaid ederek boğazını, ciğerlerini ve karnını muayene etti. Göz kapaklarına bakarak kansızlığının derecesini ölçtü. • ■ ,
Çocuk bir az zayıf düşmüştü.
karnının şişliği , bundandı. T “Bir tüberküloz başlangıcı,, diyemedi. Bu melun kelime boğazında. düğümlendi.
İştahsızlığı için bir şurup, kanlanması için iğneler veriyordu. Tereyağ,7peynir, pirzola, karaciğer,“tatlılar kompostolar tavsiye etmenin bu fakir semt halkile alay etmek gibi bir şey olacağını hissediyordu.
Fakat “mümkün olursa günde 3-4 yumurta yedirmelisiniz,, dedi .Reçeteyi babasına verirken Enginin ağzına iri bir lokum soktu.. “Hadi geçmiş olsunl» dedi. Onlar baba-oğul kapıdan çıktıkları sırada doktor başını salladı ve omuzlarını kaldırdı. Harp yılları içindeydik ne çare...
*
* *
Bay Naci Duru ilâçları “şifa„ da yaptırdı. Bu ad ona ilâçların hulâsası gibi geliyordu. Eh. . ilâcın iyisi de adamın iyisi gibi «büyük» yer de bulunurdu. Bu çeşit çeşit kavanozlar, mavi-kırmızı yeni dünyalar, ier, ceme kânlı kutuları ona, kül olacakları bi geliyordu.
Küçük Engin de, bu beyaz gömlekli adamların gidip kayboldukları kırmızı perde arkasında fevkalâde bir şeyler olacağını sanıyordu. Kapının üstündeki resim den gözlerini ayıramıyordu. Kıpkırmızı bir adamın ağzından alevler fışkırıyordu. Bu resim ona
Sayfayı çeviriniz
garip garip şişe-dolaplar ve ilâç hastalıkların yanıp acaip bir âlem gi-
l
13
. S



«

komşu . Rasime Halanın masallarındaki devi hatırlatıyor ve babasına sokuluyordu.
Ecza'ıâııeden «ianeleri ve şuruplar! > aldıkları zaman ellerinde 125 kuruşları kalmıştı. Bu pahalılık zamanda üç çeşit ilâç almışlardı.. Buna da şükür... ya ilâçları bıılamasalardı.. Engin, ecza-hane önünde Lorel ve Hardi satan bir kuklacıdan, kendisine bir “şapkalı cüce,, alması için babasına yalvardı. Ne güzeldi. Bu cüceler.. boyları uzayıp uzayıp kısalıyordu.
Bay Naci Duru, hanımdan azar işiteceğini bildiği halde oğlunun bu arzusunu kıramadı. Ya oğlan ölüverirse... İçinde bir huzursuzluk halinde duyduğu bu endişe şim.li bütün acılığı ve çıplaklığı ile ortaya çıkıyordu. O zaman oğluna bir kukla almayış* yüreğinde büyük bir yara halinde kanayacaktı.
75ku.-uş verip kırmızı yanaklı ve şişman olan, kuklayı satın aldı. Kim bilir belki de bu ilâçlar sayesinde oğlı: da böyle şişmanlardı.. Küçük Eııg.n, kuklacının gösterdiği şekilde bebeğini yakaladı. Kuklanın elbisesi altında, makasa benzer iki tahta parçasını sıktığı zaman “cüce, niıı boyu uzuyordu. Ooo... bu ufacık adam kendisine gülüyordu.. Engin de kahkaha ile gülmiye başladı..
Babası buna pek sevindi.
“İsterse haıııtn bana bir hafta kahve parası vermesin... Bu israfımızı da başımıza kaksın, razıyım Engin kuklasından memnun ya!„
Mamafih çarşı içinden el ele giderlerken:
“Bana bak Engini. Annen sorarsa kuklayı çarşıdan aldığımı zı söyleme. “ (gözlüklü doktor) verdi„ de emi ?..„ diye tenbilı etti. t’Bilirsin annen oyuncağa para vermemizi istemez..,, dedi.
Mahallebici önünden geçiyorlardı. Engin, babasını bu günkü kadar cömerd ve zengin hiç görmemişti. Ne isterse babasının alacağını sanıyordu. Mahallebiciııin cemekânlarındaki mahallebiler, sütlâçlar kim bilir ne tatlı idi. Müjgan teyzelerde bir defa tavukgöğsü yemişlerdi. O da tıpkı bunlar gibi boyayla süslenmişti. Ah şu tavukgöğsünden bir tane ye-seler. “Babacığım; acıktım ben Bana tavukgöğsü alsana ..„
Bu teklif Naci Duru’yu hem sevindirdi. Hem ürküttü. Oğlu bir şey yemek istiyordu ha.. Ev
de sofraya bin nazla oturup bir şey yemeden kalkan oğlu ’ şimdi acıktım diyordu. (Göz uklü doktor) un elinde muhakkak bir uğur vardı.
İyi amma, acaba cebinde ta vuk göğsü alacak kadar para kaldı mıydı? 50 kuruş vardı Eh., bu para ile de£- bir tabak tavukgöğsü verirlerdi elbet.. k( ndisi yemese de olurdu. Parası olmadığı için yiyemediğini nereden bileceklerdi?. Mahallebici, olsa olsa. kendisini ya oruçlu sanacak... yahut da şeker hastalığından muztarip bilecekti.
Cemekânın kenarındayız liste gözüne ilişti. İşte... Tavuk göğsünün karşısında 17,5 kuruş yazık idi.
Demek kendisi de bir tabak yese gene 15 kuruş kalacaktı.
Mahellebiciye göğsünü gere gere girdi.
içerde, bir köşeye çekilmiş, burun buruna,) bir delikaı.ll ile bir boyalı kızdan başka km-se yoktu. Erkek bir şeyler anla tıyor, öteki kaşıyla gelişi güzel oynayarak ve' gülümseyerek onu dinleyordu. (Bu hararetli ve al-, çak ses i konuşmayı biz de biliriz» diye düşündü. “Hey gidi gençlik ve bolluk ytlları...„
Oğlunu sandalyeye oturttu. Engin’in “gülen cüce„ sini de masa üzerine yatırdı..
Naci Duru, masayı bezle silerek, ne emir ettiğini soran gar. sona, gayet katî bir sesle:
“Bize iki tavuk göğsü getirl.„ dedi.
Engin, kuklasını alıp oynatmak hevesile. ona bir kerre saldırdı ise de, babası elini tuttu. Kaşlarını yukarı kaldırdı.
“Burada olmaz!, dedi.
Engin “burada niçin olmaz!, diye düşündü ise de, sormağa
A YAZAN : ERICH
& MARIA
$ REMARQUE
W ÇEVİREN :ZERİA KARADENİZ
W
bütün KİTABEYİ
Fiyatı : 3Ö0 kuruş
cesaret edemedi. Duvarlarda oka-dar çok ayna vardı ki.. Canıekân-lar da tatlı ile dolu idi. Şu beyaz elbiseli adam, niçin bu kadar çok tatlısı olduğu halde yemiyordu. Yoksa o da, (gözlüklü doktor) gibi hastalara mı bakı yordu.
Garson iki tavukgöğsü getirdiği sırada bay Naci Duru başından şapkasını çıkarmadığını hatırladı.
Şapkayla böyle yerlerde oturmak ayıptı.. Şu gençler ihtimal kendisini ayıplamışlardı.
Hadi onlar görmedi, diyelim. Etraflarına bakacak halleri yok.. Ama şu garsonla, masadaki kız her halde boşuna gülümsemiyorlardı. Birbirine..
Şapkasını asıp tekrar yerine oturduğu zaman oğlunun büyük bir işteha ile tavııkgöğsünü yediğini gördü. Maşallah yarılamış-tı bi e.. Yok canım.. Tavukgöğsünü mahallebici tabaklara küçücük parçalar halinde koymuştu da ondan öyle sayıyordu.. Oğlu henüz, üzerinden- bir kaşık. . O ne.. Tavukgöğsüııün üzerinde kaymak vardı ve oğlu onun yarısını yemişti. Acaba?.. Evet kendi tabağında da, tavukgöğsünün üzerinde bir parça kdymak vardı-
Sırtından soğuk bir ter boşandı.
Eyvah.. Kaymak parasını nereden verecekti. Amma levhada kaymaklı tavukgöğsü diye bir tatlı fiatı yazılmamıştı. Camekân-daki bütün tavukgöğsü ve mahallebiler üzerinde birer parça kaymak vardı . Yüreğine biraz su serpildi.. Eh... Demek ki tavukgöğsünün parçaları küçülmüştü.. Fakat üzerine biraz kaymak ilave edilmişti.
Bununla beraber, içi rahat değildi. Yediği kaymaklı tavukgöğsünün lezzetini bir türlü çıkara-iniyordu. Ağzının tadı kaçmıştı sanki.
Engin tabağını iyice sıyırdı. Hatta iki eliyle kenarından yakaladı. Fakat baba-ı tam vaktin de müdahale ederek, gülünç bir vaziyete düşmekten kurtardı kendilerini.. “Evlâdım.. Tabak yalanmaz, biliyorsun, diye fısıldadı ve kendi tabağındaki parçayı da oğluna verdi. Bereket o sırada iki genç müşteri kolkola dükkândan çıkıyorlardı. Kimse onun bu müdahalesini görmemişti.
Garsonu çağırdı. 50 kuruşu masa üzetine koydu.. Garson parayı almadı:
“Daha 20 kuruş vereceksiniz
efendim.„ dedi.
Sırtına bir ter dalgası hücum etti. Sakin olmağa çalışarak sordu : Neden? iki tavukgöğsü yemedik mi biz?.„
Garson ellerini uğuşturdu:,
“Evet efendim, fakat kaymaklı idi..„
Koruduğuna uğramıştı’demek.. Şimdi gözünün önüne garsonla çekişmeler.. Kapının önüne birikmiş insanlar.. Polisler geliyordu. Rezil mi olacaktı?
Oysa kî burada kendisi haksiz değildi.. İşin içinde bir düzenbazlık var gibi idi. Onlardan kaymaklı tavukgöğsü isteyen kimdi?.
Soğuk kanlılığı eldeu bırakmamalı idi.. - ■ .
“Ben sizden iki tane tavukgöğsü istedim. Kaymaklı olsun dedim mi?„ İşte fia listenizde karşıda. Tavukgöğsü 17.5 kuruş, diye yazılı.. Kaymaklı, kaymak-sız lâfı yok.. (Kaymaklı tavukgöğsü) diye bir şey olsaydı, onun da fiatıııı yazardınız.„
Hâkim karşısında kendini müdafaa eden bir suçlu gibi bütün cesaret ve zekâsı uyanmıştı.
Bu da ye iti bir karaborsa hilesi mi idi?. Bu ne rezaletti; âlemi soymak için bütün esnaf el birliği ini etmişti?.
Bay Naci Duru’nun bu tehdit dolu sözleri garsonu şaşırtmıştı.
“Şimdi müşteriler hep böyle yiyorlar da efendim . Affedersiniz, Yanlışlık bizde oldu..n Dedi.
Bay Naci Duru istihfaf dolu bir bakışla baktı ve dudağının ucundan:
“Biz o kibarlardan değiliz oğlum.. 50 kuruş içinden 35 kuruş al.. Üstünü ver.. Ben fazla lâf istemem..,, Dedi.
»
* *
Avucunda 15 kuruşla kapıdan çıktıkları zaman, kaymaklı tavukgöğsü satanlara' karşı bir zafer kazandığı halde neşe, sevinç yerine bir yeis, hüzün ve bıkkınlık duyuyordu.
Enginin elindeki kukla gülüyordu ve sokaktan insanlar koşar gibi yürüyorlardı..
Kemal BİLBAŞAR
İşçi Arkadaş ! |
Sn n rl i 1/ o haftalik işçi gazetesİ t C 11 U I r\ a cumartesilerİ çikar t SENİN GAZETENDİR |
Onu oku ve okut - Sayısı 10 kuruş t
ABONE: Yıllığı — 500, 6 aylığı — 250, 3 aylığı — 125 kuruştur, j .
SENDİKAYA ABONE OLUNUZ |


♦ .





♦ J

Kitap Yakmak Yok!
Onikinci Sahifeden Devam
Bir^kuvvet ile doludur. Döl Be-reketi’ndç nikbinlik aşılanmak istenmiş olmasına rağmen bunu bulamayız. Paulhan’a göre “nikbin edebiyat saadet gibidir, arandığı zaman bulunmaz,,.
Claude Morgan ise sipariş ü-zerine bir sanat eseri meydana getirilemiyeceğiııi, yazıcının istidadını insan oğlunun emrine ve- ■ rivermekle san’at kalitesinin temin edilemiyeceğini haklı olarak söylüyor. Ona göre yazıcı, şair, halka bağlı kalmalı ve diğer insanların ıstıraplarına, ümitlerine ve gayretlerine- iştirak hissi duy-. malıdır. Bu bakım'dan “kafa,, edebiyat bir sınıfın, burjuvazinin yıkılmasına işaret eder. Yani o, mahkûm edilmiş bir dünyanın sanatıdır.
A c t i o n gazetesinin anketi, okuyucuları arasında da ilgi u-yandırmıştır. Kafka’yı ve onunla birlikte bütün bedbin edebiyatı yıkmalı, zira bu, ölçülemiyecek . derecede kötülük yapan tehlikeli, bir silâhtır diyenlerin yanında, yazıcıya yaratma gücünü kamçılayacak hürriyetin esirgenmeme-sini istiyenler de vardır. Chauny li bir işçi, M. Laurent Charpen-tier şunları söylüyor: Nikbinlikten vaz geçmek demek: hayata karşı koymak, aydınlığı reddetmek, beşerî gayretlerin faydasız-lığına inanmak, terakkiyç kulaklarım tıkamak demektir. Bundan dolayı «kara» edebiyat, sosyal bakımdan reaksiyoner olarak kabul edilebilir. Sefaletin pençesi altında bedbinliğe kapılan bir işçinin bu durumu alfolunsa bile.
■ bir edebiyatçı için bir mazeret bulunamaz. Büyük inkılâpçı mütefekkirleri' örnek tutarak diyebiliriz ki, yazıcı halk adamına nasihat veren, onun iradesine taze bir ruh aşılıyan bir rehper olmalıdır. ' ( - ,
M. R. Garby adlı okuyücü da, “kara„ edebiyatın bir inkılâp yara-
sonra avutmaya kal-reaksiyoııerdir,
aynı yere ge-

tabileceğipi ileri sürüyor; fzira ona göre, çöken bir sınıfın âdetlerini, giden bir rejimin tezatlarını büyük bir sıhhatle tasvir etmek, kollektif bir gayretle bu çamurun içinden .çıkılabileceğini, ışığa ve aydınlığa kavuşulabile • ceğini gösterir. Zola, Balzac, Rimbaud ve bugün de Steiııbeck, Miller aynı işi görmektedirler. Fakat M. R. Garby hemen ilâve etmek ihtiyacını duyuyor : “Kara,, edebiyat realizm kuvvetiyle bizim midemizi bulandırdıktan tatlı sözlerle bizi kıyorsa tamamen diyor.
Dönüp dolaşıp liyoruz : Kafka’yı, bedbin edebiyatı yakmalı mı ? Şimdi vatanından uzakta, menfada yaşamakta olan bir İspanyol yazıcısı, D. D. Montserrat, böyle bir soruya hayret ettiğini söyliyerek şunları anlatıyor : Barcelona’daki küçük şahsi kütüphanemde Nietzsclıe, Dostoyevski, Gide, Marnı, Sha-.kespeare, Balzac, Unamuııo, Fre-ud, Mauriac, Poe, Withman, Moıı-
■ taigııe, Montesquieu, Onıeros, lbseıı, Kont ve liste halinde yazmak uzun sürer daha başkaları yan yana duruyordu. Klâsiklerden sürrealistlere kadar her ekol vardı. Hattâ Dali ve Crevel’in bana neşretmem için gönderdikleri el yazıları vardı. Hepsini merhamet duymadan ateşe verdiler. Bu kitapların alevleri âdeta beni yakıp kül ediyordu. Kitapların ve müelliflerin fişleri inceden ince-ve tetkik edildi. Zira Falanjistler bir ip ucu elde edeceklerini ve bu suretle siyasî bir cinayetin sırlarını keşfedeceklerini u-uluyorlardı. İşte siz de şimdi Kafka’yı mı yakmıya kalktınız ? İspanyol yazıcısı cevabı kendi ve-
■ rıyor: Kafka’yı yakmayınız. Bu işi, gönüllü olarak yapacak olan kültür düşmanlarına bırakınız!..
Evet, kitap yakmayı ilk defa naziler düşünmüşler ve işe erkekleri, kadınları. ■ ve çocuklar, yakmakla devam etmişlerdi. Kaf-ka’yı yakmaya kalkarsak, bir gün biri çıkıp Steinbeck’i de y'akmıya kalkabilir. Bu hususta biz de, Roubaix’li okuyucu M. A. Deras-se gibi düşünüyoruz: Yazıcıya yazma hürriyetini çok görmemeliyiz. Fakat okuyucuya da hüküm vermek hürriyeti sağlanmalıdır. Tâ ki, kendisine teklif edileni kabul veya reddetmekte, alkışlamak veya ıslıklamakta tam oir şuur serbestliğiyle hareket edebilsin,
15
ustafa
İbrahim SABRİ
Yolcu yolunda gerek, bebek rahat uyuya...
Altı aylık bebesi kucağında Niğârın.
Vakit öğleye yakın.
Isındı bıyam otları.
Toprakta uğultu.
Bozkırda cıtlıyak böcekleri ve çekirgeler söylüyor en umutsuzunu şarkıların.
Vakit ikindiye yakın. Çekirgeler’ ve cırlıyak böcekleri bozkırda hâlâ bitirmediler şarkılarını.
Bir tilki geçti yolun alt ucundan ve çovanların ardında kaybolmadan önce dönüp baktı ■ ,
kuyunun taşında oturanlara.
Bebek ağır geliyordu Nigâra.' Kocasının dölü.
Ve Mustafa diyordu ki:
“— Köyde ölen çocuğun hesabımı var? Ölü sayılmaz altı aylık ölü.
on ikişerden
Bir tanesi cam. ’
Eğilse üstüne içinde kendini bir elma kurdu kadar görür adam.
Çaylak yırtıcıdır. ■ Tilki kurnaz. Kuyu derin.
Bozkır uçsuz bucaksız, ve kırmızı biber gibi acı. Devrildi cam düğmenin içinde bir küçücük
kavak ağacı.
Nigârın kucağından bebek düştü kuyuya...
Bozkırın tavanında bulutlar bembeyaz, üstüste ve ağırdı belli belirsiz kımıldanıyordular.
• . ■ • w'
Toprak gözalabildiğine, ’ dümdüz çırıl çıplak ve kırmızı biber gibi-acı. Batıda bir tek, uzun kavak ağacı.
Bozkırda hâlâ dolaşıyorsa da kokusu sararmış kekiklerin, gökçiçekler çoktan kurumuştu ve geven otları sâfi dikendiler.
'!
B'eb^k çıkardı kundaktan yumruklarını. Kundakta düğmeler dikili,
iki sıra, yirmi dört •••
Bulutlarda bir av! Kuyunun başjMİH Nigâr o^jj^
Durdu Nigâr on adım önden giden-_______________
Mustafayı çağırdı.
Mustafa yıkmış kasketini ensesine bulutların arasından geçen bir çaylağa bakıyor.
Yırtıcı mahluk,’ germiş kanatlarını, sessiz, sadasız, kâğıttan resim gibi bulutların arasından akıyor.
' ■) i- ■
nnda karnı U
haindi ve yumuşak.